5 ayetler ve sırları / 7 Ayet Vardır ki Gök Yere İnse Bunu Okuyan Kurtulur - Nukteler

5 Ayetler Ve Sırları

5 ayetler ve sırları

SOHBETİN ADI: ÂYETLER VE SIRLARI - İBRÂHÎM 4 - 5. ÂYETLER
TARİHİ:

Sevgili kardeşlerim, can dostlarım, gönül dostlarım! Allah'a sonsuz hamd ve şükrederiz ki; bir defa daha Allah'ın bir zikir sohbetinde birlikteyiz. Âyetlerin sırları. İbrâhîm Suresinin 4 ve 5. âyetleri.

Allahû Tealâ buyuruyor ki:

14/İBRÂHÎM Ve mâ erselnâ min resûlin illâ bi lisâni kavmihî li yubeyyine lehum, fe yudillullâhu men yeşâu ve yehdî men yeşâu, ve huvel azîzul hakîm(hakîmu).

Hiçbir resûlümüz yoktur ki; Biz, onu kendi kavminin lisanıyla göndermiş olmayalım. Onlara (kendi lisanlarıyla) beyan etsin (açıklasın) diye. Öyleyse Allah, dilediğini (Allah’a ulaşmayı dilemeyenleri) dalâlette bırakır. Dilediğini (Allah’a ulaşmayı dileyenleri) hidayete erdirir. Ve O, Azîz’dir, Hikmet Sahibi’dir.


Ve mâ erselnâ min resûlin:Biz resûllerden hiçbirini göndermedik.
illâ bi lisâni kavmihî:Sadece kavimlerinin lisanıyla.
li yubeyyine lehum: Onlara beyan etsinler diye, açıklasınlar diye.
fe yudillullâhu men yeşâu: Allah dilediğini dalâlette bırakır.
ve yehdî men yeşâ'(yeşâu): Ve dilediğini hidayete erdirir.
ve huvel azîzul hakîm(hakîmu):Ve O Azîz'dir (en güçlüdür) ve Hakîm'dir (hikmet sahibidir).

14/İBRÂHÎM Ve lekad erselnâ mûsâ bi âyâtinâ en ahric kavmeke minez zulumâti ilân nûri, ve zekkirhum bi eyyâmillâh(eyyâmillâhi), inne fî zâlike le âyâtin li kulli sabbârin şekûr(şekûrin).

Andolsun ki; Biz Musa (a.s)’ı: “Kavmini karanlıklardan nura çıkar ve onlara Allah’ın günlerini hatırlat (onlara Allah’ın günleri boyunca zikrettir).” diye âyetlerimizle (delillerimizle, mucizelerimizle) gönderdik. Muhakkak ki; bunda şükredip, sabredenlerin hepsi için âyetler (deliller) vardır.


Ve le kad erselnâ mûsâ:Andolsun ki Biz Hz. Musa'yı gönderdik.
bi âyâtinâ:Âyetlerimiz ile.
en ahric kavmeke:Sen kavmini ihraç et, çıkar.
minez zulumâti:Zulmetten, karanlıklardan.
ilen nûri: Nura.

"Ya Musa! Biz andolsun ki sana âyetlerimizi gönderdik, kavmini zulmetten nura çıkarasın diye."

ve zekkirhum: Ve onları zikrettiresin diye.
bi eyyâmillâh(eyyâmillâhi): Allah'ın günleri boyunca onları zikrettir diye.
inne: Muhakkak ki.
fî zalike: Bunda.
le âyâtin: Âyetler, deliller vardır.
li kulli sabbârin: Bütün sabredenler için.
şekûr: Ve şükredenler için.

Burada, Allahû Tealâ genel olarak bir kavim resûlü tarifi yapıyor.

"Hiçbir kavim yoktur ki; Biz onu kendi kavminin lisanıyla gönderdiğimiz bir resûlle teçhiz etmeyelim, cihazlandırmayalım. Onu, onların kendi kavminin lisanıyla göndermiş olmayalım." Ve ifade: "Hiçbir kavim söz konusu değildir ki; Biz onu o kavmin lisanıyla bir resûl göndererek teçhiz etmeyelim."

Öyleyse Allahû Tealâ ne demek istiyor? Şunu demek istiyor: Bütün kavimlerde, bütün zaman parçalarında bir resûl vardır. Bütün kavimlerdeki resûller, Allah'ın gönderdiği resûller, bütün kavimlere gönderilir ve o kavimlerdeki insanlara onların lisanıyla gönderilir yani onların içinden birisi, o kavmin içinden birisi, o kavimde doğmuş büyümüş, o kavmin lisanıyla konuşan birisini Allahû Tealâ o kavme gönderir. Ama bütün kavimlerde, bütün zaman parçalarında mutlaka Allah'ın resûlleri vardır.

İşte Allahû Tealâ da burada son derece önemli bir konuya temas ediyor: "Onların lisanı ile gönderirim." diyor ki, onlara onların arasından olan o kişi, kendi lisanlarıyla hitap etsin, anlayamadıkları hiçbir şey kalmasın.

Öyleyse acaba bu resûlün yaptığı beyan, hangi istikamette bir beyan? Allahû Tealâ: "Resûl onlara beyan etsin diye, açıklasın diye göndeririz." diyor. Âyet-i kerimenin arkası, bu muhtevayı açıklamak üzere dizayn edilmiş. Allahû Tealâ diyor ki: "fe yudillullâhu men yeşâu ve yehdî men yeşâu: Öyleyse Allah dilediğini dalâlette bırakır, dilediğini hidayete erdirir."

Şimdi böyle bir konuyu yanlış yorumlamak isteyenler bulunabilir. Yani buradan "Allahû Tealâ hidayete ermeyi dileyen kişiyi de dilerse dalâlette bırakır." diye bir hüküm çıkaranlar da olabilir. Bu, bütünüyle yanlış bir hüküm çıkarmak olur. Çünkü Allahû Tealâ'nın rızasıyla kişinin talebi, mutlaka paralel bir seyir takip eder. Allahû Tealâ Şûrâ Suresinde diyor ki:

42/ŞÛRÂ Şerea lekum mined dîni mâ vassâ bihî nûhan vellezî evhaynâ ileyke ve mâ vassaynâ bihî ibrâhîme ve mûsâ ve îsâ, en ekîmûd dîne ve lâ teteferrakû fîhi, kebure alâl muşrikîne mâ ted’ûhum ileyhi, allâhu yectebî ileyhi men yeşâu ve yehdî ileyhi men yunîb(yunîbu).

(Allah) dînde, onunla Hz. Nuh’a vasiyet ettiği (farz kıldığı) şeyi (şeriati); “Dîni ikame edin (ayakta, hayatta tutun) ve onda (dînde) fırkalara ayrılmayın.” diye Hz. İbrâhîm’e, Hz. Musa’ya ve Hz. İsa’ya vasiyet ettiğimiz şeyi Sana da vahyederek, size de şeriat kıldı. Senin onları, kendisine çağırdığın şey (Allah’a ulaşmayı dileme) müşriklere zor geldi. Allah, dilediğini Kendisine seçer ve O’na yöneleni, Kendisine ulaştırır (ruhunu hayatta iken Kendisine ulaştırır).


"Kim Bana mülâki olmayı dilerse Ben onu Kendime ulaştırırım."

Öyleyse Allah kullarından dilediklerini seçer. Çok azı hariç herkesi seçer.

Allâhu yectebî ileyhi men yeşâu:Allah dilediğini Kendisine seçer.
ve yehdî:Ulaştırır.
ileyhi: O'na, Kendisine.
men yunîb:Yunîb olan kişiyi, Allah'a mülâki olmayı dileyen kişiyi, Allah'a ruhunu hayatta iken ulaştırmayı dileyen kişiyi Allah Kendisine ulaştırır.

Öyleyse Allahû Tealâ'nın bu dizaynına baktığımız zaman bir büyük hakikat görüyoruz. Allah insanların %95'ten fazlasını seçer yani Allah'a ulaşmayı dileyenlerin arasında bırakır. Seçmedikleri var mıdır? Vardır. Kim Allah'a ulaşmayı dilemedikten başka, onun ötesinde, başka insanları da Allah'ın yolundan men ediyorsa, Allah'a ulaşmayı dilemekten, ruhunu hayattayken Allah'a ulaştırmayı dilemekten men ediyorsa, işte o zaman Allahû Tealâ onları seçmez. Başka insanları Allah'ın yolundan uzaklaştırmaya çalışanlar hariç, herkesi seçer.

Allahû Tealâ bu âyet-i kerimede diyor ki: "Allah dilediğini dalâlette bırakır."

Bu muhteva Ra'd Suresinin âyet-i kerimesinde de dile getirilmiş. Allahû Tealâ orada diyor ki:

13/RA'D Ve yekûlullezîne keferû lev lâ unzile aleyhi âyetun min rabbihi, kul innallâhe yudillu men yeşâu ve yehdî ileyhi men enâb(enâbe).

Ve kâfirler: “Ona, Rabbinden bir âyet (mucize) indirilse olmaz mı?” derler. De ki: “Muhakkak ki Allah, dilediği kimseyi dalâlette bırakır ve O’na yönelen kimseyi Kendine ulaştırır (hidayete erdirir).”


"Allah dalâlette olanları kendi haline bırakır. Ama o dalâlette olanlardan her kim Allah'a ulaşmayı dilerse Allah onları Kendisine ulaştırır. Allah dalâlette olanları bırakır ama onlardan her kim Allah'a mülâki olmayı dilerse onları Kendisine ulaştırır." diyor.

Öyleyse Allahû Tealâ'nın ulaştırma işlemi kişinin talebine, dileğine bağlı bir vetiredir. Kim Allah'a mülâki olmayı dilerse Allah onu Kendisine ulaştırıyor.

Bir insanın Allah'a ulaşmayı dilemesi demek, 1. kat cenneti elde etmesi demektir. Kim Allah'a mülâki olmayı dilerse, Allah'ın bütün insanlar için emrettiği olmazsa olmaz şartı yerine getirmiş oluyor. Dînin giriş kapısından içeriye giriyor. Başka bir kapı yok değerli kardeşlerim. Başka bir kapı yok! Sadece bir kapıdan dîne girilir. O kapı Allah'a ulaşmayı dilemektir. Dilemeyen kişi kapının dışında kalır.

Burada yeri gelmişken bir defa daha tekrar edelim ki; İslâm'ın 5 şartı arasında Allah'a mülâki olmayı dileme yoktur. Öyleyse İslâm'ın 5 şartı, hiç kimseyi cehennemden kurtaramaz. Ne demek istiyoruz? Şunu demek istiyoruz: Eğer bir insan Allah'a mülâki olmayı dilemezse onun gideceği yer cehennemdir. İşte Yûnus Suresinin âyetleri. Allahû Tealâ buyuruyor:

10/YÛNUS İnnellezîne lâ yercûne likâenâ ve radû bil hayâtid dunyâ vatmeennû bihâ vellezîne hum an âyâtinâ gâfilûn(gâfilûne).

Muhakkak ki onlar, Bize ulaşmayı (hayatta iken ruhlarını Allah’a ulaştırmayı) dilemezler. Dünya hayatından razı olmuşlardır ve onunla doyuma ulaşmışlardır ve onlar âyetlerimizden gâfil olanlardır.


10/YÛNUS Ulâike me'vâhumun nâru bimâ kânû yeksibûn(yeksibûne).

İşte onların kazandıkları (dereceler) gereğince varacakları yer ateştir (cehennemdir).


İnnellezîne:Onlar ki.
lâ yercûne:Dilemezler.
likâe:Ulaşmayı.
nâ: Bize.
ve radû:Razıdırlar.
bil hayâtid dunyâ:Dünya hayatı ile Arapçası ama Türkçemizde "Dünya hayatından razıdırlar." diye değerlendirmemiz lâzım, tercüme etmemiz lâzım.

"Dünya hayatında razıdırlar." dedikten sonra Allahû Tealâ diyor ki:

vatme'ennû bihâ vellezîne hum an âyâtinâ gâfilûn:Onunla, dünya hayatı ile tatmin olurlar. Onlar Bizim âyetlerimizden gâfil olanlardır.

Dünya hayatını tercih ediyorlar. Tatmin oluşları, doyuma ulaşmaları dünya hayatıyladır. Dünya hayatında kazandıkları para, şan şöhret, insanlar arasındaki itibar; onları mutlu eden odur. Aslında bunun mutluluk olduğunu da kimse iddia edemez ama öyle olduğunu düşünelim. Sonra:

Ulâike:İşte onlar.
me'vâhumun:Onların mevası, gidecekleri yer.
nâru: Ateştir.
bimâ kânû: Sebebiyle.
yeksibûn:İktisap ettikleri dereceler sebebiyle.

Nedir onların iktisap ettikleri dereceler? Allahû Tealâ iki tane alternatif koyuyor:

1. grup; kazandıkları dereceler kaybettikleri derecelerden fazla.
2. grup; kaybettikleri dereceler kazandıkları derecelerden fazla.

Şimdi her iki grubun da sonucuna bakıyoruz. Sonucu ne? Sonucu; çok açık bir şekilde ortaya konulmuş. Allahû Tealâ sonucu veriyor: Allah'a ulaşmayı dileyenler ve dilemeyenler. İşte iki nev'i insan. Kim Allah'a mülâki olmayı dilerse onların gideceği yer Allah'ın cennetidir. Kim dilemezse gideceği yer mutlaka cehennemdir.

Şimdi kazandıkları derecelerin sonuçlarına bakıyoruz beraberce. İki türlü sonuç var:

1- Kazandıkları derecelerin fazla olması hali. Mu'minûn Suresi âyet-i kerime. Allahû Tealâ diyor ki:

23/MU'MİNÛN Fe men sekulet mevâzînuhu fe ulâike humul muflihûn(muflihûne).

O zaman kimin mizanı (sevap tartıları) ağır gelirse işte onlar, felâha erenlerdir.


"Kimin kazandığı dereceler kaybettiği derecelerden fazla ise onlar felâha erenlerdir yani gidecekleri yer cennet olanlardır, kurtuluşa ulaşanlardır."

2- Kazandıkları derecelerin az olması hali. Mu'minûn Suresi âyet-i kerime. Allahû Tealâ diyor ki:

23/MU'MİNÛN Ve men haffet mevâzînuhu fe ulâikellezîne hasirû enfusehum fî cehenneme hâlidûn(hâlidûne).

Ve kimin mizanı (sevap tartıları) hafif gelirse, işte onlar, nefslerini hüsrana düşürenlerdir. Onlar, cehennemde ebediyyen kalacak olanlardır.


"Kimin de günah tartıları ağır basarsa onların gidecekleri yer cehennemdir. Onlar hüsranda olanlardır."

 Öyleyse sadece iki tür insan var:

1- Kazandıkları dereceler kaybettikleri derecelerden fazla olanlar.
2- Kaybettikleri dereceler kazandıkları derecelerden fazla olanlar.

Allah'a ulaşmayı dileyen bir kişinin derecat durumuna bakıyoruz, olay açıklık kazanıyor. Allahû Tealâ Enfâl Suresinde diyor ki:

8/ENFÂL Yâ eyyuhâllezîne âmenû in tettekullâhe yec’al lekum furkânen ve yukeffir ankum seyyiâtikum ve yagfir lekum, vallâhu zul fadlil azîm(azîmi).

Ey âmenû olanlar! Allah’a karşı takva sahibi olursanız sizi furkan (hak ve bâtılı ayırma özelliği) sahibi kılar! Ve sizden (sizin) günahlarınızı örter ve size mağfiret eder (günahlarınızı sevaba çevirir). Ve Allah, büyük fazl sahibidir.


"Ey âmenû olanlar (mü'minler, inananlar)! Allah'a karşı takva sahibi olun."

Yani inanmışlar ama Allah'a ulaşmayı dilememişler. Takva sahibi değiller ama Allahû Tealâ'ya inanıyorlar.

"Allah'a karşı takva sahibi olun. Allah'a ulaşmayı dileyin ki; Allah sizin günahlarınızı örtsün. Daha sonraki safhada da sizin günahlarınızı sevaba çevirsin."

Öyleyse 1. etapta Allah'ın günahları örtmesi müessesesi var. Bu örtüşe baktığımız zaman kim Allah'a mülâki olmayı dilerse Allah onun günahlarını örtüyor. Takva sahibi olmak, ancak o zaman mümkündür.

1. takvaya bakıyoruz; ilk takva.

30/RÛM Munîbîne ileyhi vettekûhu ve ekîmûs salâte ve lâ tekûnû minel muşrikîn(muşrikîne).

O’na (Allah’a) yönelin (Allah’a ulaşmayı dileyin) ve O'na karşı takva sahibi olun. Ve namazı ikame edin (namaz kılın). Ve (böylece) müşriklerden olmayın.


30/RÛM Minellezîne ferrakû dînehum ve kânû şiyeâ(şiyean), kullu hızbin bimâ ledeyhim ferihûn(ferihûne).

(O müşriklerden olmayın ki) onlar, dînlerinde fırkalara ayrıldılar ve grup grup oldular. Bütün gruplar, kendilerinde olanla ferahlanırlar.


Allahû Tealâ diyor ki: "Allah'a yönel, Allah'a ruhunu ulaştırmayı dile ve böylece Allah'a karşı takva sahibi ol. Allah'a mülâki olmayı dilediğin an takva sahibi olursun, takva sahibi ol."

Sonra da devam ediyor Allahû Tealâ: "Ve namaz kıl ve müşriklerden olma. O müşriklerden olma ki; onlar dînlerinde fırkalara ayrılmışlardır. Herbiri kendi elindekiyle ferahlanırlar."

Fırkalara ayrılanlara bakıyoruz. İnsanlar 72 fırkaya ayrılmış ve de onların hepsinin muhtevası şirkte olmalarıdır. Bunlar gizli şirkin içinde insanlardır. Ama her fırkanın içinde de birtakım insanlar var ki; onlar Allah'a ulaşmayı diliyorlar. Ondan sonra ruhlarını Allah'a ulaştıracaklardır. Fizik vücutlarını Allah'a teslim edeceklerdir. Nefslerini Allah'a teslim edeceklerdir. İradelerini Allah'a teslim edeceklerdir. Ama bu muhtevada gördüğümüz şey odur. Bu insanların Allah ile olan ilişkilerinde, Allah'a ulaşmayı dilemekten başlayan, kademe kademe yükselen bir seyir var. İşte kim Allah'a mülâki olmayı dilerse onlar takva sahibidir. Eğer dilemeselerdi şirkte olacaklardı yani gidecekleri yer cehennem olacaktı. Öyleyse buradaki takva ilk takvadır. Mademki bu takvanın sahibi olamayan insan şirkte kalıyor, cehennemde kalıyor; Allah'a ulaşmayı dilemeyen herkes şirktedir, cehenneme gidecektir. Onları cehennemden kurtaran ilk takva, Allah'a ulaşmayı dilemektir.

İşte Allahû Tealâ kim Allah'a mülâki olmayı dilerse, onları mutlaka yardım standartlarının içine alır. Onları mutlaka 2 âyet-i kerime gereğince Kendisine ulaştırır. (Şûrâ, Ra'd)

Bu muhtevada Allah onları, Allah'a ulaşmayı diledikleri anda bir defa cehennemden kurtarıyor. Sonra onları 2. kademede mürşidlerine ulaştırıyor, tabiîyetlerini gerçekleştiriyor. 3. kademede de ruhlarını Kendisine ulaştırıyor.

İşte bu muhteva içerisinde Allah'a ulaşmayı dileyen herkesi Allah mutlaka mürşidine ulaştırır; basamak. Tâbî olduğu anda kişi 2. kat cennetin sahibidir. Kim tâbî olursa ruhu mutlaka vücudundan ayrılır, Allah'a doğru yolculuğa çıkar. Allahû Tealâ onların mutlaka nefslerinin kalbini %51 nurla doldurur. O kişiler gerçekten Allah'a ulaşmayı dilemişlerse, Allah onları Kendisine ulaştıracaktır. Biliyorsunuz; Şûrâ ve Ra'd'te sözü var.

13/RA'D Ve yekûlullezîne keferû lev lâ unzile aleyhi âyetun min rabbihi, kul innallâhe yudillu men yeşâu ve yehdî ileyhi men enâb(enâbe).

Ve kâfirler: “Ona, Rabbinden bir âyet (mucize) indirilse olmaz mı?” derler. De ki: “Muhakkak ki Allah, dilediği kimseyi dalâlette bırakır ve O’na yönelen kimseyi Kendine ulaştırır (hidayete erdirir).”


42/ŞÛRÂ Şerea lekum mined dîni mâ vassâ bihî nûhan vellezî evhaynâ ileyke ve mâ vassaynâ bihî ibrâhîme ve mûsâ ve îsâ, en ekîmûd dîne ve lâ teteferrakû fîhi, kebure alâl muşrikîne mâ ted’ûhum ileyhi, allâhu yectebî ileyhi men yeşâu ve yehdî ileyhi men yunîb(yunîbu).

(Allah) dînde, onunla Hz. Nuh’a vasiyet ettiği (farz kıldığı) şeyi (şeriati); “Dîni ikame edin (ayakta, hayatta tutun) ve onda (dînde) fırkalara ayrılmayın.” diye Hz. İbrâhîm’e, Hz. Musa’ya ve Hz. İsa’ya vasiyet ettiğimiz şeyi Sana da vahyederek, size de şeriat kıldı. Senin onları, kendisine çağırdığın şey (Allah’a ulaşmayı dileme) müşriklere zor geldi. Allah, dilediğini Kendisine seçer ve O’na yöneleni, Kendisine ulaştırır (ruhunu hayatta iken Kendisine ulaştırır).


"Kim Allah'a ulaşmayı dilerse, ruhunu Allah'a ulaştırmayı dilerse, Allah onları Kendisine ulaştırır." ifadesinden hareketle, kim Allah'a ulaşmayı dilerse o kişiyi Allah evvelâ mürşidine ulaştırır, tâbiiyetini gerçekleştirir. Mürşidi o kişiye sevdirir. Ondan sonra o kişinin bütün eksiklerini giderir. Kişi zikir yapamıyorsa zikri sevdirir. Kişi namaz kılmaktan hoşlanmıyorsa namazdan hoşlandırır. Bu kişi eğer açlık diye bir hastalıkla malülse, oruç tutamıyorsa bu sebeple, onu, o hastalığını da tedavi eder, orucunu da tutturur ve bu kişiyi Kendisine mutlaka ulaştırır.

Öyleyse burada Allahû Tealâ'nın dalâlette bırakması ya da sonuca ulaştırması söz konusudur. Her kavme gönderdiği resûller vasıtasıyla, insanlara tebligat yapılır. Onlar da resûle tâbî olurlar ve ruhlarını Allah'a ulaştırırlar veya bulundukları noktadaki o resûle tâbî olan mürşidlerden birine tâbî olurlar.

İbrâhîm Suresinin 5. âyetinde Allahû Tealâ diyor ki:

14/İBRÂHÎM Ve lekad erselnâ mûsâ bi âyâtinâ en ahric kavmeke minez zulumâti ilân nûri, ve zekkirhum bi eyyâmillâh(eyyâmillâhi), inne fî zâlike le âyâtin li kulli sabbârin şekûr(şekûrin).

Andolsun ki; Biz Musa (a.s)’ı: “Kavmini karanlıklardan nura çıkar ve onlara Allah’ın günlerini hatırlat (onlara Allah’ın günleri boyunca zikrettir).” diye âyetlerimizle (delillerimizle, mucizelerimizle) gönderdik. Muhakkak ki; bunda şükredip, sabredenlerin hepsi için âyetler (deliller) vardır.


Ve le kad:Andolsun ki.
erselnâ: Biz gönderdik.
mûsâ:Hz. Musa'yı.
bi âyâtinâ:Âyetlerimiz ile.

"Biz muhakkak ki Hz. Musa'yı âyetlerimizle gönderdik."

en ahric kavmeke: Kavmini çıkarsın diye.
minez zulumâti:Zulmetten, karanlıklardan.
ilen nûri: Nura.

İşte bir insan Allah'a ulaşmayı dilerse, ne yapacaktır? 3. basamakta dilemiş olacaktır. Sonra Allahû Tealâ o kişiyi geliştirecektir. O kişinin kalbine ulaşacaktır. Kalbinin nur kapısını Allah'a çevirecektir. O kişinin irşad makamını veya o devirdeki peygamberi, Hz. Musa'yı anlamasını temin edecek vasıflarla donatacaktır. Onun kalbine ulaşacaktır. Kalbinin nur kapısını Allah'a çevirecektir. Göğsünü yaracaktır. Göğsünden kalbine bir nur yolu açacaktır. O kişinin görme hassasını ve gözlerini, irşad makamını irşad makamı olarak tanıyabilecek olan bir seviyeye getirecektir. O kişinin kulaklarını ve işitme hassasını, irşad makamının sözlerini gerçek anlamda anlayabilecek hüviyete getirecektir. O kişinin kalbini, idrak edebilecek bir seviyeye ulaştıracaktır. Böylece kişi irşad makamına ulaşacak ve tâbî olacaktır. İşte bu, basamaktır.

Tâbî olan kişinin, tâbî olduğu anda ruhu derhal vücudundan ayrılır. Allah'a doğru yola çıkmak üzere ana dergâha, devrin imamının dergâhına ulaşır. Oradan da 7 katlık bir yolculukla, 7 tane gök katını diğerleriyle birlikte aşarak sonunda Allah'ın Zat'ına ulaşacaktır.

Şimdi bunun 1. aşamasına bakıyoruz. 1. aşama nefsin kalbinin yarıdan daha fazla nurla dolmasıdır. Bu, ruhun Allah'a ulaşmasını ifade eder. Allahû Tealâ burada "Onları zulmetten nura çıkarır." ifadesini kullanmış. Zulmetten nura çıkarmak, karanlıkları aşacak kadar nurun o kalbe girmesi mânâsına geliyor.

Kişi mürşidine ulaşıyor, tâbiiyetini gerçekleştiriyor. Mürşidi ona zikri emrediyor. Kişi zikir yaptıkça nefsinin kalbinde başlangıçta %2 rahmet nuru oluşuyor. Ondan sonraki ilk %7 nur kademesinin oluşmasında, vücudundan ayrılmış olan ve ana dergâha ulaşmış olan ruhu, zemin kattan 1. kata çıkıyor. Kişi zikrini artırıyor, 2. gök katına çıkıyor. Kişi zikrini artırıyor, 3. gök katına çıkıyor. Böylece 4., 5., 6., ve 7. katları aşan ruh, 7. katın 7 tane âlemini geçerek Allah'ın Zat'ına ulaşıyor. Herkeste mi? Evet. Allah'a gerçek anlamda, kalben ulaşmayı dileyen herkeste bu olay tahakkuk eder.

Ama peki, kişi yolda öldü? Yolda öldüyse, kişi mürşidine ulaşmadan öldüyse 1. kat cennetin sahibidir. Allah'a ulaşmayı diledikten sonra mürşidine ulaşmadan da kişi ölebilir. 1. kat cennetin sahibidir. Tâbiiyetten sonra ruhunu Allah'a ulaştıramadan öldü, 2. kat cennettedir, cennetin sahibidir. Ruhunu Allah'a ulaştırdı, sonra öldü; o kişi 3. kat cennetin sahibi olarak ölür. Bunun mânâsı; o kişinin gideceği yer 3. kat cennettir ve kalbi zulmetten nura ulaşmıştır.

Her kademede %7 aklanan o kişinin kalbi, 1. gök katına ulaşıp Nefs-i Emmare'de %7 fazıla kavuştu. Başlangıçta kalbine sadece %2 rahmet girmişti. 2. gök katına ulaştığı zaman Nefs-i Levvame, nefsinin kalbine 2. defa %7 nur girdi ve o, 2. gök katında. Nefs-i Mülhime'de Allah'tan ilham almaya başlıyor ve 3. gök katında. Sonra Nefs-i Mutmainne, kişi doyuma ulaşıyor. Nefsinin kalbinde 4 tane 7, 28, 2 daha; %30 nur birikimi. Kişi mutmain oluyor. Ondan sonra Allah'tan razı oluyor. %7 daha nur birikimi. Ondan sonra Allah da ondan razı oluyor. Birincisi Radiye, ikincisi Mardiyye. Böylece 6. kata kadar ulaşan ruh, nefsinin kalbinde %7 daha nur birikimi sağladığı zaman, oluşturduğu zaman, 7 kere 7; %49 fazl nuru yapar. %2 de rahmet nuru ile beraber nefisinin kalbindeki afetler başlangıçta % iken, o kişi tamamen şeytanın hegemonyasındayken, şeytan ona hükmediyorken, bu noktadan itibaren ağırlık Allah'ın hükmü altına girmiştir. Artık nefsin kalbinde nurların karanlıkları aşmasıyla noktalanmıştır.

Şeytan başlangıçta karanlıklara hükmedeceği için, o kişinin kalbi de % karanlık afetlerden oluştuğu için şeytan duruma tamamen hâkimdi. Ama ruhun hasletleri de buna mâni olmaya çalışıyordu. Nefsin kalbi % afetlerle doluydu. Bu noktada kişinin nefsinin kalbi %51 nurlarla aydınlanıyor. Karanlıklar %'den %49'a düşüyor.

İşte "Onları karanlıklardan nura çıkar." ifadesi bunu ifade ediyor. Bu, herkese verilmiş bir garantidir. Allahû Tealâ: "Ve ‘Onlara Allah'ın günlerini hatırlat yani Allah'ın günleri boyunca onlara zikirler yaptır.' diye âyetlerimizi de gönderdik." diyor.

Yani Hz. Musa'ya, O'na tâbî olanlara bütün bunları öğretmesi için âyetlerini gönderiyor. Bir de Allahû Tealâ bildiğiniz gibi Hz. Musa'ya mucize de vermiş. Firavuna gidip de onunla konuştuğu zaman firavun onu imtihan etmeye karar veriyor. Allahû Tealâ da Hz. Musa'ya asasına özel bir hüviyet vererek Hz. Musa'yı Hz. Harun'la beraber gönderiyor. İkisi beraber firavuna ulaşıyorlar ve firavunu dîne davet ediyorlar. Firavun onları imtihana davet ediyor. İşte bu imtihana davet üzerine, Allahû Tealâ Hz. Musa'nın asasına özel bir hüviyet kazandırıyor.

Firavun diyor ki: "Seni ben kendi sihirbazlarımla imtihan edeceğim. İmtihanı kaybettiğin taktirde seni öldüreceğim."

O sihirbazlar ellerindeki ipleri atıyorlar. İpler yılan gibi sağa sola hareket ediyor. Gerçekten herkese yılan hüviyetinde görünüyorlar.

Allahû Tealâ Hz. Musa'ya diyor ki: "Elindeki asanı yere at." Hz. Musa elindeki asayı yere atınca asa kocaman bir yılan oluyor ve öteki bütün yılanları yutuyor. Bunun üzerine bu konudaki imtihanı Hz. Musa kazanmış oluyor. Konu orada tamamlanmıyor. O sihirbazların hepsi Hz. Musa'nın elini öperek onlar da Allah'ın dînine giriyorlar. Hz. Musa'ya tâbî oluyorlar. Hepsi Hz. İbrâhîm'in hanif dînini yaşamaya başlıyorlar.

Allahû Tealâ diyor ki: "Muhakkak ki bunda sabbârîn (sabır sahibi olanlarla) şekûr (şükredenler için) âyetler vardır."

Kimdir şükredenler? Allah'ın yoluna girenler Allah'a şükrederler.

Sabredenler kimlerdir? Zikirleri artsın diye adım adım gayretlerin sahipleri olanlardır.

Neden sabır sahipleri diyor? Çünkü bir insanın Allah'ın yoluna girdikten sonra, mürşidine tâbî olduktan sonra ruhunu Allah'a hayattayken ulaştırması, artık Allahû Tealâ'nın bir ni'meti, bir ihsanıdır. Herkesin ruhunu Kendisine ulaştırır. Kim kalbinden Allah'a mülâki olmayı dilemişse, Allah onu mutlaka işitir, bilir ve görür. O kişinin ruhunu mürşidine ulaştığı gün vücudundan ayırır ve mutlaka Kendisine ulaştırır.

Diyelim ki; o kişi oruç tutamıyor. Allahû Tealâ onu oruç tutabilecek bir hale getirir. Diyelim ki; o kişi namaz kılmayı sevmiyor. Allah ona namazı sevdirir. O kişi zikir yapmaktan nefret ediyor. Allah ona zikri mutlaka sevdirir. O kulunu o 33 bin veya 41 bin zikre Allah ulaştırır ve onun ruhunu mutlaka Kendisine ulaştırır. Bu, Allah'ın bir ni'metidir, bir hediyesidir.

Peki, Allahû Tealâ'nın peygamberler öğretisi burada bitiyor mu? Allahû Tealâ burada sabredenlerden bahsettiğine göre, buradaki ni'met yarı sabırla bitmez. Sabredenler, sabrın sahipleridir. Kimdir sabrın sahibi? Sabrın sahibi, nefsinin kalbinin nurlarla % dolmasını sağlayan insanlar, onlar sabrın sahipleridir.

Nefsinin kalbi %51 nurla Allah'ın doldurduğu herkes, sabırlı kategorisine girer. Ama sabrın sahibi olmak, nefsinin kalbinin % hasletlerle dolu olması demektir. Meselâ Allahû Tealâ devrin imamlarını sabrın sahibi olarak değerlendiriyor. Allahû Tealâ bu konuda diyor ki: "Devrin imamlarını tayin ederiz."

32/SECDE Ve cealnâ minhum eimmeten yehdûne bi emrinâ lemmâ saberû ve kânû bi âyâtinâ yûkınûn(yûkınûne).

Ve onlardan, emrimizle hidayete erdiren imamlar kıldık, sabır sahibi oldukları ve âyetlerimize (Hakk’ul yakîn seviyesinde) yakîn hasıl etmiş oldukları için.


Ve cealnâ minhum eimmeten:  Onlardan imamlar kıldık. ("Onları imamlar kıldık." demiyor.)
Ve cealnâ:Biz kıldık.
minhum:Onlardan.
eimmeten:İmamlar.
yehdûne: Hidayete erdirsinler diye.
bi:İle.
emrinâ:Emrimizle hidayete erdirsinler diye.
lemmâ saberû ve kânû bi âyâtinâ yûkınûn:Sabrın sahibi oldukları için ve âyetlerimize yakîn hasıl ettikleri için.

Bu yakîn, devrin imamının yakînidir ki; en üst seviyedeki yakîndir. O devirde yaşayanlar arasındaki en üst seviyedeki yakîn, o devrim imamının yani imamet ile vazifeli olan resûlün sahip olduğu bir yakîndir.

lemmâ saberû:Sabrın sahibi oldukları için.
ve kânû bi âyâtinâ yûkınûn:Ve âyetlerimize yakîn hasıl ettikleri için.

İşte burada da Allahû Tealâ "Âyetlerimize yakîn hasıl edenler için." diyor. Allahû Tealâ burada "Şükredip sabredenlerin hepsi için." diyor. Bu şükredip sabredenler, yolun yarısına kadar gelen insanlardır. Ama sabrın sahibi olanlar, yolun tamamına mutlaka ulaşmış olanlardır. Yani ruhlarını da vechlerini de nefslerini de iradelerini de Allah'a teslim etmiş olanlardır.

Sevgili kardeşlerim, can dostlarım, gönül dostlarım! Allah'a sonsuz hamd ve şükrederiz ki; bir defa daha Allah'ın bir zikir sohbetinde, Allahû Tealâ bizleri biraraya getirdi. Burada inşaallah İbrâhîm Suresinin 4. ve 5. âyet-i kerimelerindeki sırlarla ilişkili konumuz tamamlanıyor.

Sevgili kardeşlerim, can dostlarım, gönül dostlarım! Allahû Tealâ'nın hepinizi hem cennet saadetine hem dünya saadetine ulaştırmasını Yüce Rabbimizden dileyerek sözlerimizi inşaallah burada tamamlıyoruz. Allah hepinizden razı olsun.

İmam İskender Ali  M İ H R

Kur&#;an&#;da 7 Ayet-i Kerîme vardır ve bunların bir takım sırları, fazileti ve hikmetleri bulunmaktadır. Bilinen bazı sırları ve hikmetleri şöyledir. 7 Ayet-i Kerîme vardır ki bir takım sırları, fazileti bulunmaktadır. 7 ayetler hangileridir? Yedi Ayet-i Kerime Arapça Yazılışı ve okunuşu, 7 ayet okumanın fazileti nedir, kaç kere okunmalı?

Kuran-ı Kerim&#;de geçen 7 Ayet, Tevbe Sûresinin âyeti, Yûnus Sûresinin âyeti, Hûd Sûresinin 6. âyeti, Hûd Sûresinin âyeti, Ankebût Sûresinin âyeti, Fâtır Sûresinin 2. âyeti, Zümer Sûresinin âyeti olarak bilinen yedi ayet-i kerime Arapça okunuşu, Türkçe anlamı ve meali, Fazileti, sırları ve havassı

7 Ayet diye tabir edilen ayetler nelerdir? Nasıl fazileti ve faydası vardır? Yedi ayetler nelerdir? Yedi Ayetler niçin, neden ve ne zaman okunur? Peygamber Efendimiz döneminde yaşayan sahabe Muaz bin Cebel Hazretleri&#;nden nakledilen 7 ayet sırları

7 Ayetler Fazileti ve Sırları

Sahabelerden Muaz bin Cebel Hazretleri&#;nden nakledilen bir rivayete göre; Kur&#;an&#;da 7 Ayet-i Kerîme vardır ve bunların bir takım sırları ve hikmetleri bulunmaktadır. Bilinen bazı sırları ve hikmetleri şöyle sıralamaktadır:

Bir mü&#;min bunları abdestli olarak yazıp üzerinde taşırsa, bütün canlı mahlûkatın dili o kimseye karşı bağlanmış olur ve o kimse hakkında herhangi kötü bir kelime sarf edemezler.

Bu ayetleri taşıyan kimseyi her gören sever, onu taltif eder ve taleplerini de severek yerine getirir.

Üzerinde bulunan dünya ve ahrete ait her çeşit üzüntü gam ve kederleri yok olur.

Kimse ona zarar veremeyeceği gibi bu ayetlerin bereketiyle bütün düşmanlarına galip gelir.

İmam Şehabettin’in “FEVAİD” adlı eserinde Kâ&#;bü’l-Ahbar (r.a) dan naklettiği bir rivayete göre şöyle demiştir: “Bu ayetleri okuduğum zaman gökyüzü yere inse ve yerle gök birbiri üstüne kapansa bana herhangi bir zarar olur diye hiç endişe duymam. Yüce Allah bana, bu ayetler sebebiyle bir çıkış yolu gösterip beni kurtarır.”

Yine Ka’bü’l-Ahbar (r.a.) diyor ki: “Bu ayetleri okuduğun takdirde yer ve gök afetlerinden, belalardan, düşmanın şerrinden, sihirbazın sihrinden bu duanın bereketiyle emin olursun.” (Mecmeatü’l-Ahzab)

Bir hadisi şerifte nakledildiğine göre “Bir mü&#;min, abdestli olarak ve inanarak bu 7 ayeti okumaya devam ederse, gökten dünyaya Uhut dağı büyüklüğünde azap ve belalar yağsa, bu ayetleri okuyan kimseye hiçbir zarar isabet etmez ve bütün belaları üzerinden kovar.”

İmam Şehabettin, Hz. Ali (r.a) den yaptığı bir rivayet şöyledir: “Her kim bu ayetleri sabah ve akşam okumaya devam ederse Allah o kimseyi zamanın hilelerinden düşmanların ve hasetçilerin kurdukları tuzaklardan ve her çeşit şer ve belalardan korur ve kendini himayesi altına alır&#;

Bu ayetleri okuyan ve iyi bir saatte yazıp üzerinde taşıyan, kendini akla hayale gelen ve gelmeyen bin türlü fitne fesat ve belalara karşı bir kale içerisine girmiş gibi, koruma altına alır. Bu ayetler inananlar için bir zırhtır.

Yedi Ayet Şunlardır:

  1. Tevbe Sûresinin âyeti
  2. Yûnus Sûresinin âyeti
  3. Hûd Sûresinin 6. âyeti
  4. Hûd Sûresinin âyeti
  5. Ankebût Sûresinin âyeti
  6. Fâtır Sûresinin 2. âyeti
  7. Zümer Sûresinin âyeti

Yedi Ayetler Arapça Yazılışı ve Türkçe Okunuşu

7 Ayet Arapça ve Türkçe Okunuşu ve Anlamı

1 &#; Tevbe Suresi Ayet

قُل لَّن يُصِيبَنَا إِلاَّ مَا كَتَبَ اللّهُ لَنَا هُوَ مَوْلاَنَا وَعَلَى اللّهِ فَلْيَتَوَكَّلِ الْمُؤْمِنُونَ ﴿٥١﴾

Kul len yusîbenâ illâ mâ keteballâhu lenâ, huve mevlânâ, ve alâllâhi felyetevekkelil mu’minûn(mu’minûne).

De ki: “Allah’ın bize yazdığı şeyden başkası, bize asla isabet etmez. O, bizim Mevlâ’mızdır.” Ve artık mü’minler, Allah’a tevekkül etsinler.

2 &#; Yûnus Suresi Ayet

وَإِن يَمْسَسْكَ اللّهُ بِضُرٍّ فَلاَ كَاشِفَ لَهُ إِلاَّ هُوَ وَإِن يُرِدْكَ بِخَيْرٍ فَلاَ رَآدَّ لِفَضْلِهِ يُصَيبُ بِهِ مَن يَشَاء مِنْ عِبَادِهِ وَهُوَ الْغَفُورُ الرَّحِيمُ ﴿١٠٧﴾

Ve in yemseskallâhu bidurrin fe lâ kâşife lehu illâ huve, ve in yuridke bi hayrin fe lâ râdde li fadlihi, yusîbu bihî men yeşâu min ibâdihi, ve huvel gafûrur rahîm(rahîmu).

Eğer Allah sana herhangi bir zarar verecek olursa, bil ki onu, O’ndan başka giderebilecek yoktur. Eğer sana bir hayır dilerse, O’nun lütfunu engelleyebilecek de yoktur. O, bunu kullarından dilediğine eriştirir. O, çok bağışlayıcıdır, çok merhamet edicidir.

3 &#; Hûd Suresi 6. Ayet

وَمَا مِن دَآبَّةٍ فِي الأَرْضِ إِلاَّ عَلَى اللّهِ رِزْقُهَا وَيَعْلَمُ مُسْتَقَرَّهَا وَمُسْتَوْدَعَهَا كُلٌّ فِي كِتَابٍ مُّبِينٍ ﴿٦﴾

Ve mâ min dâbbetin fîl ardı illâ alâllâhi rızkuhâ ve ya&#;lemu mustekarrahâ ve mustevdeahâ, kullun fî kitâbin mubîn(mubînin).

Yeryüzünde hiçbir canlı yoktur ki, rızkı Allah’a ait olmasın. Her birinin (dünyada) duracakları yeri de, (öldükten sonra) emaneten konulacakları yeri de O bilir. Bunların hepsi açık bir kitapta (Levh-i Mahfuz’da yazılı)dır.

4 &#; Hûd Suresi Ayet

إِنِّي تَوَكَّلْتُ عَلَى اللّهِ رَبِّي وَرَبِّكُم مَّا مِن دَآبَّةٍ إِلاَّ هُوَ آخِذٌ بِنَاصِيَتِهَا إِنَّ رَبِّي عَلَى صِرَاطٍ مُّسْتَقِيمٍ ﴿٥٦﴾

İnnî tevekkeltu alâllâhi rabbî ve rabbikum, mâ min dâbbetin illâ huve âhızun bi nâsıyetihâ, inne rabbî alâ sırâtın mustekîm(mustekîmin).

“İşte ben, hem benim, hem sizin Rabbiniz olan Allah’a dayandım. Yeryüzünde bulunan hiçbir canlı yoktur ki, Allah, onun perçeminden tutmuş olmasın. Şüphesiz Rabbim dosdoğru bir yol üzerindedir.”

5 &#; Ankebût Suresi Ayet

وَكَأَيِّن مِن دَابَّةٍ لَا تَحْمِلُ رِزْقَهَا اللَّهُ يَرْزُقُهَا وَإِيَّاكُمْ وَهُوَ السَّمِيعُ الْعَلِيمُ ﴿٦٠﴾

Ve keeyyin min dâbbetin lâ tahmilu rızkahâ allâhu yerzukuhâ ve iyyâkum ve huves semîul alîm(alîmu).

Nice canlılar vardır ki, rızıklarını taşımazlar (yiyecek biriktirmezler). Onları da sizi de Allah rızıklandırır. O, hakkıyla işitendir, hakkıyla bilendir.

6 &#; Fâtır Suresi 2. Ayet

مَا يَفْتَحِ اللَّهُ لِلنَّاسِ مِن رَّحْمَةٍ فَلَا مُمْسِكَ لَهَا وَمَا يُمْسِكْ فَلَا مُرْسِلَ لَهُ مِن بَعْدِهِ وَهُوَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ ﴿٢﴾

Mâ yeftehillâhu lin nâsi min rahmetin fe lâ mumsike lehâ, ve mâ yumsik fe lâ mursile lehu min ba’dihî, ve huvel azîzul hakîm(hakîmu).

Allah, insanlar için ne rahmet açarsa, artık onu tutacak (engelleyecek) yoktur. Neyi de tutarsa, bundan sonra onu gönderecek yoktur. O, mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.

7 &#; Zümer Suresi Ayet

وَلَئِن سَأَلْتَهُم مَّنْ خَلَقَ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضَ لَيَقُولُنَّ اللَّهُ قُلْ أَفَرَأَيْتُم مَّا تَدْعُونَ مِن دُونِ اللَّهِ إِنْ أَرَادَنِيَ اللَّهُ بِضُرٍّ هَلْ هُنَّ كَاشِفَاتُ ضُرِّهِ أَوْ أَرَادَنِي بِرَحْمَةٍ هَلْ هُنَّ مُمْسِكَاتُ رَحْمَتِهِ قُلْ حَسْبِيَ اللَّهُ عَلَيْهِ يَتَوَكَّلُ الْمُتَوَكِّلُونَ ﴿٣٨﴾

Ve le in seeltehum men halakas semâvâti vel arda le yekûlunnallâhu, kul e fe raeytum mâ ted’ûne min dûnillâhi in erâdeniyallâhu bi durrin hel hunne kâşifâtu durrihi ev erâdenî bi rahmetin hel hunne mumsikâtu rahmetihi, kul hasbiyallâhu, aleyhi yetevekkelul mutevekkılûn(mutevekkılûne).

 Andolsun, eğer onlara, “Gökleri ve yeri kim yarattı?” diye sorsan elbette, “Allah”, derler. De ki: “Peki söyleyin bakalım? Allah’ı bırakıp da ibadet ettikleriniz var ya; eğer Allah bana herhangi bir zarar dokundurmak isterse, onlar Allah’ın dokundurduğu zararı kaldırabilirler mi? Yahut Allah bana bir rahmet dilese, onlar O’nun rahmetini engelleyebilirler mi?” De ki: “Allah bana yeter. Tevekkül edenler ancak O’na tevekkül ederler.”

 

İlgili Diğer Konular

Kur'an-ı Kerim - Diyanet İşleri Başkanlığı

Tahr&#;m Suresi - . Ayet Tefsiri

Ayet


  • يَٓا اَيُّهَا النَّبِيُّ لِمَ تُحَرِّمُ مَٓا اَحَلَّ اللّٰهُ لَكَۚ تَبْتَغٖي مَرْضَاتَ اَزْوَاجِكَؕ وَاللّٰهُ غَفُورٌ رَحٖيمٌ

    ﴿١﴾

  • قَدْ فَرَضَ اللّٰهُ لَكُمْ تَحِلَّةَ اَيْمَانِكُمْۚ وَاللّٰهُ مَوْلٰيكُمْۚ وَهُوَ الْعَلٖيمُ الْحَكٖيمُ

    ﴿٢﴾

  • وَاِذْ اَسَرَّ النَّبِيُّ اِلٰى بَعْضِ اَزْوَاجِهٖ حَدٖيثاًۚ فَلَمَّا نَبَّاَتْ بِهٖ وَاَظْهَرَهُ اللّٰهُ عَلَيْهِ عَرَّفَ بَعْضَهُ وَاَعْرَضَ عَنْ بَعْضٍۚ فَلَمَّا نَبَّاَهَا بِهٖ قَالَتْ مَنْ اَنْبَاَكَ هٰذَاؕ قَالَ نَبَّاَنِيَ الْعَلٖيمُ الْخَبٖيرُ

    ﴿٣﴾

  • اِنْ تَتُوبَٓا اِلَى اللّٰهِ فَقَدْ صَغَتْ قُلُوبُكُمَاۚ وَاِنْ تَظَاهَرَا عَلَيْهِ فَاِنَّ اللّٰهَ هُوَ مَوْلٰيهُ وَجِبْرٖيلُ وَصَالِـحُ الْمُؤْمِنٖينَۚ وَالْمَلٰٓئِكَةُ بَعْدَ ذٰلِكَ ظَهٖيرٌ

    ﴿٤﴾

  • عَسٰى رَبُّهُٓ اِنْ طَلَّقَكُنَّ اَنْ يُبْدِلَهُٓ اَزْوَاجاً خَيْراً مِنْكُنَّ مُسْلِمَاتٍ مُؤْمِنَاتٍ قَانِتَاتٍ تَٓائِبَاتٍ عَابِدَاتٍ سَٓائِحَاتٍ ثَيِّبَاتٍ وَاَبْكَاراً

    ﴿٥﴾

Meal (Kur'an Yolu)


﴾1﴿

Ey peygamber! Allah’ın sana hel&#;l kıldığını, eşlerini hoşnut etmek arzusuyla ni&#;in kendine haram kılıyorsun? Bununla beraber Allah bağışlayıcıdır, merhametlidir.

﴾2﴿

Allah size (belli durumlarda) yeminlerinizi &#;&#;zmeyi meşr&#; kılmıştır. Allah sizin yardımcınızdır; O bilendir, hikmet sahibidir.

﴾3﴿

Hani peygamber, eşlerinden birine gizli bir şey s&#;ylemişti. Eşi bunu başkalarına aktarıp Allah da durumu peygambere a&#;ıklayınca peygamber bunun bir kısmını anlattı, bir kısmından vazge&#;ti. Eşine konuyu anlatınca o, “Bunu sana kim haber verdi?” diye sordu. “Her şeyi bilen, her şeyden haberdar olan Allah bana bildirdi” diye cevap verdi.

﴾4﴿

İkiniz de Allah’a t&#;vbe ederseniz (&#;ok iyi olur), &#;&#;nk&#; kalpleriniz eğrilmişti. Ama peygambere karşı bir dayanışma i&#;ine girecek olursanız bilin ki herkesten &#;nce Allah onun dostu ve koruyucusudur, sonra da Cebr&#;il ve iyi m&#;minler. Melekler de bunların ardından onun yardımcısıdır.

﴾5﴿

Eğer sizi boşayacak olursa rabbi ona, sizin yerinize sizden daha iyi olan, Allah’a teslimiyet g&#;steren, y&#;rekten inanan, i&#;tenlikle itaat eden, t&#;vbe eden, kulluk eden, d&#;nyada yolcu gibi yaşayan, dul ve b&#;kire eşler verebilir.

Tefsir (Kur'an Yolu)


Bu âyetlerin iniş sebebi olarak tefsir ve hadis kaynaklarında zikredilen olaylarla ilgili rivayetler ayrı ayrı ele alındığında konuya ışık tutar nitelikte olmakla beraber, Taberî’nin belirttiği üzere âyetlerin ifadesine bağlı bir yorum yapmak daha isabetli görünmektedir. Buna göre 1. âyetten çıkan mâna şudur: Hz. Peygamber esasen helâl olan bir şeyi kendisine yasaklamıştı; Allah Teâlâ tarafından, eşlerinin hatırına veya onlar sebebiyle kendisini böyle bir mahrumiyete itmesinin doğru olmadığı bildirilmiş, 2. âyette de böyle bir karar yemin eşliğinde verilmiş olsa bile, üzerinde sebat edilmesi uygun olmayan yeminlerden vazgeçip kefâret ödeme tarzında şer‘î bir yol bulunduğu hatırlatılmıştır (bk. Mâide 5/89). Yasağın konusu câriyesine yaklaşmama, bir şeyi yememe veya içmeme olabileceği gibi başka bir şey de olabilir. Hz. Peygamber’in kendisi için koyduğu bu yasak kararını alırken yemin edip etmediği kesin olmamakla beraber yemin ettiğine dair bazı rivayetler bulunmaktadır. Bunlarda geçen “îlâ” kelimesi bir kısım âlimlerce Bakara sûresinin âyetinde geçen anlamıyla belirli süre eşlerine yaklaşmama yemini olarak, bazılarınca ise mutlak anlamda bir yemin olarak anlaşılmıştır. Bu âyetlerin inmesini takiben Resûlullah’ın yemin kefâreti ödeyip ödemediği kesinlik taşımamaktadır; ödediğine dair rivayet de farklı biçimlerde (dinî vecîbe olan yemin kefâreti, ihtiyaten yaptığı bir tasadduk veya bir şükran ifadesi olabileceği şeklinde) değerlendirilmiştir. 3. âyette sözü edilen eşlerle ilgili rivayet farkları bulunmakla beraber, kendisine sır verilen eşin Hz. Hafsa, bu sırrın kendisine açıldığı eşin Hz. Âişe; dolayısıyla 4. âyette kendilerine hitap edilen iki hanımın bunlar olduğu genellikle kabul edilir (bk. Taberî, XXVIII, ; Elmalılı, VII, ; Derveze, X, ).

Elmalılı, konuya ilişkin rivayetleri tahlile tâbi tuttuktan sonra ulaştığı sonuç özetle şöyledir: Hz. Peygamber’in, eşlerinden birine sır olarak söylediği bir sözü o tamamen koruyamamış, yine Resûlullah’ın eşleri içinden en çok samimi olduğu birine çıtlatmış, bundan haberdar olan Hz. Peygamber ona sitem etmiş, bunun üzerine ikisi birbirine arka çıkıp kendisinden bazı maddî taleplerde bulunarak diğer eşlerini de ilgilendirecek tarzda bir dayanışma içine girmişlerdi. Bu durum karşısında Resûlullah, hem dünya hayatının kendi nazarındaki önemsizliğini anlatmak hem de ailesine karşı eğitici bir tedbir uygulayarak onların gerçek iradelerini yoklamak üzere mûtat aile hayatını terketti, dargın bir halde onların odalarında bulunmak yerine îlâ yemini yapıp kendine ait odasında bir ay uzlete çekildi. Resûlullah’ın bazan itikâfa çekilmek sünnet-i seniyyelerinden olduğu için başlangıçta bu durum fark edilmedi. Fakat bir süre sonra ezvâc-ı tâhirâtın hepsi Resûlullah’ı gücendirmiş olmak endişesiyle hüzünlendiler ve odalarında ağlaşmaya başladılar. Böylece “Peygamber bütün eşlerini boşamış” diye bir söylenti yayıldı ve sahâbe-i kirâmı bir telâş sardı. Buna karşılık o sıralarda ortalıkta, Suriye tarafında Bizans hâkimiyeti altında yaşayan hıristiyan Araplar’dan Gassânîler’in müslümanlara karşı savaş hazırlığı içinde bulundukları haberi dolaştığından, münafıklar bu yeni gelişmeden büyük memnuniyet duydular. Hz. Peygamber uzlete çekilişinin gününün bitiminde eşlerine döndü; onun eşlerini boşamadığı haberini de sevinç içinde Hz. Ömer duyurdu. Sûrenin asıl nüzûl sebebi bu îlâ yeminidir, anlatılan diğer olaylar ise buna götüren sebep ve mukaddimeler olmalıdır (VII, , , , ).

Bizzat Hz. Peygamber’in hayatından örnek gösterilmesi gereğine binaen belirli olaylara gönderme yapan somut anlatım üslûbunun seçildiği bu âyetlerle kuşkusuz o sırada yaşanan bir probleme çözüm getirilmiş ve âyetlerin nüzûlü örnek neslin yetiştirilmesinde etkili olmuştu. Fakat öyle görünüyor ki burada verilmek istenen kalıcı mesaj şu iki ana noktada toplanmaktadır:

a) Peygamberliğin mahiyeti: Resûl-i Ekrem’den önceki peygamberlerin sonuncusu olan Hz. Îsâ’nın mesajının doğru algılanmayıp peygambere tanrılık yakıştırılması, gerek onun müntesipleri gerekse başka bazı dinlerde kendilerini toplumdan soyutlayan ruhanîler sınıfı oluşup bunların Tanrı adına otorite kullanır hale gelmeleri Kur’an’ın eleştirdiği bir olgu idi ve Hz. Peygamber de ümmetinin benzer duruma düşmemesi için uyarılar yapıyordu. Resûlullah’ın omuzlarındaki ulvî görevin tamamlanmasına artık fazla zaman kalmadığı bir sırada, bu âyetlerde onun beşerîlik yönünün ve vahyin kontrolü dışında kalabilecek dinî nitelikte bir tasarrufunun olamayacağının özel olarak vurgulanması bu açıdan ayrı bir önem taşımaktaydı. İlk âyette “ey Peygamber” diye hitap edilerek onun vahiy alma özelliği, Kur’an’ı tebliğ ve açıklama görevi açık biçimde belirtildiği gibi, “Allah’ın sana helâl kıldığını () niçin kendine haram kılıyorsun?” mealindeki ifade ile de bir yandan onun bu özelliği sebebiyle dinî içerik taşıyan davranışlarının, çevresinde nasıl algılanacağına, diğer yandan ise esasen onun da bir beşer olduğuna dikkat çekilmektedir. Bir başka anlatımla, âyetteki fiil (meselâ, A‘râf 7/32; Tevbe 9/37 âyetlerinde olduğu gibi), dinî bir terim olan “haram kılma”yı ifade etmemekte, hele Hz. Peygamber’in Allah’ın helâl kıldığını değiştirme teşebbüsünde bulunup da vahyin bunu düzelttiği gibi bir anlam bulunmamaktadır. Sözün akışı, bağlamı ve nüzûl sebebi olarak zikredilen olaylar Resûlullah’ın bir beşer olarak kendisi için koyduğu geçici bir yasağın söz konusu olduğunu ama âyetin bunun yanlış anlaşılmasına karşı bir önlem olarak geldiğini göstermektedir. Burada “eşlerini hoşnut etmek arzusuyla” şeklinde bir kayda özel olarak yer verilmesi de bu anlamı daha belirgin hale getirmektedir. 2. âyette gerekli durumlarda yeminin bozulmasına ilişkin hükmün Allah’a izafe edilmesi de peygamberin kendiliğinden bir hüküm koymasının söz konusu olamayacağının ve asıl teşrî iradesinin yüce Allah’a ait olduğunun ayrı bir ifadesidir.

b) Aile sorumluluğunun önemi ve çok eşlilik hükmü: Kur’an’ın ilk mu­hatapları olan toplumun realitesinden hareketle ve istisnaî durumlarda uygulanmak üzere dört sayısıyla sınırlandırılarak birden fazla kadınla evlenmeye müsaade edilmiş, haksızlık etme endişesinin bulunması halinde tek kadınla yetinme emredilmiş ve ardından, “Bu, adaletten ayrılmamanız için en uygun olanıdır” buyurularak hükmün gerekçesi açıklanmıştı (Nisâ 4/3). Konumuz olan âyetlerde, “Ne kadar üzerine düşseniz de kadınlar arasında âdil davranmaya güç yetiremezsiniz” meâlindeki âyette ifadesini bulan (Nisâ 4/) insanî realitenin çok açık bir ispatı olarak Resûlullah’ın aile hayatından bir örnek verilmekte ve aile hayatının kendine özgü zorluklarına işaret edilmektedir. Bazı hikmetlere ve sosyal sebeplere binaen hayatının belirli bir döneminden sonra çok kadınla evli olması uygun görülen Hz. Peygamber’in dahi bir insan olarak bu hakikati bertaraf etmesinin mümkün olmadığı ortaya konmakta, dolayısıyla birden fazla kadınla evlenebilme hükmünün amacı üzerinde dikkatle düşünülmesi gerektiği mesajı verilmektedir. Nitekim Resûlullah’ın yeme içme, aile hayatı, yaşama gibi eylem ve özellikleri onun beşerî yönüyle ilgili olduğu için kendisinden olağan üstü yollarla insanın doğasındaki bu gerçeği aşması istenmemiş; sadece, şu meâldeki âyette eşlerinin aklına ve gönlüne hitap ederek bulundukları konumu hatırlatması ve bu konuda bir tercih yapmalarını istemesi uygun görülmüştü: “Ey Peygamber! Eşlerine şöyle de: Dünya hayatını ve güzelliklerini istiyorsanız gelin size bir şeyler vereyim sonra da güzellikle sizi serbest bırakayım. Yok eğer Allah’ı, resulünü ve âhiret yurdunu istiyorsanız şunu bilin ki Allah, içinizden iyiliği seçenlere büyük bir ödül hazırlamıştır” (ayrıca bk. Ahzâb 33/). Hz. Peygamber’in özel hayatına ilişkin bu örneğin tamamlanmasının hemen ardından 6. âyette bütün müminlere hitaben soyut bir uyarı ifadesine yer verilmesi de, söz konusu örneğin asıl mesajlarından birinin aile sorumluluğunun ağırlığını belirtmek olduğunu göstermektedir. Konumuz olan âyetlerin nüzûl sebebi olarak aktarılan olayların, Hz. Peygamber’in eşleri arasında kıskançlık sâikiyle çıkan bir tatsızlığın veya kendisinden daha müreffeh bir hayat istemelerinin onu üzmesi yüzünden, kendisi hakkında böyle bir yasak kararı verdiği noktasında birleştiği dikkate alınırsa, birinci sebebin çok eşlilik, ikinci sebebin de hemen bütün aile ilişkileri bakımından bütün zamanlar için geçerli olan hayat standardını yükseltme ve refah seviyesini geliştirme arzusu şeklinde iki temel problemle ilgili olması dikkat çekicidir.

Resûl-i Ekrem’in peygamberlik sıfatının gereklerine uymayı yani tebliğ ettiği hükümleri benimsemeyi Allah’a itaat kapsamında değerlendiren pek çok âyet bulunduğu gibi, beşer olduğunu hatırlatan âyetlerin onun sıradan bir insan olduğu biçiminde anlaşılmaması ve örnek kişiliğinin göz ardı edilmemesi için de Kur’an’da ve hadislerde birçok uyarı ifadesi yer alır. Bu sûreye mushaf sıralamasında, evliliğin sona ermesini belirli kurallara bağlayan Talâk sûresinden sonra yer verilmesi de Resûlullah’ın bu konudaki örnek konumuyla ilgili özel bir anlam taşımaktadır. Şöyle ki, Talâk sûresinin ilk âyetinde açıklandığı üzere orada sûreye “ey Peygamber” şeklinde başlanmakla beraber çoğul zamirler kullanılarak müminlere hitap edilmiş ve mecbur kalınıp evlilik birliğine son verilmesi halinde uyulması gereken hükümlerden söz edilmişti. Burada ise 5. âyette, eşlerine hitap edilerek “Eğer sizi boşayacak olursa, rabbi ona, sizin yerinize sizden daha iyi () eşler verebilir” buyurulurken bizzat Hz. Peygamber’in evlilik hayatından söz edilmekte, ama “boşayacak olursa” şeklinde varsayım içeren bir ifadeye yer verilmektedir. Bu, –tarihî bilgilerin de desteklediği üzere– göreviyle ilgili hikmetler gereği çok sayıda kadını nikâhı altında bulunduran ve iyi bir eş olma hususunda da müminlerin nazarında model şahsiyet olan Hz. Peygamber’in bütün zorluklara rağmen boşama yoluna hiç gitmediğini ortaya koymaktadır.

2. âyetteki farada fiili hem “farz kıldı, gerekli kıldı” hem de “açıkladı” anlamına geldiği için, “Allah size (belli durumlarda) yeminlerinizi çözmeyi meşrû kılmıştır” şeklinde çevirdiğimiz cümleyi, “Yeminlerinizi bozup kefâretini vermenizi emretmiştir” veya “Yeminlerinizi nasıl çözeceğinizi açıklamıştır” şeklinde anlamak mümkündür (Râzî, XXX, 43). Buradaki tehılle kelimesinin “çözme” anlamından başka bir de “yemininden istisna etme” anlamı vardır (Zemahşerî, IV, ). Öte yandan fıkıh âlimleri kişinin esasen helâl olan bir şeyi kendisine yasaklamasının kefâret gerektiren bir yemin sayılıp sayılmayacağını tartışmışlar ve farklı sonuçlara ulaşmışlardır (bk. Şevkânî, V, ; İbn Âşûr, XXVIII, ).

3. âyette belirtildiği üzere Hz. Peygamber Allah tarafından bildirilen ifşa konusunu, eşini mahcup düşürmemek için kısmen anlatmıştı. Bir kısmını anlatması ise bu konuda yapılacak ilâhî uyarı için yerine getirilmesi gereken bir görev haline gelmişti. Bu âyetteki anlatıma dikkat edildiğinde, Resûlullah’ın davranışlarının –diğer alanlarda olduğu gibi– aile hayatında da sunilikten uzak olduğu ve iyi bir eş olma özelliğini öne çıkaran bir tavır sergilediği gözden kaçmamaktadır. Peygambere eş olma şerefini taşıyan bir hanımın bile bir an için onun Allah’tan vahiy aldığını unutup, “Bunu sana kim haber verdi?” diye sorması bunu açıkça göstermektedir.

Bu âyette atıfta bulunulan olay vesilesiyle, sır verme konusunda titiz davranmak gerektiği, sır saklama konumunda olanların da ağır sorumluluk altında bulundukları dolaylı biçimde ifade edilmiş olmaktadır. İslâm ahlâkında sır saklamaya “ketum olmak” denir. Ahlâk kitaplarında sır saklamanın başlıca iki şeklinden söz edilir: a) Bir kimsenin kişisel sırlarını gizli tutup başkalarına söylememesi, b) Kendisine güvenilerek sır verilen kimsenin bu sırrı, sır sahibi açıklamaya izin vermediği sürece, kendi sırrı gibi gizli tutması. İslâm ahlâkçıları sırrı bir tür emanet, onu başkalarına duyurmayı (ifşa etmeyi) emanete hıyanet saymışlardır. Saklanmayan sırlar yüzünden nice kanlar döküldüğüne ve nice ümitlerin boşa gittiğine dikkat çeken Mâverdî, insanın sırrını saklamasının hayatındaki en önemli başarı ve esneklik sebeplerinden biri olduğunu belirtir ve Hz. Ali’nin şu özdeyişini aktarır: “Sırrın senin esirindir; sırrını açıkladığın takdirde sen onun esiri olursun” (bilgi için bk. Mustafa Çağrıcı, “Sır”, İFAV Ans., IV, ).

Bu âyette değinilen sırrın ne olduğu konusunda genellikle âyetlerin nüzûl sebebi olarak zikredilen olaylara bağlı (Resûlullah’ın câriyesi Mâriye’ye yaklaşmayacağı veya bir daha kıskanılan eşinin yanında bal şerbeti içmeyeceği, kendisinden sonra hilâfete kimin geleceği hususunda) açıklamalar yapılır. Bize göre âyet karı koca arasında kalması gereken bir sözle ilgili olup ne o eşin isminin ne de bu sözün neden ibaret olduğunun açıklanması amaçlanmadığı için Allah Teâlâ âyette onun ismini ve bu sözün ne olduğunu bildirmeyip aile arasındaki bu gibi sırları bilenlerin dahi ifşa etmemeleri yönünde uyarıda bulunmuştur.

4. âyetin “iyi müminler” diye çevrilen kısmıyla sahâbe büyüklerinden bazılarının kastedildiği yorumları yapılmışsa da birçok müfessir mânayı sınırlandırmanın isabetli olmayacağını belirtmiştir (bk. İbn Atıyye, V, ). 4 ve 6. âyetlerde melek inancına güçlü vurgular yapılmış olması, sır saklama temasının sûrede ağırlıklı bir yere sahip olmasıyla ilişkilendirilebilir. Şöyle ki, bütün söz ve davranışlarının kayda geçirilmesi için görevlendirilmiş ama göremediği varlıklar bulunduğuna inanan kişi, kendisine verilen bir sırrı –sır sahibinin bilemeyeceği şekilde bile olsa– yaymaktan ve emanete hıyanet etmekten daha fazla çekinir ve bu konuda daha dikkatli davranır. Bununla birlikte, meleklerin Allah tarafından görevlendirilmiş varlıklar olduğuna dikkat çekmek üzere önce O’nun dost ve hamiliğinden söz edilmiş, 6. âyette de onların ilâhî buyruklara asla karşı gelmedikleri hatırlatılmıştır (melekler hakkında bilgi için bk. Bakara 2/30; Cebrâil hakkında bilgi için bk. Bakara 2/87, ; 5. âyette geçen ve “dünyada yolcu gibi yaşayan” şeklinde çevrilen sâihât kelimesi hakkında bk. Tevbe 9/ İbn Âşûr bu gruptaki âyetlerle ilgili tahliller yaparak, aile eğitimi, muaşeret kuralları ve öğüt bağlamında çıkarılabilecek mânalar üzerinde ayrı ayrı durur, bk. XXVIII, vd., özellikle ).


Kaynak :Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 5 Sayfa:

Kur'an-ı Kerim Portalı

Diyanet İşleri Başkanlığı Kur'an-ı Kerim Portalında Kur'an hakkında istediğiniz biligilere ulaşabileceksiniz

Bağlantılar

  • Windows
  • Windows Store
  • IOS
  • Android
  • Mac

Uygulamalar

  • Windows
  • Windows Store
  • IOS
  • Android
  • Mac

nest...

batman iftar saati 2021 viranşehir kaç kilometre seferberlik ne demek namaz nasıl kılınır ve hangi dualar okunur özel jimer anlamlı bayram mesajı maxoak 50.000 mah powerbank cin tırnağı nedir