şahı nakşibendi hayatı / şah-ı nakşibend - ekşi sözlük

Şahı Nakşibendi Hayatı

şahı nakşibendi hayatı

Muhammed Bahâeddîn Şah-ı Nakşibend Hazretleri kimdir? Kısaca hayatı, Eserleri ve vefatı, Kerametleri ve Mübarek Sözleri, Nakşibendî Tarikati

Şah-ı Nakşibend Hazretlerinin Hayatı

Şah-ı Nakşibend (k.s) Hazretleri, miladî 9. Asır&#;dan itibaren, önemli bir ilim ve irfan merkezi haline gelen Mâveraünnehir Havzasında, Buhârâ şehrine dokuz (9) km. uzaklıktaki Kasr-ı Hindüvan (Kasr-ı Ârifan)&#;da dünyaya teşrif ettiler (h. ; m. ). Asıl adı, Muhammed b. Muhammed Buhârî&#;dir.

Evliyânın büyüklerinden ve müslümanların gözbebeği olan yüksek âlimlerden. Seyyid olup insanları Hakka dâvet eden, doğru yolu göstererek saâdete kavuşturan ve kendilerine “Silsile-i aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin on beşincisidir. Muhammed Bâbâ Semmâsî ile Emîr Külâl’in talebesidir.

İsmi, Muhammed bin Muhammed’dir. Behâeddîn ve Şâh-ı Nakşibend gibi lakabları vardır. Allahü teâlânın sevgisini kalplere nakşettiği için, “Nakşibend” denilmiştir. (H) senesinde Buhârâ’ya beş kilometre kadar uzakta bulunan Kasr-ı Ârifân’da doğdu. (H)’da Kasr-ı Ârifân’da Rebî’ul-evvel ayının üçünde Pazartesi günü vefât etti. Kabri oradadır. İslâm âlimlerinin en meşhûrlarından olup, tasavvufta en yüksek derecelere ulaşmıştır. Zamânında ve kendinden sonraki asırlarda onun sebebi ile pek çok insan, hidâyete, doğru yola kavuşmuştur.

Zamânının büyük velîlerinden Muhammed Bâbâ Semmâsî, henüz o doğmadan Kasr-ı Ârifân’a gelmişti. Bu gelişinde, burada bir büyük zâtın kokusu geliyor. Bu beldede büyük bir velî yetişecek diyerek işâret etmiş, tarîkatın imâmı olacak emsâlsiz bir zâtın buradan zuhûr edip ortaya çıkacağını talebelerine ve sevenlerine müjdelemiştir.

Daha sonra babası Seyyid Muhammed Buhârî şöyle anlattı: “Oğlum Behâeddîn’in doğmasından üç gün sonra, Hâce Muhammed Bâbâ Semmâsî hazretleri, bütün talebeleri ile Kasr-ı Ârifân’a gelmişti. Ben kendisini çok sever ve muhabbet beslerdim. Kasr-ı Ârifân’ı teşrif edince, yeni doğan oğlum Behâeddîn’i alıp huzûruna götüreyim ve himmet, mânevî yardım isteyeyim, böylece feyze kavuşur dedim.

Bu niyetle Behâeddîn’i kucağıma alıp, Hâce Muhammed Bâbâ Semmâsî hazretlerinin huzûruna götürdüm. Hâce Muhammed Bâbâ Semmâsî, Behâeddîn’i elimden alıp, bağrına bastı ve; “Bu yavru, benim oğlumdur. Ben bunu, mânevî evlâtlığa kabûl ettim.” buyurdu.

Sonra yüzünü talebelerine çevirip, aralarında en meşhûru olan Seyyid Emîr Külâl’e şöyle dedi: “Size, bu yerde bir büyük zâtın kokusu geliyor derdim. Şimdi bu tarafa gelirken de, buraya yaklaştığımızda size önce duyduğum koku iyice arttı demiştim. Hakîkat şudur ki, size bahsettiğim mübârek zât doğmuştur. İşte o mübârek koku, bu melek yavrunun kokusudur. Bu yavru, büyük bir zât olsa gerektir.” buyurdu.

Böylece henüz daha üç günlük çocuk iken, zamânının en büyük evliyâ ve mürşid-i kâmili olan Hâce Muhammed Bâbâ Semmâsî hazretlerinin müjdesine, himmetine ve feyzine kavuştu. Henüz daha küçük yaşta iken, evliyâlığa âit yüksek nûrlar ve eserler temiz alnında açıkça görünür, hidâyet ve irşâd, hakkı bulma ve yol gösterme nişanları yüksek simâsından belli olurdu.

Şah-ı Nakşibend Hazretlerinin Kerametleri

Annesi şöyle anlatmıştır: “Oğlum Behâeddîn dört yaşında iken, evimizde yavruluyacak bir inek vardı. Behâeddîn, doğumuna bir müddet daha olan bu ineği göstererek, öyle anlıyorum ki, bu inek beyaz başlı bir buzağı doğuracaktır dedi. Birkaç ay sonra inek, dediği gibi bir buzağı doğurdu.”

Behâeddîn Buhârî hazretlerinin ilk hocası, daha doğar doğmaz kendisini mânevî evlâtlığa kabûl eden ve hakkında çok müjdeler veren Hâce Muhammed Bâbâ Semmâsî’dir. Önce ondan istifâde etti. Sonra bu hocası, onun yetiştirilmesini en meşhûr talebesi Seyyid Emîr Külâl’e havâle etti.

Yedi sene Seyyid Emîr Külâl’in sohbetine devâm etti. Sonra da onun izni ile Mevlânâ Ârif Dikgerânî’nin sohbetine devâm etti. Yedi sene de onun yanında kaldı. Bundan sonra Kusam Şeyh ve Halîl Atâ’nın sohbetlerinde bulundu. Bir müddet de Halîl Atâ’nın yanında kaldı.

Ayrıca Mevlânâ Behâeddîn Kışlâkî’den hadîs ilmini öğrendi. Sonra, Abdülhâlık Goncdüvânî hazretlerinin rûhâniyetinden feyz aldı. Üveysî olarak yetiştirildi. Böylece tasavvufda ve diğer ilimlerde çok iyi yetişti. Bu tahsil devresini ve tasavvufta yetişmesini bizzât kendisi şöyle nakletmiştir:

“Çocukluktan bülûğ çağına kadar, büyük hocam Muhammed Bâbâ Semmâsî’nin sohbetinde bulundum. On sekiz yaşına girdiğim sırada, dedem beni evlendirmek istedi. Hocam Muhammed Bâbâ Semmâsî’yi düğünüme dâvet etmek için beni Semmâs’a gönderdi. Semmâs’a varıp hocamı görmekle şereflendim ve elini öptüm. Sohbetinin bereketinden bende öyle bir hâl hâsıl oldu ki, devamlı hocamın sohbetine can atıyordum. O gece kalbimdeki bu arzu ve istek ile gece yarısından sonra kalkıp abdest aldım ve hocamın mescidine gidip, iki rekat namaz kıldım. Başımı secdeye koyup çok duâ ettim. Dilimden şu duâ çıktı: “Allah’ım, bana belâ yükünü çekmeye kuvvet ver. Mihnet ve muhabbetini çekmeye tâkat, güç ver.”

Sabah olunca hocamın huzûruna vardım. Bana bakıp, gece olup bitenleri söyledikten sonra; “Evlâdım, duâda; “Yâ Rabbî, râzı olduğun şeyi bu zayıf ve güçsüz kuluna, fazlın ve kereminle ihsân et.” demelidir. Çünkü Allahü teâlânın rızâsını kazanan kimseye belâ gelmez. Eğer Allahü teâlâ, hikmet-i ezelîsiyle sevdiği bir kuluna belâ gönderirse, kendi inâyetiyle o kuluna kuvvet ve tahammül ihsân eder ve o belâya tutulmasının hikmetini bildirir. Belâ istemekte güçlük vardır.” buyurdu.

Daha sonra sofra kurulup, yemek yendi. Hocam, sofrada bir somun ekmeği alıp verdi. Ekmeği çekinerek aldım. Bu çekingenliğimi görüp; “Ekmeği almakta çekiniyorsun. Fakat bu ekmek, yolda lâzım olacaktır.” buyurdu. Nihâyet dâvetimiz üzerine talebeleriyle birlikte köyümüz Kasr-ı Ârifân’a gitmek üzere yola çıktık. Ben, hocamın bindiği hayvanın üzengileri yanında yürüyordum. Rûhum zevkle dolmuş olduğundan kalbimde hiçbir dünyâ düşüncesi yoktu. Aşk ve şevkle dolu olan kalbim heyecanla çarpıyordu. Allah sevgisinden başka her şey kalbimden çıkmıştı.

Bu sırada kalbim dünyâya meyledecek olsa, hocam hemen; “Kalbini ayrılıktan koru.” buyururdu. Hocamın bu kerâmetini ve keşfini gördükçe, muhabbetim kat kat artıyordu. Yolumuz bir köye uğradı. O köyde hocamın dostlarından biri bizi karşılayıp evine dâvet etti. Hocam da bu dâveti kabûl edip, o zâtın evine indi. Ev sâhibinin, mahcûbiyetinden ızdırap içinde yüzü kızardı.

Bu hâlini gören hocam, o kişiye; “Senin ızdırabının sebebi nedir?” dedi. O da; “Efendim, size yemek ikrâm etmek istiyorum, fakat sütten başka bir şeyim yoktur.” dedi. Bunun üzerine hocam bana; “Behâeddîn, sana verdiğim ekmeğe ihtiyaç hâsıl oldu. O ekmeği ver.” dedi. Ekmeği çıkarıp verdim. Ev sâhibi de sütü getirip sofraya koydu. Ekmeği süte batırarak yedik ve hepimiz doyduk. Bu kerâmeti karşısında hocamıza hayranlığımız arttı. Sonra kalkıp yolumuza devâm ettik.”

“Nerede olursan seninleyim ben,
Kendini sakın, yalnız sanma sen.”

Bir alim sufi şunları anlatmıştı:

-Şahı Nakşibend hazretlerinin bazı müridleriyle Irak’a gitmek üzere yola koyulmuşseafoodplus.info şehrine uğradık. Buradaki Hace hazretlerinin müridlerinden Seyyid Mahmud adında bir velinin yaşadığını öğrendik. Onu ziyaret etmek istedik. Sohbet sırasında bir ara Seyyid Mahmud’a Hace hazretlerine bağlanma sebebini sorduğumuzda şunları anlattı:

-Bir gece, rüyamda gayet hoş bir mekandayım… Karşımda Peygamber Efendimiz (s.a.v) olduğunu zannettiğim yüce bir şahsiyet vardı. Yine o mecliste çok nurlu biri daha vardı. Hz. Peygamber (s.a.v) ve o nurani zat ile tarifi imkansız sevgi ve aşk hali içinde konuştum. Resulullah’a (s.a.v) hitaben ançak şunu ifade edebildim.

– Ben sizin mübarek sohbetinizle şereflenemedim. Zamanınızın bereketine ulaşma saadetine eremedim. Bana ne yapmamı emir buyurursunuz?

Peygamber Efendimiz (s.a.v) bana şunu söyledi:

– Eğer sen, benim sohbet ve bereketime ulaşmak istiyorsan bu zata bağlan.

Şah-ı Nakşibend hazretlerinin adını bizzat zikretti. Ancak o zamana kadar ben, Hace hazretlerini hiç görmemiştim. Uyandıktan sonra Hace hazretlerinin ismini ve rüyamda görmüş olduğum kadarıyla mübarek simasını evimdeki kitaplardan birinin arkasına kaydettim. Rüyanın üzerinden yedi yıl geçti.

Bir gün bir tanıdığımın iş yerinde oturuyordum. Derken nurani bir şahıs gelip, dükkana girdi. Alnında celal ve heybet izleri vardı. Bu kimsenin yüzüne bakınca hemen o rüyamı ve daha sonra da kitabıma kaydetmiş olduğum o simayı hatırladım. Hace hazretlerine durumu anlatıp, kendisini evime davet ettim. Çok mütevazi bir kimseydi, davetimi kabul etme lutfunda bulundu.

Bu nur yüzlü zat önde , ben de arkasında yürüyerek eve girdik. Daha önceden evimi görmüş yahut evine gelmiş değildi. Doğruca çalışma odama girdi, odada üzerine bazı kitaplarımı koyduğum , rafa benzer bir çıkıntı vardı. O odaya girince, mübarek ellerini rafın üzerindeki kitaplardan birine uzattı, aldığı kitabı bana uzatarak şunu söyledi ;

-Bak bakalım, bu kitabın arkasına , o yazıyı ne zaman yazmışsın?

Yazmış olduğum o yazının tarihine baktım. Tam yedi yıl önceki tarihti. Onun beni çok önceden tanıdığına inanmıştım. Şah-ı Nakşibend hazretlerinin dervişleri arasına katıldım. O günden sonra Hace hazretleri, lütfedip beni yakın çevresine aldı. Allah’a kullukta bulunmanın huzuruna ulaştım.

Kaynak : Ehl-i Beyt İmamları Kitabı

Nakşibendiyye Yolu Nedir?

Hâcegân silsilesinde Hâce Mahmud İncirfağnevî Hazretleri’nden Seyyid Emir Kilâl (k.s.)’e kadar zikr-i hafî (gizli zikir) ile zikr-i alâniyye (açık zikir) cem’ edilmiş, her ikisi de yapılmıştır. Şâh-ı Nakşîbend Hazretleri ise, Hâce Abdülhâlık Gucdüvânî Hazretleri’nin ruhaniyetinden aldığı ruhsat ve emirlerle zikr-i alâniyyeyi tamamen terk edip zikr-i hafî ile meşgul oldular.

Müridlerinin kalbine zikri hiç çıkmayacak şekilde yerleştirdiği ve adeta nakş ettiği için kendilerine“Nakşîbend” denildi.

Bir başka rivayette ise “Nakşîbend” lakâbını almasının sebebi, baba mesleği olan nakş-ı zâhiri bırakıp nakş-ı hakîki ile meşgul olmaları hasebiyle olduğu ifade edilir.

Şâh-ı Nakşîbend Hazretleri, Hâce Abdülhâlık Gucdüvânî (k.s.)’nin getirmiş olduğu sekiz esasa (hûş der-dem, nazar ber-kadem, sefer der-vatan, halvet der-encümen, yâdkerd, bâzgeşt, nigâhdâşt, yaddâşt) üç esas daha (vukûf-ı adedî, vukûf-ı zamânî, vukuf-ı kalbî) ekleyerek yolun tertibini kemâle kavuşturduğu için bu yola “Târik-ı Nakşibendiyye” denildi.

Nakşibendî Tarikatı Nedir?

Nakşibendî Tarikati, Bahâeddin Nakşibend (k.s) seafoodplus.info halifelerinden Alâeddin Attâr, Zâhîd Bedahşî ve Muhammed Parisâ tarafından, özellikle Yeseviyye Tarikati&#;nin yoğunlukta bulunduğu bölgelerde, çok büyük bir kitleye ulaştı. İmam-ı Rabbânî (k.s) (ölm. ) döneminde Hindîstan ve havalisine; Mevlana Halid Bağdâdî (ks) (ölm. ) zamanında da bütün Orta Doğu&#;ya yayıldı. Osmanlı Padişahları Nakşibendiliği himaye ettiler. Son Osmanlı Padişahı, Vahdettin Han&#;ın da Nakşî-Halidî.s) seafoodplus.info, müridî olan Emir Külal (k.s) seafoodplus.info hitaben ‘Bu erin terbiyesi sana aittir’ dediği rivayet  edilmektedir.

Hakikaten de Muhammed Bahauddin, Emir Külal (k.s) seafoodplus.info intisab etmiş, tarikat adabının öğrenilmesi, sohbet ve zikir telkinlerini ondan almıştır. Burada bir meseleyi açıklığa kavuşturmakta fayda var. Şah-ı Naksibend (k.s) Hz. zahiri terbiyesini Emir Külal (k.s) Hz. den almışsa da batınî-manevî terbiyeyi Abdulhalik Gücdevanî (k.s) seafoodplus.info almıştır.

Abdulhalik Gücdevânî (ks) (ölm. /) Hz. Hacegan Tarikati pirlerinden olup Şah-ı Naksibend seafoodplus.info rûhânî yolla irşad etmiştir. Bu rûhâniyet yoluyla terbiye usulüne, Veysel Karânî (k.s) seafoodplus.info izafeten ‘Üveysîlik yolu’ denilmektedir.

Nakşibend (k.s) seafoodplus.info intisab ettiği Hacegan Tarikatinde; mürid tek başına olduğunda hafî (gizli), toplu haldeyken cehrî (açıktan) zikir yapılıyordu. Fakat kendisi, Gücdevânî (k.s) seafoodplus.info manevî telkiniyle ‘hafî zikri’ tercih etmiştir.

Emir Külal (k.s) seafoodplus.info hilafet alan, Şah-ı Naksibend (k.s) Hz. daha sonra yedi (7) sene Mevlana Arif (k.s), oniki (12) sene de Halil Ata (k.s) Hz. ile sohbet ve arkadaşlık yapmıştır. Bu iki şeyh Yesevî tarikatine mensuptur. İki defa Hicaz&#;a gitmişler, ikinci seferinde bir müddet Merv&#;de oturduktan sonra Buhara&#;ya dönmüş ve ömrünün sonuna kadar burada ikamet etmiştir (ölm. /3 Mart )

Tasavvuf ve Tarikatler üzerine araştırmalarıyla tanınan ilim adamlarından -rahmetli- Selçuk Eraydın şöyle demektedir ‘Nakşî tarîkati, îtikadî sarsıntılara yol açacak fikir ve düşüncelere yer vermeyen mu&#;tedil bir tarîkattir. İslâm kültürüne, halk maârifine ve Anadolu birliğinin te&#;minine yaptığı hizmet büyük olmuştur.&#;

Bu Tarikat-ı Aliyye&#;de yapılan her türlü davranış, söz ve latife Allah için olmalıdır. Yapılan amellerden ne dünyevî ne de uhrevî bir menfaat beklenmelidir. Bu âli maksada ise ancak, Rasûlüllah (s.a.v)&#;ın şeriatine uymak ve bid&#;atlardan kaçınmakla ulaşılabilir.

Bütün yasaklardan, mekruhlardan kendini korumak suretiyle, kalbî huzurun süreklilik kazanmasına çalışılmalıdır. Geçmişte işlemiş olduğu, günah, haram, hata ve kusurları için Tövbe-i Nasuh etmeli; bu gafleti gidermek için; kalbî râbıta ve zikirle meşgul olmalı kalbî ve aklî terakkîyi kazanmak için gayret gösterilmelidir. Zira, huzurun (ihsan) hasıl olması için bu saydıklarımızı uygulamak şarttır. Özet olarak, Âlî Nakşibendî Tarikati&#;nin hakikati, Allah-u Zülcelal&#;le sürekli olarak beraber olmaktır, huzurdur.

Nakşibendî Tarikati&#;nin İki Esası:

1. Peygamber (s.a.v)&#;e ittiba; İbadetlerde, adet ve davranışlarda O&#;na mutabaattır. Ne söylemiş, nasıl yapmış ise aynen yapmaktır. Bu uygulama, Ashab-ı Kiram&#;ın tabi olduğu tarikin aynısı ve aslıdır. Çünkü Ashab-ı Kiram, Rasûlü Ekrem (s.a.v) Efendimizin hal ve davranışlarına tam manasıyla mutabaat ediyordu. Öyle ki, O&#;nun oturduğu yerde oturuyor, ayakkabısını çıkardığı yerde çıkarıyor, özetle her türlü hal ve davranışlarını aynen uygulamaya büyük bir dikkat ve özen gösteriyorlardı.

Örnek olarak; Hz. Ömer (r.a) Kabe&#;yi tavaf ederken, Hacer&#;ül Esved&#;e şöyle sesleniyordu:

‘Ey Hacer&#;ül Esved! Biliyorum ki sen bir taşsın. Senin ne menfaatin, ne de bir zararın dokunur. Eğer ben, Hazret-i Peygamber (s.a.v)&#;in seni öptüğünü görmeseydim, ben de seni öpmezdim.’

2. Mürşid-i Kâmil&#;e muhabbet: Mürşid-i Kamile muhabbet müridin kemalatına vesiledir. Allah Dostları, Allah&#;a yakınlık elde ettiklerinden ve Rasûlüllah&#;ın ahlakıyla ahlaklandıkları için onlara duyulan muhabbet Allah içindir. Allah için bir zatı sevmek de kişiyi Allah tarafından sevilmeye götürür.

Mübarek Sözlerinden

• “Bizim yolumuz sohbettir. Halveti tercih etmekte şöhret vardır. Şöhret ise âfettir. Hayır ve bereket, cem’iyyettedir. Cem’iyyet sohbettedir. Sohbet, ehl-i sohbetin yekdiğerinde fâni olması ile hâsıldır.”

• “Bizim yolumuzda varlığın ve nefis görüntülerinin reddedilmesi, en önemli konudur. İşte Allah’a ulaşmanın ana sermayesi budur. Ben bu usulle nefsimi, varlık âleminin bütün katmanlarıyla tek tek kıyasladım ve şunu gördüm: Varlık âleminde yaratılanların hepsi benden üstün. İşte bu niyetimle, en faziletli kimseler arasına kabul edildim.”

• Bu yol için üç edeb vardır:
1. Allah-ü Teâlâ’ya karşı edeb. Bu, kulun Allah’ın emirlerini yerine getirip, yasaklarından kaçınarak iç ve dış âleminde kulluğunu tam olarak yapmaya çalışması ve Allah-u Teâlâ’nın zâtından başka her şeyden yüz çevirmesidir.
2. Resûlullah’a (s.a.v.) karşı edeb. Bu da “De ki: Eğer Allah-u Teâlâ’yı seviyor iseniz bana uyunuz ki, Allah-u Teâlâ da sizi sevsin.”meâlindeki âyetin emri gereği ona tâbi olma makamında bulunmak ve her halde buna riâyet etmektir. Kezâ, Resûlullah’ın (s.a.v.) Allah-u Teâlâ ile kullar arasında bir vesile olduğunu ve her şeyin onun yüce emirleri altında olduğunu bilmek îcab eder.
3. Bu yolun büyüklerine karşı edeb. Zira onlar Resûlullah’a (s.a.v.) tâbi olmak için bir vesiledir. Bu yolun bağlılarının, onların yanında olmasa da onlara uymaları îcab eder.”

• “Bizim yolumuz ender bulunan yollardandır. Sağlam halkadır. Resûlullah Efendimiz’in (s.a.v.) sünnet-i seniyyesine sarılmaktan, Ashâb-ı Kirâm’ın takip ettiği yolu takip etmekten başka bir şey değildir.”

Eserleri

Vaaz ve nasihatle alakalı manzum Hayat-Nâme, tasavvufa dair Delîlü’l Âşıkîn ve Evrâd-ı Bahâiyye isimli eserleri mevcut olup, Evrâd-ı Bahâiyye’yi, rüyasında Efendimiz (s.a.v.)’in kendisine öğrettiğini, kendisinin de ders ders öğrendiğini söylemiştir.

Vefatı

Bir müridi, Şâh-ı Nakşîbend Hazretleri’nin ölüm döşeğindeyken kendisine tam dört defa “Sofra kur, yemek ye.” dediğini nakleder. Hâce Alaüddîn Attar (k.s.) ise: “Hâce Hazretleri’nin irtihali zamanında Yâsîn-i Şerif okudum. Yarısında geldiğimde nur zâhir olmaya başladı. Kelime-i tevhidle meşgul olduktan sonra son nefeslerini verdiler.”

Hâce Muhammed Bahaüddîn Şâh-ı Nakşîbend Hazretleri, Kasr-ı Ârifân’da 3 Rebiulevvel pazartesi günü ahirete irtihal ettiler ve buraya defnedildiler.

Allah-u Teâlâ bizleri kendilerinden ayırmasın, tasarruflarını üzerimizde daim kılsın, makamlarını âli eylesin.

 

Nakşibend Hazretleri Kimdir?

Nakşibend Hazretleri kimdir? Altın Silsile’nin 15’inci halkası, Muhammed Uveysi’l Buhârî, Nakşibendi tarîkatının kurucusu, büyük mutasavvıf, evliya; Şâh-ı Nakşibend Hazretlerinin hayatı, kerametleri, sözleri, türbesi

Bahâüddin Şah-ı Nakşibend -rahmetullâhi aleyh- (Altın Silsile 16) - Sesli Kitap

Bahâüddîn Muhammed bin Muhammed Buhârî Hazretleri hicrî senesinin Muharrem ayında Buhâra’nın Kasr-ı Hinduvân köyünde doğdu. Nesebi, baba tarafından Resûlullah Efendimiz’e, anne tarafından ise Hazret-i Ebûbekir Sıddîk Efendimiz’e ulaşır.[1] Küçüklüğünde babası ile birlikte nakışçılık yaptığı için Nakşibend lâkabı ile meşhur oldu. Bâzı eserlerde, Nakşibend Hazretleri’nin hafî/gizli zikre uzun süre devam ettiği için kalbine “اَللّٰهُ” lâfzının nakşolunduğu ve bu yüzden Nakşibend (nakşedici) lâkabıyla anıldığı zikredilir.[2]

Nakşibend Hazretlerinin doğumundan önce Baba Semâsî Hazretleri Kasr-ı Hinduvân’a çok gelip gider ve sohbetlerinde: “–Yakında bu Kasr-ı Hinduvân, Kasr-ı Ârifân olacak!” buyururlarmış. (Salâhaddîn bin Mübârek el-Buhârî, Enîsü’t-Tâlibîn, s. 36)[3] Şâh-ı Nakşibend Hazretleri o günlere dâir şöyle buyurmuşlardır: “Allah Teâlâ’nın bana en büyük lûtuflarından biri, daha çocukluk günlerimde Semâsî Hazretlerinin mübârek nazarlarıyla müşerref olmam ve onun beni mânevî evlâtlığa kabûl buyurmalarıdır.”[4] “Semâsî Hazretleri vefât edince, dedem beni Semerkand’a götürdü. Dedem, nerede gönül ehli bir derviş olduğunu duysa, hemen beni ona götürür ve benim hakkımda güzel nazarlarını esirgememeleri için âdeta yalvarırcasına ricâda bulunurdu. Onlar da bana iltifat buyururlardı.”[5]

NAKŞİBEND HAZRETLERİNİN GENÇLİĞİ

Şâh-ı Nakşibend Hazretleri gençliğinde sık sık Buhâra’daki büyüklerin mübârek kabirlerini ziyaret ederdi. Yine böyle kabir ziyareti yaptığı bir gece, gittiği mezarların başındaki lâmbalarda yağın dolu olmasına rağmen fitili hareket ettirilmediği için ışığın zayıf olduğunu gördü. Oradan Mezâr-ı Mezdâhin’e gitti. Kıbleye dönük olarak otururken birden gaybet[6] hâline geçiverdi. Büyük bir tahtın üzerine yüzü peçeli bir zâtın oturmuş olduğunu, etrâfında da pek çok kişinin bulunduğunu müşâhede etti. O topluluk içinde Baba Semâsî Hazretlerini görünce bunların vefât eden Hak dostları olduğunu anladı. O Hak dostlarından biri Nakşibend Hazretleri’nin yanına gelip, tahtta oturan zâtın Abdülhâlık Gucdüvânî Hazretleri, yanındakilerin de halîfeleri olduğunu söyledi ve tek tek isimlerini saydı. Sıra Semâsî Hazretlerine gelince: “–Sen onu hayattayken görmüştün. Senin şeyhindir ve sana, Ali Râmîtenî Hazretlerine âit bir külâh (bir emânet) vermişti!” dedi. Sonra o topluluk: “–İyi dinle! Hâce Abdülhâlık Hazretleri sana seyr u sülûkte zarurî olan şeyleri telkîn edecek!” dediler.

Hâce Abdülhâlık Hazretleri yüzünden peçeyi kaldırdı ve tasavvufî terbiyenin başlangıcı, ortası ve sonu hakkında bilgiler verdi. Bu şekilde Gucdüvânî Hazretlerinin rûhâniyetinden feyz ve bilgi aldığı için Nakşibend Hazretlerine Üveysî[7] denmekte ve onun gerçek mürşidi olarak kendisinden bir asır evvel yaşayan Abdülhâlık Gucdüvânî Hazretleri kabûl edilmektedir. Gucdüvânî Hazretlerinin o anki sözlerinden bâzıları şunlardı: “–O gördüğün lâmbalar sana bir işarettir. Sende bu yola karşı kâbiliyet var, ama kâbiliyet fitilinin hareket ettirilmesi lâzımdır ki meçhuller aydınlık olsun ve sırlar zuhûr etsin! Ayrıca kâbiliyet mûcibince amel-i sâlihler işlemek lâzımdır ki maksat hâsıl olsun!” Daha sonra Hazret, üzerine basa basa şunları söyledi: “Bütün hâllerde ayağı şerîat ve istikâmet caddesine koyarak yürümek, ilâhî emir ve nehiylere uymak lâzımdır. Amelde azîmeti tercih etmek ve Sünnet-i Seniyye’ye tâbî olmak îcâb eder. Ruhsat ve bid’atlerden ziyâdesiyle uzak durup, devamlı hadîs-i şerîfleri rehber edinmek ve her zaman Peygamber Efendimiz ve ashâbına âit haber ve nakilleri araştırıp öğrenmeye gayret etmek gerekir.” Gucdüvânî Hazretlerinin nasihatleri bitince, onun halîfeleri, Hâce Bahâüddîn’den evindeki Ali Râmîtenî Hazretlerine âit külâhı alıp Nesef’te bulunan Emîr Külâl Hazretlerine götürmesini istediler. Ayrıca müşâhede ettiği bu hâlin doğruluğuna alâmet olarak, yolda karşılaşacağı bâzı hâdiseleri haber verdiler. Sonra onu biraz sarstılar ve Hâce Bahâüddîn Hazretleri kendine geldi.[8]

Şâh-ı Nakşibend Hazretleri hemen yola çıkıp kendisine söylenenleri yerine getirdi. Emîr KülâlHazretlerinin hizmetinde bulunmakla müşerref oldu. Emîr Külâl Hazretleri, Nakşibend Hazretlerine zikir telkîn etti ve kelime-i tevhîd’e (nefy ü isbât zikrine) hafî/gizli olarak devam etmesini söyledi. Nakşibend Hazretleri, gaybet hâlindeyken Gucdüvânî Hazretlerinden aldığı emir üzere azîmetle amel eder, cehrî zikir yapmazdı.[9] Bununla birlikte, cehrî zikir ve semâya da karşı çıkmazdı. Bu hususta: “Biz bu işle iştigâl etmiyoruz, ama ona karşı da çıkmıyoruz!” buyururlardı.[10] Şâh-ı Nakşibend Hazretleri, üstâdının her emrini derhâl ve büyük bir titizlikle yerine getirir, Cenâb-ı Hakk’ın bütün mahlûkâtına ihlâsla hizmet etmeyi canına minnet bilirdi. İlk günlerdeki hâllerinden birini şöyle anlatır: “Nerede bir şey konuşulsa hemen kulak kabartırdım. Eğer konuşulan sözler bu mânevî yola dâir ise şâd olurdum, başka bir şey konuşurlarsa ziyâdesiyle üzülüp mahzun olurdum.”[11]

Belli bir olgunluğa erdikten sonra, Emîr Külâl Hazretleri, oğlu Emîr Burhân’ın terbiyesini Nakşibend Hazretlerine havâle etmiş ve onun irşâda ehil olduğunu bizzat görmek istemişti.[12] Nihâyetinde Nakşibend Hazretlerinin mânen yüksek bir mertebeye ulaştığını ve onda daha fazla yükselme kâbiliyeti olduğunu gören Emîr Külâl Hazretleri bir gün: “–Oğlum Bahâüddîn! Muhterem üstâdımın sizin hakkınızdaki tavsiyesini tam olarak yerine getirdim.” buyurdu. Sonra da sadrına işaret ederek sözlerine şöyle devam etti: “–Sadrımda ne varsa size ilkā ettim. Artık rûhâniyet kuşunuz beşeriyet yumurtasından çıktı. Himmet kuşunuz yükseklerde uçmaktadır. Size izin veriyorum, her kimden rûhânî bir koku alırsanız onunla alâkadar olunuz ve himmetiniz îcâbı ondan istifâde etmeyi ihmâl etmeyiniz!”[13]

NAKŞİBEND HAZRETLERİNİN İRŞAD HAYATI

Şâh-ı Nakşibed Hazretleri, irşad vazifesine başladığında, doğduğu Kasr-ı Ârifân köyünde ikâmet ediyordu. Ancak, Buhâra’nın yanı sıra Mâverâünnehir’in Nesef, Hârezm ve Kermîne gibi bölgelerine de giderek sohbetler yapardı.[14] Onun mânâ âlemindeki kemâlât ve fazîletlerini işitip sohbetini dinlemek ya da intisâb etmek için Semerkand gibi büyük şehirlerden gelenler bile vardı.[15] Buhâra’nın önde gelen âlimlerinden Hüsâmeddîn Hâce Yûsuf’un Nakşibend Hazretlerine intisâb etmesi ise mühim bir dönüm noktası oldu. Bu zâtın ardından Buhâra âlimleri ve talebeleri kalabalık gruplar hâlinde Nakşibend Hazretlerinin sohbet halkasına katılmaya başladılar.[16] Nakşibend g iki veya üç defa hacca gitmiştir.[17]

İlk haccından döndüğü gün, şeyhi Emîr Külâl Hazretleri vefât etti. Vefât etmeden evvel müridlerine Hâce Bahâüddîn’e tâbî olmalarını emir buyurdular.[18] Nakşibend Hazretleri hacda yaşadığı bir hâtırasını şöyle nakleder: “Mekke’de iki kişi gördüm; birinin himmeti gâyet yüksek, diğerininki ise tam tersine zayıf idi. Himmeti zayıf olan, tavaf esnâsında Beytullâh’ın kapısının halkasına yapışmıştı. Bu kadar şerefli bir yerde ve değerli bir vakitte Hak Teâlâ’nın dışında bâzı şeyler istiyordu. Himmeti yüce olan ise Mina pazarında gördüğüm bir delikanlıydı. Tahminen filorilik alışveriş yaptı, ama gönlü bir an olsun Hak Teâlâ’dan gâfil olmadı. O yiğidin gayretini görünce (kendi noksanlığımı düşünmekten) yüreğim kanla doldu.”[19]

NAKŞİBEND HAZRETLERİNİN HELAL LOKMA HASSASİYETİ

Şâh-ı Nakşibend g, helâle riâyet hususuna çok ihtimam gösterirdi. Şüpheli şeylerden kaçınmakta da büyük bir hassâsiyet sergilerdi. Sohbetlerinde devamlı: “İbadet on kısımdır; dokuzu helâl rızık taleb etmek, biri ise diğer amellerdir.”[20] hadîs-i şerîfini okur ve muhtevâsıyla amel etmeyi emir buyururdu.[21] Hâce Hazretleri yiyeceğini kendi ziraatinden elde ederdi. Her sene bir miktar arpa, biraz börülce ve zerdali yetiştirirdi. Ziraat yaparken kullanılan hayvanların, tarlanın, tohumun ve suyun helâl olması hususunda çok ihtiyatlı davranırdı. Bu sebeple pek çok âlim, teberrüken onun helâl yemeğinden yemek için sohbetlerine iştirâk ederdi.[22] Nakşibend g, meliklerin sofrasından yemez, hediyelerini kabûl etmezdi. Melik Hüseyin’in hanımı, kendi elleriyle işlediği elbiseler göndermişti. Bütün ısrarlara rağmen Nakşibend g onları kabûl etmedi. Hâlbuki o zaman üzerinde keçeden bir gömlek vardı. Sarık ve ayakkabıları da çok eski idi.[23]

Buhâra’nın âlimlerinden biri Nakşibend Hazretlerine: “–Namazda kalp huzuru ne ile hâsıl olur?” diye sormuştu. Hazret ona şu cevâbı verdi: “–Helâl yemek yemeli ve yerken uyanık olmalıdır. Namaz dışındaki zamanlarda, abdest alırken ve iftitah tekbirini getirirken de uyanık olunursa namazda kalp huzûru sağlanabilir.”[24] Bir defasında mânevî hâllerinin kaybolduğundan yakınan bir talebesine: “–Yediğin lokmaların helâlden olup olmadığını iyi araştır!” buyurmuştu. Talebe gidip araştırdığında, yemeği pişirirken ocakta, helâl olup olmadığı şüpheli bir parça odun yaktığını tespit etti ve hemen tevbe etti.[25] Nakşibend Hazretleri, el emeği ile çalışıp kazanmaya da çok ehemmiyet verir ve bu hususta: “Tevekkül sahibi kişi, nefsini görmemeli ve çalışarak tevekkülünü gizlemelidir.” buyururdu.[26] Onun düstûru, dünyevî işlerde çalışıp kazanmak ve kimseye yük olmamak, ancak çalışırken de Hak Teâlâ’dan gâfil olmamaktı.

NAKŞİBEND HAZRETLERİNİN GAFLETTEN SAKINDIRMASI

Şâh-ı Nakşibend Hazretleri çoğu zaman yemek pişirme ve sofra hizmetinde bizzat çalışırdı. Yemek yerken uyanık olmak ve kalp huzurunu sağlayabilmek için dervişlere devamlı tavsiyelerde bulunurdu. Müridleriyle birlikte yemek yediğinde, onlardan biri bir lokmayı ağzına gafletle götürse, derhâl onu yumuşak bir lisanla îkâz eder ve bir lokmayı bile gafletle yemelerine gönlü râzı olmazdı. Şayet bir yemek öfkeyle, gönülsüz olarak ve zorla pişirilmişse, onu yemediği gibi talebelerinden birinin yemesine de râzı olmaz: “–Bu yemekte zulümât (karanlıklar) var, bizim ondan yememiz münâsip değildir!” buyururdu.[27] Bir gün, Gadîvet bölgesine gitmişlerdi. Bir derviş önlerine yemek getirdi. Hâce Hazretleri: “–Bizim bu yemeği yememiz münâsip değildir. Çünkü o, öfke ile pişirilmiştir. Unu elekten geçiren, hamuru yoğuran ve pişiren kişi öfkeliymiş!” buyurdu.

Eğer bir kepçeyi öfkeyle ve gönülsüz olarak bir çömleğe soksalar, Nakşibend Hazretleri o yemeği de yemez, şöyle buyururdu: “–Öfke, gaflet, gönülsüzlük ve zorla yapılan bir işte hayır ve bereket yoktur. Zira o işe nefsin hevâsı ve şeytan karışmıştır. Sâlih ameller ve güzel davranışlar, helâl lokma ile mümkün olur. Helâl lokma da gafletle değil, kalp huzûru ile, uyanık olarak yenmelidir. Bütün vakitlerde vuk¯uf-i kalbîye[28] riâyet etmeye ve uyanık olmaya gayret etmek, kişi için mânevî bir temrin (alıştırma) olacağından, nihâyetinde bu durum, namazda kalp huzûruna vesîle olur.”[29] Bir defasında, abdest ve temizlik işlerinde kullanılacak suyu ısıtmak için ocağa koyan talebelerin, bu esnâda boş sözlerle meşgul olduklarını işitince, onlara şu îkazda bulunmuştu: “–Bu kadarcık da mı bilmiyorsunuz? Yemek pişirirken ve su ısıtırken gönlü hazır eylemek ve lisânı mâlâyânîden muhâfaza etmek gerekir. Bu durumda o su ile abdest alan ve o yemekten yiyenin gönlünde huzur ve uyanıklık meydana gelir. Gafletle ısıtılan sudan abdest alan ve gafletle pişirilen yemekten yiyen kişinin gönlünde ise zulmet ve gaflet meydana gelir.”[30]

NAKŞİBEND HAZRETLERİNİN İLMİ VE AMELİ

Şâh-ı Nakşibend Hazretleri şöyle buyurur: “Abdülhâlık Gucdüvânî Hazretlerinin emrettiği şekilde Resûlullah Efendimiz’in hadîs-i şerîflerini ve ashâb-ı kirâmın haberlerini araştırmaya gayret ettim. Âlimlerin meclisine devam edip hadîs-i şerîf dersleri aldım, sahâbe-i kirâmın haber ve rivâyetlerini öğrendim. Bunların her biriyle amel edip, Allâh’ın inâyetiyle neticelerini üzerimde müşâhede ettim.”[31] Nakşibend Hazretleri bir taraftan tekkedeki hizmetlere koşarken diğer taraftan da ilim tahsil ederdi. Kendisi şöyle anlatır: “Dîggerânî(Kışlâkî) Hazretlerinden tefsir ve hadis dersleri alıyordum. O günlerde yolum Nesef’e düşmüştü. Hocam orada bağ bakımı yapmaktaydı. Bahçede ılgın ağacı çok olduğundan bir baltaya ihtiyaç duyulmuş. Hocam: «–Bizim baltamız Buhâra’da Hüsâmeddin Efendi’nin yanında asılı kaldı.» buyurdu. Derhâl onun hatırından geçen mânâyı anladım. Haberleri olmadan hemen Nesef’ten Buhâra’ya giderek istedikleri baltayı ertesi gün kendilerine getirdim.”[32] Şâh-ı Nakşibend Hazretleri, Hakîm TirmizîHazretlerine (vefâtı h. ) çok ehemmiyet verir, onun rûhâniyetinden, fikirlerinden ve eserlerinden istifâde ederdi. Muâsırı olan büyük âlimler ve sâlih zâtlarla da devamlı sohbet ederdi. Bir gün, büyük âlimlerden Hamîdüddîn Şâşî Hazretlerini ziyarete gitmişlerdi. Ona: “–Öz, kabuğun himâyesindedir. Eğer kabukta bir hastalık olursa öze bulaşır.” deyince, Mevlânâ Hamîdüddîn bu söze hayran kaldı.

Nakşibend Hazretleri sözlerine devamla: “–Bizler kıymetli âlimlerden bolca fazîlet meyveleri toplayan insanlarız.” buyurdular.[33] Devrin âlimlerinden Hoca Yûsuf Hazretleri, zaman zaman Nakşibend Hazretleri’nin meclisine gelip sohbet dinler ve ihtiyaç olduğunda dervişlerin dînî meselelerini hallederdi.[34]Alâüddîn Attâr Hazretleri şöyle buyurmuştur: “Nakşibend Hazretlerine, o devirde yaşayan büyük âlimlerin alâka, muhabbet, sadâkat ve iştiyakları çok fazla idi. Hattâ nice talebe ve büyük müderrisler, medreseyi tamamen terk ederek, hattâ vazife îcâbı kendilerine verilmiş olan vakıf mallarını da iâde ederek, gece gündüz onun sohbetleriyle müşerref olmuşlardır. Bir gün çok sayıda Buhâralı âlim, Hazret-i Hâce’nin huzûrunda toplandılar. İçlerinden bâzı mutaassıp kimseler: «–Bugün medreselerimizde ilim ve tahsilin aydınlığı kalmadı. İlmî tartışma, araştırma ve incelemeye ehemmiyet verilmez oldu. Çoğu talebe, sizin yolunuza meylederek ilim ve tahsilin zevkini bir kenara bırakıp fenâ ve atâlet köşesine çekildiler. Bu ne hâldir?» deyince Şâh-ı Nakşibend Hazretleri onlara: «–Ey ulemâ-yı kirâm topluluğu! Şerîat yolunda biz size bağlıyız ve sizin peşinizden gideriz.

Sizler Fahr-i Âlem Efendimiz’den ne nakleder ve beyan buyurursanız, biz ona tâbî oluruz. Eğer bizim yolumuzda Rasûlullah Efendimiz’in Sünnet-i Seniyye’sine muhâlif bir şey varsa bize gösterin, onu terk edelim. “Eğer bilmiyorsanız ehl-i zikre sorunuz!” (el-Enbiyâ, 7) âyet-i kerîmesi mûcibince bizi îkâz edin, hidâyet yolunda mıyız, yoksa değil miyiz haber verin!» buyurdular. Âlimlerin tamamı: «–Biz sizin yolunuzu etraflıca araştırdık. Sünnet-i Seniyye’ye uymayan bir şey yoktur.» diye cevap verdiler. Fakat aralarında Molla Hord isminde devrin büyük âlimlerinden biri vardı. O: «–Şu sizin giydiğiniz aba, iki yönden şöhret sebebidir. Birincisi, aba dervişlerin en çok övündükleri şeydir. Diğeri de aba giymekle kendinizi imtiyazlı addediyorsunuz. Bu câiz midir? Şöhrete sebep olan şeyler kişiyi âfete sürükler!» dedi. Hâce Hazretleri: «–Bu bizim üzerimizdeki aba, imtiyaz ve şöhreti gerektirecek kadar kıymetli bir şey değildir. Derviş elbiselerinin orta hallisidir. Fakat mâdemki dedikoduya sebep oluyor, biz de onu giymeyiz!» buyurdular ve hemen çıkarıp oradaki bir dervişe hediye ettiler.” Şâh-ı Nakşibend Hazretlerinin bunun gibi nice fazîletlerine ve güzel ahlâkına şâhit olan Buhâralı âlimler nihâyetinde: “–Nasıl ki görebilmek için gözün beyazı ile siyahına ihtiyaç varsa, bizim de o şekilde size ihtiyacımız vardır.” dediler.[35] Bir defasında Nakşibend Hazretlerine: “–Bir kişi «mantık ilmi»ni okursa, hangi niyetle okusun?” diye soruldu. O da: “–Hakkı bâtıldan ayırt etmek niyetiyle okusun!” buyurdular.[36] Şâh-ı Nakşibend Hazretleri, iyi bir hadis tahsili gördüğü için sohbetlerinde sık sık hadîs-i şerîfleri îzah eder ve tasavvufî şerhler yapardı. Arapça, Türkçe ve Farsça’ya vâkıftı.[37]

NAKŞİBEND HAZRETLERİNİN İSTİKAMETİ

Şâh-ı Nakşibend Hazretleri şöyle buyurmuştur: “Hârikulâde fiillerin ve kerâmetlerin zuhûruna fazla meyletmemek îcâb eder. Esas mârifet, istikâmet üzere olmaktır.”[38] “Hârikulâde hâl ve kerâmetlere, amelde istikâmet üzere olmak ve Sünnet’e bağlılık şartıyla îtimâd edilebilir. Sünnet’e bağlılık olmazsa bu tür zuhûrâta îtimâd edilmez.”[39] Allah dostlarından bir zâtın şu sözünü naklederlerdi: “Eğer velî, bir bahçeye girse ve ağaçların her bir yaprağı ona «Ey Allâh’ın velîsi!» diye nidâ etse, onun, zâhiren ve bâtınen o sese iltifat etmemesi lâzımdır. Bilâkis her an kulluk, takvâ ve tazarrû hâlini daha fazla artırmaya gayret ve titizlik göstermelidir. Bu makamda kemâl mertebesi, Hazret-i Muhammed Mustafâ Efendimiz’e muhsustur. Resûlullah her ne kadar pek çok ilâhî nîmet ve ikrama nâil olsalar da, yine kulluk, ilticâ ve tazarrû hâllerini artırır ve bu hususta;«Şükreden bir kul olmayayım mı?» buyururlardı. (Buhârî, Teheccüd, 16)”[40]

Yine Nakşibend Hazretleri, Sülemî’nin şu güzel sözünü naklederdi: “İstikâmeti taleb et, kerâmeti taleb etme! Rabbin senden istikâmet istiyor, nefsin ise kerâmet istiyor.”[41] Nakşibend g fânîlerin iltifatlarından kendini koruyabilmek için kerâmetlerini gizlerdi. Bir gün kendisinden kerâmet taleb ettiklerinde: “–Bizim kerâmetimiz ortadadır. Zira bu kadar günah yükümüz varken hâlâ yeryüzünde yürüyebiliyoruz.” buyurdular.[42] Müridleri, kendisinde gördükleri kerâmetlerden bahsedince de: “–Onlar müridlerin kerâmetleridir.” diyerek tevâzû gösterdiler.[43] Kendilerinden hârikulâde hâller zuhûr ettiğinde ise, dervişlerine dâimâ şu tembihte bulunurlardı: “–Ey dostlar! Bizim bu hâllerde irâdemiz yoktur. Yani bunun gibi keyfiyetlerin zuhûru bizim talebimizle değildir, Allah tarafındandır. Fakir, müflis, âciz ve pür-taksîr olandan bir şey zuhûr etmez!” Yine şöyle buyurmuşlardır: “Resûlullah Efendimiz, mevcûdâtın en kâmili ve Allâh’a en yakını olup duâları makbûl olduğu hâlde, ona şu hitap vâkî olmuştur: «…Attığın zaman Sen atmadın, lâkin Allah attı» (el-Enfâl, 17)

O hâlde düşünmek îcâb eder ki, bizim gibi bîçâre ve âciz ümmetinin hâli nasıldır?! Dervişlerden zuhûr eden hârikulâde hâllerde kendilerinin bir hissesi yoktur. Belki o tür şeyler, tâliplerin Hak yolundaki ufuklarının açılması içindir.”[44] “«Herkes koşmakla avı yakalayamaz. Avı, devamlı takip eden kişi yakalayabilir.» Bunun için, devamlı ve istikâmet üzere çalışmak îcâb eder.”[45] İstikâmetten azıcık sapmak bile, kişinin mâneviyâtı üzerinde hemen tesirini gösterir. Bunun için Nakşibend Hazretleri: “Velî olan kişiden, zelle türünden her ne hatâ zuhûr etse, bu onun tevâzûdaki kusurundan kaynaklanır.” buyurmuşlardır.[46]

NAKŞİBEND HAZRETLERİNİN SÜNNETE İTTİBASI

Şâh-ı Nakşibend Hazretleri tarîkatini, “Resûlullah Efendimiz’in Sünnet’ine ve ashâbının sözlerine tâbî olmak” diye hulâsa ederdi. Sünnet-i Seniyye’yi hayatının her alanında tatbik etmekten büyük bir zevk alırdı.[47] O derecede ki, oğlu vefât ettiğinde şöyle buyurmuşlardı: “–El-hamdü lillâh, bu da Peygamber Efendimiz’in Sünnet-i Seniyye’sindendir. Zira O’nun da evlâtları sağlığında vefât etmişti. Efendimiz’in başına gelen hâllerin çoğu bizde de zuhûr eyledi.”[48] Bahâüddîn Nakşibend Hazretleri bu gayret ve hassâsiyeti sebebiyle; “مُحْيِى سُنَنِ سَيِّدِ الْمُرْسَلِينَ/ Resûllerin Efendisi’nin Sünnet’ini ihyâ eden ve مُوَضِّحِ اٰثاَرِ الصَّحَابَةِ / sahâbe-i kirâmın yolunu açıklayan” gibi sıfatlarla yâd edilmiştir.[49] Şâh-ı Nakşibend Hazretleri, Yâkub Çerhî Hazretlerine: “Gücün yettiğince Resûlullah Efendimiz’in; «Seninle alâkasını kesene sen sıla-i rahimde bulun, sana vermeyene ver, sana zulmedeni affet!»[50] hadîs-i şerîfiyle amel etmeye çalış!” tavsiyesinde bulunmuştur. Bunların hepsi de nefsin zıddınadır, ama böyle yapıldığında faydası pek çoktur.[51]

NAKŞİBEND HAZRETLERİNİN İBADET HAYATI

Bahâüddîn Nakşibend Hazretleri ibadetler hususunda çok hassas idi. Bunun bir misâlini kendisi şöyle nakleder: “Tevbe etmek nasîb olduğu zaman Rivertun köyünde ikâmet ediyordum. Namazlarımı mescidde cemaatle kılmaya îtinâ gösterirdim. Tesâdüfen bir vakit namazı cemaatle kılamamıştım. O mescidin, takvâ sahibi, âlim bir imamı vardı. Bana: «–Ben seni meydanda saf tutan, yani cemaate devam eden bir yiğit olarak tasavvur ederdim, meğer sen safı ihmâl edenlerdenmişsin!» dedi. Ben: «–Efendim siz bizi, meydanda saf tutan olarak tasavvur buyurmuşsunuz ama, hakîkatte biz kalpleri perdeli olanlardanız.» dedim.

Allah rahmet eylesin, o büyük zâtın dilinden şu (mânâya gelen bir) beyit sâdır oldu: «Aşk pazarında, yüzü kirli kalbi satın almazlar. Hâlis bir kalp gerekir ki ateşten temiz olarak çıkabilsin!» Bu söz, içime dert oldu. Onun ateşi gönlümde her an yanıp durdu ve o kararsızlık hâli bende artarak devam etti.”[52] Şâh-ı Nakşibend g ibadetlerin mânevî tekâmül yolundaki ehemmiyetini de şöyle ifâde buyurmuştur: “«Mecaz, hakîkatin köprüsüdür.» denilmiştir. Bundan kastedilen şudur: Zâhirî, bâtınî, kavlî ve fiilî olan bütün ibadetler mecazdır. Bu tarîkate girenler; bütün ibadetlere ihtimam gösterip bu merhalelerden geçmedikçe, (îmandan ihsâna yolculuk yapmadıkça) hakîkate vâsıl olamazlar.”[53] Yine şöyle buyurmuşlardır: “Seherlerde ve akşam namazından sonra bâtınî derslerle meşgul olmak ve nâfile namazlara devam etmek îcâb eder.”[54]

TEVAZU VE HİÇLİK

Nakşibend Hazretleri, yeri geldikçe şöyle buyururlardı: “Bu yüce tarîkate sülûk edenlerin en kârlısı; tam bir niyaz, tevâzû ve tazarrû hâlinde yaşayıp yüksek himmet sahibi olanlardır. Bizi bu kapıdan geçirdiler. Ne bulduysam, niyaz, mahviyet, hiçlik ve yoklukta buldum.”[55] Nitekim Hâce Hazretlerinin şu sözü de, onun bu hâlet-i rûhiyesine tercümân olmaktadır: Âlem buğday ben saman, Herkes yahşi ben yaman! [Herkes iyi, kötü olan benim.] Hakîkaten bütün Allah dostlarını zirveleştiren sır; bu tevâzû, hiçlik ve yokluk hâlidir. Bunun içindir ki ârif zâtlar; “Sen çıkınca aradan, kalır seni Yaratan!” buyurmuşlardır. Şâh-ı Nakşibend Hazretleri de Hakk’a vuslat yolunda mesâfe alabilmenin, tevâzû ve hiçlik libâsına bürünerek kalpteki benlik kirini-pasını silip atmaya bağlı olduğunu şöyle ifâde buyururdu: “Bu yolda hiçliğe bürünmek, varlığı terk edip yokluk izhâr etmek ve mütevâzı olmak, büyük bir kârdır. Bunlar, büyük bir devlete nâil olmanın ipuçlarıdır.”[56] “Bu yola gönül verenler, kendi nefislerini Firavun’dan yüz derece daha beter görmezlerse, bu yola girmiş sayılmazlar.”[57] Burada şunu da ifâde etmek gerekir ki, Firavun kâfir olduğu için, Allah katında hiçbir mü’minin ondan daha aşağı olması düşünülemez. Bununla birlikte nefs, insanın ebedî hayatı için o kadar tehlikelidir ki, zararının büyüklüğünü açıkça ifâde edebilmek için Hazret, kesretten kinâye olarak böyle bir mübâlağada bulunmuştur. Öte yandan herkesin âkıbeti meçhuldür. Bu itibarla bir insan, küfürde Firavun derecesinde şiddetli olsa bile, son nefesinden önce hidâyete ererek bütün günahlarından arınma ihtimâli vardır. Bu sebeple mü’min, Allâh’ın kullarını hor görerek kendisinde bir üstünlük vehmetme gafletinden titizlikle sakınmalıdır.

Şu hâdise, Şâh-ı Nakşibend Hazretlerinin tevâzû ve hiçlik ufkunu ne güzel ifâde etmektedir: Hâce Hazretleri bir defasında Kûfîn adlı yere gitmişti. Kendi dervişleri ve o beldenin halkından büyük bir kalabalık, peşinden gidiyordu. İnsanların bu kadar alâkasını çekmiş olmaktan müteessir olan Nakşibend Hazretleri ağlamaya başladı. Onun bu hâlini görenler de ağladılar. Fakat Hazret’in niçin ağladığını anlayamadılar. Bir müddet sonra Nakşibend g ilâhî azamet karşısındaki yokluk ve hiçliğini ifâde sadedinde, kendine hitâben: “–Bu haraplık, bu âcizlik, bu tükenmişlik ve bu beceriksizlik bende mevcutken, hiç kimseye selâm verip almaya bile lâyık değilim. Hak Teâlâ beni halkın arasında rüsvâ eylemiştir, halkı benimle meşgul kılmıştır.” diyerek döktükleri gözyaşlarının sebebini beyan buyurdular. “Hiç kimse hâlimden haberdar değil!” diyerek içli içli inledikten sonra şu (mânâya gelen) beyti okudular: “Eğer bilselerdi beni kovarlardı şehirden. Eyvah eyvah! Kimsenin haberi yok hâlimden!”[58] İşte o büyük Hak dostlarını yücelten de, gönüllerindeki bu rikkat ve hassâsiyettir. Demek ki insana her nerede bir benlik hissi gelse, derhâl Hak Teâlâ’ya sığınarak onu defetmeye çalışmalı ve bu hususta son derece dikkatli olmalıdır.

Nesefli bir mürîd, komşusuyla çekişmiş ve onun kalbini kırmıştı. Buna çok üzülen Nakşibend Hazretleri, Buhâra’dan kalkıp Nesef’e gitti. Şehre girer girmez doğruca gönlü kırılan zâtın hânesine yöneldi. Kapısına varıp: “–Bu cürmü bize bağışlayın, suç bizimdir!” diye büyük bir tevâzû ve mahviyet içinde ricâda bulundu. Neticede mürîdinin komşusunun gönlünü aldı. Nakşibend Hazretlerinin bir gönül yapmak için tâ Buhâra’dan kendi beldelerine gelmiş olması, bütün Neseflileri hayran bıraktı ve onların pek çoğu bu mürşid-i kâmilin mürîdi oldular.[59]

  • Şah-ı Nakşibend ve Muhammed Pârsâ Hazretleri Hikâyesi

Hâce Hazretlerinin ihlâslı talebelerinden Müsâfir Hârezmî şöyle anlatır: “Bir gün Hâce Bahâüddîn Hazretleri hizmet için bir binâ yaptırıyordu. Bütün dervişler oradaydı. Hepsi de toprağa bulanmış bir hâlde îtinâ ile çalışıyorlardı. Muhammed Pârsâ Hazretleri çamur karmakla vazifelendirilmişti. Güneş tam tepeye gelmiş, hava iyice ısınmıştı. Nakşibend Hazretleri, çalışanların bir müddet istirahat etmelerini emretti. Herkes elini ayağını yıkayıp gölgelik bir yere çekildi. Yorgun oldukları için, oldukları yerde uyuyakaldılar. Muhammed Pârsâ Hazretleri de çamur kardığı yerde uykuya daldı. Onlar bu hâlde iken Hâce Hazretleri çıkageldi. Bütün sûfîlere nazar etti. Sonra Muhammed Pârsâ’nın yanına vardı. Onun bu hâlini görünce duygulanıp mübârek yüzlerini Muhammed Pârsâ’nın ayaklarına sürerek: «İlâhî, bu ayaklar hürmetine Bahâüddîn’e rahmet eyle!» diye duâ etti.”[60]

  • Amellerin Kusuru Olur Mu?

Alâüddîn Attâr Hazretleri şöyle buyurur: “Acziyetini idrâk edip tevbe etmekten başka kurtuluş ümidi yoktur! Sâlik, dâimâ kendi amellerinin kusurunu görüp eksikliğini bilmeli, acziyet ve günahkârlıktan kaynaklanan pişmanlığın lûtuf ve kerem sebebi olduğunu düşünerek Hakk’a ilticâ etmelidir. Şâh-ı Nakşibend Hazretleri, talebelerine dâimâ bu hâli emrederek; «Beni devamlı bu sıfatta tuttular!» buyururdu.”[61]

Şâh-ı Nakşibend Hazretleri şöyle buyurmuştur: “Gönül ehlinin yolu; yaptığı sâlih ameli az görmek, tevâzû, hiçlik, yokluk ve acz hâlinde bulunmak, amellerini kusurlu, hâllerini noksan bilmektir. Nefsin enâniyetinin kırılması hususunda, kendini kusurlu görmek kadar faydalı başka bir şey yoktur. Peygamberlerin bile zelle, yani küçük hatâlara düşmelerinin hikmetlerinden biri de budur.

Tevbenin hakîkati; günahların aslı olan kibir, gurur ve benlik duygusundan vazgeçerek acziyeti idrâk etmektir. Bu da, nefsin hodgâmlığını tanıyıp onun mâneviyâta verdiği zararı fark ettikten sonra gerçekleşir. Kişi bu elem ve acziyet içindeyken gönlünden Hak Teâlâ’ya yalvarır ve inler. İşte tevbenin hakîkati budur. «Yâ Rabbî! Halk Sen’den korkar, ben ise kendimden korkarım! Zira yâ Rabbî, Sen’den hep iyilik, kendimden ise hep kötülük gördüm.» Ehlullah’ta bir kusurun meydana gelmesi, onların nefsânî hâllerini ve benliğini yok etme hikmetine binâendir. Nitekim Mûsâ’nın (a.s.), şerîate bağlılık duygusuyla Hızır’ın (a.s.) yaptığı îtirazların hikmetlerinden biri de budur. Mûsâ (a.s.), îtirazlarında hatâlı olduğunu anladı ve benliği yok oldu.”[62]

Nakşibend Hazretlerinin, henüz hayatta iken söz ve menkıbelerini derleyip yazmak isteyen Hâce Hüsâmeddîn Yûsuf’a müsâade etmemesi de onun yüksek tevâzuunu gösteren diğer bir hâdisedir.[63]

ŞAH-I NAKŞİBEND HAZRETLERİNİN CÖMERTLİĞİ

Şâh-ı Nakşibend Hazretleri dünya malına ehemmiyet vermeyip fakir olarak yaşamayı tercih etmesine rağmen, infak, ikram ve ihsanları çok üst seviyede idi. Ona birisi bir hediye getirse, Resûl-i Ekrem’in Sünnet’ine ittibâ ederek, o kişiye mislini yahut birkaç katını ihsân ederdi. Feyizli sohbetleri vesîlesiyle Nakşibend Hazretlerine tâbî olan cemaatte de bu güzel vasıflar görülürdü. Bu ahlâk üzere yetişen müridleri, eğer evlerine bir dost veya bir misafir gelse, külfete girmeden yemek hazırlayıp yedirir ve elden gelen her türlü ikramı yaparlardı. Hattâ gerektiğinde îsarda bulunmaktan, yani din kardeşlerini kendi nefislerine tercih ederek kendilerinin de muhtaç oldukları şeyleri ikram etmekten çekinmezlerdi. Meselâ misafirleri gece yatıya kaldığında, bir tek elbiseden başka bir şeyleri olmasa bile onu misafire verir, kendileri bunu hissettirmeden soğuk havaya tahammül etmeye çalışırlardı.[64]

ŞAH-I NAKŞİBEND HAZRETLERİNİN HİZMETİ

Şâh-ı Nakşibend Hazretleri bir defasında talebelerini hizmete teşvik etmek için; “gençliğinde Buhâra’da bulunan bütün medreselerin helâlarını temizlediğini” ifâde buyurmuş ve sözlerine şöyle devam etmiştir: “…Üstâdım bana; «–Kalplere dikkat et! Düşkünleri, zayıfları ve gönlü kırıkları gözeterek onlara hizmet et! Halkın küçük gördüğü ve iltifat etmediği kişilere sen iltifat et ve onlara karşı tevâzû ve mahviyet göster!» tavsiyesinde bulundu. Ben de üstâdımın işaret ettiği üzere bir müddet bu hizmetlerle meşgul oldum. Sonra, tekrar o aziz dost bana buyurdu ki: «–Hayvanların bakımını da tevâzû ve îtinâ ile yerine getir. Zira hayvanlar da Allah Teâlâ’nın mahlûkudur. (Onlardaki tecellîleri müşâhede et! Onlara Hâlık’ın şefkat nazarıyla bakmaya gayret et!) Hasta ve yaralı olanların tedâvisiyle meşgul ol!» Bu emir üzerine hayvanların hizmetlerini görmeyi kendime vazife edindim. Bir müddet bu şekilde devam ettim. Şayet yolda önüme bir hayvan çıksa durur, o hayvan geçip gidene kadar öylece kalır, önüne geçmezdim. Yedi sene bu minvâl üzere günlerim geçti. Tekrar o aziz dost bana şöyle buyurdu: «–Bu mübârek dergâhın köpekleri ile de samimiyetle meşgul ol ve aralarından sana saâdet ufuklarının açılmasına vesîle olacak birini ara!»

Ben üstâdımın işaretleriyle bu hizmeti de ganimet bildim ve ona sıkıca sarıldım. Bir gece bir köpeğe rastladım. Beni çok farklı bir hâl kapladı. Onun yanında Allâh’a niyaz ve tazarrûda bulundum. Hüngür hüngür ağlamaya başladım. Ben bu hâldeyken o hayvancağız, arkasını yere koyarak yüzünü semâya doğru çevirdi, ön ayaklarını yukarı kaldırdı ve hazin hazin inlemeye başladı. Ben de ellerimi kaldırdım, kırık bir kalp ile niyâz edip «Âmîn!» diyordum. Bu vaziyet, onun susup normal hâline dönmesine kadar devam etti… Yine aziz üstâdım bana: «–Yol ve geçitlerin bakımı ile meşgul ol! Eğer yol üzerinde insanların hoşlanmayacağı bir şey görürsen onu kaldırıp temizle ki oradan geçenlere bir zarar gelmesin!» dedi. Bundan sonra o hizmetle meşgul olmaya başladım. Öyle ki, bahsettiğim bu yedi sene zarfında üstüm başım hep toz toprak içinde olurdu. O Allah dostunun bana emrettiği her ameli, büyük bir sadâkatle yerine getirdim. O amellerden her birinin kendi ahvâlim üzerindeki neticelerini de müşâhede ettim.”[65] Şâh-ı Nakşibend Hazretleri, Emîr Külâl Hazretlerinin tekkesindeki ocağa, sırtında odun taşırdı. Yine, köyündeki câmi inşâ edilirken başının üzerinde çamur harcı taşımış ve şu mânâya gelen bir beyit okumuştur: “Yâ Rabbî, Sen’in yolundaki her işi cân u gönülden yaparım! Ey mescid, senin yükünü başımda taşırım!”[66]

ŞAH-I NAKŞİBEND HAZRETLERİNİN AHLAKI

Alâüddîn Attâr Hazretleri şöyle buyurur: “Üstâdımız Şâh-ı Nakşibend Hazretlerinin ahlâkı pek ulvî idi. Şayet bir dostu evine gelse, bizzat hizmet eder, en güzel şekilde izzet ü ikramda bulunur ve her türlü îtinâyı gösterirdi. Misafirin bineğine de son derece îtinâ ile bakardı. Öyle ki, o dostun zihni artık bineğini düşünmekten kurtulurdu.”[67] Nakşibend Hazretlerinin müridlerinden Şeyh Şâdî şöyle anlatır: “Bir dostu veya bir misafiri geldiğinde, Nakşibend Hazretleri, o zâtın hizmetini îfâ ettikten sonra, bineğinin su ve yemini de hazırlardı. Her türlü hizmeti nîmet bilirdi. Evine, kendi terbiyelerinde olan dervişler bile gelse, onların tahâret ve temizliği için lâzım olan malzemeyi dâimâ kendisi tedârik eder ve; «Bu hizmetlerin hepsi benim canıma minnettir.» derdi. Hâce Hazretleri bir mürîdinin evini şereflendirdiği zaman ise, onun çocuklarını, yakınlarını, hizmetçilerini, binek hayvanlarını, hattâ tavuklarını bile sorar, her birine bir vesîleyle iltifat eder ve gönüllerini alırdı.”[68] Bir mecliste yemek hazırlandığı zaman, onu hazırlayanlara bizzat kendi elleriyle o yemekten ikram ederdi.[69] Talebelerinden biri şöyle anlatıyor: “Benim Nakşibend Hazretlerine intisâb edip gönülden bağlanmamın sebebi şudur: Bir gün Buhâra’da dervişler toplanıp hasta olan Hâce Hazretlerine geçmiş olsun ziyaretine gittiler. Ben de onlara katıldım. Nakşibend Hazretleriyle Bâğ-ı Mezâr denilen yerde görüştük. Hastayken dahî dervişleri güler yüzle karşıladılar. Hemen gidip kesilecek koyunları hazırladılar. Hattâ koyunların birini mübârek sırtlarında getirip yemeğin pişirilmesiyle de bizzat meşgul oldular. İşte onun bu güzel ahlâkı beni muhabbetlerinin esîri eyledi.”[70]

  • Zor Meseleleri Halleden Hocaefendi

Şâh-ı Nakşibend Hazretleri herkesin meselesini halletmek, problemini çözmek için gayret ederdi. Bu sebeple kendisine “Hâce-i Müşkil-güşâ: Zor meseleleri halleden Hocaefendi” denilirdi.[71] Şâh-ı Nakşibend Hazretleri şöyle buyururlardı: “Hak dostları, halkın yükünü ve zahmetini, onların ahlâkını güzelleştirmek için çekerler. Hakk’ın nazarının bulunmadığı hiçbir kalp yoktur. O kalbin sahibi bunu ister bilsin, ister bilmesin! İşte ehlullah, bu sebeple halkın yükünü çekerler ki, gönül almaya muvaffak olsunlar da o kalpteki nazar-ı ilâhîden kendilerine de feyz gelsin!”[72]

NAKŞİBEND HAZRETLERİNİN SOHBETE VERDİĞİ EHEMMİYET

Bir dervişten nakledilmiştir: “Şâh-ı Nakşibend Hazretleri, Allah dostlarının sohbetlerinin büyük bir nîmet olduğunu her vesîleyle ifâde eder ve; «Bu nîmetten uzak kalmak, bu yolun yolcularının kusurlarındandır.» buyururlardı. Bu âciz kul, Hâce Hazretlerinin sohbet-i saâdetlerine mazhar olmak için Semerkand’dan Buhâra’ya gittiğimde, Nakşibend Hazretlerinin talebelerinin en fazla ehemmiyet verdikleri şeyin, imkân nisbetinde bütün namazları cemaatle mescidde edâ etmek ve Hazret’in sohbetindeki feyz ve rûhâniyetten nasiplenmek gibi hususlar olduğunu gördüm.”[73] Şâh-ı Nakşibend Hazretleri şöyle buyururlardı: “Kişi, insanlarla beraber olup onlara hizmet edince, halvete çekildiği zamanlardan daha fazla gönül huzûru elde eder. (Yani kesrette vahdeti yakalar, kalabalıklar içindeyken Cenâb-ı Hak ile beraber olabilirse, gönlü daha fazla huzûra kavuşur.) Bizim yolumuzda gönül âlemi ancak bu şekilde inkişâf eder. Bizim yolumuz sohbet yoludur. Halvette şöhret, şöhrette ise âfet vardır. Hayır ve bereket, birlik ve beraberliktedir. Birlikte olmak, sohbetle mümkündür. Ancak bu hâlin gerçekleşmesi, sohbetin faydalı olması şartına bağlıdır. Bir kişinin başkasıyla sohbeti ise benliği terk edip hiçliğe bürünmekle hâsıl olur.”[74] “Bizim sohbetimize gelenlerin bir kısmının kalbinde muhabbet tohumu varsa da, dünyaya olan alâkaları ve bunun oluşturduğu pislik sebebiyle bu tohum filiz verip büyüyemez. Bize düşen vazife, onların kalbini bu nefsânî arzulardan temizleyerek muhabbet tohumunu filizlendirmektir. Bâzılarının kalbinde ise muhabbet tohumundan eser yoktur. Biz onların kalbinde muhabbet oluşması için himmet ederiz.”[75]

NAKŞİBEND HAZRETLERİNİN VEFATI

Şâh-ı Nakşibend Hazretleri yaşlılık döneminde tekrar hacca gitti. Bu yolculuktan dönerken hastalandı. Talebelerinden şöyle nakledilmiştir: “Şâh-ı Nakşibend Hazretleri, ölümü çok yâd ederlerdi. Bilhassa hayatının son günlerinde; «Dostların gittiği o âhiret âlemi ne güzeldir!» buyurup Hâcegân büyüklerini anarlardı. Hâce Hazretleri, vefatlarına yakın bir zamanda da, Hazret-i Ayşe vâlidemizden rivâyet edilen şu hadîs-i şerîfi tekrar ederlerdi: «Benim ülü’l-azm kardeşlerim ile rusül-i kirâm hazarâtı bundan daha şiddetli belâlara sabrettiler. O hâlleriyle giderek Rab’lerine vâsıl oldular. Cenâb-ı Hak onlara pek büyük ikramlar ve pek çok sevaplar ihsan buyurdu. Dünyadaki refah seviyemi yükseltmekten hayâ ederim. Öyle yaparsam belki yarınki nasîbimden noksanlaştırılır da kardeşlerimden geri kalırım. Şu dünyada birkaç gün sabretmek, bana, yarın âhiretteki nasîbimin noksanlaşmasından daha iyi gelir. Şu anda bana, ashâbıma ve kardeşlerime kavuşmaktan daha sevimli başka bir şey yoktur.» (Gazâlî, İhyâu Ulûmi’d-Dîn, III, 82)”[76]AlâüddînAttâr Hazretleri şöyle buyurur: “Hâce Hazretlerinin son anlarında Yâsîn-i Şerîf okuyorduk. Yarısına geldiğimizde nurlar zâhir olmaya başladı. Hâce Hazretleri kelime-i tevhîdi söyleyerek son nefeslerini verdiler. Yaşları 73’ü doldurmuş, 74’e ayak basmıştı. Vefatları 3 Rebîulevvel ’de (1 Mart ) pazartesi gecesi vâkî oldu.”[77]

NAKŞİBEND HAZRETLERİNİN TÜRBESİ NEREDE?

Şâh-ı Nakşibend Hazretleri, Buhara yakınlarında Kasr-ı Ârifân’daki bahçesine defnedildi. Cenâzesi taşınırken şu beytin okunmasını vasiyet etmişlerdi: Senin köyüne gelen müflisleriz! Allah için cemâlinden bir nebze lûtfeyle![78] Büyük Hak dostlarından Abdülkuddûs Hazretleri, bir keşfindeki[79] müşâhedelerini şöyle nakleder: “Hâce’mizin defin işlemleri bittiğinde, nurlu kabirlerinde mübârek yüzlerinin bulunduğu taraftan; «Kabir, cennet bahçelerinden bir bahçedir»[80] hükmünce cennetten bir pencere açıldı. İki hûri çıkageldi. Selâm verdikten sonra Hâce Hazretlerine: «–Allah Teâlâ Hazretleri bizi sizin için yarattı. Tâ o zamandan beri biz siziniz ve size hizmet etmek için beklemekteyiz.» dediler. Şâh-ı Nakşibend Hazretleri onlara: «–Benim Hak Sübhânehû ve Teâlâ Hazretleri ile bir ahdim var. O’nun emsalsiz ve eşi benzeri olmayan cemâli ile müşerref olmadıkça hiçbir şeyle meşgul olmayacağım.» buyurdular.”[81]Yâkub Çerhî Hazretleri şöyle anlatır: “Nakşibend Hazretleri’nin vefât ettiğini işitince çok üzülüp ağladım. O gece rüyamda Hazret-i Hâce’nin bana; «…Şayet O ölür veya öldürülürse gerisin geriye mi döneceksiniz?..» (Âl-i İmrân, ) âyet-i kerîmesini okuduğunu gördüm. Sonra; «Zeyd bin Hârise (r.a.) buyurmuştur ki…» dediler. Uykudan uyanınca bu âyet-i kerîme ile bana işaret edilmek istenen mânâyı anladım. Yani, onların güzel terbiye ve şefkatli nazarları, rûhâniyet âleminde de aynen âlem-i şühûddaki gibi devam etmektedir. İkinci gece yine Hazret-i Hâce’yi rüyamda gördüm: «Zeyd bin Hârise (r.a.); “Dîn birdir ve dâimdir.”buyurdular.» diye önceki sözlerini îzah ettiler. Sahâbeden Zeyd bin Hârise’yi (r.a.) örnek göstermekle, yollarından ayrılmamam gerektiğini beyân ediyorlardı. Zira Zeyd (r.a.) Resûlullah Efendimiz’in evlâtlığı idi ve O’ndan hiç ayrılmamıştı. Hâcegânımız, tâliplerini hemen kabûl etmezler, fakat kabûl ettikten sonra da onlar evlâtları hâline gelirler. Başka bir sefer rûhâniyetlerini gördüğümde kendilerine: «–Yarın kıyâmette sizi nasıl bulacağız?» diye sordum: «–Şerîate bağlılıkla» yani, dînin emirlerine uygun amel etmekle, buyurdular. Bu rüyalardan anlaşıldığına göre, meşâyıh-ı kirâm, hayattayken de vefât ettikten sonra da müridlerini terbiye ederler. Onların rûhâniyetlerine teveccüh edip kalbî irtibat hâlinde bulunmak; kişinin kemâle ermesine, ilâhî feyz ve nurlara nâil olmasına vesîledir.”[82] Allah, onların ruhlarını aziz kılsın, ihsan ve ikramlarını üzerimizden eksik eylemesin. Âmîn! Şâh-ı Nakşibend Hazretlerinin, önceleri son derece mütevâzı bir durumda olan kabr-i şerîfleri, zamanla etrâfına mescid, medrese, tekke, misafirhâne, çeşme gibi müştemilât eklenerek büyük bir külliye hâline getirilmiştir.[83] Annesinin kabri de bugün Bahâüddîn diye isimlendirilen Kasr-ı Ârifân köyündedir. Nakşibend Hazretlerinin türbesini ziyarete gelenler, Hâce Hazretlerinin vasiyeti îcâbı, önce annesinin kabrini ziyaret ederler.

NAKŞİBEND HAZRETLERİNİN SÖZLERİ

  • “Âlem-i kuds fezâsında uçabilmek için iki kanat lâzımdır. Biri, çok amel-i sâlih işlemek, diğeri de kendini kusurlu görmek.”[84]
  • “Dâimâ Allâh’ın Lâtîf sıfatına sarıl ve O’nun fazl u keremini taleb et! Sakın amellerinin karşılığını bekleme! Kemâlât ve fazîlet olarak söz ve davranışlarından her ne zuhûr ederse etsin, onu hiçlik deryâsına atıp unut! Devamlı nefsinin kusurlarını gör!”[85]
  • Ubeydullah Ahrâr Hazretleri anlatıyor:

“Bir aziz zât, dünyadan ayrıldıktan sonra Nakşibend Hazretlerini rüyasında görmüş ve ona: «–Ebedî kurtuluşumuz için ne yapalım?» diye sormuş. Hâce Hazretleri şu cevâbı vermiş: «–Son nefeste neyle meşgul olmak gerekiyorsa onunla meşgul olun!» Yani, son nefeste nasıl ki tamamen Hak Teâlâ’yı düşünmeniz lâzımsa, hayatınız boyunca da o şekilde uyanık olunuz!”[86]

  • “Zikir telkîni, bir kimsenin eline çakmak taşı vermek gibidir. Bundan sonra iyi bir netice oluşması için amel etmek mürîde âittir.”[87]
  • “Zikirden maksat; yalnızca «Allah» ve «Lâ ilâhe illâllah» demek değildir. Belki sebepten müsebbibe (sebeplerin sebebi olan asıl fâile) gitmek ve nîmetlerin müsebbibden, yani Cenâb-ı Hak’tan geldiğini görmektir.”[88]
  • “Zikrin hakîkati, gaflet meydanından müşâhede fezâsına çıkmaktır.”[89]

[Yani zikrin lâfızda kalmayıp kalbe intikal ederek davranışlara aksetmesi lâzımdır.]

  • “Zikir, gafletin giderilmesidir. Gaflet giderildiğinde, sussan bile zikir hâlinde olursun!”[90]
  • “Namazın erkânı ve ezkârıyla meşgul olup ona tam olarak yönelmek lâzımdır. Bu, mübtedîlerin / daha işin başında olanların durumuna göre değişir. Vudû (abdest) namazında birçok ecirler olduğunu da unutma!”[91]
  • “Allah Teâlâ, görülen, işitilen, hayâl edilen, düşünülen her şeyin dışındadır. (Kelime-i tevhîddeki) « (yoktur)» ifâdesinin hakîkati, Allah Teâlâ’yı bu tür şeylerden tenzih etmektir.”[92]

[Zira Cenâb-ı Hakk’ın sıfatlarından biri de “Muhâlefetün li’l-havâdis”tir. Yani O, yarattıklarına benzemekten münezzehtir.]

  • “Her durumda hukûka riâyet etmek, Hak yoluna sülûk edenlerin edeplerindendir. Onun için maksud ve matlûba erişenler; hukuk ve âdâba riâyet etmekle erişmişlerdir.”[93]
  • “Mâsivâya, yani kulu Allah’tan uzaklaştıran dünyevî şeylere gönül bağlamak, bu yolda gidenler için en büyük gaflet perdesidir.”[94]
  • “İnsanların, Hak Teâlâ’dan uzak düşmelerinin sebebi, kendilerini uzak tutmaları ve kendi istekleriyle üzerlerine fazla dünya yükü almalarıdır. (Yani nefsânî ihtiraslarının zebûnu olmalarıdır.) Yoksa feyz-i ilâhîde kusur yoktur.”[95]
  • “Bir mevzuda gönül ehli ve aziz insanlara danışıp istişâre etmenin faydalarından biri de şudur ki, eğer işin sonunda kararın doğru çıktığı anlaşılırsa enâniyete kapılmaktan kurtulursun. Şayet kararın doğru olmadığı anlaşılırsa, kusur ve noksanlığını anlar, yine enâniyete düşmezsin.”[96]
  • “Bu yolun esâsı, kalbe yönelmektir. Kalp ile de Allah Teâlâ’ya yönelip O’nu çok zikretmektir. [Zira îman; dil ile ikrar, kalp ile tasdiktir, zihin ile tasdik değildir. Yani zikrin kalbe yerleşerek davranışlara aksetmesi lâzımdır. Neticede kul, her an ilâhî müşâhede altında bulunduğunun idrak ve şuuru içinde olmalıdır.]

Yine bu yolun esası, farz ve sünnetleri güzelce edâ etmektir. Yeme, içme, giyme ve oturmada, işlerde ve âdetlerde îtidâl hâlinde olmaktır. Kalbi, kötü düşüncelerden ve vesveseden korumaktır. Kendisine rehber olan üstâdın sohbetini büyük bir nîmet bilmektir. Üstâdının huzûrunda da, gıyâbında da edebe riâyet etmektir. Bu yoldan maksat, «Devamlı Allah Teâlâ’nın huzûrunda olma»nın idrâki içinde bulunabilmektir. Ashâb-ı kirâm zamanında buna «ihsân» denilmişti. Bu yolda ilerlerken; nefsin arzularını yok etmek, nurlara ve hâllere garkolmak, fenâ ve bekāya ulaşmak, güzel ahlâk sahibi olmak gibi makamlar elde edilir.”[97]

  • “Helâl lokma yemedikçe (mâneviyat yolunda) maksat hâsıl olmaz!”[98]
  • “Bizim yolumuzda olan sâlikin, hangi makamda olduğunu bilmemesi lâzımdır ki bu bilgisi ona perde olmasın, tevâzû ve hiçliğini devam ettirebilsin! Zira «Makâmından râzı olan kişi, kendi ilerleyişinin önüne perde çekmiş olur.»”[99]
  • “Biz, yüce devlete vuslat yolunda bir vâsıtayız. Bizden kopup Hakîkî Maksûd’a erişmek gerekir.”

Yani tâlip, fenâ mertebesine erişip Hak Teâlâ’nın bekāsına ârif olduktan sonra her şeyden sıyrılmalıdır. Bu makam, kâmil ve mükemmiller makâmıdır… Bu makâma vâsıl olan tâlip, faraza ebedî bir ömre nâil olsa bile, yine de mürşidinin kendi üzerindeki terbiye nîmetinin şükrünü edâ etmeye muvaffak olamaz.[]

  • Şâh-ı Nakşibend Hazretleri mânevî hâlleri gizlemeye dâir, şu mânâya gelen beyti sohbetlerinde sıkça okurlardı:

“İçten (Hakk’a) âşinâ ol, dıştan ise habersiz gibi (davran)! Böyle güzel bir usûl, cihanda az bulunur.”[]

  • “Cömert birinin evinde bulunan, onun ikramlarına nâil olur. Allah dostlarına hizmet ederek onların gönüllerine girenin de hâli böyledir!”[]

Dipnotlar:

[1] Nâsıruddîn Buhârî, Tuhfetü’z-Zâirîn, s. 54; Sadriddin Selim Buhârî, Bahâüddin Nakşbend Yaki Yetti Pir, s. 13; a. mlf., Teberruk Ziyâretgâhlar, Taşkent , s. [2] Şîrâzî, Tarâiku’l-Hakāik, II, [3] Enîsü’t-Tâlibîn isimli eserin müellifi olan Salâhaddîn bin Mübârek el-Buhârî, / senesinde Alâüddîn Attâr Hazretlerinin vâsıtasıyla Şâh-ı Nakşibend Hazretlerine intisâb etmiştir. Nakşibend Hazretleri, kendisi hayattayken böyle bir eserin te’lifine müsâade etmemiş, ancak vefatlarından sonra müellif istihâre yaparak mânevî bir işaretle bu eseri te’lif etmeye başlamıştır. Müellif, Şâh-ı Nakşibend Hazretlerinin sohbetlerinden bizzat işittiği sözleri, üzerinde müşâhede ettiği hâlleri ve onun en yakın halîfe ve müridlerinin naklettiği haberleri derlemiştir. Bu sebeple Şâh-ı Nakşibend Hazretleri ile alâkalı ilk kaynaklardan bilgiler ihtivâ etmektedir. Bunun için de Reşahât ve Nefahât gibi meşhur tabakāt kitaplarının en mühim kaynaklarından biri olmuştur. [4] Enîsü’t-Tâlibîn, s. [5] Enîsü’t-Tâlibîn, s. [6] Gaybet: Maddî âlemden kalben alâkayı kesip kendinden geçmek. [7] Veysel Karanî diye bilinen Yemenli Üveys el-Karanî Hazretleri, Resûlullah Efendimiz’i göremediği hâlde O’nun rûhâniyetinden istifâde edip iltifât-ı nebevîlerine mazhar olmuştur. Bundan hareketle tasavvufta, bir mürşid-i kâmili zâhiren görmediği hâlde, mânevî âlemde onun rûhâniyet ve feyzinden istifâde eden kişiye “Üveysî”, bu usûle de “Üveysîlik” denilmiştir. Ubeydullah Ahrâr Hazretleri şöyle buyurmuşlardır:“ İslâm’dan önce sâlih zâtlardan oluşan bir topluluk vardı. Bunlar dil vâsıtasını kullanmaksızın mânevî meclisler kurarak birbirleriyle halleşip sohbet ederlerdi. Onlara Bürhiyân denilirdi. Dîn-i Muhammedî’nin zuhûrundan itibâren, bu sıfatla muttasıf olanlara ise Üveysî denilmiştir.” Bürhiyân, Bürh-i Esved Hazretlerine nisbet edilmektedir. Rivâyete göre Bürh Hazretleri, Mûsâ (a.s.) zamanında, Hakk’ın dergâhında mahbûbiyet derecesine erişmiş siyâhî bir köle idi. İsrâiloğulları arasında, bu ümmet içindeki Veysel Karanî Hazretleri’nin bir benzeri idi. (Reşahât, s. ) [8] Enîsü’t-Tâlibîn, s. ; Pârsâ, Kudsiyye, s. , 14; Ebû’l-Kâsım, er-Risâletü’l-Bahâiyye, vr. 13bb; Muhammed Bâkır, Makāmât, s. ; Muhammed Kādî, Silsiletü’l-Ârifîn, vr. 43bb; Ali Asgar Mu‘îniyân, “Âyâ Hâce Bahâeddîn Muhammed-i Nakşbend-i Buhârî ez-Meczûbân-ı Sâlikest”, Gevher, II/8 ( hş./), s. [9] Enîsü’t-Tâlibîn, s. 43; Ebû’l-Kâsım, a.g.e, vr. 15a-b; Muhammed Bâkır, a.g.e, s. [10] Muhammed Bâkır, a.g.e, s. 41; Reşahât, s. [11] Enîsü’t-Tâlibîn, s. [12] Câmî, Nefahât, s. [13] Ebû’l-Kâsım, a.g.e, vr. 42a; Câmî, Nefahât, s. ; Muhammed Bâkır, a.g.e, s. 34; Reşahât, s. [14] Ebû’l-Kâsım, a.g.e, vr. a, a, aa, b, b, a; Muhammed Bâkır, a.g.e, s. , , [15] Muhammed Bâkır, a.g.e, s. [16] Bkz. Ebû’l-Kâsım, a.g.e, vr. 75a-b; Muhammed Bâkır, a.g.e, s. [17] Bkz. Ebû’l-Kâsım, a.g.e, vr. 62b; Reşahât, s. ; Hânî, el-Hadâik, s. [18] Enîsü’t-Tâlibîn, s. ; Muhammed Bâkır, a.g.e, s. 36; Reşahât, s. [19] Reşahât, s. [20] Deylemî, Müsnedü’l- Firdevs, III, / [21] Enîsü’t-Tâlibîn, s. [22] Enîsü’t-Tâlibîn, s. 64; Muhammed Bâkır, a.g.e, s. 37, , ; Reşahât, s. , [23] Enîsü’t-Tâlibîn, s. 65, [24] Enîsü’t-Tâlibîn, s. [25] Heyet, Evliyâlar Ansiklopedisi, III, [26] Muhammed Bâkır, a.g.e, s. [27] Şu hususa dikkat etmek gerekir ki Şâh-ı Nakşibend Hazretleri ve bâzı ehlullah’ta görülen bu gibi tavırlar, onların eriştikleri kalbî seviye neticesinde nâil oldukları bir firâset, basîret ve keşif hâlidir. Dolayısıyla o makâma ulaşmamış birinin kendini âdeta Şâh-ı Nakşibend makâmında görerek böyle sözler söylemesi, son derece yanlıştır. Riyâ tehlikesiyle karışık, böylesine yüksek perdeli sözlerden sakınmak îcâb eder. Aksi hâlde, erişmedikleri makamın sözlerini sun’î bir şekilde taklid edenler, bundan mânen zarar görürler. [28] Vuk¯uf-i kalbî’nin târifi için sayfa ’e bakınız. [29] Enîsü’t-Tâlibîn, s. ; Reşahât, s. [30] Reşahât, s. [31] Enîsü’t-Tâlibîn, s. [32] Bkz. Enîsü’t-Tâlibîn, s. 52; Reşahât, s. ; Mevlânâ Şihâbeddîn, Âgâhî-yi Seyyid Emîr-i Külâl, s. [33] Enîsü’t-Tâlibîn, s. [34] Câmî, Nefahât, s. [35] Enîsü’t-Tâlibîn, s. [36] Enîsü’t-Tâlibîn, s. [37] Enîsü’t-Tâlibîn, s. 38, 54, 57, , ; Muhammed Bâkır, a.g.e, s. [38] Enîsü’t-Tâlibîn, s. [39] Enîsü’t-Tâlibîn, s. [40] Enîsü’t-Tâlibîn, s. 88; Muhammed Bâkır, a.g.e, s. [41] Sülemî, Hakāiku’t-Tefsîr, [Hûd, 12]; Enîsü’t-Tâlibîn, s. [42] Enîsü’t-Tâlibîn, s. ; Ebû’l-Kâsım, a.g.e, vr. 58a. [43] Ahmed Kâsânî, Âdâbü’s-Sâlikîn, vr. 58a. [44] Enîsü’t-Tâlibîn, s. [45] Enîsü’t-Tâlibîn, s. [46] Enîsü’t-Tâlibîn, s. [47] Enîsü’t-Tâlibîn, s. 64, , 93, , , , ; Muhammed Bâkır, a.g.e, s. [48] Enîsü’t-Tâlibîn, s. [49] Enîsü’t-Tâlibîn, s. [50] Ahmed, IV, [51] Yâkub Çerhî, Risâle-i Ünsiyye [Ney-Nâme içinde], s. [52] Enîsü’t-Tâlibîn, s. [53] Enîsü’t-Tâlibîn, s. [54] Yâkub Çerhî, a.g.e, s. [55] Enîsü’t-Tâlibîn, s. [56] Enîsü’t-Tâlibîn, s. [57] Enîsü’t-Tâlibîn, s. [58] Enîsü’t-Tâlibîn, s. [59] Enîsü’t-Tâlibîn, s. [60] Reşahât, s. [61] Reşahât, s. [62] Pârsâ, Sohbetler, s. [63] Enîsü’t-Tâlibîn, s. [64] Enîsü’t-Tâlibîn, s. [65] Bkz. Enîsü’t-Tâlibîn, s. ; Muhammed Bâkır, a.g.e, s. [66] Enîsü’t-Tâlibîn, s. 52; Reşahât, s. [67] Enîsü’t-Tâlibîn, s. [68] Enîsü’t-Tâlibîn, s. 71; Ebû’l-Kâsım, a.g.e, vr. 46b; Muhammed Bâkır, a.g.e, s. [69] Enîsü’t-Tâlibîn, s. ; Muhammed Bâkır, a.g.e, s. [70] Enîsü’t-Tâlibîn, s. [71] Kavak, Dîvân-ı Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî, beyt: [72] Enîsü’t-Tâlibîn, s. [73] Enîsü’t-Tâlibîn, s. [74] Enîsü’t-Tâlibîn, s. 90; Reşahât, s. 68; Ebû’l-Kâsım, a.g.e, vr. 52a, 62a. [75] Enîsü’t-Tâlibîn, s. 90; Ebû’l-Kâsım, a.g.e, vr. 63b; Muhammed Bâkır, a.g.e, s. [76] Enîsü’t-Tâlibîn, s. [77] Reşahât, s. [78] Enîsü’t-Tâlibîn, s. Bu beyit Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’ye âittir. Ancak orada “müflisleriz” yerine “sûfîleriz” şeklinde geçmektedir. (Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, Külliyyât-ı Dîvân-ı Şems, (nşr. Fürûzânfer), Tahran , II, ) [79] Mânevî keşif hâlleri, hiçbir zaman mutlak bir hüküm ifâde etmez. Nitekim büyük Hak dostu İmâm-ı Rabbânî Hazretleri; “Keşif noktasında hatâ payı yüksektir. Keşif ehlinin ne gördüğünü, ne anladığını kim bilebilir?” buyurmuş (Mektûbât, 1. cilt, mektup), bu hususta esas ölçünün, Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat tarafından kabûl görmüş bilgiler olduğunu ifâde etmiştir. Yani bu bilgilere uygun olan keşfiyâta îtibâr edilebilir, uygun olmayanlara ise aslâ îtibâr edilemez. [80] Tirmizî, Kıyâme, 26/ [81] Bkz. Enîsü’t-Tâlibîn, s. ; Hânî, Hadâik, s. [82] Bkz. Yâkub Çerhî, a.g.e, s. ; Enîsü’t-Tâlibîn, s. [83] Şîrâzî, Tarâiku’l-Hakāik, III, [84] Abdullah Dehlevî, Mekâtîb-i Şerîfe, s. , no: [85] Reşahât, s. [86] Reşahât, s. [87] Muhammed Bâkır, a.g.e, s. [88] Muhammed Bâkır, a.g.e, s. [89] Muhammed Bâkır, a.g.e, s. [90] Yâkub Çerhî, a.g.e, s. [91] Yâkub Çerhî, a.g.e, s. [92] İmâm-ı Rabbânî, Mektûbât, II, , no: [93] Enîsü’t-Tâlibîn, s. [94] Enîsü’t-Tâlibîn, s. [95] Pârsâ, Sohbetler, s. [96] Pârsâ, Sohbetler, s. [97] Heyet, Evliyâlar Ansiklopedisi, III, [98] Yâkub Çerhî, a.g.e, s. [99] Enîsü’t-Tâlibîn, s. [] Enîsü’t-Tâlibîn, s. [] Enîsü’t-Tâlibîn, s. [] Reşahât, s.

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Altın Silsile, Erkam Yayınları

İslam ve İhsan

Altın Silsile

PAYLAŞ:                

Mevlânâ Behâuddîn Şâh-ı Nakşibendî Hazretleri

Mevlânâ ve Seyyidünâ İmâmu’t-Tarîkati el-Hâce Muhammed Behâuddîn Şâh-ı Nakşibendî el-Buhârî (Kuddise Sirruh)

Hakikatler madeni, dinin mesnedi, hidayet imamlarının reisi, sâliklerin mürebbîsi, usûl-furû‘ ve aklî-naklî ilimlerin sahibi, âsâr ve huzur kaynağı, ulvî makâmâtın umdesi, her lahza ilahi aşkı gönüllere nakşeden Tarikat-ı Nakşibendiyye&#;nin imamı ve on altıncı altın halkası olan Mevlânâ Muhammed Bahâuddîn Şâh-ı Nakşibend (kuddise sirruhû) hazretleri, kemâlâtının vasfedilmesi mümkün olmayan bir zattır. İrşad tacı onunla süslendi, himmet meşaleleri onun Muhammedî sırlarıyla desteklendi. Hâcegân denilen bu mukaddes yol onunla Nakşibendiyye oldu. O, ilim ve marifet pınarlarından atadan ahfâda kâselerle kana kana içti. Doğunun ve batının gönlü onunla sürur buldu. Allah sevgisini kalplere nakşettiği için kendisine &#;Nakşibend&#; unvanı verildi. Mevlânâ Şâh-ı Nakşibend Muhammed Bahâuddin (kuddise sirruhû), buğday tenli, uzun boylu, uzunca sakallı ve güler yüzlüydü. Mübarek boynu nur gibi parlardı.[1]

Doğumu ve Çocukluğu

Mevlânâ Şâh-ı Nakşibend (kuddise sirruhû), hicrî (m. ) yılının Muharrem ayında arifler diyarı Kasr-ı Arifân (Şah-ı Nakşibend’den önceki ismiyle Kasr-ı Hinduvân) Köyü&#;nde dünyaya geldi.[2] Babasının adı Muhammed’dir. Mübarek nesebi İmam Cafer-i Sâdık yoluyla Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) hazretlerine ulaşır.[3] Daha yeni doğduğunda Hâce Muhammed Baba Semmâsî (kuddise sirruhû) hazretleri onun ileride çok büyük bir velî ve mürşid olacağını müjdelemiş ve onu Mevlânâ Seyyid Emîr Külâl (kuddise sirruhû) hazretlerine emanet etmiştir.

Henüz çocukluk yaşlarından itibaren seyyidlik ve veliliğin parlak izleri Mevlânâ Şâh-ı Nakşibend (kuddise sirruhû) hazretlerinin mübarek suretinde açıkça belli oluyordu. Hidayet ve kerâmet nurları her an alnında parlıyordu. Sâliha bir hanım olan annesi şöyle anlatır: “Oğlum Bahâuddîn henüz dört yaşındaydı. Bizim ineklerden birisine işaret ederek: ‘Bizim şu geyik boynuzlu ineğimiz beyaz alınlı bir buzağı doğursa gerektir!’ dedi. Bundan birkaç ay geçtikten sonra o inek Bahâuddîn&#;in vasfettiği şekilde bir buzağı doğurdu.”[4]

Gençlik Yılları ve Seyyid Emîr Külâl (kuddise sirruhû) İle Mülâkâtı

Mevlânâ Şâh-ı Nakşibend (kuddise sirruhû) hazretleri çocukluğundan itibaren ilim ve irfan meclislerinde iyice yoğruldu. On sekiz yaşlarındayken dedesi onu evlendirmek istedi. Bu esnada onu Mevlânâ Muhammed Baba Semmâsî (kuddise sirruhû) hazretlerini davet etmesi için Kasr-ı Arifân’dan Semmâs Köyü’ne gönderdi. O gece orada kaldıktan sonra, sabahleyin Muhammed Baba Semmâsi (kuddise sirruhû) hazretlerinin huzuruna geldi. Sonra birlikte Kasr-ı Arifân’a gittiler.[5] Dedesi Muhammed Baba Semmâsî (kuddise sirruhû) hazretlerine evlilik işinden söz edince, “Hayırlıdır, tamamına erdirmek gerekir,” buyurdu. Bunun üzerine dedesi hemen düğün yapmak istediyse de babası, görkemli bir düğün planladığından merasimi erteledi. Ancak, ihtişamlı bir düğün yapmak isteyen babası, sonradan arız olan maddî sıkıntıdan dolayı bu isteğine muvaffak olamadı.[6]

Enîsü&#;t-Tâlibîn’de bildirildiğine göre Mevlânâ Bahâuddîn Nakşibend (kuddise sirruhû) belirli bir yaşa geldikten sonra babası onu Semerkand&#;a götürdü. Bu arada Muhammed Baba Semmâsî (kuddise sirruhû) vefat etmişti. Babası nerede bir velî olduğunu işitse Şâh-ı Nakşibend (kuddise sirruhû) hazretlerini onun yanına götürüyor ve bu kimselerden onun hakkında hüsn-ü nazarlarını elde etmek için tam bir tazarru ile ziyarette bulunuyordu. Şâh-ı Nakşibend (kuddise sirruhû) bir süre Semerkant’ta kalıp istifade ettikten sonra Buhara’ya geçti. Sonrasını kendisi şöyle anlatıyor: “Kasr-ı Ârifân’da ikamet ederken ilâhî bir lütuf olarak Hâce Azîzân (kuddise sirruhû) hazretlerinin mübarek külâhı bana ulaştı. O andan sonra benim hallerim daha kuvvetli oldu, daha çok ümitvâr oldum.” Böylelikle Şâh-ı Nakşibend (kuddise sirruhû) hazretlerine ikram edilmiş ve Hâcegân yoluna olan iştiyakı artmıştı.

Sonrasında olanları ise Şâh-ı Nakşibend (kuddise sirruhû) şöyle anlatıyor: “Bu sıralarda Hâce Emîr Külâl (kuddise sirruhû) hazretleri Kasr-ı Ârifân’da yanıma teşrif ettiler ve şöyle buyurdular: ‘Muhammed Baba Semmâsî (kuddise sirruhû) bana, “Oğlum! Bahâuddîn hakkında terbiye ve şefkatini eksik etmeyesin! Eğer bu hususta kusur edersen sana olan terbiye hakkımı helal etmem!” diye vasiyet etmişti. Ben de: “Eğer kusur edersem merd (kâmil er) olmayayım demiştim.” Bu şekilde benim hakkımdaki keremlerini te’kit etmişlerdi.”[7]

Halil Ata (kuddise sirruhû) İle Karşılaşması

Şâh-ı Nakşibend (kuddise sirruhû) Seyyid Emîr Külâl (kuddise sirruhû) ile aralarında geçen bu sohbetten birkaç gün sonra bir gece rüyasında Türk meşâyıhından Hakîm Ata Tirmizî (kuddise sirruhû) hazretlerini gördü. Rüyasında onu, uyandığında yüzünü ayan beyan hatırladığı bir dervişe havale etmişti. Şâh-ı Nakşibend (kuddise sirruhû) hazretleri bu rüyasını sâliha bir hanım olan ninesine anlattı. O da bu rüyayı “Bir Türk şeyhinden terbiye göreceği” şeklinde tabir etti. Şâh-ı Nakşibend (kuddise sirruhû) bir gün çarşıdayken bu zatı gördü. Onunla konuşma imkânı bulamasa da sonrasında yanına birisi gelerek, “Derviş Halil seni istiyor!” dedi. Yanına gittiğinde tam rüyasını anlatacaktı ki, Halil Ata (kuddise sirruhû) “Beyana gerek yoktur, muradını biliriz!” dedi. Onun bu kerametinden dolayı çok taaccübe kapılan Şâh-ı Nakşibend (kuddise sirruhû) hazretleri muhabbetle onun sohbetlerine katıldı ve Halil Ata Sultan olduktan sonra da Maveraünnehir&#;de onun hizmetine devam etti ve yıllar sonra Buhara&#;ya döndü.[8]

Abdulhâlık Gucdüvânî (kuddise sirruhû)Hazretleri İle Mânen Buluşması

Tarikat adâbını Seyyid Emîr Külâl (kuddise sirruhû) hazretlerinden alan Şâh-ı Nakşibend (kuddise sirruhû)[9] üveysî yolla da Abdulhâlık Gucdüvânî (kuddise sirruhû) hazretlerinin ruhaniyetinden istifade etmiştir.[10] Hallerinin ilk günlerinde cezbesi ağır basan Şâh-ı Nakşibend (kuddise sirruhû) Buhara kabristanına giderek bazı evliyanın kabirlerini ziyaret ederdi. Yine bir gece ziyarete gittiğinde gördü ki, her bir mezarın başında bir kandil yanıyor. En son kabrin başına giderek orada kıbleye doğru oturdu. Burada kendisine bir gaybet hali arız oldu. Bu haldeyken kıble tarafından yeşil örtülerle süslenmiş bir taht zuhur ettiğini gördü. Etrafında, içlerinde Muhammed Baba Semmâsî (kuddise sirruhû) hazretlerinin de bulunduğu bir cemaat bulunuyordu. Şâh-ı Nakşibend (kuddise sirruhû) hazretleri burada şöyle buyuruyor: “Anladım ki bu zatlar Hâcegân hazeratıydı.”

Sonra içlerinden birisi Şâh-ı Nakşibend (kuddise sirruhû) hazretlerine: “İşte bu zat Abdulhâlık Gucdüvânî (kuddise sirruhû) hazretleridir, diğerleri ise onun halifeleri…” dedi. Sonra her birine işaret ederek saydı: “Hâce Ahmed Sıddîk, Hâce Evliyâ-i Kebîr, Hâce Arif Rîvgerî, Hâce Mahmud İncîr Fağnevî ve Hâce Ali Râmitenî (kaddesallâhu esrârahum)… Muhammed Baba Semmâsî (kuddise sirruhû) hazretlerini ise zaten tanırsın.” Abdulhâlık Gucdüvânî (kuddise sirruhû) hazretleri, sülûkün başlangıç, orta ve sonuyla alakalı mukaddes kelimeleri ona tek tek anlattı. Şâh-ı Nakşibend (kuddise sirruhû) hazretlerine bazı şeyler daha anlattıktan sonra, “Nesef’e git, Seyyid Emîr Külâl’i bul,” buyurdu.[11]

Seyyid Emîr Külâl (kuddise sirruhû) Hazretlerine İntisabı

Şâh-ı Nakşibend (kuddise sirruhû) gaybet halinden çıkıp kendine geldikten sonra oradan ayrılarak evine gitti. Sonra Nesef bölgesinde bir köyde kalan Seyyid Emîr Külâl (kuddise sirruhû) hazretlerinin yanına vardı. Bundan sonrasını Şâh-ı Nakşibend (kuddise sirruhû) şöyle anlatıyor: “Seyyid Emîr Külâl (kuddise sirruhû) hazretleri bana zikir telkîni buyurdular. Ben de emredildiği şekilde gizli zikirle nefiy ve ispat yolunda çalıştım ve bir müddet bu şekilde devam ettim.”[12] Şâh-ı Nakşibend (kuddise sirruhû) hazretleri bundan sonra zikir aldığı şeyhi Emîr Külâl (kuddise sirruhû) hazretlerinden çok istifade etti ve yüce makamlara ulaştı. Sufiyye meclislerine katıldığı gibi, ilim meclislerine de katıldı. Yedi yıl kadar hizmetinde bulunduğu şeyhinden vefatına yakın irşad yetkisi aldı. Seyyid Emîr Külâl (kuddise sirruhû) hazretleri bütün ihvanına, Şâh-ı Nakşibend (kuddise sirruhû) hazretlerine tabi olmalarını vasiyet etti. Sohbetleriyle insanları irşad eden Şâh-ı Nakşibend (kuddise sirruhû) sayılamayacak kadar talebe ve halife bıraktı. Kendisinden sonra Silsile-i Aliyye Mevlânâ Alâüddîn Attâr (kuddise sirruhû) hazretleri ile devam etti.[13]

Bazı Kerametleri

Mevlânâ Bahâuddîn Şâh-ı Nakşibend (kuddise sirruhû) hazretlerinin çok fazla kerameti vardı. Bunlar geniş hacimli kitaplarda tek tek zikredilmektedir. Mevlânâ Alâüddîn Attâr (kuddise sirruhû) hazretleri bir kerametini şöyle anlatır: “Şâh-ı Nakşibend (kuddise sirruhû) hazretleri Buhara’daydı. İleri gelen ihvanından Mevlânâ Arif de o sırada Harezm’de bulunuyordu. Birgün Şâh-ı Nahkşibend (kuddise sirruhû) hazretleri sohbet esnasında, ‘Şu anda Mevlâ Arif Harezm’den Serây’a doğru yola çıktı ve filanca yere ulaştı’ buyurdu. Bir süre sonra da, ‘Mevlâ Arif’in Serây’a gitmeyeceği, Harezm’e geri döndüğü ilham edildi’ buyurdu. Oradakiler bu olayı tarihiyle beraber kaydettiler. Bir müddet sonra Mevlânâ Arif Buhara’ya geldi. Bu olayı ona haber verdiklerinde: ‘Aynen anlattığınız gibi oldu,’ dedi. Bunun üzerine orada bulunanlar büyük bir taaccübe kapıldılar.”[14]

Hâce Alâuddîn Attâr (kuddise sirruhû) hazretleri anlatıyor: “Birgün Hâcemiz (kuddise sirruhû) hazretlerinin yanındaydım. Havada pus ve bulut vardı. Hâce (kuddise sirruhû) hazretleri: “Öğle namazının vakti oldu mu?” buyurdu. Ben de: “Henüz olmadı efendim,” dedim. Bana, “Gökyüzüne bak” diye işaret buyurdu. Baktığımda gördüm ki, perdeler açılmış, gökyüzü melekleri öğle namazını kılıyorlar. Bunun üzerine Hâce (kuddise sirruhû) hazretleri buyurdu: “Ne dersin, öğle namazı vakti oldu mu?” O anda çok utandım ve istiğfar ettim.”[15]

Hâce Muhammed Zâhid (kuddise sirruhû) şöyle anlatır: “Sülûkümün ilk günleriydi, Şâh-ı Nakşibend (kuddise sirruhû) hazretleriyle oturuyorduk. İlkbahar mevsimiydi. Canım karpuz istemişti. Bulunduğumuz yerin yakınında dere vardı. Hâce (kuddise sirruhû) hazretleri bana şöyle buyurdu: “Şu derenin kenarına git.” Hemen gittim ve derede henüz yeni koparılmış bir karpuz buldum. Bu olaydan sonra Hâce (kuddise sirruhû) hazretlerine bende tam bir inanç hâsıl oldu. Allah (celle celâluhû) bizleri onun bereketinden faydalandırsın!”[16]

Güzel Ahlâkı ve Halleri

Hâce Bahâuddîn Nakşibend (kuddise sirruhû) hazretleri daima fakirliği seçer, dünyadan yüz çevirir ve alâkaları keserdi. Mâsivadan tam bir şekilde hâlî olma yolunda çalışırdı. “Ben ne bulduysam fakirlik halinde buldum,” buyururdu. Evinde hasırdan başka bir şeyi bulunmazdı. Helal ve harama son derece titizlik gösterirdi. Kendisine hediye getiren kimselere Peygamber (sallallâhu aleyhi ve sellem) Efendimiz’in sünneti üzere mukabele ederdi. Onun sohbetinin bereketiyle müridlerinde de bu güzel hasletler bulunurdu.

Müridlerinden birisini ziyaret ettiğinde akrabalarını, çocuklarını sorardı. Her birisiyle münasip bir şekilde şakalaşırdı. Yeri geldiğinde işlerini, hatta bineklerini sorardı. Herkese haline uygun şekilde davranır, onların menzilesine inerdi. “Bayezîd-i Bestâmî (kuddise sirruhû) istiğraktan döndüğünde bu şekilde yapardı,” buyururdu.[17] Evine birisi gelecek olsa ona bizzat hizmet eder, bineğine bile özen gösterirdi ve şöyle buyururdu: “Hâce Azîzân’dan menkuldür ki; ziyarete gelen dostun bineğine bile riayet etmek lazımdır. Zira o dostun teşrif etmesi o binek sebebiyle gerçekleşmiştir.”[18]

Şâh-ı Nakşibend (kuddise sirruhû) ziraat eder, ekip biçtiğinden yerdi. Her sene bir miktar arpa ve bir miktar buğday eker; tohumu, tarlayı, suyu, kullanılan hayvanları tam bir ihtiyatla seçerdi. Kıymetli sohbetlerine ulemadan büyük zatlar gelir, teberrüken yemeğinden yerlerdi.[19] Yemeğin hazırlanmasında bizzat kendisi yardımda bulunurdu. Yemek yiyen dervişlere devamlı kalp huzurunu tavsiye buyururdu.  Öfke ve isteksizce pişirilen yemeği yemezdi.

Nakledildiğine göre, Hâce Nakşibend (kuddise sirruhû) hazretleri Gadyût denilen beldeye gitti. Yemek vakti gelince bir derviş yemek getirdi. Buyurdu ki: “Bize bu yemeği yemek uygun değildir. Şu sebeptendir ki bu yemek öfke ile pişirilmiştir; hamurunu yoğurup bu hale getiren kimse öfkeliydi.” Şâh-ı Nakşibend (kuddise sirruhû) şöyle buyururdu: “Öfke, gaflet ve düşmanlık ile olan hiçbir işte hayır ve bereket yoktur; nefsin hevâsı ve şeytan ona yol bulmuştur. Sâlih amellerin ve güzel işlerin meydana gelmesi helal yemeye bağlıdır. Böyle bir yemek de kalp huzuru ve uyanıklık ile yenilmelidir. Her zaman kalp huzuru ve âgâhlık gereklidir ki, namazda da kalp huzuruna sebep olsun.”[20]

Bazı Sözleri

*     “Biz, nihayeti(sonu) bidayete(başa) derç ediyoruz.” [Nihayeti bidayete derc etme yolu Hâcegân (kaddesallâhu esrârahum) hazerâtının yoludur. İmam-ı Rabbânî (kuddise sirruhû) hazretleri, Mektûbât&#;ın birçok yerinde bu kaideye (İndirâcü&#;n-nihâyefi&#;l-bidâye) değinmiştir.][21]

*     “Mâsivâ ile alaka kurmak bu yolun yolcularına büyük perdedir.”

*     “Bizim yolumuz sohbettir. Halvette şöhret vardır; şöhrette afet vardır. Hayır ve bereket cemiyettedir; cemiyet de sohbettedir. Sohbette olanların yekdiğerinde fanî olmaları şarttır. Hazreti Huzeyfe’nin (radıyallâhu anh): “Gel bir saat iman edelim”[22] sözü gösteriyor ki, taliplerin kendi aralarında sohbet etmelerinde çok hayır ve bereket vardır. Ümit ederiz ki, buna devamda son derece ihtimam gösterirlerse hakiki imanı elde etmiş olurlar.”

*     “Bizim yolumuzda az amele çok karşılık vardır.”[23]

*     “Bizim yolumuz “Urve-i vüskâ”dır (sağlam kulptur). Muhammed Mustafa (sallallâhu aleyhi ve sellem) Efendimiz’in sünnetine yapışmak ve Sahâbe-i Kirâm’ın (radıyallâhu anhum ecmaîn) yoluna uymaktır.”[24]

*     “Mum gibi ol, mum gibi olma! Mum gibi ol ki, senden başkalarına ışık erişsin; mum gibi olma ki, başkalarını aydınlatırken kendini karanlıkta bırakmayasın.”

*     “Dervişin kendisinde bulunmayan halden bahsetmemesi gerekir. Nitekim meşayıh buyurmuşlardır ki: “Cenâb-ı Hak kendisinde olmayan halleri anlatan kimseleri o halin saadetine eriştirmez!”[25]

Halifeleri

Birçok halifesi bulunan Şâh-ı Nakşibend (kuddise sirruhû) hazretlerinin en önemli iki halifesi Mevlânâ Alâuddîn Attâr (kuddise sirruhû) hazretleri ve Hâce Muhammed Pârsâ (kuddise sirruhû) hazretleridir.[26] Hâce Muhammed Pârsâ (kuddise sirruhû) hazretlerine “Pârsâ” lakâbı Şâh-ı Nakşibend (kuddise sirruhû) hazretleri tarafından verilmiştir. Reşehât’ta zikredildiğine göre Hâce Muhammed Pârsâ (kuddise sirruhû) hazretleri henüz tarikatta ilk günlerindeyken, bir gün Şâh-ı Nakşibend (kuddise sirruhû) hazretlerinin evinin önüne gelmiş ve eşiğinde beklemeye başlamış. Şâh-ı Nakşibend (kuddise sirruhû) hazretleri dışarıdan gelen hizmetçisine kapıdakinin kim olduğunu sorunca, “Bir pârsâ (zâhid) genç!” cevabını almış. Bunun üzerine dışarıya çıkan Hâce Nakşibend (kuddise sirruhû) hazretleri Hâce Muhammed Pârsâ (kuddise sirruhû) hazretlerine latife yaparak: “Siz pârsâ birisiymişsiniz” buyurmuş ve o andan sonra da bu lakapla anılır olmuş.[27]

Mevlânâ Yakûb Çerhî (kuddise sirruhû) hazretleri de Şâh-ı Nakşibend (kuddise sirruhû) hazretlerinden hilâfet almış olmakla birlikte Silsile-i Zeheb’de şeyhi Alâuddîn Attâr (kuddise sirruhû) hazretlerinden sonra zikredilmiştir. Şâh-ı Nakşibend (kuddise sirruhû) hazretlerinin bir diğer halifesi de Alâeddîn Gucdüvânî[28](kuddise sirruhû) hazretleridir.[29] Hâce Muhammed Pârsâ (kuddise sirruhû) hazretleri ve Alâeddîn Gucdüvânî (kuddise sirruhû) hazretleri ile gelen kollar fazla yaygınlaşmamıştır.

Eserleri

Mevlânâ Şâh-ı Nakşibend (kuddise sirruhû) hazretlerine birçok eser nispet edilmekteyse de bunların çoğu ona ait olmayıp, nispeti en kuvvetli olanlardan birisi Evrâd-ı Bahâiyye isimli eserdir.[30]

Nakşibendiyye büyüklerinin terceme-i hallerini zikreden Nefehâtü’l-Üns ve Reşahât Aynu’l-Hayât gibi[31] eserler dışında Şâh-ı Nakşibend (kuddise sirruhû) hazretlerinin hayatını, sözlerini ve sohbetlerini konu alan husûsî bir edebiyatın varlığından da söz etmek mümkündür.[32] Bunlardan bazıları:

Risâle-i Ünsiyye: Mevlânâ Yakub-i Çerhî (kuddise sirruhû) hazretlerine ait olan Farsça eser Mevlânâ Şâh-ı Nakşibend (kuddise sirruhû) hazretlerinin hayatından kesitler ve birtakım tasavvufî bilgileri ihtiva etmektedir.[33] Bir nüshası Süleymaniye Kütüphanesinde (Hüsrev Paşa, no) bulunmaktadır. Eser, La’lizâde Abdulbaki Efendi tarafından Osmanlıcaya çevrilmiştir.[34]

Risâle-i Kudsiyye: Hâce Muhammed Pârsa (kuddise sirruhû) hazretlerine ait olan eser Farsça olup, Şâh-ı Nakşibend (kuddise sirruhû) hazretlerinin sohbetlerini içermektedir.[35] Yazmaları (Ankara Millî Ktp., A ; Kayseri Raşit Efendi Ktp., /2) olan eserin bir de Abdullah Salâhî tarafından kaleme alınmış tercümesi bulunmaktadır.[36]

Enîsü&#;t-Tâlibîn ve‘Uddetü’s-Sâlikîn: Salâh b. el-Mübârek el-Buhârî’nin yazdığı Farsça bir eserdir. Kütüphanelerde yazmaları bulunan eser (Nuruosmaniye, no; Beyazıt İl Halk Ktp, no; Ankara Milli Ktp, A ) Süleyman İzzî Teşrifâtî tarafından Türkçe’ye tercüme edilmiştir.[37]

Vefatı

Mevlânâ Alâuddîn Attâr (kuddise sirruhû) hazretleri şöyle anlatır: &#;Şâh-ı Nakşibend (kuddise sirruhû) hazretlerinin vefat halinden hemen önce Yâsîn Sûresi okuyorduk. Sûrenin yarısına gelince nurlar yükselmeye başladı. Sonra kelime-i tevhidle meşgul olduk. O sırada da Şâh-ı Nakşibend (kuddise sirruhû) hazretleri ebedî aleme irtihal buyurdu. Şâh-ı Nakşibend (kuddise sirruhû) hazretleri arkasında birçok velî bırakarak 3 Rebîulevvel (2 Mart ) Pazartesi günü vefat etmiştir.[38] Allah (celle celâluhû) bizleri şefaatlerine nâil eylesin. Âmîn…

Dipnotlar


[1] en-Nakşibendî, Ahmed b. Süleyman, Şemâil-i Silsile-i Nakşibendiyye, M. Ü. İ. F. Kütüphanesi, nr. , vr. 25b.
[2] el-Kazvînî, Muhammed b. Hüseyin, Silsilenâme-i Hâcegân-ı Nakşibend, Süleymaniye Ktp., Laleli, nr. , vr. 9b.
[3] el-Kevserî, Muhammed Zâhid b. el-Hasen, İrğâmü’l-Merîd, el-Mektebetü’l-Ezheriyye, 1. Baskı, s.
[4] el-Hânî, Muhammed b. Abdillah, el-Behcetü’s-Seniyye, Kastamonu İl Halk Ktp, nr. , vr. 59a.
[5] el-Buhârî, İbn Mübârek, Enîsü&#;t-Tâlibîn ve ‘Uddetü’s-Sâlikîn, trc. Süleyman &#;İzzî, Dersaadet, İstanbul , s.
[6] Necdet Tosun, Bahâeddîn Nakşbend: Hayatı, Görüşleri, Tarikatı, İnsan Yayınları, 6. Baskı, İstanbul , s.
[7] el-Buhârî, Enîsü&#;t-Tâlibîn, s.
[8] Câmî, Mevlânâ Abdurrahman, Nefahâtü’l-Üns, trc. Lâmi’î Çelebi, İstanbul, s. ; en-Nebhânî, Yusuf b. İsmail, Câmi’u Kerâmâti’l-Evliyâ, Merkez-i Ehl-i Sünnet Berakât-i Rızâ, Porbandar , I/
[9] el-Bağdâdî, Muhammed b. Süleyman, el-Hadîkatü’n-Nediyye fî Âdâbi’t-Tarîkati’n-Nakşibendiyye, Riyad Üniversitesi Kütüphanesi, no: , 5/b.
[10] Mevlânâ Muhammed Kâdî, Silsiletü’l-‘Ârifîn ve Tezkiretü’s-Sıddîkîn, Süleymaniye Ktp., Hacı Mahmud Efendi, no: , vr. 45a; el-Münâvî, Muhammed Abdurraûf, el-Kevâkibü&#;d-Dürriyye, Dâru Sâdir, Beyrut, IV/
[11] Hocazâde, Ahmed Hilmi, Hadîkatü’l-Evliyâ, İstanbul , s.
[12] el-Buhârî, Enîsü&#;t-Tâlibîn, s.
[13] el-Hasenî, Abdulhayy, Nüzhetü&#;l-Havâtır ve Behcetü&#;l-Mesâmi&#; ve&#;n-Nevâzır, Dâru İbn Hazm, Beyrut , III/
[14] en-Nebhânî, Câmi‘u Kerâmâti’l-Evliyâ, I/
[15] el-Buhârî, Enîsü&#;t-Tâlibîn, s. 49
[16] el-Hânî, Abdülmecîd b. Muhammed, el-Hadâiku’l-Verdiyye, thk. Muhammed Hâlid el-Harse, Dâru&#;l-Beyrûtî, 1. Baskı, Dimaşk , s.
[17] el-Hânî, el-Hadâiku’l-Verdiyye, s.
[18] el-Buhârî, Enîsü&#;t-Tâlibîn, s.
[19] Muhammed Bâkır, Makâmât-ı Hâce-i Nakşbend, s.
[20] el-Buhârî, Enîsü&#;t-Tâlibîn, s.
[21] Bkz. İmam-ı Rabbânî, Mektûbât, I/78 ( Mektub).
[22] Ahmed b. Hanbel, XXI/ (no: ).
[23] el-Fârûkî, Muhammed Fadlullah, Umdetü&#;l-Makâmât, Hakikat Kit., İstanbul , s.
[24] el-Hüseynî, Muhammed ‘Îd Abdullah Ya‘kûb, es-Silsiletü’z-Zehebiyye fî Menâkıbi’s-Sâdeti’n-Nakşibendiyye, Dâru’l-Fârâbî, Dimaşk , s.
[25] el-Buhârî, Enîsü&#;t-Tâlibîn, s. 82,
[26] On yedinci sayıda Mevlânâ Alâuddîn Attâr (kuddise sirruhû) hazretlerinin hayatıyla alâkalı geniş malûmât verildiğinden dolayı burada sadece Hâce Muhammed Pârsâ (kuddise sirruhû) hazretlerinden kısaca bahsedilmiştir.
[27] Safî, Mevlânâ Fahruddîn Alî b. Hüseyin, Reşahât, İstanbul, s.
[28] Hâce Ubeydullah (kuddise sirruhû) hazretleri şöyle buyurmuştur: “Alâeddîn Gucdüvânî (kuddise sirruhû) gençlik yıllarından itibaren Hâce Bahâuddîn (kuddise sirruhû) hazretlerine hizmet etme şerefine nail olmuş ve hayatının sonuna kadar da onun yanından ayrılmamıştır.”  Mevlânâ Safî, Reşahât, s.
[29] el-Fârûkî, Umdetü&#;l-Makâmât,s.
[30] Hacı Halîfe, Keşfü’z-Zunûn, I/ İstanbul’da yazmaları bulunan eserin (Nuruosmaniye, nr. , /2; İBB A. Kitaplığı, OE , 61ab vd. ), Mustafa b. İbrahim Adanavî’nin (Amasya Beyazıt İl Halk Kütüphanesi, no; Marmara Üni. Ktp., no) şerhi ve Abdulkadir b. Muhammed el-Keyyâlî’nin el-Füyûzâtu’l-İhsâniyye’si (İskenderiye, ) gibi birkaç tane şerhi de bulunmaktadır.
[31] Gümüşhanevî, Ahmed Zıyâuddîn, Câmi‘u’l-Usûl fi’l-Evliyâ ve Envâ‘ihim, Süleymaniye Ktp., Abdülgani Ağa, no: , 4.
[32] Bkz. Muhammed Ahmed Dernika, et-Tarîkatü’n-Nakşibendiyye ve A‘lâmuhâ, s.
[33] Hacı Halîfe, a.g.e., I/
[34] Çevirisi de Süleymaniye Kütüphanesi (Pertev Paşa, no: )&#;nde bulunmaktadır. Mevlânâ Yakub-ı Çerhî (kuddise sirruhû) eserinin mukaddimesinde şöyle buyurmuştur: “Fakir Yakub b. Osman b. Mahmud el-Ğaznevî el-Çerhî’nin en büyük arzusu Hazreti Muhammed Mustafa (sallallâhu aleyhi vesellem) Efendimiz’in yaşantısını hayatına aksettiren Bahâeddîn Nakşibend (kuddise sirruhû) hazretlerinin hayatını yazmaktı. Böylece onun rüzgârından yararlanarak Allah dostlarıyla ünsiyet kazanabilmeyi umduk. Ayrıca Silsile’de bulunan meşayıhın hallerini ihvana ulaştırmayı diledik. Cezbe yoluyla hâsıl olan halleri kalemle şerh etmek elbette mümkün değilse de elden geldiğince anlatmaya çalıştık.” Mevlânâ Yakub-i Çerhî, Risâle-i Ünsiyye, trc. A. Cahit Haksever, s.
[35] Hacı Halîfe, a.g.e., I/ Bkz. Hâce Muhammed Pârsâ, Risâle-i Kudsiyye, trc. Abdullah Salâhî, İstanbul , s. 5.
[36] Millet Kütüphanesi (Ali Emiri, Şeriyye /1)’nde yazması bulunan eser yılında İstanbul’da basılmıştır. Mütercim, “erdi itmâma Salâhî’den eser, buldu bir lafızla tarihe -zafer-” şeklinde tarih düşmüştür. (İstanbul , s. 87). (“Zafer”, ebced hesabıyla eserin bittiği tarihine işaret etmektedir.)
[37] Yazmaları (Millet Ktp, Ali Emîrî,; Ankara Milli Ktp, A ) bulunan mezkûr tercüme yılında İstanbul’da basılmıştır.
[38] el-Hânî, el-Hadâiku’l-Verdiyye, s.

Etiketler: Altın SilsileSilsile-i AliyyeSilsile-i ŞerifSilsile-i ZehebTarîkat-ı Nakşîbendîyye-i Aliyye

Muhammed Bahâuddîn Şâh-ı Nakşibendî (Kuddîse Sirruhû)

Muhammed Bahâuddîn Şâh-ı Nakşibendî (Kuddîse Sirruhû)

Muhammed Bahâüddin Şah Nakşbendi El-Buhârî (k.s.)

HİLYE PÂK-İ ŞÂH-I NAKŞİBEND

Uzunca boylu, buğday tenli, gökçek yüzlüydü. Sakalı büyükçe boynu uzuncaydı. Boynu nur gibi parlardı. Mehabetliydi. Tatlı dilli ve güzel sözlüydü. Halk içinde bulunduğu sırada bile gönlü Hakk ile meşguldü. Türk illerinin saygın mürşidiydi.

ŞÂH-I NAKŞBEND VE NAKŞİLİK:

Şâh-ı Nakşbend hazretleri, kendisine kadar “Hâcegân Yolu” olarak anılan tarikatı “Nakşbendî” yapan kolbaşı. Veliler serdârı bir ulu. Adı Muhammed Bahâuddin b. Muhammed, nisbesi el-Buhârî. Buhârâ yakınındaki Kasr-ı ârifân’dan. Burasının eski adı Kasr-ı Hinduvân. Kendilerine nisbetle “Arifler köşkü” anlamına Kasr-ı ârifân denildi. “Nakşbend” lâkabının nereden geldiği tam olarak bilinmemekle birlikte tarikatın “hafi zikir” ve “rabıta”yı esas almış olmasından kaynaklandığı söylenmektedir. Çünkü “Nakşbend” “Nakışçı, nakışbağı” anlamlarına gelmektedir. Başındaki “Şâh” kelimeside “Gönül Sultanı” anlamına bir saygı ifadesidir.

Şâh-ı Nakşbend, Muharrem’inde ( Nisan’ında) Kasr-ı Hinduvân’da doğdu. Bu yıllar Osmanlı Devleti’nin kuruluş yılları. Şâh-ı Nakşbend’in doğumundan tam bir asır evvel, Cengiz Han, Buhârâyı kuşattı. İşgal edip yaktı yıktı ve târ u mâr etti. Bundan sonra Buhârâ, Moğollarla Harezmliler ve İlhanlılar arasında bir çok defa el değiştirerek siyasi açıdan tam bir keşmekeş içinde kaldı. Bahaûddin Buhârî’nin doğduğu zaman Buhârâ, İran Moğolları ile müttefikleri Çağatay hânedânının elindeydi.

Şâh-ı Nakşbend hazretlerinin ilk üstadı, dedesinin ve babasının Şeyhi olan Muhammed Baba Simâsî’dir. Kendisinin doğumunu “Benim burnuma bu evden bir er kokusu geliyor” diyerek müjdeleyen ve onu üç günlük bir bebek iken manevi evladlığa kabul edip terbiyesini halifesi Emir Külâl’e havale eden, odur. Ancak seyr ü sülûkünü yanında tamamlayıp manevi emaneti aldığı mürşidi, Emir Külâl hazretleridir.

DÎNÎ İLİMLERLE MEŞGULİYETİ

Şâh-ı Nakşbend hazretleri, maneviyat yoluna girmeden önce bir süre dînî ilimler tahsili için Semerkand’a gitti. Onsekiz yaşında Semerkant’taki tahsilini tamamlayarak memleketine döndü ve evlendi. Evlenmesinden bir süre sonra ilk şeyhi Simâsî vefat etti. Bu arada Kasr-ı Hinduvân’a gelen Emir Külâl, Bahâeddin’e şeyhinin vasiyetini hatırlatarak, onun manevi eğitimiyle meşgul olmaya başladı. Şeyhiyle birlikte Nesef’e giden Bahâeddin Buhârî yedi yıl kadar orada kaldı.

Abdülhâlik Gucdüvânî zamanında gizli zikre önem veren “Hacegân yolu”nda Mahmud İncir Fağnevî ile cehri zikir, hafi ile birleştirildi. Şâh-ı Nakşbend hazretleri gizli zikre olan meyilleri sebebiyle bir bakıma Abdülhâlik Gucdüvâni’nin üveysi müridi oldu. O’nun vaz’ ettiği esaslar çerçevesinde ve ondan aldığı ruhani üveysi terbiye dairesinde yetişti. Müridinin halindeki farklılığı sezen ve onun cehri zikre katılmayışı dolayısıyla müridlerinin tepkisini bilen Emir Külâl, bir müddet sonra ona: “Şeyhim Muhammed Baba Simâsî’nin senin yetişmen konusundaki emirlerini yerine getirdim. Göğsümde ne varsa sana aktardım. Ama senin himmet kuşun beni geçti. Artık kemâl semasında dilediğiniz gibi uçmağa tarafımdan mezunsun” diyerek icazet verdi. Suhâr’da bir mescid inşası sırasında beşyüz müridin huzurunda gerçekleşen bu icazetten sonra Şâh-ı Nakşbend, oradan ayrıldı. Emir Külâl’in halifesi Arif Dikgirâni’nin dergahında yedi yıl sohbetine katıldı. Bunun ardından on iki yıl kadar Yesevî şeyhlerinden Kusem Şeyh ile Halil Atâ’nın sohbetlerinde bulundu. Bir ara hükümdar olan Şeyh Halil Atâ’nın bertaraf edilmesinden sonra çok üzülen Bahâeddin Nakşbend, dünya işlerinden büsbütün soğuyarak Buhârâ köylerinden Ziverton’a yerleşti. Mevlânâ Bahâeddin Kışlâkî’den hadis okuyan Bahâeddin Nakşbend’in Herat, Merv, Nişabur beldelerine muhtelif seyahatleri oldu. Daha şeyhinin sağlığında irşada mezun olduğu için etrafında geniş bir mürid ve muhib kitlesi oluşmuştu.

Şeyhi Emir Külâl vefatı sırasında (/) müridlerine Muhammed Bahâeddin’e bağlanmalarını vasiyet etmişti. Üç defa hac maksadiyla Hicaz’a gitti. Son haccında halifelerinden Muhammed Pârsâ’yı müridleriyle Nişabur’a gönderdi. Kendisi Herat’a giderek orada bulunan Zeyneddin Ebû Bekir Tâyibâdî ile üç gün süreyle sohbetlerde bulundu ve Nişabur’da bulunan Muhammed Pârsâ ve diğer ihvanına yetişti. Hac dönüşü Bağdad ve Merv’e uğrayan Şah-ı Nakşbend, daha sonra Buhârâ’ya geldi ve vefatına kadar irşad hizmetini orada sürdürdü. Bir ara Herat hükümdarı Müizzüddin Hüseyn tarafından hediyyeler gönderdilerek Herat’a davet edildi. Bu görüşme sırasında Sultan’a pek iltifat etmemesi, onun halk nezdindeki “Şâhlığını” yani gönüller sultanı olma özelliğini daha da artırdı. Buhârâ’nın ilim ve irfan çevrelerinde gördüğü hüsn-i kabul ve saygı, ilmini ve tasavvufî kişiliğini göstermektedir. / yılında doğdukları Kasr-ı ârifan’da 73 yaşında hastalandı ve bir süre sonra Hakk’a yürüdü.

Hakkında yazılan eserlerden Enîsu’t-tâlibin’in verdiği bilgilere göre Hakim Tirmizi’nin eserlerini okumuş ve fikri olgunluğa o eserler sayesinde ermiştir. Hatta yirmi iki yıldan beri onun tarikında olduğunu söylediği kaydedilmektedir. Bu ifadeler, O’nun tasavvufun amelî ve âhlakî tarafından başka, fikri tarafıylada ilgili bulunduğunun delilidir.

Şah-ı Nakşbend hazretleri çok mütevazi bir hayat yaşadı. Haramlardan titizlikle sakınır, ruhsat yolundan çok, azimet tarikini ihtiyar ederdi. Misafirlerine ikramdan hoşlanır, hediyeye hediye ile mukabele etmeye çalışırdı. Mahlûkatın tümüne şefkat nazarıyla bakardı.

ÜVEYSÎ ÜSTADI GUCDÜVÂNÎ

Çağına yetişmeden, yüzyüze görüşmeden feyz aldığı “üveysî” mürşidi Abdülhâlik Gucdüvânî ona âlem-i mânâda şu nasihatta bulunmuştu: “Oğlum Bahâeddin, zikr-i ilâhi’den fariğ olma! Mahlûkata hâlisâne hizmet et. Çünkü Hakk’a giden yol, hizmetten geçer. Ayağını şeriat seccadesine koy, emir ve nehyde istikamet üzre ol. Daima azimetle amel et, sünnete ittibâ et, ruhsatları bırak, bid’atlerden kaç insanlar, hayvanlar ve bitkiler senden hizmet bekliyor. Hafi zikre sarıl. Allah yâr ve yardımcın olsun.”

Bu vasiyetin tesiri ve fıtratındaki merhametin muktezasınca, onun yaralı hayvanlara baktığı; yaralarını tedavi ettiği hattâ, sokakların temizliğiyle bile meşgul olarak halka hizmet ettiği rivayet edilir.

Sordular:

– Sizin dervişliğiniz mevrûs mudur, yoksa mükteseb midir

Şâh-ı Naşkbend buyurdu:

– Bizim dervişliğimiz Hak cânibinden bir cezbedir. Hakk’ın ikrâmıdır.

– Peki sizin tarikınızda cehrî zikir, halvet ve semâ var mıdır?

– Hayır, yoktur.

– Öyleyse sizin tarikatınızın esası nedir?

– Bizim tarikatımızın esası “halvet der-encümen”dir. Yani zâhir halk ile, bâtın Hakk ile bulunmaktır. “El kârda, gönül yârda” olmaktır. Nitekim Kur’an’daki: “Ne ticaret ve ne de alış-verişin Allah’ın zikrinden alıkoymadığı erler vardır” (en-Nûr. 24/37) âyetinde bunlara işaret vardır.

Şâh-ı Nakşbend hazretleri, ileri ufuklara bakmayı daima yükselmeyi öğütleyen bir mânâ sultanıydı. Müridlerine: “Eğer himmetimizi yüksek tutmaz, oyununuzu büyük oynamazsanız, size hakkımı helâl etmem. Üstün himmette öyle olmalısınız ki, ayaklarınızla başıma basmalısınız.” Yani sizin mânevi dereceniz benden daha yukarılara ulaşmalı.

ASIL KERAMET, KERAMETİ GİZLEMEKTİR:

O’nun tâlim ettiği Nakşilik yolunda en büyük keramet, kerametin gizlenmesiydi, setredilmesiydi. Çünkü Hak Teâlâ bazan veli kulunu kerametle taltif ederek kendisi ile keramet arasında muhayyer bırakarak imtihan eder. Kul, gayenin keramet değil, istikamet ve Hakk rızası olduğunu anlarsa kurtulur; değilse ayağı sürçer ve tökezler. Mâneviyat yolunun en tehlikeli geçidi burasıdır. Şâh-ı Nakşbend’e göre en büyük keramet kerameti örtmek ve gizlemektir. Bu yüzden kendisinden: “Sizden niçin bu kadar az keramet zuhur ediyor?” diye soranlara şu cevabı veriyor: “Omuzlarımızdaki bunca günah yüküne rağmen ayakta durabilmekten daha büyük keramet mi arıyorsunuz?”

Cezbe ve taşkınlıktan, meclisinde sayha ve nârâ atılmasından hoşlanmazdı. Nitekim birisi bulunduğu mecliste: “Allaaaah!” diye haykırdı. O şunları söyledi: “Bu haykırış, gaflet işaretidir. Bizim meclisimizde gafillere yer yok.”

NEFS KONUSUNDA

Nefs konusunda şöyle konuşurdu: “Nefislerinizi kınayın. Çünkü nefsini kınamasını bilen onun hile ve mekrini bilir.”

“Nefsin bineğindir, ona şefkatle davran” hadisindeki nefs, “mutmeinne” derecesine ermiş nefstir. Yoksa emmare olan nefs değildir. Nitekim Kur’an’daki: “Nefs, kötülüğü çokca tahrik edicidir, ancak Rabbımın merhamet ettiği nefs müstesnâ” (Yusuf, 12/53) âyetinde istisnâ tutulan nefs de budur.

Efendimiz bir hadis-i şeriflerinde “Eziyet veren şeyi yoldan uzaklaştırmayı” imândan saymışlardır. Şâh-ı Nakşbend hazretleri, bu hadisteki ezayı “nefs”, yolu da Hak yolu ve tarikat olarak yorumlardı ve bu duruma göre hadisin anlamı Bâyezid Bistamî’nin buyurduğu gibi, “Nefsini bırak da gel” şeklindedir. Hak ehli kimselere muhabbete bile mani olan nefsten geçmek nefsin sıfatları, esaretinden kurtulmak gerekir.

Buhara ulemasından biri, Şâh-ı Nakşbend hazretlerine sordu:

– Bir kul namazda huzura nasıl erebilir? Cevap verdi:

– Dört şeyle:

1. Helâl lokma

2. Namaz dışında da Hakk’ı asla unutmamak,

3. Abdest sırasında da gafletten uzak durmak; Hakk ile olmak.

4. İlk tekbiri alırken kendini Hakk’ın huzurunda bilmek.

MÂRİFET NESEPTE Mİ İKTİSÂBDA MI?

Kemâl ve mârifetin haseb ve neseble değil, iktisâbla olduğuna inanırdı. Bu yüzden kendisine “Sizin silsileniz nereye ulaşır, ve kime dayanır?” diye soran birine: “Silsile ile kimse bir yere ulaşamaz.” diye karşılık verdi.

Kur’an’daki “Ey müminler Allah’a inanın” (en-Nisâ, 4/) âyetini her göz açıp kapamada bu fânî vücûdu nefyedip mabûd-i hakiki’yi isbat etmektir” diye yorumlamıştır. Mâsivâya aldanıp bağlanmayı bu yolda en büyük perde olarak görmüş, kelime -i tevhiddeki “Lâ ilahe” tabiat putunu nefydir. “İllallah” gerçek mabûdû isbâttır. “Muhammedun Rasûlullah” Hazret-i Rasûle ittibâdır. Bu yüzden zikirden maksad, bu sırra ermektir. Zikir sırasında mâsivâ bilkülliye nefy olmalıdır, sayısının çok olması şart değildir.

Şâh-ı Nakşbend hazretleri, yolunun esasını “sohbet” olarak tanımlamıştır. “Yolumuz sohbetledir. Halvette şöhret vardır. Şöhrette de âfet. Hayr ve felah cem’iyette, halk arasına karışmaktadır. Sohbete devam, iman-ı hakikiye imkân sağlar. Bizim tarikımızda az amel ile çok fütûh olur. Çünkü sünnete ittiba zor iştir ve bizim yolumuz sünnet yoludur.”

HACEGÂN YOLU VE NAKŞİLİK

Bilindiği gibi, Şâh-ı Nakşbend hazretleri, Hâcegân yolunun Hace Abdulhâlik Gucdüvânî tarafından tesbit edilen “on bir” esasını ihyâ etti. Nakşbendiyye yolunu daha sağlığında Buhârâ, Semerkand ve Maveraünnehir bölgesine yaydı. Güçlü ve müteşerri halifeleri sayesinde yıllar yılı İslâm ülkelerinde tesir ve nüfuzunu devam ettirdi. Şâh-ı Nakşbend, Hanefî mezhebindeydi. Kendisinin tasnîf

buyurdukları “Evrâd-ı Bahâiyye” sinden başka eseri yoktur. Ancak müridi ve halifesi Muhammed Pârsâ ve diğer halifeleri, bazı sözlerini tespit etmişlerdir. Osmanlıların kuruluş yıllarında teessüs eden tarikatı, XIV. Asırdan itibaren Osmanlı ülkesinin muhtelif yerlerine yayılma imkânı bulmuştur.

Buhârâ’da bulunan kabri, yetmiş yıllık komünist rejim sırasında halkın manevi himaye odağı gibi hizmet görmüş, gizli zikri esas olan tarikatı vicdanlarda mahpus imanları korumuştur.

İlgili Aramalar: muhammed bahauddin hayatı, muhammed bahauddin kimdir, şahı nakşibendi hayatı, şahı nakşibendi kimdir

nest...

batman iftar saati 2021 viranşehir kaç kilometre seferberlik ne demek namaz nasıl kılınır ve hangi dualar okunur özel jimer anlamlı bayram mesajı maxoak 50.000 mah powerbank cin tırnağı nedir