Biyoljik yapısı hayvan olan insanın, hayvanlardan ayrıldığı en kritik noktalardandır sosyalleşme zorunluluğu. Konuşarak, kendini anlatarak rahatlayan insan, son yıllarda yoğunlaşan bireysel yalnızlaşmayla birlikte çeşitli sorunlar, sıkıntılar yaşamaya başlar. Bu psikolojik gitgeller insanı profesyonel yardım almak zorunda bırakır. Ya da bu yardımı alıyormuş gibi yapmak başka birilerinin rahatlamasına sebep olur.
Bir psikolog ve hastası arasında geçen diyaloglardan oluşan Aklından Bir Sayı Tut,insanın günlük hayatındaki sıkıntılarını, güven problemlerini, samimiyetini ve hayatı anlanlandırma arayışını sorgulayan bir kısa film. İşini bilen birinin elinden çıkması ve derinlikli yapısıyla ülkemiz kısa filmleri içinden sıyrılmayı başarıyor.
Filmin yönemeni İsmet Akgün ile gerçekleştirdiğimiz röportaj, filme dair farklı düşünce kapılarını aralamanıza imkan verebilir.
Tam anlamıyla ön plandaydı diyemem. yılında üniversiteye girişimden birkaç yıl öncesinde sanat disiplinlerinden bir kaçıyla uygulamalı olarak ilgilenmeye başladım. Devamında mesleki olarak da devam ettirebileceğimi düşünerek Grafik Tasarım bölümüne girdim. O zamanlarda sinema benim için iyi filmi bulup izlemekten çok da ileride bir yerde değildi işin açıkçası. Özellikle, ilk yıllarımda plastik sanatlara çok daha fazla ilgiliydim denebilir. Sonra üniversitede bir karma sergide, üzerine kendimce uzun zaman harcayarak yaptığım bir çalışmanın sonucunda ortaya çıkan ürünün beni zihnen çok da tatmin edemediğini fark ettim. Aynı zamanlarda arkadaşlarımızla beraber yaptığımız “Domates” isimli kısa filmin üretim aşamasında yaşadığım heyecan, başından beri üzerine kafa patlattığım disiplinler arası ince çizgiyi sinema ile daha da inceltebileceğime ve bunu yaparken de yoğunluğunu arttırabileceğime karar verdirtti. O andan itibaren benim için içeriğini doldurabileceğime inandığım disiplinin sinema olduğunu söylemek en doğrusu olacaktır.
Zihnin bilinçli veya bilinçdışı üretim sürecine büyük bir tutku taşıyorum aslında. Sanat ise bir şekilde bir isim, belli bir değer mekanizması oluşturmak için bin yıllardır üretilmiş formlardan sadece biri ama önemli olmasının sebebi , birey kavramının kronolojisi toplumla sonuçlandığından, sanat bir şekilde toplumun yani özünde bireyin en net incelenebilesi, en samimi belki de sonucunda değerlerin dengesini değiştirebilecek bir güce sahip olmasının korkutuculuğunun yanında gerçek olana en net ulaşabilmenin yolu gibi geliyor.
Üniversitedeyken de bu gücün kullanılabilmesi için elimizden geleni yapmaya çalıştık, bir noktada başarılı olduk da denebilir. Ancak kolektif bir oluşumun devamlılığı bile kendi özümüzle ilgili sorunları çözebilmemize yetmedi. Ben bu yolu çözümleme kısmını, sert ve irrite olana ilgi duyarak devam ettirmeyi seçtim. Hatta bu yolun arkasında durmakla ilgili ciddi bir sorumluluk taşıyorum. Çünkü değerlerimiz, bildiklerimizle sabit ilerliyor ve bu da günümüz hızında büyük değişkenler oluştururken içlerini doldurabilecek vaktimiz olmuyor. Kendi adıma bu duruma gösterebileceğim tepki şu an için sert olan. Tabi bunu fiziksel bir sonuca bağlamakla ilgili bir derdim yok.
Hissiyat olarak önceki çektiğim kısa filmlerden çok farklı değil “Aklından Bir Sayı Tut”. Ancak bu sefer yarattığım hikayenin isteklerini kısıtlamadım diyebilirim. Hatta hikayeyle bir süre baş başa kavga ettik. Ben ona neleri yapamayacağımı söyledim o ise nelerden vazgeçemeyeceğimi. Tabi biraz şiirsel oldu bu durum ama sonuç olarak bütçesini ben belirlemedim. Daha net bir açıklama yapmak gerekirse bir şekilde bütçesiz film çekmek mümkün ama ortaya koymak istediğin hikayenin bütçen olmadığı için farkında olmadan çok mühim bir noktasını değiştirmiş olmak durumuna katlanamıyorum. Bunun da sebebi henüz gerçekten hangi planın, bütünü tam anlamıyla ne kadar etkileyebileceği konusunda ciddi tecrübelere sahip olmamam. Bir de filmi yönetirken aslında etrafımdaki gelişen tüm olaylara ne kadar hakim olduğumu da görmek istedim.
Gün içerisinde yaşadığım çok basit, gözle görülmeyen veya tam tersi beni derinden etkileyen olaylar örgüsünün farklı bir mekanda, farklı karakterlerle kurgulanmış hali diyebilirim. Genellikle yazdığım hikayelerde bu yolu tercih ediyorum. Aklından Bir Sayı Tut’un hikayesi, beni bir şekilde tek mekanda olması gerektiğine ikna etti. Diyalogların yoğunluğu da tek bir çatı altında olabilecek sertliği kendi bildiğim yolla yukarı çıkarabileceğim bir araç oldu. Ne kadar yansıtabildiğim konusunda da filmin anlamıyla ilgili bir sorun yaşamadım ama anlatımında daha önce tecrübe etmediğim teknik sorunlarla karşılaştım.
Hikayenin benden çıkıyor olması benim tepkilerim olduğu anlamını taşımamalı. Bu çok öznel ve sıkıcı olurdu. O zaman üretmiş olduğun şey sadece söyleyemediklerin, yapamadıkların olacaksa veya ukde ettiklerin, bu üreten kişinin mastürbasyonundan ibaret olurdu gibi geliyor bana. Filmin içerisinde olan her şey onlara ait. Gerçekten yaşamış, gerçekten bunu yapabilen insanlar olmasına gerek yok, eğer böyle bir gerçeklik arıyorsak film yapmaya lüzum yok. O zaman ne karaktere, ne mekana ne de filmi oluşturan diğer unsurlara bildiğimizden farklı bir dil oluşturma şansımız kalmıyor. Tabi kızgınlık olarak değerlendirebilir miyiz ? Evet, Erhan’ın kızgınlığı. Hem de çok yoğun bir kızgınlık.
Böyle düşündüğün için teşekkür ederim. Tabi ki teknik imkanların olması filmin seyir hazzını arttırıyor, estetik bir değer katıyor ama filmin estetiğinden ziyade formu için daha fazla emek harcanıyorsa bu bana daha doğru geliyor. Çok yukardan, üstten konuşuyormuşum gibi oluyor ama şimdiye kadar edindiğim ufak tefek tecrübeler sonucunda film çekeceğim diyen birinin, filmi çekmesi kadar güzel bir şey yok ama bu o işin film olduğu anlamını taşımayacaktır.
Kurgu için, sinemanın geriye kalan disiplinlerden ayrılan en mühim noktası olduğu söylenebilir. Film için seçilen her bir yol diğerinden çok farklı anlamlara, hissiyatlara varıyor. Ben kendi yolumu seçerken baya bir zaman harcadım. Geçen yıl eylül ayında çektim Aklından Bir Sayı Tut’u ve son olarak geçtiğimiz ay bitirebildim. Tabi çektiğim ilk anda kafamda gitmek istediğim yol belliydi ama sonrasında farklı zamanlarda toplamda üç versiyon oldu. Kafamda geçen olay örgüsünü kendi kusursuzluğunda yaratmak gibi bir amaç edinmiştim kendime, teknik sorunlar ve filmi çekerken ki kontrol eksikliğimi tam anlamıyla fark etmemle geçtiğimiz ay filmin son halini, ortaya daha rahat bir kafayla çıkarttım.
Şimdi bu soruya nasıl bir cevap vermem gerektiğini tam olarak bilemiyorum ama haksızda sayılmazsınız. Film zaten diyalog ve vücut dilinden ibaret bir noktada. Hatta oyunu, çok beğendiğim Robert Bresson sinemasından vereceğim diye kendimi günler öncesinden hazırladım. Üzerine oyuncu seçimi ve yönetimi konusunda neredeyse hiç sıkıntı yaşayacağımı da düşünmüyordum. Bir şekilde kısa film olduğundan dolayı çekim öncesinde çok kaale alınmadık, sonrasında da biraz kopukluklar olmasına rağmen ellerinden geleni yaptılar ama sonuç olarak isteklerime çok da yaklaşılamadı. Bu da bana bazı şeylerin sadece istemekle ilgili oladığını anlatan önemli bir ders oldu.
Bizim son yıllarda daha fazla konuşmaya, göstermeye, duymaya, duygularımızı tavan yaptıracak, bizi bireysel ve toplumsal geçmişimizle karşı karşıya getirecek bir dile ihtiyacımız var bence. Keşke ne yapacağımıza karar verebilsek, odak noktamızı tam anlamıyla belirleyebilsek ki bu çok zor.
Her şey hızlı, devamlı değişen tavırlar içerisinde büyüyoruz, beş yıl önce punk’tık şimdi hipster oluyoruz. Hiper kimliklerle donandık, nasıl başlıyorsa hemen devam ettiriyoruz. Bu da bir şekilde sinemamızı etkileyemiyor tabi ki. Çünkü sinema veya diğer bütün disiplinler yaşlı, kadim ve köklüler. Senin içinde olamadığın, hissedemediğin, üzerine onlar kadar bilebildiğini ispatlayamadığın hiçbir düşünceyi, harekete geçirmeyeceklerdir. Sadece doğru filmi yapalım. İlla ki birileri bizim bunu nasıl yaptığımızla ilgili bir şeyler diyecektir.
Önümüzde ki zamanda kısa film denemelerim devam edecek ama artık bütçeli kısalardan biraz uzaklaşmayı, daha deneysel, odaklandığım hikayelerin ufak kesitlerini uygulayabileceğim kısa filmler yapmayı hedefliyorum. Uzun metraj için elimde bir projem var ve bu yola tam anlamıyla girdim denebilir. Henüz çok büyük bir ilerleme içerisinde değiliz ama bu aşamaların yavaş ilerlemesi bizimde işimize geliyor. Kasım ayının ortalarında bir terslik olmazsa ilk teaser’ı yayınlamayı umut ediyoruz. Sonrasında ise filmi çekebilecek bütçemi toparlamayı ve bu çılgınlığın içerisinde çıldırmayı planlıyorum.
Son olarak, sana ve Filmloverss ekibine çok teşekkür ediyorum. Yeni projelerde görüşmek üzere…
Neredeydin? dedi yataktaki yaşlı kadın. Tuvaletimi yapmam gerekiyordu ama yanımda kimseyi göremedim.
Genç adam. onun hırçın ses tonuna karşılık, ayakucunda duruyor ve sakin bir şekilde gülümsüyordu.
Kelimelerin ne anlama geldiğini unutmuş gibi, belli belirsiz bir sesle Tuvaletimi yapmam gerekiyordu diye tekrarladı.
Adam, Sana İyi haberlerim var, anne. dedi. Yakında her şey yoluna girecek. Her şey hallolacak.
Beni bıraktığın zamanlarda nereye gidiyorsun? Sesi daha net ve hırçındı.
Uzağa değil, anne. Benim asla uzağa gitmediğimi iyi biliyorsun”
Yalnız kalmaktan hoşlanmıyorum.
Yüzüne bir gülümseme yayıldı; neredeyse mutlu olmuştu. Çok yakında isler düzelecek ve her şey olması gerektiği gibi olacak. Bana güvenebilirsin, anne. Durumu düzeltmenin bir yolunu buldum. Aldığını geri verecek, vermiş olduğunu aldığı zaman.
“Öyle güzel şiir yazıyorsun ki Odada hiç pencere yoktu, içerideki tek ışık kaynağı olan, yatağın yanındaki davara yapışık lamba, kadının boğazımdaki büyük yarayı ve gözlerindeki gölgeyi belirginleştiriyordu.
Duvarın arkasında parlak bir şey görmüşçesine uzaklara bakarak, Dans etmeye gidecek miyiz? diye sordu.
Tabii, anne. Her şey mükemmel olacak.
Benim ördek Dickie m nerede?
Yanı başında, anne.
Ördek Dickie yatağa gelecek mi?
Uyku vakti, uyku vakti, uyku vakti.
Tuvaletimi yapmam gerekiyor, dedi, cilveli denebilecek bir tonla.
Birinci Bölüm
Polisin Sanatı
Jason Strunk anlatıldığı kadarıyla otuzlarında, sessiz sakin, silik tipli bir adamdı. Komşuların pek görmediği ve görünüşe bakılırsa duymadığı birisiydi; öyle ki hiçbiri onun söylediği tek bir kelimeyi bile tam olarak hatırlayamadı. Hatta konuşabildiğinden bile şüphelilerdi. Başını mı sallardı, merhaba mı derdi, birkaç kelime mırıldanır mıydı? Kimse hatırlamıyordu.
Bay Strunkm orta yaşlı, bıyıklı adamlar öldürme takıntısı olduğu, cesetlerini eşi görülmemiş ve oldukça sinir bozucu bir şekilde ortadan kaldırdığı ortaya çıkınca, tüm komşuları şaşkınlıklarını dile getirdi, bazıları ise bir süre inanmadı. Adam, öldürdüğü kişilerin cesetlerini küçük parçalara ayırıp, renkli paketlere sardıktan sonra, onları Noel hediyesi olarak bölgedeki polis memurlarına gönderiyordu.
Dave Gurocy, Jason Strunkin bilgisayar ekranından kendisine bakan uysal yüzünü dikkatlice inceledi. Karşısındaki, Teşkilat Merkezinin arşivindeki orijinal sabıka fotoğrafıydı. Fotoğraf, gerçek yüz boyutlarına uygun olacak şekilde büyütülmüş ve kenarlarında Gurneyin yeni öğrendiği bir fotoğraf düzenleme programının araç çubuğu simgeleri sıralanmıştı.
Parlaklık ayan yapan simgelerden birisini Strunkın sağ gözüne doğru hareket ettirip, üzerine tıkladı. İyice belirginleşen bu bölgeyi incelemeye koyuldu.
Daha iyi, ama yine de çok iyi değil.
Gözler her zaman isin en zor kısmıydı gözler ve ağız ama anahtar noktalardı. Bazen küçücük bir noktanın duruşu ve yoğunluğu üzerinde saatlerce çalışırdı. O kadar uğraşmalarına rağmen bazen çok iyi sonuçlar ekle edemezdi. Yeterince iyi olmadıkları için, bu sonuçlardan Sonyaya ve tabii ki Madeleine bahsetmezdi.
Gözlerin sırrı, gerilimi ve çelişkiyi her şeyden daha iyi yakalayabilmesindeydi. Gurneyin, birlikte kayda değer vakit geçirme şansına sah İp olduğu katillerin gözlerinde gördüğü, acımasızlık izlerinin delip geçtiği çekingen bir uysallıktı.
Jorge Kunzmanın (en son çıktığı kişinin kafasını buzdolabında saklayan ve yeni bir sevgili bulduğu an buzdolabındaki kafayı yenisiyle değiştiren Walmart marketi çalışanı) sabıka fotoğrafını dikkatle incelediğinde de aynı bakısı yakalamıştı. Bay Kunzmanın sıkkın ifadesinin ardında pusuya yatmış derin, siyah boşluğu fark etmesi; sonucu bildirdiği an Sonyanın heyecan dolu tepkisi ve övgü dolu sözleriyle gerçeğin bir kez daha kanıtlanması onu memnun etmişti. Onu, Sonyanın Ithacadakı galerisinde Yakalayan kişinin elinden Katil Portreleri adıyla, üzerinde uğraştığı fotoğrafları sergilemeye heveslendiren şey bu memnuniyet duygusu ve Sonyanın koleksiyoncu bir arkadaşının aniden bu fotoğrafı satın almasıydı.
Sanata ve özellikle güncel sanata ilgi duymayan, şöhretten nefret eden, yeni emekli olmuş bir New York Polis Teşkilatı () cinayet dedektifinin, küçük bir üniversite şehrindeki şık bir sanat sergisinin odağı haline nasıl geldiği sorusuna verilen iki, birbirinden çok farklı yanıt vardı: Biri kendisinin diğeri de eşinin. Ayrıca bu eleştirmenlerin ustalıkla incelenmiş, vahşeti gözler önüne seren, fotoğraflar karmasında yeni bir çığır seklinde tanımladığı bir sergiydi.
Kendisine kalına her şey Madeleinenin onu, Coopersiown Müzesinde, sanı hakkında bir kursa birlikte gitmeye ikna etmesiyle başlamıştı. Madeleine odu daima açmaya, dışarı çıkarmaya çalışırdı çalışma odasından, evinden, kendisinden dışarı; içeriden dışarı. Gurney, kendi kontrolünü kaybetmemek için en iyi taktiğin bazen teslim olmak gerektiğini Öğrenmişti. Sanat kursuna gitmeyi kabul etmesi de bu taktiğin gerektirdiklerinden biriydi. Kurs boyunca öylece oturup, bitmesini bekleme fikri gözünü korkutsa da, bu kursun baskılara karsı bağışıklık kazanmasını sağlayacağını umuyordu; en azından kursun sonrasındaki birkaç ay boyunca Aslında miskin birisi değildi, hatta bundan çok uzaktı. Kırk yedi yaşında olmasına rağmen elli sınav, elli barfiks, elli mekik çekebiliyordu. Yalnızca bir yerlere gitmeyi pek sevmiyordu.
Fakat kurs işi şaşırtıcı bir sürprize dönüştü aslında üç sürprize. Birincisi, kurstan önce sandığı gibi derslerde uyanık kalmaya çalışmanın aksine, galerinin sahibi, bölgenin ünlü sanatçısı ve aynı zamanda eğitmeni olan Sonya Reynoldsı çok ilginç buldu. Kuzey Avrupalı Catherine Dencuve havasındaki tipik güzellerden değildi. Yüzüne somurtkan bir hava katan dudakları, belirgin elmacık kemikleri ve uzun bir burnu vardı. Fakat tek tek bakıldığında güzel olmayan bu parçalar, derin ve buğulu bakan yeşil gözleriyle ve rahat, doğasından gelen şehvetli tavrıyla birleşerek çarpıcı denecek kadar güzel bir bütün oluşturuyorlardı. Sınıfla fazla erkek yoktu; yirmi altı katılımcıdan yalnızca altısı erkekti. Ama allısının da tüm dikkati onun üzerindeydi.
İkinci sürpriz ise konuya karşı olumlu tepkisiydi. Sonya, özel ilgi alanına girdiği için fotoğrafçılık sanatına, üzerinde oynamalar yaparak fotoğrafın aslından daha güçlü ve anlamlı hale getirilmesi konusuna önemli ölçüde zaman ayırmaktaydı.
Üçüncüsü ise on iki haftalık kursun üçüncü haftasında, Sonya bir gece, çağdaş bir sanatçının bol ışıklı portrelerinden birisini heyecanla eleştirirken gerçekleşti. Gurney portreye bakarken aklına bir fikir geldi. Bunu özel erişim izninin bulunduğu farklı bir alan için kullanabilir ve olaya farklı bir bakış açısı getirebilirdi. Bu çılgın fikir onu garip bir tekilde heyecanlandırmıştı. Bir sanat kursundan beklediği son şey, heyecan verici olmasıydı.
Bu düşünce tüm kariyerini onu araştırmaya, izini sürmeye ve alt etmeye adadığı canavarın doğasını yakalayacak ve yansıtacak biçimde sabıka fotoğraflarını büyütme, netleştirme ve koyulaştırma fikri aklına yerleştikçe, itiraf etmeye çekineceği kadar sık mesele üzerinde kafa yormaya başlamıştı. Her şeyden önce o, her soruya iki açıdan bakabilen, her yargının ardındaki hatayı ve her heyecanın altındaki tecrübesizliği görebilen bir adamdı.
O güneşli kasım sabahında, çalışma odasındaki masada Jason Strunkın sabıka fotoğrafını İncelerken, uğraştığı işin verdiği heyecan bir anda arkasından bir şeyin yere düşme sesiyle bolündü.
Madeleine herhangi birisine sıradan, fakat kocasına gergin gelecek bir ses tonuyla Bunları buraya bırakıyorum dedi.
Omzunun Üzerinden arkasına dönüp, gözlerini kısarak, kapının arkasına konmuş çuvala baktı. Neyi bırakıyorsun? diye sordu, cevabını bile bile.
Madeleine ses tonunu değiştirmeden Laleleri dedi.
Lale soğanları mı demek istedin?
Bu aptalca bir düzeltme olmuştu ve ikisi de bunun farkındaydı. Bu yalnızca, Madeleine ondan bir şey yapmasını istediğinde fakat kendisi bunu istemediğinde kızgınlığını ifade etmesinin bir yoluydu.
Onlarla burada ne yapmamı istiyorsun?
Onları bahçeye çıkar. Ekmeme yardım et.
Madeleine ona, bahçeden bir şeyi, yeniden bahçeye götürmesi için ofise getirmesinin ne kadar mantıksız olduğunu söylemeyi düşündü fakat yalnızca düşünmekle yetindi.
Hafif kızgın bir ses tonuyla İşimi bitirir bitirmez dedi. Bu harika Hindistandaki yaz günlerini andıran günde, uzanıp giden kızıl sonbahar ağaçları ve tepedeki, zümrüt yeşili çimenleri gören bahçeye lale soğanları ekmenin pek de zor bir iş olmadığının farkındaydı. Yalnızca işinin bölünmesinden nefret ediyordu. Bu bölünmeye verdiği karşılık ise, ona özgü çok güçlü bir özellikti: Bu kadar iyi bir dedektif olmasını sağlamış olan doğrusal ve mantıklı düşünme şekli bir şüphelinin hikayesindeki en ufak bir boşluğu yakalayabilen, birçok gözün göremeyeceği kadar küçük çatlakları fark eden aklı.
Madeleine onun omzunun üzerinden bilgisayar ekranına baktı. Böyle bir günde bu kadar çirkin bir şey üzerinde nasıl çalışabiliyorsun? diye sordu.
Yayım tarihi
PaylaşYorum Yaz 53