allah dostlarının nefis terbiyesi / Misafir Kalem - Allah'ı Zikret, Dost Edin - Müslüman Dünyaya Selam Olsun

Allah Dostlarının Nefis Terbiyesi

allah dostlarının nefis terbiyesi

Peygamberimizin, ilk on günü rahmet, ikinci on günü mağfiret, son on günü cehennem azabından kurtulma günleri olarak tanımladığı Ramazan ayının mağfiret günlerini idrak etmekteyiz. Mağfiret, bağışlanma demektir. Hadis-i şerif burada terğîb yani teşvik özelliği taşımakta ve kulları bunu hak etmeye yönlendirmektedir. Aksi takdirde, kul hiçbir şey yapmasa da bu günlerde yaşıyor olması, mutlak olarak feyzinden istifade edebileceği anlamına gelmez. Belki oruç tutarak buna adım atmış olması ve ramazanın diğer kazanımlarını da beraberinde getireceği için büyük bir avantajın içinde bulur kendisini. Diğer günlere göre farkı buradadır. Bunun için daha iyi insan, daha bilinçli bir Müslüman olma amacı doğrultusunda orucun itici gücünden de istifade ederek bu günlerde kendisini iyi bir nefis terbiyesine tâbî tutması gerekir.

Temeli Kur'an ve sünnete dayanan tasavvuf geleneğimizde bu yola giren Müslümandan beklenilen ilk şeydir esasında nefsini terbiye etmesi. “Biz insanı en güzel bir surette yarattık (Tîn, 4) ayetinde ifadesini bulan “en güzel olma” vasfını muhafaza edebilmeleri için bütün mürşidlerin, velilerin, alimlerin, Allah dostlarının irşadlarında en çok üzerinde durdukları husustur nefis terbiyesi. Zaten tasavvuf kavramının tariflerinde de buna büyük oranda vurgu yapıldığı görülür. Kısaca “saflaştırmak, tertemiz yapmak”. Yani kalbi, gönlü her türlü kötülükten temizlemek, nefsin kötü isteklerini terk etmek, Allah Rasulü'nün bizatihi yaşayarak gösterdiği güzel ahlaka ulaşma yolu. Cüneyd-i Bağdadi'nin ifadesiyle, Allah'ın, seni sende öldürüp, Kendinde ebediyen diri kılmasıdır. Yani “mûtû gable en temûtû” (ölmeden önce ölünüz), “hâsibû gable en tühâsebû” (hesaba çekilmeden önce kendinizi hesaba çekiniz) hadislerini hatırlatmaktadır. Bunu yapmanın yolu da nefis terbiyesinden geçmektedir.

İslam alimleri nefis terbiyesini gerçekleştirebilmek için önce nefsi derecelendirmişler, adeta merdivenin basamaklarını tek tek çıkmak gerektiğine dikkat çekmişlerdir. Buna göre nefis terbiyesinde aşağıdaki merhaleler için bazı isimlendirmeler de yapmışlardır. En kısa anlamlarıyla açıklayacak olursak,

: Kötülüğü emreden ve bundan zevk alan nefis.

: Kötülük yaptığında bundan pişman olup af dileyen nefis.

: Allah'tan ilham almaya başlayan nefis. Mesela “siz bildiklerinizle amel ederseniz Allah size bilmediklerinizi öğretir” hadisini buna örnek verebiliriz.

: Tatmin olmuş, şüphelerden arınıp rahatlamış nefis.

: Allah'ın yaptığı her şeyden razı olan nefis. Yani “Allah'ım! Sen inan dedin inandım, namaz kıl dedin kılıyorum, oruç tut dedin tutuyorum, zekat ve dedin veriyorum vs. emrettiğin her şeyi yerine getiriyorum ve nehyettiğin her şeyden uzak duruyorum; bunları gönülden yapıyorum ve hepsinden razıyım; sana kul olmak ne güzel Rabbim” diyen nefis. Nefs-i Marzıyye: Yukarıdaki gibi Rabbinden razı olan ve O'nun tüm emir ve nehiyleri karşısında boynunun kıldan ince olduğunu ifade eden kuldan Rabbi razı olmaz mı? Bu da nefs-i marzıyye demektir. Kur'an-ı Kerim, “Ey her türlü şüphelerden arınmış, gönlü mutmain olmuş nefis! Sen O'ndan razı, O da senden razı olarak Rabbine dön. Razı olduğum kullarımın arasına gir ve bu şekilde cennetime gir” (Fecr, ) ayetleriyle bu son üç merhaleye birlikte işaret etmektedir. Nefis terbiyesinde son merhale

. Nefsin seçkin, saf, temiz halidir. Olgunluğa ermiş nefstir. Bu mertebeye yedi kademede erişilir.

Tek tek açıklamaya çalıştığımız bu merhaleler ulaşılmaz hedefler değildir. Bunun için başta peygamberimiz olmak üzere sahabe hayatından ve tarihimizde iz bırakmış Allah dostlarının hayatlarından örnek almalıyız. Onların hayat ve hatıratları ile ilgili eserleri okumalıyız. Kur'an'a ve sünnete bağlılıklarını müşahede ederek bu konudaki titizliklerinden istifade etmeliyiz. Esasında hedefe giden yolu yukarıda bahsetmiş olduğum iz bırakan Allah dostlarından birisi olan Yunus Emre gösteriyor: Şeriat, tarikat yoldur varana; Hakikat, marifet andan içeru. Yani önce şeriatı öğrenmek gerekir. Bunun temeli de Kur'an ve sünnete dayanır. Bu konuda bilinmesi gereken asgari İslâmî bilgiye sahip olmak gerekir. Bunun için “beşikten mezara kadar ilim taleb ediniz, bilgi edinmeye çalışınız” hadis-i şerifi rehberimiz olmalı. Öğrendiklerimizle amel etmek bir tür şeriatı yaşamaya gayret etmektir ki bu da tarikattır. Yani hedefe doğru yola koyulmak. Hedef nedir, hakikat ve marifet. Yani inancımız ve ibadetlerimizle ilgili yapıp ettiklerimizin hikmetine artık vakıf olmak. Taklitten tahkike geçiş yapmak. Bildiklerimizle amel edersek Allah bize bilmediklerimizi öğretecektir. Bu vesileyle kim olduğumuzu, yaratılış gayemizin ne olduğunu daha iyi anlamış olacağız. “Nefsini bilen Rabbini bilir” düsturundan hareketle marifete ulaşmış olacağız.

Ramazanın ikinci on gününde marifeti elde ederek mağfirete ulaşmayı Rabbim hepimize nasip etsin.

La ilahe ilallah  zikrini çok söyleyelim islam emirlerini tutalım. Bu zikir sizi çok ahlaklı bir insan yapar.

Cenab-ı Hakk; “Kim Rabbinin makamından korkar, heva ve hevesinden alıkoyarsa, işte muhakkak ki cennet, onun varacağı yerin ta kendisidir.” (NAZİAT: )

“Ey iman edenler! Size “Meclislerde yer açın” denilince yer açın ki Allah da size genişlik versin. Size “Kalkın” denilince de kalkın ki Allah sizden inananları ve kendilerine ilim verilenleri derecelerle yükseltsin. Allah yaptıklarınızdan haberdardır.” MÜCADELE: 11

Kim ki, Allah’a götüren yolun nefsani arzularına muhalefet etmek olduğunu tasdik eder fakat bunun sebep ve sırrına vakıf olmazsa bu ayette belirtilen şeyleri yapmamış olur.

Bakınız ne buyuruyor Peygamberimiz (sav): “Müminin beş belası vardır:

  1. Mümin, ona hased eder,
  2. Münafık, ona buğzeder,
  3. Kâfir, hayatına kasteder,
  4. Şeytan, saptırmaya çalışır,
  5. Nefsi, kendisiyle çekişir

Cenab-ı Hakk Hz. Davud (as)’a şöyle vahyediyor:

“Ey Davud! Ashabını nefsani arzulara uymaktan sakındır, kaçındır. Zira, nefsani arzularına uyan kalpleri bana perdelidir. Nefsani arzularını, isteklerini yerine getirenlerle Zatımın arasında perdeler vardır, basireti açılmaz.”Allah’ım, bizi nefs-i emmarenin elinden kurtar. Nefis, seni Allah’tan  alıkoyuyor. Zalim şeytan durmadan vesvese veriyor sana, canına kastediyor. Saptırmaya çalışıyor.

Allah dostlarından birisi şöyle buyuruyor:

“Ey nefs! Ey utanmaz nefs! Şaşarım sana. Ne hükümdarlarla hükümdar olup bir köşkte oturdun. Ne ilim sahipleriyle alimlerle, zahidlerle beraber oldun. Korkarım ikimiz de beraber cennet ve cehennem arasında mahsur kalırız.” Nefs bizi perişan etti. Bazen zikir çeker, namaz kılarsın öyle bir hoş olursun, gönlün Allah’a yaklaşır. Fakat dışarı çıktın mı başlar düşman seninle uğraşmaya. Düşman senden vazgeçmiyor. Gece gündüz seninle uğraşıyor.

Söylenenleri iyi dinleyin. Allah’ın muhabbetini gönlünüzde gizleyin. Dışarı vermemeye çalışın. Hakk, senin kalbini biliyor. Allah, seni biliyor. Onu sakla, hazine yap. Tasarrufunu gizle. Yine Cüneydi Bağdadi(k.s) şöyle buyuruyor:

“Gece zikretmek için kalkmıştım. Önceki hazlar, muhabbetler gelmedi gönlüme. Acaba bu nedir? Gönlüm sıkıldı, canım sıkıldı, rahatsız oldum. Şöyle bir dışarıya çıkayım, nedir bu sıkıntım? Neden gönlüm feyz almıyor, dedim. Çıktım dışarıya baktım ki, bir örtüye, bir paltoya bürünmüş birisini gördüm. Sen kimsin? Ben Allah’ın izniyle sana geldim. İstedim ki, Rabbim senin gönlünü bana bağlasın da bana gelesin. Sen de geldin. Örtüsüne bürünen kişiye sordum: “Nefsin tedavisi nedir? O kişi bana dedi ki, ne zaman ki nefsin arzu ve istekleri sana şifa olursa o zaman sen olmuşsun.Buyuruyor ki, ben nefsime yedi defa söyledim. Yine kabul etmedi. İlla Cüneyd ’in dilinden dinleyeceğim diye tutturdu. O kişi gözümden kayboldu, gitti. Bir daha o zata hiç rastlamadım.

Nefsi öyle bir hale getirmen lazım. Allah’ım, bizleri de o kişilerden eyle. O zahidlerden, o salih kullarından eyle. Nerde? Ben şöyle kendimi muhasebeye çekiyorum, hesaba çekiyorum, kendime bir bakıyorum, nerdesin sen? İslam’ın neresindesin? Şeriat ‘ın neresindesin? Tarikatın, hakikatin neresindesin ey nefis? Soruyorum. Siz de sorun.

Yusuf (as), Mısır ülkesine ve hazinelerin sahip oldu. Yusuf, biz hizmetçi idi. Padişahın elinde bir köleydi. Yusuf, vezir olup hazinelerin anahtarlarını aldığı zaman Züleyha şöyle diyor: Tespih ederim ki o Allah’ı ki, masiyet sebebiyle hükümdarları köle yapar, kendine itaat etmeleri sebebiyle köleleri de hükümdar yapar. Hırs ve nefsî arzular, hükümdarları köle durumuna düşürür. Fakat takva sahibi kişiler de kölelikten azizliğe yükselir. Bu sözlere karşılık Hz. Yusuf’un şöyle karşılık verdiğini Şanı yüce olan Allah Kur’an-ı Kerim’inde haber veriyor:

Kim Allah’tan korkar, belalara katlanırsa herhalde Allah iyi hareket edenlerin mükâfatını zayi etmez.” (Yusuf Suresi: 90)

Hz. Yusuf bir örnektir. Cüneyd-i Bağdadî bir örnektir. O zatlar niye unutulmuyor, gönüllerde yatıyorlar? Onlar tam yaşamışlar İslam’ı. Onlar Allah’a tam gönül vermişler. Öyle gönül vermişler ki, herşeylerinden vazgeçmişler. Dünyayı ellerinin tersiyle itmişler. Onlar ahireti tercih etmişler. Onlar Allah ve Resulünü tercih etmişler. Onlar sevgi, aşk ve muhabbeti tercih etmişler. Yusuf (as) bir köleydi, vezirin elinde. Vezirin karısı ona aşık oldu. Sure-i Yusuf’ta bundan bahsediyor Cenab-ı Hakk. Yusuf’a öyle aşık oldu ki Züleyha nefsi arzularıyla Yusuf’u ister hale geldi. Cenab-ı Hakk Yusuf’a eşsiz bir güzellik vermişti. Hz. Yusuf (as), Hz. Muhammed (sav)’in güzelliğini taşıyordu. Kim, “bu gün ben Yusuf’u gödüm” dese deve yükleriyle hediyeler saçardı Züleyha. Her şeyini feda etti, Yusuf’un adını duyayım diye. Fakat Yusuf (as) ona hiç el vermedi. Yüzüne bile bakmadı. Hep ondan kaçardı. Hatta bir gün kaçarken, Züleyha onun arkasından gömleğinden tuttu.

“Evinde bulunduğu kadın, onun nefsinden murat almak istedi, kapıları iyice kapattı ve “Haydi gel!” dedi. O da” (Hâşâ), Allah’a sığınırım! Zira kocanız benim velinimetimdir, bana güzel davrandı. Gerçek şu ki, zalimler iflah olmaz!” dedi.

Andolsun ki, kadın ona meyletti. Eğer Rabbinin işaret ve ikazını görmeseydi o da kadına meyletmişti. İşte böylece biz, kötülük ve fuhşu ondan uzaklaştırmak için (delilimizi gösterdik). Şüphesiz o ihlâslı kullarımızdandı.

İkisi de kapıya doğru koştular. Kadın onun gömleğini arkadan yırttı. Kapının yanında onun kocasına rastladılar. Kadın dedi ki: Senin ailene kötülük etmek isteyenin cezası, zindana atılmaktan veya elem verici bir işkenceden başka ne olabilir!

Yusuf: “Asıl kendisi benim nefsimden murat almak istedi” dedi. Kadının akrabasından biri şöyle şahitlik etti: “Eğer gömleği önden yırtılmışsa, kadın doğru söylemiştir, bu ise yalancılardandır.”

“Eğer gömleği arkadan yırtılmışsa, kadın yalan söylemiştir. Bu ise doğru söyleyenlerdendir.”

(Kocası, Yusuf’un gömleğinin) arkadan yırtılmış olduğunu görünce, (kadına): “Şüphesiz, dedi; bu, sizin tuzağınızdır. Sizin tuzağınız gerçekten büyüktür.”

“Ey Yusuf! Sen bundan (olanları söylemekten) vazgeç! (Ey kadın!) Sen de günahının affını dile! Çünkü sen günahkârlardan oldun”

Şehirdeki bazı kadınlar dediler ki: Azizin karısı, delikanlısının nefsinden murat almak istiyormuş; Yusuf ‘un sevdası onun kalbine işlemiş! Biz onu gerçekten açık bir sapıklık içinde görüyoruz.” (Yusuf Suresi: )

“Bakınız eğer Yusuf’un gömleği arkadan yırtılmışsa Züleyha suçludur. Yusuf’un gömleği önden yırtılmışsa Yusuf suçludur” dendiğini Cenab-ı Hakk haber veriyor. Bir baktılar Yusuf’un gömleği arkadan yırtılmış. Onu arkadan tutan kadın suçlu çıktı. Ancak yine de hapse atıldı. Fakat Yusuf (as) o kadar sabretti ki, sonunda Mısır’a sultan oldu. Fakat Züleyha hanım Yusuf (as) ile evlendikten sonra ne dedi bilir misiniz? Yusuf (as), onu her çağırdığında; sabah, akşam, gündüz… hep atlatır Yusuf (as)’ı ve ona şöyle dedi:

“Ey Yusuf, artık yeter. Ben seni nefsim için sevmiştim. Şimdi Allah’a iman ettikten sonra, Allah’ın sevgisi girdi kalbime, senin sevgin artık yok. Ey Yusuf, şimdi Allah’ı seviyorum.” İşte nefs-i emmarenin elinden kurtulanın ahiri budur. Yusuf, Mısır’a sultan oldu, Züleyha Allah’a aşık. Allah’ım bizleri nefs elinden, hırs elinden, dünyanın şerrinden, dünya sevgisinden, nefsin şerrinden bizleri muhafaza eyle.

Allah dostu olan, Allah’ın veli kulu olan aşere-i mübeşşereden olan Hz. Ömer (ra) Selman-ı Farisî’ye sorar: “Ey Selman, benim hakkımda ne bilirsin? Benim hiç kusurum var mı?” O da Hz. Ömer’den özür dileyerek;

“Senin iki kusurunu görüyorum ey Ömer: İki çeşit yemek yiyorsun, iki çeşit elbise giyiniyorsun.”

“Başka var mı ey Selman?”

“Yok.”

Hz. Ömer: “Ey Selman, onlar benim hakkım. Elbisenin birini gece, birini gündüz giyiniyorum. Yemeğin birini sabahleyin katık yapıyorum, birini akşam. Başka var mı?”

“Hayır yok, ey Ömer.”

Yine Hz. Ömer Huzeyfe Hazretlerine soruyormuş:

“Sen münafıklar için Resulullah’ın sır arkadaşı idin. Ben de münafıklık alameti var mı?”

“Hayır, ey Ömer. Sende münafıklık alameti yoktur.” Böyle bir zat kendisin muhasebeye çeker, nefsini muhasebe ederse bizim halimiz nice olur?

Hz. İsa’ya sordular:

“Sen bu ahlakı nereden öğrendin? Seni kim terbiye etti?”

Hz. İsa: “Beni hiç kimse terbiye etmedi. Ben ahlaksızların ahlaksızlığını gördüm, imansızların imansızlığını gördüm, kötü insanların günahını gördüm kendime çekidüzen verdim.” dedi.

Ehlullahtan biri buyuruyor ki:

“Eğer kusurlarını öğrenmek istiyorsan düşmanının dilinden öğren. Çünkü düşmanın hep senin aleyhindedir. Dost senin yüzüne söylemez. Dost sana dalkavukluk yapar. Yalan da söyleyebilir. Senin kusurlarını yüzüne söylemez.” Fakat eğer senin dostun gerçek dost ise senin kusurlarını söylemesi, seni  uyarması lazım. Ey kardeşim, sende şu hataları görüyorum demesi lazım. Senin de teşekkür etmen lazım.

Birbirimizi uyaralım. Allah’a giden yolda birbirimize yardımcı olalım.

Efendim Hayri Baba Hazretleri derdi ki; “Evladım, mürid vardır ki, şeyhini şeyh yapar. Şeyh de vardır ki, müridinin mürid yapar. Mürid şeyhine öyle bağlanmalıdır ki, nefsini dahi feda etmelidir. Bunun da örneği var.

Peygamberimiz (sav):

“Ya Ömer beni ne kadar seviyorsun?”

“Ya Resulallah, nefsim hariç herşeyden çok seni seviyorum.”

“Ya Ömer,  nefsinden de ziyade sevmedikçe iman etmiş sayılmazsın” deyince, Hz. Ömer bir müddet sonra:

“Ya Resulallah şimdi nefsimden de ziyade sevdim.”

“Şimdi iman ettin ya Ömer.” İşte mürid böyle bağlanacak şeyhine. Öyle nefsi için herşeyi feda etmeyecek, nefsini o yola feda edecek. Öyle ufacık bir şeyde hemen kendini tercih etmeyecek.

Riyazet kılıcını çeker, nefsinle mücahede edersin. Riyazet kılıcı nedir? Nefis terbiyesi ki, bu da dört şeyle olur:

  1. Az yemek; nefsin kılıcıdır.
  2. Az uyumak.
  3. Az konuşmak, malayani konuşmamak, dedikodu yapmamak. “Sus” buyuruyor Allah Resulü; “Ya hayır söyle ya da sükût et.” Ama nedense biz dilimizi tutamıyoruz. Şu zalim nefse bir türlü gem vuramıyoruz.
  4. Zikrullah.

Hasan-ı Basrî (ra) buyuruyor ki:

“En azgın hayvan bile sağlam bir gem ile gemlenir, korunur, muhafaza edilir. Nefs öyle bir canavardır ki, ne kadar gem vursan ağzına, zincir vursan yine ıslah edilmez. Onun ıslahı için tek bir yol vardır; o da kelime-i tevhid. Nefs-i emmarenin kılıcı kelime-i tevhiddir.

Yine Allah dostlarından biri buyuruyor ki;

“Hayatımda en ziyade mücadele, en mükemmel cihadı nefsimle yaptım ve nefsimden bıktım. Artık başa gelemedim onunla mücadele ede ede bıktım. Zincir de vurdum, yine kopardı zincirleri. Neden nefse zincir vurduğun zaman koparıyor? Ona yüz veriyorsun. Onun bütün isteklerini yerine getiriyorsun. O daha bağlanmaz ki. O zincirler onu zaptetmez. Onun zinciri tevhiddir. Onun zinciri zikrullahtır. Onun zinciri mürşid-i kâmile gerçekten bağlanmaktır.

Nefs ile savaşmak çok zordur. Allah Resulü (sav) harpten dönen ashabına, askerlerine:

  • “Küçük cihaddan büyük cihada geldiniz.” Sahabe:
  • “Ey Allah’ın Resulü , büyük cihad nedir ki? Resulullah (sav) buyurdular ki:
  • “Nefisle savaşmaktır.”

Ne zor değil mi? Gönlün rahat etmezse bile nefis sana istediğini yaptırıyor. Allah dostlarından birisine bir kişi soruyor: “Ne zaman konuşayım, ne zaman susayım?” “Gönlünden konuşmak geliyorsa sus. Gönlünden konuşmak gelmiyorsa konuş.” Ne demek istiyor? Nefsin senin konuşmanı, malayani dedikodu yapmanı istiyorsa sus, sükût et, konuşma. Ama nefsin hoşuna gitmeyen bir hayır şeyi söylemen gerekiyorsa konuş. Arkadaşına ‘ders al, tarikata intisab et’, eğer kılmıyorsa ‘namaz kıl’, oruç tutmuyorsa ‘oruç tut’ tavsiyelerinde bulunmak gibi. Eğer din-i mübini öğretmek gönlünden geliyorsa konuş. Eğer nefsin arzuluyor ve istiyorsa konuşma. Onun arzu ve isteğini yerine getirme. Çünkü o senin bir numaralı düşmanındır.

Yahya bin Muaz buyuruyor ki:

“İnsanın düşmanı üçtür: Dünya, nefis, şeytan.”

Gece gündüz yalvarıyorum Rabbime ‘bize dünyayı sevdirme’ diye. Bu güne kadar sevdirmedi, ölünceye kadar da sevdirme ya Rabbi. Dünyayı sevdin mi, işin bitti. Daha o nefsi zaptedemiyorsun dünya senin neyine. Nefis dünyayı istiyor, sen ne olursan ol. Dini yutmuş olsan dahi nefis seninle beraberdir. Nefis dünyayı istediği zaman ben nefse şöyle  diyorum: “Gel başbaşa konuşalım. Zaten arkadaşız ölünceye kadar. Ayrılamam senden. Şimdi bütün İstanbul’un mücevherini, anahtarlarını, kasaların, masaların bütün her şeyin, bankaların anahtarlarını sana verdim, buyur al bedava. Azrail de arkada, ensende duruyor. Anahtarları eline aldığın zaman Azrail enseledi seni. Be zalim, ne yapacaksın o anahtarları.”. Bu sefer de başka yollar arıyor. Nice yollar, ne dilekçeler, neler neler.

Şeytan nefis gibi değil. Allah’ı zikrettiğin, Kur’an-ı Kerim okuduğun zaman kaçar gider, duymak istemez. Ezan-ı Muhammediye okunduğu zaman şeytan kaçar, toz olur gider. İsm-i Celal okunduğu zaman şeytan kül olur, dayanamaz. Fakat nefis hep seninle beraberdir. Aynı kulağın, burnun, dudağın, elin, kolun, parmakların gibi. Yapışkan. Onun ıslahı ancak zikrullah iledir. İşte Allah’ın Resulü onu arz buyuruyor. Onu bize yani ümmetine bildiriyor.

Namaza durduğun zaman, şeytan gelir yanına kalbine vesvese verir. Şeytan hiçbir yerden giremeyip vesvese veremezse, sonra döner sana ne der biliyor musun? “Senin gibi bir müslüman görmedim. Senin gibi bir müttaki görmedim. Yeryüzünde senin gibi takva sahibi biri yok” diye gurur ve kibir sokar kalbine, seni yıkar. Aman ya Rabbi, bu vesveselerden, şeytanın tuzağından, nefsin tuzağından, dünyanın tuzağından sana sığınırız.

Seni senden isteriz ya Rabbi. Bizi bize bırakma ya Rabbi, bize sahib ol. Biz senin aciz, miskin, günahkâr kullarınız ya Rabbi. Biz kendi nefsimize hakim olamıyoruz, sen bize hakim ol ya Rab. Hükmünü, adaletini, aşkını, feyzini, muhabbetini bizlerden esirgeme. Senin yoluna çıktık, bu yolda bize engel çıkarma. Aç yollarını sana gelelim. Seni seviyoruz, seni istiyoruz, sana gerçekten bağlı salih birer kul olmak istiyoruz. Bizi salih kullarından eyle. Bizi nefse uydurma. Nefsin peşinden gezdirme. Nefsin tuzağına düşürme.

Nefisle mücadele şu yollardan yapılır:

Birinci yol: Nefsin ayıp ve kusurlarını gözetebilmek, istemeden gelen afetlere muttali bir şekilde sabretmek. Bir mürşid-i kâmilin nezaretinde olursa iyi olur. Çünkü o mürşidin irşad ve ikazlarına uymak mecburiyetindesin.

İkinci yol: Son derece dürüst, basiretli ve dindar birisini dost edinip ona intisab etmendir. Nefsin ona teslim etmendir. Çünkü sen nefsine hakim olamazsın. Ancak nasıl ki,  işlerinde bir avukat tutuyorsun, ‘ben bu işleri yürütemem ki’ buyuruyorsun. Ancak bu işi yürüten bir avukat olacak ki, savcının, hakimin karşısında beni savuna, beni haklı çıkara. Allah’a giden yolda bir mürşid-i kâmile bağlanmak evladır. Nefsini ona teslim edeceksin. ‘Al’ diyeceksin ‘teslim oldum sana, beni götür Mevla’ya.’ Ama bunun şartı nedir? Son derece dürüst birisine, Kur’an ve Sünnet hayatı yaşayan birisini arayıp bulman lazım.

Üçüncü yol: Teslimiyet ve nefsi tercih etmemektir. Öyle teslim olacaksın ki hizmet gele. Yoksa öyle ufacık bir şeyde nefsini tercih edersen o zaman sen teslim olmamışsındır, yalancısın. Gösteriş yaparak ibadetlerini zayi ediyorsun. Öyle teslimiyet olmaz. Her şeyde nefsini aşağıda tutacaksın. Nefsini terbiye edeceksin ki, bu yolda yürüyesin. Allah’ım bizleri nefsin eline, tuzağına düşürme. Gönüllerimize maddi ve manevi şifalar ihsan etsin. Aşkını, feyzini ve muhabbetini bizlere ihsan eylesin.

En kısa zamanda dönelim azgınlıklardan, nefsi arzuları bırakalım. Arkadaş, nefis hiçbir zaman iyiliği söylemez. Şeytan bize hiçbir zaman iyiliği söylemez. Bunu iyi bilin. Bize çok şikayete gelen var. Oğlundan şikayet, kızından şikayet eden var. Gelininden şikayete gelen var, kocasından şikayete gelen var. Nedir bu? Hep nefsin belasıdır, nefsin belası. Adam kendi karısını bırakmış, başka kadınla geziyor. Kendi öz çoluk çocuğu var evde. Başka yerde otluyor hayvan gibi. Senin çoluk çocuğun var. Bakınız her şeyi ispatla söylüyorum. Bir genç Peygamberimize gelerek:

  • “Ya Resulallah nefsim zina yapmak istiyor.”

Bu sözü duyan Hz. Ömer celallenir.

  • “Ya Ömer, dur.” der Allah Resulü ve genci çağırır, yanına oturtur. –Şimdi iyice pür dikkatle dinleyin Peygamberimizin (sav) sözünü. Ben de aynen size aktarmaya çalışıyorum. Aklımızı başımıza alalım- Peygamberimiz o gence buyuruyor ki:
  • Sen zina mı yapmak istiyorsun?
  • Evet, ya Resulallah.
  • Senin bacın, annen var mı?
  • Var, ya Resulallah.
  • Peki bir başkası senin annenle, bacınla zina yapmak isterse razı olur musun?
  • Olmam, ya Resulallah.
  • Peki sen niye başkasının ya anası yahut bacısı veyahut da karısı olan birisiyle zina yapmak istiyorsun? diye sorunca Allah Resulu (sav), genç şöyle cevap veriyor:
  • Ya Resulallah, nefsimden zina yapmak arzusu gitti.

Hanımların ahlaksızlıklarından dolayı Allah, tesettürü emretmedi. Allah, hanımları hain gözlerden korumak için örtünme emrini verdi. Başkasının ırz ve namusuna göz diken hain, zalimler vardır. Ama kendi karısını düşünmez, kendi bacısını düşünmez, kendi gelinini düşünmez, kendi öz anasını düşünmez.. İşte bu kenarlarda hain gözler var hain. Zalim gözler var. Zina dolu gözler var.

“Biz cehennem için cinlerden ve insanlardan öyle kimseler yarattık ki onların kalbleri vardır ama bu kalblerle idrâk etmezler, gözleri vardır onlarla görmez-ler, kulakları vardır onlarla işitmezler. Hasılı onlar hayvanlar gibi, hatta onlardan da şaşkındırlar. İşte asıl gafil olanlar onlardır.  (A’raf: )

Allah bizlere öyle bir nimet nasibetmiş ki, bu genç yaşınızda size zikrullah nasibetmiş. Şeriatı yaşamayı, Kur’an’ı yaşamayı hasılı İslamiyeti nasibetmiş. Allah bu yolda bizleri daim eylesin. Bu yolda bizlere yardım eylesin. Ayaklarımızı kaydırmasın. Nefis, şeytana uydurmasın. Nefsin ve şeytanın tuzağına bizleri düşürmesin.

Bir Allah dostu nefsine diyor ki: “Ey nefs, padişah olmadın ki sarayda yaşayasın. Ariflerle oturmadın ki, Allah’a yakın olasın. Korkarım ki ikimizde cennet ve cehennem arasında mahpus kalırız. Ey nefs, artık bırak bu zalimliği elinden.” Sen de nefsini eline al, karşına al. Ona bu şekilde nasihat et. Nefis senden ayrılmıyor, her an seninle beraber. Nefs ve şeytan insanoğluna hiçbir zaman iyiliği emretmez. Ama kul nefs-i emmareyi aşar nefs-i levvameye geçer, nefs-i mülhimeye geçer ve nihayet nefs-i mutmainneye geçerse o zaman nefs her daim iyiliğe davet eder. Bu nasıl olur? Kelime-i Tevhidle olur. Hz. Abdulkadir Geylani (ks) Hazretleri, nefs-i emmarenin kılıcının kelime-i tevhit olduğunu beyan buyuruyor.

Şimdi kendine sor: Gece namazın var mı?  İşrak var mı? Duha var mı?. Evvabin var mı?. Gece namazı kılanlar için Peygamberimiz (sav), Cenab-ı Hakkın dokuz nimet hazırladığını beyan buyuruyor; beşi dünyada, dördü ahirette. Gece namazına devame edin, az da olsa. İki rekat da olsa gene gece namazını kaçırmayın. Madem ki, Allah’ın yoluna  girdiniz, gece ibadetinin değerini iyi biliniz. Allah bizleri nefs-i emmarenin şerrinden korusun. Şeytanın tuzağından korusun.

“Şüphesiz nefis, kötülüğü emredicidir.” (Yusuf: 53)

İnsanoğlu nefsiyle savaştadır. Nefsini kınayan, ona muhalefet eden kurtulmuş, nefsinin hevâsına uyan, onun doğrultusunda hareket edip; din, diyanet, namaz, oruç, değer tanımayan helâk olmuştur… Nefis, rahatlığı emreder, korkaktır. Tembelliği emreder. Yemeyi, içmeyi, eğlenmeyi arzular… Güzelliklerin düşmanıdır. Tefekküre karşıdır.

Şeytan ve nefis, en zayıf noktamızı kolayca tesbit edip bizi hep oradan zorlayan iki düşman. Nefis ve şeytan hayat boyu önümüze dikilecek iki engel. Onlara karşı tevhid azığıyla azıklanalım.

Nefis! Azdıran bir canavar, içinizi kemiren bir düşman. Sağı solu belli olmaz, kurnaz, hilebaz, dönek. Yolumuzda bir engel. İmtihan vesilesi. İnatçı, hırslı, gözü doymaz. Kanâat nedir bilmez. Şikâyetleri hiç bitmez. Ondan kurtulmak, şerrinden emin olmak istiyorsak, Allah dostlarının kapısını çalalım…

Resul-i Ekrem (sav): “Ya Rab! Göz açıp kapayıncaya kadar beni nefsimle başbaşa bırakma.”

Yılbaşında milyonlarca müslümanı zavallılaştıran, piyangolara ümit bağlatan, televizyonların başında sabahlatan nefis değil mi? Sahabe-i Kiram, Tabiîn, âlimler, salihler, veliler nefislerine uymadılar. Ondan sakındılar. Nefisleri semirmesin diye gece, gündüz ibadet, taatle uğraştılar…

İrademiz sağlam olmalı. Nefsimizin hevâ ve hevesine uymamalıyız. Ruhumuzu besleyen kaynaklar bulunmalı:

– Bir Allah dostunun ruhu besleyen müşfik bakışları…

– Sıkıntıların, bunalımların bittiği zikir meclisleri…

– Rabbimizin kelâmı yüce Kur’an gıdamız olmalı…

Geliniz, nefis ve şeytana dur diyelim. Gençliğimize, malımıza, mülkümüze, servetimize, şöhretimize güvenmeyi bırakıp güzelce tevbe edelim. Unutmayalım ki, yarın çok geç olabilir. Ölüm meleği kapımızı çalabilir.

Eşşeyh Hacı Hafız Mustafa ÖZGÜR (K.s)

 

Kaynak: seafoodplus.info

NEFİS TERBİYESİ, NEFİS DERECELERİ,
SIFAT-I HAYVANİYE ve KURTULMANIN YOLLARI

 

"Rabb'inin Huzurunda Durmaktan Korkan ve Nefsini Hevâ ve Hevesten Alıkoyan Kimseye Gelince, Cennet Onun Varacağı Yerin Ta Kendisi Olacaktır."
(Nâziât: )

 

"Gördün mü O Nefis Arzusunu İlâh Edineni?"
(Furkân: 43)

"Gerçekte Onlar Hayvanlar Gibidir, Hatta Onlar Daha Şaşkın Haldedirler."
(Furkân: 44)

"Ey Allah'ım! Gözümü Açıp Kapatıncaya Kadar Beni Nefsime Bırakma ve Bana Verdiğin İyi Şeyleri Geri Alma."
(Bezzâr)

 

Nefsi terbiye etmek için birinci plânda ölümü çok anmak ve çöl yolculuğuna çıkacak olan bir insanın bu tehlikeli yolculuktan başka bir şey düşünmediği gibi düşünmek lâzımdır.

Şu kadar var ki lütuf ancak Allah-u Teâlâ'dan gelir. Kişi helâl lokma yemeye dikkat ederse, ihlâs ile ibadetlerine devam ederse, nefsinin arzu ettiği şeyi yapmayıp, arzu etmediği şeyi tercih ederse, merdivenden yukarıya çıkmaya başlar.

Tarikat merdivenlerine bu üç şeyle çıkılır. Bütün bunlar ilâhî lütuftur, O verecek ki sen yürüyeceksin. Merdivene basa basa çıkarsın. Ruh ve nefis iki ordu gibidir, devamlı harp halindedirler. Hangi taraf ne kadar alırsa orası onundur.

Hepsini alırsa işgal eder, diğerini esir alır. Ruh iyiliğe meyyaldir, nefis kötülüğe meyyaldir. Hangisi beslenirse o iktidara geçer.

İşimiz rızâ olsun, nefsimiz değil, ruhumuz doysun.

(Ömer Öngüt -kuddise sırruh-)

 

Bir insan "Kalp, Ruh, Sır, Hâfâ, Ahfâ" letaiflerini geçmedikçe hayvani sıfatından kurtulamıyor. Bunun izalesi için nefsin derecelerini geçmesi lâzım.

Bunu duyurarak, sizleri uyandırmak istiyoruz. Bu mevzular bir çok kitabımızda detaylı bir şekilde açıklandığı halde, okunmadığı için bilinmiyor. Sıfat-ı hayvaniye'den de kurtulanamıyor. Bunun için bu mevzuyu güzel bir şekilde okumak ve anlamaya çalışmak gerekiyor.

Şimdi şöyle düşünün; Hakk Celle ve Alâ Hazretleri bu yolu sevmiş, seçmiş. Kimseye vermediğini vermiş. Hayvan olarak mı çıkılsın yani? Bu ne kadar ağır bir şeydir. Cenâb-ı Hakk'a sığınalım, sıfat-ı hayvaniyeden çıkmak için hiç olmazsa letaifi bitirelim.

Birinci mektebi bitirirsek, dilerse diğer mektepleri de lütfeder, dilerse de hiç olmazsa da hayvani sıfatlardan kurtulmuş oluruz.

Tarikatın bir zâhirî, bir de bâtınî manası vardır.

Zâhirî manası; tarikat-ı aliye'ye girersin çalışıyorsun, namaz kılıyorsun, zekât veriyorsun ama zâhirî kısmındasın.

Bâtınî kısım ise Cenâb-ı Hakk buyuruyor ki:

"İçinizde Görmüyor musunuz?" (Zâriyât: 21)

O içindekiyle meşgul, öteki dışındakiyle.

Bâtınî kısmında alınanlar, zâhirî kısmında çalışanlar.

Kimisi yıpranırcasına çalışır, kimisi sessiz-sedasız. O O'nunla meşgul, o da zâhirle meşgul.

Hataya düşenler nereden düştüğünü, kaybedenler nereden kaybettiğini bilmiş olsun. Kişi nerede olduğunu bilsin. Hataya düşenler gibi olmamanız için; ilim, amel, ihlâs, mahviyet lâzım. Bunlar olmadıkça terakkiyat mümkün değil.

Bâtınî kısım içeride başlar. Lâfza-i celâl ile dereceleri çıkar. "Kalp, Ruh, Sır, Hafâ ve Ahfâ"dan geçmek lâzım. Geçmedikçe sıfat değişmiyor.

Sıfatların, sıfat değiştirmesini basit bir şekilde şöyle anlatalım:

Vücutta iki ruh var, birisi ulvi, birisi sufli. Ulvi ruh vücutta hakim olursa nefis onun emrine tabi olur. İnsan ilâhi emir ve hükümlere göre hareket eder. Fakat nefis hakim olursa, ruh hükümsüz kalır, bütün işleri ve icraatları nefis yapar. Nefis "Kalp"tedir. Bir insan hakikaten emir olarak Hazret-i Allah'ın lâfzını çeker "Allah, Allah, Allah!" derse, lâfza-i celâl nur olduğu için nefis bu nura tahammül edemez, "Kalp"ten çıkmak zorunda kalır. Çıkar ama evi terk etmez. Başka odaya girer. "Kalp"ten "Ruh"a, ruh odasına girer. Bu sefer zikir "Ruh"a geçer. Lâfza-i celâl çekile çekile orayı da terk eder. "Ruh"tan "Sır"a, "Sır"dayken de zikir yapılır, oradan da "Hafâ"ya, "Hafâ"dayken de zikir yapılır, oradan da "Ahfâ"ya kaçar. Boşaltıyor evi. Çünkü ölüme mahkûm olacak.

"Ahfâ"dan da bir insan onu çıkarmaya muvaffak olursa "Nefs-i kül"e geçer, oradan da "Allah, Allah, Allah birdir!" deyip çıkarmaya muvaffak olursa sıfatı küçülür ölmez, bundan sonra murakaba dersine geçer yükselmeye başlar ve o zaman sıfatta değişir.

Bunlar geçilmedikçe sıfatlar değişmez. Onun için dış aleme değil, iç aleme çalışalım.

 

Nefisle Mücadele ve Çok Sığınmak:

Bu noktada mühim bir incelik vardır. Ruh ne kadar kuvvet bulursa bulsun, kişi bu tecelliyâtı Allah-u Teâlâ'nın lütfundan olduğunu bildikçe muhafazadadır. Kendisinden bilirse helâk olur, yahut o an için bırakılır. Allah-u Teâlâ nefsine ruhsat verir ve musallat eder. Ruhsat nispetinde musallat olur, müsade edilmezse yine bir şey yapamaz. Bu noktada Allah-u Teâlâ'ya nasıl sığınmak ve merbudiyet kurmak gerektiğini, kişinin bırakıldığı anda düşmanın kendisini istilâya hazır olduğunu belirtmek istiyoruz.

Âyet-i kerime'de:

"Eğer Rabb'inden bir işaret görmemiş olsaydı, belki Yusuf da ona kastetmiş gitmişti. Böylece biz ondan kötülüğü ve fuhşu bertaraf ettik. Çünkü o bizim ihlâslı kullarımızdandı." buyuruluyor. (Yusuf: 24)

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in bir duâları şöyledir:

"Ey Allah'ım! Gözümü açıp kapatıncaya kadar beni nefsime bırakma ve bana verdiğin iyi şeyleri geri alma." (Bezzâr)

Diğer bir duâları da şöyledir:

"Beni nefsime bırakma! Eğer sen beni nefsime bırakırsan, nefsim beni kötülüğe yaklaştırır ve iyilikten uzaklaştırır."

Mücadele etmek suretiyle Allah-u Teâlâ'ya sığınmaktan başka kurtuluş çaresi yoktur. Kişinin son gayretiyle mücahede ve mücadelesini yapması, sonra da yapamadığını anlayıp Allah-u Teâlâ'ya sığınması gerekir. İşte nefisle mücadele budur.

Âyet-i kerime'de:

"Nefis olanca şiddetiyle kötülüğü emreder." buyuruluyor. (Yusuf: 53)

Nefsi size şöyle tarif edeyim:

"Nefsimin küçücük olduğunu gözümle görsem -ki Allah-u Teâlâ dilediğine gösterir-, bu küçük nesne bin parçaya ayrılsa, bir parçasından Allah'ıma sığınırım. Değil binde birinden, tozundan Allah'ıma sığınırım. Çünkü onun şerrinden ve hile-i desiselerinden beni ancak Rabb'im kurtarır."

İmran bin Husayn -radiyallahu anhümâ-dan rivâyete göre, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- şu duâyı talim buyurmuştur:

"Ey Allah'ım! Bana hidayetimi ilham et. Beni nefsimin şerrinden koru." (Tirmizî)

Nefsi terbiye etmek için birinci plânda ölümü çok anmak ve çöl yolculuğuna çıkacak olan bir insanın bu tehlikeli yolculuktan başka bir şey düşünmediği gibi düşünmek lâzımdır.

Şu kadar var ki lütuf ancak Allah-u Teâlâ'dan gelir. Kişi helâl lokma yemeye dikkat ederse, ihlâs ile ibadetlerine devam ederse, nefsinin arzu ettiği şeyi yapmayıp, arzu etmediği şeyi tercih ederse, merdivenden yukarıya çıkmaya başlar. Tarikat merdivenlerine bu üç şeyle çıkılır. Bütün bunlar ilâhî lütuftur, O verecek ki sen yürüyeceksin. Merdivene basa basa çıkarsın.

Ruh ve nefis iki ordu gibidir, devamlı harp halindedirler. Hangi taraf ne kadar alırsa orası onundur. Hepsini alırsa işgal eder, diğerini esir alır.

Ruh iyiliğe meyyaldir, nefis kötülüğe meyyaldir. Hangisi beslenirse o iktidara geçer. İşimiz rızâ olsun, nefsimiz değil, ruhumuz doysun.

İmam-ı Rabbanî Hazretleri de nefsi şöyle tanıtıyorlar:

"Bütün fesadın kaynağı nefs-i emmaredir. O zâtî bir hastalıktır, öldürücü bir zehirdir. Kulluk makamına zıttır." (Mektubât. Mektup)

"Şeytanın hilesi çok zayıftır. Ne yapıyorsa, düşman olan nefsin ona yardım ve yataklık yapması ile yapar. Gerçekte bizim belâmız ruhlarımızın da düşmanı olan nefs-i emmare'dir. Bu hasis düşmandan başka kendine düşmanlık yapan hiçbir şey yoktur. Hariste olanlar ne yapıyorsa onun yardımı ile yapmaktadırlar.

Öyleyse yapılması gereken şey nefsin başını kesmektir. Ona boyun eğmekten kaçınmaktır." ( Mektup)

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:

"En şiddetli düşmanın iki yanın arasındaki nefsindir." (Beyhakî)

Nefis öyle bir mahlûktur ki, zâlimdir, kâfirdir, Allah-u Teâlâ'ya bile karşıdır. Gaye bu kâfiri müslüman etmektir. Nefisle mücadeleden maksat da budur, yani nefsi tortularından süzmek, hülâsasını meydana çıkarmak ve insanî nefis hâline getirmektir.

Nefsin her bir arzusu bir put mesabesindedir. Süflî nefsi, his ve meyillerinden arındırıp tezkiye etmedikçe kişi nefsin putlarına tapmaktan kurtulamaz.

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:

"Gördün mü o hevâ ve hevesini ilâh edinen kimseyi?" buyuruyor. (Furkân: 43)

İnsanlar nefislerinin hevâ ve heveslerine tâbi olunca nizam ve intizam bozulur, hayatın gerçeklerinden uzaklaşılır.

Tarikat-ı aliye'deki nefis terbiyesine en güzel misal, yünlerin halı hâline gelmesidir.

Çok uzak yerlerden getirilen kirli ve karışık yünler evvelâ kazanlarda yıkanıp temizlenir. Sonra çeşitli taraklardan geçerek didik didik olur, tel tel ayrılır ve iplik hâline gelir. Benliği tamamen gider, renk renk boyandıktan sonra istenilen şekilde yumak olur.

Halı olabilmesi için de, bir dekoratörün kâğıda çizdiği dekorlar üzerinde renklerine ve ölçülerine göre yerleştirilmesi gerekir. Nihayet tezgâhlarda dokunarak bu ipliklerden en güzel halılar meydana gelir.

Daha önceleri üzerine bastığımız zaman ayağımıza dolaşan o kirli yünler, şimdi artık basmaya kıyamadığımız nâdide birer halı olmuştur. Hiç kimseyi incitmez.

İşte nefis de kirli yün gibidir. Ayrı ayrı bölümleri vardır. Temizlene temizlene, incele incele, taraklardan tezgâhlardan geçe geçe halı gibi olup, ayak altına serilmedikçe terbiye ve ıslahı mümkün olmaz, tarikat mektebi de bitmiş sayılmaz. O ana kadar fırsat buldukça kişinin hep ayağını dolaştırır.

Evvelâ didik didik yapacaksın, halı gibi olduktan sonra onu yere sereceksin. Ayak altına serdiğin zaman rahat ayak basabilirsin. Yoksa hilekârdır, emniyet etmeye gelmez.

 

Tarikattaki Terbiye:

İlk nefis terbiyesi tarikatta başlar. Zira Tarikat-ı aliye'ye dehalet etmeyen bir kimse, nefsini tanıyıp tehlike ve tuzaklarından haberi olmaz ki onunla mücadele etsin, ıslahına çalışsın.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde:

"Küçük cihaddan büyük cihada döndük."

Buyurarak kâfirle olan cihadı küçük, nefisle olanı büyük saymıştır.

İnsanın kendi nefsi ile cihad etmesine "Cihad-ı ekber" denilmiştir. Çünkü düşmanların en büyüğü nefistir. Bir insanın sana yapacağı en büyük düşmanlık seni öldürmesidir. Bu ise şehâdetine vesile olduğu için, seni en yüksek mertebeye erdirir. Nefsin elinde ölürsen ebedi hayatın mahvolur.

Bir Hadis-i şerif'lerinde de, nefsin bir mümin için ne büyük tehlike olduğunu haber veriyorlar ve şöyle buyuruyorlar:

"En şiddetli düşmanın iki yanın arasındaki nefsindir." (Beyhakî)

Kişi Tarikat-ı aliye'ye dehalet eder etmez iç âlemine dönüş yapar. İç düşmanını görür, onunla mücadele ve mücahedeye başlar.

En büyük düşmanla mücadeleye girişildiği için Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir diğer Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:

"Hakiki mücahid, nefs-i emmâresi ile savaşan kimsedir." (Tirmizî)

Abdullah bin Amr -radiyallahu anhümâ-dan rivayet edilen bir Hadis-i şerif'lerinde ise şöyle buyurmuşlardır:

"Muhacir, Allah'ın yasakladığı şeylerden kaçınandır." (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 10)

Mükerrem denilmeye lâyık olan insan, nefsini tezkiye etmiş, güzel ahlâk sahibi olmuş; içini, dışını, işini temizleyen, şeriat hizmetinde, tarikattaki esaslara nâil ve vâkıf olan insandır.

Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime'sinde insanların kendilerini temize çıkarmalarını yasaklamakta ve şöyle buyurmaktadır:

"Kendinizi beğenip temize çıkarmayın. Çünkü O, kötülükten sakınanı daha iyi bilir." (Necm: 32)

İyiler de kötüler de gün gelecek Hakk'ın huzurunda seçileceklerdir.

Nefis başlangıçta yeni doğan çocuğa benzer. Terbiye ile ıslah veya ifsada kabiliyetli bulunduğundan, bir ilim-irfan erbabının taht-ı terbiyesine girmeye muvaffak olursa; ilim, irfan ve fen öğrenerek terbiye olur, dünya saadetine ahiret selâmetine erer.

Nefsin her bir arzusu bir put mesabesindedir. Süflî nefsi, his ve meyillerinden arındırıp tezkiye etmedikçe kişi nefsin putlarına tapmaktan kurtulamaz.

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:

"Gördün mü o hevâ ve hevesini ilâh edinen kimseyi?" buyuruyor. (Furkân: 43)

İnsanlar nefislerinin hevâ ve heveslerine tâbi olunca nizam ve intizam bozulur, hayatın gerçeklerinden uzaklaşılır.

Tarikat-ı aliye'deki nefis terbiyesine en güzel misal, yünlerin halı hâline gelmesidir.

Çok uzak yerlerden getirilen kirli ve karışık yünler evvelâ kazanlarda yıkanıp temizlenir. Sonra çeşitli taraklardan geçerek didik didik olur, tel tel ayrılır ve iplik hâline gelir. Benliği tamamen gider, renk renk boyandıktan sonra istenilen şekilde yumak olur.

Halı olabilmesi için de, bir dekoratörün kâğıda çizdiği dekorlar üzerinde renklerine ve ölçülerine göre yerleştirilmesi gerekir. Nihayet tezgâhlarda dokunarak bu ipliklerden en güzel halılar meydana gelir.

Daha önceleri üzerine bastığımız zaman ayağımıza dolaşan o kirli yünler, şimdi artık basmaya kıyamadığımız nâdide birer halı olmuştur. Hiç kimseyi incitmez.

İşte nefis de kirli yün gibidir. Ayrı ayrı bölümleri vardır. Temizlene temizlene, incele incele, taraklardan tezgâhlardan geçe geçe halı gibi olup, ayak altına serilmedikçe terbiye ve ıslahı mümkün olmaz, tarikat mektebi de bitmiş sayılmaz. O ana kadar fırsat buldukça kişinin hep ayağını dolaştırır.

Evvelâ didik didik yapacaksın, halı gibi olduktan sonra onu yere sereceksin. Ayak altına serdiğin zaman rahat ayak basabilirsin. Yoksa hilekârdır, emniyet etmeye gelmez.

 

Hakikattaki Terbiye:

Hakikattaki nefis terbiyesinin misâli de buğday tanesidir. Bir buğday tanesi toprağa düştüğü zaman önce çürüyor, varlığı yok oluyor. Sonra izn-i ilâhî ile filiz veriyor, birçok başak yetiştiriyor. Olgunlaşıp başını eğince ehli onu biçiyor. Harmanlarda atların ayakları altında, makinelerde haddelerin arasında çiğneniyor. Taneleri ve samanları ayrılıyor. Buğday ambara, saman samanlığa konuluyor.

Bütün bunlara rağmen buğdayın işi bitmez. Değirmene götürülerek taşların arasında ezilir ve un hâline gelir.

Bu kadarla da bitmez, su ile yoğrulup hamur olur. Sonra fırına atılır. Şiddetli ateşler içinde uzun zaman yanar ve pişer. Güzel bir ekmek hâline gelir. Ancak bundan sonradır ki faydalı bir gıda hâline gelmiştir.

Ekmek fırına girip piştiği gibi, insan da ibtilâ çeke çeke pişer ve olgunlaşır.

Rivayet olunur ki Musa Aleyhisselâm bir gün: "Yâ Rabb'i! Müminleri harplerde atların ayakları altında niçin çiğnetiyorsun, kullarını cehennemde niçin yakıyorsun?" diye münâcatta bulunur. Bunun üzerine Allah-u Teâlâ Cebrâil Aleyhisselam'ı göndererek ona buğday ekmesini emreder. Musa Aleyhisselâm buğdayı eker, biçer, harman yapar. Buğdayı ambara, samanı samanlığa koyar. Kalan hışırtıyı da yakarken Cebrâil Aleyhisselâm gelir. "Yâ Musa ne yapıyorsun?" diye sorar. "Buğday ektim, biçtim, harman yaptım. Buğdayı ambara, samanı samanlığa koydum. Hışırtıyı da yakıyorum." diye cevap verir O zaman Cebrâil Aleyhisselâm: "Allah-u Teâlâ da işte böyle yapıyor." buyurur.

Bir insanın beşeriyete faydalı olabilmesi için mânevî olarak ekilip varlığını yok etmesi lâzımdır. Ondan sonra çeşitli ibtilâlara, imtihanlara maruz kalır. Bu sıkıntılarda ihlâsını ve teslimiyetini ibraz ederse, tanenin samandan ayrıldığı gibi ayrılır. Ona ibtilâ verilmeseydi samanlar arasına karışıp gidecekti. Mânevî ibtilâ fırınlarında pişe pişe ekmek olur, ondan herkes gıdalanır. Artık onun kendisine âit hiçbir varlığı yoktur. Allah-u Teâlâ onu öyle bir hâle koyar ki, üstündeki varlığın sahibine ait olduğunu çok iyi bilir.

Bunlar Mürşid-i kâmil olan kısımdır. Allah-u Teâlâ ona o vazifeyi vermiştir. Veren O, gönderen O, yaptıran yine O. "Yaptım" diye bir şey yoktur. "Yaptım" dememesi için zaten onu o hâle koymuştur.

Diyelim ki sen bir buğdaysın, toprağa düştün ve çürüdün. Sonra tekrar filizlendin, başak verdin. Kesildikten sonra harman oldun. Tanelere ayrıldın. Taşların altına girerek öğütüldün, un oldun. Üstelik o toz da üfleyince yok oluyor. Peki senin varlığın nerede kaldı? Bütün fiiller Fâil-i mutlak'ındır. Mevlâ dilediğini dilediği yere koyar, dilediği yerde vazife gördürür. Bütün icraatların kendisine âit olduğunu dilediğine duyurur.

Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:

"Allah kime dilerse ona kat kat verir." (Bakara: )

Bu veriş, Allah-u Teâlâ'nın dilediğince olacaktır.

 

Marifetteki Terbiye:

Marifetteki terbiyeye gelince; Dağ kadar büyük bir kaya düşünün. Nefsin kendisini parçalamak, bu kayayı parçalamaktan zordur. Parçalandıkça, her bir parça ile nefsin bir varlığı atılır. Her parçanın atılışında da yükseldiğini ve terakkî ettiğini görür. Bu yükseliş çok süratlidir. Mümin-i kâmil'in kalbi Arşırahmân'ın fevkinde olduğuna göre, tasavvur buyurun ki o insanın ne kadar yükselmesi gerekiyor?

Kişi varlığını yok etmedikçe, eriyip hiç olmadıkça aslâ marifete erişemez.

Bu dağ gibi kaya paramparça olduğu zaman, içindeki öz meydana çıkar. Bu dağ parçalanacak ki o nur ortaya çıksın. Nefsin nurunu bulmak demek, onu halkedeni bulmak demektir. "Men arefe"nin sırrı burada tecellî eder.

Şimdi bir nefsin simsiyah durumuna bakın, bir de onu halkedene bakın. İşte oraya erişen o nurla erişir. Artık o karanlık nefsinin varlığından eser kalmaz. Vücudunun en kötü yeri iken, şimdi en iyi yeri olur. Çünkü o artık nurdur, o nur ile Âlem-i lâhut'a erişir. Başka türlü Lâhut âlemi'ne erişemezdi.

Hatta bazı kimselerin "Benim yolum tarikat yolu değil hakikat yoludur." demeleri insana ne kadar tuhaf geliyor. Halbuki tarikattaki mücadeleyi bilse, değil o yola girmek, hemen kaçar. Bu yolları yürümeden, Tarikat-ı aliye'ye ayak basıp hakikate çıkmadan, insanın mârifete ulaşması; ilkokulu okumayan bir insanın üniversitede okuyorum demesine benzer.

 

Netice Olarak:

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde kendisine inanan ve Resul'ünü tasdik eden kullarına; İslâm'ın bütün hükümlerini benimsemelerini, buyruklarını uygulamalarını, yasaklarını terketmelerini emir buyuruyor:

"Ey iman edenler! Hep birden tam bir teslimiyetle İslâm'ın sulh ve selâmetine girin. Şeytanın adımlarına uymayın. Çünkü o sizin apaçık düşmanınızdır." (Bakara: )

Allah-u Teâlâ'ya gerçek mânâda teslim olun, hem dışınızla hem içinizle O'na itaat edin. İslâm'a bir başka şeyi karıştırmayın.

Hakk'a uymayıp, Hakk'ı kendi arzu ve heveslerine uydurmaya kalkışanlar hakkında Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurur:

"Eğer hak onların heveslerine uysaydı, gökler ve yer ile bunlarda bulunanlar bozulur giderdi." (Müminûn: 71)

Çünkü onların hevâ ve hevesleri bozuktur, farklı farklıdır, tutarsızdır.

Onlar nefislerinin arzularına meylettikleri için, Hakk'ı ve hakikati duymak, üzerinde düşünmek istemezler.

"Hayır! Biz onlara zikirlerini (şan ve şereflerini) getirdik. Fakat onlar kendi zikirlerinden yüz çeviriyorlar." (Müminûn: 71)

Ona iltifat etmiyorlar, ondan feyiz alarak nefislerini ıslâh etmek istemiyorlar. O sayede nefislerinin şerrinden kurtulmak arzusunda bulunmuyorlar, arzu ve heveslerine uymaya devam edip durmak istiyorlar.

Hesap ve cezâ gününü düşünerek hayatını ona göre düzenleyen, Rabb'inin rahmetine ümit bağladığı kadar azabından da o nispette korkan, nefislerini hevâ ve heveslerine tâbi olmaktan alıkoyan müminlere çok büyük müjdeler vardır.

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'lerinde buyurur ki:

"Rabb'inin huzurunda durmaktan korkan ve nefsini hevâ ve hevesten alıkoyan kimseye gelince, cennet onun varacağı yerin ta kendisi olacaktır." (Nâziât: )

Allah'tan korkan kimse hevâ ve hevesine uymaz, ibadet ve taate yönelir. Nefsâni arzulardan uzaklaştıkça iffetli olur, haramlardan ve şüpheli şeylerden kaçındıkça verâ ve takvâ sahibi olur.

Şeddâd bin Evs -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:

"Akıllı kimse, kendisini hesaba çeken ve ölümden sonrası için çalışandır.

Âciz de, nefsini hevâsının peşine takan ve Allah'tan temennide bulunan kimsedir." (Tirmizî: )

Nefsine uyup günahlarda ısrar ettiği halde, Allah-u Teâlâ'nın kendisini affedip cennete koyacağını temenni eder durur.

Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyuruyorlar:

"Allah altmış yaşına kadar ömür verdiği halde, (yaratanı ve yaşatanı tanımayan) kimsenin mazeretini kaldırmıştır." (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: )

Dinî, dünyevî saadet ve selâmet yollarını öğrenmek için tecrübe zamanı demek olan bu müddet Hadis-i şerif'te altmış yaş olarak sınırlandırılmıştır. Artık bu yaşa varan kimsenin kusurları hakkındaki mazeretleri kaldırılmış oluyor. Ancak tevbe istiğfar etmek ve gönülden Hakk'a yönelme yolu bulunuyor.

Bir kardeşimizle konuşurken nefisle mücahededen bahis açılmıştı. "Yavaş yavaş alışacağız inşaallah." dedi. Bu sözü hem tuhafımıza gitti, hem de hoşumuza gitti. Yaşını sorduk. "Altmış üç" dedi. "On üç desen daha çok yakışacak." dedik. Çünkü yavaş yavaş alışacağımıza göre, demek ki önümüzde çok vakit var.

Ve mücahedenin, mücadelenin hakikatini ona izah ettik.

 

NEFİS ve DERECELERİ

Nefsin tam yedi perdeli hâli "Nefs-i emmâre"dir.

Bir perdenin kalkmasıyla "Levvâme", iki perdenin kalkmasıyla "Mülhime", üç perdenin kalkmasıyla "Mutmainne" gibi isimler alır.

Daha sonra "Râziye", "Mardiyye", "Sâfiye" gibi dereceler gelir.

Birinci nefisten yedinci nefse doğru gelindikçe ve her perde kalktıkça; cismâniyet, zulmâniyet, kesafet azalırken, derece derece ruhâniyet, nûrâniyet ve letâfet artar, ruha mânevî âlemden ışıklar sızar. Tam perdeli hâlinde ise hiç ışık sızmaz.
Perde sayısı azaldığı nispette nefis saflaşır.

 

Ulvî olan ruh, bu karanlık cesetle birleşince yedi perde ile aslî hâlinden perdelenmiştir. Bu perdelerden her birine nefsin dereceleri veya makamları denir.

Tam yedi perdeli hâli "Nefs-i emmâre"dir. Bir perdenin kalkmasıyla "Levvâme", iki perdenin kalkmasıyla "Mülhime", üç perdenin kalkmasıyla "Mutmainne" gibi isimler alır. Daha sonra "Râziye", "Mardiyye", "Sâfiye" gibi dereceler gelir.

Birinci nefisten yedinci nefse doğru gelindikçe ve her perde kalktıkça; cismâniyet, zulmâniyet, kesafet azalırken, derece derece ruhâniyet, nûrâniyet ve letâfet artar, ruha mânevî âlemden ışıklar sızar. Tam perdeli hâlinde ise hiç ışık sızmaz. Perde sayısı azaldığı nispette nefis saflaşır.

Farz-ı muhal ki bir şeyin üzerine örtü örtülmüş. Bu örtüyü yağmur, rüzgar, güneş yıkıp yakıp yıpratıyor. Perde zayıfladıkça örtülen şey yavaş yavaş belirmeye başlıyor.

İşte kişinin kalbi de yedi kalın perde ile örtülüdür. Bütün perdelerin kalkması hâlinde ise tamamen nur kesilir. Bu makam, Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in makamıdır.

Altı derecenin ismi Kur'an-ı kerim'de açık olarak zikrediliyorsa da, "Nefs-i sâfiye" Âyet-i kerîme'lerin işaretlerinden anlaşılmaktadır.

Her nefsin bir âlemi, bir seyri, bir hâli, bir vâridi, bir yeri, bir müşâhedesi, bir ismi, bir nuru vardır.

 

1. Nefs-i Emmâre:

İnsanı zorla kötülüğe sürükleyen nefistir.

İnsânî ruh, hayvânî ruhun şehvânî arzularına boyun eğerek ona itaat eder, bütün hallerinde ona muvafakat edip hükmü altına girerse, onun bu hâline "Nefs-i emmâre" denir.

Nefs-i emmâre hâlindeki insanın kalbi, cisme âit nimetlerle şehvetlere dalar, hâlini değiştirir. Mevlâ'dan uzaklaşır. Daha önce âmir iken, memur durumuna düşer. Eğer kalp, bu mertebede uzun müddet beklerse, onun artık gayb âlemine yönelmeye gücü de kalmaz. Zira gayb ayna gibidir. Toz ve pastan arınmış oldukça, insan onda şekilleri net ve berrak olarak görür. Uzun zaman parlatılmazsa, pas onun cevherini büsbütün kaplar. Parlatmak da körlüğünü gidermez. Böylece aynalık özelliğini kaybetmiş olur.

Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyuruyorlar:

"Şüphesiz ki her şeye cilâ verecek bir âlet vardır, kalbin cilâsı ise zikrullahtır." (C. Sağir)

Kalp, gayb âlemine yönelerek mâsiyetlerden kaçarsa, zikirle-fikirle perdeler açılmaya gayret edilirse, pas ve bulanıklıklar tamamen silinir. Eşyanın hakikatlerine, ince mânâlara ve ilâhî tecellîlere istidat kazanmış olur. İndiği makamlara tekrar yükselir.

Nitekim Allah-u Teâlâ bir Hadîs-i kudsî'de:

"Yere göğe sığmadım, mümin kulumun kalbine sığdım." buyurmuştur. (K. Hafâ: )

Mümin kulun kalbine sığmaktan maksat, "Kalbine tecellî eder." demektir. Yoksa "Allah kulların kalbine girer." demek değildir.

Birinci makamda insânî ruh, şehvânî nefse yenilip kötülüğü emredici olduğundan emmâre adını almıştı.

Âyet-i kerime'de:

"Nefis olanca şiddetiyle kötülüğü emreder." buyuruluyor. (Yusuf: 53)

Çünkü nefis iradeyi emer. Yuları taktığı zaman, bilse de bilmese de çeker götürür.

Beşerin nefsi aslında daima fenâlık tarafına meyleder, bütün gücüyle kötülüğü telkin eder. Onun tabiatında şehvete, günaha, her türlü kötülüğe meyil vardır. Nefis kendi gücünü ve emrindeki silâhlarını o yönde kullanır. Bundan dolayıdır ki insan sırf kendi nefsinin arzularında kalırsa fenalığa sürüklenir.

"Ancak Rabb'imin merhamet edip koruduğu hariç." (Yusuf: 53)

Allah-u Teâlâ rahmet edip hidayetini eriştirdiği vakit, Rahmânî kuvvet nefsânî kuvvete galip gelir, onun emrini hükümsüz kılar ve gücünü kırar. Böylece nefis ilâhî emre uyar, kendi emrini terkeder, kötülükten uzak kalır.

"Şüphesiz ki Rabb'im bağışlayandır, merhamet edendir." (Yusuf: 53)

Birçok hallerde nefislerin tabiatları icabı uğradıkları meyil ve istekleri Allah-u Teâlâ kendi mağfiretiyle örter ve önler, onların fiiliyata çıkmasını engeller, günahını itiraf edip bağışlanma dileyenleri de bağışlar.

Böyle bir kimse rehbere ulaştığı zaman, nefsin çektiği ipi koparır, onu nefisten sıyırır, lâzım gelen tâlim ve terbiyesini verir ve o kimse uyanır. Artık var gücüyle temizliğe girişir, nefis işgali altındaki kalp evini kurtarmaya çalışır.

Bu nefsin seyri "İlâllah"tır, yani Allah'a doğrudur. Âlemi, bu görünen şehâdet âlemidir. Yer'i göğüstür. Hâli meyildir. Yolu şeriatın dış ölçüleridir.

Sıfatları:Cehâlet, cimrilik, hırs, kin, kibir, gadap, şehvet, tamah, hased, kötü huyluluk, boş ve faydasız şeylerle uğraşmak, istihzâ, ahmaklık, unutkanlık, buğz, çabuk isyan, çok yemek, çok içmek, çok konuşmak, fazla neşe, âvârelik, şımarıklık, din ehlinin hâlini inkâr ve benzerleridir.

Nefs-i emmâre de Rabbânî bir latîfedir. Şu kadar var ki, kötülüklere meyletmesi, şehvetlere düşkün olması sebebiyle pislenmiştir. Şehvet düşkünü hayvânî nefsin hükmü altında kalıp ona uymakla hayvanların yoluna girmiştir. İnsan için de en büyük düşman hâline gelmiştir. Şeytan onun askerinden olup, ondan kuvvet bulmuştur.

Hâdis-i şerif'te:

"En şiddetli düşmanın, iki yanın arasındaki nefsindir." buyuruluyor. (Beyhakî)

Çünkü zâhirî düşman ikram ve ihsanlar karşısında dost olup sadâkat gösterebilirken, nefis lütuf ve ihsandan anlamayıp zararını daha da çoğaltır.

Nefs-i emmâre'deki bir insan, kötülük yapmaktan en ufak bir pişmanlık duymaz, yaptığından hiçbir pişmanlık duymayan hayvana benzer.

Fâsıklar, kâfirler ve münâfıklar nefs-i emmâre grubuna girerler.

 

Nefs-i Emmâre Derecesinde Bulunan İnsanlar Üç Sınıftır:

1. Allah-u Teâlâ'nın emirlerini yerine getirmeye çalışır, nehiylerinden kaçınmaz.

"İstediğini yap ölümü tadacaksın,
Dilediğin gibi yaşa sonunda ayrılacaksın."

2. Allah-u Teâlâ'nın emirlerine itaat etmediği gibi, nehiylerinden de kaçınmaz. Fakat itaat edenleri sever.

"Dünyanın muhabbeti âhiret saadeti,
Hangisini tercih edersen nefsini ona satmış olursun."

3. İsmi İslâm'dır. Fakat İslâm'ın hiçbir emrini yerine getirmediği gibi, İslâm'ı ve müslümanları sevmez.

"O ki tasdik etmez sünneti kitabı,
Susmak konuşmamaktır onun cevabı."

Nefs-i emmâre derecesinde bulunup da oradan uzaklaşmak için herhangi bir gayret sarfetmeyenler, kendilerinde ıslah alâmetleri görülmeyenler cehennemde bulunmaya devam edenlerdir.

İnsanın belli bir süreye kadar yaşama garantisi olmadığı gibi, nerede ve ne zaman ne şekilde öleceğini de hiç kimse bilemez. Bunun içindir ki gelecek için şimdiden hazırlık yapmalı ve insanoğlu bulunduğu yolun "Hidayet yolu" olup olmadığını enine boyuna tahkik etmelidir. Gittiği yolun "Allah yolu" olduğunu gösterecek sağlam delilleri olmalıdır. Kendisinden önce, bulunduğu yola koyulmuş insanların hedeflerine emniyet içinde varabildiklerini müşahede etmiş olmalıdır.

 

2. Nefs-i Levvâme:

İnsânî ruh, emmâre iken işlediği günahlardan ve kötülüklerden pişmanlık duyar ve kendisini kınamaya başlarsa, onun bu hâline "Nefs-i levvâme" denir.

İkinci makama yükselen sâlikin artık kalbindeki yedi perdeden birisi kalkmıştır. İbadetlerini yapar, yasaklardan kaçınmaya, emr-i ilâhi'yi yerine getirmeye çalışır. Buna rağmen yine günah işler, fakat hemen arkasından da pişman olup tevbe eder.

Bu gibi kimseler için de iyi vaadler vardır:

"Onlar ki günahın büyüklerinden ve hayâsızlıklardan kaçınırlar, yalnız bazı küçük kusurlar işleyebilirler. Şüphesiz ki Rabb'inin mağfireti geniştir." (Necm: 32)

Bu makamın seyri "İlallâh"tır. Âlemi, berzah âlemidir. Yeri gönüldür. Hâli muhabbettir. Yolu tarikattır.

Sıfatları:Kınama, haset, kötü fikir, ucb, işret, halkla çekişme, kahır, temennâ, körü körüne tevekkül, gizli riyâ, makam sevgisi ve şehvet tutkusudur.

Nefs-i emmâre'nin bir kısım sıfatları hâlâ mevcut olmasına rağmen hakkı hak, bâtılı bâtıl olarak görür ve bilir. Şeriat ameli ve muhabbeti eksilmez. Kötü hallerinden dolayı üzülür. Fakat o kötü sıfatlardan kurtulması gücünün dışındadır.

Zâhidler, nefsin emmâre ve levvâme derecesindedirler.

Levvâme olan nefis de kendisine zulmettiğinden dolayı ona "Zâlim" denilmiştir.

Nitekim Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:

"Onlardan kimi nefsine zulmedendir." buyuruyor. (Fâtır: 32)

Eğer tevbe ederse, Allah-u Teâlâ'nın onların günah ve kusurlarını bağışlayacağı, tevbelerini kabul buyuracağı umulur.

Nefs-i levvâme'de gizli bir riyâ ve kendini beğenme hastalığı vardır. İyi amellerini halkın bilmesini ister. Övülmekten memnun olur. Başkalarına üstün gelip ezme arzusu duyar. Bu kötü huyundan hoşlanmamasına rağmen, kalbinden de söküp atamaz.

Nefs-i levvâme'de bulunan bir kimse takvâ ehlinden sayılır. Bu makamın en yüksek derecesi ihlâstır. Ancak amellerinde ihlâs da olsa, sâlik yine de tehlikeden kurtulmuş değildir.

Buna rağmen Allah katında kudsiyet ifâde eden bir makamdır.

Nitekim Allah-u Teâlâ Âyet-i kerîme'sinde:

"Kendisini alabildiğine kınayan nefse yemin ederim ki!" buyuruyor. (Kıyâmet: 2)

Bu kınama övünülecek bir hususiyettir.

Bir insan Tarikat-ı aliye'ye kabul edildiği zaman nefs-i emmare ile girer. Bir taraftan ilim-irfan ile meşgul olurken, diğer taraftan da daimi surette nefisle mücadele halindedir. İlim cihad, ilim cihad Ve bu suretle nefs-i emmare'yi yendiği zaman bir sıfatı küçülmüş ve bir perde kalkmış olur. Fakat Nefs-i emmare'nin büyük arzuları kökleşmiş olduğu için, bu arzuları birden söküp atamaz.

Tekrar mücadeleye mücahedeye devam eder. İlmiyle irfanıyle nefs-i levvame'yi de katettiği zaman bu perde de kalkar. İnsan nispeten mülayimleşir, hilm sıfatına bürünür, nefs-i mülhime halini alır.

Nefs-i emmare artık o kötü sıfatlarını kaybetmiştir. Bu kayıpların sebebi de şudur:

Allah-u Teâlâ lütfuyla ona ezelden Mürşid-i kâmil'i nasip ettiği için, nasibini aldıkça ruhu kuvvet bulur. Elinden geldiği kadar hakikati öğrenmeye gayret eder. Bir taraftan da nefsi ile mücadelesini ve mücahedesini devam ettirir.

Nefs-i levvâme'nin iki yüzü vardır. Bir yüzü nefs-i emmâre'ye, diğer yüzü de nefs-i mülhime'ye bakar. Nefs-i emmâre'den bir bakıma yüzünü çevirmiştir, fakat tekrar meyletmesinden korkulur.

 

3. Nefs-i Mülhime:

İbadet, zikir ve riyâzetlerin artması, nefisle şiddetli bir mücâdeleye girişilmesi neticesinde kalp üzerindeki perdelerden birisi daha kalkarsa, nefsin üçüncü makamına çıkılmış olur ki, bu makama "Nefs-i mülhime" denir.

Allah-u Teâlâ'nın insânî ruha isyan ve itaatini vasıtasız olarak ilham etmesinden dolayı bu dereceye "Mülhime" ismi verilmiştir.

Âyet-i kerime'de şöyle buyurulmaktadır:

"Hidayeti kabul edenlere gelince, Allah onların hidayetini artırmış ve onlara takvâ yollarını ilham etmiştir." (Muhammed: 17)

Ruh terakki edip kuvvet buldukça nefse hâkim olmak ister. Birçok mücâhede ve mücâdeleden sonra, bu mertebede nefis ıslah olmuştur. Artık vücutta hâkimiyet ruhun eline geçmiştir.

Müminle kâfir iki ordunun mütemadiyen birbirleriyle çarpıştıkları gibi, vücutta da aynı şekilde ruhun ve nefsin yeri vardır ve bunlar zaman zaman iki ordu gibi çarpışırlar. Fakat bu çarpışmalardan kişinin haberi olmaz. Bu çarpışmalar esnasında gerçekten tutulanlar; manevî destekle, ruhanî terbiye ile nefsin arzularını bastırır. Bu noktada nefis mülayimleşir ve sakinleşir. Fakat hiçbir zaman hile-i desiselerinden emin olunmaz.

Bir insan buraya kadar kendi ihlâs ve gayreti ile çıkabilirse de, buradan ileriye ancak bir Mürşid-i kâmil'in kılavuzluğu ile gidebilir.

Bir subayın kurmay olabilmesi için nasıl ki hususi bir eğitime ihtiyacı varsa, Nefs-i mülhime'den sonraki terakkiyat için de mutlaka Fenâfillah'a çıkmış bir kâmil mürşide ve onun mânevî terbiyesine ihtiyaç vardır. Zira vuslat mürşidsiz olmaz. Mürşid onu şüphe karanlıklarından kurtarıp tecelli nurlarına çıkarır.

Bu makamda kalanların bazısı yarı deli yarı velidir, bunlara meczub denir.

Nefs-i mülhime'nin seyri "Alellah"tır. Bu makamda sâlikin kâlbinde hakikat nurları doğduğundan, onları müşâhede etmekten dolayı içinde mâsivâ kalmaz. Âlemi, ruhlar âlemidir. Yeri ruhtur. Hâli aşktır. Kendisine gelen mânâ mârifettir.

Sıfatları: İlim, cömertlik, kanaat, tevâzu, sabır, ezâya tahammül, özürleri kabul, güzel zan, hoşgörü

Bu makamda sâlik, bütün varlıkların âlemlerin Rabb'i olan Allah'ın kudret elinin altında olduğunu müşâhede ettiğinden, hiçbir mahlûka itirazı olmaz. Fâil-i mutlak'ın fiillerini seyreder. Aslâ geri dönmemeye gayret eder.

Nefs-i mülhime'nin diğer vasıfları da şunlardır:

Hayretle şaşkınlığa düşmek, makamlara ermek, kabz ve bastın gelişi, havf ve recânın gidişi, zikrullahı sevmek, güler yüzlülük, hikmetle konuşmak, müşâhede ve murakaba

Bu makamda mürid zayıftır, Hakk'a gidemez. Celâl ve Cemâl'i fark edemez. Beşeriyetin gereği haller ondan tamamen silinmediği için, gafil olduğu bir anda nefsi hemen geriye dönüp aşağıların aşağısına iner ve eski kötü alışkanlıklarına devam eder. İtikadı bozulup ibadeti terkeder. Şeytâni hayalleri Rahmânî tecelliler sanır. Böylece helâka gider.

Bu makamdaki sâlike en mühim ve gerekli olan şey, bağlı bulunduğu Mürşid-i kâmil'e öz irâdesi ile ve titizlikle itaat edip, her emrine tam teslim olmaktır. Ayrıca nefsin istek ve arzularına şiddetle muhalefet etmelidir. Çünkü bu makamda yükselmek mümkün olduğu gibi, her an düşmek tehlikesi de vardır.

Nefs-i mülhime Kur'an-ı kerim'de şu şekilde geçmektedir:

"Her bir nefse ve onu düzenleyene, sonra da ona isyanını ve itaatini ilham edene yemin ederim ki, nefsini temizleyen kurtulmuştur." (Şems: )

Âyet-i kerime'lerde nefse iyilik ve kötülüklerin ilham edildiği bildirilerek, ilham alan nefse dikkat çekilmiştir.

Buradaki temizlenmekten maksat, ahlâk-ı zemime adı verilen "Şehvet, gadap, kin, kibir, riyâ, hased" gibi kötü huylardan temizlenmektir. "Temizlenen kurtulmuştur." Beyan-ı ilâhi'si de bu mânâdadır. Yoksa zâhirî temizlik, ya da "Oruç tuttum temizlendim." gibi basit bir mânâ çıkarılmamalıdır.

Bu makamda kalanların bazısının yarı deli yarı veli olduklarını söylemiştik. Bunun mânâsını size üç noktada izah edelim:

1. Fenâfillah'a ulaşmış bir Mürşid-i kâmil müridi yürütür, yürü demez.

Binâenaleyh bir müridin ezelde böyle bir Mürşid-i kâmil'de nasibi varsa; "Emmâre"yi ve "Levvâme"yi geçip "Mülhime"ye geldiği zaman "Fenafişşeyh" olur ve "Fenâfirresul" kalesine alınır, tahsile başlar. Bundan haberi bile olmaz, icabederse duyururlar, icabetmezse duyurmazlar. Kimisini açık kimisini kapalı götürürler.

2. Fenâfillah'a çıkmamış bir mürşid ise müridi yürütemez, ders verir yürü der. O da Fenâfirresul'e kadar gelir, önüne koca bir kale çıkar ve burada durur. Onu içeriye alacak bir fert olmadığı için öteye geçemez. İlim, amel ve ihlâsı nispetinde ibadetine taatına devam eder ve Allah-u Teâlâ'nın sevgilisi olabilir.

3. Bu ikinci sınıfta olan kimselerin bazıları da o kalenin önünde bocalar. Bocalayınca şeytan zaten onun peşindedir, hemen yuları ona takar. Evden eve, bayırdan bayıra, dağdan dağa dolaşır. Şeytan onu bu güç noktalara sokunca, bu sefer küfretmeye başlar. Şeytan bu hâli ona sevdirdiği için, marifet yapıyormuş gibi hoşuna gider. İhlâsı da elinden alınır. Artık onun orada tutunması Mevlâ'ya kalmış. Kimisi de en aşağı dereceye kadar düşer. Allah'ımız cümlemizi muhafaza buyursun!

Hülâsa edecek olursak; birisi Fenâfirresul kalesine giriyor ve tahsiline devam ediyor, ötekiler kaleye gelince içeriye alınmadığı için -çünkü orası girme yeri değil, alınma yeridir- kimisi ihlâsıyla devam ediyor, kimisi de bocalayıp aşağıya kayıyor.

 

4. Nefs-i Mutmainne:

Şirkten, şüpheden, isyan ve hatadan temizlenmiş, Mevlâ'nın hitâbıyla ıstıraplardan kurtulup huzura kavuşmuş nefis demektir. Kalp üzerindeki dördüncü perdenin kalkmasıyla, ruh mutmainne makamına yükselir.

Nitekim Allah-u Teâlâ bu dereceye yükselmiş nefse:

"Ey mutmainne olan nefs!" kelâmı ile hitap etmiştir. (Fecr: 27)

Nefs-i mutmainne'de müridin seyri "Seyr-i maallah" tır. Âlemi, Hakikat-i Muhammediye'dir. Yeri sırdır. Hâli, sâdık bir tatmin hâlidir. Kendisine gelen mânâ şeriatın bazı sırlarıdır.

Nitekim bir Âyet-i kerime'de şöyle buyurulmaktadır:

"Onları hidayete erdirecek ve hallerini düzeltecektir." (Muhammed: 5)

Sıfatları:Cömertlik, tevekkül, sabır, şükür, hilm, teslimiyet, rızâ, sıdk, ibadet, rifk, güleryüzlülük, tam müşâhede, sürekli huzur, büyüklere tâzim, kalp sevinci, tatlı dil, kusurları örtme, hataları bağışlama

Sâlik bu makamda Kur'an-ı kerim ve Sünnet-i seniye'ye tam olarak uyar. Bu makamda olan kişiyi görenlerin gözleri, dinleyenlerin kulakları zevk duyar. Sözleri bıkkınlık değil, sıdk ve safâ verir. Dilleri şeriat hikmetlerine, hakikat sırlarına ve mânâ inceliklerine tercümanlık eder. Oysa ki, ne bir kitap mütâlâa etmiş ne de kimseden bilgi istemiştir. Söyledikleri Kur'an-ı kerim'e ve Hadis-i şerif'lere uygun gelir. Çünkü o "İlhâmât-ı ilâhî"ye mazhar olmuştur. Bundan dolayı edep ve hayâ deryasına dalmıştır. Ona haşyet ve heybet hâli verilmiş, vakar elbisesi giydirilmiştir.

İnsanlarla ara sıra görüşüp, iç âlemine doğan hikmetlerden onlara söyler. Dostlarını istidatları kadar irşad eder.

Çoğu vakitlerini ibadetle geçirir. Tâ ki daha yüksek derecelere ulaşmaktan mahrum kalmasın.

Nefsi terbiye ederek mutmainne derecesine kavuşturmak için Allah-u Teâlâ'ya niyazda bulunmalıdır.

Nitekim Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir duâlarında şöyle buyurmuşlardır:

"Allah'ım! Senden itminana kavuşmuş bir nefs-i mutmainne dilerim ki, sana kavuşmaya iman etsin, takdirine râzı olsun, verdiklerine kanaat etsin." (Taberânî)

Bu mertebe, saâdet ve bahtiyarlık mertebesidir.

Bu makamda duâ ve virdlere devamla, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-in sevgisi bambaşka bir hâl alır.

Bu makama gelindiği zaman, nefis artık teslim bayrağını çeker.

Tevhidin; vücudî tevhid, şuhudî tevhid, meşhud tevhid olmak üzere üçe ayrıldığı ve bunların izahları daha önce yapılmıştı. Ancak nerede olduğu izah edilmemişti.

Şuhûdî tevhid Nefs-i mutmainne'de tecelli eder. Artık teslim olduğu, itminan olduğu için, Allah-u Teâlâ'nın kudretini seyretmeye başlar.

Kör göz, şaşı göz, bir de gören göz var demiştik. Nefs-i emmâre'de olan bir insan zâlim ve câhil olduğu için, ancak zahiri ilimlerle yani satır ilimleri ile kulaktan duyduğunu alır. Zannı ile, dış duygusu ile icraatını yapar. Kendi içtihadı ile hareket eder. Bir müddet hakikata kördür.

Nefs-i mutmainne'ye geçen bir insan ise şaşıdır. Allah-u Teâlâ'nın azametini seyrederken, kendi varlığını da seyreder. Allah-u Teâlâ'nın ulûhiyet sırlarını her zerrede temâşâ ettiği gibi varlığı ile temâşâ ettiği için biri çift görüyor, körlükten kurtulamamış, fakat şaşı olmuş.

Tasavvur buyurun Tarikat-ı aliye nasıl bir ilim-irfan mektebidir ki, körlükten kurtulup şaşı haline geliyor. Daha da çok çalışabilirse, Allah-u Teâlâ onu gören göz de yapar. Binaenaleyh nefs-i mutmainne'de nefis ruha teslim olur, Allah-u Teâlâ'nın hükümlerine rızâ gösterir.

Ârifler, nefsin mülhime ve mutmainne derecelerindedirler. Bu dereceler Fenâfillâh makamında tecelli eder.

Burada ihlâsla ibadet ve taatına devam ederse, Allah-u Teâlâ'nın bütün emirlerine boyun büktüğü zaman; Râziye'ye, Mardiyye'ye çıktığı gibi, Nefs-i sâfiye'ye dahi çıkabilir.

"Ey mutmainne nefis!" diye başlayan Âyet-i kerime'nin sonunda:

"Gir cennetime!" (Fecr: 30)

İfadesi yer almaktadır. İşte gerçek saadet ve selâmet bundan ibarettir.

 

5. Nefs-i Râziye:

Allah-u Teâlâ'nın bütün imtihan ve ibtilâlarına sadâkat göstermiş, gelmiş ve gelecek her şeye râzı olmuş, bütün gayret ve arzusu Mevlâ'nın hoşnutluğunu kazanmak olan nefsin haline "Nefs-i râziye" denir.

Bu makamda sâlik denize düşen çöp gibi olmuştur. Deniz onu istediği tarafa çalkaladığı gibi, o da hükm-i ilâhi'ye öylece teslim olmuştur. İrâdesini Hakk'ın irâdesine bağlamış, reyini de O'na vermiştir.

Bu nefsin seyri "Fillâh"tır. Âlemi, lâhut âlemidir. Yeri, sırrın sırrıdır. Hâli, fenâya varmış olmaktır.

Sıfatları: Verâ, ihlâs, muhabbet, Mevlâ ile dostluk, ilâhi huzur, kerâmet, mâsivâyı terk, teslimiyet, rızâ, eziyetlere sabır, halkı irşad, en ince edeptir. Duâsı reddedilmez. Herkes tarafından saygıyla karşılanır.

Râziye ile bundan sonra gelen Mardiyye makamlarında olan nefisler Kur'an-ı kerim'de şu hitâb-ı ilâhî ile taltif edilmişlerdir:

"Dön Rabb'ine! Sen O'ndan râzı, O senden râzı olarak." (Fecr: 28)

Öyle bir halde dön ki, sen Rabbinden hoşnut, Rabbin de senden hoşnut.

 

6. Nefs-i Mardiyye:

Bu makama yükselen nefisten Hazret-i Allah râzı olduğu için "Nefs-i Mardiyye" adını almıştır. Râzı olunmuş nefis demektir.

Bunun seyri "Anillâh"tır. Âlemi şu görünen şehâdet âlemidir. Yeri Hafâ'dır. Hâli hayrettir. Yolu şeriattır.

Sıfatları: Allah ve Resul'ünün ahlâkı ile ahlâklanmak, hataları bağışlamak, ayıpları örtmek, güzel zanda bulunmak, herkese lütuf ve şefkat göstermek, insanları karanlıklardan kurtarmak için onlara meyl ve muhabbet

Ancak bu meyl ve muhabbet sadece Allah için olup, acıma ve şefkatten ibarettir. Görünüşte insanlardan ayrılmaz, fakat bâtında Hakk iledir. Kalbi mâsivâdan kurtulmuştur.

Muhtaç olduğu ilimleri Allah-u Teâlâ'nın izniyle mânâ âleminden madde âlemine taşır ki, insanlar istifade etsin.

İfrat ve tefritten kaçınır, orta yolu takip eder.

"Vâkıflar", nefsin Râziye ve Mardiyye derecelerindedirler. Bu dereceler Fenâfillâh makamında tecelli eder.

Allah-u Teâlâ o nefsi daha dünyada iken cennetle müjdeliyor.

 

7. Nefs-i Sâfiye:

Bu makamda nefis artık sâfileşmiş, süzülmüş, vücudun en kötü yeri iken en iyi yeri olmuş, yani taş iken elmas olmuştur.

Bu makamda sâlik Hakk'ın elindedir. Hakk'ı bilir ve her şeyini de Hakk'tan bilir. Ne kendisini ne de rızkını düşünür. "Neme lâzım, o Sâhibime aittir." der. Çünkü o çok iyi bilir ve görür ki Allah-u Teâlâ evin sâhibi, kendisi ise misafirdir. "Hû komşu!" denir ya, buradaki "Hû!.." bizzat ev sahibine seslenmektir.

O'ndan başkasını tanımaz, her şeyini sadece O'ndan ister. Çıkacak hükm-i ilâhî'ye peşin olarak râzıdır.

"Meşhud tevhid" nefsin sâfiye derecesinde tecelli eder.

Hiç olduğu zaman, perdeler aralandığı zaman, O'nu gördüğü zaman, O'ndan başka bir şey görmediği zaman meşhud tevhid tecelli eder.

Fakat bu göz onun değildir. Bunu kör göz nasıl görebilir?

 

Onların vasıfları kısaca şöyledir:

1. Onlar Hakk'ın kölesidir. İyi bilirler ki, Mevlâ dilerse tutar, dilerse atar. Dilerse muhafaza eder, dilerse etmez.

2. Bir damla rahmet-i ilâhî'ye muhtaç olduklarını bilirler.

3. Bildirilmedikçe, bildirilmeyen hiçbir şeyin bilinmeyeceğini bilirler.

4. Mevlâ dilerse bunları dâire-i saadetine alır ve dâire-i saadetine ancak bunlar alınmışlardır.

Bunlar birer hakikat ölçüsüdür. Hareketler buradan anlaşılır.

Herkes nefsinin derecesine göre bu ilmi anlar.

Âyet-i kerime'de:

"Her ilim sahibinin üstünde daha üstün bir bilen vardır." buyuruluyor. (Yusuf: 76)

 

İlâhî Vaad:

Allah-u Teâlâ nefsi ile cihad yapan kullarına yardımda bulunacağına dair Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:

"Bizim uğrumuzda bizim için mücahede edenlere elbette yollarımızı gösteririz.

Şüphesiz ki Allah ihsan erbabı ile beraberdir." (Ankebût: 69)

Azami gayret mânâsı çıkıyor. Allah-u Teâlâ azmi ve ihlâslı niyeti nispetinde kulunu destekler, yolunu açar, hidayetini arttırır, imanını kemâlleştirir.

Bu Âyet-i kerime'nin içinde birçok ince sırlar vardır.

Yolunu açtığı zaman önünü görüyorsun, hidayetini artırdığı zaman O'nu görüyorsun. Bu ise o hâle erdirdiği kimselere mahsustur.

O noktaya vardığın zaman sen artık bir robot, bir perde oluyorsun. Doğrudan doğruya: "Ben seninle beraberim." buyuruyor. "Ben seni destekliyorum, yürü!" buyuruyor.

Yolunu açmazsa önünü göremezsin, hidayete erdirmezse bilemezsin, imanını kemâlleştirmezse göremezsin.

Bir Hadis-i kudsî'de şöyle buyuruluyor:

"Bana bir karış yaklaşan kimseye ben bir arşın yaklaşırım. Bana bir arşın yaklaşan kimseye ben bir kulaç yaklaşırım. Bana yürüyerek gelene ben de koşarak gelirim." (Buhârî - Müslim)

 

NEFİS DERECELERİNİN DAHA İYİ ANLAŞILABİLMESİ İÇİN BİR TEMSİL

Nefis derecelerinin daha iyi anlaşılabilmesi için bir cevizi temsil olarak arzedeceğiz. Herkes kendisini ölçsün.

"Ümmetim benden sonra yetmiş üç fırkaya ayrılacak, bir fırka müstesna, diğerleri hep ateştedir.

Onlar kimlerdir Yâ Resulellah?

Benim ve Ashâbımın yolunda olanlardır." (Ebu Dâvud)

Yetmiş üç fırkadan yetmiş ikisi cehennemlik olduğuna göre, yetmiş üç cevizden yetmiş ikisinin çürük olduğu anlaşılıyor.

Bu kesin bir beyân-ı Peygamberî'dir ve ne kadar korkunç bir şeydir!

Bunların hepsi onun ümmetidir, amma yetmiş ikisi cehennemliktir, ancak bir tanesi kurtuluş fırkasıdır.

Bizim mevzumuz şimdi o sağlam bir ceviz üzerinedir. Bu sağlam olan cevizin de nasıl döküleceğini dikkatle takip ederseniz öğrenmiş olursunuz.

 

Nefs-i Emmâre:

Cevizin yeşil kabuğu Nefs-i emmare'dir. O yeşil kabuk da Allah-u Teâlâ'nın yarattığı bir latîfedir. Fakat kötü işlere meyledip o kötü işleri işlediğinden ötürü, cevizin kabuğu gibi, Nefs-i emmâre de acıdır. En kalın perde odur.

 

Nefs-i Levvame:

Cevizin yeşil kabuğundan sonraki sert kabuktur. İçeriye nüfuz etmediği için hep benlik davasında bulunur. Nefsin arzularını o ceviz kabuğunu kırar gibi kırmadıkça, gerçekten içeriye nüfuz etmek mümkün değildir.

İşte bütün benlikler burada toplanır. Çok mühim bir noktadır. "Ben!.. Ben!.. Ben!.." diyenlerin yeri ve durağı burasıdır.

Bu benliği cevize temsil ediyorum:

Kim ki duyarsanız "Ben, ben!.." diyor, onların hepsi kabukta kalmıştır, kendi içine nüfuz edememiştir, içinden istifade edemiyorlar. Nefis içeride "Ben, ben!.." diyor, "Sen giremezsin buraya!.." diyor.

 

Nefs-i Mülhime:

Enelik kabuğunu kırmış, içeriye nüfuz etmiştir. Ve fakat içten içe geçmek için, arzu ve istekleri perde mesabesindedir. İçindeki haşaratı temizlemesi gerekmektedir.

 

Nefs-i Mutmainne:

Haşaratı temizlemiş, zarı kalmıştır. Hakk'a hayli yaklaşmıştır. O zarın da kalkması için Râziye merdivenine çıkması lâzımdır ki "Lüb" yani cevizin özü husule gelsin.

Daha önce "Makam"dan bahsederken Râziye'ye gelince "Merdiven" ismini verdik. Çünkü insan büyüdükçe küçülür, küçüldükçe büyür. O zaman kişi merdivenden hep aşağıya iner ve küçülür, azamet-i ilâhî'yi o zaman görmeye başlar.

 

Nefs-i Mardiyye:

Artık haşaratı temizlemiştir. Mutmainne'den sonra Râziye'ye ermiştir, o zar kalkmıştır. Nefs-i mardiyye'de "Lüb" kalır, o zaman cevizin iç tarafının özü kalmıştır.

Mardiyye merdivenine çıkanların dahi dilediğini tutar, dilediğini atar.

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:

"Allah dilediğini mağfiret eder, dilediğine azap eder." (Bakara: )

Bunun böyle olduğunu bilmek gerekir. Mahlûkun hiç hükmü yoktur. Hüküm ve değer yalnız ve yalnız Zül-celâl vel-kemâl olan Allah-u Teâlâ'ya mahsustur.

 

Nefs-i Sâfiye:

Ceviz burada boşalmış olur. Artık o zaman içinde yalnız Allah-u Teâlâ'nın varlığını görür.

Çok açık ifade ediyorum, kendisinin de, kâinatın da kabuktan ibaret olduğunu görür. Kendisi de aslında böyledir, kâinat da böyledir.

İşte gerçek mânâda Kelime-i tevhid'i söyleyebilen bunlardır.

İkinci temsil:

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:

"Allah hiç kimsenin göğsünde iki kalp yaratmamıştır." (Ahzâb: 4)

Ki, birini Muhabbet-i Mevlâ'ya, diğerini muhabbet-i mâsivâya hasretsin. Bir kalpte iki sevgi yaşamaz.

Kimin kalbinde yalnız Allah-u Teâlâ var, o Hakk iledir. Kimin kalbinde mâsiva var, o halk iledir.

Kelime-i tevhid'in cevizin üzerine ayrı bir temsili:

Bir insan "Lâ ilâhe illâllah" der, fakat yeşil kabuk var, kalbin üzerinde yedi perde var. Diyor amma ağızda kalıyor, boğazdan aşağıya inmiyor.

"Nefs-i Levvâme"de "Lâ ilâhe illâllah" diyor amma, içeride nefis "Ben, ben!.." diyor, sert kabuğu delememiş.

"Nefs-i mülhime"de "Lâ ilâhe illâllah" diyor, burada cevizin kabuğunu yani kalbi deliyor, amma içinde Hakk'tan gayrı birçok muhabbet var. Çok muhabbet olduğu için çok uğraşıp ahlâk-ı zemimeleri temizlemesi gerekir.

"Nefs-i mutmainne"de "Lâ ilâhe illâllah" diyor, bu noktada Kelime-i tevhid biraz daha rahat iniyor. Orada öyle bir iniş yapıyor ki, şirkten şüpheden kalp artık kurtuluyor. Gerçek iman sahibi olma vukûfiyetini kazanıyor.

"Nefs-i râziye" de öyle bir hale gelir ki, o artık Allah-u Teâlâ'dan râzı olmuştur. "Beni O yarattı." diyor, "Beni O yaşatıyor, beni O yediriyor, beni O içiriyor." diyor. Her haline râzıdır. Acı da gelse, tatlı da gelse, O'nun her hükmüne râzıdır. Çünkü artık iman kökleşmeye başlamıştır. Kelime-i tevhid tohumu artık kalbe düştü, yavaş yavaş çimleniyor, o çim bütün vücuda yayılıyor, her âzâsına iman salınıyor ve artık onu yaratanı biliyor, şirkten şüpheden kurtuluyor, Yaratan'dan memnun olduğu için her şeyine râzı oluyor.

Bu hâl uzun zaman devam eder, sonra ibadet ve taatlarını samimi bir şekilde yaptığından ötürü Allah-u Teâlâ ondan hoşlanır.

Ve fakat "Nefs-i sâfiye"ye gelince, artık burada hiçbir şey kalmamıştır. Kabuk kalmamış, haşarat kalmamış, cevizin üzerindeki zarı kalmamış, "Lüb" ü de kalmamış ve boşalmış olur.

O "Lâ ilâhe illâllah" dediği zaman Allah-u Teâlâ'yı hem görür, hem de içinde O'ndan başka bir mevcut olmadığını da görür. Kelime-i tevhid'i gerçek mânâda söyleyen ancak bunlardır.

Bu sırr-ı ilâhî, yani Kelime-i tevhid'in sırrı açılmış oldu.

 

SIFAT-I HAYVANİYE

Âyet-i kerime'de:
"Sana ruhtan sorarlar. Onlara de ki: Ruh Rabb'imin emrindendir." buyuruluyor. (İsrâ: 85)

Ruh Allah-u Teâlâ'nın emrinden ibarettir.
İhlâs ile, ibadet taat ve takvâ ile meşgul ola ola gelişir.
Tam tekâmüliyetinde ise bütün vücud nefisle beraber taht-ı hakimiyetine geçer, bir gün olur ki Hakk'a varır.

Mükemmel bir duruma geldiğinde Hakk Celle ve Alâ Hazretleri ona mükâfat olarak hiç kimseye vermediği ikinci bir ruh olan, Kudsî ruh'la destekler.
Âyet-i kerime'de: "Biz onu kudsî ruhla destekledik." buyuruluyor. (Bakara: 87)

Bu yüzden diyoruz ki; elinizdeki bu nefis putu ile kabre gireceksiniz.
Bu putla orada ne yapacaksınız?
Bu nefis putunu elinizden atın, sıfat-ı hayvaniyeden çıkın, insan olun.
Adam olmak kolay, ama adamı insan yapmak zor. Bugün adam çok insan az, bulursan ismini yaz.

 

Hayat ikidir: Ulvî hayat, süflî hayat.

Ulvî hayatı yaşayanlar öyle kimselerdir ki, gözleri yaşlıdır, boyunları büküktür, karınları açtır. Fakat gönül cennetinde yaşarlar. Yaşadıkları hayatı hiç kimse bilmez ve bu ulvî hayatı hiçbir hayata değişmezler. Dışarıdan gören onlara acır, onlar da dışarıdakilere acır.

Âyet-i kerime'de şöyle buyurulur:

"Peygamber'e indirileni dinledikleri zaman; Hakk'ı tanıdıklarından ötürü gözlerinin yaşla dolup taştığını görürsün.

Derler ki: Rabb'imiz! Biz iman ettik, bizi de şâhit olanlarla beraber yaz!" (Mâide: 83)

Bu ulvî hayatı yaşayanlar dünyada gönül cennetinde oldukları gibi, ahirette de Allah-u Teâlâ'nın lütfuna ihsanına mazhar olmaya en lâyık olan kimselerdir.

Süflî hayata gelince; bu hayatı yaşayanların gayesi yeme-içme, giyme-gezme, mukarenet ve buna benzer dünyevî zevklerdir. Bu hayat da kabre kadar gider, kabirden sonrasını Mevlâ bilir.

Âyet-i kerime'lerde şöyle buyuruluyor:

"Gerçekte onlar hayvanlar gibidir, hatta onlar daha şaşkın haldedirler." (Furkân: 44)

 

Sıfat-ı Hayvaniye Nedir?

İnsanların ekserisi belki % 'i sıfat-ı hayvaniyede bulunur. Bunun sebebi helâl lokmaya dikkat edilmemesi, nefse yol verilmesidir. Nefsin isteklerinin yapıldığı, ibadetler ihlâsla yapılmadığı zaman insan yoldan çıkar. İnanın sizin birçoklarınızın sıfat-ı hayvaniyesini gösteriyorlar. Bir gün bir şeye kızdılar da "Hayvan bunlar!"dediler ve sıfatlarını gösterdiler. Fakat bunların hepsi seyrediliyor, bakılıyor, örtülüyor. Ama hiçbir şey gözden kaçmıyor. Bize bazen öyle acayip haller gösterirler!.. Her şeyi biliyoruz, fakat hiçbir şey bilmiyoruz. Kişinin bazen cehennemdeki yeri gösterilir, sıfatıyla beraber. Ama bunlar hep örtülür.

Ben sizin sıfatınızı görüyorum. Mektebe girmekle sıfat değişmez. Sınıfları geçmek lâzım, tekâmül etmek lâzım. Islah etmeye bakın.

İnsanlarda hayvanî sıfatlar vardır ve bunlar çok çeşitlidir.

Sıfat-ı hayvaniye iki türlüdür:

1. Eti yenen hayvan sıfatında olan insanlar.

2. Vahşi, eti yenmeyen hayvan sıfatında olan insanlar.

Bir kısım insanlar vardır ki, eti yenen hayvan sıfatındadırlar. Eti yenen hayvanların sıfatında olduğu zaman o müslümandır. Yani onların nefsi iman etmiştir fakat nefsini ıslâh edememiş, tekâmül edememişlerdir. Onun içindir ki sıfat-ı hayvaniyede kalmışlardır. Hangi hayvanî surette ise o şekilde mahşere çıkacaklar. Suretlerinden kim oldukları bilinecek. İnsanların çoğu bu sıfattadır. Fakat kimsenin haberi yok.

Bir kısım insanlar da vardır ki, eti yenmeyen hayvan sıfatındadırlar. Onların nefsi iman etmemiştir. Görünüşte çok iyi işlerde bulunurlar, fakat nefsi iman etmediği için niyeti bozuktur. Eti yenmeyen hayvanların sıfatında olanların nefsi kâfirdir.

Sanmayın ki bilinmiyor. Hiçbir şey bilmeyiz, Allah-u Teâlâ'nın bildirdiği müstesna. Ve fakat O'nun gösterdiğini, bildirdiğini çok iyi bilirim. Bu sıfatla nereye gidiyoruz, yarın huzur-u ilâhiye'ye varmayacak mıyız? Bu sıfatla çıktığımız zaman halimiz nice olacak?

Bu da nereden açıldı, çok yakınım bir kimseyle sohbet ediyoruz. Fakat kendilerini çok büyük zannettikleri için bizi bilerek veya bilmeyerek incitirler. Demek o kadar incitmiş, üzmüşler ki; "Bunları temizleyiverin de bizi rahatsız etmesinler" deyince şöyle buyurdular. "Halıyı yıkarsın tozu gider, hayvanı yıkarsın kiri gider ama sıfatını değiştiremezsin!" Anladık ki; onun bu yaptığı iş sıfatından dolayı imiş.

Halbuki insan, tarikat-ı aliye'ye girdim-çıktım için değil, sıfat-ı hayvaniyeyi izale etmek ve sıfat-ı insaniyeye tekâmül etmek için girer. Ama bu da letaifi geçmekle mümkündür. "Kalp", "Ruh", "Sır", "Hafâ" ve "Ahfâ" gibi letaifleri geçeceksin iç nurlanacak, hâl değişecek, sıfatlar değişecek ve sen insan olacaksın. "Ben insanım!" diyorsun, ama hayvan olarak geçeceksin, hiç kimse farkında değil.

Allah'ım bizi ölenlerden etmesin.

Çünkü; Yunus Emre -kuddise sırruh- Hazretleri "Ölenler hayvan imiş, aşıklar ölmez." buyuruyorlar. İşte bu söz bu manayı taşıyor.

Bir kısım insan da vardır ki, ahlâk-ı zemimeden sıyrılıp, sıfat-ı hayvaniyeden arındıkları için insan suretindedirler. Onlar mahşerde insan suretinde haşrolunurlar. Vücudunu tamamen nûrlandıran kimseleri toprak dahi çürütmez. Çalışan bunun için çalışsın, yaşayan bunun için yaşasın. Sıfat-ı hayvaniyeden sıyrılmış, haset, riyâ, kin, kibir, şehvet, gadap, yalandan arınmış; insan olmuş.

Bir de insan-ı kâmil vardır ki, onlar Allah-u Teâlâ'nın has kullarıdır. Hiç olmuş, hiç olduktan sonra Var'a varmış; İnsan-ı kâmil olmuş

Sıfat-ı hayvaniye ancak Allah-u Teâlâ'nın göstermesi ile görülür ve bilinir. Allah-u Teâlâ dilediği kimseye o projektörü tuttuğu zaman, karşıdakinin her sıfat-ı hayvaniyesini, hangi sıfatta olduğunu görür. Başka türlü görülmez.

Fakat sıfat-ı hayvaniyede kalanların durumuna gelince alınıncaya kadar hali ne olur bilmiyorum.

Binaenaleyh; sıfat-ı hayvâniyeden arınman ve kurtulman için, kalbinin nurlanması için odanı temizle. Islâh olsun ki nefsin iman etmiş olsun.

Bunun ıslâhı için:

"Zikrullah kalplerin şifâsıdır." (Münâvî)

Hadis-i şerif'i mucibince Hazret-i Allah'ın zikri-fikri ile, ibadet, taat ve takvâsı ile devamlı meşgul olursa, âyân-ı sâbite istidâdını Allah-u Teâlâ'nın emirlerine uyarak gösterirse, ruha tâbi olmak suretiyle aklını kullanarak Yaratan'ına yönelirse, ruh vücuda hakim olur.

Âyet-i kerime'de:

"Sana ruhtan sorarlar. Onlara de ki: Ruh Rabb'imin emrindendir." buyuruluyor. (İsrâ: 85)

Ruh Allah-u Teâlâ'nın emrinden ibarettir. İhlâs ile, ibadet taat ve takvâ ile meşgul ola ola gelişir. Tam tekâmüliyetinde ise bütün vücud nefisle beraber taht-ı hakimiyetine geçer, bir gün olur ki Hakk'a varır.

Mükemmel bir duruma geldiğinde Hakk Celle ve Alâ Hazretleri ona mükâfat olarak hiç kimseye vermediği ikinci bir ruh olan, Kudsî ruh'la destekler.

Âyet-i kerime'de:

"Biz onu kudsî ruhla destekledik." buyuruluyor. (Bakara: 87)

Bu yüzden diyoruz ki; elinizdeki bu nefis putu ile kabre gireceksiniz. Bu putla orada ne yapacaksınız? Bu nefis putunu elinizden atın, sıfat-ı hayvaniyeden çıkın, insan olun.

Adam olmak kolay, ama adamı insan yapmak zor. Bugün adam çok insan az, bulursan ismini yaz.

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:

"Andolsun ki biz Âdemoğulları'nı üstün bir izzet ve şerefe mazhar kıldık." buyuruyor. (İsrâ: 70)

Mükerrem insan kimdir?

Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:

"Nefsini tertemiz yapıp arındıran felâh bulmuş kurtulmuştur. Onu kirletip örten kişi ise elbette ziyana uğramıştır." (Şems: )

Dünyayı düşünüp nefsin arzularına uyan, Hakk ve hakikatten uzaklaşıp şeytan ile arkadaş olan kimse aslâ mükerrem insan olamaz. Süflî arzular peşinde oldukları için suretâ insandırlar, icraatları hep hayvanîdir.

Bu suretle de bu işleri kökünden bozarlar.

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:

"Kahrolası insan, ne kadar da nankör!" buyuruyor. (Abese: 17)

Diğer bir Âyet-i kerime'sinde ise şöyle buyuruyor:

"Çünkü insan çok zâlim ve çok câhildir." (Ahzâb: 72)

İnsan Allah-u Teâlâ'nın verdiği ve vereceği nimetleri düşünmez de, değersiz şeyleri arzu eder ve onların peşinde koşar.

Bunun için bakıyorum; kimi biçiliyor, kimi de kökten çıkarılıyor ve fakat bundan da kimsenin haberi yok.

Bize hizmet gerekir, köşe kapmak değil, yağlı kemiğin ise talibi çoktur. Çünkü onların imanı yoktur, yani imanları suretâdır.

Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde:

"Nasıl yaşarsanız öyle ölürsünüz, nasıl ölürseniz öyle haşrolunursunuz." buyuruyorlar.

En büyük aldanma bu noktada, burası kapalı olduğu için kimse farkında değil.

Burada çok anlatmak istediğimiz şey var. İnsan sıfat-ı hayvaniyede, hayvandır ama tanınır. Aynı şekil üzerinde mevcuttur. Cehennem de böyledir, insan yanmıştır kömür olmuştur ama kim olduğu belli. Onun için insan bu sıfat-ı hayvaniyeyi izale etmedikçe insan olamıyor. İnsan-ı kâmil zaten olamıyor.

İnsan-ı kâmil olanın durumu şöyledir.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:

"Mümin-i kâmil olanlar Allah katında bazı meleklerden de efdaldir." (İbn-i Mâce)

Bu fazilet, kişinin nefsine galebe çalması ile mümkündür.

İnsan nefse galip gele gele, sıyrıla sıyrıla, temizlene temizlene meleklerin fevkinde olur. Mümin-i kâmil'in meleklerden üstün olduğu yer burası, ama oturana bir şey yok. Çünkü meleklerde derece yok. Yaratılış üzere duruyor. Ama insanlarda derece var, nefisle yaptığı mücadele sayesinde meleği bile geçiyor.

Bak bir insan nereye çıkabiliyor. Bir insan nereye inebiliyor? Burası çok mühim.

Demek ki insanda bu hassa var. Eğer bu hassayı parlatırsa melekleri geçebiliyor. Ama mazallah bir de sıfat-ı hayvaniyeye düşerse hayvan olarak çıkar. Bunun sebebi nefsini ıslâh edemedi. Haset, riyâ, kin, kibir, şehvet, gadap, tamah, yalancılık gibi sıfatlardan hangi sıfat kişiyi yakalarsa, dünyada yaptığı icraatları o sıfat üzerine yapar.

Çok akıllı gördüğüm insan nefsine uymuş, heva ve hevesiyle gidiyor. Nefis imansız götürüyor, sıfat-ı hayvaniye ile gidiyor.

Allah'ım bizi sıfat-ı hayvaniyeden kurtarsın, sıfat-ı insaniyeye nail etsin.

Çünkü ne sıfatla öleceğiz, ne sıfatla dirileceğiz, belli değil. Bunlarda yakınlardan zuhur edince insan telâşe kapılıyor.

 

Sıfat-ı Hayvaniye Nasıl Tanınır?

Allah-u Teâlâ'nın göstermediği bir kimse, karşıdakinin sıfat-ı insaniyede mi, sıfat-ı hayvaniyede mi olduğunu nasıl bilir? Veya kendisini görmek isterse nasıl görür?

Eğer haramlara dalıyorsa sıfat-ı hayvaniyededir. Kesinlikle kararını ver, kimseye söyleme.

Değil haramlardan, en küçük şüphelilerden de sakınıyorsa insandır.

Yalnız şu kadar var ki hangi sıfat-ı hayvaniyede olduğunu bilemez, onun ilmi onu çözemez.

Herkese saldıranlar köpek sıfatında, düşmanlık yapanlar yılan sıfatında, hilekârlar tilki sıfatında, hırsızlık yapanlar fare sıfatında, nankörlük yapanlar kedi sıfatında, kıskanmayan kimseler domuz sıfatında ve buna benzer hayvani sıfatlar vardır. Bugün piyasadaki en çok suret köpek ve domuz. Biz size misal veriyoruz.

Fakat eti yenen hayvan sıfatında olan kimseler ayrıdır. Kimisi öküz, kimisi horoz sıfatındadır. Koyun sıfatında olan çok azdır, mülhimeye geçmesi lâzımdır.

Velev ki iki kardeş de olsa, hanıma dikkat edenle etmeyen ayrıdır.

Meselâ bir kuluçka tavuğunun altında ördek yavrusu da bulunur, civciv de bulunur. Fakat ördek suyu gördü mü hemen dalar, civciv dalmaz.

İnsan kendine baksın. Ben neredeyim? İster en yakını olsun, ister arkadaşı olsun, bu bir ölçüdür.

Sıfat-ı hayvaniyenin hangisini huy edinmişse, hangisi ile amel ediyorsa, o sıfat onda mevcuttur. O sıfatla ölecek, o sıfatla dirilecek.

Tutulan çok, kurtulan az. Neye tutulmuş? Nefsinin arzusuna, şeytanın iğvasına, şehvetinin peşine tutulmuş gidiyor.

"Safâ sürün bakalım! Yakında bileceksiniz!" (Rûm: 34)

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyururlar:

"Her kişi öldüğü hâl üzere dirilir." (Müslim: )

Perde kalkınca herkesin sıfatı belli olacak ve görülecek, icraatı ile beraber.

Diğer bir Hadis-i şerif'te ise şöyle buyuruluyor:

"Nasıl yaşarsanız öyle ölürsünüz, nasıl ölürseniz öyle haşrolunursunuz."

Hangi hayvanî sıfatla ölmüş ise Allah-u Teâlâ hayattaki suretinin üzerine o hayvan suretini verecek ve onun kim olduğunu herkes tanıyacak.

Sizin anlayacağınız bir temsil verelim:

Bir zâtın üç tane kızı varmış. Üçünü de evlendirmiş, bir gün rüyâsında kızlarından birini insan, birini köpek, birini de kedi sûretinde görmüş, ama hangisinin kim olduğunu ayırt edememiş.

Hangisinin ne olduğunu öğrenmek için tek tek damatlarını gezerek soruyor; "Kızım nasıl, memnun musun?"

"Efendim, çok iyi ama kızdığı zaman köpek gibi üzerime harlıyor." diyor.

"Evet! O, sıfat-ı hayvaniyenin köpek kısmındadır."

Öteki damadına soruyor; "Kızım nasıl, memnun musun?"

"Çok memnunum, ama kızdığı zaman kedi gibi tırmalıyor beni" diyor.

"Evet! Demek kedi imiş."

Diğerine soruyor, o damadı da "O kadar hoş ki hâzâ insan." diyor. "Evet! Demek ki bu insan." diyor ve hepsini öğreniyor.

Eğer hayvani sıfatlardan kurtulamaz, nefsin esareti altında kalırsak insan olarak değil, hayvan olarak gider, mahşere de o sıfatla çıkarız.

 

Sıfat-ı Hayvaniye'ye Üç Misal:

Sıfat-ı hayvaniyenin ne olduğunu daha iyi kavrayabilmeniz için üç temsil arzedeceğiz. Bu sıfatların izalesi için ne lâzımsa yapmak gerektiğini ifade etmek istiyoruz.

Bir gün bir kadın geldi, bir rüyâ anlattı. "Yüksekçe bir yerde oturuyordum. Bir baktım aşağıdan uzun bir fare geliyor. Bana dediler ki: 'Bu senin kocandır.' O benim nasıl kocam olur derken, yüzüne dikkatlice baktım, hakikaten de ona benziyordu."

"Evet evet hanım dedik, sıfat-ı hayvaniye böyledir. İnsan yarın bu kalıp elbisesini soyduğu zaman, asıl sureti meydana çıkacak. Her insanda bu sıfatlar mevcuttur, ancak izale edenler müstesna."

Niçin fare olarak göründü? Hırsızlık yaptığı için.

Bunlar sıfat-ı hayvaniyenin ne olduğunu daha iyi kavrayabilmeniz için arzediliyor. Bu sıfatların izalesi için ne lâzımsa yapmak gerektiğini ifade etmek istiyoruz.

Bir akşam üstü idi, bir kardeşin vefat haberi geldi. Fakat o anda sıfatını gösterdiler, çok korkunç bir sıfatla vefat ettiğini gördüm. Sevdiğim bir kimse olduğu için çok mükedder oldum. Dikkat edenler bu hâlimi anlamış olacaklar ki, "Bu hâliniz nedir?" diye sordular. "Bir şey değil!" dedik.

Sıfatını gördüğüm halde bu kardeşin cenazesine yine gittim. Kabrinin karşısında durdum ve şöyle niyaz ettim. "Allah'ım! Sen hükmünde hikmet sahibisin, hakikati ancak sen bilirsin. Bu kardeşi biz çok iyi biliyoruz. Ne olur bunu affet!" Kabre girmeye iki karış kalmıştı, Allah-u Teâlâ, sıfatını sildi. İnsan suretinde aşağıya gitti.

Bu duamı kabul ettiğinden ötürü Allah-u Teâlâ'ya öyle şükrettim ki, gözlerimden yaş boşandı. Kimse görmesin diye de usulca oradan çekildim.

Bu ki sevdiğimiz bir kardeş, bu hale düşüyor. Demek ki boşluğu varmış, sıfat-ı hayvaniyeyi tamamen izale edememiş.

Daha kaç kişinin sıfatını değiştirecekler. Ne kadar üzüntülü şeyler.

Bir başka temsil arzedelim. Adamın birisi takmış kafasına: "Ah, bir Hızır olsam!" deyip dururmuş. Hızır Aleyhisselâm bir gün karşısına çıkar ve: "Hızır olsan ne yapardın?" der. O da: "Bana bir saatliğine Hızır'lığını verse, bak ne yapardım!" diye cevap verir. "Peki" der Hızır Aleyhisselâm: "Ben Hızır'ım, bir saatliğine sana Hızır'lığımı verdim, yapacağını yap."

Adamın o anda perdesi açılır. Efkâra bakınca bir de ne görsün? Bütün insanlar hayvan.

Bir eskici görür insan sıfatında ve ona: "Ben Hızır'ım, ne istersen iste benden!" der. Eskici oralı olmaz: "Ben muhtaç değilim." der. İnsan sıfatında iki kişiye daha rastgelir, onlara da teklif eder, onlar da hiç oralı olmazlar, hiçbir şey istemezler.

Daha bir saat dolmadan: "Gelse de şu emaneti versem!" diye Hızır Aleyhisselâm'ı beklemeye başlar. Nihayet gelir: "Ne yaptın?" diye sorar. O da anlatır. "Benim gayem insanlara yardımcı olmaktı, fakat ben insan göremedim ki yardımcı olayım. Al şu emaneti de kurtulayım." der.

İşte insanların durumu budur.

Herkes iradesini sarfettiği cihete muvaffak ve müyesser olur. Yani hidayet ve dalâlette haline uygun bir yol tutar. Böylece de hidayet yolunda yürüyenler mükâfatlarına nail oldukları gibi, dalâlet yollarına gidenler de lâyık oldukları cezalara kavuşurlar. Herkesin amelinin karşılığı verilecektir.

Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:

"De ki: Herkes kendi yaratılışına göre iş yapar. Rabb'iniz kimin en doğru yolda olduğunu daha iyi bilir." (İsrâ: 84)

Burada herkesin takip ettiği yol ve işlediği amel neticesi, ceza ve mükafatla karşılaşacağı hatırlatılarak insanların hidayet yoluna yönelmeleri için öğüt verilmektedir.

 

Ruh İle Nefsin Mücadelesi:

Nefis nedir? Ruh nedir? Letaif nedir? Bir kere iç alemine dön. Nesin? Nerede ne var? Ondan sonra yola çık. İnsan iç alemini öğrenmedikçe dıştan hiçbir şey anlayamaz.

Farz-ı muhal; bir insanın sıfatı hayvaniyeden, sıfat-ı insaniyeye dönmesi lâzım. Bunu kimse bilmiyor. Niçin? Üzerinde durmadığı için. Bu nasıl oluyor. Şimdi Cenâb-ı Hakk nefsi ayrı halketmiş, ruhu ayrı halketmiş ve bunların vücutta yerleri ayrı ayrıdır. İnsanda; "Kalp", "Ruh", "Sır", "Hafâ" ve "Ahfâ" bunların hepsi mânevi odalardır. Eğer nefis bunların hepsini işgal etmişse nefis kumanda eder. Hani bir tabir var: "Hırsız hırsızlığı ile fahişe fuhşu ile iftihar eder." Niçin? Vücutta artık hüküm onun. Yani nefis direksiyonu ele geçirmiş, istediğini yaptırıyor. Halbuki insan bunun için yaratılmamıştı. Fakat intisaptan gaye nefsin işgalinden kurtulup, ruhu zafere ulaştırmak. Bu da nasıl olur? Cenâb-ı Hakk nasip ederse bir rehberi sadıka ulaştırır. O da ona zikir verir, zikir yapa yapa yapa nefis zulmani, zikir nurani olduğu için, o nura tahammül edemez, odaları boşaltmaya başlar. "Nefs-i kül" odasından çıkarılırsa, vücutta hakimiyeti ruh ele geçirir. Artık letaif ampulleri yanar. Artık kötülüklerden nedamet eder, kemâl yollarını bulur. İnsan hangi sıfatta ise o sıfatta öleceğini, o sıfatla dirileceğini bilsin. Fakat bu nefsin sıfatıdır. Ruh nedir, nefis nedir, ruhaniyet nedir, lâtife nedir? Kalp, sır, hafâ, ahfâ gibi latifeler nedir? İnsan, bunları zikir ede ede nurlandırması lâzım geldiğini, nefsin o şekilde oradan çıkarmak icap ettiğini, ancak bunlar ıslâh olursa sıfatını değiştirebileceğini, aksi halde hayvan olarak yaşadığını ve hayvan olarak öleceğini iyi bilsin.

Bugün hangi ihvan uğraşıyor? Bunlar ıslah olmadıkça sıfat-ı hayvaniye gitmiyor, sıfat-ı hayvaniye gitmedikçe yarın mahşerde hayvan olarak çıkacak. Sıfat-ı hayvaniyeden kurtulalım, insan olarak mahşere çıkmaya çalışalım.

Dedik ki; "Hırsız hırsızlığı ile fahişe fuhşu ile iftihar eder." Bunların sebebi nedir? Nefsi zaferine ulaşıyor ve herkese ilân ediyor. Neyi ilân ediyor? Küfrünü ilân ediyor. Hiç farkında değilsiniz değil mi? Küfrünü ilân ediyor.

Zinâ yapan da, hırsızlık yapan da imansızdır. İmansız gidiyor.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde:

"İmanlı olarak hırsızlık yapamaz.", "İmanlı olarak zinâ yapamaz." buyuruyor.

"Bir kul zinâ ettiği zaman, iman nûru kalbinden çıkar, bir gölge gibi başının üstünde durur. Ancak tam bir tevbe ettiği zaman dönüp kalbine girer." (Camiüssâğir)

"Bir kimse zinâ ederse imanı ondan çıkar. Şu kadar var ki tam bir pişmanlıkla hâlisan tevbe ederse affolunur." (Tirmizî)

 

Asıl Feryad:

İnsan ölürken Allah-u Teâlâ onun hayatta iken işlediği hayat filmini gözünün önünden geçirir. Bir anda bütün yaptıklarını görür, cennetteki veya cehennemdeki yerini de görür.

Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:

"Ölüm sarhoşluğu bir gün gerçekten gelir. 'İşte bu senin öteden beri korkup kaçtığın şeydir.' denir." (Kâf: 19)

Sıfat-ı hayvaniyede olan bir insan tabuta konduğunda hayvan olarak konur. O ana kadar ilâhî hükümleri bir türlü duymak istememiş, Allah-u Teâlâ'nın emirlerine kulak vermemişti.

Tabuta konduğunda:

"Andolsun ki sen bundan gafildin. İşte şimdi senden gaflet perdesini kaldırdık. Artık gözün keskindir." (Kâf: 22)

Âyet-i kerime'sinde beyan buyurulduğu üzere Allah-u Teâlâ onun perdesini açar.

Ve başlar feryada. Çünkü gideceği yeri görüyor. Öyle bir acı kaplar ki, onun bu durumunu Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde şöyle haber verirler.

"Bir ölü tabuta konulup taşınırken, iyi bir kişi ise 'Beni bir an evvel yerime ulaştırın!' der.

Kötü bir kişi ise 'Eyvah! Beni nereye götürüyorsunuz?' diye feryat eder.

Bu sesi insanlardan başka her mahlûk duyar. Eğer insan da bunu duymuş olsa, derhal bayılırdı." (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: )

Çünkü perde açıldı, götürenler de dostları.

Kıvranır durur tabutta. İtimat edin kıvranış şeklini belki görüyorum.

O ana kadar ilâhî hükümleri umursamadı dinlemedi. Söylendi duymadı, söylendi duymadı, artık onun feryadını da kimse dinlemez. O feryat ve figan ebedîdir, ebedî bir "Eyvah!" O feryat ona ne fayda verir, ne de acısını dindirir.

Hep "Ben, ben!" derdin. Kabirde benliğin eriyince, masken de çürüyünce, benliğinden hiçbir eser kalmayınca, o zaman ne diyeceksin ey zâlim ve câhil insan! Bu noktayı hiç düşündün mü?

Halbuki Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:

"Ölmeden evvel ölünüz." (K. Hafâ)

Buyuruyordu, hiç duymadın! Nefis ne istiyorsa onu yaptın Nedamet çok, faydası hiç yok

 

İlâhi Huzurda Çekişme:

Hazret-i Allah Kur'an-ı kerim'de her iyiliğe engel olan nefsin, huzur-u ilâhiye'de nasıl çekiştiğini Âyet-i kerime'lerinde şöyle haber veriyor:

"Allah şöyle buyurur: 'Ey sürücü ve şahid! Haydi ikiniz atın cehenneme her inatçı nankör kâfiri!'

Hayra, iyiliklere bütün hızıyla engel olan azgın zâlim şüpheciyi!

O ki, Allah ile beraber başka bir ilâh edinmişti. Haydi, atın şiddetli azabın içine!" (Kâf: )

İşte Allah'a karşı gelmenin cezası. Dünyada hayır için çalışmamış, nefsin arzu ve isteklerini yerine getirmiş, ilâhi ahkâmı dinlememiş, nefsin ve şeytanın oyunlarına gelmiş olan inkârcının cezası budur.

Nefis, kendisini ve canını kurtarmak için hemen kabahati kişiye attı.

"Yanındaki arkadaşı der ki: 'Ey Rabb'imiz! Ben onu azdırmadım, fakat o kendisi derin bir sapıklık içindeydi!'" (Kâf: 27)

"O arkadaşı!" dediği nefistir, insanla nefis orada ayrıldı.

Saadet ehliyse beraber yaşarlar, felâket ehliyse orada birbirleriyle itişirler. Eğer nefis ıslah edilirse, ruhla beraber o da cennet-i alâ'ya giriyor. Yok azarsa ruhla beraber o da cehenneme giriyor.

"Allah şöyle buyurur: 'Benim huzurumda çekişmeyin! Size daha önce bunu bildirmiştim.'" (Kâf: 28)

Binaenaleyh nefis en büyük belâdır. En büyük düşmandır.

 

Sıfat-ı Hayvaniye'den Kurtulma Yolları:

Bedeni hastalıkların teşhis ve tedavisi için hâzık bir tabibe müracaatı emir buyurmuş olan Nebiyy-i zîşân -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hazretleri, mânevî hastalıklardan kurtulmak için de mânevî bir tabibe, Rabbânî bir âlime başvurmayı dini bir ihtiyaç olarak göstermiştir.

Mühim olan bu mânevî hastalıklardır.

"Onların kâlblerinde hastalık vardır." (Bakara: 10)

Âyet-i kerime'si ile işâret buyurulan bu korkunç hastalıklar, tedavî edilmezse hayat-ı ebediyeyi öldürdüğü için çok tehlikelidir.

Kin, kibir, gadap, şehvet, hased, riyâ, tamah, ucb gibi kötü sıfatlar kalb hastalıklarıdır. Kâmil bir mümin olabilmek için kalpten bu sıfatları bir bir izâle etmek icabediyor.

Hakk Celle ve Alâ Hazretleri Âyet-i kerime'sinde:

"Kötülüklerin zâhir ve bâtın olanlarından uzak bulununuz." buyuruyor. (En'âm: )

Zâhirî ve bâtınî günahları terketmek vaciptir. Herhangi bir kötülüğü alenen yapmak caiz olmadığı gibi; haset, riyâ, kibir gibi kalben düşünülüp gizlice yapılacak şeyler de haramdır.

Diğer bir Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:

"Günahların zâhirî olanını da bâtınî olanını da bırakınız. Çünkü günah kazananlar yaptıklarının cezasını çekeceklerdir." (En'âm: )

Âyet-i kerime'de:

"Nefsini temizleyen kurtulmuştur." buyuruluyor. (Şems: 9)

Bu Âyet-i kerime'yi birleştiriyoruz ki, Allah-u Teâlâ'nın emrini güzelce bilesiniz.

Kalp temiz olursa kişiyi ibâdet ve taata sevkeder. Hasta insan güzel yemeklerin lezzetini anlayamadığı gibi, mâsivâ batağına düşmüş bir kalp de ibadet ve taatın lezzetini anlayamaz. Hasta olan kalbin temizlenmesi lâzımdır.

Bunun için Seyyid-i kâinat Sebeb-i mevcûdat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'inde buyururlar ki:

"Zikrullah kalplerin şifâsıdır." (Münâvî)

Hased, riyâ, kin, kibir, şehvet, gadap, yalancılık gibi ahlâk-ı zemimeler insanda bulundukça o kalp hastadır. Sıfatı da sıfat-ı hayvâniyedir. Bunun da tek çaresi ve tek ilâcı Hazret-i Allah'ın nurunun, zikrinin ve fikrinin o kalbe girmesidir. Böylece yavaş yavaş ahlâk-ı zemimeler gider, bir gün olur nurlanır ve nazargâh-ı ilâhi olan o kalp birçok tecelliyatlara mazhar olur.

İnsan, hayvani sıfattan kurtulup insani sıfat takınması, Yaratan'ını bilmesi ve bulması için gönderilmiştir. Kim ki bunları yaparsa Hakk'ın kulu olur, bunları inkâr ederse şeytanın kulu olur.

Meselâ bir hayvanı ahırdan çıkardın, o ahırı temizlersen, tebdil edersen, dayarsan, döşersen, orası oda haline gelir. Biraz evvel ahır idi, şimdi oda oldu. Ahıra padişah girmez amma, odaya padişah girer.

Sen kalbini ahıra çevirdin, pis orada her an pisliyor. Pisi atmadıkça, orayı dayayıp döşemedikçe, ibadet ve taatla nurlandırmadıkça, hiçbir zaman oraya padişah gelmez.

"Kalp sarayın eyle pak,
Şayet gele Sultan sana."

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:

"Allah hiç kimsenin göğsünde iki kalp yaratmamıştır." (Ahzâb: 4)

O'nun bulunduğu kalpte nefis ve mâsiva yaşamaz, O'nun bulunmadığı bir kalpte her şey bulunur amma O bulunmaz.

Ahır haline getirdiğin kalpten pisi çıkar ki orası nurlansın. Bütün letâfatını bu şekilde nurlandırırsan için de nur olur.

Allah-u Teâlâ insanın kalbini kötü sıfatlarla bir bir örtmüştür. Mümin-i kâmil olabilmemiz için bu hayvani sıfatları bir bir izale etmemiz icabediyor. Etmezsek bu hakikat husule gelmez.

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:

"Andolsun ki ki biz Âdemoğulları'nı üstün bir izzet ve şerefe mazhar kıldık." buyuruyor. (İsrâ: 70)

Acaba bütün insanlar bu vasfa haiz midirler? Hayır. Zira serkeş nefsinin kötülük dizginlerini salıverip, gayr-ı meşru tecavüzleriyle şeriatı, tarikatı, hakikati çiğneyen ve süflî arzularının esiri olan insanlar asla mükerrem olamazlar.

Mükerrem vasfına nâil olabilmek için nefsi tezkiye, ruhu talim ve terbiye etmek gerekiyor.

 

Kurtuluş Kapısı:

Tarikat-ı âliye bir ilim-irfan mektebidir. Bu yolun ilim-irfan mektebi olduğunu anlayabilmek için "Nefis dereceleri"ni çok iyi tedkik etmek lâzımdır.

Mektebe kaydını yaptıran bir insan, devam etmeyip sınıflarını geçmediği zaman, nasıl ki onun mektebe kaydını yaptırması bir mânâ ifade etmediği gibi; Tarikat-ı âliyeye intisap eden bir kişi de, sınıfları geçmediği müddetçe, nefsini izale edemez, hayvanî sıfatlardan sıyrılamaz, dereceleri katedemez.

Letaifleri bitirecek, dereceleri geçecek ki, insan sıfatına bürünsün.

Emmâre'nin ıslahından sonra Levvâme'ye geçildiği zaman büyük çarpışmalar olur. Mülhime'ye geçildiğinde insan sakinleşir, koyun sıfatına bürünür, güzel ameller yapar, nispeten rıza-i Bârî'ye kavuşur. Bu arada az da olsa bazı ilhamlar da gelir. O şimdi artık yolcu. Nereye yolcu? Hakikata yolcu.

Bir mertebe daha geçerse Mutmainne olur. Kurtulanlar burada kurtulur. Vuslat-ı ilâhi buradan gelir.

O bir fırkaya ait kurtuluş kapısını size tarif ediyoruz. İhvanın yetişmesini istiyoruz, yetişmesinin icap ettiğini anlatmak istiyoruz. Nerede olduğunu bilsin. Sıfat-ı hayvaniye'den çıkalım, insan olarak ölelim inşallah-u Teâlâ.

İnsana insanlık hakkını vermek lâzım. Adam başka, insan başka

"Nefsini tertemiz yapıp arındıran felah bulmuş kurtulmuştur. Onu kirletip örten ise elbette ziyana uğramıştır. (Şems: )


  ÖncekiSonraki  

YORUMLAR

YORUM YAP

nest...

batman iftar saati 2021 viranşehir kaç kilometre seferberlik ne demek namaz nasıl kılınır ve hangi dualar okunur özel jimer anlamlı bayram mesajı maxoak 50.000 mah powerbank cin tırnağı nedir