anı hatıra örnekleri / ANI (HATIRA) ÖRNEKLERİ - Edebiyat Meraklılarının Sitesi | Edebiyat Meraklılarının Sitesi

Anı Hatıra Örnekleri

anı hatıra örnekleri

Anı (Hatıra) Türü ve Örnekleri

Anı (Hatıra): Yazarın tanık olduğu veya bizzat başından geçen bir olayı belli bir zaman geçtikten sonra kaleme alması ile oluşan yazılı anlatım türüne anıdenir.

Hatıralar genellikle gerçek olaylar üzerine inşa edilmekle birlikte samimilik, içtenlik hatıralarda aranan başlıca niteliklerdir. Hatıralar genellikle birinci şahsın ağzından anlatılır. Hatıraların tarihe ışık tutmak, tarihten ders çıkarmak, tanınmış kişilerin hayatlarını, tecrübelerini kitlelere duyurmak, gelecek kuşaklara mesaj vermek gibi özellikleri vardır. Hatıralar kendi içinde politik hatıralar, edebi hatıralar, iş dünyası hatıraları ve askeri hatıralar gibi bölümlere ayrılır.

Anı Türünün Gelişimi ve Türk Edebiyatında Anı

İnsanlar yaşadıkları acı tatlı tecrübeleri başkaları ile paylaşmak ister. Anılar ile birlikte geçmişteki günler yeniden yaşanır. Kendi hafızamızdan yararlandığımız gibi belgelerden, gazete kupürlerinden, dergilerden ve bizim haricimizdeki görgü tanıklarından faydalanılır.

Anının ilk örneği eski Yunan’da Ksenophon’un (Ksenöpon) yazdığı Anabasis‘tir. Rönesans ile birlikte Batı’da gelişimini artıran anı;

  • 18. yüzyılda Rousseau, Saint-Simon, Goethe,
  • 19. yüzyılda Victor Hugo, Stendhal, Tolstoy gibi isimleri yetiştirmiştir.
  • Bizim edebiyatımızdaki ilk anı örneği olarak ise 7. asırdaki Göktürk Yazıtları kabul edilir.
  • Babür Şah’ın 16. yüzyılda yazdığı Babürname de anı niteliği gösterir.
  • Ebulgazi Bahadır Han’ın 17. yüzyıldaki Şecere-i Türkî‘si anı örneklerimizdendir.

Tanzimat dönemi (1839) ile birlikte gelişen hatıra türünde II. Meşrutiyet (1908) sonrası hareketlilik hızlanır:

  • Ziya Paşa – Defter-i Amal,
  • Muallim Naci – Ömer’in Çocukluğu,
  • Ahmet Mithat Efendi – Menfa,
  • Namık Kemal – Magosa Hatıraları,
  • Ahmet Rasim – GecelerimÖmr-i Edebi, “Muharrir-Şair-Edip“, Falaka, Gülüp Ağladıklarım,
  • Halit Ziya Uşaklıgil – Kırk Yıl, Saray ve Ötesi, Bir Acı Hikaye,
  • Hüseyin Cahit Yalçın – Edebi Hatıralar,
  • Ruşen Eşref Ünaydın – Atatürk’ü Özleyiş,
  • Yakup Kadri Karaosmanoğlu – Gençlik ve Edebiyat Hatıraları, Zoraki Diplomat, Politikada 45 Yıl, Anamın Kitabı,
  • Yahya Kemal – Çocukluğum, Gençliğim, Siyasi ve Edebi Hatıralarım,
  • Yusuf Ziya Ortaç – Portreler, Bizim Yokuş,
  • Refik Halit Karay – İstanbul’un İç Yüzü,
  • Halide Edip Adıvar – Mor Salkımlı Ev, Türkün Ateşle İmtihanı,
  • Falih Rıfkı Atay – Çankaya,
  • Şevket Süreyya Aydemir – Suyu Arayan Adam

adlı eserleri edebiyatımızda bu türün tanınmış ilk ve önemli örneklerindendir.

Anının Genel Özellikleri

  •  Politika, spor, edebiyat, bilim gibi alanlardaki ünlü kişilerin hayatında izler bırakan anlarını kaleme almak ihtiyacından doğar.
  • Çıkış noktası yaşanmış olaylardır.
  • Olayların yaşanmasında uzun süre sonra yazılması çok fazla ayrıntının yer almamasına sebep olur.
  • Aradan uzun süre geçtikten sonra yazılmaları olaylara daha olgun, tarafsız bakılmasını sağlar.
  • Günlükler gibi günü gününe tutulmaz; hatıralar toparlanarak metin oluşturulur.
  • Hatıranın ilk örneği eski Yunan’daki Ksenophon’un yazdığı Anabasis kabul edilirken, bizdeki ilk örnek 7. yüzyılda yazılan Orhun Abideleri’dir.

Hatıra Örneği: Halit Ziya ile İlk Temas

İlk okuduğum eserle beraber bende yazı yazmak hevesi peyda olmuştu. Az zamanda o vakit Türkçe mevcut olup hatmettiğim eserler kadar kitap yazdığına zannederim. Bunlar evvela tabii pek çocukça şeylerdi. Fakat mürûr-ı zamanla mütâlaâtım vüsat peyda ettikçe, ufk-ı ilhamım da derece-i iktidarım da zaruri olarak genişliyor idi. Böylece on altı, on yedi yaşıma geldiğim vakit edebiyatımızın bilhassa son eserlerini devretmiş, Kemal’i, Ekrem’i, Hamit’i Mithat’ı hatmetmiş, hatta Fransız edebiyatına dahil olarak Dode’yi [Daudet] Flober’i [Flaubert] tanımış ve Safo’nun [Sapho], Madam Bovari’nin [Madame Bovary] meftunu olmuş idim. Tabii olarak şiddetle onların taht-ı tesirinde bulunuyordum. İşte Halit Ziya ‘nın Nedime ‘si o sırada neşrolundu. (1308)
Diyebilirim ki Nedime hiç kimsede bendeki kadar derin, nafiz bir tesir yapmamıştır. Nemide üslubuyla olsun, tahkiyesiyle olsun, benim aradığına, beklediğim, istediğim his ve keşfedip de meydana getiremediğim, getiremeyeceğim bütün güzellikleri cem etmişti.

Kemal’ler, Ekrem’ler ruhumun ihtiyaçlarını tatmin edemiyordu. Ben daha asabi, daha ince, daha hasta bir lisan ile başka bir şeyler, yeni bir şeyler istiyordum. Vakıa iki üç sene evvel Samipaşazade Sezai Bey’in Sergüzeşt’i neşrolunmuştu. Ve bu eserde mevcuda nazaran büyük bir yenilik hatvesi var idi. Fakat Sergüzeşt’teki romancılık benim istediğim tarzdan ziyade Ahmet Mithat’ın usûlüne, üslup ise, tahayyül ettiğim lerzan üslubdan ziyade artık eskimeye başlamış Kemal ‘in üslubuna daha yakın idi.

Ne zaman Fransızca veya İngilizce bir eser okurken beni derin bir vecd ile titreten güzel bir sahifeye rast gelsem, aynı zamanda “Niçin bizde de yok” diye derin bir elemle sızlardım. Ve Halit Ziya’dır ki beni bu öksüzlükten kurtardı.

Nemide son Fransız romanlarında meftun olduğum tarzda ince ve yeni bir sanatkarlıkla tertip edilmiş idi. Üslubu ise bu sanatkarlıkla hem-ayar pek yüksek, pek yeni, pek müzehher bir üslup, bilahare bazı eserlerinde tezahür eden ağırlıktan arı, sade basit bir şiiriyetle mümtaz bir tahkiye üslubu idi ve beni birden cezb ü mest etti.

Mektepte sınıf arkadaşlarımın arasında, İzmirli bir efendi var idi. Bu efendi İzmir’de iken, Hâlit Ziya’nın derslerinde bulunmuş idi. Genç üstat hakkında malumat almağa başladığım arkadaşım, eski hocası için gösterdiğim meftuniyeti görünce kendinde bulunan eski Hizmet gazetesi nüshalarını bana hediye etti ki, Hâlit Ziya Bey’in o zamana kadar yazdığı ve henüz kitap şeklinde neşredilmemiş eserlerinin hepsi de bunlarda tefrika edilmiş idi: Bu Muydu?, Heyhat, Ferdi ve Şürekası, Bir Ölünün Defteri.. Bila-mübalağa söylüyorum: Bu eserleri okurken duyduğum neşe ve hummayı, ömrümde başka hiçbir şeyde hissetmedim. Bu, bir galeyan, bir humma, bir hastalık oldu. Okurken bazı yerlerde, bazı tasvirlerde, bazı terkiplerde birden haykırmak ihtiyacı ile boğuluyordum.

Çünkü, bunlar o zamanda Türk edebiyatı için, pek çok yeni, pek çok yüksek nümune-i sanat irae ediyorlardı. Artık beğenmemeğe başladığım Türk eserlerine veda edeli, vakıa ruhen Fransız edebiyatı ile tegaddi ediyordum. Fakat ne olsa bu benim için yine bir ecnebi edebiyat ve ecnebi bir lisan idi. Bunların arasında, ne zaman ruhumu bu hicrandan ihlas etti, bana lisanımı o bahşetti, ruhumun gıdasını o verdi. Ruhumun bütün kuvvetiyle Türk edebiyatını evvela ondan tattım.

Bundan başka, bu eserlerin beni teshir eden başka, güzellikleri de var idi: Eşhas hep kibar, şair, mümtaz ruhlar, derin hummalı, müfteris aşklarla, hayalperver, rakik ve nefis kadınları seviyorlar, necip fedakarlıklar, kahraman feragatlarle mücadele içinde harab ü helak olarak can veriyorlardı. Bu vakaları, bu kahramanları biz ne Kemal’de ne Midhad’da hatta ne de Sezai’de görmemiştik. Midhat’ın tasvir ettiği kahramanların en nazik olanları bile âmmî ve galîz ruhlardır. Vakalar adi, tahkiye avam-pesendane, üslup ise pek kalındır. Kemal’in kahramanları vakıa yüksek numunelerdir. Fakat bunlar da zamanımıza mahsus rikkat ve nefasetten mahrumdur. Halbuki Halit Ziya’nın tasvir ettiği ruhlar, yazıldıkları zaman için bile pek çok yeni binaenaleyh pek çok ve cazip birer şahsiyet irae ediyorlardı.

Sonra üslup.. Bu üslupta yalnız en müstesna çiçek demetleri gibi ruhu cezb ü teshir eden latif renkler değil, aynı zamanda bu renkler kadar vecd-engiz rayihalar da vardı. Bu üslup o kadar çiçekti ki çüçeğin bütün havâssını cami idi. Yani hem rengin, hem muattar idi.

Bu tesir o kadar derin olmuştu ki, kendisine bir mektup yazarak meftuniyetimi arz etmek ihtiyacına mukavemet edemedim. Cevap lütufkârâne, pek mültefıtâne oldu. Bundan cesaret alarak, o esnada yeni yazmış olduğum Düşmüş ismindeki hikâyemi gönderdim. Ben okusun da fikrinin bildirsin diye gönderdiğim halde, bir hafta sonra gönderdiği Hizmet gazetelerinde eserimin tab’ olunduğunu gördüm.

Lütfün, iltifatın bu derecesi ancak Hâlit Ziya gibi necip ve yüksek bir edibden sâdır olabilirdi. Tabii teşekkür için yine yazdım, ondan da cevap aldım. Aramızda muhabere başlamış oldu.

O esnada Ramazan gelmiş, mektep imtihan tatili olmuş idi. Edebiyat meraklısı arkadaşlarımdan birisi var idi. Bununla sık sık İstanbul’da buluşur idik. Bir gün yine buluşunca, bana büyük bir telaşla: ” Halit Ziya ‘yi gördüm. İstanbul’a gelmiş. ” dedi. O zaman Köprü ‘nün Şirket-i Hayriye iskelelerinde bir Ermeni kitapçı var idi. Ara sıra oraya uğrar, kitap mecmua alırdık. Arkadaşım bir gün Halit Ziya ‘yi bu kitapçıda görmüş, kim olduğunu kitapçıdan öğrenince, meftuniyetini arz etmek için üstada yaklaşarak, benden bahsetmek istemiş, fakat heyecandan titreyerek bir şey söyleyememiş. Şimdi onu nerede bulmalı idi. Belki yine uğrar diye bir iki gün kitapçıda bekledim. Akşam meyusane eve avdet ediyordum. Köprü başında Diyana muharriri Fikirpaşazade Münci ‘yi gördüm. Onunla hafif bir aşinalık var idi. Beni görünce yaklaşarak: “Hâlit Ziya sizi görmek istiyor. Bu gece Şehzadebaşı’nda buluşacağız. Siz de geliniz görüşürsünüz.”dedi. (Rauf, 2008:12-15)

Kaynakça:
Prof. Dr. Aziz KILINÇ, Türk Dili
Mehmet Rauf, Edebî Hatıralar, İstanbul, 2008.

Galatasaray'da bir lokantada oturuyordum. Sait Faik'in dalgın adımlarla lokantaya girdiğini gördüm ve ona seslendim. Masaya geldi biraz sohbet ettik ve derdini anlatmaya başladı:

-İşsizim Peyami'ciğim. Hiç sorma canım müthiş sıkılıyor... 

İşsizliğin ne demek olduğunu iyi biliyordum. Şefkatle elini tuttum ve üzüntüyle:

 -Ama bu kadar  üzülme Sait'im, elbette icabına bakarız. Üzülme Sait'im... 

 -Sen de bu kadar üzülme Peyami'ciğim! Üzülüyorum, sıkılıyorum dediysem, yokluktan zaruret içinde olmaktan değil. 

 -Benim Osmanbey'de bir apartmanım var. Karaköy'de annemle müşterek küçük bir hânımız var. Burgaz Adası'nda da bir köşkümüz var.

 -Sait'im, şimdi senden bana iş bulmanı istiyorum! Biraz evvel yanlışlık oldu.

ANI ÖRNEĞİ-3: 
Aa sen çok oruç tutmuşsun! 

Anne-babam çalıştıkları için yazları beni memleketimiz Amasya’ya bırakırlardı. Ramazan da yaza denk geliyordu. İlkokul 1 ya da 2. sınıf dönemlerimdi. 
O zaman çöl sıcağı vs. gibi yakınmalar bilmezdik; ama hava gene çok sıcaktı! Her gün oruç tutmak ister sahura kalkardım; ama bir türlü sonunu getirmek kısmet olmazdı. Çünkü akrabalara emanettim ve kimse bana kıyamazdı. Her gittiğim yerde “Oruç musun?” diye sorarlardı. Evet cevabını duyunca da şöyle diyaloglar yaşanırdı: “Ne zamandır yemedin? Sabah kalktıktan beri yemedim. Acıktın mı? Evet. Aa bu saat olmuş sen çok oruç tutmuşsun!” Hiç bana sormadan sofra hazırlanır ve ben de karşı koyamaz bi güzel kahvaltımı ederdim. Öğlen olunca yine aynı diyaloglar yaşanır. Öğle yemeğini de yedirirlerdi! 1 hafta kadar sonra da artık “çocuklar sahura kalkınca oruç tutmuş sayılırlar” fikri daha mantıklı gelmeye başladığı için günler böyle devam edip giderdi. Zayıf ve çelimsiz bir çocuk olduğum halde Amasya’da geçen günlerden sonra semirmiş bir çocuk olurdum. Murat Özer
*******************************************************************************
ANI ÖRNEĞİ-4

O kadar utandı ki paketi alırken elleri titriyordu

Okul Aile Birliği başkanlığı yaptığım bir dönemde okulumuzdaki fakir öğrencilerin ailelerine Ramazan nedeniyle gıda yardımında bulunmak üzere bir çalışma programı düzenledik. 
Çevremizdeki hayırsever insanlardan toplayabildiğimiz kadar gıda maddesi topladık. Bunları düzenli bir şekilde paketler oluşturduk ve dağıtıma hazırladık. Fakir öğrencilerimize gizlice velilerinin iftarla teravih namazı arasında okula gelmesini söyledik. Dağıtımlarımız devam ediyordu ki bir ara kimse kalmadı, ben de hava almak için dışarı çıkmıştım. Bir velinin okulun etrafında dolaştığını, bir türlü içeri gelmediğini gördüm. Hemen kestirmeden önüne çıktım ve birisini mi aradığını sordum. Mahçup, utangaç bir ses tonuyla bana toplantı için okuldan çağrıldığını söyledi. O saat de toplantı olmadığını bildiğim için gıda yardımı almaya geldiğini anladım. “Sizi ben çağırdım.” diyerek içeri götürdüm ve eline gıda paketini uzattım. Fakat o kadar utandı ki paketi alırken elleri titriyordu ve gözleri doldu. Paketi aldı ve birisi görecek mi diye hızlı hızlı adımlarla hiç sağa sola bakmadan karanlıkta kayboldu. Bu olay beni çok etkiledi. Her Ramazan ayında unutamayacağım bir olaydı. 
*********************************************************************************
ANI ÖRNEĞİ-5
HİLMİ YAVUZ'DAN YAHYA KEMAL ANISI:

İlk gençlik yıllarımızda İstiklal Caddesi'nde (o yıllarda şimdiki gibi omuz vurup geçenler ya da çantalarını savurarak yürüyenler henüz yoktu o caddede! Ve özür dileme unutulmamıştı!) yeniyetme 'aylak adamlar' olarak bir aşağı bir yukarı gezinirken, Tokatlıyan Oteli kahvesinin Cadde-i Kebir'e bakan büyük ve yekpare camlı vitrininde, Üstad'ı görmüştüm birkaç kez. Tıpkı şimdi Yıldız'a taşınmış olan heykelinde göründüğü gibi, iki eliyle bastonuna dayanmış, dalgın, önünden geçenleri seyrediyor gibiydi... 

Elbette, Üstad'la tanışmam sözkonusu değildi. Şiirlerinin tümünü neredeyse ezbere okuyabilecek kertede hayranlık duyduğumdan olmalı, o büyük ve yekpare camlı vitrinin önünden geçerken, Üstad orada olsun ya da olmasın, tuhaf bir yürek çarpıntısı hissettiğimi hatırlıyorum. Şiir yazmayı öğrenmeye çalışan bir yeniyetmenin, büyük bir şairin bu kadar yakınından geçmesi! Aramızda o büyük ve yekpare cam vardı sadece... 
*********************************************************************************
ANI ÖNEĞİ-6

YAKUP KADRİ'DEN

MEHMET RAUF
İlk gençlik çağımda, beni en derin bir tesir atımda bırakan kitaplardan başlıcası, Edebiyatı Cedide romancılarından Mehmet Rauf’un Eylül’ romanı olmuştur. Bunun sebebi de şimdi yaptığım ruh tahliline göre hayalimde yaşadığım büyük aşklardan birinin en tipik örneğini bu romanda buluşumdur. Kaldı ki, Halit Ziya’ ve Hüseyin Cahit gibi üstadlar Eylül’ü bir şaheser ve yazarını bir dahi olarak ilan etmekle birbirleriyle adeta yanşa girmiş idiler.
Burada bir “mazi sıygası kullanıyorum; çünki, ben bu yazarları okumaya başladığım zamanlarda onların sesleri sadaları. Sultan Hamit’in bir iradesiyle, çoktan işitilmez olmuştu ve bu hale girişleri ise benim gözumdeki itibarlarını büsbütün artırmıştı. Başta Mehmet Rauf olmak üzere, her biri bana birer efsane kahramanı gibi görünüyordu. Onun için, istanbul’a ilk gidişimde, ilk işim kendilerini, hiç değilse uzaktan görmek imkânını aramak olmuştu. Bu imkânı da ancak İzmir İdadisi arkadaşlarımdan Sahabettin Süleyman’ın yardımıyla bulabileceğimi düşünerek hemen ona başvurmuştum.
Sabahettin Süleyman, o sıralarda Mülkiye Mektebi’nde yüksek tahsilini yapmakta idi ve kendisi de benim gibi Edebiyatı Cedide’nin bu üç kutbunun hayranlarındandı. Hatta, biliyordum ki, iki Uç yıl önce. Halit Ziya’ya bu hayranlığını ifade eden bir mektup yazıp göndermiş ve büyük Ustad tarafından pek nezaketli bir cevap almıştı. Buna rağmen, kendisine arzumu söyler söylemez, yuzunu buruşturmuş ve “Çok zor bir iş bu, çok zor…” diye mırıldanmış. Sahabettin Süleyman’a göre, hepsinin peşinde bir hafiye varmış Bu yüzden şehirde serbestçe dolaşmaktan çekinirler ve kimseyle temas etmek istemezlermiş
Lakin, ne garip tesadüf! çocukluk arkadaşımla bu görüşmemizin üstünden birkaç gün geçmeyecekti ki, Tepebaşi anfi tiyatrosunda verilen bir operet matinesinde, tıknaz ve cüce denilecek kadar kısa boylu bir adam gelip bizim önümüzdeki sıraya oturacak; Sahabettin Süleyman da, kulağıma eğilerek: “İşte, Mehmet Rauf bu” diyecekti.
Hangi Mehmet Rauf? Eylül romanını yazarı Mehmet Rauf mu? O benim hayalimde, bu romanın kahramanından, Edebiyatı Cedide deyimlerine göre, “latif, zarif, müstesna
ve muarra” jiaze. parlak Suat Hanım’ın âşıkı ince duygulu Necip’icn başka biri değildi ve o Necıpın Suat Hanım gibi iffetli, temkinli bir genç; kadının gönlünü çelebiImesı için, ruhî asaleti kadar birtakım bedeni meziyetlere de sahip olması lazım gelirdi. Oysa, önümüzde oturan adamda bu meziyetleri boş yere arıyor ve ona arkadan, enseden, yandan her bakışımda, hayalimdeki Mehmet Rauf’tan uzaklaştıkta uzaklaşıyordum.
Bununla beraber, onda aradığımı bulmaktan henüz umudumu kesmiş değildim. Belki yüzünün ifadesinde, bakışlarında, konuşmasında zekâdan gelen bir pırıltı, bir çekicilik vardır diye düşünüyordum: Nitekim, bu düşüncenin sevkiyledir ki, tiyatrodan çıkar çıkmaz onun peşine düşecek ve Sahabettin Süleyman’ın girginliği sayesinde Tünel başında onunla birkaç dakika görüşmek fırsatını yakalayacaktım Ama, asıl o zaman ben kendi hesabıma tam bir hayal kırıklığına uğrayacaktım. Mehmet Rauf, dudaklarının arasından anlaşılmaz bazı sözler mırıldanmış, kalın gözlük camlarının arkasından bize hiçbir şey ifade etmeyen bakışlarla bakmış, sonra, adeta bizden kaçarcasına sıvışıp gitmişti
Acaba Sahabettin Süleyman’ın tahmin ettiği gibi, bizi “‘hafiye” mi sanmıştı? Benim, henüz terleyen bıyıklarımı ve on yedi yaşımın bütün toyluğu, sıkılganlığı ile böyle bir tesir yapmama imkân yoktu ama, benden en az dört yaş büyük olan Sahabettin Süleyman burma bıyıkları, burundan takma gözlüğü, cerbezeli tavırlarıyla zavallı Mehmet Rauf’ta belki bir hafiye ürküntüsü uyandırmış olabilirdi. Fakat, şu da var ki. Sahabettin Süleyman yalnız bu nitelikleriyle goze çarpan bir kimse değildi. Eylül yazarı ona dikkatle bakmış olsaydı, Lavallier kravatıyla kırmızı yeleğini de görecek ve bir hafiyenin ne kadar zıddı bir tip karşısında bulunduğunu sezecekti. Zira, bu biçim kravatların ve bu renkte yeleklerin o devir Dalı âleminde Bohem artistler veya anarşist gençler tarafından takılıp giyildiğini onun da en az bizim kadar bilmesi lazım gelirdi. Çünkü, Mehmet Rauf, Edebiyatı Cedideciler içinde Batı kültürüne ve Batı âdetlerine en çok yaklaşmış olanlardan biriydi. Fransızca’dan gayri İngilizce’yi de bilmesi (Mehmet Rauf Bahriye Mektebi’nden yetişmiştir) ona, bu kültürün ışığını öbürleri gibi yalnız bir değil, iki pencereden almak imkânını vermişti. Bundan başka Mehmet Rauf, soluğunu Batı müziğinden alan bir melomandı. Nitekim, Halil Ziya, “Rigoletto” operasından eşindiği Mösyö Kanguru adlı bir uzun hikâyesini hatırımda kaldığına göre “Bu eserinin hayranı olduğum dehayı sanatına ithaf ediyorum” sözleriyle ona adamıştır.
Bir vakitler. Eylül yazarında sanat dehası bulan ve ona hayranlığını ifade eden yalnız Halil Ziya değildi. Başta bu yazarın en yakın arkadaşı Hüseyin Cahit olmak üzere, Edebiyatı Cedide okulunun kurucusu ve önderi Tevfik Fikret de onu aynı derecede beğenip överlerdi. Sonradan ne olmuş bilmiyorum; zavallı Mehmet Rauf’un yıldızı birdenbire sönmeğe başlamıştır. Bunun sebebini ise. özel hayatındaki derbederlikte ve avarelikte arayıp bulmak mümkündür sanırım.
Nitekim, Sahabettin Süleyman’ın bana anlattığına göre Mehmet Rauf. türlü gönül maceraları içinde çalkalanıp duran bir adammış. Tevfik Fikret’in delaletiyle kurduğu bir aile ocağını, ilk yılından itibaren bir harabeye çevirmiş, genç karısını küçücük çocuğuyla ortada bırakarak o kadından bu kadının peşinde dolaşmağa başlamış ve bu sıralarda İstanbul’un güzelliği, zarifliği, kibarlıgıyla tanınmış hanımlarından birine adeta karasevda denilecek bir aşkla tutulup meramına eremeyince intihara kalkışmıştır.
Bu intihar teşebbüsünü, yine Sahabenin Süleyman bana şu şekilde hikâye etmişti: Mehmet Rauf, kendini öldürmeğe karar veriyor; fakat, bu kararını yerine getirmeden bir gün…………

********************************************************************************

ANI ÖRNEĞİ-7

BİR ÖĞRETMEN ANISI:

Ben 1. sınıf öğretmeniyim. Çocuklara evlerinde kamera olduğunu ve her akşam ödevlerini yapıp yapmadıklarını kontrol ettiğime inandırdım. Uyanıklardan biri inanamamış ve annesine (elini kaldırıp hareket ederek) "Madem öyle öğretmenim bu hareketi de görüyor mu bakalım?" demiş. Annesı geldi, bana çocuğundan habersiz durumu anlattı. Ben de derse girer girmez kızgınca "Ahmet dün akşam bana niye böyle hareket yaptın?" dedim. Zavallı öğrencim az kalsın bayılacaktı, o anki durumu çok komikti :)))))) Artık öğrencilerimin hepsi kamera olduğuna inanıyor ve her akşam bana el sallıyorlar.:)))))))))))

ANI ÖRNEĞİ-8

BİR ÖĞRETMEN ANISI

ÇOK ÇARPICI VE EĞLENCELİ BİR ÖĞRENCİ ANISI...TIKLAYINIZ

********************************************************************************* Bu hatıra türündeki metinlerde  anlatıcılar kahraman anlatıcıdır ve olaylar "ben" etrafında şekillnmiştir. Açık sade ve içten bir anlatımları vardır. Olaylar olduğu gibi çarpıtılmadan, abartılmadan yansıtılmıştır. İçerik olarak hepsi farklıdır. Hepsinde anlatıcıların yaşadığı farklı olaylar anlatılmıştır. 1.anı Çanakkale Savaşı ile ilgili , 2.ve 3. Ramazan ayıyla ilgilidir,  4.de ise Hilmi Yavuz'un Yahya Kemal'le karşılaşmaları anlatılmıştır.

Anı Örnekleri 2023 - Kısa, Uzun Hatıra Örnekleri Ve Anıların Özellikleri

Haberin Devamı

Kısa, Uzun Hatıra Örnekleri

Henüz 18 yaşındaydım. Reşit olacağım yaşa girmek beni çok heyecanlandırıyordu. Yeni yaş günümü kutlamak için arkadaşlarım bana sürpriz yapmak istemişlerdi. Ben evdeyken hiçbir şeyden habersiz bir şekilde oturuyordum. Birden bir telefon çaldı ve beni bir kafeye çağırdılar. Kafeye gittiğimde arkadaşlarım orada oturuyorlardı. Bende yanlarına gittim. Arkadaşım bana;

 “- Seni burada görmek güzel, neler yapıyorsun bakalım?” dedi. Ben de kendisine aynı duyguları hissettiğimi ilettim. Bir müddet konuştuktan sonra bir anda konfetiler patladı. Kafedeki herkes hep bir ağızdan iyi ki doğdun nidaları atıyordu. O gün hayatımın en mutlu günlerinden biriydi.

 Eve geldikten sonra arkadaşlarımın aldığı hediyeleri açmak için sabırsızlanıyordum. Arkadaşlarım bana pek çok sevdiğim hediye almıştı. Bir arkadaşım ise hem hediye almış hem de bana karşı güzel düşüncelerini yazan bir yazı oluşturmuştu. Bu yazıda beni ne kadar çok sevdiği yazıyordu. 

Anıların Özellikleri

- Yaşanılmış gerçek bir olaydan alınarak yazılmıştır.

 - İnsan hafızasında iz bırakmış ve halen hatırlanmakta olan metinlerin yazılarıdır.

Haberin Devamı

 - Geçmişi birinci kişinin ağzından, kendi yorumunu katılarak anlatılmasıdır.

 - Yazan kişinin unutulmasını istemediği olayları anlatır.

 - Tarihi olayları da aydınlatılması açısından anılar tarihi kaynak olarak da kullanılmaktadır. 

nest...

batman iftar saati 2021 viranşehir kaç kilometre seferberlik ne demek namaz nasıl kılınır ve hangi dualar okunur özel jimer anlamlı bayram mesajı maxoak 50.000 mah powerbank cin tırnağı nedir