ağrı dağı efsanesi kitap pdf indir / Yaşar Kemal - Ağrıdağı seafoodplus.info - Google Drive

Ağrı Dağı Efsanesi Kitap Pdf Indir

ağrı dağı efsanesi kitap pdf indir

Ağrıdağının yamacında, dört bin iki yüz metrede bir göl vardır, adına Küp gölü derler. Göl bir harman yeri büyüklüğündedir. Çok derinlerdedir. Göl değil bir kuyu. Gölün dört bir yanı, yani kuyunun ağzı, fırdolayı kırmızı, keskin, bıçak ağzı gibi ışıltılı kayalarla çevrilidir. Kayalardan göle kadar daralarak inen yumuşak bakır rengi toprak belli bir aşıntıyla yol yoldur. Bakır rengi toprağın üstüne yer yer taze bir yeşil çimen serpilir. Sonra gölün mavisi başlar. Bu, bambaşka bir mavidir. Hiçbir suda, hiçbir mavide böyle bir mavi yoktur. Laciverdi, yumuşak, kadife bir mavidir. Her yıl karlar eriyip de bahar gözünü açınca, Ağrıdağında bir ulu tazelik patlayınca, gölün kıyıları, ince kar çizgisinin üstü, keskin, kısa, küt çiçeklerle dolar. Çiçeklerin rengi alabildiğine parlaktır. En küçük çiçek bile mavi, kırmızı, sarı, mor kendi renginde çok uzaklardan bir renk pırıltısı olarak balkır. Ve keskin kokarlar.

Gölün mavi suyu, bakır rengi toprağı baş döndürücü keskin kokularla kokar. Ve bu kokular çok uzaklardan duyulur. Ve her yıl Ağrıdağında bahar gözünü açtığında, çiçeklerle, keskin kokular, renklerle, bakır rengi toprakla birlikte Ağrıdağınm güzel, kederli kara gözlü, iri yapılı, çok uzun, ince parmaklı çobanları da kavallarım alıp Küp gölüne gelirler. Kırmızı kayalıkların dibine, bakır toprağın, bin yıllık baharın üstüne kepeneklerini atıp gölün kıyısına fırdolayı otururlar. Daha gün doğmadan Ağrıdağının harman olmuş yalp yalp yanan yıldızları altında kavallarım bellerinden çıkarıp Ağrıdağının öfkesini çalmaya başlarlar. Bu, gün doğumundan gün batımma kadar sürer. Bu arada, tam gün kavuşurken gölün üstünde kar gibi ak 9 <31 Ağrıdağının yamacındaki Küp gölünün kıyısında çobanların birikip kaval çaldıklarıdır 10 küçücük bir kuş dönmeye başlar. Sivri, uzun, kırlangıca benzer bir kuştur. Gölün üstünde çok hızlı döner. Uzun, ak halkalar çizer üst üste. Ak halkalar tel tel gölün som mavisine düşer, tam günün battığı anda kavalcılar çalmayı keserler. Kavallarını bellerine sokup doğrulurlar. Gölün üstünde bütün hızıyla uçan kuş tam bu sırada göle şimşek gibi çakılırcasma iner, bir kanadım suyun mavisine daldırır kalkar. Böylece üç kere daldırır, sonra da uçup gider, gözden ırar, yiter. Ak kuştan sonra çobanlar da sessiz, birer ikişer oradan ayrılır, karanlığa karışır çekilir giderler.

Kır bir at Ahmedin evinin kapısında dün akşamdan beri duruyordu. Boynunu uzatmış, geniş burun delikleriyle kapının yer yer çatlamış tahtasını koklar gibiydi. Bu atı Ahmedin kapısında ilk önce çok yaşlı, uzun ak sakallı Sofi gördü. Atm üstünde gümüş savatlı bir Çerkeş eyeri vardı. Üzengisi işleme gümüştendi. Sofi ata yaklaştı bükülmüş beliyle onun az ötesinde durdu. Dizginleri sırma işlemeliydi ve eyerin altın, sedef kakma kaşına geçirilmişti. Eyerin altından da atm sağrısına doğru, çok iyi pişirildiği daha uzaktan belli olan bir nakışlı keçe belleme uzanıyordu. Keçe bellemenin üstüne eski zamanlardan kalma bir güneş sureti işlenmişti. Çok turuncu. Güneşin ardından da uzun bir hayat ağacı yemyeşil yükseliyordu. Atm sol yanında da böyle bir güneş, böyle bir ağaç vardı. Sofi bu güneşi, bu ağacı bir yerlerde görmüştü. Bunu şöyle hayal meyal ansıyordu. Bu suretler bir ünlü aşiretin, oymağın damgası olmalıydı.

Sofi bir süre azıcık ürkmüş, azıcık şaşırmış, azıcık korkmuş atm ötesinde sessiz durdu. Ahmedin evine gelen bu ünlü, bu büyük konuk kimdi ola? Damgayı kafasında evirip çeviriyor, hangi oymağın hangi beyin, paşanın damgası olduğunu bir türlü bulamıyordu. Yalnız bu damga ona korku veriyordu. Böylesi damgalar hep uğursuzdu. Bir korkuyla gelir, bir korkuyla giderlerdi. Bu yerlerde böyle donatılmış bir atı olabilecek hiç kimse yoktu. Üstelik buradaki her oymağın da damgasını bilirdi Sofi. Bahardı. Ağrıdağmm karları erimeye yüz tutmuştu. Aşağılarda kırmızı kayalıkların uçları yer yer gözükmeye başlamış, sarı karçiçekleri uç vermişti. Çok uzaklardan, arka arkaya kai l Atın Ahmedin kapısında gelip durduğudur 12 tarlanmış turnalar salınarak geçiyorlar, Van gölüne doğru gidiyorlardı. Ahmedin hiçbir şeyden haberi yoktu. Ala şafakta içerden bir kaval sesi geliyordu. Sofi bu güzel kaval sesini çok eskilerden bu yana tanırdı. Ahmedin dedesi Sultan Ağa da böylesine kaval çalardı.

Babası Resul da… Bu evin erkekleri üstüne kaval çalan bir kişi daha gelmemişti Ağrıdağma. Belki de şu yeryüzüne. Bunu Sofi söylüyorsa doğruydu. Çünkü Sofi bütün şu doğunun, Kafkasm, İranın, Turanın en ünlü kavalcısıydı. Sofi atm yanma biraz daha yanaştı. Damgayı daha yakından gözden geçirdi. At sanki içerden gelen kaval sesini dinliyordu, kulağını bir iyice vermiş. Ahmet çok eski bir Ağrıdağı türküsünü çalıyordu. Ağrıdağmın iflah etmez öfkesini. Bu türküyü tekmil Ağrı kavalcılarına Sofi öğretmişti. At boynunu sese iyice uzattı. Sofi de… Bu destanı çalmayalı, dinlemeyeli çok oluyordu. Bir koca dağ nasıl da bir kaval sesinde korkunç bir öfkeye geliyordu. Sofi böyle tuhaf, şaşkın şeyler düşünürken, şu insanoğluna akıl ermez, diyordu. Bir incecik kavaldan koskoca, kükremiş bir dağ çıkarıyorlar, diyordu.

Şu insanlar, şu dünyada var oldukça her şeye akıl erdirecekler, kartalın uçuşuna, karıncanın yuvasına, ayın, günün doğuşuna, batışına, ölüme, kalıma, her şeye akıl sır erdirecekler. Karanlığa ışığa, her şeye, her şeye akıl erdirecekler, tek insanoğluna güçleri yetmeyecek. Onun sırrına ulaşamayacaklar. Ve dağ yürüyordu kaval sesinde. Ve uçurumlar, çığlar, ayaz gece, yıldızlar patlıyordu. Ay ışığı patlıyordu. Ve dağ bütün hışmıyla yürüyordu. Terlemiş, soluklanan… Bir ulu dev gibi göğüs geçiriyordu Ağrı. Sofi çok derinden Ağrının soluklandığını duyuyordu. Çok uzak, derin bir uğultu dünyanın ortasına doğru soluklanıyordu. Ahmet çalıyor, dağın soluğu, öfkesi büyüyordu. Böyle zamanlarda Sofi kulağını dağın uğuldayan toprağına dayıyordu. Dağ gittikçe öfkeleniyor, soluğu derinleşiyor, sıklaşıyor, bir iniyor, bir kalkıyor, paramparça oluyor, bütün hışmı, bütün ağırlığıyla dünyanın üstüne çöküyordu. Sonra da dünyayı bir sessizlik kaplıyordu. Her bir yan ıpıssız.

Dünya bomboş kalmış, Ağrıdağı başını almış da dünyamızdan çekip gitmiş, kurdunu kuşunu, insanını almış götürmüş, yıldızını, 13 ayını, güneşini, esen yelini, yağmurunu karmı, çiçeklerini almış götürmüş, şu dünyayı bomboş bırakmıştı. Çölleri dolduran sürmeli ceylan sürülerini de almış götürmüştü. Kavalın sesinde ıssızlık, boşluk donup kalmıştı… Sonra birden bütün çiçekleri, yıldızları, kokusu, alabalıklı, aydınlık suları, ceylanlı çölleriyle dünya Sofinin gözlerinin önünde yeniden açıldı. Gözlerinin önündeki at başkalaştı. Atın keçe bellemesindeki güneş canlandı. Hayat ağacı yaprak döktü, çiçek açtı. Kavalın sesi bir ara kesildi. Güneş de Ağrının tepesinin ötesinden ucunu kıpkırmızı bir dilim gibi göstermişti. Sofi kendine geldi. Bir ata baktı, bir kapıya. At da başını kaldırdı, iri kederli gözleriyle Sofiye baktı. Sofinin yüreğine belirsiz bir korku girdi: “Ahmet, Ahmet,” diye bağırdı. Ahmet Sofinin sesini tanıdı, kapıya yürüdü, açtı: “Buyur dayı,” dedi. Atı görünce, önce şaşırdı. Sonra bir ata, bir Sofiye baktı.

Sofi: “Konuğun kim Ahmet?” diye sordu. “Hoş geldi safalar getirdi.” Ahmet: “Konuğum yok,” diye karşılık verdi. İkisi de ata baktılar. At kapıdan uzaklaştı, evi bir kere döndü geldi kapıda gene durdu. Uzun, sallı bir attı. Kulakları sivri, dikilmiş. Başını havaya kaldırdı, kişner gibi yaptı, kişnemedi. Ahmedin evi bir kayanın dibindeydi. Yontulmamış kırmızı kayalardan örülmüştü. Kapısı genişti ve bir tek penceresi vardı. Sofi düşündü. Ahmet de düşündü. Sofi: “Bu at senin kısmetindir,” dedi. “Öyledir,” dedi Ahmet.

“Mademki gelmiş, kapıda durmuş. Ama bu at kimin atı?” Sofi: 14 Ahmedin: “Ne yapalım, at benim kısmetimdir,” dediği yerdir 15 “Keçesinde damgası var. Bir yerlerden, çok eski zamanlardan gözüm ısırıyor bu damgayı. Bir belalı, bir korkulu yerin damgası olsa gerek. Ama kimin olursa olsun, bu at senin. Kapına haktan armağan geldi.” “Haktan…” dedi Ahmet. Bir sevinç mi, bir bela mı? Ahmedin yüzüne düşen gölge Sofinin gözünden kaçmadı. “Kimin olursa olsun bu at şenindir. Yalnız, şu damgayı gözüm ısırıyor. Çok eski günlerden kalma bir damga.” Bir de böyle koşumları olan at şunun bunun atı olamazdı. “Çok düşünme, atı al, şu aşağı yola bırak gel. At bir daha kapma gelirse, al gene götür. Bunu üç kere böyle yap,” dedi Sofi.

“At gene gelirse bu senin atındır. Atm sahibi bey de olsa, paşa da, Osmanlı Padişahı, Acem Şahı da olsa, Köroğlu da olsa, kelleni verir de bu atı veremezsin. Ve hem de veremeyiz.” Gün doğdu, sırmalanmış bulutlar açıldı, karların üstüne ışıltılı bir ışık dumanı çöktü. Ahmet atı tuttu, at uysaldı, üstüne bindi aşağılara sürdü. Atı bıraktı, döndü. Döndü ki ne görsün, at Sofinin yanında duruyor. Bunu üç kere yineledi. “Başa gelen çekilir, dayı,” dedi Ahmet. Nasıl olsa bu atm sahibi bir gün atını arayacaktı. Kim olursa olsun artık Ahmet atı ona veremezdi. Kellesini verir de atı ona veremezdi. Atı ahıra çekti. Hem sevinçli, hem korkuluydu. Kendini bildi bileli böyle güzel bir at görmemişti.

Sofi: “Atm sahibi bir sütsüz çıkar da ille de atımı isterim derse dövüş olacak. Ağrının başı kızarsa dünyayla dövüşür,” diye sevinçtendi. Ahmet ona katıldı: “Dövüşür,” dedi. Ahmedin kapısına bir küheylamn gelip durduğunu önce bütün köy duydu. Gelip atı gördüler. Sonra yakın köyler, sonra tekmil Ağrı yöresi duydu, gelip atı gördüler. Az bir zamanda atm ünü İrana, Turana ulaştı. Bu hali, Ahmedin başına gelip konan devlet kuşunu türlü türlü yorumladılar. Kimi hayra yordu, kimi şerre… 16 Sonra aşağıdaki ovadan, Karakiliseden, Gihadinden, Iğdlrdan Kürt Beyleri duydular, atı görmeye geldiler, Ahmedin talihine gıpta ettiler. Uzun bir süre atın sahibinden haber çıkmadı. Ahmet atma binip, yarenlerini yarıma alıp İran toprağına talana gidiyor, maldan mal, koyundan koyun, attan at sürüp getiriyordu Ağndağına. Ama kuşku içindeydi. Bu atm sahibi kimse bir gün ortaya çıkacaktı. Bu kişi kimdi acaba? Belki gözü kanlı, dediğinden dönmez bir Beydi. Belki de pısırığın birisi.

Aradan altı ay geçti. Ahmet korkusunu da, kuşkusunu da, büyük sevincini de unuttu. Bir gün, bir sabah vakti, güneş gelmiş Ağrıdağınm böğrüne kıpkırmızı donmuş oturmuşken Sofi değneğine basa basa, ak uzun sakalı titreyerek Ahmede geldi: “Duydun mu Ahmet?” diye sordu. Ahmet: “Duydum,” dedi. “Beyazıt Paşası Mahmut Han atını arıyormuş.” Ahmet: “Duydum,” dedi. “Atı getirene beş at, bir de elli altm verecekmiş.” “Bele,” dedi. “Atı kimin evinde, kimin elinde bulursa onun kellesini vuracakmış.” Ahmet: “Ne yapalım, at benim kısmetimdir,” dedi. “Ordusunu çekip gelecek üstümüze.” “At benim kısmetimdir.” “Mahmut Han zalim bir paşadır.” “At benim kısmetimdir.” “Mahmut Hanla başa çıkılmaz.

” “At bana haktan yadigardır.” “Mahmut Han hakkı, yadigarı bilemez. O, Osmanlı olmuştur.” “At bana yadigardır.” Aradan bir ay geçti geçmedi, Mahmut Hanın adamları Ahmedin evine geldiler:

.

Ağrıdağı Efsanesi - Yaşar Kemal Kitap tarafından Yapı Kredi Yayınları


Ağrıdağı Efsanesi - Yaşar Kemal Kitap tarafından Yapı Kredi Yayınları indir

Yazar : Yapı Kredi Yayınları

Ağrıdağı Efsanesi - Yaşar Kemal Bir aşk destanı olan Ağrı Dağı Efsanesi geleneklerini Mahmut Hana karşı savunan Ahmet ile Gülbahar arasındaki aşkı konu alır. Efsanelere ve halk söylencelerine yürekten bağlı Yaşar Kemalin bu romanı, insan psikolojisinin derinliklerini de içerir. Yaşar Kemal Anadolunun halk edebiyatıyla alışveriş içindeyken başladı yazmaya. Gerçek bir yazar olduğu için de dilin duyarlığından, şirsel destanın tek kahramanıolan Türk halkının kültüründen esinlenmesini bildi. " Jeliha Hafsia, La Prese, (Tunus) Yaşar Kemalin romanı Tolstoyun çapına ve Dickensın canlılığına sahiptir. " Manchester Guardian, (İngiltere) Zengin, renkli ve zekice bir nitelikle bezenmiş bir üslup ve yazdığı her kelime sert, cilalanmış, ayrıksı ve bir buğday tanesi gibi potansiyel olarak üretken. " Irish Times, (İrlanda).

indir kitap

Ağrıdağ Efsanesi-Yaşar Kemals

Ağrıdağ Efsanesi-Yaşar Kemals

Bir aşk destanı olan Ağrı Dağı Efsanesi geleneklerini Mahmut Han'a karşı savunan Ahmet ile Gülbahar arasındaki aşkı konu alır. Efsanelere ve halk söylencelerine yürekten bağlı Yaşar Kemal'in bu romanı, insan psikolojisinin derinliklerini de içerir. 

"Yaşar Kemal Anadolu'nun halk edebiyatıyla alışveriş içindeyken başladı yazmaya. Gerçek bir yazar olduğu için de dilin duyarlığından, şiirsel destanın tek kahramanıolan Türk halkının kültüründen esinlenmesini bildi." 
- Jeliha Hafsia, La Presse, (Tunus) 

"Yaşar Kemal'in romanı Tolstoy'un çapına ve Dickens'ın canlılığına sahiptir." 
- Manchester Guardian, (İngiltere) 

"Zengin, renkli ve zekice bir nitelikle bezenmiş bir üslup ve yazdığı her kelime sert, cilalanmış, ayrıksı ve bir buğday tanesi gibi potansiyel olarak üretken." 
- Irish Times, (İrlanda) 

'Kitabın güzelliği zengin şiirsel dilinde, efsane ve mit duygusunda yatıyor.' 
-Sunday Telegraph

Ağrı   Dağı   Efsanesi  Yaşar  Kemal’in     yılında   yazılan    romanına  ad olmuştur. Adı Efsane olmasına rağmen, kitapta anlatılanlar aslında efsane değil, tarihi izler taşıyan bir aşk hikayesidir.

 

            Yaşar  Kemal  Ağrı  Dağı    Efsanesinde   Halk    Edebiyatından   geniş   ölçüde yararlanmıştır.  Hikayede  at,  kutsal meşe ağacı, demirci gibi   destansı;  sofi,  kervan  şeyhi, paşanın  kızını vermek için Ahmet ‘in dağın doruğuna  çıkıp  ateş yakması gibi  hikaye ve masal motifleri  yer almaktadır. Romana konu olan efsanenin  özetle şöyledir.

Ağrı Dağı’nda bulunan ve Küp Gölü denilen bir gölün etrafında, çobanların her yıl bahar mevsiminde gerçekleştirdikleri bir törenin anlatımıyla başlıyor. Buna göre çobanlar karlar eridikten ve karların altından ortaya çıkan toprak yeşermeye başladıktan sonra bir sabah gün doğmadan Küp Gölü’nün etrafında toplanır, Ağrı Dağı’nın Öfkesi denen nağmeyi çalmaya başlarlar ve gün batımına kadar bunu sürdürürler. Gün batımında küçük beyaz bir kuş gelir ve gölün mavi sularına bir kanadını üç kez daldırıp çıkarır. Ardından da iri bir atın gölgesi gölün üstüne düşer. Bu anlatı birkaç kez daha yinelenir romanda. Romanın geri kalan kısmı bu anlatıya ve törene kaynaklık eden olayı anlatır.

18  inci   yüzyılda   Beyazıt   bir   sancak   Merkezidir.  Beyazıt Paşası Mahmut Han’dır. Mahmut  Han’ın  Kır atı, şimdi  İran  sınırları  içinde kalan, Gürbulak Açık Pazar Yeri ve Meteor   çukurunun karşısındaki,   Ağrı Dağı’nın eteklerindeki Sorik köyünden  yaşayan Ahmet’in evinin kapısına  gelir.  

           Sofi denilen yaşlı kişi bu atın neden burada olduğunu sorar Ahmet’e. Ahmet bu atla ilgili bir bilgisinin olmadığını söyler. Bunun üzerine töreye uyarak, atı uzak bir yere bırakır Ahmet. Ancak eve geldiğinde atı Sofi’nin yanında görür. Bu uygulamayı tam 3 kez yapar ve hepsinde aynı sonuçla karşılaşır. Sofi 3 kez bırakılıp geri dönen atın töreye göre Ahmet’in olduğunu ve gerçek sahibi kim olursa olsun, onu geri alamayacağını söyler. Bunun üzerine Ahmet, bu gösterişli atı sahiplenir ve “At benim kısmetimdir” der. Bu sırada Mahmut Han da kaybolan atını aramaktadır. Ancak Ahmet atını vermeye razı olmaz. Mahmut Han, civardaki beyleri toplar, onlar aracılığıyla atını istetir. Ahmet töreye göre bu atın kendisinin olduğunu ve kimseye veremeyeceğini söyler. Mahmut Han atını almak için Ağrı Dağı’na gider, ancak Sofi’nin dışında kimseyi bulamaz ve Sofi’yi de zindana attırır. Civardaki beyler atı, Ahmet’i ve köylüleri bulacaklarına dair Mahmut Han’a söz verirler. Mahmut Han onlara armağan verip gönderir.

                Zindanda bulunan Sofi’yle Mahmut Han’ın üç kızından biri olan Gülbahar ilgilenir. Sofi Gülbahar’a kaval çalar. Ağrı Dağı’nın Öfkesi diye bilinen nağmeyi çalar. Mahmut Han, Sofi’ye, at ve Ahmet bulunursa kendisini zindandan çıkarabileceğini söyler, ancak Sofi bunun mümkün olmadığını söyler. Milan aşiretinden Musa denilen kişi Ahmet’i ikna etmek için

Hakkari’ye gönderilir. Ahmet’i ve köylüleri geri getirir, ancak Ahmet’i de Musa’yı da kandırmışlardır. ikisi de zindana atılır. Gülbahar zindana gizlice yemek götürmeyi sürdürür.

             Bu sırada Ahmet’i görür. Gülbahar farklı bir ruh haline girer. Ahmet’e yakınlık duymaya başlar ve bir gece Zindancı Memo’dan izin alıp Ahmet’le görüşür. Ertesi gece Zindancı Memo istemeye istemeye yine izin verir Gülbahar’a. Mahmut Han 40 gün içinde kaybolan atının kendisine iade edilmesini ister, aksi takdirde zindandaki Sofi, Ahmet ve Musa’nın öldürüleceğini söyler. Bunun üzerine Gülbahar, atı Ağrı Dağlılardan istemeyi düşünür. Yardım etmesi için konuyu kardeşi Yusuf ‘a açar. Yusuf bu fikre şiddetle karşı çıkar. Ancak Yusuf  bu  konudan kimseye bahsetmeyeceğine söz verir. Gülbahar bu konuyu Sofi’ye de açar ve onu da ikna edemez. Demirci Hüso denen kişiye başvurur. 0 da Gülbahar’ı Kervan Şeyhi’ne gönderir, Kervan Şeyhi, Kervankıran yıldızına bakar ve yıldızın bir tarafının aydınlık, bir tarafının karanlık olduğunu ve derdinin dermanının olduğunu söyler. Gülbahar ertesi gece Demirci Hüso’nun dükkanının önünde bir at görür. Demirci Hüso gidip Mahmut Han’ın kaybolan atın getirir. 0 gece Gülbahar ve Ahmet, Zindancı Memo’nun odasında birlikte olurlar. Zindanc Memo kıskançlık içindedir, Gülbahar ve Ahmet, Zindancı Memo’nun odasında uyurlarken, o elinde kılıcıyla birkaç kez gelir, uyandıklarında kılıcını üç kez havaya kaldırır, ancak onları öldüremez. Mahmut Han getirilen atın kendisinin olmadığını söyler. Etrafındaki beylerden biri atın Mahmut Han’a ait olduğunu söyler gibi olur, ancak, Mahmut Han hiddetlenir, Beyazıt’a tellal yollar. Tellallar zindanda bulunan üç kişinin cumartesi günü sabahleyin asılacaklarını söyler. Demirci Hüso da bunun üzerine atı alır ve salar, at Beyazıt’ta şahlanır ve Ağrı Dağı’na yollanır. Gülbahar ne yapacağını bilemeyecek kadar çaresiz durumdadır. Zindanların olduğu yere gider. Burada kendinden geçmiş bir halde “Ahmet öldürülürse ben de kendimi sarayın uçurumundan atarım” der. Zindancı Memo bunu duyar. Gülbahar zindandaki üç kişiyi serbest bırakması için Memo’ya yalvarır ve ne isterse yapacağını söyler. Memo ondan bir tutam saç ve bu gecenin ve kendisinin unutulmamasını ister. Gülbahar kabul eder ve ona bir tutam saç verir. Memo da zindandaki üç kişiyi salıverir. Güneş doğunca cellatlar zindanın kapısına dayanır. Memo onlara mahkumları salıverdiğini söyler, cellatlar onunla çarpışmaya başlar ve bu çarpışma sarayın uçurumuna kadar devam eder, uçurumun kenarında Memo kendini aşağı bırakır ve ölür. Elinde bir tutam saç vardır.

              Sarayda meydana gelen bu sıra dışı olayları bilen Yusuf, büyük bir korku içindedir. Her şeyi babasına anlatmayı düşünür. 3 gün hasta yatar. Gülbahar’la konuşur, kaçmayı veya her şeyi anlatmayı teklif eder. Çünkü Yusuf, babasının İsmail Ağa’ya gelip ona yalvarmazlarsa ikisinin de gözlerini oyacağını söylediğini duymuştur. Yusuf bütün olan biteni anlatır. Gülbahar hapsedilir, kuyuya kapatılır ve başına iki nöbetçi konur. Bu haber kısa sürede çevre illerde duyulur. Çevre köylerden insanlar saraya koşar, kafileler halinde gelirler. Mahmut Han bu büyük kalabalıktan korkar ve Gülbahar’ı onlara vermek zorunda kalır. Ahmeti ve Gülbahar’ı Kervan Şeyhi’ne götürürler. Şeyh onları Hoşap Kalesi’nin beyine gönderir. Yanlarına halifesi Ibrahimi de katar. Hoşap Kalesi’nin Beyi onlara sahip çıkar. Molla Muhammet adlı birini Mahmut Hana gönderir. Ancak iyi haberler gelmez. Mahmut Han genç çifti istemektedir, Hoşap Kalesi’nin Beyi onları vermez. Ahmet ile birlikte ava çıkarlar. Mahmut Han aynı zamanda bir Osmanlı paşasıdır. Çevresindeki bazı beyleri Hoşap Kalesine gönderir. Ancak onlar da elleri boş geri gelir.

               Mahmut Han, Erzurum’daki Rüstem Paşa’ya mektup yazar ve yardım ister, ancak Rüstem Paşa kızı oğlana vermesinin gerektiğini bildirir ve ona alay dolu bir mektup gönderir. Hoşap Kalesi’nin Beyi, Molla Muhammet’i yeniden gönderir ve Bey’in ne yapmak lazım geliyorsa yapmaya hazır olduğunu bildirir. Mahmut Han tedirginlik içindedir, çevredeki ahalinin sarayın üzerine yürümesinden ve Osmanlı’nın gözünden düşmekten korkmaktadır. Sonunda kızı bir şartla vermeyi kabullenir. Ahmet Ağrı’nın tepesine çıkacak ve büyük bir ateş yakacaktır. Ahmet bunu kabullenir. Her geçen dakika daha fazla insan bu olayı görmek amacıyla gelmekte ve Mahmut Han ve İsmail Ağa daha çok gerilimin içine girmektedir. Bu gerilim onun Ahmet zirveye çıkamazsa da kızı ona verdiğini ilan etmesine yol açar. Sonunda ateşi yakar. Gelir ve kızı alır ve gider, ancak ona dokunmaz. Kız bunun nedenini sorar ondan. Ahmet kıza onu nasıl kurtardığını sorar. Gülbahar da anlatır. Ahmet gider, arkasından Gülbahar onu takip eder, ancak Küp Gölü denen gölün orada onu kaybeder. Efsanenin sonunda, birkaç kez yinelenen, çobanların her yıl bahar ayında gerçekleştirdikleri törensel uygulamanın anlatısının ayrıntıları da tamamlanır:

“0 gün bugündür, Küp Gölü’nün oralardan geçenler, gölün kıyısına oturmuş, kara, ışık gibi parlak, uzun saçlarını sırtına sermiş, başı iki elleri arasında gözlerini som mavi suya dikmiş Gülbahar’ı görürler. Arada sırada Ahmet gölün sularında Gülbahar’ın gözüne gözükür ve Gülbahar kollarını açıp Ahmet’e yürür, ‘Ahmet, Ahmet!’ diye bağırır. Sesi bütün dağda yankılanır. ‘Ahmet, Ahmet! Sen de benim yerimde olsan benim yaptığımı yapardın. Yeter artık gel Ahmet. Ahmet!’Göl kaynar, Ahmet silinir, Gülbahar silinir ve küçücük bir ak kuş gelip kanadını suyun som mavisine batırır. Ve sonra da bir atın kapkara gölgesi gölün üstünden gelir geçer.”

nest...

batman iftar saati 2021 viranşehir kaç kilometre seferberlik ne demek namaz nasıl kılınır ve hangi dualar okunur özel jimer anlamlı bayram mesajı maxoak 50.000 mah powerbank cin tırnağı nedir