arapların türklere bakışı / Arap-Türk ilişkileri - Vikipedi

Arapların Türklere Bakışı

arapların türklere bakışı

kaynağı değiştir]

Ana madde: Talas Muharebesi

Abbasiler döneminde, Emeviler döneminde zorla esir alınmış birçok Türk askerlikteki yetenekleri sonucunda Abbasi yönetiminde söz sahibi olmaya başladılar. Harun Reşit döneminde, saray muhafızları ve saray yönetiminin küçük bir kısmı Türklerden oluşuyordu. Halife Mutasım döneminde Türkistandan toplanan Türklerle Bağdat, Suriye ve Anadolu'da "Samerra" adı verilen ordugahlar kuruldu ve hassa ordusu teşkil edildi.

Orta Asya'da Talas'ta karşı karşıya gelen Çin ve bir kısmı Türk kökenli askerler ve yöneticilerden oluşan Arap orduları karşısında bölgede bulunan Türk boyları, Arap ordusunun yanında yer alarak Arap ordusunun kazanmasına yol açtı.

Bu savaş ve sonrasında gelen zafer ile Araplar Türklerin ilk müttefikleri oldular. Kazanılan zafer sonrasında Türkler Müslümanlığı kabul etmiş ve İslam Orta Asya'ya varmıştır.

Abbasi sonrası[değiştir kaynağı değiştir]

Kaynakça[değiştir kaynağı değiştir]

Batı Türkistan'ın bir kısmı ve Karadeniz'i egemenliği altında bulunduran Hazar Hakanlığı ile Araplar arasında yoğun mücadeleler yaşandı. İlk temaslar Ömer döneminde sağlandı ise de bu temaslar kendini küçük sınır çatışmaları olarak gösterdi. Osman döneminde ise bu sınır çatışmaları kademeli olarak şiddetli savaşlara döndü.[1] yılında Habib b. Mesleme komutasındaki Arap kuvvetleri Gürcistan'ı ele geçirdi. Bizler bundan sonra Hazarların sistemli ve kapsamlı bir saldırıya geçtiklerini görüyoruz. İlk Hazar saldırısında Arap orduları pusuya düşürüldü ve Araplar büyük zayiatlar verdi. yılında Abdurrahman b. Rabia, Osman izin vermediği halde Hazarlar üzerine bir intikam seferine çıktı ise de Hazarlar bu orduyu yenerek, Abdurrahman b. Rabia'yı öldürdü.[2] Bu tarihten Osman'ın ölümüne kadar geçen süre içerisinde olan çarpışmalarda ise iki tarafta birbirine üstünlük sağlayamadı.

Emeviler Dönemi[değiştir

Araplar bizi gerçekten sırtımızdan vurdu mu?

Fikir Turu · Araplar bizi gerçekten sırtımızdan vurdu mu?

Lloyd George ’de Manchester Guardian’dan C.P. Scott’a şöyle söylemişti: “İnsanlar gerçekleri bilse, savaş yarın durur. Ama haliyle bilmiyorlar ve bilemezler. Muhabirler yazmıyor ve sansür de doğruların aktarılmasına izin vermez”. Olayların sıcaklığı içindeyken insanlar ne kadarını anlayabilmişlerdi, bilinmez ama I. Dünya Savaşı, ardından geçen kısa zaman içerisinde bir cihan harbi unvanını alacaktı. Pek çok akademik, yarı akademik yazı ya da savaş romanı bu büyük olayı anlatacaktı. Batı cephesi savaşın ana sıklet noktası olarak görülüyor ve savaşın kaderinin burada belirleneceği düşünülüyordu. Ancak savaş, Ortadoğu’nun kaderini de belirgin bir şekilde değiştirecekti.

Bilindiği üzere Arap coğrafyası Osmanlı Devleti’nin çok uluslu yapısı içerisinde Türk unsurundan sonra gelen etnik çoğunluğu ve çok geniş bir coğrafyayı kapsıyordu. Arap coğrafyası bugünkü Suriye, Irak, Filistin ve Ürdün toprakları ayrıca Hicaz, Necid, Yemen’i içine alan Arap Yarımadası’nı ayrıca Mısır’ı karşılıyordu. Tüm bu coğrafyada Osmanlı hakimiyeti var mıydı sorusunun cevabı biraz daha karmaşık bir karşılığa sahipti.

Şöyle ki, Mısır’ın yönetiminde Osmanlı Devleti şeklen de olsa söz sahibiydi, Mısır Hıdivi’ni Osmanlı sultanı atamakta, Hıdivler İstanbul’a bağlılık bildirmekteydi. Kabaca Arap Yarımadası’nda bağlılık ve tabiiyet meselesi yaşanan isyanlara rağmen devam ettirilmişti.

Arap coğrafyasının Osmanlı merkezi otoritesiyle ilişkileri I. Dünya Savaşı öncesinden başlamak üzere değişmeye başlamıştı. Bu değişim savaş ile birlikte daha da ivme kazanacak ve Arap coğrafyasının yönetici aktörlerini bölge dışı devletlerle işbirliğine götürecekti. Kimlerin hangi büyük devletle işbirliği yapacağı ise savaş arifesinde var olan Arap milliyetçiliğinin etkisiyle ve bazen de savaşın ortaya çıkardığı şartlarla bağlantılı olarak şekillenecekti.

İngiliz ve Fransız istihbarat örgütlerinin etkisi

Kaldı ki, savaşın etkisiyle Arap coğrafyasında hızlanan değişim sadece kendi dinamikleriyle de ilerlemiyordu. Arap ileri gelenleri savaşta tarafların hangisine yakın olacağını belirlerken, yüzyılın başı itibariyle son derece güçlü olan İngiliz ve Fransız istihbarat ve propaganda faaliyetleri ve nüfuzları etkili bir arka plan oluşturdu.

İngiltere bu anlamda en etkili aktördü. Arap coğrafyasını yönlendirmek ve Arap liderlerin Osmanlı harekâtlarına destek vermesini engellemek öncelikli hedeflerdi. İngiltere, Hindistan’daki Genel Valilik ve Kahire merkezli Yüksek Komiserlik etrafında yönlendirdiği Ortadoğu idaresini savaşla birlikte Arap ileri gelenlerinin etki altına alınması için harekete geçirdi.

Bu noktada aktörlerin kim olduğunu hatırlamakta fayda var. Bunlardan ilki ve belki de en bilinir olanı Şerif Hüseyin () idi. Asir Seyyid İdrisi (), Yemen bölgesinde İmam Yahya () ve Necid, Şammar ve Hail bölgesinde İbnu’s-Suud ve İbnü’r-Reşid () yerel liderlerdi. Bu yerel aktörler I. Dünya Savaşı yıllarında İngiltere ve Osmanlı Devleti karşısında birbirinden farklı tavırlar aldılar. Bu yaklaşım savaşın kaderinde de etkili oldu, liderleri değerlendirmek üzere sırasıyla ilerleyelim.

Hangi aktör nasıl bir tavır aldı?

Şerif Hüseyin bu coğrafyanın en etkin aktörüydü. İstanbul’da ’de emarete atanmasına rağmen Hicaz’a gönderilmemişti, bir çeşit zorunlu misafir olarak İstanbul’da tutulmuştu. II. Meşrutiyet’in ilanından sonra Hicaz’a giden Şerif Hüseyin bölgeye atanan valiler ile zaman zaman otorite çatışmalarına girecek, ilişkiler güvenden uzak ve devamlılıkla sürdürülecekti.

Osmanlı Devleti’nin henüz tarafsız olduğu günlerde, Kahire’deki İstihbarat departmanından, Ronald Storrs’dan () Şerif ’in oğluna, dikkatli ve gizli bir şekilde, İngilizler ve Türkler savaşa girerlerse Hicaz Araplarının kendilerini destekleyip desteklemeyeceğini sorması isteniyordu. Gelen cevap İngiltere için olumluydu. I. Dünya Savaşı arifesinde Hicaz ile ilişkilerde Türkler temkinli ve tedirgindi. Türkler Şerif’e güvenmiyordu vice versa Şerif de Türklere.

Necid Emiri İbn Suud ise İbn Reşid ile sınır çatışması yaşıyordu. I. Dünya Savaşı arifesinde İngilizlerle imzaladığı antlaşma ile Türklerin aleyhinde bir duruş sergileyecek gibi görünüyordu. Aslında kısa zaman içerisinde Osmanlılarla da bir antlaşma imzalamış ve Necid Emiri ve Mutasarrıfı olarak tanınmıştı.

Yemen’de İmam Yahya ise bölgedeki Türk VII. Ordusu ile uyumlu bir görüntü sergiliyordu. Bu savaştan önceki Osmanlı Türkülerine konu olan gidenin gelmediği Yemen ve isyanların tarihinden önemli bir farklılıktı.

Asir İmamı Seyyid İdris ise İngilizlerle açık biçimde müttefikti. Savaş süresince silah ve mühimmat desteği devam edecekti.

Arap Yarımadası’ndaki Arap ileri gelenleri İngiltere ve Fransa’nın onlarla ilgili tasavvurlarında sadece ikna edilen taraf ya da kandırılan aktörler değildi. Savaş karşısında tutum alırken kendi çıkarlarını önceliklemek üzerine tavır almışlardı. Bu durum, İngilizler tarafından kandırıldıkları yönündeki inanışın uzun zaman kabul gördüğü Şerif Hüseyin ve oğulları için de geçerliydi.

Elbette İngiltere’nin Kahire’deki Yüksek Temsilcisi McMahon ile gerçekleşen yazışmalar sırasında çeviriden kaynaklanan anlam kaymaları gibi teknik sorunlar bu konuda bir istisna olsa da Haşimi lideri Şerif Hüseyin’in isyanı başlatmasında İngiliz otoriterle uzlaşması esastı. Bu kısmi uzlaşma sayılabilirdi zira bu yazışmalar sırasında genel bir anlaşma yapılamamıştı. Yani İngiltere ile Arap Yarımadası’ndaki diğer müttefik Arap şeyhleri ile imzalanan antlaşmaların bir benzeri mesela İbn Suud ve Asir lideri Seyyid İdrisi ile yapılana benzer bir antlaşma Şerif Hüseyin ile İngiltere’nin arasında teati edilmedi. Şerif yine de Türklere karşı isyan edecekti.

Büyük Arap Krallığı sözünün verilmesine dair tartışmalar bir kenara bırakılsa da sonuç itibariyle Arap Yarımadası’ndaki değişim dramatikti. Savaş bitene kadar zar zor hareketsiz kalan İbn Suud, Şerif Hüseyin’in istediği Arapların Kralı unvanına itiraz ederek Büyük Arap Krallığı girişimini başlamadan sonlandırdı. Dahası, savaşta İngiltere lehine olan tavrı savaş bitince Şerif Hüseyin’in Hicaz Krallığı ile çatışmaya girmesine de engel olmayacaktı.

Ancak tüm Arapların ’de İngiliz Dışişleri Bakanı Balfour’un dünyaya duyurduğu Balfour Deklarasyonu ile Yahudiler için bir vatan vaadi bölgenin tarihine eklenen yeni bir sorun olarak belirecekti. Bu olayla Ortadoğu’nun tarihi bilhassa Müslüman Filistinlilerin tarihi trajik biçimde değişiyordu.

Şerif Faysal’ın deklarasyondan en azından kısa zaman önce durumdan haberdar olduğu bu nedenle Arapların şaşkınlıkla karşılaştıkları iddiası doğruluktan uzak görünmekteyse de sonuçlarını başta Filistin olmak üzere tüm bölge ülkeleri gelecek yıllarda derinden hissedeceklerdi.

Arap isyanlarının amacı neydi?

yüzyıldan itibaren Mısır’da, Suriye’de belirgin biçimde ivme kazanan Arap milliyetçiliği Şerif Hüseyin’in isyanıyla doruk noktasına ulaşıp bir sonuca varmış mıdır?’ sorusu akla gelebilir. Ancak isyanın tüm süreci dikkatle incelendiğinde ve arşiv kayıtlarına bakıldığında isyanın savaş koşullarının şekillendirdiği spontane bir gelişme olduğu açıktır. Dahası isyana katılım son derece kısıtlıdır.

Arap milliyetçiliğinin simge isimlerinden mesela el-Ahd lideri Aziz Ali el-Mısri (), gelecekte Irak başbakanlarından olan Yasin el-Haşimi () ya da Ali Rıza el-Rikabi () gibi isimlerin Arap isyanı noktasında tutumları, Türkleri Arap coğrafyasından tamamen çıkarmaktan ziyade bir Türk-Arap imparatorluğunu Avusturya-Macaristan örneğindeki gibi tesis etmek üzerine kurulu olduğu anlaşılıyor. Mustafa Kemal Paşa bu düşüncesini Heyet-i Temsiliye toplantılarında ve Meclis’teki ilk oturumlarda dile getirmişti. Burada temel koşul Arapların da kendi mücadelelerini vererek bağımsızlıklarını kazanmasıydı.

Zaten Yasin el-Haşimi ve Ali Rıza el-Rikabi isyana katılmamışlardı ve savaşın sonuna kadar İmparatorluğa hizmet etmeye devam etmişlerdi. Savaş sonrası yeni teşkil edilen eski eyaletlerin devletleşme süreçlerinde bu isimler etkin rol oynayacaklardı. Eski imparatorluğun yetişmiş kadroları, tecrübelerini yeni devletlerin kurucu unsurları olarak aktarmışlardı.

Savaşın sonu, yeni sınırlar, yeni devletler

I. Dünya Savaşı sonunda Osmanlı ordularının kontrolünde Arap toprakları elden çıkmıştı. Geri çekilmekte olan Osmanlı kuvvetleri bugün Irak sınırlarında olan Raco’dayken Mondros Ateşkes Antlaşması 30 Ekim ’de imzalandı.

Paris Barış Görüşmelerinde (18 Ocak – 21 Ocak ) yapılan müzakerelerde, Arap coğrafyasının bir kısmı savaş yıllarında teati edilen, bir kısmı ise savaşın sonunda yapılan antlaşmalar ile yeni statüleri belirlendi.

Bu süreç, genel kanaatin aksine, eski Osmanlı eyaletleri Suriye ve Irak’ta sarsıcı isyanlarla birlikte ilerledi. Suriye’de Ramazan Salaş’ın Deyr-i Zor’daki İngiliz kuvvetlerine taarruzu, Büyük Suriye İsyanı, Irak’ta İngiliz karşıtı isyanlar Anadolu’da Milli Mücadele’nin sürdüğü günlerde devam ediyordu. Bu süreçte Türk Milli Mücadelesi ile bu bölgeler arasında iletişim ve kapalı biçimde işgal karşıtı hareketlere destek verilmesi gibi gelişmeler savaş sonrasının gelişmeleriydi.

Lozan Barış Antlaşması (24 Temmuz ) Arap coğrafyasındaki tüm hukuki varlığını sonlandırıyordu ki bu durum defacto olan bir durumun hukuki bir metne dönüştürülmesiydi. Mısır, ’den beri fiilen Osmanlı’nın kontrolünden çıkmıştı.

Arap Yarımadası’nda Osmanlı varlığı sonlanırken, yeni oluşan Türkiye’nin sınırında bölge dışı devletlerin mandası altında yeni devletler kuruldu. Suriye’de, Fransız ve Irak’ta İngiliz mandası yine Şerif Abdullah’ın krallığında tesis edilen Ürdün’de yönetim esasları tesis edilirken, Osmanlı Devleti’nin pek çok uygulamasını devam ettirdiler; mesela idari mekanizmada, toprak ve vergi meselelerinde Osmanlı örneği en azından bir süre yürürlükte kaldı.

Hicaz’da Şerif Hüseyin’in devlet başkanı olduğu bir Hicaz Krallığı ortaya çıkmış, Yemen’de İmam Yahya bağımsız bir Krallık teşkil etmişti. İbn Suud’un Necid merkezli devleti de artık Suud Krallığı olarak bağımsız bir yönetimdi.

Mütarekeden kısa süre sonra çatışmalar da başlayacaktı. İbn Suud, Hurma ve Turaba bölgesini alarak başladığı ileri harekatta Mekke ve Medine’yi başına kadar ele geçirecek ve İngiltere’nin en büyük yatırımı yaptığı Şerif Hüseyin’in siyasi kariyerini sonlandıracaktı. Savaş sonrasına bakılınca Suriye ve Irak’ta manda rejimlerle uyumlu yönetimlerin kısmen sükuneti sağlamayı başardığını söylemek yanlış olmaz.

Türkiye Cumhuriyeti ve eski eyaletlerle yeni ilişkiler

Yeni teşkil edilen Türkiye Cumhuriyeti’nin modernleşme adımları başladıktan sonra da bütün eski eyaletlerle ilişkiler önemsenmeye devam edildi. Lozan’dan hemen sonra Cidde, Bağdat büyükelçilikleri açıldı, Arap coğrafyasına yönelik radyo yayını ’larin sonunda yapılmaya başlandı.

Mustafa Kemal Paşa’nın sağlığında I. Dünya Savaşı’nda kopuşun simgesi sayılabilecek Şerif’in oğulları Irak Kralı I. Faysal (Temmuz ) ve Ürdün Şerif Abdullah (30 Mayıs-8 Haziran arasında) Türkiye’yi ziyaret ettiler. Türkiye bu dikkat çekici konuklarını son derece önemsediği bir teşrifatla karşıladı ve ağırladı. Diğer taraftan Yemen’deki askerî modernizasyon konusunda destek mahiyeti sınırlı olmakla birlikte verilmeye devam edildi.

Konu üzerinde spesifik çalışmalar gösteriyor ki I. Dünya Savaşı her ne kadar Arap milliyetçiliğinin bir zaferi değilse de Türk-Arap ilişkilerinin önemli bir dönüm noktası olmuştu.

I. Dünya Savaşı sırasında Türk birliklerinin savaş gücünü kıran ve bölge dışı aktörlerle işbirliği yapan Arap aşiretleri olduğu gibi savaşın sonuna kadar Osmanlı Devleti’ne destek olan Arap aşiretleri de vardı. Bu nedenle “Araplar sırtımızdan vurdu” söylemi büyük bir genelleme olarak yaygın bir görüş haline geldiyse de savaş sonrasında reel politikte etkili bir argüman olmadı.

Türkiye, İran, Irak ve Afganistan ile Sadabat Paktı (8 Temmuz ) gibi bölgesel işbirlikleri imzalayarak ve diğer taraftan devlet başkanlarının ziyaretinde üst düzey teşrifat, ilişkileri geliştirme çabasına önem vererek yoluna devam etti.

Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.

Bu yazı ilk kez 27 Nisan ’de yayımlanmıştır.

nest...

batman iftar saati 2021 viranşehir kaç kilometre seferberlik ne demek namaz nasıl kılınır ve hangi dualar okunur özel jimer anlamlı bayram mesajı maxoak 50.000 mah powerbank cin tırnağı nedir