banu avar isveç gerçeği / Banu Avar'la Sınırlar Arasında

Banu Avar Isveç Gerçeği

banu avar isveç gerçeği

3 yıldır TRT'de yayımlanan "Sınırlar Arasında" isimli belgeselden tanıdığımız Banu Avar, programın akışını ve bununla ilgili gelişmeleri değerlendirdi.

“Sınırlar Arasında” dolaşmak fikri ne zaman ve nasıl ortaya çıktı?

Sınırlar Arasında projesi 10 yıldır kafamdaydı… Belgesel bölümünü kurduğum ve 5 yıl çalıştığım TV 8 çizgi değiştirmeye karar verince ilişiğimiz kesildi ve TRT’ye başvurdum. Şenol Demiröz’e projeyi anlattım, ilgilendi ve başladım. 2004 yılı Haziran ayında “Sınırlar Arasında” TRT’de yayına girdi. 2004 Haziranından bu yana 70 bölüm yaptık.

Bazı ülkelerden 2-3 program yaptığımız için 60 kadar ülkeye gittik. Balkanlar, Kafkasya, Orta Asya, Ortadoğu, Çin, hatta Latin Amerika’ya kadar. Özellikle Venezüella, İran, Suriye ve bu şekilde birçok ülkeyi ziyaret ettik ve buralarda küresel politikaların sonuçlarını, halkların kimliklerinin, kültürlerinin nasıl yok edildiğini anlamaya çalıştık ve bunları Türk izleyicisine aktarmaya çalıştık.

Orhan Pamuk’un Nobel edebiyat ödülünü almasından bir gün sonra, Sınırlar Arasında programınızın İsveç bölümü yayınlanınca İsveç’le Türkiye arasında diplomatik bir sorun oluştu. Biraz bundan bahsedebilir misiniz?

Nobel töreninin zamanı belliydi ve bu nedenle İsveç programı yapmaya karar verdik. Basın Orhan Pamuk nedeniyle üzerimize geldi ama program aslında Nobel’in ne olduğunu anlatıyordu; Nobel ödüllerinin ne olduğu bellidir. Söylediklerimiz ne ilk kez ne son kez söyleniyor.

Edebiyat olsun, barış ödülü olsun, dünyada silah sanayiyle oynayanların, dünyada katliamlardan sorumlu olanların cebinden çıkmaktadır. Dünyada en çok insanın ölümünden sorumlu olan ülkeler barış ödülü dağıtıyor! Bu ve benzer ödüller ikiyüzlülüğün şahikasıdır. İsveç’de Barış enstitüsü ile bu nedenle görüştüm, oradaki siyasilere, Barış’ı sorduk. Halkları barış masalarına oturtanlar ölümle en çok oynayanlardı. İrlandalılar, Filistinliler barış masalarına oturtuluyor sonra onlara silah satılıyordu… Üstelik bu ülkelerin yasaları çatışmalı bölgelere silah satışını yasaklıyordu.

DİNAMİTİN MUCİDİ

Program Alfred Nobeli anlatıyordu. Alfred Nobel kimdi?! Alfred Nobel dinamitin mucidiydi. Geçen yüzyıl başında Avrupa’da yayılmış 90 tane silah fabrikasının sahibiydi. Yani o zamanın küresel elitini temsil ediyordu, ayrıca Baku petrollerinin sahibiydi. Bu günkülerle çok benzeşiyor bu manada. Ölürken sevgilisi Sofi’ye bir suçluluk duygusuyla çok insanın ölümüne sebebiyet verdiğini, barış için ödüller koymayı düşündüğünü söylüyor... Sartre gibi birçok edebiyatçı bu ödülü reddediyorlar. Çünkü bu ödüller gerçekte bugün eli kanlı sermayenin verdiği ödüllerdir...

Ayrıca, bu ödüle layık görülenlerin büyük çoğunluğu kendi ülkeleri çıkarlarının aksine hareket edenlerdir. Mesela 1985 yılında Orhan Pamuk Iowa Üniversitesi uluslararası yazı programına katılmıştır. Bu ve benzer programlar Amerikan Milli Demokrasi Enstitüsü ya da Amerikan derin devleti kontrolü altındaki programlardır ve amaç çeşitli ülke aydınlarını devşirmektir…

Programda ayrıca İskandinav ülkeleri ve özelde İsveç’te Sami ve Tater halkların soykırımını da konu etmiştim. Program yayınlanınca bir takım batıya akredite gazeteciler İsveç büyükelçisine koşup, yayına dikkat çekmişler. Onlar dışişlerine gidiyor, oradan şikayet TRT’ye geliyor… Ben Belfast’ta idim. Bana telefonlar gelmeye başladı.

İstanbul’a dönüp odama girdiğimde hayret içinde kaldım. Her yer mesaj, notlar, e-postalarla kaplıydı: “Seni destekliyoruz, yanındayız” mesajlarıydı bunlar. Beş binin üzerinde mektup gelmişti, TRT kilitlenmişti. Kısacası belki işin sonu başka yerlere varacaktı ama halk desteğiyle sarmalandım…

Devlet televizyonunun halktan gelen talebi değerlendirip o istek doğrultusunda işlem yapıyor olması güzel bir gelişme değil mi?

Evet, çok güzel bir şey. Öte yandan büyük zorluklarla programı yapıyoruz. Program TRT haber daire başkanlığına bağlı. Her bölüm sansüre uğruyor ve bazen çok manasız kesintiler yapılıyor. Denetleme daire başkanlığının kesmediği yerler haber dairesince kesiliveriyor.. Aman Avrupa küsmesin gibi garip bir mantıkla programlar kuşa çevriliyor. Şu anda yolumuza devam ediyoruz. Bu sezon Haziranda bitiyor. Bakalım gelecek bize ne gösterecek!!

Çalıştığınız kurumdaki diğer insanların size bakışı nasıl?

İkiye ayrılıyor; Bir kısmı büyük bir destek veriyor bir kısmı köstek olmak için elinden geleni yapıyor… İsveç programından sonra beni ilk tebrik edenler güvenlikçiler, temizlik elemanları, odacılar, çaycılardı. Bazı yapımcılar, aydınlar ise koridorlarda beni görünce yol değiştirdiler.

Bir şeylerden mi korkuyorlar?

Bazıları korkuyor bazıları benimle yani Türkiye tarafındaki biriyle muhatap olmak istemiyor. Ben onların ezberini bozuyorum. Türkiye’de bir kol Hıristiyan batı kültürüyle diğer bir kol lokal doğu kültürüyle eğitilmiştir. Her iki kolda Türkiye’yi, Türk insanını temsil etmez. Bunlar halka yabancı kalırlar. Bugün gerek medya, gerek üniversiteler ve kolejler vasıtasıyla inanılmaz bir yabancılaşma yaşıyoruz. Sen Joseph’de okuyan Fransız gibi, Alman lisesi mezunu Alman gibi düşünür ve yaşar.

Avusturya programınızda vurguladığınız bir olay vardı. Özellikle Avusturya’daki insanların Türklerden, Osmanlıdan korktuklarını anlatıyordunuz.

Evet, zaten bölümün adı Viyana’da Türk korkusu idi. Şöyle bir durum var; Viyana, Napolyon ve ikinci dünya savaşı sırasında Amerikan uçakları tarafından bombalanmış ve şu anda şehrin en güzel katedrali olan Steffan katedrali hala tamir olunuyor. Korkunç bir bombalamayla tarumar olmuş halde. En ufak bir ibare yok:

"1683 BARBAR TÜRKLER!"

“Burası ikinci dünya savaşı sırasında Amerikan uçakları tarafından bombalanmıştır, içinde şu kadar çocuk, insan ölmüştür” diye. Ama Viyana kuşatması hatıraları her yanda… Bir yere gidiyorsunuz hemen birisi önünüze atlayıp, “işte Türklere karşı Avrupa’yı bizler savunduk, eğer bizde onları geri püskürtmeseydik bütün Avrupa Müslüman olurdu” diyorlar. Türk korkusu hiç unutulmamış, hep taze tutulmuş.. 1683’leri herkes hatırlıyor. Çünkü bütün tarih kitapları bunu okutuyor: “1683 ve barbar Türkler”: Herkesin ağzında bu var.

Onlar bizden korkuyor, biz de onlardan. Osmanlının son yüzyılından itibaren kendimizi onlardan aşağı görüyoruz. Bu kompleksten nasıl kurtuluruz?

Bu ancak bir tek şekilde mümkün olabilir: Milli bir hükümetiniz olduğu zaman. Atatürk çok akıllı bir dış politika ile Sadabad Paktını yapmıştır. Nitekim Hatay’da Fransız general Poncot’nun karşısına dikilirken yanında Balkan generalleri vardır. “Biz buradayız, ne yapacaksan yap” bakalıma getirmiştir. Öyle ince politikalarla o kadar büyük savaştan sonra gayet güzel bölge düzenlemeleri yapılabilmiştir. Bugün bir başkasının politikasının yani büyük Ortadoğu Projesinin eş başkanlığıyla bunu yapamazsınız. Çünkü ortada ipler Amerika’nın, İngiltere’nin ve başkalarının elinde. Bunu yapabilmek için ipleri elinde tutmanız lazım. Türkiye’nin Türk halkını temsil etmesi lazım.

Avrupa insan hakları mahkemesi insan haklarının savunucusu olarak kendini ilan etti, bizlere o şekilde gösterdi kendini ve bir anıt şablon gibi önümüze dikildi. Avrupa insan halkları mahkemesinin son yıllarda ise makyajı döküldü ve birçok yanlı karara imza attılar. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz?

Avrupa’nın olsun Amerikanın olsun Batı emperyalizminin çeşitli kurumları var. Bu kurumlar bütün her şeyin karar vericisi. İşte iyiyi doğruyu güzeli gösteren kurumlar olarak halkların başına koyuluyorlar. Amerika’nın mesela askeri kanadı olarak çalışan bir NATO, siyasi olarak BM, dünyanın para politikalarını yönlendiren bir IMF var. Avrupa insan hakları mahkemesi ise çeşitli ülkelerin başında boza pişirmek üzere kurulmuş gibi duruyor. İnsan hakları ile falan ilişkisi yok.

Avrupa birliği ülkelerini dolaşıyorum, yaklaşık on beş tanesine gittim, her birinde insan hakları ihlalleri diz boyu. Kopenhag kriterlerinden hiç biri uygulanmıyor. Bunları açık açık söyleyen sadece ben değilim, onların kendi adamları, kendi siyasileri de söylüyor. İngiltere’nin 80 yaşındaki kurt politikacısı Sir Tony Benn bana şöyle dedi:

FAŞİST AVRUPA BİRLİĞİ

“Avrupa Birliği faşist bir yapı taşır. Ben Avrupa Birliğini yönetenleri seçemiyorum! Brüksel’deki, Strazburg’daki yöneticileri seçme şansım yok. Bu demokrasi değildir. İkincisi ben bu insanları başımdan atmak istediğim zaman bunu da yapamıyorum. Yani ben buradan çıkmak istesem çıkamıyorum girmek istesem giremiyorum, seçmek istesem seçemiyorum. Bu faşizan bir yapıdır” dedi.

Her ülkenin iki yüzü var. AB ülkelerine bakın... Fransa’da Şanzelize, İngiltere’de Oxford caddesi, Knightsbridge gibi turistik yerler refah içinde insanlarla dolu. Bir alt caddesine indiğinizde yemek minibüs’leri çorba dağıtıyorlar. Kuyruktakilere, “Siz kimsiniz” dediğinizde “öğretmenim” diyor. Giyim kuşamı da gayet düzgün, “yiyecek ekmeğim yok benim” diyor. Avrupa’da her altı kişiden biri açlık sınırında yaşıyor. Bu benim istatistiğim değil, İngiltere’nin istatistiği.

Türkiye de son zamanlarda meydana gelen birtakım olaylar var; Trabzon da bir rahibin öldürülmesi, uzun bir müddet sonra Hrant Dik’in Trabzonlu bir genç tarafından öldürülmesi. Şimdi de Malatya olayları var. Bu olaylar hakkında ne düşünüyorsunuz? Sanki birileri insanlara kendi öz güvenini kaybettirip ortalığı karıştırıyormuş gibi bir izlenim var.

Hollanda’da çok önemli siyasi cinayetler yaşandı 2001’den sonra. 2002’de ırkçı lider Pim Fortuyn öldürüldü. Halk “Müslümanlar katildir” diye bağırarak başkanlık sarayına yürüdüler ve sonunda katil bir Hollandalı çıktı. Arkasından sapkın görüşleri ile bilinen bir yönetmen ve köşe yazarı öldürüldü. Theo van Gogh, peygambere, tanrıya, herkese küfreden, Hıristiyan alemine de küfreden yayınlar yapan biriydi.

Öldürülünce göçmen uyum masası bakanı Rita Verdonk ortaya çıkıp, “yeter artık bu Müslümanlardan çektiğimiz” diye beyanatlar verdi. Arkasından Bernard Bot dışişleri bakanı kalktı ve “Müslümanlar genetik olarak geri zekalıdır” dedi. Bütün bu kışkırtmalar yapıldı ve aydın avı, “cadı avı” başlatıldı, bütün aydınlar sindirildi. Sonunda değişik görüş savunan hiç kimse kalmadı. Hollanda’da halk ve özellikle Müslümanlar baskılar altında ezildi
Ben her cinayetten sonra yada her olaydan sonra bunun sonuçlarının kime yaradığına bakılması gerektiğini düşünüyorum.

"TÜRKİYE HOŞGÖRÜSÜZ BİR TOPLUM"

Şu anda Merkel’in dediği gibi, “Türkiye hoşgörüsüz bir toplumdur derhal siyasi iklimini değiştirmek için elinden ne geliyorsa yapmalıdır” gibi konuşmalar durumu açıklıyor bence. Türkiye’de müthiş bir psikolojik harekat var dediğin gibi. Aşağılık kompleksi yaratmak, “biz kötü insanız, biz barbar insanız, onu bunu öldürüyoruz” şeklinde bir duyguyu halka benimsetmek amaçlı.

Bakın 14 Şubat 2005 yılında Suriye enformasyon bakanının odasındaydım. Haber geldi, “Hariri öldürüldü” diye. Adam hemen, “bakın şimdi ne olacak; tüm parmaklar bizi gösterecek!” dedi. “Önce Lübnan’dan çıkın diyecekler. Biz çıktığımız zamanda oraya İsrail girecek. Bu, bunun için yapılmıştır!” dedi. Haririnin arabasının Alman arabası olduğunu, içindeki bomba sensörlerinin Amerikan uydu sisteminden kontrol edildiğini söyledi.

Olay olduğunda bu sensörler çalışmaz hale getirilmişti ve bunu yapacak teknolojiye sahip dünyada 2 ülke vardı: İsrail ve Amerika. Şunu demek istiyorum: Cinayetler kimin işine yarıyor diye bakmalıyız. Malatya’daki olaylar, Santorinin öldürülüşü vs, vs. Hepsi Türkiye’nin üstüne daha fazla gelmeye yarıyor. Yani bugün Hrant Dink cinayetinden sonra “biz Ermeni’yiz” diye sokaklara dökülen birileriyle karşı karşıyayız.

Hep Avrupa’dan bahsettik; Filistin’de İsrail’in yapmış olduğu insanları ayıran bir duvar var. Onunla ilgili bir programınız var. Biraz bahseder misiniz?

O duvar Filistinliyi Filistinliden ayırmaktadır. Gözlerimizle gördük; bu duvarla ayırma projesi bir İngiliz buluşu! Duvarlar sadece Filistin’de yok; dünyanın birçok yerinde bu duvarlardan var, ayrım politikaları var.

Irakta da olacak, bir dönem İrlanda’da denenmiş; Belfast’ın ortasından koca bir duvar geçiyor. Bu insanlık dışı uygulama emperyalistler tarafından dünyanın birçok yerinde görülmüştür. Tamamen enerji hatlarına ve koridorlarına el koymak için bir toprak parçasından belli bir insan gurubunun temizlenmesi esasına dayalıdır.

Toplumları şekillendirmede iletişim araçlarının etkisinin büyük olduğunu biliyoruz. AB ve ABD bu araçları çok güzel kullanıyor.

Basın yayın organlarının Yugoslavya’nın dağıtılmasında çok büyük önemi olduğu söylenir. Küresel güçler Basın yayın organlarına ilk önce 25 milyon dolarla girmişler; Önce halkın beyni uyuşturulmaya başlanmış. Kadınlar hedefe konulmuş. Gittiğim her ülkede, Arnavutluk’ta, Orta Asya ülkelerinde, Balkanlarda işe önce pembe dizilerle başlamışlar.

Beyinler 60 kelimeyle düşünmeye ayarlanır. Sonra bitmez tükenmez sabah konuşma programları devreye girdi, saatlerce bitmeyen bir şekilde “o onun gelini, diğerinin kaynanası” başladı. Yani insanların çok ilgi duyduğu, mahremiyetle ilgili küçük ama incir çekirdeğini doldurmayacak olaylar çok büyütülerek ekrana getirildi. İnsanlar bunları nerdeyse hipnotize olmuş bir şekilde seyretmeye alıştırıldı.

Ailenin içindeki en önemli insan annedir, kadındır. Bunun büyük bir kısmı etkilenmiş durumdadır. Daha üst düzey entelektüel, üniversiteye gitmiş kadınlar için de ayrı bir yöntem izlendi… Mesela “desperate house wife dizisi, sex and the city’ gibi yayınlar inanılmaz ölçüde çok gizli bir şekilde damardan zehir şırıngaladılar…

HOLLYWOOD FİLMLERİNDEKİ KİLİSE TESADÜF DEĞİL

Gerçekten karı koca birliğini bozmaya yönelik, kadınların tamamen bireyselleşmesini, bencilliğini yaymaya yönelik diziler ortaya sürüldü… Hollywood’un Amerikan devlet çıkarları doğrultusunda yönlendirildiği yazıldı çizildi. Dikkat ederseniz Holywood’da çekilen filmlerde ya kilise, ya Amerikan bayrağı ya da Amerikan askeri mutlaka vardır. Bunlar tesadüf değildir.

Peki burada neyin propagandası yapılıyor?

Tabi bu ve bütün olaylar Amerikan devletinin çıkarlarını korumak için yapılan şeyler. 1983 yılında Amerikan kongresinden ‘Demokrasi Projesi’ kararı çıkmıştır.. Bu demokrasi projesi için zamanın CIA başkanı Colby demiştir ki, “bugüne kadar tankla tüfekle girdik ama şimdi başka yollardan da gireceğiz; basın yayını kullanacağız, demokrasi, insan hakları, özgürlükler adı altında gireceğiz ve tüm halkı yönlendireceğiz..”. İçerden bir gurup satın alınmış ve toplumun geri kalanı yönlendirilmiştir.. İçerden bir gurubu satın aldığınız ve Batı’ya bağladığınız zaman iş hallolur.

Ama Tahmin edemedikleri planlamadıkları şeyler olmuştur. Her şey yolunda gider zannettikleri bazı şeyler her zaman yolunda gitmemiştir… Bakın üzerinde o kadar çok çalıştıkları Türk halkı oyunlara gelmemiştir. Birbirine daha çok kenetlenmiş, ama oyun tutmamıştır. Halk sağduyuludur, kışkırtmalara kapılmamıştır.

Türkiye’deki yazılı ve görsel medyada çalışanlar ve yöneticileri hakkında ne düşünüyorsunuz?

Türk basınında Türk çok az ne yazık ki. Bu Attila İlhan’ın sözüdür ve doğrudur. Türk basınında genellikle Batı’yı hedef almış, ona özenen bir kesim var. Özellikle köşe başlarında oturmuş insanlar. Çünkü öncelikle basın yayın organlarının denetime alınması lazımdı. Malum, üniversitelerin, basın yayın organlarının denetime alınması ön şarttı, bunu yaptılar da. Dolayısıyla basınımız kağıt üzerinde Türk ama öbür yandan bir tür ‘batılı’ insanlarla sarıldı.

Bir kadın programında İranlı bayanlarla bir konuşmanız geçmişti ve sizin İran’da kadın hakları ve kadınların değiştirilmeye çalışıldığı hakkındaki görüşlerinizden dolayı bazı eleştiriler var. Bu eleştiriler size yansıdı mı?

İran ile Suriye bizim en yakın komşularımızdır. Onlarla sıkı ittifak ilişkileri içinde bulunmalıyız. Bizi birbirimizden ayırma amacında olan batılı girişimlere karşı durmalıyız. Atatürk sadabad Paktını boşuna kurmamıştı... Orta Asya ülkeleriyle çok iyi ilişkiler geliştirmemiz gerektiğini düşünüyorum. Avrupa’nın bu kadar çifte standardına rağmen Avrupa karşısında ellerimizi ovuşturup yerlere dizler çökeceğimize biraz da Asya’ya Avrasya’ya bakmalıyız...

Rabia Ayaz / Su Dergisi

günümüz konjönktüründe ve siyasal dengesinde ortadoğu balkanlar türki cumhuriyetler ve orta asyanın nabzını başarıyla tutan siyasal ve uluslar arası ilişkiler konusunda muazzam bir bilgi kaynağı olma özelliği taşıyan trt'nin muhtelif kanallarında yayınlanan sınırlar arasında programıyla oldukça başarılı çalışmalar yapmış gazeteci-yazar vs..

isveç in baskıları üzerine yayından kaldırılmış sınırlar arasında programının sunucusu.

gerçekleri söyledi diye sansur uygulanan gazeteci. atilla yayla'yı savunan, düşünce özgürlüğü çığlıkları atanların uğradığı haksızlığa sessiz kaldıkları kadındır.

"Sen yanmazsan ben yanmazsam nasıl aydınlanır bu memleket" diyesi geliyor insanın ama artık bu düzen insanları yakıyor çıkan alevi de memleket aydınlanmasın diye ört bas ediyor.

"Harcadılar" deyip geçmek mi lazım bilemiyorum.

yazık edlmiş değerli insan. çok gerçek, çok samimi bir programa imza atıyordu. tekti o, o'nun ismiyle müsemma programı... ancak 'bu kadar' özgür bu ülkeye, devlete, atilla yayla'lar banu avar'lar fazla, çok fazla hem... gidin zop star vs.leri finanse edin siz, yağcı, avrupaşamcı bağımlılar...
http://www.ntvmsnbc.com/news/394104.asp

buyrun orhan pamuk belgeseli....orhan pamuk hakkında entry giren herkesi izlemeye davet ediyorum.

http://www.youtube.com/watch?v=V3waKDoqfCk

zerafet
zeka
bilgi
kadın
hitabet
zanırım bu sıfatların biraz zorlanacağı bir kadın.

sınırlar arasında programındaki orhan pamuk ve nobel belgeseli için:
1. bölüm: http://www.youtube.com/watch?v=V3waKDoqfCk
2. bölüm: http://www.youtube.com/watch?v=pp8t-gl8C2M&mode=related&search=
3. bölüm: http://www.youtube.com/watch?v=EbsfI8lfqx0&mode=related&search= ~~yalnız bu bölümün sonunu iyi izleyin isveçli kadın nasıl morarıyor nasıl kızarıyor kelimeler yetmez.
4. bölüm: http://www.youtube.com/watch?v=AW19K26YEAs&mode=related&search=
5. bölüm: http://www.youtube.com/wa...p;mode=related&search=

ayrıca türk televizyonlarındaki en iyi araştırmacı gazeteceilik programı olan sınırlar arasında programının da yayında kalacağı haber edilmiş bizleri mutlu etmiştir.
http://www.zaman.com.tr/w...r/haber.do?haberno=476553

hanımefendi kendi meşrebince programlar hazırlıyor. itirazımız yok. Ama lütfen kendisine araştırmacı-gazeteci-yazar-aydın gibi payeler biçilmesin. kendisinden iyi bir propagandist olabilir ama araştırmacı gazeteci asla. Yaptığı şeye belgesel demeye dilim varmıyor zira ekrana gelen görüntüler sovyet rusya'sını ya da nazi almanya'sını hatırlatan propaganda amaçlı beyin yıkama malzemeleri.

Belgesel çekmek, kafanızda kurguladığınız gerçekliği, ya da oluşturduğunuz fantazyayı diyelim, dış dünyaya doğrulatmak için kes yapıştır tekniği ile oradan buradan serpiştirdiğiniz görüntüler ve roportajlar üzerine yazdığınız metni okumak demek değildir.

Bu insanlar sanıyorlar ki Türkiye hala 20 yıl önceki Türkiye. 20 yıl önce bu ülkenin insanına, zaten trt'den başka alternatif olmadığı için anadolu'dan görünüm ya da perde arkası gibi programlar izletebiliyordunuz ama, 2006 türkiye'sinde "ben belgesel çektim, türk'ün türkten başka dostu olmadığını orhan pamuk denen yazar müsvettesinin de vatan haini olduğunu tespit ettim, aman da ne şahaneyim, bağımsızım, gazeteciyim, hem de araştırmacıyım" diyerek karşımıza sınırlar arasında gibi programlarla çıkarsanız, ancak dünyayı kurtaran adamın oğlu kadar ciddiye alınırsınız.

türkmenistan'ı anlattığı programda nedense niyazov'un garip icraatlerinde hiç söz etmeyip, niyazov'u övmüş ve ruhname'nin ne kadar güzel bir kitap olduğunu, herkesin okuması gerektiğini söylemişti. niyazov'un cenazesinde ön saflarda görmeyi bekliyoruz kendisini.

ermeni soykırımı yalanının mucidi patrick devejian' a sorduğu soru ile ayar veren şahsiyet.
banu avar: ben fransa sınırları içerisinde ' ermeni soykırımı yoktur ' dersem tutuklanacağım. peki bu ifade özgürlüğü kavramına sığar mı?
devejian: amacımız kendi etnik topluluğumuzu korumaktır. kem... küm... (bkz: cevabı toparlayamamak)

bir Truva yayınları yazarıdır

memleketin en cesur ve iyi niyetli programcılarından biri... an itibariyle ingiltere'nin ipliğini pazara çıkarıyor, izleyin...
kötüleyen uyuzırlar olması; entry'nin 'doğruluğunu' teyit etmekte...

--spoiler--
Banu Avar, bir Türk kadını! Soyadından da bir programında uğradığı Avar köyündeki konuşmalarından da biliyoruz ki o bir Avar!
Tomris soyundan, Nene Hatun soyundan, Kara Fatma soyundan, Şerife Bacı soyundan! Onlar kadar yürekli, onlar kadar şerefli, onlar kadar fedakar?
Ve çağın silahı olan medyayı, yer yüzünde en iyi kullananlar arasında olan bir gazeteci.
Böyle bir Türk kadınına saldırmayacaktınız!
--spoiler--

cesur yürek, tarafsız, naturel, gerçek bir türk.

özellikle avrupadaki türk kökenli bürokratları ve avrupa birliği üye ülkeleri bürokratlarını, türkiye üzerinde oynanan ve türkiye'ye dayatılan sorunlara karşı *, kaba tabirce; bu bürokratları göt eden araştırmacı-gazetecimiz..

abant izzet baysal üniversitesine gelmiş ve beyinler şimşekler çaktırmış ayrıca trt nin konsoloslukların ve dış işlerinin araya girmesi ile verdiği ayarları kesmesine inat kesilmemiş programlarından bir tanesini büyük bir zevk ile izletmiş zeka güzellik sempati ve insanlık abidesi. fırsat bulunursa herkesin en az bir kere bir konferansna katılmasını tavsiye ederim çıktıktan sonra beyninize balyoz yemiş gibi o çıplak gerçeklerle çarpışmak çok garip bir duygu.

keşke bütün haberciler onun kadar yürekli olsa, gerçek bir araştırmacı...

İsveç dünyada “demokrasinin polisi” olarak tanınan bir ülkedir. Öyle midir? Her şeyin olduğu gibi İsveç’in de bir görünmeyen yüzü var aslında. Başka bir açıdan bakıldığında İsveç dünyada en çok silah ihracatı yapan ülkeler arasında yer alıyor. Özellikle PKK gibi terör örgütlerine destek verdiği konusunda güçlü iddialar var. Öyle ki teröristlerin mağaralarından İsveç yapımı ağır silahlara rastlanıyor. 200 yıldır yani 1814’ten beri hiçbir savaşa girmeyen, dünyanın barış ve demokrasi kavramlarıyla yan yana andığı İsveç neden bu kadar çok silah üretiyor? Ancak bizim bakış açımız İsveç’in yürüttüğü dış politikadan ziyade biraz daha içe yönelecek. İsveç gerçeğine… Irkçılığa… İsveç’in karanlık tarihine: Sami soykırımına. isveç sami soykırımı.

İçindekiler

Samiler kimdir?

Samiler yaklaşık 4 bin yıl kadar önce Asya’dan Kuzey İskandinavya’ya gelmiş etnik bir gruptur. Samiler’e “Laponlar” ya da “Lapyalı” da denilmektedir. “Lapp” yama anlamıma geldiği için kendilerine bu ismin rengarenk giysilerinden dolayı alay etmek amacıyla verildiğini düşünürler. Bu yüzden asla “Lapon” ya da “Lapyalı” isimlerinin kullanılmasını istemezler. Kendi dillerinde Samicede bahsi geçen İsveç’in kuzeyindeki uçsuz bucaksız bu coğrafyaya Lappland yerine Sápmi derler. Toprakların çorak olması, karların yıl boyu varlığını koruması, ağaç boylarının kısa olmasından dolayı insanlar burayı “Dünya’nın Sonu” olarak adlandırmışlardır.

“Dünyanın Sonu” Sapmi

Samiler, Orta Çağ’da Vikingler ile sürekli savaşmış bir topluluktur. Bunun sonucunda Vikingler tarafından kutup dairesine sürülmüşlerdir. O zamanlar Orta Çağ’ın dünyanın en kalabalık toplumlarından biri olan Samiler’in günümüzdeki nüfusu 80 bin ile 100 bin arasındadır. Bu nüfus Norveç’in Finnmark idari bölgesinde, Finlandiya ve İsveç’in Lappland adını verdikleri bölgelerinde, Rusya’nın ise Kola Yarımadası’nda kıyı balıkçılığı, hayvancılık ve ren geyiği yetiştiriciliğiyle yaşamlarını sürdürürler.

6 Şubat Sami Ulusal Günü

Toprakları İsveç, Norveç, Finlandiya ve Rusya arasında paylaşılan Samilerin 6 Şubat 1917’de kendilerini yönetmek için ilk kez bir araya geldiler. Trondhem şehrinde gerçekleşen bu kongrede Samiler, kültür ve geleneklerini devam ettirebilmek, kendi topraklarında kendi kararlarını alabilmek için mücadele etme kararı aldılar. İşte bu günü Samiler, Uluslararası Sami Günü ilan etmişlerdir. Bu günde “Kofter” adını verdikleri ve Sami renkleri olarak kabul edilen kırmızı, yeşil, sarı ve mavi renkli ulusal kıyafetler giyilir, kültür etkinlikleri düzenlenir, ulusal yemekler dağıtılır ve yine aynı renklere sahip milli bayrakları açılır.

Samiler ve Ren Geyikleri

Samiler’in Yaşadığı Bölge/Harita

Samiler harita

Sami Bayrağı

İsveç’in Utancı Samiler… Kansız Soykırım

isveç sami soykırımı. Orta Çağ’ın en kalabalık ırklarından olan Samiler’in nüfusunun günümüzde 100 binlere düşmesi manidardır. Karanlık dönemler başlamadan önce Samiler’in nüfusu 1 milyon civarıdır. 17. Yüzyıl Samiler için karanlık dönemlerin başlangıcıdır. 1635’te İsveç’in kuzeyindeki gümüş madenlerinde köle gibi çalıştırılmışlardır. Çalışma kamplarında karın tokluğuna çalıştırılıp özgürlükleri ellerinden alınmıştır. Bu nedenle Samiler, İsveç’i terk etmek zorunda kalmışlardır. İsveç’te bugün Sami nüfusu ancak 15 bin civarıdır.

Samiler

Samiler’in dilleri yasaklandı. Topraklarına el konuldu.

18. ve 19. Yüzyıllarda Norveç ve İsveç Krallıkları Samiler’in yoğun yaşadığı kuzey bölgelerinde güçlenmek istediklerinden asimilasyon çalışmalarına başlamışlardır. Ayrıca Norveç ve İsveç, Samiler’i “ilkel, yabani” topluluklar olarak gördüklerinden onları kendi inançları doğrultusunda “medenileştirmeyi” ve “Hristiyanlaştırmayı” hak olarak görmüşlerdir. Bu uğurda Samiler 1889 yılında 7 yıllık zorunlu eğitime tabii tutulmuşlardır. Eğitimlerde Sami dili yasaktır ve çocukların hem dilleri hem de dinleri değiştirilmiştir. Ancak bununla da kalmayıp Güney’deki İskandinavları Kuzey’e yerleştirerek Samiler’in bölgedeki nüfus üstünlüğünü kırmışlardır.

Sami beşiğinde bebeğini tutan bir kadın – 30’lu yıllarda Vasterbotten’da Fritz Kautsky tarafından fotoğraflandı.

İsveç ve Norveç kendi hâllerinde tarım ve hayvancılık yapan Samiler’i uyguladıkları politikalarla iyice benliklerinden koparmaya kararlıydılar. 1913 yılında çıkarılan kanunlarla tarım arazilerini işlsmek için Norveççe ve İsveççe bilme hatta Norveç isimlerine sahip olma şartları getirtiler. Geçimlerini sürdürebilmek için mezkûr tarım arazilerine ihtiyaçları olan Samiler dillerinden uzaklaşmakla kalmadılar mecburen isimlerini değiştirerek benliklerinden de koptular.

“Ari Irk”ı korumayı amaçladılar

En verimli araziler bölgelere yerleştirilen İsveçli ailelere verilmiştir. Böylece Samiler daha az verimli alanlara doğru göçe zorlanmıştır. Tüm bunlar “Ari Irk”ı koruma teorilerini gerçekleştirmek için titizlikle uygulanmıştır.

1996’da henüz yakın geçmişte sürekli itildikleri ve techire zorlandıkları Kuzey’de ormanlık alanları kışlık olarak kullanamayacakları yönünde İsveç mahkemekerinden karar çıktı. Bu kararı Samiler’in lideri Olav Jahanson şöyle yorumlamıştır:

“Biz, bu bölgenin yerlileri için, bu karar beklenilmeyen bir karar değildi. İsveç adaleti hiçbir şekilde yerlilerin insan hakkını korumamaktadır. Bizim varlığımıza karşı alınan bu karar, İsveç’in diğer sömürgeci iktidarlardan hiçbir farkı olmadığını göstermektedir. Bize, bu durumda ikinci sınıf vatandaş muamelesi yapılmaktadır. Sanki yüzyıllardır buralarda var olan yaşam tarzımız ve kültürümüz bilinmiyormuş gibi bize karşı tavır alınmaktadır.”

Şimdiye kadar aktarılanları İsveç resmi internet sayfasından aşağıdaki sözlerle kabul etmektedir:

“Archaeological finds suggest that the indigenous sami people have lived in the arctic region for thousands of years. From losing land to farmers and industries, to being subjugated to racial biology and having their religion, culture and language suppressed, the sami culture and lifestyle has survived into modern society.”

İsveç tarafından 63 bin kadın kısırlaştırıldı

Samilere uygulanan bu asimilasyon politikalarının en karanlık dönemi ve olayı ise 1920-1980 yılları arasında sistematik bir şekilde uygulanan kadınların ve kız çocuklarının kısırlaştırma politikasıdır. Yüzde 90’ı kadın 63 bin insan kısırlaştırılmıştır. Her ne kadar bu işlemlerin kendi istekleriyle yapıldığı iddia edilse de araştırmalarda baskı kurulduğu anlaşılmıştır. Keza içlerinde çocukların da olduğu düşünülünce herhangi bir rızadan söz edilememektedir. Kısırlaştırılanlar arasında Samiler ile birlikte Taterler (Göçerler) de vardır. Bu sayı neredeyse Samiler’in günümüzdeki nüfusuna denk düşmektedir. Nüfusuna oranla İsveç, Nazi Almanya’sından sonra en çok kısırlaştırma işlemi yapan ülkedir. Samiler’in benliklerini kaybetmeleri yetmiyormuş gibi çocuk sahibi olmaları engellenerek adeta yok edilmek istenilmiştir. Sizce de bu kansız soykırım değil de nedir?

Banu Avar – İsveç Gerçeği

Banu Avar’la Sınırlar Arasında isimli programda İsveç’in Samiler’e yönelik asimilasyon politikalarına değinilmiştir. Söylentilere göre İsveç dış işlerinden büyük tepki alınmıştır.

Sameblod

İsveç’in Samiler’e karşı ırkçı bakışını anlatan bir film: Sameblod

Sameblod: İsveç’in Samiler’e yönelik ırkçı politikalarını anlatan bir film. O filmden bir kare. isveç sami soykırımı.

Sameblod, 1930’larda İsveç’te geçiyor. Bir göçebe okulunda önyargı yaşadığı için Sami kökenini inkar etmeye karar veren 14 yaşındaki bir kızın hayatını konu ediniyor. Filmde Sami halkının yaşadığı zorluklara değiniliyor. “Demokrasinin polisi” olarak bilinen İsveç’in diğer yüzünü cesurca gösteriyor.

Kırım Tatar Türklerinin Sürgün Soykırımı

TRT SINIRLAR ARASINDA PROGRAMINI NEDEN YAYINDAN KALDIRDI?

Banu Avar’ın TRT’de yayınlanan ‘Sınırlar Arasında’ adlı programı yayından kaldırıldı.

Banu Avar’a yazılı bir açıklamayla bildirilen bu karar, medya dünyasına bomba gibi düştü.

2004 yılından bu yana TRT-1’de yayınlanan Sınırlar Arasında programı, bir süre önce de geç bir yayın saatiyle TRT-2’ye kaydırılmıştı.

 

Şimdi de 2009 yılına kadar TRT ile sözleşmesi yapılan programın sezonun bitmesine kısa bir süre kala yayından kaldırılması soru işaretlerini arttırdı.

Bugüne kadar ele aldığı konular nedeniyle Türkiye’den ve yurtdışından gelen siyasi baskılarla karşılaşan program, önümüzdeki hafta da ‘Büyük Ortadoğu ve Asya Projesi’ konusunu ele alacaktı.

TRT’nin bu kararını, programı yayından kaldırılan gazeteci Banu Avar’a sorduk.

Gazeteci Banu Avar, TRT ve Sınırlar Arasında programı arasında bu güne kadar yaşananları, programın yayından kaldırılmasının perde arkasını Odatv.com’a anlattı:

 

 

"Şimdi biliyorsunuz 2004 Mayısı’ndan bu yana ben TRT’deyim ve 2004 yılının Mayısı’ndan bugüne kadar 82 program yaptık ve bunların büyük bir çoğunluğu üç ile on dakika arasında sansürlendi.

Ayrıca genellikle İsrail Büyükelçisi, İsveç Büyükelçisi, Vatikan Büyükelçisi buna benzer pek çok büyükelçileri Dışişleri kanalıyla TRT’ye karışması ve dayatması sonucu basın özgürlüğü ihlalleri gerçekleşti.

 

“Bunu kaldırın yayından” dedi mesela Vatikan Büyükelçisi ya da İsrail Büyükelçisi ve o şekilde program yayından kaldırılabildi.


Bunun basın özgürlüğüyle ya da ifade özgürlüğüyle tek savundukları nasıl bir ilişkisi olabilir bu durumları elbette halka bırakıyorum değerlendirmesini. Dolayısıyla bekleniyordu yani yönetimin bu ülkelerle özellikle Amerika Birleşik Devletleri, Avrupa Birliği, İsrail ilişkilerini zedelediği düşünülüyordu programın.


Ben yurtdışındaydım, fakat Gürcistan programımın yayınlanması istenmedi. Malum Gürcistan Kafkasya’daki İsrail’dir bir anlamda, aslında Amerika demektir Gürcistan. Gürcistan’daki gerçekleri olanca açıklığıyla ortaya koyunca, oradaki o Turuncu devrimden sonra ya da darbeden sonra nasıl bir açlıkla karşı karşıya kaldığı insanların ve bu Turuncu darbecilerin ne şekilde halkın en kılcal damarlarına kadar inerek toplumu bozduğu ortaya konunca, yüzde 90’ın işsiz olduğu ortaya konunca bunların hoşlarına gitmedi.


Ve dolayısıyla bir yol buldular, birdenbire daha az izlenmesini sağlamak için TRT 2’ye koydular programı. İki hafta sonra da işte kaldırdılar yayından. 2007’nin Aralığında ben istifamı verdim İbrahim Şahin’e, kendisi kabul etmedi. Ve dedi ki devam edin, ama dedim üç hafta devam ederim.


Bir dedim, editoryal bağımsızlığım olacak, hangi ülkeye gideceğime ben karar vereceğim. İki bir sene bir anlaşma yapmam lazım, biz sözleşme yapmam lazım. Çünkü bizim programımızı hazırlamak için birçok kitap okuyup birçok araştırma yapılıyor. Ve röportajlar almak için cumhurbaşkanlarından vs uzun uğraşlar gerekiyor. Dolayısıyla bir yıllık eğer bana sözleşme yaparsanız bütün bunlar kabul edildi söylenenler.


Bu daha sonra Gürcistan programıyla değil, TRT 2’ye alınması ben bunu zaten bekliyordum ama sezonun bitişine az kala yani yaz arasına bir program kala yani bitişe bir program kala beklemiyordum açıkçası.


İşte Büyük Ortadoğu ve Asya projesi diye adlı programın kurgusu yapılıyordu.

 

Daha onun içindeydik yani. Bana bir kâğıt geldi ve bu kâğıtta haber müdürünün, daire müdürünün imzasıyla diyor ki “artık sizden hizmet almayacağız” diyor, böyle öğrendim.

TRT 1’deki yayın akışına bakarsanız Prime-Time dediğimiz ana bölümlerde yayınlanan programların hemen çoğunu sunan insanların yaşam öyküleri nereden geldikleri, hangi fikirleri empoze ettikleri ve konuklarının kim olduğuna bakarsanız -çoğu çünkü konuşma programlarına dönüşmüştür şu anda- bunu herkes çıkarabilir diye düşünüyorum.

 

Orada hakikaten değişik bir kliğe ait insanların olduğu bir cemaat tavrı olduğunu gözlemlemek mümkün. Sınırlar Arasında çok zor yapılan, aslında öyle göründüğü kadar kolay değil gerçekten onun bir mekanizması vardı o mekanizma bozulduğu zaman tekrar o mekanizmayı kurmak çok zor olur.

 

O nedenle bu, dört yılda zor oturtulmuş bir mekanizmaydı ve bununla programı yapıyorduk ama şuanda tekrardan bunu bir yerde devreye sokmak oldukça zor olacaktır diye düşünüyorum. Bir de biliyorsunuz devlet kanalı TRT gibi bir kanalın yapabileceği essahta bir programdı.


Herhangi bir özel kanalın bunları yapabileceğine inanmıyorum. Ayrıca bizim bütün medya, tüm özel kanallar ya ABD’ye biat etmiştir, ya AB’ye biat etmiştir ya İsrail’e biat etmiştir yani bu tip söylemleri söyleyebileceğimiz bir yer de yok. Bugüne kadar TRT’de biz bu söylemleri yapabiliyorsak bu objektiflikte programı idame ettirebiliyorsak bunun tek sebebi vardır, tek dayanağı vardır, o da halktır.


Çünkü ben TRT tarihinde en çok mail alan insan seçildim, inanılmaz bir destek vardı. Bu destek nedeniyle beni orada tuttular uzun süre. Şuanda ben ‘Ortadoğu’ adlı bir kitap yazıyorum. Onu yazmak için kapanacağım, oturacağım çünkü hiç vakit bulamıyordum yazmaya.


Gittiğim ülkeler özellikle Kerkük, Erbil bu senenin başında, Lübnan, Mısır, Suriye, İran vs bu ülkelerdeki gözlemleri genişletilmiş olarak kitaba yansıtmak istiyorum. Onun için oturup hemen kitabımla haşır neşir olmaya başlayacağım, biraz da dinleneceğim.


Çok yorucuydu bütün bunlar, kendi programını yapmak yorucu değildi ama insanlarla boğuşmak çok yorucuydu, o yüzden biraz dinlenmeye ihtiyacım var. Aynı zamanda da kitabımı yazacağım."

Odatv.com

 

nest...

batman iftar saati 2021 viranşehir kaç kilometre seferberlik ne demek namaz nasıl kılınır ve hangi dualar okunur özel jimer anlamlı bayram mesajı maxoak 50.000 mah powerbank cin tırnağı nedir