Affediyorum
Yaşanmışlığın sınırlanırını zorlayıp
Uzaklara kaçtığım için
Her bir yeri viran edip öylece baktığım için
Kendimi düşlerimi
Affediyorum
Tükettiğimiz kalın duvarlar içindeydi yavşak kucaklar
Sınır ötesi bir katliam altındaydık
Bunu bilen duvarların içindeki ölü yüzlerdi
Paketlenmiş bir geleceği taşıyorduk tren raylarına
İçinde ne olduğunu bilmeden yaşamak
Doğalı 24 yıl oldu
Hala anlamış değilsin soyutluğu
Damarlarına girmemiş
Kötülük kavramı
Oysa hayat
Kötülükle endekslenmiş bir borsa
Alıp gitsem diyorum şu başımı
Nerelere sığdırsam, nerelere vursam
Sığdıracak ne bir gerçek kaldı
Vuracak nede bir dağ
Dünyada kalmadı bir yer
Mutluluk;
Senin gülen yüzünde
Mutluluk;
Dudaklarından çıkan iki kelimede
Mutluluk;
Bakışlarındaki anlamlı cümlelerinde
Kalbinde kocaman bir delik,
Ve sen kalbini gizliyorsun,
Yanık bir hal var yüzünde,
Utanma duygusumu vurdu yüzüne,
Karmaşık bir elmi dolandı göğsüne
TÜM SEMİHA AY ŞİİRLERİ
“ey susam!.. ey karanlık!.. ey borçlarını ödemeyenler!..
sen o ses misin en aşağılardan gelen!..
karıştırın bütün otları o aşağlarda
yıkın benim güvenimi,
soğuk bir at olsun seslendigim ses, yıkın!..
ben koşarım aşağlara, koşarım
yıkanacak boğulacak su bulsam
ey her şey!.. ey beni gülünç eden bitki sapları!..
sessiz katlanmalarıyla içimde ölmüş çocukları sallayan
vazgeçilmez uğursuz şarkının salıncağı!..
ben durmadan en utandırıcı şeyleri hatırlasam.
nasıl camsı gürültülerle olacak her şey,
ve sularla,
ve nasıl artık arınamaz kirlenmiş olurum o zaman, yıkın!..
ben koşarım aşağlara, koşarım
yıkanacak boğulacak su bulsam
ey bütün kadınlar uzak!.. güneşi övmüyorum. ve
kanım ne güzel akıyor ıslak taşlıklarda. sanki her şey,
sanki her şey!.. katıyürekli kârcıların, yani büyük
tecimenlerin
uzaklardan getirip sunduğu kanlı pahalı bir tabak
ey yanan bir şey,
yanan ve içilen bir şey,
karanlıktı kanım bir şey,
güneşe başkaldırmıştı kanım () sanarak.
ben artık büyük kıyıları boylasam.
ben koşarım aşağlara, koşarım
yıkanacak boğulacak su bulsam
ey kimse yok!seafoodplus.info bir mavinin unutulmasından
arta kalan!..
ey sen var mısın?
ey olma!..
ah, yağmur başlayacak
ah, yağmur başlayacak
ah, yağmur başlayacak
ah, yağmur başlayacak
ah, yağmur başlayacak
ah, yağmur başlayacak
ah, yağmur başlayacak
gece olsa da sussam
ben koşarım aşağlara koşarım
yıkanacak boğulacak su bulsam
ey sür atlarını bacaklarımdan bağlayıp karışık ölümsıkıntııslakgülünçlüğü
renkli camların!.. bir göl bulacağız sonunda,
develerin suyunu içip tuzunu bıraktığı,
kirli ayakparmak aralarını yıkadığı cünüp adamların, burunları
kıllı
benim kanım gülünç ve kahraman lekeler bırakacak
öbürkülerin yanında,
camlar nasıl olsa kırılacak
sonra yatacağı geceye gidecek herkes
ben ne yapsam ne yapsam ne yapsam
senden haber ver, ey yaralı kahraman atlar!.. ey büyütüp
yaralarını yalayan atlar!.. otoburlukla kana karışmayan atlar!..
arabanızı çekiyordunuz,
aygırlarınızı iştahla uyandıran kalçalarınızda büyük yaralar
kuyulara eğiliyoruz, ve büyük övgüsünü yapıyoruz küçük
yıkıntısının soğuk ışıklı kulüplerin, ve kara küplerin ve etekleri
kısa, koltukları tüylü kadınların ve kötü dükkanlar
karanlığının
eğilmiş, çiçek toplayan bir çocuk bulsam
ben koşarım aşağlara, koşarım
yıkanacak boğulacak su bulsam”
Turgut Uyar
Like
Çok zaman oldu yazmayalı buraya, farkındayım. Hem de her gün biraz daha fark ederek yazılmamış olan bu sayfayı. Çoğunlukla kendim için yazıyorum artık; kimi anlarda annem elinde bir tepsiyle çıkageliyor. Onu görünce gülümseyerek kaldırıyorum başımı defterden, gözleri ışıldıyor. Heyecanla başladın mı yoksa romana diye soruyor. Gülüyor. Gülüyorum. Ne romanı anne, yazıyorum işte ben öyle gibisinden bir şeyler mırıldanıp geçiştiriyorum, fincanı tepsiden alıp masanın bir kenarına bırakarak.
Annem, oğlu roman yazsın istiyor.
Kalemi tutuşumu görüyor, kelimeleri ve onların arasındaki oyunlara katılırken yaşadığım sevinci, virgülleri, noktaları ve kağıdı, hani şu sarı saman kağıtlarını, defterlerime özenle sahip çıkışımı, yazı masamı ve bazen sen yazmak için yaratılmışsın oğlum diyor. İnatla mutlu oluyorum ama ben aslında bilmiyorum. İhtiyar bir hal çökmüş üzerime. Kımıldasam, takatim yok, durup hareketsiz kalsam, tam ölmüş de değilim. Suyun üzerinde, nereye gittiğini bilmeyen ve çoğu zaman gittiği yerden memnun olan bir nilüfer çiçeği gibi itaat ediyorum şu sıralar suyuma.
Suyuna gidiyorum suyun.
Köksüz başım, köksüz başım, alıp gitsem seni, düşünsem kendimi bir başkasıymışım gibi.
Kendimi özlüyorum.
Yazı yazmayı özlediğimde aslında özlediğim şeyin yazı yazan celil olduğunu görüyorum.
Ve özlemlerimi düşünüyorum.
Eski ve köhne bir motorla Eyüp Sultandan, Üsküdara geçişlerimi özlediğimde aslında o yolculuktaki celilin kapıldığı hayalleri, yüzüne vuran rüzgârla dalıp gittiği mevsimleri ve daha da önemlisi denizin ortasında büyük bir gürültünün esiri olarak karşıya geçen celil olarak hayata bakmayı özlediğimi fark ediyorum. Hani öyle güzel, öyle özgür ve mutlu.
Kendimi, bir şeylerin özlemlerine saklıyorum.
Saklı kalan özlemlerin içinden kendimi çıkarıyor ve kucaklıyorum kendimi, kollarıma alarak, sıkıca.
Sevdaya tutuluyorum.
Sevda geçiyor başımdan, geçip gidiyor.
Ben hayata tutuluyorum.
Bu sefer sevdamı özlüyorum.
Peki ben hakikaten sevdamı mı özlüyorum?
Bana öyle geliyor ki, ben onu değil, ona tutulmuş, ona kapılmış celili özlüyorum. Hayata, içinde akıp duran ılık sularla bakan o çocuğu, hani kaldırım taşlarını bile seven, kendine aynada göz kırpan o çocuğu, aşık olan kendimi özlüyorum.
Kendi özlemlerimin altına kendimi saklayıp, ona ihtiyacım olduğunda özlemlerimi diriltiyorum.
Sizin de bu durumu yaşadığınızı sanırım söyleyebiliriz.
Mesela sevgilinizi özlediğinizde bence sevebilen ve sevilmeye izin veren yanınızı özlüyorsunuz.
Sevişmelerinizi özlediğinizde, haz ve şehvetle dolu biri olarak hayatın bütün anlamlarından sıyrılıp soyutlaşabilen halinizi özlediğiniz gibi.
İşinizi özlediğinizde, üretebilen o kendinizi, evinizi özlediğinizde, hiçbir maske takmak zorunda kalmayan kişi olarak güveni ve huzuru duyumsayan, pijamalı görüntünüzü özlüyorsunuz.
Pudingi ben de sizin gibi özlerken dilimdeki tat tomurcuklarında çocukluğum yeşeriyor.
Kız kaçıran fitili alevlemek istediğim şu bayram gününde, aslında tam olarak annemin yeni elbiselerle giydirdiği küçük celili özlediğimi fark ediyorum.
Anneannemi özlüyorum çünkü ben kimsenin dizine bir daha asla öyle koşulsuz yatmadım; birinin dizine koşulsuz yatmayan halimi başka hangi özlemin altına gizleyebilirdim?
Annenizin dışındaki hangi özlem size güvenebilen, o saf, o çıkar aramayan, her yemeği lezzetli bulan halinizi getirir?
Bir akşam vakti evi terk ettiyseniz ve o akşam hava karlıysa, siz yıllar sonra o cesur ve kararlı halinize nasıl sarılabilirsiniz, kar yağan bir akşamı özlemeden?
Sevdiğiniz kadına sarılmışsanız bir gece vakti bir bankta, birbirinize dönmüşseniz, yüzünüzün yarısını dolunay aydınlatmışsa, çivit mavisi deniz huysuzca kıpraşıyorsa ve öpüşmüşseniz oracıkta hemencecik, hanımelleri, begonvilin çiçekleri kokuyorsa o gece, belki bir yerlerden bir müzik de geliyorsa, boşvermişseniz kendiniz ve ondan başkasına, hayat sizin içinse ve siz içindeyseniz onun, sahi tam olarak neyi özlersiniz, hanımelleri kokan bir akşamı özlediğinizde?
Ve özlediğimde?
Namazı özlediğimde, hangi celili özlerim ben?
Hangisidir benim içimde olanlardan, sokak çalgıcıları Çingene çocuklarla dans etmeyi özlediğimde, aslında kavuşmak istediğim kendim?
Üstü açık yatan ranza arkadaşımın üstünü örtmeyi şu anda özlüyorsam, hangi halimdir gözümde tüten?
Peki siz,
siz nelerin içine sakladınız kendinizi?
Hangi haliniz gülümsüyor size annenizi özlediğinizde?
Hangisini görüyorsunuz sevgilinizin sizi boynunda öpüşünü düşündüğünüzde?
Sen,
Sen hangi senin elinden tutuyorsun, hangisinin göğsüne yatıp uyuyorsun, kendini Kadıköy vapurunun balkonunda düşlediğinde?
İnsan yine ancak kendini özler.
Ve ahh anne, ben roman yazamam.
Ama seni özleyebilirim.
Ki roman yazabileceğine inanan celili kucaklamak için.
Mürekkebim bittiğinde yani
şu anda,
tam şu anda..,
anne.