Behram paşanın Assos’u fethetmesinden sonra, (1.) Murat Hüdavendigar buraya bir cami yapılmasını ister. Caminin yapılacağı yer ve kullanılacak malzemeler konusunda sorun çıkması üzerine, o ünlü sözünü söyler:
“Osmanlıda taş çoktur, taşın gereği yoktur.”
Bunun üzerine, Murat Hüdavendigar Camisi, antik kentin içine, en tepeye yapılır. Cornelius kentinin kapısı, caminin kapısına dönüştürülürken, üzerindeki yazılara dokunulmamış, sadece iki yanında bulunan haçlı kısımlar çıkarılmıştır. Ayrıca caminin mimarisinde, antik çağdan günümüze, tarihi değeri olan taşlar da kullanıldığı için, ilginç bir örnek oluşturur.
Zülfü Livaneli ve Yunanlı büyük sanatçı Teodorakis, Türk -Yunan dostluğu kapsamında karşılıklı konserler vermektedir. Bir gün Giritde konser vereceklerdir ve konsere ilgi, çok büyüktür.
Bu ilgiyi gören batılı bir gazeteci şaşırır. Türlerle Yunanlılar her fırsatta birbirlerine düşman olduklarını söylerken, bir Türk santçısının konserine bu denli ilgi gösterilmesine anlam veremez. Yaşlıca bir Giritliye sorar:
Hem Türklerin düşmanınız olduğunu söylüyorsunuz hem de bir Türkün konserine bu kadar büyük ilgi gösteriyorsunuz. Bu durumu nasıl açıklıyorsunuz?
Yaşlı Giritli, gazeteciye bakıp:
Sen nerelisin? diye sorar ve gazetecinin ne Türk ne de Yunanlı olmadığını anlayınca, sen anlamazsın der.
Hitler, Sovyetler Birliğine savaş açtığında Türkiye, Sovyetlerin bir parçası olan ve Stalin’in de eziyetlerine maruz kalan Kırım Türklerinin, Sovyet ordusundan ayrılarak, savaşı kazanacağını düşündüğü Hitler’in tarafında, Alman ordusunda savaşmalarını ister.
Fakat umulan gerçekleşmez ve Almanya yenilir. Alman askerleriyle birlikte, yaklaşık Kırımlı da aileleriyle beraber, Avrupa’da Alpler’e kaçarlar. Ancak Stalin, Sovyet vatandaşı olan bu kişileri, “vatan haini” olarak, bulundukları ülkelerden geri ister. Hitler’i yenmiş bir Stalin’le de kimse kötü olmak istemediğinden, Kırımlılara sahip çıkılmaz.
Stalin’e teslim edilmeleri halinde, işkenceyle öldürüleceklerini düşünen Kırımlı, kaçtıkları yer olan, Alplerin yamacındaki Drau Nehrine atlayarak intihar eder. Diğerleri ise vagonlara doldurularak Türkiye üzerinden Rusya’ya teslim edilecektir. Türkiye’ye geldiklerinde, Türk Devletinin kendilerini koruyacağını, teslim etmeyeceğini düşünenlerin son ümitleri, vagonların çivilenmesiyle son bulur. Bunun üzerine, kişi de kapıları kırarak Kızılcık Nehri üzerinden geçerken, atlayıp intihar eder. Geriye kalanlar da sınırı geçtiklerinde, Sovyet askerlerince kurşuna dizilirler.
Osmanlıyı bitiren bir yerde, “Osmanlı Rus savaşları” olmuştur. Özellikle de eskilerin “93 Harbi” dediği, “ Osmanlı Rus Savaşı” nerdeyse Osmanlıyı bitirme noktasına getirmiş, II. Abdülhamit’in akıllıca siyasetiyle İngilizleri yanına çekmesi ve istibdat rejimi sayesinde bu süreç, biraz daha uzamıştır.
Bu savaştaki asıl ustalık ise İngilizlere aittir. Osmanlının ekonomik sıkıntı içinde olmasına karşılık, borç para verip, savaşın kazananı olmadan her ikisinin de kaybettiği, bir savaş olmasını planlamışlar ve bu emellerine, büyük ölçüde de ulaşmışlardır.
Kaderin cilvesine bakın ki, Osmanlıyı bitirme noktasına getiren Rusya, “ Bolşevik İhtilâli” sonucu “I.Dünya “Savaşı”nda müttefikler safından, aralarındaki “Sykes-Picot” gibi anlaşmaları da deşifre ederek ayrılmış, “İstiklal Harbi”nde de yeni Türk Devletinin yanında yer almışlardır.
Kurtuluş Savaşında, ordunun teçhizatının yetersizliği nedeniyle, Yunanlılara karşı geri çekilmek zorunda kalması, M. Kemal’i arayış içine sokar. Bunlardan birisi, Fethi Paşa’yı Moskova’ya göndererek, Lenin’den para ve silah yardımında bulunmasını istemesidir.
Fethi Paşa’nın Lenin ile görüşmeye geldiğini haber alan, zamanın “Buhara Cumhuriyeti” devleti cumhurbaşkanı, Osman Kocaoğlu, M. Kemal’e iletilmek üzere kendi hazinesinden, milyon ruble külçe altını (59 milyon Osmanlı altın lirası) Moskova’ya vagon içerisinde gönderir. Kendilerinin, Anadolu’ya geçirebilme imkânları olmadığı için, Lenin’den göndermesi için rica ederler.
Kaderin cilvesine bakın ki, Yıldırım Beyazıtı Ankara Savaşında yenerek, Osmanlıyı fetret dönemine sokan Timurdur ama bu kez torunları, yeni kurulacak Türk devleti için altınlarını göndermektedir.
Lenin, aldığı bu paranın sadece 11 milyonunu, 4 yılda gönderir. Geri kalanını ise yeni kurulan Sovyetlerin hazinesine aktarır. Sovyetlerin yapmış olduğu para yardımı, bundan ibarettir ve geri kalan paradan da bir daha ses çıkmamıştır.
Sovyetler ’de tüm Türkistan bölgesini işgale başlar, bunun üzerine Osman Kocaoğlu, İngilizlerden, kendi milli ordusu için silah satın almak üzere Afganistan’a gider. Ancak, İngilizler’in Ruslarla gizli antlaşması nedeniyle bu satış gerçekleşmez.
Buhara Başbakanı Feyzullah Hoca, işgal üzerine Afganistan’da bulunan Osman Kocaoğlu’na haber göndererek, geri dönmemesini ister. Ruslar, Kabil’de sürgün kalan Osman Kocaoğlu’nun ya kendilerine verilmesini ya da ülkeden çıkarılmasını isterler. Bunun üzerine yılında İstanbul’a gelir. Atatürk tarafından, yapmış olduğu yardımlar nedeniyle, sıcak bir ilgiyle karşılar ve yine Atatürk’ün bizzat talimatıyla, kendisine mebus maaşı bağlanır. Kendisinin ölümünden sonra da ( ) eşinin ölümü olan, ’ya kadar bu maaş kendilerine ödenir. Sovyetlerin baskısıyla, Türkiye’den de ayrılmak zorunda kaldığı bir dönem olmuştur.
Tüm bu olanları, oğulları Prof. seafoodplus.info Kocaoğlu da teyid etmektedir.
I.Dünya Savaşının başlıca paylaşım alanlarından biri, Ortadoğu idi. Bu paylaşımın en önemli haritası, İngiltere ile Fransa arasında, Sykes-Picot tarafından çizildi. Buna göre Basra tarafı İngilizlerin elinde kalırken, İskenderun Körfezini de içine alan Suriye tarafı, Fransızlarda kalacaktı. Çünkü, Musul petrollerinin gerçek kontrolü, İskenderun Körfezinden geçmekteydi.
’de İskenderun’dan başlayarak bölge, İngiliz ve Fransızlar tarafından işgale başlandı’de Halep’teki Faysal hükümetinin Fransızlarca devrilmesi sonucu, bölgedeki Hatay Kuvayı Milliye gücü, Maraş Kuvayı Milliyeye katılmak istedi. Bunun üzerine, 20 Ekim ’de M. Kemal yönetimi ile Fransızlar arasında, Hatay’ın özerk olmasıyla ilgili Ankara antlaşması imzalandı.
9 Eylül ’da ise Fransa ile Suriye arasında imzalanan anlaşmayla, Hatay’da Suriye egemenliği gündeme geldi. Türkiye buna itiraz edince, Milletler Cemiyeti’nin aldığı kararla, bölgenin toprak bütünlüğünün Fransa ile Türkiye’nin güvencesinde olması benimsendi.
Mayıs ’de, doktorların ısrarla karşı çıkmasına rağmen Atatürk, Adana ve Mersin’e giderek, resmi geçitleri ayakta izler. Böylece bölgenin en hakim gücü olduğu mesajını verir.
5 Temmuz ’de Türk birliğinin İskenderun’a girmesi üzerine Fransa, Suriye sınırına çekilmek zorunda kalır.
Adana, Mersin gezilerinin, hasta olan Atatürk’ü çok yorduğu ve hastalığın seyrini hızlandırarak ölümüne sebep olduğu söylenir Bu nedenle Hataylılar, “Atatürk, Hatay şehididir” derler.
Fransızlar, Türk hükümetinin ve Hatay halkının kararlılığı karşısında, Türkiye ile yeni bir anlaşma imzalamak zorunda kalır.
Hatay maalesef, Atatürk’ün ölümünden sonra 7 temmuz ’da anavatana katılır.
(Kaynak; Mustafa Balbay)
II. Dünya savaşı sırasında Romanya’da Nazi tehdidinden kaçan, zengin ve aydın Romanya Yahudisi, Filistin’e gitmek üzere yapımı 46 metrelik eski bir Bulgar gemisi olan Struma’yı kiralarlar. Zira daha önce, Romanya’nın Yaş şehrinde Yahudi, Nazilerce katledilir. Gemi İstanbul’a geldiğinde ise motoru arızalanır.
Almanya tarafından yolcuların karaya çıkmaması için, Türk hükümetine baskı yapılır. Romanya ise Almanya’nın müttefiki olduğundan gemiyi geri kabul etmez. İngilizler ise Filistin’e Yahudi göçünü kısıtladığından, geminin yoluna devam etmesini engellemekle meşguldürler.
Bu arada gemide salgın hastalık ve açlık baş gösterir. Göstermelik yardımların dışında özellikle, Türk Yahudi toplumu tarafından gemiye yardım yapılır. ABD’nin ricası ve Vehbi Koç’un da uğraşları sonucu Martin Segal ve ailesiyle birlikte, sadece birkaç Filistin vizeli yolcunun gemiden ayrılmasına izin verilir. Segal, New York merkezli bir petrol şirketinin, Romanya müdürüdür. Vehbi Koç da aynı şirketin, Türkiye temsilcisidir.
Görüşmelerin hiçbirinden sonuç çıkmaz. Türk hükümeti motoru halen çalışmayan Struma’yı Şile açıklarına çektirir. Ertesi günün sabahında da 24 Şubat ’de büyük bir patlamanın ardından gemi ’ü çocuk toplam kişiyle Karadenizin buz gibi sularına gömülür.
Gemiden Sadece 20 yaşındaki yolcu David Stoliar ile ikinci kaptan İvanof Diko kurtulur. Ancak Diko, soğuğa fazla dayanamaz ve boğulur. Stoliar’ı ise Türk kurtarma kayığı bulup kurtarır.
Stoilar daha sonra İsrail Silahlı Kuvvetler Radyosuna verdiği demeçte, gemiyi Türk torpido botunun batırdığını söyler. Olayın aslı ise ’daki Sovyet arşivlerinden çıkar. Gemiyi torpilleyenin, Sovyet denizaltısı “Shch – ” olduğu, Almanya’ya her türlü stratejik yardımın engellenmesi amacıyla yapıldığı ortaya çıkmıştır. Zira bir önceki akşam, Türk kargo gemisi Çankaya da torpillenerek batırılmıştır.
Herkes birbirini suçlarken ya da kimse sorumluluk almazken, yüzlerce masum insan daha tarihin ayıplı sayfalarında, adalet beklemek için yerini çoktan almış oldu.
Dünya Siyonist Teşkilatını kurup, ilk kongrede de başkan seçilen Theodor Herzl () kongrede, “ben bugün burada Yahudi Devletini kurdum. Ancak bunu yüksek sesle söylersem, bütün dünya güler. 5 sene içinde ya da 50 sene sonra bunu herkes böyle bilecek” demiştir. Kutsal Siyon tepesinin bulunduğu Filistin topraklarında Yahudi Devletini kurmak amacıyla, 17 Mayıs ’de Abdülhamid ile görüşür.
Görüşmede Herzl padişaha, Yahudilerin “vaat edilmiş topraklarda yurt kurmasına izin verilmesi halinde, Avrupa’daki Yahudi bankerlerin, Osmanlının tüm dış borçlarını ödeyeceğini” bildirir. Buna karşılık Abdülhamid, “ben bir karış dahi toprak satmam, zira bu vatan bana değil, milletime aittir. Milletim bu vatanı, kanlarıyla mahsuldar kılmışlardır” diyerek reddeder. Aslında teklif oldukça caziptir. Osmanlı Devleti, moratoryum ilan etmiş, mali açıdan çok zor durumdadır. Abdülhamid bu durumu şöyle açıklar:
“Kudüs taraflarından toprak satın alarak her taraftan Yahudileri oraya iskan istediler. Adeta oraya bir memleket tahsis etmek isterler. Teklifleri de devletin Duyun-u Umumiyesini kamilen deruhte etmekti. Güzel bir şey. Zira Duyun-u Umumiye bir gün gelip de borçlarımızı ödemezsek, devletin maliyesini murakabeye almak gibi bir tehlike mevcuttur.”
Herzl, Abdülhamid ile ikinci görüşmesini 4 Temmuz ’te yapar ve yine reddedilir. Bunun üzerine şöyle der; “Türkler gün gelecek dilenci durumuna düşecek ve dizlerime kapanıp yalvaracaklar.”
İngilizler, Yahudi yurdu olarak, Uganda’yı teklif ederler. Ancak teşkilat bunu kongrede reddeder. Filistin topraklarının “vaat edilmiş topraklar” olması, Herzl’in gözünü buraya çevirmesinin nedenidir.
Abdülhamid, Filistini satmamış ancak Yahudi kökenli Rothschild ailesinden, uzun vadeli olarak yılında 6 milyon, yılında da 8 milyon pound borç alır. Karşılığında da Rothschildin Filistinde koloniler kurmasına, yerli ve yabancı Yahudilerin toprak almasına izin verir. Bu izin, nihayetinde de İsrailin kurulmasına kadar gider.
URBAN’IN SÜPER TOPU
II. Mehmed (Fatih), Konstantinopol’ü almak için parlak fikirlerle gelen herkesi, müslim ya da değil ödüllendireceğini her yere yaydırır.
Bu arada Macar kralı Urban da “süper top” yapmak için uğraşmaktadır. Sonunda, barutun zamansız patlamasına ve isabet sorunlarına bir çözüm bulmayı başarır. Eğer topların boyutu ve güçleri artırılırsa, doğru yere isabet etmesinin bir önemi yoktur. Zira devasa büyüklükteki top mermileri, nereye düşerse düşsün büyük bir alana zarar verecektir.
Bu süper top, bir tondan daha ağır, cm çapındaki mermileri atabilen bir top olacak ve bu topu destekleyen 90 cm çaplı mermi atabilen küçük toplardan oluşacak.
Bu topların imali ise büyük paralara, çokça askere ve yüzlerce ton baruta ihtiyaç duyduğundan, Urban teklifini ilk olarak, Osmanlı tehdidinde olan dindaşları Bizans’a götürür. Fakat Konstantin, bu kadar paraya “asker” tutarım diyerek reddeder.
Urban bu kez, Konstantinopol’ü ele geçirmek isteyen II. Mehmed’e gider. II. Mehmed, hiç tereddütsüz kabul eder. Toplar döküldükten bir yıl sonra da şehri kuşatır. Kuşatmanın kaderini ise Urban’ın dev topları belirler. Zamanın “napalm bombası” olan “Rum ateşi” (neft ve zift karışımı yanıcı mermiler) bu süper topun menziline yaklaşamaz bile.
XI. Konstantin öldürülür, şehir fethedilir dahası Osmanlı orduları, Urban’ın topları sayesinde Viyana önlerine gelir. Urban’ın kazandığı para ise ülkesi Macaristan’ı kurtarmaya yetmez, Osmanlının yıl tehditi ve egemenliğinde kalır.
Kabakçı Mustafa isyanıyla III. Selim tahttan indirilerek yerine IV. Mustafa getirilir. Bunun üzerine Alemdar Mustafa Paşa da kişilik bir orduyla isyanı bastırıp, Kabakçı Mustafa ile beraber isyancıları öldürür. IV. Mustafa ise yerine geçmesinler diye kardeşi şehzade Mahmut ile III. Selim’in öldürülmesini emreder. III. Selim hemen öldürülür fakat şehzade Mahmut saray hizmetkârlarınca saklanır.
Bunu haber alan Alemdar, IV. Mustafa’yı tahttan indirip, şehzade II. Mahmud’u tahta geçirir. Buna karşılık II. Mahmud da kendisini sadrazam yapar. Alemdar, “Nizam-ı Cedid” ordusunu “Sekban-ı Cedid” olarak yeniden kurar. Yeniçeri “ulufe cüzdanlarını” da bedellerini ödeyerek satın alır. Alınıp satılan bu cüzdanlar sayesinde askerlikle hiçbir ilişiği olmayan pek çok insan “asker maaşı” almaktadır.
Bu yapılanlar karşısında IV. Mustafa yanlıları ve Kapıkulu ocakları mensubu ağalar ayaklanıp, Alemdar’ın konağını basar. Alemdar kaçamayacağını anlayınca, barut fıçılarını kendisi ve kellesini isteyen yeniçerilerle birlikte havaya uçurur.
Bu kez yeniçeriler saraya, Topkapı’ya yönelir. Kadı Abdurrahman Paşa, Sekban-ı Cedid askeriyle sarayı savunur ve isyancıları bozguna uğratır. ’den fazla yeniçeri ve isyancıyı kılıçtan geçirir.
İsyan bastırıldıktan sonra II. Mahmud, Sekban-ı Cedidi dağıttığını ilan eder. Kadı Abdurrahman Paşa kaçar ancak hakkındaki ferman gereği yakalanarak idam edilir.
II. Mahmud, 25 mayıs ’te Yeniçeri Ocağını kaldırdığını yerine Avrupa tarzında “Eşkinci Ocağının” kurulduğunu ilan eder. Bütün ocaklar padişaha sadakatlerini bildirir fakat Yeniçeri Ocağı ayaklanır.
Bunun üzerine Aksaray’daki Etmeydanında bulunan Yeniçeri kışlaları topa tutulur. ’den fazla yeniçeri öldürülür. ’den fazla isyancı tutuklanır.
18 Haziran “Asakir-i Mansure-i Muhammediye” adında yeni bir ordu kurulur.
yılında “Vakayi Hayriye” olayı sonrası Yeniçeri ocağı resmen kaldırılır ancak ortalık hemen durulmaz. Her ne kadar yeniçerilerin büyük kısmı öldürülse de bir kısmı kaçıp saklanır. Bir araya gelenler, yeni isyanlar çıkarır hatta bir ara Beyazıt’taki Yangın Kulesini de yakarlar. Yeniçerilerden sadece küçük bir grubu yeni orduya alınır.
– yılı Osmanlı – Rus savaşı nedeniyle, II. Mahmut’un sefere gideceği ilan edilir. Sarayda hazırlıklar yapılır ve uğurlanır ancak savaşa gitmez. İsyanlar ve suikastlar nedeniyle Rami kışlasına gelip, iki yıl devleti buradan yönetir.
Yine aynı yıl, ramazan ayı ve kadir gecesi münasebetiyle, padişahın teravih namazına katılması beklenir. Ancak Rami’den saraya gidiş güvenlik riskini çok artırdığından, şeyhülislamdan teravih namazına katılmamasının caiz olup olmadığı sorulur. Şeyhülislam da “tabi ki katılmamanız daha uygundur” der. Padişah “ben de aynı kanaatteyim ancak bunu halka nasıl anlatacağız” der.
(Teravih namazını nerde kıldığını bilmiyoruz.)
IV. Murat ilk olarak, yaygınlaşmış olan rüşvet ve iltiması azalttı. İstanbulda alkol, tütün ve kahveyi yasakladı. Yasağın sebebinin deki büyük İstanbul yangını olduğu ve padişahın yaptırdığı bir soruşturma sonucuna göre bu yangının tütün içen sarhoş yeniçeriler tarafından çıkarıldığı iddia edilir. Ayrıca meyhane ve kahvelerin Yeniçeri ve isyancıların toplanma mekânı haline gelmesi padişahı düşündürmüştü.
Yasak, kaybolan devlet otoritesinin de bir nevi tekrar tesisinin bir göstergesi olacaktı. Padişah kendi yasağına ne derece uyulduğuna bağlı olarak otoritesini ölçtü. Bu nedenle yasak çok katı bir şekilde uygulandı. Sultan Murat, yasağa uymayanların öldürülmesini emretti. Bazı geceler tebdîl-i kıyafet ile sokaklarda teftişlerde bulunurdu. Birçok meyhaneyi gece kendisi bizzat, baskınlar ve infazlarla kapattı. Padişahın, üstün ve kutsal bir figür olarak Topkapı Sarayında bulunmasına alışık İstanbul halkı, halk arasına karışan ve doğrudan gücünü sergileyen IV. Murata bu yüzden farklı bir gözle bakmıştır.
Her ne kadar içki ve tütünü yasaklasa da kendisinin ise çok fazla içtiği hatta ölümünün hiç beklenmedik bir şekilde, ’ta henüz 28 yaşında Bağdat seferinden hasta döndüğü ve “siroz” ya da “damla” hastalığından olduğu söylenir.
Halife Abdülmecit Efendi, Dolmabahçe sarayından ayrılıp sürgüne giderken halkın da sokaklara dökülüp bu kararı protesto edeceğini sanır. Dışarı çıktıklarında kendisine eşlik eden yavere sorar, “halk nerede?”
Sabah saatleridir, yaver saatine bakar ve “halk şu anda kahvaltısını yapıyor efendim” der.
Genç yaşta tahta geçen Fatih, sefere çıkmazdan önce babasının bilgi ve tecrübesinden yararlanmak amacıyla onun da ordunun başına geçmesini ister ancak babası kabul etmez. Bunun üzerine Fatih, “eğer sen padişahsan gel koltuğuna otur, yok eğer ben padişahsam sana emrediyorum ordunun başına geç” der.
Bunun üzerine babası sultan II. Murad, çaresiz ordunun başına geçer.
Resneli Niyazi Bey, ’te Makedonya’ya bağlı Manastır ilinin Resne kasabasında doğmuştur. İttihat ve Terakki fırkasının önde gelen liderlerindendir.
3 temmuz ’de Selanik’te fedaisiyle dağa çıkarak seafoodplus.infoülhamit’in istibdat rejimine başkaldırdı. Abdülhamit’in seafoodplus.infoşrutiyeti ilan edip Kanun-i Esasiyi (anayasayı)yürürlüğe sokmasıyla, dağdan inip Selanik’te büyük gösterilerle “hürriyet kahramanı” olarak karşılandı.
“31 Mart” olayında, “harekat ordusunda” yer almış, Balkan savaşı çıkınca da Cevdet Paşanın ordusuna katılmıştır.
İlginç bir şahsiyettir. “Vatan fedaisi” yazılı bir şapka ve evladı gibi sevdiği bir geyikle dolaştığı söylenir.
17 nisan ’te Arnavutluk’un Avlonya limanından İstanbul’a gelmek üzereyken İttihat terakkinin kendisine gönderdiği koruması tarafından vurularak öldürülmüştür.
Öldürülme olayının karanlıkta kalması ve kendi koruması tarafından vurulması nedeniyle “ne şehittir ne gazi pisi pisine gitti Niyazi” değimi Türk halkının hafızasına kazınmıştır.
Bursa Ulu Cami’nininşaatı tamamlandığında Yıldırım Beyazıt, ulemayla birlikte camiyi gezer. Emir Sultan, “padişahım caminin bir eksiği var, dört köşesine birer meyhane yapılırsa daha iyi olur” der. Yıldırım’ın hiddetlenmesi üzerine de “başka türlü sizi burada göremeyiz üstelik, Allah’ı andığınız yere o mereti zaten layık görüyorsunuz” der.
Yıldırım Beyazıt’ın bu olay üzerine “haklısın Emir Sultan” deyip, içkiye de tövbe ettiği söylenir.
Papa seafoodplus.infontius, önce Mısır’ı ele geçirmek sonra da Kudüs’ü kurtarmak amacıyla tüm Avrupa’yı IV. Haçlı seferine davet etti. Bu sefer hareketi, yılında Venedik’te başladı. Venedik dükü Enrico Dandola’nın seferin yönünü değiştirip, Konstantinopol’e çevirmesi sonucu, kültür hazineleriyle dolu bu şehir, yakılıp talan edilir.
yılından itibaren 57 yıl sürecek, “Latin İmparatorluğu” kurulur. Ta ki, İznik imparatoru 8. Mikhail Palailogos, şehri geri alıncaya kadar. Ortodokslar bu katolik Latin işgali, her zaman derin bir acı olarak hatırlarlar.
İstanbul’un fethinden önce de “Katolik” ve “ortodoks kiliseleri” iki karşıt güçtü. ′te fetih olmasaydı katolik Avrupa karşısında “ortodoks kilisesi” varlığını sürdüremezdi.
Fetihten önce papanın öncülük ettiği, katolik ve ortodoks kiliselerini birleştirme çabalarına karşı çıkan patrik Gennadios, “İstanbul’da kardinalin külahını görmektense Osmanlının sarığını görmeyi tercih ederim”demesi bunun açık bir ifadesidir.
Gerçekten de ortodoks kilisesini, katolik kilisesine karşı kurumsallaştıran ve varlığını güvence altına alan Osmanlılar olmuştur.
Martin Luther, cahilliğin hat safhada olduğu 10 Kasım yılında, Almanyada dünyaya gelir. O zamanlar, her Hıristiyan ülkede olduğu gibi Almanya da engizisyon mahkemeleri ile yönetiliyordu. Bütün kiliseler, halka günahlarının kefareti karşılığında cennetten arsa satıyor (endüljans), sattıklarına dair de bir belge veriyorlardı. Cahil halk varını yoğunu kiliselere verip, cennetten arsa satın alıyor, kilise ve papazlar da zenginleşiyordu. Engizisyonun kanunlarını ayıplamak, karşı çıkmak, araştırmak, düşünmek, diri diri yakılmak da dahil çok ağır cezaları vardı.
Bir gün Martin Luther, bu durumun çok saçma olduğunu, akla mantığa ters olduğunu söylediği zaman, onunda sonu farklı olmadı. Hemen engizisyon mahkemelerine, yargılanmak üzere çıkarıldı. Tabii yargı, o zaman dini kullananların elinde bir oyuncaktı. Onlar ne derse o oluyor, karşı çıkan idam ediliyor adeta onlara kutsal varlıklarmış gibi tapılıyordu. Bu duruşmaya halk büyük bir katılım göstermişti. Hatta öyle ki kalabalık, dışarı dahi taşmıştı. Duruşma sırasında Martin Luther, din adamlarına seslendi, herkesi cehennemle korkutup, cenneti parayla satıyorsunuz. Sıkıyorsa cehennemi satsanıza? Şok geçiren din adamları, iyi de, cehennemi kim alır? dedi. Martin Luther, ben alıyorum, parası neyse vereceğim. der. Din adamları, cehennemi ücretsiz olarak Martin Luthere satarlar.
Martin Luther dışarı çıkarak kalabalığa seslenir: Ben cehennemi satın aldım. Korkmayın, bundan sonra hiçbirinizi cehenneme almayacağım! der. Cehennem korkusunu üzerinden atan halk, kilise baskısından da kurtulmuş olur ve beş asır önce Alman aydınlanması da böylece başlar.
Ondokuzuncu yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu’nun toprağı olan Mısır, yüzyılın başından itibaren Kavalalı Mehmed Ali Paşa’nın soyundan gelen,‘Hıdiv’ unvanlı valiler tarafından idare ediliyordu.
Mısır Hıdıvi Said Paşa, Fransız mühendis Ferdinand de Lesseps’e ’te hazırlattığı ve Akdeniz ile Kızıldeniz’i birbirine bağlayacak olan Süveyş Kanalı projesini onaylaması için Sultan Abdülaziz’e sunmuştu. Projenin arkasında Fransa vardı ama İngiltere, Akdeniz’deki ve Hindistan’daki hakimiyetini sona erdirebilecek olan bu projeye karşı çıkarak, padişaha onaylamaması için baskı yapıyordu. Sultan Abdülaziz de 12 yıl boyunca bu projeyi onaylamadı. Ancak Hıdiv Said Paşa, onayı beklemeden Fransız mühendise çalışmalar için izin verdi.
Kazılar neredeyse tamamlanmak üzereyken Fransız hükümeti, Sultan Abdülaziz’e İngilizler’den daha fazla baskı yapmaya başladı. Sultan Abdülaziz, ’nın 19 Mart’ında yayınladığı fermanla Kanal’a izin verirken, Mısır’ın kanal inşaatı için yaptığı dış borçları da devlet garantisi altına aldı ve kendisi de Kanal Şirketi’nin hisselerine oldukça yüksek bir meblağ yatırdı.
Said Paşa ile kanalın mühendisi olan Ferdinand de Lesseps arasında ’te varılan anlaşmanın çok ilginç bir maddesi vardı: Kanal’ın Akdeniz’e açıldığı yere dev bir heykel dikilecekti. Heykel, firavunlar zamanının giysilerine bürünmüş bir kadın şeklinde olacak ve elinde “Asya’nın ışığının Mısır’dan geldiğini” sembolize eden bir meşale tutacaktı. Sultan Abdülaziz’in ödediği paralar arasında yapılacak olan heykelin masraflarının bir bölümü de vardı.
Paşa ve mühendis, eseri Fransa’nın tanınmış heykeltraşlarından olan Frederic Auguste Bartholdi’ye sipariş ettiler, hatta bir hayli avans da ödendi.
Ancak, Said Paşa’nın ölümünden sonra Mısır’ın başına geçen İsmail Paşa, Müslüman bir memlekette böylesine büyük bir heykelin dikilmesinin halk arasında hoşnutsuzluk yaratacağını düşündü ve mühendis Lesseps’e, heykelin Mısır’a getirilmemesi talimatını verdi. Süveyş Kanalı, Kasım’ında dünyanın dört bir tarafından gelen davetlilerin katıldığı büyük ama ‘heykelsiz’ törenlerle açıldı.
Bartholdi’nin eseri ise, Mısır’da bu yaşananlardan sonra Paris’te bir depoya kondu ve tozlanmaya terkedildi.
O yıllarda, Fransa ile ABD arasında sıcak ilişkiler yaşanıyor ve taraflar birbirlerine her alanda jestler yapıyordu.
Paris’te kurulan Fransız-Amerikan dostluk grubunun lideri olan Laboulaye, Fransız Hükümeti’ni Amerikalılar’ın Fransa’nın dostluğunu daima hatırlamaları için bir hediye gönderilmesi konusunda ikna etti ve hediyenin devasa bir heykel olması kararlaştırıldı.
Sipariş gene aynı heykeltraşa, Bartholdi’ye verildi. Bartholdi’nin eseri zaten hazırdı, senelerden beri bir depoda beklemedeydi ve tek eksiği üst kısmında, yani elleriyle kollarında ve yüzünde bazı değişiklikler yapılmasıydı.
Amerikalılar, heykelin New York’un hemen girişinde bulunan, ufak adalardan birine yerleştirilmesine karar verdiler. Bartholdi, Paris’e kendi adıyla anılan bir kule dikmiş olan Gustave Eiffel ile beraber çalışarak heykeldeki değişiklikleri tamamladı ve ’nın 25 Ekim’inde yapılan törende de eserinin açılışını bizzat yaptı.
Valilerin vazifeleri arasında, padişaha ‘‘harçlık göndermek’’ de vardı. Sıra günün birinde, Sivas valisi Varvar Ali Paşaya geldi ve İstanbuldan Sivasa gelen bir saray memuru, Varvar Ali Paşadan ‘‘30 bin kuruş harçlık’’ istedi.
Paşa padişahın adamını, ‘‘Sivasın tek kuruşu yok! Bu parayı nereden vereyim? Yol keserek halkın malını mı soyayım’’ deyip, geri gönderdi. Artık bir müddet de olsa rahat bırakılacağını zannediyordu ki, hemen üstüne bir başka saray memuru daha geldi. Hükümdarın canı bu sefer bambaşka bir şey çekmişti; Anadoludaki kumandanlardan biri olan, İbşir Paşanın karısını Kadının güzelliğini anlata anlata bitiremeyip ve ‘‘Bu avrat sadece siz efendimize láyıktır’’ diyenler, aklı zaten başında olmayan padişahı daha da azdırmışlar ve Sultan İbrahim, Sivasa ‘‘İbşirin avradı tez bana gönderile’’ diyen bir ferman yollamıştı.
Vali Varvar Ali Paşa, ‘‘Bre ben pezevenk miyim? Bir Müslüman ademin nikahlı avradını elinden alıp, padişah bile olsa bir başka herife nasıl veririm?’’ dedi ve saraydan gelenleri tekme-tokat kapı dışarı etti. Sonra ‘‘Devlet elden gidiyor’’ deyip, isyan bayrağını açtı. Hemen asker topladı ve Sivası bırakıp Tokat taraflarına gitti.
İsyanı haber alan saray, bu sefer daha da garip bir iş etti. İsyanı bastırma vazifesi, güzel karısını Varvar Ali Paşanın sayesinde padişaha kaptırmayan, İbşir Paşaya verildi. İbşir Paşa ‘‘asiyi tez zamanda yakalayıp tepeleyesin! Ya başı, ya başın!’’ buyuran padişahın daha birkaç gün önce ‘‘avradını hemen bana yollayasın’’ dediğini unuttu. ‘‘Ferman efendimizindir’’ deyip, Varvar Ali Paşanın peşine düştü. Ali Paşayı Tokat taraflarında kıstırıp yakaladı ve tam cellada vereceği sırada Ali Paşa, herkesin içinde ‘‘ulan, ben senin avradının ırzını korumak için isyan etmiştim. Senin gibi herifi benim üzerime musallat etmelerinin sebebi budur, bilmiyor musun? Beni Allahın emrine karşı çıkmayıp da namusunu koruduğum için mi katledeceksin pezevenk?!’’ deyiverdi. İbşir Paşa kızarıp bozardı ama onun nazarında padişahın emri kendi namusundan da üstündü. Cellada bir işaretiyle, namusunun bekçisi Varvar Ali Paşayı canından etti. Sadakati karşılıksız kalmayacak, kısa bir zaman sonra sadrazamlığa getirilecekti. Halk arasındaki adı ve ünvanı da “deyyus-u ekber ibşir paşa”ya çıkar.
Fransız devrimi öncesinde tuzun tüketiciye satış fiyatı üretim maliyetinin yirmi katına varmıştı. Tuz vergisi nedeniyle köylülerin yıllık gelirlerinin en az sekizde biri tuza harcanır olmuştu. Tuz o yıllarda adeta altından daha değerliydi. Halk yiyeceklerini, bütün yıl saklayabilmek için, doğal kaya tuzuna ihtiyaç duyuyordu. Üstelik eziyet, yüksek vergiyle de bitmiyordu. Fransanın bazı bölgelerinde kraliyet, tuz kaynaklarından kişi başına yılda 9 kg tüketimi zorunlu kılınmıştı. Verginin uygulanışındaki keyfilik ve adaletsizlik, durumu daha bunaltıcı hale getirmişti. Örneğin Britanya, de Fransayı ilhak ettiğinde, ömür boyu tuz vergisinden muaf olma konusunda ısrar etmişti. Tüm bu sorunlar, tuz kaçakçılığının önünü açtı. Bununla mücadele için de özel bir polis kuvveti oluşturuldu. Bu özel kuvvete, evlere baskınlar yapma, tuz saklanıp saklanmadığını ortaya çıkarmak amacıyla da özel eşyaları arama ve kaçakçılara silahlı müdahale etme yetkisi verildi.
Fransız devriminden önceki bir yıl içerisinde, tuz kaçakçılığından hüküm giyerek idam veya kürek cezasına çarptırılanların sayısı ü bulmuştu. Asayiş tedbirlerinin dışında, kilisenin desteğini almak gibi yöntemler de vardı. Teolog seafoodplus.info Collet, yılında yazdığı eserde, tuz kaçakçılığı hakkında nefret dolu ifadeler kullanmış, bunun tüm Hristiyanlar için ölümcül bir günah olduğunu belirtmişti.
Tuzdan alınan vergiye halkın isyanı, Fransız devriminin nedenleri arasında yer aldığı gibi Hindistanda da Mahatma Gandinin İngilizlere karşı, yıllarındaki sivil itaatsizlik kampanyasının bir parçasıydı.
İnka İmparatorluğu’nu ele geçirerek, nüfusun önemli bir kısmını katleden ve geri kalanını da altın ve gümüş madenlerinde köle olarak çalıştıran İspanyollar, patatesi ilk başlarda bu geri kalmış yerlilerin tükettiği, istenmeyen bir ürün olarak görüyorlardı. Bu durum Avrupa’da patates üretimini geciktirse de kalorisinin yüksekliği nedeniyle, ’li yıllardan itibaren tüm kıta Avrupa’sına yayılmasını sağlar.
Nitekim Adam Smith, () Avrupa’da patatesin, dünyanın diğer bazı bölgelerindeki pirinç gibi halk arasında popüler olmuş olması halinde, aynı miktar alandan çok daha fazla kalori üreterek, nüfusun hızla artabileceğini öne sürmüştür. Gerçekten de patatesin yaygınlaşmasıyla, yılları arasında Avrupa nüfusu, milyondan milyona yükselmiş. Bu nüfus artışı da kentleşmeye ve Endüstri Devrimi’nin ihtiyaç duyduğu işgücünü sağlamaya büyük katkıda bulunmuştur.
Avrupa’nın her tarafında sadece tahıla bağımlı diyetten, patates ağırlıklı gıda üretimine geçerek, tarihte ilk defa gıda arz güvencesi de sağlanmış oluyordu. Kimi tarihçilere göre, hızla artan nüfusu beslemede başarıya kavuşan bir avuç Kuzey Avrupa ülkesi, böylece yılları arasında, neredeyse dünyanın tamamına hükmetmeyi de başarmışlardır.
Patatesin kıta Avrupası dışında İrlanda, İngiltere ve İskoçya’ya gelmesi de hayli ilginçtir. İngilizler, patatesi pek istemiyorlar, buğday gibi tahılları yetiştirmekten memnun görünüyorlar. Nüfusunun çoğu, İngiliz arazi sahiplerine ait topraklarda marabalık yapan katolik İrlanda halkı ise patatesi kısa sürede benimsiyor. Bu arada, yılında 3 milyon olan nüfusları da ’de 8 milyonu geçiyor. Tabii nüfusları ve etkinlikleri arttıkça “İrlanda – İngiltere” çekişmesi de başlıyor.
Ne var ki, patates monokültürüne dayalı mutluluk zinciri, yılları arasında “patates mantarı” hastalığı nedeniyle, üretimi neredeyse durma noktasına gelir. “İrlanda patates kıtlığı” olarak bilinen bu olay sonucunda iki milyona yakın insan, açlık ve tifodan ölür, bir o kadarı da Avrupa ve Amerika’ya göç etmek zorunda kalır. O yıllarda Osmanlı devleti de İrlanda’ya gemiler dolusu gıda yardımı yapar. İrlandalıların, Türklere karşı sempatisi de bu iyilikten kaynaklanmaktadır.
Tags Osmanlı- Rus savaşı, 2.Dünya Savaşı, seafoodplus.infoL PALAİLOGOS, 93 Harbi, Abdülhamid, Abdülhamit, ADAM SMİTH, Alemdar Mustafa paşa, Ankara anlaşması, Asakir-i Mansure-i Muhammediye, Assos, ATATÜRK, Behram Paşa, seafoodplus.info, seafoodplus.info, dating a shy boyfriend, seafoodplus.info, dating with a language barrier, Cornelius, David Stoliar, Deyyus-u Ekber İbşir Paşa, Drau nehri, Dünya Yahudi teşkilatı, Duyun-u Umumiye, Eiffel, Emir Sultan, ENDÜLJANS, Endüstri Devrimi, Enrico Dandola, ERHAN AFYONCU, Eşkinci ocağı, Etmeydanı, seafoodplus.infoldi, Fatih Sultan Mehmet, Ferdinand de Lesseps, Fethi Paşa, Feyzullah Hoca, FRANSIZ İHTİLALİ VE TUZ, Girit, Halife Abdülmecid, Hatay kuvayı milliye, Hatay meselesi, HİTLER, I.Dünya savaşı, İçki tütün ve kahve yasağı, seafoodplus.info, seafoodplus.info, seafoodplus.info, seafoodplus.info, İNKA MEDENİYETİ, İrlanda patates kıtlığı, seafoodplus.infoçlı seferi, seafoodplus.info, seafoodplus.infoa, Kabakçı Mustafa, Kadı Abdurrahman paşa, Kanun-i Esasi, Kavalalı Mehmet Ali Paşa, Kırım Türkleri, Kızılcık nehri, Konstantin, Konstantinopol, Kudüs, Kurtuluş savaşı, kutsal siyon tepesi, Latin işgali, Lenin, Macar kralı Urban, Maraş kuvayı milliye, MARTİN LUTER, Martin Segal, Mavi Alay, Mısır Hıdivi Said Paşa, moratoryum, Murat Hüdavendigar, Murat Hüdavendigar Camii, Mustafa Balbay, MUSTAFA KEMAL, Musul petrolleri, Nizam-ı Cedid, Osman Kocaoğlu, Osmanlıda taş çoktur, Osmanlının sarığı kardinalin külahı, Özgürlük Heykeli, Papa seafoodplus.infontius, Patrik GENNADİOS, RAMİ KIŞLASI, Resneli Niyazi bey, Rum ateşi, SATILIK CENNET, Sekban- Cedid, Siroz, Sivil itaatsizlik, Sovyet denizaltısı Shch, Sovyetler, STALİN, Struma, Sultan Abdülaziz, Süper top, Sykes-Picot anlaşması, Teodorakis, Theodor Herzl, Timur Kocaoğlu, Türk, Türkistan, Uganda, Ulu Cami, Ulufe cüzdanı, Vaadedilmiş topraklar, Vaka-i Hayriye, Vehbi Koç, Yahudi Devleti, Yıldırım Beyazıt, Yoğun bakım odası, Yunan, ZÜLFÜ LİVANELİ
Posted in ÖZLÜ SÖZLER - KISSADAN / 3
Genel Kültür
Tarih
Padişah Tarafından Karısı İstenince Adı Deyyusa Çıkan Osmanlı Paşası ve Garip Hikâyesi
Dünya tarihinin en büyük imparatorluklarından olan Osmanlı'nın zaferleri, kuruluşundan yıkılışına geçirdiği süreç, çağ açıp çağ kapatması sonrasında da çağın gereklerine uyamaması malumunuz. Ancak devasa Osmanlı tarihinde öyle ufak tefek olaylar var ki bunlar magazinsel görünmesine karşın saltanatın hatta devletin gidişatını etkilemiş. Bu hikâyemiz de kendi kumandanının karısına talip olan Sultan İbrahim ile ilgili.
Kaynak: Murat Bardakçı
İslam Ansiklopedisi
Yorumlar ve Emojiler Aşağıda