divan edebiyatı eserleri pdf / Divan Edebiyatı Şair Ve Yazarları | PDF

Divan Edebiyatı Eserleri Pdf

divan edebiyatı eserleri pdf

Divan Edebiyatı Sanatçıları

Abstract: Mevlit, the birth of the Prophet described as a literary genre, has maintained its presence/existence in Turkish Literature until today. In Turkish literature there have written many literary works in which The Prophet Muhammad’s birth is described. The work by Suleiman Çelebi, Mevlit, is still being read with enthusiasm in a ritual atmosphere on different occasions in our country since the 15. century. Every birth is an act of a creation. All beings created have a process / phase of birth experience. The birth of the Prophet dealt with in this volume contains informationabout the creation of the universe. The atmosphere created with reading of or listening to this work, in which both the birth and creation are described, symbolizes the return to origin and re-creation ritual / ceremony. In this study, return to origin, re-creation themes and trans-formative power of rebirth and renewal of enthusiasm images will be discussed. Özet Kelime olarak “doğum, doğum yeri ve doğum vakti” anlamlarına gelen Mevlid, Peygamberimizin doğumun anlatıldığı bir edebi tür olarak, Arap ve Fars Edebiyatlarında olduğu gibi Türk Edebiyatında da varlığını bugünlere kadar devam ettirmiştir. Türk Edebiyatında, Peygamberimizin doğum günü olan bu kutlu günü anlatan birçok eser yazılmıştır. Bunlar içinde Süleyman Çelebi'nin yazdığı mevlid, 15. Yüzyıldan bu yana halen ülkemizde değişik vesilelerle coşkuyla, bir ayin atmosferi içerisinde okunmakta ve dinlenmektedir. Her doğum bir yarat(ıl)madır. Yaratılan tüm varlıklarda bir doğum süreci/aşaması tecrübesi vardır. Peygamberin doğumun ele alındığı eserde kâinatın yaratılışı/doğumu ile ilgili bilgiler bulunmaktadır. Her iki doğumun/yaratılmanın iç içe işlendiği eserin okunmasında/dinlenmesinde beliren atmosfer, kökene dönüş ve yeniden doğuş/yaratılış ritüelini/ayinini sembolize eder. Kutsal gelenek, en eski vahiy, örnek gösterilecek model anlamına gelen mitlerin işlevlerinden biri de insana, nesnelerin/varlıkların kökenini göstermesidir. İnsan, miti yeniden anımsatılan ve yeniden gerçekleşme aşamasına getirilen olayların kutsal, coşku verici gücünün etkisine girmek anlamında yaşar. Bu çalışmada Mevlid’in, yeniden yaratılış/doğuş, kökene dönüş izlekleri ve yeniden doğuşun(mevlidin) kutsal, coşku ve yenile(n)me gücü verici görüntüleri üzerinde durulacaktır. Anahtar Kelimeler: Mevlid, Doğum, Yeniden Doğma, Yaratma, Mit, Ritüel, Yenilenme.

Divan Edebiyati Yazar Eser Tablosu

0 ratings0% found this document useful (0 votes)
809 views3 pages

Original Title

Divan-Edebiyati-Yazar-Eser-Tablosu

Copyright

Share this document

Share or Embed Document

Did you find this document useful?

0 ratings0% found this document useful (0 votes)
809 views3 pages

Original Title:

Divan-Edebiyati-Yazar-Eser-Tablosu

YAZAR-ESER TABLOSU
HOCA DEHHANİ Selçuklu Şehnamesi

MEVLANA Mesnevi

MEVLANA Divan-ı Kebir

MEVLANA Fihi Ma-Fih

MEVLANA Mecalis-i Seb’a

MEVLANA Mektubat

SULTAN VELED Dîvân

SULTAN VELED İbtidâ-nâme

SULTAN VELED Rebâb-nâme

SULTAN VELED Ma’arif

SULTAN VELED İntihâ-nâme

AHMET FAKİH Kitâbu Evsâfı Mesâcidi’ş-Şerîfe

AHMET FAKİH Çarhname

ŞEYYAD HAMZA Yusuf u Züleyha

AHMEDİ Cemşid ü Hurşit

AHMEDİ İskendername

AHMEDİ Divan

AŞIK PAŞA Garibnâme

AŞIK PAŞA Fakrnâme

AŞIK PAŞA Vasf-ı Hâl

GÜLŞEHRİ Mantıku’t Tayr

GÜLŞEHRİ Felekname

ŞEYHİ Harname

ŞEYHİ Hüsrev ü Şirin


ŞEYHİ Divan

AHMET PAŞA Kerem Kasidesi

SÜLEYMAN ÇELEBİ Vesiletü’n Necat (Mevlid)

ALİ ŞİR NEVAİ Divan

ALİ ŞİR NEVAİ Muhakemet-ül Lugateyn

ALİ ŞİR NEVAİ Mecalisü’n Nefais

ALİ ŞİR NEVAİ Mizan’ül Evzan

TAŞLICALI YAHYA Şah u Geda

FUZULİ Leyla ile Mecnun

FUZULİ Şikâyetname

FUZULİ Hadikatü’s Süeda

FUZULİ Risale·i Sıhhat ü Maraz

FUZULİ Beng ü Bade

FUZULİ Enisü’l Kalb

FUZULİ Rind ü Zahit

FUZULİ Sakiname

BAKİ Divan

BAKİ Fezail-i Cihad

BAKİ Fezail-i Mekke

NEF’İ Siham-ı Kaza

NABİ Hayriye

NABİ Hayrabad

NABİ Tuhfetü’l Harameyn

NABİ Surname

ŞEYH GALİP Hüsn ü Aşk

ŞEYH GALİP Divan

İNSTAGRAM HESABIMIZ @yazar.eser.ayt


İNTERNET SİTEMİZ yazareser.org

YOUTUBE KANALIMIZ Yazar Eser Youtube

Footer menu

Footer menu

Künye: Hece Dergisi, S. 90-91-92, Haziran-Temmuz-Ağustos 2004, s. 152-182. DİVAN EDEBİYATINDA HAYAT VE SİYASET “Beni anlamayanlar, ne derlerse desinler, sanat adına çatmadılar bana, kendi bağlı oldukları inanç adına çattılar.”1 Hemen herkesin hakkında bir şeyler söylediği; veya hemen hiç kimsenin hakkında pek de fazla bir şeyler söylemediği meselelere dair bir yazı kaleme almak çok zordur. Bu yazı, herkesin bir şeyler söylediği konulara girecekse söylenilenden farklı ne söyleyecektir; hiç kimsenin pek de bir şeyler söylemediği ve haliyle bir sis perdesi ardında duran konulara ilişkin yeni bir şeyleri nasıl ve nereden temin edip söyleyecektir? Divan Edebiyatından hayat ve siyaset başlıklı bir araştırma yukarıda bahsi geçen her iki söylem alanına da girer; bu hususta herkes bir şeyler söyler, fakat bir başka cepheden baktığınızda da ortada tahlili gereken muazzam bir dünyanın yanında hakkında bir iki sözün, bir iki cepheden söylenildiği bilgi kırıntıları vardır. Böyle bir yazı öncelikle yazılı eserlere dayanması gerekir; hemen herkesin hakkında bir şeyler söylediği Divan edebiyatının acaba mevcut kaç eseri vardır? Hakkında hükümler vereceğimiz ve bir sonuca ulaşacağımız eser sayısıyla ilgili neler söyleyebiliriz? Bu sorunun cevabı şudur: “Eski edebiyatımızın sözcük sayısı belli değildir. Çünkü daha eserlerinin kaç tane olduğu bile bilinmemektedir.”2 Divan edebiyatının yaşanan hayattan kopuk olması veya bu hayatı yansıtmaması, mesaisini bu edebiyata verenlerden ziyade, genelde Eski edebiyatla iştigali dışarıdan olanların vardığı bir sonuçtur. Yalnız Agah Sırrı Levend‟dir ki Divan edebiyatını değerlendirdiği bir yazısında “Divan edebiyatı içtimai bir edebiyat değildir... hakiki hayattan o kadar nasibi azdır” derken hemen bu cümlenin devamında “fakat yaşadığı devr itibariyle yine onun sadık bir aynası olduğu da muhakkaktır”.3 Şeklinde pek çok insanın ne anlama geleceğini kestirmediği bir cümle kullanmıştır. Bir edebiyat hem hayattan nasibini hiç almayacaktır, hem de hayatın sadık bir aynası olacaktır! Walter Andrews, Gazel estetiği hakkında kaleme aldığı bir yazısında, genelde Osmanlı şiirinin hayattan kopuk olduğuna dair inançların Türklerin Avrupalılaşma macerasıyla birlikte başladığını, bu inancın yerleşmesinde Gibb‟in büyük bir rolü olduğunu söylemekte ve “1300- 1860 yılları arasında varlığını korumuş bir şiir geleneğinin, Gibb‟in düşüncesine göre sosyokültürel bağlamıyla hiç bir ilişkisi olmadığını ve o kültürün temel edebî ifadesinin hayattan yoksun olduğu gibi bir sonuca nasıl varılabileceği” sorusunu sormaktadır. Andrews‟e göre Gibb‟in bu soruya verdiği basit bir cevap vardır, Gibb‟e göre Osmanlı şiiri başarırsızlığa uğramıştır, çünkü Avrupa‟nın estetik görüşleriyle örtüşmez! Andrews, Gibb‟in bu görüşünün “su katılmamış ırkçı bir saçmalık” olduğunu ifade ettikten sonra maalesef büyük bir çoğunlukla Türklerin de bir müddet sonra Gibb‟in bu yargısını aynen devam ettirdiklerini ve ortaya “500 yıllık Türk yüksek kültürün aşağı olduğunun kabulü ve Divan şiiri estetiğine ilişkin, zarar verici, küçültücü ve serinkanlı edebî analize değil, psikolojik ve politik fantazilere dayalı bir grup öncülün kabulü”nün çıktığını söylemektedir.4 Andrews‟in bu görüşlerini Avrupalılaşma maceramızın ilk devir yazar ve şâirlerinde açıkça görmek mümkündür. Namık Kemal‟den sonra Servet-i Fünûn şâiri Tevfik Fikret de o dönemin pek çok sanatkârı gibi Eski edebiyatta ne bir doğallık, ne bir hayat alameti olmadığını söyleyenlerdendi. “Edebiyatımızda az çok bir eser-i tabi‟iyyet, bir eser-i temeddün, bir eser-i hayat bulmak istersek şu otuz senelik devre-i mevcudiyetimiz içinde aramamız lazım gelir; o devre-i mevcudiyette bu gün de dahil olmak şartıyla.”5. Ziya Paşa ve 2 diğer bazı aydınların etkisiyle daha sonraları çoğu insanın zihninde Halk edebiyatının hayatı yansıtma yönünden Divan edebiyatından kat kat ileride olduğu düşüncesi vardır. Yıllar sonra Sabri Ülgener bu görüşün tam tersini savunmuştur. Sabri Ülgener‟e göre, “Tek ve somut vakalarla değil, çağın ve çevrenin umumi havası ile ilgileneceğimiz için baş vuracağımız kaynaklar halk ve destan edebiyatımızdan çok klasik edebiyata –özellikle Divan edebiyatına- ait eserler olacaktır. Uzun zaman toplumun gündelik yaşayışı üstünde, basma kalıp sofiyane rumuz ve ibareleri veya İran edebiyatının alışılmış imajlarını gözü kapalı tekrarlamaktan öteye gitmediği ısrarla ileri sürülen Divan edebiyatını araştırmalarımız boyu apayrı bir çehre ile yanımızda bulacağız: Gerçek ve baha biçilmez bir belge hazine ve kaynağı olarak!”6 Günümüz Eski edebiyat araştırmacılarının çalışmaları Ülgener‟in görüşlerini doğrulamakta bu edebiyatta sosyal hayatın izlerinin hemen her haliyle bulunduğuna ilişkin şüpheler tamamen bertaraf edilmektedir: “Divan Edebiyatı adıyla anılan eski edebiyatımız kadar hayatın içinden ilham alan başka bir edebiyat var mıdır, bilmiyorum... Eski şâirlerimiz realiteye ve içinde yaşadıkları topluma öyle bağlıdırlar ki en sübjektif konuları tasvir ederken dahi gerçek hayattan kendilerini soyutlayamazlar”7 “Bu devir metinlerinde bütün realitesiyle adet ve gelenekler, gündelik hayatta kullanılan âlet ve edevat, inançlar, insanların sahip oldukları batıl itikatlar, tabiat yahut günlük hayattan manzaralar, müsbet bilimler, türlü ruh halleri vb. pek çok tezahür; edebiyatın içinde en objektif bir biçimde işlenmekte ve edebiyat adeta o devri yaşamaktadır.”8 Bazı araştırmacılar bu inkara sebep olarak bizim bu edebiyatı benimsemememizi göstermektedir: “Ben divan edebiyatının hiç de soyut olduğuna inanmıyorum. Her şiir bir anlamda soyuttur, her dil ifadesi bir anlamda soyuttur ve öyle de olmak zorundadır. Bu, tabiatı icabıdır. Sosyal temalardan kaçmış bir edebiyat diye bir çok kimsenin ezbere ortaya attığı bir şey vardır. Benim ildiğim yüzlerce, binlerce şiir var ki en güçlü, en cesur sosyal tenkitlerle, kültür tenkitleriyle, değişim arzularıyla ve yeni ilhamlarla doludur. Divan edebiyatında ufak esintiler halinde bile olsa, büyük değişime arzuları hep dile getirilmiştir. Biz onları görmeden bir takım karakuşî hükümler veriyoruz, Divan edebiyatı hayattan, realiteden kaçmıştır diye. Asla. Divan edebiyatı hem soyutta zafer kazanmıştır, hem somutta. Ama bunu ortaya çıkarmamız, izah etmemiz lazım. Bunu yapmak için, her şeyden önce, bizim benimsememiz lazım.”9 Muhammed Nur Doğan, Divan Şiirinin kaynaklarının fevkalade zengin olduğundan, bu zenginliğin bazen okuyucuyu anlama zorluklarına itebileceğini söylemekte ve şöyle devam etmektedir: “Bu güçlük bazen de günlük hayatın küçücük bir teferruatını anlayamama ya da hesaba katmamada karşımıza çıkar. Bu anlama güçlüğünü, metinlere nüfuz etmede içine düştüğümüz bu dermansızlığı besleyen en önemli psikolojik unsur ise, klasik edebiyatımıza vurulmuş haksız bir damganın (yani Divan şiirinde hayatın izlerinin yeterince bulunmadığı fikrinin) düşüncemizi yanlış yönlendirmesi sonucu ortaya çıkmaktadır.” Doğan‟a göre bunun tam aksi yapılmalıdır: Bu şiir hayatın her cephesini metinde söz konusu ettiği gerçeği ile anlaşılmaya çalışılırsa şaşırtıcı sonuçlara ulaşılacaktır.10 Kaynakların Durumu Hayat ve Siyaset başlığı altında ele alınacak bu yazı, Divan edebiyatının konu alanına gireceğinden öncelikle bu edebiyat sahasındaki çalışmaların ne durumda olduğuna bir göz atmak gerekir. Kendisinde hayatın ve siyasetin aranacağı bir edebiyat dünyasında bakılacak ilk yer şüphesiz yazılı eserler olacaktır. Bir kültür aktarımı yapan bu eserler, hem edebiyatın, hem bu metinlerin kurulduğu dilin, hem sanat ve estetiğin, hem o günkü hayat ve toplumsal yapının, sözün özü toplumla ilgili her şeyin temel kaynaklarındandır. Peki bu temel kaynak olan eserler nerededir? Bu soruya kâmilen verilecek cevap şu olacaktır: Kütüphanelerde. Kütüphanelerde ve çoğunluğu yazma halde, bir kısmı matbu, bir kısmı neşredilmiş. Aradaki dil, yazı ve anlama problemi hesaba katılırsa bize en yakın olanlarının neşredilmiş olanlar olduğu anlaşılacaktır. Peki Divan edebiyatı alanında yazma ve matbular bir yana üzerinde 3 çalışılması en kolay olan neşredilmiş ve üzerlerinde kısmen de olsa çalışılmış eserlerin durumu nasıl? Bunu anlamak için şu alıntıya bakmak gerekiyor: “ Eski Türk Edebiyatıyla ilgili çalışmalar tatmin edici olmaktan uzaktır.. Bilgi, kültür ve metot yetersizliği bir çok çalışmada görülüyor. Yüzeysellik, tahlil yetersizliği, az gayret, alanda daha önceki önemli eserlere ulaşma çabasının olmayışı, yabancı dil bilmemek, dolayısıyla dış dünyanın kaliteli eserlerine bîgane olup hem de kendisini daha iyi zannedebilecek kadar gâfil olmak, ufuk darlığı, iyi bir edebiyat okuyucusu olmamak, meslekte çabuk ilerleme isteği, ... edebiyat memuru olmak, .. okumadan yazmak, yahut edebiyat araştırmacılığını arşiv memurluğu ve dilcilikler karıştırıp işi sadece metin yayınlamaktan ibaret sanmak Eski Türk Edebiyatı alanında sayısı gittikçe artan pek çok yazı ve kitabın değerini düşürmektedir.”11 Yayınlanmış eserlerin değerleri konusunda bunları söyleyen kişi bu sahanın da uzmanlarındandır. Bir başka uzman metin neşri dediğimiz eski metinleri bugünkü dille ifade etme hususunda nerede durduğumuzu şu sözleriyle ifade ediyor: “Bizde lisanstan başlayarak tezlerin büyük bir bölümü metin neşrine dayanıyor olmasına rağmen ve dünyada bu konuda çok sayıda teorik ve uygulamalı örnek mevcutken Türkçe‟de bu işin hâlâ nasıl yapılacağına dair bir el kitabı bulunmayışını anlamak zordur. Bu eksiklik yüzünden ülkemizde metin neşri tam bir keyfîlik örneğidir. Bu teknik konuyu halletmemiş bizlerden teorik düzeyde eser beklemek kuşkusuz daha zor. Dönüp geriye baktığımızda üç binin üzerinde tezkirelere girmiş şâir yetiştirmiş bu toplumun, kaç tane belagat uzmanı yetiştirdiğini sormak ve hazin manzarayı görmek.. günümüzde de durum çok farklı değil; modern edebiyat sahasında teori ile ilgili kitaplar da bu kez Fransızca ve İngilizce‟den çevrilmektedir. Ben ülkemizde Türkoloji çalışmalarının tıkandığını mutlaka kendisine bir çıkış yolu bulması gerektiğini düşünüyorum.” 12 Mustafa İsen‟in, “metin neşrinde uyulacak kurallarla ilgili hâlâ bir bir el kitabı yok” tespitlerine bir başka araştırmacı Günay Kut da katılmakta, Türk Dil Kurumunda yapılan bir kollekyumda bu meselenin eni-konu tartışıldığını söylemekte, aradan geçen dört beş yıla rağmen bu eserin hâlâ hazırlanmadığı ifade etmekte ve “Onun için bu konuda benim pek diyeceğim kalmamıştır”13 siteminde bulunmaktadır. Kemal Yavuz‟un şu sözleri de bu anlamda mânidardır: “ Eski Türk Edebiyatı araştırmalarının geldiği nokta yeterlidir, denemez. Yapılanlara gelince bunlar da bizi tatminden çok uzaktır... Türk Edebiyatı çalışmalarında hep kopukluk vardır. Başından alıp sonuna kadar, asır asır gelinmemiştir. Bu durumda verilen her hüküm temelsiz olacaktır.”14 Bu sözlerden ne anlaşılıyor? Ben şunları anlıyorum. 1. Eski metinlerin yapısal ve içerik çözümlemeleri yapılabilmesi için muhakkak surette metin neşri yapılmalıdır. Yani o eserler bugünkü dille ifade edilmelidir. 2. Ülkemizde bu türden çalışmalar bir hayli mesafe katetmiştir. 3. Fakat bu çalışmalar değer, içerik, kalite, uyumluluk, bilimsel objektiflik, nesnel gerçeklik, bilimsel yeterlilik vs. açısından çok tartışma götürür bir haldedir.4. Metin neşri yapmak yapılacak işlerin ilk basamağıdır, asıl iş bundan sonra başlamaktadır. En başta bu metinlere dayanarak kuramsal, bilimsel, objektif kriterlere dayalı bilimsel eserler yazılmalıdır. Ama maalesef bu tür kuramsal eserler yoktur; daha doğru dürüst metni olmayan bir edebiyat külliyatının kuramsal eserlere zemin teşkil etmesi zaten düşünülemez. 5. Hem metin, hem kuramsal ve teorik eserlerden mahrum bulunan bir edebiyat anlayışının neyini , kim, neye dayanarak, nasıl yazacaktır? Bunları yazacak kişiler nihayette yayınlanmış eserlere dayanacağından, onlar da parça bölük olduğundan ortaya çıkacak yazı da parça bölük olacaktır zira “Divan edebiyatıyla uğraşan edebiyat tarihçisinin işi çok zordur, özellikle elimizde bir döküm yokken”15 Tabii buradaki zorluk sadece edebî eserlerin neşredilmemesi ve bunların bilimsel teoriler açısından incelenmesinden kaynaklanmıyor. Bu eserler kadar aynı zamanda o dönem hayatını aydınlatan tarihi diğer vesikaların da yayınlanmış olması gerekmektedir. Bir örnekle bunu açıklamak istiyorum. Şâir Nev‟î‟nin oğlu ve kendisi de aynı zamanda bir şâir olan Atâyî edebiyatımızda Hamse‟siyle, yani beş ayrı mesnevi yazmasıyla meşhurdur. Atâyî‟nin 4 hamse‟sini inceleyen Kortantamer bu mesnevîleri, edebiyatın soyut tarafı bir yana yaşanılan o günkü hayatın birer aynası, tam da çağının bir tercümanı olduğunu, o günün yaşanılan hayatının akislerini bolca taşıdığını söyler. “Türk şiirinin bilinçli bir temsilcisi olarak ortaya çıkışı yanında, çevresini ve çağını mesnevilerinde yansıtışı Atâyî‟nin özellikle dikkati çeken yanlarıdır... Hamse, Atâyî‟nin içinde yaşadığı dünyanın doğrudan ve dolaylı yansımalarıyla doludur. Konuların önemli bir kısmı Atâyî‟nin çağından, içinde yaşadığı dünyadan hatta kendi hayatından alınmıştır. Atâyî bu işi bilinçli yapmıştır.; böyle konuları özellikle seçtiğini kendisi söyler. Tarihi-efsanevi kişilikler etrafında dönen konularla, islamî edebiyatların ortak konularının çok büyük kısmı da onda sürekli olarak çağının ve gününün insanının problemleri ile ilgilidir. ”16 Atâyî‟nin değindiği konular, rüşvet, devletin ehil olmayanlar elinde içinde bulunduğu vahim durum, rüşvetin ortaya çıkardığı tipler, din istismarcılarının toplumu sürüklediği felaket, cinsel sapkınlıklar, sevicilik, homoseksüellik, yaş dengesi gözetmeksizin yapılan evlilikler ve sonuçları..vs. hayatın içindeki her konuya değinir. Bazen laf açılmışken, halk inaçlarına da söz gelir. Heft-Hân‟da hasta aşığı iyileştirmeye çalışanlar, Karaca Ahmed mezarını ziyaret ettirmek, Sarı Saltuk Baba‟ya kurban kestirtmek, Akbaba suyundan içirmek isterler.”17 “Hamsedeki mesnevilerin çeşitli yerlerinde günlük yaşamdan alınmış pek çok kişiyle ve onların çeşitli davranış biçimleri ile karşılaşılır.”18 Atâyî‟nin hamsesi kendi devrindeki ahlak çöküntülerine önemli bir yer ayırır. Onun hamsesi “bu ahlak çöküntüsünün sapık ve gayr-ı meşru cinsel ilşkiler şeklinde ortalığı kaplayan görüntülerini çok ayrıntılı olarak yansıtan örnekler ihtiva eder. “gençlerin baştan çıkarılması, yaşlı başlı erkeklerin bile kadınlaşmasının bazı çevrelerde moda haline gelişi, kadınlar arsında seviciliğin alıp yürümesi, kadın avcılığı, kendi kendini tatmin, teşhir ve benzeri normal dışılıklar... uzun uzun ele alınıp bunlara örnek detaylar sunulur ve toplumun bu tip olaylara karşı gösterdiği tepkiler verilir.”19 Bu hikâyelerde her türlü sapkınlıklar dile getirilir. Kadınların mahalle içinde bir evde bir araya toplanıp kocalarını (erkekleri) çekiştirmelerini canlı tasvirlerle aktarır. Bu kadınların bazılarının adlarını da verir. Sidikli Kamer, Çürük Raziye, Kirli Fatı, Kör Aynî.. 20 Bu kadınların, resmi kayıtlarda birer fahişe olduğu da kaydedilmektedir. Divan-ı Humayun defterinde kayıtlı bir vesikaya göre 1565 yılına ait bu vesikadan Arap Fatı Atlı Ases, Kamer, Balatlı Aynî adları Galata‟da oturan fahişeler olarak gösterilmektedir. O halde Atâyî, eserinde yaşadığı hayatın canlı ve meşhur insanlarını konu edinmektedir. Ve hayat bigane değildir. 21 Bu kadınların konuşmaları, adeta Hüseyin Rahmi romanlarındaki kadın muhaverelerine benzer. Kortantamer, yukarıda adları sayılan fahişe kadınların Osmanlı resmî arşivlerinde adlarının bahis mevzuu sıfatlarıyla geçtiğini söylüyor ve fakat o belgeleri zikretmiyor. Ben bu yazıyı okurken “keşke o kaynağı da vermiş olsaydı” demiştim. Ama işte kişinin ihlas ve samimiyetinin ufkunun açılması ve işinin kolaylaşmasında ne büyük ve önemli bir amil olduğunu bir daha anladım. Kortantamer‟in bahis konusu ettiği Divan-ı Hümayun defterinde ilgili bölümü görmek nasip oldu. İşte bir edebiyatçının eserinde işlemiş olduğu bir konunun ve eser kişilerinin resmî kayıtlardaki görüntüsü: “ Münâsebetsizlik Eden Kadınların Tecziyelerine Dair: Galata Kadısı‟na hüküm ki, Südde-i Saâdet‟ime sûret-i sicil gönderip Galata Hâricinde Merhum Sultan Cihangir-tâbe serahu- Câmii Mahallesi halkı meclis-i şer‟e gelüp mahallemizde Arap Fatı ve Nârin ve Giritlü Nefîse ve Atlu Ases demekle ma‟rûfe Kamer ve Balatlı Aynî nâm avretler yaramazlık ile meşhûrlardır...” Bundan şu anlam çıkıyor: Şâir, eserinde yoktan bir karakter yaratma yerine, toplumun da çok iyi bildiği kişileri kendisine eser kişisi olarak seçmektedir. Peki eğer, Divan-ı hümayun defteri yayınlanmasaydı biz bu kişilerin toplumsal yapıda bilinen kişiler olduğunu nereden anlayacaktı?. Hayat ile edebiyatın bu sıkı birlikteliğine böylesine önemli bir örneği nereden yakalayacaktık? İşte buradan da anlaşılmaktadır ki, böylesi yazıların yazılması için edebî eserler dışında tarihi vesikaların da yayınlanması gerekir. Bu yayınlar ne durumdadır? Bunların kaderinin de edebî 5 eserlerle aynı olduğunu söylemeye gerek yok. Delil olarak kullandığımız kaynağın 1917 yılında yazılmış olması meramımızı anlatmaya kafidir sanırım.22 Bu sözlerle, edebiyat ve tarih alanında hiç bir şey yapılmıyor demek istemiyoruz, zaten bu denemez de. Bir taraftan yapılan şeylerin eleştirisi üzerinde dururken, diğer yandan da bu tür neşirlerin hayatî önemini vurgulamaya çalışıyoruz. Eğer maksat hasıl olsaydı, biz ne diye hâlâ bu meseleleri tartışıyor olurduk? Metin neşrinin araştırmacı için ne kadar hayatî bir önemi haiz olduğu şu örnekle de izah edilebilir: Southern, modern anlamda aydınlanmanın Konferans metodunun çok önemli olduğunu söylerken conferentia (konferans: toplantı, müzakere) kelimesinin Orta Çağ‟da bir örneğine rastlanmadığını bu sözcüğün daha sonraki dönemlerin ürünü olduğunu söylüyor ve modern anlama en yakın örneğin Türklerin Rodos‟u kuşatmaları esnasındaki bir metinde geçtiğini belirtiyor. Bu ne metnidir? Bu metin Türklerin kuşatmaları esnasında Rodoslu bir hastahane yöneticisinin, Du Cange‟nin bir mektubudur!23 Şimdi Batılı araştırmacılara niye gıpta etmeyelim? Onların ellerinde bir hastahane yöneticisinin bile yazdığı mektupların yayınları var! Buradan anlaşılan şudur: Hakkında çeşitli açılardan hükümler çıkaracağınız bir meselede yeterli, sağlıklı, objektif bilgi ve belgelere sahip değilseniz ulaşacağınız hüküm de indî olacaktır. Bu sonuç bizim Divan edebiyatında hayat ve siyaset hakkında kısmî de olsa bir neticeye varmamıza mani olmaz. Fakat denilecek olanlar belki de denilmesi gerekenler yanında çok cüz‟î kalacaktır. Mevcut eserlere bakıldığında bu konuda görülen nedir? Bunu söylemek için öncelikle mevcut eserlere bakacağız. Bu tür eserlerin başında Divan edebiyatı sanatçılarının eserleri gelecektir. Fakat daha başlangıçta şunu söylemeliyiz. Divan edebiyatı denildiğinde ilk akla gelen şey Divanlar olmaktadır. Fakat ehlinin de bildiği gibi Divanlar sanatçıların eserlerinden sadece birisidir. Pek çok sanatçının divanı haricinde onlarca eseri vardır. Nazım ve nesir sahasında kaleme alınan bu eserler yaşanılan hayatın bir görüntüsü olarak taranmalıdır. Bizler bu yazının imkanları ölçüsünde bu konuya genel bir bakış açısıyla bakmaya çalışacağız. Önce şunu denemek istiyoruz: Hayat ile edebiyat arasında nasıl bir ilişki vardır? Bir edebi metin oluşturulduğu dönemin hayatı hakkında bilgi verir mi, verirse bunu nasıl yapar; edebî eserde dış dünyanın gerçekliği aramak ne kadar doğrudur, edebiyat hayatı hangi ölçüde yansıtır? Edebî Eser ve Hayat “Bir çağın edebiyatı, edebiyatın içine sindirdiği çağın kendisidir.”24 Son yüzyıl, bu başlık altında gündeme gelen/getirilen tartışmalarla geçti. Kimine göre edebiyat sanatın kendi ideleri doğrultusunda yapılırdı/yapılmalıydı; kimine göre ise edebiyat hayatın bir aynası olmalı, toplum için yapılmalıydı. Bu tartışma ne bitmiştir, ne de biteceği var. Fakat büyük sanatçıların eserlerine ve bu sahanın kuramcılarına bakıldığında görülen şey şudur: Edebiyatın yalın haliyle yaşanılan hayatı yansıtması gibi bir şey mümkün değildir. Çünkü edebiyat bir sanat eseri olduğuna göre, her zaman sanatın dilini kullanacaktır ve bu dilde tekil değil çoğul anlamlıdır. Yalın ve bilinen anlamı değil imge ve simgeleri kullanır. Yaşanılan günü yansıtan bir gazete haberiyle, belki de aynı olayı kendisine konu edinen bir sanat eseri arasında derin farklar vardır. Öncelikle gündelik bir olay tükenir, yiter ve unutulur; bir zaman gelir “hayali cihan değen”, “gözden ırak olan gönülden de ırak olur” faslına giren “geçmişte kalana mazi derler” sözüyle anlatılan, “hayat devam ediyor”la teselli hanesine büründürülen bir hadise haline gelir; fakat bir sanat metni “an”ı ebedileştirir, onu tarihinde karanlığında unutulmaktan kurtarır, bu “an” ile yaşanılan belki de “basit” bir olayı bütün insanlığın ortak trajedisi veya umudu haline getirir; onu evrenselleştirir ve o olay bir birey veya topluma ait olmaktan çıkar ve kendisinde bütün insanlığı temsil eder hale gelir. Sanatın bu gücü kurgusundan ve dilinden gelir. Eğer sanat eseri de bir gazetenin yaptığını yapsaydı bir gazete haberi gibi unutulur giderdi. O zaman sanatın zaman geçse de gücünü ve etkisini yitirmeyen bir anlatma tarzı vardır. Ve bu tarz hayata birebir yansıtmamasından ve ona bir 6 ebedilik çeşnisi vermesinden gelir. Büyük sanatçıların bu birebirlikten her zaman kaçındığı gözlemlenmiştir. Bunun için geçerli mazeretleri de vardır. Sanat bireysel olanın ulusala, onu da aşıp evrensel olana yansımanın adıdır. Bir sanatçının kendi gözlemini, kendi trajedisini, kendi teşhis ve tespitini tamamen kendi gerçekliği ve duyguları çerçevesinden yansıtıp da egoist bir düzlemle aktarmasının sanatla olan ilişkisi tartışma konusudur. Bunun sanatla ilişkisinde insanlığın ortak bir paydada buluşmasının, evrensel insanlık ilkesinin tesirleri muhakkak vardır. Yani sanatçı bencillik düzeyinde kalmaz, kalamaz; onun daha da ötelere kalışında çağının, insanının, toplumunun sözcüsü olmasının bir rolü vardır. Onun bireyselliğinde yansıyan şey aslında onun gibilerin toplumsallığının bir feryadı veya çağlar ötesine ulaşan trajedisidir. Borges, Arjantin‟de bir dikta rejimi kuran Peron‟a açıkça muhalefet ettiğini, bu yüzden kovuşturmalara uğradığını, annesinin, kız kardeşinin, yeğeninin hapiste yattığını, kendisinin peşinde sürekli bir dedektif olduğunu söylüyor ve ekliyor: “Bunların hiç birini öykülerime ya da şiirlerime aktarmadım. İyi bir Arjantinli olduğuma, aynı zamanda iyi bir yazar olmak için bütün çabamı harcadığıma inanabileyim diye onları dışta tuttum, ikisini bir birine karıştırmadım.”25 Burada karıştırılmayan şey, bencilliğin sanat eserinden uzak tutulmasıdır. Hayat ile edebiyat arasındaki ilişki her zaman gündeme getirilir. “Edebiyatın, belirli bir sosyal durum, ekonomik, sosyal ve siyasi sitem ile olan ilişkileri hakkında meseleler ortaya atılır. Toplumun edebiyat üzerindeki tesirlerinin açıklanmasına, edebiyatın toplum içindeki yerinin tayin ve tespitine çalışılır. Edebiyata böyle sosyolojik açıdan bakanlar, özellikle belirli bir toplum felsefesine inanan kimselerdir.”26 Wellek-Waren, Edebiyatın günün sosyal hayatını birebir yansıttığı şeklinde bir inancın yanlış, basmakalıp, beylik bir ifade olacağını; yazarın yaşadığı bir çağın tanığı olması ve toplumun temsilcisi olması sözünün de dar bir değerlendirme olduğunu söylemektedir.27 “Edebiyatla toplum arasındaki ilişkileri incelemede en çok kullanılan metot, edebî eserleri, sosyal olayların ifadesi ve sosyal vesikalar olarak incelemektir.”28 diyen Wellek- Warren devamla “sosyal bir belge olarak kullanıldığı zaman edebiyat, sosyal tarihin ana hatlarını ortaya koyacak şekilde kullanılabilir” demekte ve buna Shakespeare, Ben Jonson, Thomas Deloney, Addison, Fielding, Smollet, Trollope, Thackeray, Dickens, Wells, Bennet vb. yazarların eserlerinden örnekler vermektedir. “Bilim soyut kavramları kullanır, sanat ise imgeleri kullanıyor”29 diyen Pospelov aynı zamanda edebî eserde hayatın nasıl aranacağını da söylemiş olmaktadır. Pospelova göre bilim-sanat ve felsefe arasında varlığı izah hususunda en iyi ayırımı Belinski yapmıştır. Bu ayrım aslında bizim demeye çalıştığımızı da ifade etmektedir: “Felsefeci, tasım‟larla konuşur, şâirse figürler ve imgelerle; ama söyledikleri aynı şeydir. Siyasal ekonomi kuramcısı elindeki istatistik rakamlarıyla, okuyucusunun ya da dinleyicisinin anlık‟ını (İdrakini) etkileyerek kanıtlar.. Şâirse, gerçeğin yaşayan, açık seçik sergilenişiyle okuyucusunun zihinsel yaratıcılığını (fantezisini) etkileyerek, gerçeğe uygun bir imge halinde, belirli bir toplumsal sınıfın, şu ya da bu nedenlerden ötürü gerçekten güçlenip geliştiğini, ya da durumunun kötüleştiğini gösterir. Biri kanıtlar, öteki gösterir, ama her ikisi de inandırmaktadır (ikna etmektedir); yalnızca bir farkla: Biri mantıksal çıkarsamalar yoluyla, ötekiyse imgeler yoluyla”30 İmgeleri çözmek özel bir birikim, metinler arası bir kültürel yolculuk, sanat diline vukûfiyet gerektirdiğinden, hayatı boyunca sanat ile bir münasebeti olmayanları bu meselede bir çıkarıma ulaşamayacağı aşikardır. Sanatçının dili kullanması nasıl olağan kullanım ve günlük akışın dışındaysa onun varlığa tasarrufu da olağanın dışında olacaktır. Bu olağanlığın belki de en iyi yansıtıcısı birebir yansıtmama da görülebilir. Sanatçı objeksiyon değil fakat objektivasyon peşindedir. Yani o birebir yansıtmaz, dönüştürür, başkalaştırır ve karşımızda duran aslında o olmadığı halde oymuş gibi duran şeydir. Bu inceliği sanatçıların tavrında ve sözlerinde de görmek 7 mümkündür. Zira birebir yansıtma varlığı ayniyle aktarma, oysa dönüştürme ona yeni bir kimlik, gizemli bir bakış ve insanı etkileyen bir derinlik vermedir. Suut Kemal Yetkin Fuzulî‟nin şiirlerine bakıldığında onun ıstırap yüklü bir insan olduğunun görüleceğini, oysa tezkireci Ahdî‟nin Fuzulî‟yi “Şuh-tâb, şîrîn-sohbet” olarak tanıttığını söylemekte ve şunları ilave etmektedir: “Sanatçı, kişisel ve toplumsal yaşamı olduğu gibi yansıtsaydı, bireyi ve toplumu etkilememesi gerekirdi. Çünkü her şeyi, içinde yaşadığı, herkesin bildiği düzensiz doğadan ve toplumdan taklit etmiştir. Oysa sanat eseri bir yansıtma işi değil, bir yaratma işidir. Sanatçı kimi hallerde gerçeklikten aldığını, tanınmaz hale getirecek kadar yaratıcıdır. Böyle olduğu içindir ki, sanat eserlerinin insanlar üzerindeki etkisi büyük olmuştur.” Suut Kemal “sanat teksif edilmiş hayattır”31 diyerek bu görüşlerine şu ilaveyi yapmaktadır: “Sanat eserini, toplumun aynası sayan görüşten artık çok uzağız. Bu görüş, yaratış sorunu ile de ters düşmektedir. Büyük sanat ve edebiyat eserlerini, zamanlarında anlaşılmamış olması, sadece içinde yaşadıkları toplumları çok aştıkları içindir.”32 Bu durumda şu söylenmelidir: Edebî eserde hayatın aranması, ormanda ağaç aranması gibi bir iş değildir, fakat ağaçta orman aranmasına daha çok benzer. “Sanatkâr mücerred bir mahluk değildir, bir cemiyet içersinde yaşamaktadır. Bütün içtimai hadiseler, sanatkârın her şeyi büyülten ruhunda akisler uyandırır. Ve sanatkâr, bir zerresi olduğu milli, siyasi, dini, ahlaki telakkilerini temayüllerini tabiatıyla ifade eder.”33 Bu ifade edişi bulmanın yolları vardır. Mesela aynı devirde yaşayan Bâkî ile Fuzûlî‟nin şiirleri çok farklı mecralarda seyreder. Fuzûlî‟de fakirliğin izlerini süreriz. Bâkî de ise sarayın, debdebenin, zenginliğin ihtişamını. Sadece Bâkî divanındaki para, altın, kıymetli taşları saymak ve ne kadar bol olduğunu görmek bile buna izaha yeter. Sanatçının dönüştürerek ifade etmesini Ahmet Haşim şu sözleriyle belirtir: “Estetik işleriyle az çok uğraşanlar bilir ki olmuş vakaların doğru anlatılışı gayet kötü eserler meydana getirir. Yalanın ilahî nefesi üzerinden geçmedikçe ne ses, ne renk, ne taş, ne tunç sanat eseri haline gelemez. „güzel‟, „yalan‟ın çocuğudur.”34 Bu “yalan” bugünkü dille belki de imgeye karşılık gelmektedir veya objektivasyona. Sanatçının toplumun sesine tam da bu sesi yansıtacak bir aynilikle cevap vermesini pek çok sanatkâr hoş görmemiştir. “Şîrlerin karşısında tirtir titrediği” bir kişinin “ahu gözlüye zebûn olması” bir abartı gibi durmaktadır. Bu ifade “köle oldum”un açılımıdır. Ama sanattır ki bu sözü zıtların ihtişamiyle ayakta tutar, insanı derinden etkiler ve bu hali yaşayan her ferde tercüman olur. Laura Riding şöyle diyor: “Tüm gerçek müzisyenlerin seyirci kalabalığının aldatmacası yüzünden düzgün bir duruşu yoktur... Tüm gerçek şâirlerin ise toplumsal söylentilere kulak asmamalarından dolayı düzgün hatta güzel bir duruşları vardır.”35 Bu düzgün duruş, kalabalıkların geçici alkışlarına meydan okur, fakat kalıcı söylemin ebedî sırrını da ancak bu meydan okuyuşla yakalayabiliriz. Bu alkışlara kulak veren sanat ne olur: “Günün geçici ve önemsiz olaylarına ateş püskürerek ya da alkış tutarak eşlik eden bir sanat istediği kadar vatanseverlikle dolup taşsın, eğitici ve kültürel değeri kuşkusuz küçümsenmeyecek şiirli ya da resimli bir gazeteciliğe dönüşür, ama sanat olmaktan çıkar.”36 Bu yüzden çoğu araştırmacı sanatın günlük olanla mesafesini hep bahis konusu etmişlerdir. Sanatın birinci hedefi kendi içinde gizlidir; onun başkasıyla alakası ancak ikinci derecede bir işlevdir. “Edebiyat yapıtı, gündelik konuşmalarımızda sık sık yaptığımız gibi, „dünya‟yla bir gönderme ilişkisi kurmaz, kendisinden başka hiç bir şeyi „temsil etme‟ işlevi yoktur. Bu açıdan edebiyat, gündelik dilden daha çok matematiğe benzer: Edebi söylem doğru ya da yanlış olamaz, kendi önermelerine göre geçerli olabilir ancak.”37 Todorov bir başka değerlendirmesinde şunları söylüyor: “Edebiyat, iste maddesel ister ruhsal nitelikli olsun, gerçeklikten değil, edebiyattan meydana gelir; her edebiyat yapıtı bazı uzlaşımlardan oluşur.”38 Todorov, Frye‟nin bu düşüncelerinin tam anlamıyla kendisine özgün olmadığını, benzer kanaatleri, Mallarmé, Valéry, Blanchot, Barthes, Genette‟nin de taşıdığını söyler.39 8 Buradan şu anlam çıkmaktadır: Sanatın gerçeklikle ilişkisi görecelidir, birebir yansımaya dayanmaz, bu sanatın evrensel bir ilkesidir. Orada hakikat ve hayat bir başka dille tekellüm edilir. Edebî eserde hayatın veya başka bir alanın izleri aranırken buna dikkat etmek gerekir. Divan edebiyatına bu açıdan bakıldığında ne görüyoruz? İşin Divan kısmını bir yana bırakalım. Burada biz edebiyattan konuşuyoruz. O halde bu edebiyatın fonksiyonelliği de diğer edebiyatlarla aynı olacaktır. Yukarıda teorik kısmını verdiğimiz anlayış şüphesiz divan edebiyatı için de geçerlidir. Orada hayatın aranması da başkalığın, dönüştürmenin, objektivasyonun izleri takiple mümkün olacaktır. Divan edebiyatı denildiğinde akla hemen şiirlerin toplandığı Divanlar akla gelmektedir. Fakat tabii ki bu yanıltıcı bir görüştür. Bu edebiyat dairesinde divanlar dışında pek eser vardır. Hatta divanlar azınlıkta kalırlar. Fakat bu edebiyatla ilgili hükümler verenler maalesef hep divanlardan konuşmaktadır. “Divan edebiyatı aşk, meşk, mey mahbub edebiyatıdır” sözü olsa olsa sadece gazellere, esasında dört başlık altında ele alınan gazellerin de sadece şûhâne bölümüne dayanıyor demektir. Bizler burada Divan edebiyatının geneline bakarak, umumi kanaatlerimizi söylemeye çalışacağız, aksi takdirle mesele uzayacak demektir. Öncelikle Halil İnalcık‟ın şu tespitine yer verelim: “Divan şiirini inceleyen edebiyat tarihçilerimiz, bu şiir tarzını bugünkü estetik anlayışımız ve ölçülerimizle değil, İslam medeniyeti çerçevesinde gelişen “sanayi-i şi‟riye” açısından değerlendirmek zorundadır. Nasıl ki Doğu‟nun minyatür resmini, Batı‟nın naturalist-reasist resim prensipleriyle inceleyip değerlendirmek anlamsız olur.”40 Divanlar Divanlar, şüphesiz Divan şâirlerinin en önemli eseleridir. Bir şâirin ömrü boyunca kaleme aldığı şiirlerin toplandığı eserler olan divanlar aynı zamanda şâirin hayat, dünya, insan ve siyaset görüşünün de bir aynasıdır. Fakat unutmamak gerekir ki Divanlar şiir metinleri olduğundan, şiir de imge ve çağrışımlara, benzetmelere dayandığından bu metinlere bakarak birebir hayat yansımalarını bulamayız.41 Bilhassa divan şiiri gerçekliği kırma, bilineni başka bir dille ifade etme, imge ve simgelere başvurma açısından yoğun bir klasik tavır sergiler. Bu tavır nedeniyle diğer alanlarda olduğu gibi burada da hayatın izlerini birebir bulmak her zaman mümkün olmaz. Ahmet Atilla Şentürk, edebiyat metinlerine iki tür bakışın olduğunu, bunlardan birinin “edebiyat tenkitçisi”, diğerinin ise “edebiyat tarihçisinin” bakışı olduğunu söylemekte ve şu yargısını dile getirmektedir: “Edebiyat tenkitçisi kendi yaşadığı dönemin değeriyle metinlere yaklaşır ve okuduğundan ne anlıyorsa onu değerlendirir. Fakat edebiyat tarihçisi metinleri oluşturan her kelimeye, kelimenin metin dönemindeki anlamı çerçevesinde yaklaşmak durumundadır. Bu ikinci değerlendirme tarzıyla bakıldığında „Divan Şiiri‟nin günümüzde zannedildiğinden çok farklı bir değere sahip olduğu anlaşılacak”tır.42 Dolayısıyla edebî metinlere bu ikinci bakışla bakmanın önemi vardır. Şâirlerin şiir kaynakları arasında yer alan gündelik hayata ilişkin, yeme-içme, giyim- kuşam, örf-adet, spor, oyun, devrin zanaatlarına ait benzetmeler yaşanılan hayatın akislerini içinde barındırır. Bu açıdan bilhassa, kitapçılık, ciltçilik, çeşitli spor oyunları, satranç ve tavla gibi oyunlara yapılan göndermeler bu sahada gündelik hayatın akışının verilmesi açısından son derecede önemlidir.43 Fakat bazı şâirlerin mizacı ve sanat görüşü bu hususta ayrı bir kategori oluşturur. Divanların gazel kısımlarında kısmen olmakla beraber, kaside, terci ve terkib-i bentler, kıtalar ve musammatlar içinde şâirlerin yaşadıkları hayatın tercümanı olmasına ilişkin metinleri bolca bulmak mümkündür. “Genellikle, her şâirin edebi kişiliği ve dünya görüşü, şâirin yaşadığı devirle ve toplumun durumuyla yakından ilgilidir. Yani şâir, çağının üzerinde bıraktığı izlenimleri, şu ya da bu biçimde şiirine aksettirir. Ancak, Nâbî gibi, kullandığı, zamanı ve toplumu kınayan ifadeyi, tarihi delillere dayandıranına az rastlanır. O, Divan‟ının pek çok yerinde, toplumun o günkü durumunu başarıyla dile getirmiş, ayrıca 9 Divanında yer alan kaside, gazel, kıtalarda ve bilhassa Hayriye‟deki çeşitli bölümlerde, devri için tarihi belge olabilecek kıymette bilgi vermiştir.”44 Bağdatlı Rûhî‟nin “toplumun değişik kesimlerinden seçtiği tiplerle eleştiriler yönelterek devrindeki çözülüşü gerçekçi şekilde gözler önüne seren”45 Terkib-i Bend‟i46, Yine Yahya Bey‟in, Rüstem Paşa‟yı Osmanlı mülküne ve devlet düzenine vermiş olduğu felaketlerden dolayı ağır bir dille eleştirdiği toplam 7 bend ve 44 beyitten oluşan Terkib-i Bendi47 bu açıdan önemli ayrıntılara işaret eder. Kaside ve terci veya terkib-i bend‟lerin ne kadar önemli olduğuna ilişkin bir iki örnek vermek istiyoruz48: Kasideler, yazıldıkları devrin sosyal hayatına da ışık tutmaktadır. “III.Süleyman‟ın 1687, II.Ahmet‟in 1691‟de tahta çıkışlarına karşı sessiz davranan Nabî, II.Mustafa‟nın saltanat makamına oturması üzerine bir cülus kasidesi yazarak ülkenin içinde bulunduğu harap durumu ve karışıklığı dile getirir.49 Bilhassa Nâbî‟nin kasidelerinde devrin sosyal hadiseleriyle ilgili bir hayli bilgi mevcuttur. Sadrazam Hüseyin Paşa‟ya sunduğu kasideye: Lil’lahi’l-hamd olup ma’reke-i cenk tamâm Buldu âlem yeniden sulh u salâh ile nizâm beytiyle başlar. Bizler bu kasideyle o devrin bütün olaylarını adeta adım adım takip ederiz. Kasidenin sunulduğu dönemlerdeki derin bunalımlar şairane kaleme alınmıştır. Bu anlaşmayla gelen geçici huzur ortamının, yıllardır süren kargaşa ve savaşların, sonundaki barış ortamının insan psikolojisi üzerindeki tesiri gayet güzel vurgulanmıştır.50 Nabî‟nin bu tarz kasideleri ayrı bir inceleme konusu yapılacak kadar geniştir. Nâilî‟nin Sadrazam Kemankeş Kara Mustafa Paşa‟ya sunduğu kasidede devrin sosyal hayatının önemli bir yansıması vardır. Kaside, Paşa‟nın İran‟la savaşlara son verdiği Kasr-ı Şirin anlaşmasının akabinde yazılmıştır. Kasidede, yıllarca süren, askeri ve halkı bıktıran savaşların başarıyla sonuçlandırılması ve halkın büyük sevinci dile getirilmektedir. Yine Nâilî‟nin Sofu Mehmet Paşa‟ya sunduğu bir kasidede bizler, şâirin o devirdeki ayaklanmalar ve karışıklıklardan rahatsız olduğunu, halkın çektiği sıkıntıları, ehliyetsiz ve cahil kişilerin yönetiminden acı acı yakınmaları görüyoruz.51 Yahya Bey, Divanında, 22 beyitlik bir kasidesinde, Kâsım Paşa‟nın Bağdat‟ta Şat ırmağı üzerine bir köprü yaptırdığını söyleyerek, bu köprü vesilesiyle Paşa‟ya övgüler düzmektedir. Kurıda yaşda yoldaşlık idüp Hızr-âsâ Yapdı bir köprü Şata Hazreti Kâsım Paşa52 ........ Bu kaside vesilesiyle bizler, Şat ırmağı üzerine yapılan bu köprünün halk arasında ne büyük bir sevinç yarattığını da öğrenmiş oluyor, şâirin böylesi büyük bir eseri bina eden insanı ebedileştirdiğine de şahit oluyoruz. Kasidenin sosyal olayları yansıtma ve tarihe ışık tutmasıyla ilgili son örneği Fuzûlî‟den vermek istiyoruz. “Fuzûlî biri Terci-i Bend tarzında yedi kasideyi Osmanlı Bağdat Valisi Ayas Paşa‟ya sunmuştu. Bu paşa gerçekten çok yararlı icraatlarıyla yörede şöhret yapmıştı. Bu kasideleri okuyan herkes, Ayas Paşa‟nın Bağdat‟a nasıl huzursuzluk içinde geldiğini, onun, nasıl askerleri tanzim ederek isyanları tenkile başladığını, Kerbela ve Necef‟i ziyaretten sonra, Al-i Kazma şeyhini nasıl te‟dib ve Basra‟yı nasıl fethettiğini, Vasıt ve Cezâyir taraflarında itaat ve emniyeti iade eylediğini hülasa olarak o devrin Irak tarihi için birinci derecede önemli ve hayati olan emniyet meselelerindeki zafer ve başarılarını adeta adım adım takibe imkan bulur.53 Yine tarihteki karanlık bir noktayı aydınlatması bakımından Fuzûlî‟nin bir kasidesi önemli bilgileri ihtiva etmektedir. Kanunî Bağdat‟ı ziyaretinde Kerbelâ‟ya Fırat‟tan su 10 getirilmesini emretmişti. Bu suyu kimin getirdiği tartışma konusu olmuşsa da, Fuzûlî‟nin Mehmet Paşa‟ya sunduğu bir kasidesinde mevcut: Şehid-i Kerbalâ’ya su getirmek kastın etmişsin Seni elbette âlemde bu niyyet pâydâr eyler beytiyle bu işi Mehmet Paşa‟nın yaptığı anlaşılmaktadır.54 Fuzûlû‟nin yine bir kasidesinden anlaşılmaktadır ki, Ayas Paşa, bulunduğu şehir, imar, sükun ve emniyet açısından berbat bir haldeyken bu şehri onarıp, “yola getirilmesi müşkül mülkü” abâd eylemiştir. Fuzûlî Divanında 11 numara ile kayıtlı ve “Kaside der Tevaîf-i Bağdat ve Meth-i Sultan Süleyman” başlığını taşıyan kaside, bir kasidenin gerçekte ne olduğunun en güzel örneklerinden biridir. 71 beyitlik bu kaside Bağdat şehrinin, sosyal, kültürel ve tarihi bir fotoğrafını yansıtmaktadır. Şehirdeki tarihi, dini şahsiyetler, İslam dini açısından şehrin önemi, tarihin büyük olaylarına merkezlik etmesi, coğrafi ve tabii güzellikleri, kültürel zenginliği vs. gibi birçok konu bu kasidede çok güzel bir üslupla harman edilmiştir. Her yönüyle Bağdat tarihi araştırmacıları için zengin bir vesika niteliği taşımaktadır. 15 Ocak 1945 tarihli İstanbul Dergisi‟nde Ali Canip Yöntem‟in yayınlamış olduğu “18. Asır Edebiyatı için Mühim Bir Vesika: Şâir Seyyid Vehbî‟nin Vekâletnâme‟si” adlı bir makale yukarıda işaret ettiğimiz soruların bir kısmına ışık tutacak mahiyettedir. 1720 yılında Sultan III. Ahmet‟in İbrahim adlı bir çocuğu olur. Devrin şâirleri çeşitli şiirlerle tebriklerini sunarlar. Sultan Ahmet, bu şiirlerin içinden Osman Tâib‟in şiirini pek beğenir ve onu Melikü‟ş-Şuarâ ilan eder. (Bunun üzerine ondan devrinin bir değerlendirmesi istenmiş olacak ki) Tâib hicivle şöhret bulduğundan ve bundan dolayı hayli zarara uğradığından: Edersin Tâib’â her fırkanın erbâbını ta’rîf Velî havfın budur şâyed ki dilgîr ede yârânı Vekilimdir benim Vehbî-i mûciz-dem beyân etsin Sunûf-i taze güyânı gurûh-ı yâve destânı beyitleriyle işin içinden sıyrılır ve Seyyid Vehbî‟yi kendisine vekil tayin eder. İşte bu olay üzerine Vehbî bu vekaletnameyi kaleme almıştır. Vekâletname 170 beyitlik uzun bir kasidedir. Kasidede devrinin hemen bütün şairlerinin adı geçer. Bu kaside devrinin edebiyat dünyasının adeta bir portresidir. Şâirler arası münasebetler ne şekildedir, kim revaçta, kim unutulmuştur? Tezkirelere bile adı geçmemiş nice şairi bu kasideden öğrenmekteyiz. Yaygın kanaat Yunus Emre‟nin Divan şairlerince hiç anılmadığı şeklindeyken, bu kasideyle Vehbî‟nin beğendiği şâir Nahîfî‟yi sırf Yunus Emre‟ye benziyor diye övdüğünü öğreniyoruz:55 Nahîfî kim ilâhiyât-ı Yunus’tan müessirdir Usûl-ı sûfiyanda beste eşâr-ı firâvânı Kemâlâtıyla şimdi câ-nişîn-i ârif olmuştur Müsellemdir hakikat nazm u nesre fazl-ı irfânı Yine bu kasideden öğrendiğimize göre, o günün en büyük şâirleri arasında bugün adını bile anmadığımız kişiler vardır. Sami Bey devrinde en mümtaz üstatlardandı. Yine, genç yaşta ölen Cazim de devrin “taze-gûyan”ındandır. Ali Canip Yöntem mezkur yazısını şu görüşüyle 11 bitirir. “18. asır edebiyat ve fikriyatıyla uğraşmak isteyenler için Tâib ve Vehbî‟nin, hassaten Vehbî‟nin kasideleri incelenmeye değer vesikalardır.” Şimdi sormak gerekir, hangimiz o devri değerlendirirken bu vesikalardın yararlanıyoruz. Bırakın yararlanmayı bu vesikaları acaba kaçımız gördü? Kasidenin sosyal hayattaki rolü için verilebilecek en iyi örneklerden biri Şeyh Gâlib‟in bir kasidesidir. III. Selim‟le çok derin ve samimi bir muhabbeti olan Şeyh Gâlib edebiyatımızın en mümtaz şahsiyetlerinden biridir. Belki de Osmanlı Sultanlarına en yakın şairimiz o olmuştu. Hareme girebilecek kadar padişahla ünsiyet kesbetmişti. Onun bu durumundan hareketle Orhan Okay şöyle söyler: “III.Selim için yazdığı 12 kasidede câize karşılığı bir methiyeden çok, hasbi bir sempati aramak daha doğru olacaktır. Hüsn ü Aşk‟da ifade edilen: Her ne ki söylerim senâdan Âsûdedir âfet-i riyâdan beyti onun bütün methiyeleri için geçerlidir.”56 İşte III. Selim‟e yazmış olduğu bu kasidelerden biri, kasidenin sosyal hayatı tanzimde ne derece rol oynadığının en iyi örneklerinden biridir. Şeyh Gâlib, III.Selim tarafından Galata Mevlevîhanesi‟ne şeyh tayin edilir. Kendisi de bu mevlevihanenin müdavimlerindendir. Şeyh Gâlib görev yerine geldiğinde burasının harap bir halde olduğunu görür. Bunun üzerine III. Selim‟e: Gönül bir beyt-i ma’mûr-ı safâdır aşk mî’mârı Yatur ammâ ki şimdi başka bâmı başka dîvarı matlalı kasidesini sunar. Gâlip, bu kasideyle Mevlevîhâne‟nin harap ve perişan bir durumda olduğunu şairce ifade etmektedir. Kasideyi okuyan padişah şiirdeki imayı anlar ve hemen dergahın onarılmasını emreder. Kasidenin tesiri bu kadarla da kalmaz, “dergah bütün müştemilatıyla birlikte yenilenmiş, ayrıca güzel bir şadırvan bir süre sonra da padişah için bir hünkar mahalli yapılmıştır. Sarayın bu ilgisi devlet erkanını da harekete geçirmiş ve kısa süre içinde Galata Mevlevihanesi, başta içilecek tatlı suyu olmak üzere bütünüyle elden geçirilerek cennet bahçelerini andıran bir mekân haline getirilmiştir. Padişah bununla da yetinmemiş, şâirle dostluğu ilerlettikten sonra dergahın faaliyetlerine daha rahat devam edebilmesi için yeni vakıflar da tesis etmişti.57 Bütün bu hayırlı işlere bir kasidenin vesile olduğu göz ardı edilmemelidir. Divanlarda aslında gündelik hayatın birebir yansımalarını bulacağımız metinler Kıta‟lar bölümünde geçer. Divan şiiriyle ilgili olarak verilen hükümlerde bu bölümlere bakılmaması araştırıcı için aslında büyük bir kayıp ve verilecek hükümler için de büyük bir eksikliktir. Bilhassa Tarih şiirleri kıt‟alarla yazıldığından o devrin önemli savaş ve barışları, devlet adamlarınca yapılan ve “Târih Berâ-yı Çeşme-i Sultân Muhammed Hân-ı Gâzi der- Burgas”, “Çeşmeye Yazılan Târih Budur”, “Zeyrek Aganun Köpüsine Nev’î Efendi İltimâsiyle Bir Gecede Denmişdür” gibi başlıklarla verilen saray, köşk, ev, kasr, cami, çeşme, köprü vb. mimari yapıların tarihleri ve bunların özellikleri, şâirlerin fakirlik, zenginlik, rüşvet, sağlık, doğruluk, cömertlik, iyilik yapma vb. kendi hayat ve dünya görüşüne ilişkin şiirler; o devrin yokluk, kıtlık, karaborsa, savaşların getirdiği felaketler gibi sosyal boyutlu hadiseler; “Muallim-zâde oglı Mahmûd Efendi Nişânî Olduğunda Dinildi”, “Merhûm Şâh Efendi İstanbul Kadısı Olduğuna Târihdür” gibi başlıklarla verilen önemli devlet görevlerine getirilen insanların göreve gelmeleri ve görevden ayrılmalarına ilişkin tarih ve tebrikler; Tarihin seyrinde önemli rol oynamış “Sultan Selîm Hânla Sultân Bâyezîd Cengine Târihdür”, “Târih Berâ-yı Feth-i Kal’a-i Kamançe”, “Târih-i Feth-i Kal’a-i Girîd Be-Dest-i Ahmed 12 Paşa Der-Zamân-ı Sultan Muhammed Han” vb. başlıklarla yazılan mühim savaşları ve “Tonanma-i İslâmun İnhizâmına Târihdür” gibi yenilgileri anlatan manzumeler; “Edirnede Olan Tunca Irmağınun Taşdugına Târihdür”, gibi sel afetlerini, “Kabbân Harkına (yangınına) Târihdür” , “Târih Berâ-yı İhrâk-ı İstanbul”, “Tophâne İhrâkına Târihdür” gibi başlıklarla verilen önemli yangınlara ilişkin şiirler, ”Ciğer-delen Nâm Civân Âşıkını Katl itdüğüne Târîhdür” benzeri sunuşlarla dile getiren o dönemin kamuoyu yaratmış önemli hadiseleri vb. pek çok güncel, sosyal, tarihi olayları takipte Kıt‟a‟lardan yararlanmak mümkündür. Gelibolulu Âlî, Eylül 1593 ila 15 Eylül 1594 yılları arasında İstanbul‟da kıtlık olduğunu, bölgeye yağ gelmediğini, doğu bölgelerinde İnek ve sığır kalmayıp etrafın kırıldığını, bir bulaşıcı hastalığın etrafı kasıp kavurduğu, Amasya civarındaki araştırmalarında köylülerin taze kemiklerden yapılmış surlar ördüğünü gördüğünü, bazı köylerde bir tane bile dananın kalmadığını söylüyor ve peşinden Şöyle yatur lâşeler, şöyle kırılmış devâb Kalb-i reâya hîç kalmamış ümizd-i âb Sâhil-i deryâya san tolmış idi üstühân Bahr idi sahrâ-yı Rûm, düşmiş ana ıztırâb Hayret iel ellerin bögrine urmış zenân Oldı dihkân hazîn, hâl-i raiyet harâb demektedir. Daha sonra bu kıtlıktan etkilenenleri, kıtlığın ahlakî sebeplere dayanan tarafını, tüccarların karaborsacılığa ve fahiş fiyatlarla mal satmaya başladığını, insanların kıtlığı hak ettiğini; bir müddet sonra da arpa ve buğdayın kıtlığının başladığını, insanların kendilerini çifte koştuklarını, bazılarının el çapaları ile yerleri kazıp tek tek buğday ve arpa ekmeye çalıştığını söylüyor ve şu dörtlüğü kaydediyor: El ile kazmadan ne hasıl olur Ol ekinden sana ne vâsıl olur Andan ibret al vâki’de yoksa Dahı bir özge fitne nâzil olur58 Âlî, şeyhülislam Bostanoğlu Mevlana Muhiddin‟in 30.000 dinar rüşvetle Sinan Paşa lehine fetva verdiğini söyleyerek Şeyhülislamı bir şiirle şiddetle eleştirmektedir. (Rişvet ahzına eden cürêti kadılar iken/ irtişâ almayı müftü de edindi derkâr). Daha sonra Ferhad Paşa‟nın idamının çok ciddi bir hata olduğunu, bu idamla devletin doğu savunmalarının çok zayıflayacağını (Ferhad Paşa bilhassa İran‟la yapılan savaşlarda uzman ve o bölgeyi çok iyi bilen bir kişi imiş) söylüyor ve onun yerine gelen Sinan Paşa‟yı ağır bir dille eleştiriyor.59 Kortantamer, Nedim‟in şiirlerinde canlı İstanbul tasvirlerini incelerken, onun İstanbul‟u köşe bucak ele alıp tanıtmasını şu sözleriyle güncelleştiriyor: “Nedim‟in bu tanıtma işini adeta bir mihmandar –hadi günümüze aktararak söyleyelim- bir turist rehberi gibi yaptığı da olur.”60 Tezkireler Şâirler hakkında bilgi veren eserlere “şuarâ tezkireleri” adı verilmektedir. “Osmanlı toplumunun maddi ve ma‟nevi kültürünü meydana getiren her meslekten yaratıcı kişinin biyografik künye yazıcılığını temel alan bir tür anlamı kazanmış olan ve belirli bir meslekte tanınmış kişilerin, mesela velilerin, hattatların, mimar ve musikî ustalarının, hatta usta bir çiçek yetiştiricisinin hayat ve sanatından söz eden edebî geleneğin adı” 61 olan ve kendisinde 13 “büyük bir bölümü yazara ait olmakla beraber- çağının genel anlamdaki şiir telakkisini de yansıtılmış”62 olduğu tezkireler, Osmanlı dünyası şiir-hayat-toplum-siyaset ilişkisi açısından son derecede önemli kaynaklardır. hakkında pek çok bilginin bulunduğu bu eserler Osmanlı toplumu sanat-hayat-siyaset üçgenini göstermesi bakımından da birinci derecede kaynaklardandır. Sûrnâmeler Padişahların erkek çocuklarının (şehzâdelerin) sünnet düğünlerini, kızlarının veya kız kardeşlerinin evlenme törenleri vesilesiyle yapılan “Sûr-ı hümâyunları” anlatan veya düğün, ziyâfet, şenlik ve benzeri konularda kaleme alınan mensur ve manzum eserler olarak tanımlanabilecek olan Sûrnâmeler, manzum veya mensur onlarca örneği olan edebî eserlerdir. “Sûrnâmeler kültür tarihi kavramı içerisinde, yazıldıkları ve anlattıkları dönemin „Edebiyat, Tarih, Folklor, Devlet Yönetimi, Sosyoloji, İktisat vb.‟ açısından incelenmeye yardımcı olabilecek muhtelif bilgileri ve nitelikleri ihtiva etmektedir. Manzum ve mensur Sûrnâmeler‟in ihtiva ettiği konuları ana hatlarıyla aşağıdaki şekilde vermek mümkündür. Bu konulara bakıldığında Sûrnâmeler‟in kültür tarihi açısından gerçek birer hazine olduğu ortaya çıkacaktır. Giyim kuşam adları ve özellikleri; kumaş, kürk, mefruşat adları ve özellikleri; Kap- kaçak isimleri ve özellikleri; Muhtelif hediyeler ve özellikleri; Yiyecek ve içecek isimleri ve özellikleri; hamam kültürü ve kullanılan aletler; Ateş işleri, donanma şenlikleri, fişek gösterileri, kandiller ve mahyalar; Gösteri sanatları, sanatçıları, eğlenceler, oyunlar, oyuncu kolları; Musiki makamları, aletleri, musıkiyle ilgili unsurlar; Osmanlılarda saray, merkez, bahriye, ilmiye, kapıkulu teşkilatları; esnaf alayları, gösterileri, esnaf isimleri ve diğer özellikleri; Mimarlık, dekor ve süsleme sanatları; Şekerden yapılan temsili hayvanlar, bahçeler ve diğer unsurlar; Nahıllar, düğün mumları ve özellikleri; Dramatik savaş gösterileri; sunulan hediyelerin ayrıntılı listeleri ve değerleri; Silahlar, çeşitleri ve özellikleri; Atlar, atlarla ilgili koşumlar ve diğer unsurlar; Muhtelif spor gösterileri: Binicilik, at yarışları, okçuluk, güreş, matrak, cirit vs.Mesneviler Her beytin kendi arasında kafiyeli olduğu, uzun manzum eserler olan mesnevîler Osmanlı Türk toplum ve siyaset hayatının en önemli kaynakları arasındadır. Mesneviler işledikleri konu itibariyle kimi araştırmacı tarafından altı, kimisi tarafından ise dört başlık altında incelenmiştir. Cem Dilçin‟e göre mesnevileri altı ayrı başlık altında incelemek gerekir: Fuzûlî‟nin Leylâ vü Mecnûn‟u gibi Aşk Konulu Mesneviler; Süleyman Çelebi‟nin Mevlidi gibi Dinî ve Tasavvufî Mesneviler; Nâbî‟nin Hayriye‟si gibi Ahlâkî ve Öğretici Mesneviler; Gazavat-nâme‟lerin anlatım biçimi olan Savaş ve Kahramanlık Konulu Mesneviler; Şehren-giz‟lerin yazıldığı Bir Şehri ve Güzellerini Anlatan Mesneviler ve Şeyhî‟nin Harnâme‟sinde olduğu gibi Mizâhî Mesneviler olmak üzere altı ayrı başlık altında incelenebilir.67 İsmail Ünver ise, Mesnevileri konuları bakımından dört gruba ayırır ve toplumsal yapı ve hayat hakkında geniş bilgiler bulabileceğimiz dördüncü grubu şu şekilde tanımlar: “Şâirlerin gördükleri, yaşadıkları olayları anlatan, toplum hayatından kesitler veren; kişileri, meslekleri, düğünleri ve belli yöreleri tasvir eden mesneviler. Bu eserler yerli konuları işlediklerinden, eski edebiyatımızın mesnevî alanındaki en orijinal örnekleridir. Bu gruba giren başlıca örnekler şunlardır: Ta‟rifât veya Ta‟rif-nâmeler, Şehr-engîzler, Sûr-nâmeler, Sergüzeşt ve Hasbıhaller... Bunlardan şehr-engîz türündeki eserlerden kimileri yöresel tasvirler verir.” Ünver, Bu tür Şehr-engîzlere örnek olarak, Agah Sırrı Levend‟in hakkında “Bursa‟nın güzellerinden değil, şehrin gezilip görülecek yerlerinden bahseder” dediği Lami‟î Çelebi‟nin Bursa Şehr-engîz‟ini ve Fevziye Abdullah Tansel‟in hakkında “Boğaziçi Kıyılarını canlandıran mesnevi” olarak nitelediği Fennî‟nin Sâhil-nâmesini örnek vermektedir.68 Mesnevî nazım biçim Türk edebiyatına İran‟dan gelmiştir. Fakat Türk şâirleri İranlıların pek ilgisi çekmeyen pek çok değişik sahada da mesnevi kaleme almış ve bu mesnevilerle özellikle Osmanlı sosyal hayatının izlerini bugünlere taşımıştır. “Mevzû bakımından Türk Mesnevîleri, İran Mesnevîlerinden daha zengindir. İran edebiyatında Mevlid, Mîrâciye, Hicriye, Esmâ-yi Hüsnâ, Ta‟dâd-ı Enbiyâ ve benzeri dini konular az görüleceği gibi Şehrengiz, Târifnâme, Sevâhil-nâme nev‟inden mesnevîler de telif olunmamıştır veya daha azdır denebilir.”69 14. yüzyıl mesnevileri daha çok dini-tasavvufi mahiyettedir. Fakat Tabiatnâme adlı yazarı bilinmeyen bir mesnevide o günün hayat izleri taşıyan pek çok konu kaleme alınmıştır. “ Peksimet, pirinç, arpa ve darı ekmeklerinin, koyun, keçi, sığır, at, deve, ahu, kaz, güvercin, tavuk, tavşan, bıldırcın vs. etlerinin, süt, yağ, peynir ve yoğurdun, zeytin, sirke ve limonun, çeşitli turşuların, bozanın, elma, ayva, nar şerbetlerinin, sabun helvası, kadayıf gibi bazı tatlıların, kuru ve taze meyvelerin, şalgamın, sarımsağın, turp ve soğanın bazı hususiyetleri, faydalı ve zararlı tarafları anlatılmıştır... İkinci bölümde ise yay çekmekten, hamamdan, dellâkden, uyumaktan, erganun, ud ve kanun gibi musikî aletlerinin vücuda ve ruha tesirlerinden bahsedilmiştir.”70 Genelde Aşk konulu mesnevilerin aşk gibi soyut konularda yazıldığı ve pek de yaşanılan toplumsal hayat hakkında bilgi vermeyeceği düşünülürse de M. Fatih Köksal, konusu aşk olan mesnevilerin kalıplaşmış hususiyetleri yanı sıra toplum hayatını, toplumun gelenek göreneklerini ortaya koyan bir özelliğinin de olduğunu söylemekte ve bunları : Kahramanların yetişmeleri, içki meclisleri ve eğlence alemleri, sihir, büyü, tılsım, savaşçılık, av ve avcılık, zindan ve hapis hayatı vb. inançlar başlığı altında incelemektedir.71 15 Ayrıca Mesnevilerinde çok canlı bir şekilde çeşitli insan tiplemeleri görülmektedir. Bahtek adlı tipi buna güzel bir örnektir. Bu şahıs tiplemesiyle cimriliğin felaketlerini bütün evrensel yönleriyle ele alınır ve işlenir.Atâyî, Nefhatü‟l-Ezhar adlı mesnevisinde en önemli hikâye kahramanlarından biri de o devrin ünlü Üsküp Müftüsü Mir Muhammed Çelebi‟dir. Kâtip Çelebi‟nin de hakkında övücü sözler sarf ettiği bu şahsı Atâyî kendisine bir hikâye kahramanı olarak seçmiş ve bu vesileyle o devir hayatından çok canlı sahneleri eserine taşımıştır. Müftü Efendi bir gözü görmeyen, ama şen şakrak, problemleri basiret içinde çözen, işini kılı kırk yaparak yapan, aynı zamanda şakacı birisidir.72 Atâyî, eserinde o günün eğlence anlayışını, kış eğlenceleri de olmak üzere kaydeder. Mesela bir şiirinde güzellerin kar topu oyunlarını anlatıyor: Kılup berf-bâzî nice tâzeler Biri birini kara basmış meğer Atar kar topun nev-civanlarına Sıgandı gümiş savlecanlarına Yakup kar topun her Nihâl-i ümîd Olur nicesi gonce verd-i sefîd Kayar buzda meh-pâreler pür-şitâb Olur çarh-ı mînâda gûyâ şihâb73 Daha pek çok örneğin verilebileceği mesneviler bütün bu yönleriyle incelendiğinde ancak o zaman biz bu eserlerin gündelik hayat içerisindeki yerini hakkıyla tespit edebileceğiz. Nâme’ler ve Diğerleri Genel olarak nâme‟ler başlığı altında sıralayacağımız bu eserler sonları nâme kelimesi ile bittiğinden bu adla sınıflandırılmıştır. Yüzlerce değişik örneği olan bu eserler Osmanlı hayat ve siyaseti için önemli kaynaklar arasındadır. Manzum küçük hikâyeler olan Berber- nâme, Dere-nâme gibi eserler; büyük bir tarihi kişiliği ve kahramanlıklarını konu edinen Selim-nâme, Zafer-nâme, Âsaf-nâme vb. 79 Agah Sırrı Levend “Divan edebiyatının başlıca mahsulleri, divanlar, hamseler, münşeat mecmuaları, tezkireler ve tarihlerdir. Ancak bunlara, hamseler dışında kalan manzum ve mensur hikâye, risale ve makalelerle nâme ve münazara başlığı altında yazılan muhtelif mevzulardaki eserleri, bundan başka dini ahlaki ve tasavvufi mahiyette yazılan risalelerle hiciv ve mizah vadisinde yazılmış manzumeleri, hatta manzum lügatleri de ilave etmek lazımdır. Ancak bu suretle divan edebiyatının mahsullerini tamamlamak mümkün olabilir.”80 diyor. Bu eserlerden münazara kitapları genellikle varlıklar arasındaki tartışmaları edebi ve simgesel bir dille anlatırken, bu eserler arsında gündelik hayatın ayrıntılarına girenler de vardır.17 asrın ilk yarısında Nağzî tarafından kaleme alınan 4069 beyitlik Münâzara-i Kahve vü Bâde adlı eser bunlar arasındadır. Nağzî, 17 yüzyılın ilk yarısında kahve kahvehaneleri 16 hacimli eseriyle anlatmaktadır. İşte bu eserden kahvehaneye devam eden insanlara dair beyitler: Rüstâyî kimi kimi şehrî Kimi seyyâh u kimi dehrî Kimi köçek anun kimi derviş Kimi bî-rîş anun kimi dil-rîş Kimisi pîr anun kimisi cüvân Kimi kec-gûn kimi katı hayrân Kimi kuloğlu vü kimi çelebi Kimisi Şâmî vü kimi Halebî Ehl-i irfân anun kimi nâdân Kimi ihvân-ı velî kimi yârân81 “Edebi eser, her zaman kendisini hazırlayan ve teşekkül ettiren sosyal organizmanın izlerini taşır. Ferdi de olsa, anonim de olsa, meydana getirilen eser içinde vücut bulduğu toplulukların davranışlarını, değer yargılarını ve kültürel birikimlerini, bahsi edilen edebilik hali ile imtizac ettirerek aktarırlar. Gerçi bu sosyal vakıaların her birini ayrı ayrı inceleyen disiplinler mevcut ise de, bilhassa eski kültürlerin izlerini tespit eden ve taşıyan edebi eserler, bu disiplinler ile edebiyatın iç içe bulunduğu bir kesişme merkezidirler. Bu açıdan bakıldığında edebi eserler, bu özellikleri taşımak ve onu muhafaza etmek kaydıyla, diğer disiplinlere malzeme verme fonksiyonu da îfâ eden bir sosyal vâkıadır”82 Bu sözden yola çıkıldığında aslında Divan edebiyatı türüne giren her bir eser bu yazının başlığında konu edinilen meseleye ışık tutacak mahiyettedir. Yukarıda sayılanların dışında şâirlerin divanları, divan dibaceleri83, divanları dışında kaleme aldığı her bir eser aslında o devir sosyal ve siyasi hayatı için bir belge durumundadır. “Vefâyât84 kitapları, bilginlerle ilgili biyografi kitapları, şehir monografileri, hal tercümesi kitapları, nazire ve şiir mecmuaları, Keşfü‟z-Zünûn gibi bibliyografya kitapları, mektuplar, tereke kayıtları, mahkeme sicilleri, arşiv kaynakları ve umûmî tarihler, Şakâik-i Nu‟mâniye ve zeyilleri.”85 Türü diğer eserler, hakkında “Nâbî‟nin, oğlu Ebü‟l-Hayr Mehmed Çelebi adına yazdığı eser, devri için olduğu kadar günümüz ve her dönem için geçerli olabilecek öğütlerle doludur. Tarihî bir vesika oluşu ve devrinin iç yüzü ile sosyal hayatını yansıtması açısından da önemli olan Hayriye, daha yazıldığı günden itibaren pek beğenilmiş ve tabiri caizse su gibi okunmuştur.”86 Hükmü verilen Nâbî Hayriye‟si, yine “Eser Lutfullah‟ın şahsında dönemin gençliğini Türk-İslam düşüncesinde eğitmek için yazılmış; medreselerde, rüştiyelerde ders kitabı olarak okutulmuş, bugün de muhtaç olduğumuz öğütlerle dolu, herkesin yararlanabileceği bir hazinedir”87 sözleriyle anlatılan Vehbî‟nin Lutfiyye‟si gibi mesnevi tarzında kaleme alınan eserler sosyal ve siyasi yapının birer vesikası olarak incelenebilecek eserlerdir. “Eski edebiyatımızın ihmal edilmiş verimlerinden biri” 88 olan vakıat kitapları da bu bahiste adı geçmesi gereken eserlerdendir. Bunlar günlük hayatı anlatan önemli ve canlı eserlerdir. Fuat Köprülü, Türk Edebiyatı Tarihinde Usûl başlıklı uzun yazısında Türk Edebiyatı Tarihinin nasıl yazılacağı ve edebi eserin tarih için nasıl bir kaynak olabileceğini anlatmıştı. Bu yazı aynı zamanda tarih için sadece resmî vesikaların değil, edebî eserlerin de ne kadar önemli olduğunu gösteriyordu. Bu yazısında Toplum tarihi için asıl olarak edebiyatı ön plana çıkaran ve “bir milletin manevi tarihini vucûda getirmek için vak‟aların kendisine bağlı bulunduğu ruhi kanunlar hakkında malumat elde etmek için, bilhassa edebiyatları tetkik edilmelidir.” Diyen Hippolite Taine ve edebiyatı milli hayatın bir tezahürü sayan Gustave 17 Lanson‟a atıflarda bulunuyordu. Köprülü bunu yaparken aynı işin Türk edebiyatında ne kadar zor olacağına da işaret etmekteydi.89 Tarih yazımında Osmanlı Divan şiirinin ne kadar önemli olduğunu anlamak için Ahmet Uğur‟un kaleme aldığı Yavuz Sultan Selim’in Siyasi ve Askerî Hayatı adlı esere bakmak bir fikir verebilir. Ahmet Uğur, bütün bu tarihi macerayı ve devrin toplumsal olaylarını devrin divan şâirlerinin eserlerine müracaatla yazmaktadır. Burada adları geçen şâirlerden bazılarının adları şöyledir: Kemal Paşa-zâde, Hadîdî, Celal-zâde, Şükrî, Âlî, Mevlânâ Nihâî, Keşfî vb.90; Yine Refik Ahmet Sevengil‟in yazmış olduğu İstanbul Nasıl Eğleniyordu (1453’ten 1927’ye kadar) adlı eseri yazar kitabın bahis konusu edildiği devrin şâirlerinden alınan şiirlerle yazılmış ve zenginleştirilmiştir.91 Osmanlı ekonomisi ve gündelik hayat içerisinde ekonomik faaliyetlerin insan ve toplum hayatındaki akisleri için yine Divan edebiyatı birinci dereceden kaynaklar arasındadır. Bu konuda yazdığımız bir makale meraklıları için bir fikir verebilir.92 SİYASET “Ben politikayla meşgul değilim ve meşgul olmayı bir sanatkâr için bedbahtlık tanırım, fakat her sahada olduğu gibi siyaset vadisinde de düşündüklerimi yazarım; bu, herkes gibi benim de cümle-i hukukumdandır. Siyasetten bahsetmek için mutlaka bir fırkanın dellalı olmak lazım gelmez” (Cenap Şehabettin)93 Bu başlık altında divan edebiyatının duruş ve bakışı verilmeden önce, bu alanda yazılmış eserlere bir göz atmak gerekmektedir. Eflatun‟un Devlet‟i, Beydaba‟nın Kelile ve Dimne‟si, Farabî‟nin Medinetü’l-Fazıla‟sı, Yusuf Has Hacib‟in Kutadgu Bilig‟i, Nizamülmülk‟ün Siyasetnâme‟si, Bacon‟un Yeni Atlantis‟i gibi tarih boyunca meşhur olmuş ünlü siyasetnâmeler vardır. Adında doğrudan “siyaset” olan eserler divan edebiyatında da bir hayli yekun tutarlar. Genel olarak “padişahlara, vezirlere ve devlet adamlarına öğütler vermeyi esas alan”94 metinler olarak değerlendirilebilecek olan Siyaset-nâmeler bu alanda bakılması gereken ilk eserlerdir. Bu eserler siyaset-devlet ve millet (tebea) açısından incelenmeli. Türk yazarların bu eserlere gösterdiği ilgi bahsi geçen eserlerin sayısından da rahatlıkla anlaşılabilir. Bir kaynağa göre Arapça 40, Farsça 10 adet siyasetname olmasına rağmen Türkçe‟de bunların sayısı 50 kadardır.95 Son zamanlarda yapılan bir başka çalışma bu sayıyı daha da artırmıştır. Buna göre sadece İstanbul kütüphanelerinde Arapça, Farsça ve Türkçe olmak üzere telif-tercüme 269 adet siyasetnâme bulunmaktadır.96 Kendisi de aynı zamanda bir divan şâiri olan Âlî, pek çok eserinde olduğu siyâsetnâme özelliği taşıyan bir eserinde devlet adamlarının niteliklerini saymakta ve devlet düzeninin devamı, halkın huzur ve refahı için aranacak ve tabii ki uyulacak nitelikleri sıralamaktadır. Mesela “vezirler „akılı başında insanların seçkinlerinden‟; kazaskerler, „ulemanın faziletle övülmüş kimselerinden‟; defterdarlar, „ehl-i kalemin dürüst ve ahlaklı olanlarından‟; nişancı ve reis-i küttab „marifet ehli münşilerin kemal sahibi olanlarından seçilmek din ve devletin önemli özelliklerinden hatta belki saltanatın da en gerekli temel esaslarındandır.”97 “Siyasî ve edebî cepheleriyle tarihimizde önemli bir yeri bulunan”98 ve hikemî şiirinde üstatlarından olan Sadrazam Koca Ragıb Paşa gibi, hem siyasî hem de edebiyatçı kimliği taşıyan devlet adamlarının eserleri bu edebiyatın siyasi cephesini aydınlatmada önemli roller oynayacaktır. Yine Sünbülzâde Vehbî gibi devrinde hem Sultânü‟ş-Şuarâ ilan edilecek derecede şâir olan, ama aynı zamanda da kadılık ve elçilik gibi önemli görevlerde bulunan, Rodos kadılığı döneminde Şahin Giray‟ın asılmasında mühim roller oynayan bir kişinin eserleri devrin siyaset-hayat ve edebiyatı aydınlatmada büyük bir önemi haizdir. Bilhassa onun “Tayyâre” kasidesi bu açılardan önem arz eder.99 18 George Orwell, Bir yazarın yazma nedenleri üzerinde durduğu bir yazısında, kendisine göre 4 ayrı yazma nedeni olduğunu söylemekte ve dördüncü sıraya da Siyasal Amaçı yerleştirmektedir. Burada şunları söylüyor: “ („Siyasal‟ sözcüğünü mümkün olan en geniş boyutlarıyla kullanıyorum.) Dünyayı belli bir yöne doğru itme, öbür insanların ne tür bir toplum peşinde koşmaları gerektiği konusunda düşüncelerini değiştirme isteği. Hiç bir kitabın, siyasal eğilimden gerçekten yoksun olamayacağını yineleyeyim. Sanatın, siyaset ile hiç bir ilişkisi olmaması gerektiği düşüncesinin ta kendisi siyasal bir tutumdur.”100 Buna göre bir edebi eser istese de siyaset dışında kalamayacaktır. Nihayette onu duruş ve yorumu belli bir zaviye gerektirdiğinden bu duruş kendisi veya bir başkası açısından belli bir siyasi mülahazayı beraberinde getirecektir. Ali Nihat Tarlan Divan edebiyatının esasında siyasetle alakasının olmadığını, fakat onun siyasetle alakası olmayan tarafının şiirin mutlak telakkisi ve mimarisi olduğu söylemekte ve bunun dışında, özellikle on yedinci asırdan sonra mahallileşen mesneviler, bilhassa mukattaat kısmındaki dini, tasavvufî, içtimaî, ahlakî, terbiyevî manzumeler, hicivler, tarihler vb. ile kendisini siyasi bir atmosfere dahil ettiğini söylemektedir. Fakat bu tarihi on yedinci yüzyılı zikretmek, tabii ki daha önce yoktu anlamına gelmemektedir. Divanların bilhassa kaside, terci‟ ve terkib-i bendlerinde, -Yahyâ‟nın Şehzade Mustafa Mersiye‟sinde, Bağdatlı Rûhî‟nin terkib-i bendinde olduğu gibi- ve bazen de gazellerde şâirin siyasi tercihleri ön plana çıkar. Şâirler arasında Taşlıcalı Yahya ve Nâbî gibi siyasi mülahazalara fazlasıyla giren şâirler vardır. Bilhassa Taşlıcalı Yahyâ bu hususta ön plana çıkar. Toynbee, Osmanlıların Şah İsmail ortaya çıkıp kendi mezhebini yayma çabasına girmeden Doğuda fetihlere pek düşkün olmadığını, Osmanlıların Şiilere karşı bir hoşgörüsüzlüğünün görülmediğini, fakat Şah İsmail‟in askerî ve dinî saldırganlığı sonunda Osmanlı Siyasetinde büyük bir değişikliğin başladığını söylemektedir.101 Bu siyaset değişikliğini Osmanlı Divan şiirinde de görülmektedir. Toynee‟nin bahsettiği bu olaydan sonra Divan şiirinde Kızılbaş aleyhtarı şiirlerde önemli ölçüde artış olmuştur102, özellikle Yahya Bey‟de. Yahya Bey‟in divanı tarandığında onun Osmanlı‟nın İran siyaseti politikalarında şiddetli bir taraftar olduğu görülecektir. Bu taraftarlık tabi ki sadece Yahyâ Bey ile sınırlı değildir, o yüzyılın divanlarına bakıldığında bu tarafgirliğin hemen bütün boyutları açıkça görülmektedir. Bunların yanında Osmanlı tarih yazarlarının eserleri de bu anlamda sayılması gereken eserlerdendir. Osmanlı şâirinin siyasi mülahazaları için aslında en geniş şekilde kasidelerin incelenmesine ihtiyaç vardır. Kasidelerde Osmanlı şâirinin cihan hakimiyeti ideali doğrultusunda ne kadar açık ve tarafgir olduğu kasidelerde apaçık müşahede edilebilir. Bu hususta özellikle Dora D‟İstria‟nın Osmanlı Şiiri adlı eseri bizlere geniş bir malumat vermektedir. Osmanlılar dönemi Türk şiiri üzerine değerli bir araştırma yapan Dora D‟İstria eserinin büyük bir bölümünde bu tema üzerinde durmakta ve şairlerin bu cihetini hep ön plana çıkarmaktadır. D‟İstria kasidelerde çokça isimleri geçen Süleyman ve İskender efsanelerinin alelade bir övgü maksadıyla kullanılmadığını söyler. “Barbar bir dünyayı evrenin bilinebilen en uç noktalarına kadar süren ve gece ülkelerine giren, ölümsüzlüğü bulmak için orada bin yıl yürüyen İskender, ürkütücü Asya‟ya bir avuç kahramanla giren ve dünyayı üstünde eğilmeye zorlayan kişiye yaraşır bir seleftir.103 Yazar, Osmanlı Hükümdarlarının sürekli cihan hakimiyeti fikrinde olduklarını, bunu her zemin ve fırsatta dile getirdiklerini (Yavuz‟un “bu dünya iki hükümdara fazla, bir hükümdara az” sözünde olduğu gibi), kasidenin de sürekli onların bu amacına yönelik bir üslûpla ele alındıklarını söyler. “Ahmet Dâî‟nin İskendernâne‟si evrensel hükümdarlık besleyen sultanların çok hoşuna gitmişti. İskender‟in hayat öyküsü II.Mehmet ve I.Selim‟e büyük zevk verirdi.”104 İşte şâirler bir nevi motivasyon aracı olarak veya cihan hakimiyeti fikrine kendilerince bir katkı düşüncesiyle kasideleri kaleme alırlardı. Kanaatimce dünyayı fethetme kastıyla yola çıkan bütün cihangirlere bu tarz övgüler sunulmuştur. 19 “Efsânevi şiirin savaşçı sultanlara esinlediği tad, evrensel hükümdâr, yani Hz. Muhammed‟in tasarımlarına yaraşır izleyiciler olmanın, bütün Osmanlı padişahlarının ideali oluşuyla daha da anlaşılırlık kazanır... Fatih Sultan Mehmet ve Kanuni Sultan Süleyman gibi hükümdarlar, tasarladıklarının tamamını gerçekleştirecek kapasitede görünüyorlardı. Üstün yetenekli bir kadın olan güzel ve etkili Zeynep Hanım, II.Mehmet‟e gönderdiği bir şiirinde – Divanını ona ithaf etmişti- halkta yerleşik kanıları çok açık bir dille ifade etmekteydi. Toz içinde yüzüne herkesin hayran kalacağı genç padişahın görevi dünyayı fethetmekti. Zafer yüklü sancağı Çin‟e kadar götürmeliydi. (Saltanatı) İskender gibi, inci ve yakut sürükleyen, dalgaları miskten daha hoş kokan, köpüğü yıldızlardan daha parıltılı, göğün sekizinci katındaki Kevser sularında güçlendikten sonra, bin yıl sürmeliydi. Ve daha sonra Yunan kahramanından daha mutlu olacaktı, çünkü ölümsüzlük çeşmesini o keşfedecekti.105 Yazar, Osmanlı şiirinde, amacı sadece dünyayı fethetmek olan İskender‟den çok Süleyman‟ın adının geçmesine de dikkatimizi çeker. Süleyman, kutsiyet ve adaletin sembolüdür; amacı kuru kuruya bir savaş değildir. Görüldüğü gibi bırakın kasidenin bütününü içinde geçen isimlerin tercihinde bile çok önemli ayrıntılar gizlenmektedir. D‟İstiria şairlerin padişaha övgü yazmayı sadece caize almak amacıyla değil, soylarını kıtalararası zaferlerle cihanın dört bir yanına yayan büyük insanları kutlamak amacıyla da yazdıklarını belirtir ve örnekler verir: “II. Murat döneminde Seyfî hükümdarın başarılarına bir destan armağan hediye ediyordu.. Osmanlı şairlerinden hayranlık uyandıran başarılarını Fakîrî ezgiyle dile getiriyordu. II. Mehmet döneminde Şehdî ulusal tarihi destan haline dönüştürmek istedi. Osmanlı şiirinin altın çağını yaşadığı Kanunî Sultan Süleyman döneminde Şükrî ve Derûnî I.Selim‟e, Arifî ve Mahremî de Süleyman‟ın saltanatına övgüler yazdılar.”106 Görüldüğü gibi şâirler, Padişahı idealize etme çabasını sürdürmüşler, onların cihan hakimiyeti fikirlerine sürekli destekler vermişler. Yeryüzünün en büyük hükümdarlarıyla onları kıyaslayarak adeta bu yolda hırslarını artırmışlardır. Kasidelerin dışında gazellere bakıldığında bile Osmanlı şâirinin hem gündelik hayatın insana yansıyan yönlerini hem de o devir siyasetinin toplumu etkileyen yönlerini görmek mümkündür. Bu hususta Ahmedî‟den bir iki örnek verilecektir. “Timur 1400 yılında Sivas‟ı aldıktan sonra Anadolu içlerine girmeyip, Irak ve Suriye üzerine dönerek Halep, Şam, ve Bağdat‟ı yerle bir etmişti. Bu olaylar Anadolu‟da yok edilen kültür merkezleri için duyulan üzüntü ile geleceğe yönelik korku biçiminde yankılandı.”107 Ahmedî şiirlerinde bu olayları şöyle telmihleştirmiş: N’ola gönlün Rûm’ı yıhılsa Ahmedî Çün yıhıldı Şâm u Bağdâd u Haleb Şöyle kim yıhıldı vü yahıldı Bağdâd ile Şam Işkun eyle yıhdı yahdı gönlümün Mısr’ın tamâm108 Bireysel olmakla beraber, zaman zaman devlet adamları ve toplum düzeni eleştirisinin de yer aldığı Nef‟î‟nin Sihâm-Kazâsı gibi eserler de aslında siyaset bağlamında ele alınması gereken eserler arasındadır. Herhangi bir edebi dönem için Hayat ve Siyaset başlıklı bir yazı, kendisi için yazılanlardan çok, yazılmayanlarla hatırlanacak demektir. Zira böylesi bir konuda kendisine bakılanlar ve ortaya çıkarılanlar, bakılmayan ve kendisine müracaat edilemeyenler yanında devede kulak kalır. Fakat her şeyin bir sınırı var. Bir derginin sınırlı sayfaları arasında kendisine yer bulacak olan bu yazı, ancak bu kadarıyla iktifa etmek zorundadır. Eğer bu yazı, bu konularda daha derin ve kapsamlı araştırmalara kaynaklık ederse, vazifesini başarmış demektir. 20 1 Jean Paul Sartre, “Bağımlılık”, Denemeler (Çev: Sabahattin Eyüboğlu-Vedat Günyol), Say Dağıtım, İstanbul (t.siz), s. 113. 2 Kemal Yavuz, “Türk Edebiyatı, Türk Tarihi ve Türk Dili Tarihine Paralel Olarak Yeniden Ele Alınmalıdır.” İlmî Araştırmalar, S. 10, İstanbul 200, s. 185. 3 Agah Sırrı Levend, Divan Edebiyatı, Kelimeler ve Remizler-Mazmunlar ve Mefhumlar, Enderun Kitabevi, İstanbul 1980, s. 638,640. 4 Walter Andrews, “Osmanlı Gazel Estetiğine Yeni Bir Bakış”, Kaşgar Dergisi, Haziran 1998, C.4, s. 7-8. 5 Tevfik Fikret, Dil ve Edebiyat Yazıları, (Haz: İsmail Parlatır), TDK. Yay., Ankara 1993, s. 193. Yazı Tarihi: 14 Kanunıevvel 1314/ 26 Aralık 1898. 6 Ülgener‟in bu görüşü şu kaynaktan alınmıştır: Ahmet Atilla Şentürk, “ Osmanlı Şâirlerinin Gözlemciliği ve Klasik Edebiyatımızda Realiteye Dair”, Dergah Temmuz 1993, S. 41. s. 8. 7 Ahmet Atilla Şentürk, “Divan Edebiyatı Yeniden Keşfediliyor” (Söyleşi), Dergah, Temmuz 1995, S.65, s. 13. 8 Ahmet Atilla Şentürk, “ Osmanlı Şâirlerinin Gözlemciliği ve Klasik Edebiyatımızda Realiteye Dair”, Dergah Temmuz 1993, S. 41. s. 8. 9 Talat Sait Hamlan, “Şeyh Galib ve Divan Şiirinin Değeri”, Şeyh Galib Kitabı, İBŞB. Yay., İstanbul 1995. s. 195-196. 10 Muhammed Nur Doğan, Eski Şiirin Bahçesinde, Ötüken Yay., İstanbul 2002, s.101. Şiir gündelik hayat ilişkisi münferit olarak kaleme alan çalışmalar da vardır. Mesela bkz: Selçuk Aylar, “Divan Şiirinde Sosyal Hayatın İzlerine Dair Birkaç Örnek” Dergah, S.65, Temmuz 1995, s. 10. 11 Tunca Kortantamer, “Modern Dünyanın kendi Klâsiklerine Yaklaşım Biçiminden Öğrenilebilecek Çok Şey Vardır”, İlmî Araştırmalar, S.10, İstanbul 2000, s. 163. 12 Mustafa İsen, “Tezkireler Sadece Biyografi Kaynakları Değil Aynı Zamanda Eleştiri Tarihimizin de Kaynaklarıdır” İlmî Araştırmalar, S.10, İstanbul 2000, s. 160. 13 Günay Kut, “Bir Şâiri Değerlendirmedeki Yöntem: Ortak Malzemenin Kullanılışı ve İfade Şekli”, İlmî Araştırmalar, S. 10, İstanbul 200, s. 175. 14 Kemal Yavuz, “Türk Edebiyatı, Türk Tarihi ve Türk Dili Tarihine Paralel Olarak Yeniden Ele Alınmalıdır.” İlmî Araştırmalar, S. 10, İstanbul 200, s. 177,178. 15 Günay Kut, “Bir Şâiri Değerlendirmedeki Yöntem: Ortak Malzemenin Kullanılışı ve İfade Şekli”, İlmî Araştırmalar, S. 10, İstanbul 200, s. 173. 16 Tunca Kortantamer, “17. Yüzyıl Şâiri Atâyî’nin Hamse’sinde Osmanlı İmparatorluğunun Görüntüsü”, Eski Türk Edebiyatı Makaleler, Akçağ Yay., Ankara 1993, s. 89. 17 Tunca Kortantamer, a.g.m. , s. 117. 18 Tunca Kortantamer, a.g.m. , s. 122. 19 Tunca Kortantamer, a.g.m. , s. 133. 20 Tunca Kortantamer, a.g.m. , s. 142. 21 Tunca Kortantamer, a.g.m. , s. 143. 22 İsmail Erünsal Edebiyat tarihi için vesika olabilecek bazı kaynaklar hakkında şunları söylemektedir: “Özellikle İn’am ve İhsan Defterleri sanatkârların sarayla olan münasebetleri, Ruûs ve Ruznâmçe Defterleri büyük çoğunluğu şu veya bu şekilde devlet hizmetinde bulunan şâir ve nasirlerin mesleklerini ve mesleklerindeki ilerlemelerini, Mevâcip Defterleri de belirli zamanlarda yapılan ödemeleri bildirmeleri bakımından önemlidir. Ayrıca Mühime Defterlerinde sanatkârlarla ilgili vesikalara, Vakıf Muhasebe Defterleri‟nin “zevâ‟id-horân” kısmında devrin âlim ve sanatkârlarının adlarına rastlanır. Bkz: İsmail E. Erünsal, “Türk Edebiyatı Arşivine Kaynak Olarak Arşivin Değeri”, Türkiyat Mecmuası, İstanbul 1980, C. XIX, s. 214. 23 Richard W. Southern, Orta Çağ Avrupasında İslam Algısı, (Çev: Ahmet Aydoğan), Yöneliş Yay., İstanbul 2001, s. 92, dipnot 103. 24 Jean Paul Sartre, “Bağımlılık”, Denemeler (Çev: Sabahattin Eyüboğlu-Vedat Günyol), Say Dağıtım, İstanbul (t.siz), s. 113. 25 Borges ve Yazma Üzerine, (Derleyenler: N. Thomas Di Giovanni-Daniel Halpern- Frank Macshane), (Çev: Tomris Uyar), İletişim Yay., İstanbul 1998, s. 57. 26 R.Wellek-A.Warren, Edebiyat Biliminin Temelleri, (Çev: A.Edip Uysal), K.T.B. Yay., Ankara 1983, s. 124. 21 27 Wellek-Waren, s. 124-125. 28 Wellek-Waren, s. 136. 29 Gennadiy N. Pospelov, Edebiyat Bilimi, (Çev: Yılmaz Onay), Evrensel Yay., İstanbul 1995, s. 45. 30 Gennadiy N. Pospelov, a.g.e. , s. 46. 31 Suut kemal Yetkin, Sanat Felsefesi, Resimli Ay Matb., İstanbul 1934, s. 27. 32 Suust kemal Yetkin, Estetik ve Ana Sorunları, İnkılap ve Aka, İstanbul 1979, s. 64. 33 Suut kemal Yetkin, Sanat Felsefesi, Resimli Ay Matb., İstanbul 1934, s. 63. 34 Ahmet Haşim, “Zihniyet Farkı”, Bize Göre, Gurebâhâne-i Laklakan, Frankfurt Seyahatnamesi, (Haz: Mehmet Kaplan), KB. Yay., Ankara 1981, s. 192. 35 Victor M. Cassidy, “Laura Riding- Modernist Bir Bilmece” (Haz: İpek Seyalıoğlu), Kitap-lık Dergisi, Ocak 2004, S.68., s. 103. 36 Rainer Maria Rilke, Sanat Üstüne, (Çev: Kâmuran Şipal), Cem Yay., İstanbul 2000, s. 45-46. 37 Tzvetan Todorov, Fantastik, Edebi Türe Yapısal Bir Yaklaşım, (Çev: Nedret Öztokat), Metis Yay., İstanbul 2004, s. 17-18. 38 Tzvetan Todorov, a.g.e. , s. 18. 39 Tzvetan Todorov, a.g.e. , s. 18. 40 Hali İnalcık, “Fûzûlî Hayatı ve Sanatı Üzerine Notlar” Journal Of Turkish Studies Türklük Bilgisi Araştırmaları, Günay Kut Özel Sayısı, 27/II, 2003. s. 266. 41 Victoria R. Holbrook, Şeyh Gâlib‟in, Hüsn ü Aşk‟ın Giriş bölümünde Nâbî‟yi eleştirme sebeplerinden birinin de onun bir düğün tasvirini aynen aktarmasından dolayı olduğu söylemektedir. Holbrook‟un burada üzerinde durduğu temel kavram âdab kavramıdır. Şeyh Gâlib, Nâbî‟nin bu tavrını âdâba aykırı bulur. Aşkın Okunmaz Kıyıları, (Çev: Erol Köroğlu-Engin Kılıç), İletişim Yay., İstanbul 1998, s. 143- 147. Holbrook, Bilgegil‟den bir alıntı yapmakta ve Gâlib‟in eleştirisini, Türk ve İran şiirinin âdâb anlayışındaki farklılık çerçevesinde yorumlamaktadır: “Ayrıca her milletin kendine has bir şiir havası vardır. Mesela, İranlı bir şâir, adabı bir yana bırakabilir; fakat Türk için bu bir kusurdur.” (s.145). 42 Ahmet Atillâ Şentürk, “Osmanlı Şiirinde Aşka Dair”, Doğu Batı, Aşk ve Doğu Özel sayısı, S.26, s. 56. 43 Divan şiirinde satranç ve tavla oyunları için bkz: Mehmet Arslan, “Divan Şiirinde Satranç ve Satranç Istılahları”, “Divan Şiirinde Tavla ve Tavla Istılahları”, Osmanlı, Edebiyat-Tarih-Kültür Makaleleri, Kitabevi, İstanbul 2000, s. 1-42. 44 Mine Mengi, Divan Şiirinde Hikemî Tarzın Büyük Temsilcisi Nâbî, AKM. Yay., Ankara 1991, s. 3.; Nâbî‟nin yaşadığı devrin sosyal hayatı ve siyasi yönü için ayrıca bkz: Ali Fuat Bilkan, Nâbî, Hikmet-Şâir- Tarih, Akçağ Yay., Ankara 1998; Hüseyin Yorulmaz, Divan Edebiyatında Nâbî Ekolü, Kitabevi İstanbul 1996; Ayrıca bu yüzyılın Toplum Yapısı için bkz: Zeki Aslantürk, Naîmâ’ya Göre XVII. Yüzyıl Osmanlı Toplum Yapısı, Ayışığı Kitapları, İstanbul 1997. 45 Cemal Kurnaz, “Çağının Cesur Bir Tanığı: Bağdatlı Rûhî”, Divan Edebiyatı Yazıları Akçağ Yay., Ankara 1997, s. 112. 46 Bu metnin etraflı bir değerlendirmesi için bkz: Sabri F. Ülgener, “Bir Deneme: İki Devir ve İki Terkîb-i Bend” Osmanlı Divan Şiiri Üzerine Metinler (Haz: Mehmet Kalpaklı) YKY., İstanbul 1999, s. 81-87. (Ülgener‟in Zihniyet, Aydınlar ve İzmler adlı eserinden alınmıştır.) Ayrıca bkz: Coşkun Ak, Bağdatlı Rûhî, Gaye Kitabevi, Bursa (t.siz), s. 66. Coşkun Ak‟a göre “devrinin bir çok kusurlu yönlerini, içtimaî aksaklıklarını din ve ahlâk konusunda riyakâr davranan insanları, zeki ve iğneleyici bir üslubla ortaya koyan bu eser” 12 ayrı şâir tarafından tanzir edilmiştir. Ayrıca bkz: Cemal Kurnaz, Divan Edebiyatı Yazıları, s. 266. 47 Bu şiirin genel bir değerlendirmesi ve Divan şâirlerinin ekonomik durum karşısındaki tavırları için şu makalemize bakılabilir: Dursun Ali Tökel, “Şâirin Ekonomisi, Ekonominin Şiircesi: Divan Şâirleri ve Ekonomik Hayat”, İlmî Araştırmalar, İstanbul 2002, S. 13, s. 151-174. 48 Bu bölümdeki yazılar Kaside hakkındaki bir yazımızdan alınmıştır. 49 Abdulkadir Karahan, Nabî, Kültür ve Turizm Bak. Yay., Ankara. 1987, s. 13. 50 Abdulkadir Karahan, a.g.e. , s. 73.74. 51 Halûk İpekten , Nâilî, Hayatı-Sanatı-Eserleri, Akçağ Yay., Ankara. 1991, s. 29. 52 Yahyâ Bey Divanı, (Haz: Mehmet Çavuşoğlu), İstanbul Ünv. Edb.Fak.Yay. İstanbul 1977, s. 125-126 53 Abdulkadir Karahan, Fuzuli, Muhiti-Hayatı ve Şahsiyeti, İstanbul 1949, s. 102. 54 Abdulkadir Karahan, a.g.e. , s.41. 55 Nahîfî ve edebiyatımızdaki önemi için şu esere bakılabilir: Amil Çelebioğlu, Eski Türk Edebiyatı Araştırmaları, MEB. Yay., İstanbul 1998, s. 263-347. 56 Orhan Okay, “Gâlib Dede’nin Dramı”, Yedi İklim , 1995, S. 51, s. 3 57 Mustafa İsen , “Osmanlı Devlet-Sanat İlişkisi ve Bu İlişkinin III. Selim ile Şeyh Gâlib’deki Yansıması”, Yedi İklim, 1995, S. 51, s. 8. 58 Atsız, Âlî Bibliyografyası, M.E.B. İstanbul 1968, s. 72-73. 22 59 Atsız, a.g.e. , s. 66-68. 60 Tunca Kortantamer, “Nedim’in Şiirlerinde İstanbul Hayatından Sahneler”, Eski Türk Edebiyatı Makaleler, Akçağ Yay., Ankara 1993, s. 340. Bu uzun makalenin girişinde, Nedim‟in gündelik hayatı tasviri ile ilgili olarak uzun bir bibliyografya verilmektedir s. 337. 61 Rıdvan Canım, Latîfî, Tezkiretü’ş-Şuarâ ve Tabsıratü’n-Nuzamâ, Atatürk Kültür Mer. Yay., Ankara 2000, s. 1, ayrıca bkz: Şâir Tezkireleri, (Haz: H. İpekten-M.İsen-F.Kılıç-İ.H.Aksoyak-A.Eyduran), Grafiker Yay., Ankara 2002, s. 10; Künhü’l-Ahbâr’ın Tezkire Kısmı, (Haz: Mustafa İsen), Atatürk Kültür Mer. Yay., Ankara 1994, Güftî ve Teşrîfâtü’ş-Şuarâsı, (Haz: Kâşif Yılmaz), Atatürk Kültür Mer. Yay., Ankara 2001; İsmail Beliğ, Nuhbetü’l-Âsâr li-Zeyli Zübdetü’l-Eş’âr, (Haz: Abdulkadir Abdulkadiroğlu), Gazi Ünv. Yay., Ankara 1985; Râmiz ve Âdâb-ı Zurafâ’sı, (Haz: Sadık Erdem), Atatürk Kültür Mer. Yay., Ankara 1994; Latîfî Tezkiresi, ( Haz: Mustafa İsen), K.B. Yay., Ankara 1990; Cemal Kurnaz-Mustafa Tatçı, Ümmî Divan Şairleri ve Enverî Divanı, MEB. Yay. Ankara 2001; Muallim Naci, Osmanlı Şâirleri, (Haz: Cemal Kurnaz), MEB. Yay., İstanbul 1995; Amil Çelebioğlu, Kânûnî Sultân Süleymân Devri Türk Edebiyatı, MEB. Yay., İstanbul 1994; Rıdvan Canım, Edirne Şâirleri, Akçağ Yay., Ankara 1995. 62 Mehmet Çavuşoğlu, Divanlar Arasında, Umran Yay., Ankara 1981, s. 15. 63 Bu muhitlerin oluştuğu yerler ve edebiyatın gelişmesindeki rolü için bkz: Haluk İpekten, Divan Edebiyatında Edebî Muhitler, MEB. Yay., İstanbul 1996, 271 sayfa; ayrıca bkz: Harun Tolasa, Sehî, Latîfî, Âşık Çelebi Tezkirelerine Göre 16. Y.Y.’da Edebiyat Araştırma ve Eleştirisi, Ege Ünv. Edb. Fak. Yay., İzmir 1983. 64 “Şâirlerin, bir dükkanda toplanıp edebiyat sohbeti yapmaları, edebî özellik taşıyan beyitleri bedâheten söylemeleri, birbirinin şiirlerini tenkîd etmeleri, hem devrin edebiyat anlayışına güzel bir örnek teşkîl eder hem de tenkit fikrinin, daha bu tarihlerde geliştiğini gösterir.” Süreyya Beyzadeoğlu, “Âşık Çelebi Tezkire’sinde Şâir İlişkileri II”, Yedi İklim, Eylül 1992, S. 30, s. 13-14. 65 Tezkirelerin şehir monografileri ve belli şehirlerin şâirleri hakkında bilgi ve belge sunması için şu yazıya bakılabilir: Mustafa İsen, “Tokat’ın Osmanlı Kültür Coğrafyasındaki Yeri ve Tokatlı Şâirler”, Milli Kültür, Nisan 1989, S.64, s. 80-83. Bu yazı Tezkirelere müracaat etmek suretiyle kaleme alınmıştır. 66 Mehmet Arslan, Türk Edebiyatında Manzum Surnâmeler, Atatürk Kültür Mer. Yay., Ankara 1999, s. 13- 14, ayrıca bkz. Aynı yazarın şu makalesi “Osmanlı Saray Düğünleri ve Şenlikleri ve Bu Konuda Yazılan Eserler: Sûrnâmeler”, Osmanlı Edebiyat-Tarih-Kültür Makaleleri, s. 435-436. Ayrıca bkz: Yazarın aynı kitaptaki “Mensur Sûrnâmeler’in Son Örneği: Nâfî Sûrnâmesi (Peyâm-ı Sûr” adlı makalesi, s. 463-490. 67 Cem Dilçin, Örneklerle Türk Şiir Bilgisi, TDK. Yay., Ankara 1983, s. 167-201. 68 İsmail Ünver, “Mesnevî”, Türk Dili, Türk Şiiri Özel Sayısı II (Divan Şiiri), S.415-416-417, Temmuz- Ağustos-Eylül 1986, s. 443. Mesnevi için ayrıca bkz: E.J.Wilkinson Gibb, Osmanlı Şiir Tarihi, (Çev: Ali Çavuşoğlu), Akçağ Yay., Ankara , C.I-II, s. 66-67. 69 Amil Çelebioğlu, Türk Edebiyatı’nda mesnevî (XV. Yüzyıla Kadar), Kitabevi, İstanbul 1999, s. 24. Çelebioğlu, şekil bakımından da Türk mesnevîlerinin İran mesnevilerinden zengin olduğunu söyler: “İran Mesnevîleri, umûmiyetle tek bir vezinde ve nazım tarzında yazıldıkları halde Türk mesnevîleri, daha çok çeşitli vezinlerde ve nazım şekillerinde nazmedilmiştir.” A.g.e., s. 375. 70 Amil Çelebioğlu, Türk Edebiyatı’nda Mesnevî (XV. Yüzyıla Kadar), Kitabevi, İstanbul 1999, s. 107. 71 M. Fatih Köksal, Yenipazarlı Vali Hüsn ü Dil: İnceleme-Tenkit Metin, Kitabevi,İstanbul 2003, 117-125. 72 Tunca Kortantamer, “17. Yüzyıl Şâiri Atâyî’nin Hamse’sinde Osmanlı İmparatorluğunun Görüntüsü”, Eski Türk Edebiyatı Makaleler, Akçağ Yay., Ankara 1993, s. 119-122. 73 Tunca Kortantamer, a.g.m. , s.150. 74 Gazavat-nâmeler hakkında ayrıntılı bilgi için bkz: Agah Sırrı Levend, Gazavat-nâmeler ve Mihailoğlu Ali Bey Gazavat-nâmesi, Ankara 1956. Gazavat-nâmelerin toplumsal hayatı ve duyarlılığı aksettirmesindeki önem için şu esere bakılabilir: Mustafa İsen-İsmail Hakkı Aksoyak, Vuslatî Bey Gazâ-nâme-i Çehrin, Atatürk Kültür Merkezi Yay., Ankara 2003. Yazarlar bu gazâ-nâmenin, Merzifonlu Kara Mustafa Paşa‟nın Çehrin seferini anlattığını söylemektedir. Vuslatî Bey dışında Behçetî Hüseyin de Mi’râcü’z-Zamân adlı bir gazâ-nâmesi ile bu seferi anlatmıştır. Aynı seferi anlatan başka eserler de vardır. O devir Osmanlı toplumunun çok önem verdiği bu sefer için bunca eserin kaleme alınması olayın ciddiyetini göstermektedir. Bu eserler adeta bu savaşın günlükleri mahiyetindedir. Aynı savaşı Sâbit gibi Divan şâirlerinin de konu edinmesi şiir-toplumsal hayat ilişkisi göstermesi açısından manidardır. Ayrıca Bkz: Dursun Ali Tökel, “Şâirin Tarihe Düştüğü Not: Şâir Gözüyle Merzifonlu Kara Mustafa Paşa ve Çehrin Seferi”, Merzifonlu Kara Mustafa Paşa Uluslararası Sempozyumu, Ankara 2001, s. 371-382. 75 “Cenknâmeler, 13. yüzyıldan itibaren Anadolu Türk Sahasında, devrin toplum yapısı, hayat tarzı ve dünya görüşüne uygun olarak, Anadolu‟nun en hareketli dönemlerinden birinde, devrin aydınlarınca tercüme, adapte ve telif yoluyla edebiyatımıza kazandırılan eserlerdir... Bunların yanında da daha sonraki dönemlerde başta Gazavat-nâmeler olmak üzere Osmanlı kroniklerinin kaynağını da teşkil etmiştir.” İsmet Çetin, Türk Edebiyatında Hz. Ali Cenknâmeleri, KB. Yay., Ankara 1997, s. 453, XXXIV-XXXV. 23 76 “İşret meclislerinin adab ve erkanını, bu toplantıların yardımcı unsurları olan saz, tanbur, ud, def, çeng, kanun, sürâhi, kadeh, mum, mezeler vb. Musiki ve içki aletlerini konu alması ise sakinameleri, folklorik malzemeyi bütün doğallığı içerisinde işleyen eserler olarak karşımıza çıkarır. Yine bu özellikleri ile sakinameler, devrin ahlak telakkilerini, değer yargılarını, zevklerini ve çağın insanının hayatı yorumlayış tarzını bazen dünyevî, bazen de tasavvufî anlamda aksettiren eserlerdir.” Aynî, Sâkînâme, (Haz: Mehmet Arslan), Kitabevi, İstanbul 2003, s. 9 (Önsözden). 77 Fuata Köprülü, Güftî‟nin Gam-nâme adlı eseri hakkında şunları söylüyor: “Tahminen iki bin beyitten mürekkep olan bu manzume, güzel ve kuvvetli bir şikayetnâmedir. Şiir ve sanatın, ilim ve faziletin kadrini bilmeyerek cahillere ve ahlaksızlara rağbetkâr olan devrin şikâyetnâmesi.” Aktaran Kâşif Yılmaz, Güftî ve Teşrîfâtü’ş-Şuarâsı, Atatürk Kültür Merkezi. Yay., Ankara 2001, s. 19. 78 O günkü toplum ve insan hayatında bilhassa inanç konusunda ne kadar katı bir yol izlendiğine dair Birgivî vasiyetnamesine bakılabilir. Nelerin küfür sayıldığına dair adı geçen eserin 114-118 sayfaları arasındaki Elfâzü’l-Küfr bölümüne bakınız. Bkz: Birgili Muhammed Efendi Vasiyet-nâme, (Haz: Musa Duman), R Yay., İstanbul 2000. 79 Bu Listenin daha fazla ayrıntısı için bkz: Agah Sırrı Levend, Divan Edebiyatı, Kelimeler ve Remizler- Mazmunlar ve Mefhumlar, Enderun Kitabevi, İstanbul 1980, s. 634-635. Levend burada 26 değişik başlık altında nâme başlıklı eser saymaktadır. 80 Agah Sırrı Levend, Divan Edebiyatı, Kelimeler ve Remizler-Mazmunlar ve Mefhumlar, Enderun Kitabevi, İstanbul 1980, s. 637. 81 Namık Açıkgöz, Kahvenâme, Akçağ Yay., Ankara 1999, s. 3-4. Nağzî‟nin kahve mesnevisi hakkında daha geniş bilgi için bu eserin 61-94 sayfaları arasına bakılabilir. Divan şâirlerinin bilhassa kahve ve kahvehanelerin toplumsal, kültürel işlevlerine bakışını yansıtan metinleri için bu eser önemli bir kaynaktır. 82 Namık Açıkgöz, Kahvenâme, Akçağ Yay., Ankara 1999, s. XI. 83 Dibaceler için bkz: Tahir Üzgör, Türkçe Divan Dibaceleri, KB. Yay, Ankara 1990.Harun Tolasa, “Klâsik Edebiyatımızda Divan Önsöz (Dibace)leri, Lâmi’î Divanı Önsözü ve (Buna) Göre Divan Şiiri Sanat Görüşü, Türklük Bilgisi Araştırmaları III, Ali Nihat Tarlan Hatıra Sayısı, Harvard Unv., 1979, s. 385-402. 84 Bu tür eserlerin (vefâyât kitapları) özellikleri için bkz: Abdülkerim Abdulkadiroğlu, Bursalı İsmail Beliğ, Gazi Ünv. Yay., Ankara 1985, s. 71-74. 85 Gelibolulu Âlî, Künhü’l-Ahbâr’ın Tezkire Kısmı, (Haz: Mustafa İsen), Atatürk Kültür Merkezi Yay. Ankara 1994, s. 20. 86 Nâbî, Hayriye, (Haz: İskender Pala), Bedir Yay., İstanbul 1989, s. 13 (İskender Pala‟nın kitaba Giriş‟ten). 87 Süreyya Ali Beyzâdeoğlu, Sünbülzâde Vehbî Lutfiyye, Cihan Ofset, İstanbul 1996, s. 30. 88 Kemal Yavuz, “Türk Edebiyatı, Türk Tarihi ve Türk Dili Tarihine Paralel Olarak Yeniden Ele Alınmalıdır.” İlmî Araştırmalar, S. 10, İstanbul 200, s. 187. 89 Fuat Köprülü, Edebiyat Araştırmaları, TTK. Yay., Ankara 1986, s. 19. 90 Ahmet Uğur, Yavuz Sultan Selim’in Siyasi ve Askerî Hayatı, MEB. Yay., İstanbul 2001. 91 Refik Ahmet Sevengil, İstanbul Nasıl Eğleniyordu (1453’ten 1927’ye kadar), (Haz: Sami Önal), İletişim Yay., İstanbul 1990. 92 Dursun Ali Tökel, “Şâirin Ekonomisi, Ekonominin Şiircesi: Divan Şâirleri ve Ekonomik Hayat”, İlmî Araştırmalar, İstanbul 2002, S. 13, s. 151-174. 93 Hasan Akay, Servet-i Fünûn Şiir Estetiği, Kitabevi, İstanbul 1998, s. 52. 94 Mehmet Arslan, “Osmanlı Devlet Yönetimine Ait Siyasetnâme Özelliği Taşıyan Küçük Bir Risale: Gelibolulu Âlî’nin “Hakâyıku’l-Ekâlim” Adlı Eseri”, Osmanlı Edebiyat-Tarih-Kültür Makaleleri, Kitabevi Yay., İstanbul 2000, s. 421. (Bu eserlerde devlet adamlarında bulunması gereken nitelikler maddeler halinde bu makalede verilmiştir.). 95 Mehmet Arslan, “Osmanlı Devlet Yönetimine Ait Siyasetnâme Özelliği Taşıyan Küçük Bir Risale: Gelibolulu Âlî’nin “Hakâyıku’l-Ekâlim” Adlı Eseri”, Osmanlı Edebiyat-Tarih-Kültür Makaleleri, 423-424. 96 Orhan M. Koçak, “İstanbul Kütüphanelerinde Bulunan Siyasetnâmeler Bibliyografyası”, Türkiye Araştırmaları Literatür Dergisi, C.1, S.2, 2003, s. 339-378. Derginin bu sayısı Tanzimat‟a kadar Türk siyaset tarihine ayrılmıştır. Hacimli bir eserle okuyucu karşısına çıkan dergide bu konulara meraklılar için hayli yekun bir malzeme ve tahliller yer almaktadır. 97 Mehmet Arslan, “Osmanlı Devlet Yönetimine Ait Siyasetnâme Özelliği Taşıyan Küçük Bir Risale: Gelibolulu Âlî’nin “Hakâyıku’l-Ekâlim” Adlı Eseri”, Osmanlı Edebiyat-Tarih-Kültür Makaleleri, s. 427. 98 Hüseyin Yorulmaz, Koca Ragıp Paşa, KB. Yay., Ankara 1998, s. X. 99 Daha geniş bilgi için bkz: Süreyya Ali Beyzâdeoğlu, Sünbülzâde Vehbî, İklim Yay., İstanbul 1993. 100 George Orwell, “Niçin Yazıyorum”, (Çev: Nilüfer Birol), Yazıhane (Seçki: Murathan Mungan), Metis Yay., İstanbul 2003,s. 25-26. 101 Aktaran, Donald Edgar Pitcher, Osmanlı İmparatorluğu’nun Tarihsel Coğrafyası, (Çev: Bahar Tırnakçı), YKY., 2. baskı, İstanbul 2001, s. 117. 24 102 Halil İnalcık da bu yılları “Kızılbaşlıkla mücadelenin en kızgın yılları” olarak nitelemektedir. Bkz: Halil İnalcık, Şâir ve Patron, Doğu-Batı Yay., İstanbul 2003, s. 33. 103 Dora D‟İstria, Osmanlılarda Şiir, Çev. Sema Taneri, Havass Yay. İstanbul 1982, s 25. 104 Dora D‟İstria, a.g.e., s. 26. 105 Dora D‟İstria, a.g.e., s. 27-28. 106 Dora D‟İstria, a.g.e., s. 18. 107 Tunca Kortantamer, “Yeni Bilgilerin Işığında Ahmedî’nin Hayatı”, Eski Türk Edebiyatı Makaleler, Akçağ Yay., Ankara 1993, s. 19 108 Tunca Kortantamer, a.g.m. , s.19-20.

nest...

batman iftar saati 2021 viranşehir kaç kilometre seferberlik ne demek namaz nasıl kılınır ve hangi dualar okunur özel jimer anlamlı bayram mesajı maxoak 50.000 mah powerbank cin tırnağı nedir