şemu pervane kimin eseri / Şeyh Necmüddîn-i Razî’nin Üç Tasavvuf Risalesinde Şemʻu Pervâne Şiirleri | TRDizin

Şemu Pervane Kimin Eseri

şemu pervane kimin eseri

KLÂSİK TÜRK EDEBİYATINDA ŞEM’Ü
PERVÂNELER VE LÂMİ’Î ÇELEBÎ’NİN ŞEM’Ü
PERVÂNE MESNEVİSİ
YRD. DOÇ. DR. SADIK ARMUTLU
ÖZET
Şem’ü Pervâne’ler, Fars ve Türk edebiyatında ortak işlenen türlerinden
biridir. Bu türün konusu, Pervâne’nin Şem’e, Şem’in de
Pervâne’ye duyduğu aşktır. Bu aşk, genellikle beşerî özellikler göstermektedir.
Bu mesnevilerde ideal ve ulvî bir aşkın nasıllığı dile getirilmiş,
temiz bir aşkın felsefesi ortaya konulmaya çalışılmıştır. İlk defa
Anadolu sahasında Fehmî tarafından Farsça yazılmış ve II. Bâyezid’e
sunulmuştur. Bu türün en güzel örneği Fars edebiyatında Ehlî-yi Şîrâzî
tarafından yazılmıştır. Türk edebiyatında yazılan Şem’ü Pervâne’ler,
daha çok Ehlî’nin eseriyle uygunluk arz eder. Fakat Türk şairleri, mesnevilerine
kendi şahsiyetlerini vurma başarısını göstermişlerdir. Zâtî,
bütünüyle dünyevî bir aşkı anlatırken, Feyzî Çelebi konuyu tasavvufî
bakış açısıyla ele almış ve işlemiştir. Lâmi’î Çelebi de Şem’ ile
Pervâne’nin hikâyesini yazarken, onu yeniden yorumlamış, ona kendinden
çok şey katma başarısını göstermiştir. Ortak işlenen bir konuya
duygu ve düşüncelerini katarak, Şem’ü Pervâne’ye adeta yeni bir hü-
viyet kazandırmış, onu yeniden yazmış ve kendine mal etmiştir. Esere
dikkatle baktığımız zaman eserin bir taklit veya tercüme olmayıp yeniden
yaratıldığını görürüz.

 Yrd. Doç. Dr. Sadık ARMUTLU, İnönü Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi, Türk
Dili ve Edebiyatı Bölümü, Öğretim üyesi. email: [email protected]
 YRD. DOÇ. DR. SADIK ARMUTLU

Anahtar kelimeler: Şem’, Pervâne, Lâmi’î Çelebi, Şem’ü Pervâne
mesnevileri.
ABSTRACT
Candles and butterfly are held in common issues in Persian and
Turkish literatures, and the love is main subject which exist between
of them. This love appears the characteristics of human and in true love
and philosophy term of why and how to create a word true love comes.
The best example of this review was written in Persian literature by
Ahli-ye Shirazi. Candles and butterflies are mostly written in Turkish
literature are followers of Ahli-ye Shirazi. Despite Zati who demonstrated
love as terrestrial thing, Feyzi and Chalabi described love with
Suofi attitude. Lame Chalabi When wrote the story his candle and butterfly
criticized again and added own view to it. This writer created
new masterpiece with adding the emotions and his ideas to the candles
and butterfly story, which you read it accurately never feel the imitation
or translate from the another virtue.
Keywords: Candle and butterfly, Lame Chalabi, Candle and butterfly
verses.
چکیده
شمع و پروانه ها يکی از مباحث مشترک ادبیات فارسی و ترکی است و موضوع آن
عشقیست که در میان اين دو وجود دارد. اين عشق به طور کلی خصوصیات بشری را به
تصوير می کشد و در آن از چرا و چگونگی يک عشق واقعی و فلسفه به وجود آمدن يک
عشق پاک سخن به میان می آيد. اين نخستین باردر آناتولی توسط فهمی به زبان فارسی
نگاشته خدمت بايزيد دوم ارائه گرديد. زيباترين مثال اين مبحث در ادبیات فارسی توسط
اهلی شیرازی نوشته شد. شمع و پروانه های نوشته شده در ادبیات ترک اکثرا پیرو آثار
اهلی شیرازی می باشند. علی رغم ذاتی که تماما" ازعشق دنیوی می گويد فوضی چلبی
موضوع عشق را با نگرش صوفی شرح می دهد. المع چلبی هم هنگام نگاشتن داستان
شمع و پروانه آن را دوباره نقد کرده و ديدگاههای خودش را هم به آن افزوده است. با
اضافه شدن احساسات و نظريات به موضوع مشترک شمع و پروانه اين نويسنده اثر
KLÂSİK TÜRK EDEBİYATINDA ŞEM’Ü PERVÂNELER 

جديدی را برای خود خلق کرده است که با خوانن و دقت بیشتر به اثر هیچگاه حس تقلید
و ترجمه به ذهن خطور نمی کند.
کلید واژه ها: شمع پروانه المع چلبی مثنويهای شمع و پروانه
1. ŞEM’Ü PERVÂNE HAKKINDA GENEL BİLGİ
Şem‘, Arapça bir kelime olup mum, balmumu, aydınlanmak için
yakılan her şey, çerağ, kandil anlamına gelir (Dihhudâ c. 31, s.
). Bir fitilin üzerine erimiş bal mumu, iç yağı, asit veya parafin dö-
külüp genellikle silindir biçiminde dondurulan aydınlatma ışığına
mum/şem denir (Sungurhan c. 5, s. ). Pervâne kelimesi; Pervin,
Ülker yıldızı anlamına gelen “perv” ile nisbet bildiren “âne” son
ekinin birleşmesiyle meydana gelmiştir (Dihhudâ c, s. ). Bu
kelime pek çok anlamlar içermektedir (Kanar ). Ayrıca
Pervâne kelimesi genellikle karanlıkta ortaya çıkarak ışık çevresinde
toplanan gece kelebekleri (Heterocera) öbeğinden pulkanatlılara verilen
ortak ad (Büyük Larousse c. 15, s. ) için de kullanılır.
Bunlar ısınmak için soğuk gecelerde ateşe veya ışığa giderek onun etrafında
dönerler ve kanatlarının alev alması sonucu ateşe düşüp yanar
ve kül olurlar.
Bir ateş etrafında çılgınca dönen bu böcek/kelebek, zamanla âşıkların
sevgilileri etrafında dönmelerinin bir timsali olmuştur. Eskiden en
yaygın ışık kaynağı mum olduğu için, şairler mumun etrafında delice
dönüp duran kelebeği aşığa, mumu da maşuka benzetmişlerdir. Şairlerin
büyük bir kısmı gerek dünyevî aşk, gerekse ilahî aşkla ilgili yorumlarında
az veya çok bu iki kelimeye yer vermişlerdir. Zamanla
bunlardan yola çıkarak, çoğu münazara tarzında, kısa alegorik mesnevilerin
yazılması ve bunu müstakil bir eser olarak kaleme alınan Şem’ü
Pervâne mesnevileri izlemiştir (Kanar 7). Şem ve Pervâne mesnevilerinde
yer alan Pervâne sembolü, Kur’ân ve hadislerde geçer (Ateş
c. 11, s. 63; Sahîh-i Müslim c. 10, s. ). Kur’ân ve
hadiste insanlar pervânelere benzetilmiştir. Müslüman şair ve yazarlar,
Kur’ân’ın suresinin ayetinden esinlenerek kalpte tecelli eden
 YRD. DOÇ. DR. SADIK ARMUTLU

imanı mum/Şem’ olarak sembolize etmişlerdir (İmâm Gazzâlî
40).
İslamî edebiyatta pervânenin şem ile olan hikayesi ilk kez büyük
sufî Hüseyin b. Mansûr el-Hallâc (ö) tarafından Tavasin adlı
eserde yazılmıştır (Massignon c. 3, s. ). Ahmed-i Gazzâlî
(ö), Aynu’l-Kudât-ı Hemedânî (ö), Rûzbihân Baklî (ö)
Attâr (ö) gibi büyük mutasavvıf yazar ve şairler, Hallâc’ın tesirinde
kalarak eserlerinde şem ile pervâne arasındaki ilişkiye yer vermişlerdir.
Bu şairler, pervâneyi ateşin yönüne götüren duyguyu aşk
olarak yorumlayarak, pervâneyi âşık, şem’i de maşuk olarak görmüş-
lerdir. Bunun yanında hırs ve açgözlülüğünden dolayı pervânenin
kendini ateşe attığı ve canını yaktığını ileri süren mutasavvıf yazarlar
da olmuştur (Ebû Tâlib el-Mekkî c. 1, s. ). Şem ile Pervânenin
öyküsü önce mensur eserlerde, sonra mesneviler içerisinde, bunlara
paralel olarak divanlarda çeşitli şekilde ele alınıp işlenmiştir. XV. yüzyıldan
itibaren de önce Farsça, sonra Türkçe müstakil bir eser olarak
yazılmaya başlandı (Armutlu ).
2. ŞEM’Ü PERVÂNE MESNEVİLERİNDE NE ANLATILMIŞTIR
Farsça ve Türkçe yazılan Şem’ü Pervane mesnevilerinde iki sevgilinin
birbirlerine duydukları kalbî yakınlık anlatılır. Başka bir söyleyişle;
aşk, bu mesnevilerin konusudur. Ahmed-i Gazzâlî (ö) ile başlayan
Sa’dî-yi Şîrâzî (ö)’de olgunlaşan aşkın Pervâne’den öğrenilmesi
Şem’ü Pervâne mesnevilerinde de yer almış, Şem’ü Pervâne’lerde
ulviliği, saflığı yönüyle ideal sevgi ve aşk yüceltilerek anlatılmıştır.
Pervâne’nin kendi iç dünyasında bütün sevgi ve dikkatini tek bir objeye
yoğunlaştırarak, ideal sevgi ve aşkı bulmaya yönelik bir arayışı,
bu mesnevilerde işlenmiştir. Mesnevilerde eşi benzeri olmayan Şem,
bir güzellik objesidir. Pervâne, bu objeyi görür, ona kapılır ve aşık olur.
Güzelliğe duyulan bu ilgi Pervâne’de bağlılığa, hayranlığa ve tutkuya
dönüşecek, hüzün ve keder, Pervâne’nin bir parçası olacaktır. Aşkta
kademe kademe yol alan Pervâne, bütün kayıtları atıp, kendi varlığından
geçip Şem’e ulaşacak ve onda onun aşkını bulacaktır. Pervâne artık
Şem’den ayrılmayı hatırından geçirmez, onun yanında onun uğ-
runda ölmeye bile hazırdır. İşte bu duyguya aşk denir (Eflatun
KLÂSİK TÜRK EDEBİYATINDA ŞEM’Ü PERVÂNELER 

da). Bu duygu, Şem’ü Pervâne mesnevilerinde anlatılmıştır.
Başka bir ifadeyle aşk felsefesi, mesnevilerde ele alınıp işlenmiş, ideal
sevginin nasıllılığı gösterilmeye çalışılmıştır.
İdeal aşkın felsefesi, antik Yunan’da ele alınıp işlendiği gibi İslam
dünyasında da dillendirilmiştir. Teorik olarak ele alınan bu aşkın pratiğe
döküldüğünü Emevi dönemi () gazellerinde görmekteyiz.
Hicaz çöllerinde bedevî bir hayat yaşayan bir grup insan, Emevi devletinin
artan maddî olanaklarından yararlanmadıklarından yoksul bir
hayat yaşamaya maruz kalmışlardı. Ruhlarının saf, temiz, iffetli, ağır
başlı oluşları ve doğal yaşamaları onları maddeden uzak saf ve temiz
bir hayat yaşamaya sürüklemiştir. Bunlar yaşadıkları konum gereği
eğlence ve zevki tatmadıklarından dolayı dünyevileşmemişler, hedonist
yaşamla yüzleşmemişlerdir. İşte böyle bir ortamda uzrî gazel ortaya
çıkmış, bu duygu ve hayat tarzı uzrî gazelin ortaya çıkmasını sağ-
lamıştır.
Hicaz bölgesinde şehir hayatının zevke bağlı aşk duyguları kent şairleri
tarafından terennüm edilirken, Arap yarımadasındaki göçebe kabileler
arasında da temiz ve ulvi aşk duyguları dile getiriliyordu. Nisbesini
Benû Uzrâ kabilesinden alan ve el-gazelu’l-uzrî diye adlandırı-
lan bir şiir türü gelişir (Faysal vd.; Dehhân Ts. : 61 vd.; Fâhûrî
; Ebu Rihhâb ). Rivayete göre Vâdi’l-Kurâ’dan kuzeye
doğru göç ederek Necd ile Hicaz bölgeleri arasındaki kırsallarda
göçebe hayatı yaşayan Uzra kabilesi fertleri, şiir söylemede oldukça
yetenekli imişler. Her ne kadar Arabistan’ın diğer kabileleri uzrî aşk
şiirine benzer şiirler meydana getirmişlerse de onlar bu kabile ile yarı-
şabilecek şâirler yetiştirememişlerdir (Ferrûh C.1, s. ; Filshtinsky
; Furat ).
Emevîler döneminde özellikle hicaz bölgesinde gazelin büyük bir
gelişme göstermesi; bir taraftan kentli bir aşk anlayışı ve bu anlayışın
doğal sonucu olarak, sevginin açığa vurulmasını, diğer taraftan da badiyenin/kırsalın
şartlarına uygun bir sevgi anlayışı ve bu sevginin gizli
tutulmasını beraberinde getirmiştir. Kentli şâirler, aşklarını dillendirmekten
çekinmemişler, sevgilileriyle buluşmalarını açıklamada bir sakınca
görmemişlerdir. Badiyede göçebe tarzı bir hayat süren şâirler de
değişik bir aşk anlayışını terennüm etmişlerdir. Bu anlayışta sevgiliye
 YRD. DOÇ. DR. SADIK ARMUTLU

karşı duyulan aşk iffetle saklanıyordu. Bu aşk telakkisi, Hicaz’ın kuzeyinde
Vâdi’l-Kurâ’da yerleşmiş Kuzâa kabilesinden sayılan Uzrâ ile
Âmir kabileleri arasında bilhassa yaygındı. Bolluk ve refahın şımarttığı
topluluklardan uzakta tabiat içinde yaşayan kabilelerde bu tür aşk
uygun bir ortam bulmuştu (Furat ).
Vâdi’l-Kurâ’daki şâirlerin şiirlerinde yer alan sevgi, Uzrâ kabilesinden
dolayı uzrî sevgi olarak bilinmiştir (Faysal ; Ebû Rihhâb
; Fâhûrî ; Behrûz ). Bu sevgide şehevi duygulara
yer verilmeyip, sevgi açığa vurulmadığı için bu sevginin en bariz
alâmeti ve ilk vasfı iffet olmuştur. Sevgi insanlarda iki şekilde tecelli
eder. Birinci ani sevgidir ki ona bir şey bina edilmez; kar gibi erir, ışık
gibi bir anda kaybolur. Diğeri de sonsuza kadar devam eden daimi
sevgidir. Aşkta herhangi bir bıkkınlık ve olumsuz bir şey meydana getirmez.
Sürekliliğini devam ettirir. Âşık, bulduğu her fırsatta ona yö-
nelir ve sevgisini izhar eder. İşte uzrî sevgi böyle bir sevgidir. Bu sevgi
sahibini zorlu ve pürüzsüz vadilere çekip götürür, her zaman sahibini
yükseklere çıkartıp, dağ tepe dolaştırır. Ayrıca onu, önce kızartır, ateş
hâline getirir. Sonra da yakar ve her tarafı ateşle çevrili bir sevgi kalesinin
içerisine alır. Bu ayrıcalıktır ve bu ayrıcalık uzrî sevgiyi, diğer
sevgilerden ayıran bir özelliktir.
Uzrî sevgi, her şeye hâkim olan bir duygu değil, aksine hayatın ta
kendisi olarak tanımlanmaktadır. Bu sevgide üzüntü ve ıstırap yer almasına
rağmen, bu üzüntülere sitem etmek yerine, onu daima göğüslemekten
memnun bir tavır sergilemek vardır. Çoğu kez uzrî sevgide
çekilen ıstıraplar sonucu birer mecnun olma durumu söz konusudur.
Isfâhânî bu konuda şöyle der: “Uzrâ kabilesi fertlerinin aşka ne zaman
mübtela olacakları bilinmez. Umulmadık bir zamanda aşka tutulurlar.
Bu beklenmedik aşk, hayatlarının bütün evrelerini kapsadığı için ya-
şadıkları süre içinde aşkın çeşitli sıkıntı ve kederleriyle yüz yüze gelirler.
Bu üzüntü bazen onları cünunluğa/deliliğe kadar götürürdü”
(Isfâhânî C. 8, s. ; Dehhân Ts. : ).
Seven kişi, havasıyla değil, kalbinde hiçbir kötülük ve art niyet ta-
şımadan, kalbinin temizliğiyle sevip, sevdiğine bağlı kalmalıdır. Seven
kişinin cihadı, nefsinin hevası iledir. Ta ki her şeyden uzak ve halis
olsun. Yine o, aşkının bütün cefa ve sıkıntılarıyla mücadele ederek,
KLÂSİK TÜRK EDEBİYATINDA ŞEM’Ü PERVÂNELER 

sevgilisine ulaşmayı, birbirleriyle buluşmayı çabalar. O güvenilir, vefalı,
sevgisine ve sevgilisine ihanet etmeyi, bütün insanlar içinde sadece
onu seven, tüm zaman ve mekânlarda sadece sevgilisini anan ve
onun kendisi eziyet ve işkence görse bile sevgilisiyle övünendir. Yine
o, aşkın ve hicranın hatta sevgiliden yüz bulamamanın verdiği acıya
katlanan kişidir. İşte bu uzrî sevgidir (Tâhir Lebîb vd.).
Uzrî sevgi tek bir sevgili üzerine kurulan sevgi olduğundan uzrî
âşık, tek bir kadını sever, onu ölene kadar terk etmez yaşadığı sürece
ona bağlı kalır, sevgide vefa örneği gösterir. Çöllerde perişan olmanın,
kendini ayaklar altında kurban etmenin altında yatan tek gerçek, bu
uzrî sevgidir. Uzrî sevgi badiyede oturanlar için en ideal sevgidir.
Dünyaya gelişleri bundan dolayıdır (Vadet ). Vefalı olma ve
bağlılık uzrî sevginin ölünceye kadar taşıyacağı bir özelliktir. Dolayı-
sıyla uzrî sevgi çoğu kez, ölümle neticelendiği için mezarda nihayetlenir.
Uzrî gazel, sevgi ateşiyle dağlanan bir aşktan bahseder. Çünkü
onun kaynağı; karşılıksız sevgi, samimiyet ve vefadır. Bu gazelde, sevgilinin
aşkıyla yanıp kavrulan ve bundan lezzet alan, bu sıkıntıdan
hoşlanan, şikâyetçi olmayan şairin yanık bağrından kopup gelen duyguların
sesi duyulur (Ebû Rihhâb ). Uzrî gazel şairi kendi
sevgilisinden bahseder. Sevgilisi onun her şeyidir. Gecesinde, gündü-
zünde, mukim ve yolculukta, uykusunda ve uyanıklığında, iyi ve kötü
gününde sadece onu hatırlar. Varlığının onunla bir anlam kazandığını
söyler. Çünkü uzrî şâirin sevgisinin kaynağı, kalbinin derinliklerinde
saklıdır. Kalpten gelen sevgiyse gerçek sevgidir (Tâhir Lebîb
).
Uzrî gazeldeki aşk, hayatı kuşatan yaşamaya anlam katan, yaşamayı
biçimlendiren bir duygudur. Kısaca hayatın kendisidir. Bu hayatın
vazgeçilmezleri de sevgilileridir. Sevgililer, uzrî aşka anlam kattıkları
için, uzrî gazelin başkahramanlarıdır. Uzrî şâirler, sevgililerini sü-
rekli saf, temiz, masum ve ulaşılmaz bir karakter olarak vasfetmişlerdir
(Dehhân Ts. : 37; Vadet 40 vd.). Bundan dolayı sevgiliye bağ-
lılık ahde vefa göstermek, bu gazelin önde gelen vasıflarıdır (Vadet
).
 YRD. DOÇ. DR. SADIK ARMUTLU

Bu sevgide öne çıkan, oldukça dikkat çeken ve de düşündüren bir
durum var ki o da, uzrî âşık öldükten sonra, uzrî sevgilinin de onun
ardından kısa süre içerisinde ölmesidir. İki kişi arasında başlayıp
ölümle sonuçlanan aşk, hem uzrî sevgiyle hem de Şem’ü Pervane’lerde
anlatılan aşkla uygunluk arz eder. Uzrî aşkta, âşıklardan birinin ölü-
müyle kısa bir zaman içerisinde diğer uzrî aşığın ölmesi, Şem’ü
Pervâne mesnevileriyle paralellik arz eder. Adı geçen mesnevilerde de
iki âşıktan biri öldüğünde, diğer âşık da ardından ölür. Bunu şöyle de
ifade edebiliriz; Gerçek yaşamda saf, temiz ve iffetli bir aşkla birbirlerini
seven uzrî âşıkların, birbirlerini ya görüp ya da tanıyıp sevmeleri,
sevgilerinin ortaya çıkışı ve kabile gereği buluşma ve görüşmelerinin
yasaklanması, engellerle karşılaşmaları, görüşmek ve kavuşmak için
çekilen sıkıntılara katlanmaları, aşk ateşinin gittikçe büyüyerek sevginin
dayanılmaz bir hale gelmesi pozisyonunda kendilerinden geçip
çıldırmaları, birbirlerine kavuşan veya kavuşamayan uzrî aşıkların
kısa aralıklarla ölmeleri, Şem’ü Pervâne mesnevilerini yazan şairlere
esin kaynağı olmuş, bu mesnevilere kaynaklık etmiştir. Böylece bu şairler,
şehvetten arınmış olan uzrî aşkı yani iffetli ve ulvi aşkı , ‘aşk-ı
pâk’ i anlatmışlardır. Cemil ile Buseyne, Mecnûn ile Leylâ, Kays ile
Lubnâ, Kuseyr ile Azze’, Urve ile Afrâ arasında gerçek hayatta yaşanan
ve birinci derecedeki kaynaklarda uzun uzun anlatılan uzrî aşkla
Pervâne ile Şem’in kurgusal aşkı örtüşmektedir. Uzrî âşıkların sevda
yolunda yaşadıkları mutluluk ve mutsuzluklar, çektikleri sıkıntılar,
karşılaştıkları güçlükler, üzerinde hissettikleri sosyal yapının ağırlıkları
ve bunlara benzer özellikler, Pervâne’nin aşk yolunda Şem’le ya-
şadıklarıyla da uygunluk arz eder. Diyebiliriz ki, dillere destan uzrî
âşıkların gerçek öyküleri, Şem’ü Pervâne mesnevilerinin kurgusunu
oluşturmuştur.
Şairler, Pervâne ile Şem’ arasında geçen bir aşk öyküsünü anlatmaya
çalışırken bir izlek belirlemişler ve bu izlek çerçevesinde Şem’ ile
Pervâne arasında geçen olayları ve bu olayları mekân, zaman ve kişilere
bağlı olarak organik anlamda kendilerince bağlantılarını kurarak
mesnevinin kurgusunu oluşturmuşlardır. Kurguda Pervâne ile Şem’in
öyküsü bir izlek olarak seçilir. Bu izlek, aşk izleğidir. Sonra itibarî
va’ka oluşturulur. Vak’ada Pervâne’nin ereği belirlenir. Bu erek, bütün
KLÂSİK TÜRK EDEBİYATINDA ŞEM’Ü PERVÂNELER 

metin halkaları ve vaka birimlerinde kendini gösterir. Pervâne’nin samimi
bir âşık olması, aşkı uğruna canını vermesi Pervâne’nin ereğidir.
Şairler, bu erekle Pervâne’yi, aşkı ve sevgilisi uğruna her şeyi feda edebilecek,
bu uğurda her türlü engeli aşma iradesini ortaya koyabilecek
“aşık arketip”leri halkasına katarlar. Şâirler, Şem’ ve Pervâne’nin dı-
şında ikincil kişilere gereksinim duymuşlar ve mesnevide yer alacak
kadroyu oluşturmuşlardır. Şahıs kadrosundan sonra olayların cereyan
ettiği çevreyi de devreye sokarak bir mekân yaratmışlardır.
Şem’ü Pervâne mesnevilerinde idealize edilmiş, yüceltilmiş olan
aşk, ortak özellikler gösterir. Mesnevilerde anlatılan aşk, Feyzi Çelebi’nin
dışında dünyevî olup beşeridir. İlahî boyutunu sadece Feyzi
Çelebi’nin mesnevisinde görürüz. Lâmi’î, az da olsa dinî ve mistik
renklere büründürmüştür. Mecazî olarak işlenen bu aşk, hakiki eş de-
ğer görülmüştür. Öyle ki, Lâmi’î Çelebi, temiz yaradılışlı bir aşığın aşkı
mecazi de olsa hakikidir diyerek, bu duygulara tercüman olmuştur:
Kangı âşık ki pâk-tiynetdür
Ne mecâzî ki var hakîkatdür (Süleymaniye ktp. Es’ad Efendi, nr.
,vb/str.9)
Ehlî-yi Şîrâzî de “Aşık bu yolda doğru yürürse onun mecazî aşkı hakikat
sayılır” diyerek aynı duyguları dile getirmiştir:
Çû âşık rast pûyed der-tarîkat Mecâz- u şeved ayn-ı hakîkat ( Ehlî-
yi Şîrâzî s. )
Şairler, Pervâne ile Şem’in aşk öyküsünü yazarken, olay örgüsüne
yer yer kendi duygu ve düşüncelerini katarak, kurguda yer alan olay
gelişim ve yönlendirimleri kendilerine göre kurgulamışlardır. Burada
iki şairin yönlendirici duygularını öne çıktığını görürüz. Bunlardan birincisi
Niyâzî tarafından gerçekleştirilmiştir. Niyâzî, mekân tasviri yerine
mekân unsurlarını öne çıkardığı yerlerde, kendi öznel yorumları-
nın süzgecinden geçirerek bir anlamda hayalleriyle yeniden inşa ettiği
bir mekân kurgusu yapmıştır ki, bu mekân ve mekân üzerinde verdiği
mesajlar, hiçbir Şem’ü Pervâne mesnevilerinde yer almamıştır. Bu
mekân Hace Nûr türbesidir. Bu mekânın özelliği Türk-İslam kültürü-
nün geleneksel yapısı içerisinde önem arz eden bir velinin türbesi ve
Tanrı dostu olan velinin şefaatiyle hacetlerin kabul edildiği geleneksel
anlayışın icra edildiği yer olmasıdır. Niyâzî’nin duygu ve hayallerinde
 YRD. DOÇ. DR. SADIK ARMUTLU

güçlü bir şekilde yaşayan Hace Nûr türbesi, mekân olarak muhayyel
olmasına rağmen simgesel değerleriyle işlevseldir. Niyâzî’nin bu
mekâna yer vermesi, Türkçe yazılan mesnevilere de yansıyacak, şairler
aynı veya benzer duyguları mekânsal olarak mesnevilerinde dile getireceklerdir.
Bir diğer olay gelişim ve yönlendirim Lâmi’î tarafından
gerçekleştirilmiştir. Bu konu ileride irdelenecektir.
3. FARSÇA YAZILAN ŞEM’Ü PERVÂNE MESNEVİLERİ
Ehlî-yi Şîrâzî
XIV. yüzyılın sonu ile XV. yüzyılın ilk yarısında yaşamış ünlü bir
şairdir. Ehlî-yi Şirâzî (ö), Şem’ü Pervâne mesnevisini Akkoyunlu
hükümdar Sultan Yakub adına kaleme almıştır ( Ehlî-yi Şîrâzî
). Mesnevi, Allah’ın isminden dolayı, şair tarafından
beyit olarak yazılmıştır (Ehlî-yi Şîrâzî: /b). Hezec bahrinin
“Mefâîlün mefâîlün” kalıbıyla yazılan Şem’ü Pervâne’yi ’da bitirmiştir
(Ehlî-yi Şîrâzî /b). Yedi el yazma nüshası tespit edilen
(Münzevî c. 3, s. ). Ehlî’nin Şem’ü Pervâne mesnevisi basılmıştır
(Külliyât-ı Eş’âr-ı Mevlânâ Ehlî-yi Şîrâzî, ‘nşr. Hâmid-i
Rabbânî’, Tahran , s. ).
Ehlî-yi Şîrâzî, Şem’ü Pervâne mesnevisini yazmak istediğinde konu
için gereken malzemeyi bulmakta güçlük çekmemiştir. Kendi çağında
ve çağından önce yaşamış şairlerin şiirlerinde ve çeşitli mesnevilerin
içinde kısa olarak yer alan şem ü pervâne hikâyelerini gördüğü ve okuduğu
için, böyle bir mesnevi yazmada zorlukla karşılaşmamıştır.
Ehlî, meşrebine, saray şairi oluşuna ve de şiir felsefesine uygun olarak
Şem ü Pervâne sembolünü âşıkane duyguların ifadesinde kullanan
şairlerin yolundan giderek, eserinin başkahramanlarını yapmış,
Nizâmî ve Câmî’nin aşk mesnevilerini de konuyu işlemekte kendine
örnek almıştır. Aşk mesnevilerinde kullanıla gelen ve ifadede rahatlık
sağlayan vezinlerden hezec bahriyle konusunu işlemeyi uygun görmüştür
(Kanar 44).
Ehlî’nin seçtiği konu bir bireye ait değil, üç ulusun birlikte oluşturdukları
edebiyatın temsilcilerinin ortak malıdır. Öyle ki pek çok şair
bu konuyu ele alıp işlemiştir. Fakat Ehlî, bu genel konuyu ele alıp
KLÂSİK TÜRK EDEBİYATINDA ŞEM’Ü PERVÂNELER 

kendi dünyasında öznelleştirmiş, yazdığı konuyla değil, konuyu ele
alış ve işleniş biçimiyle öne çıkmıştır.
Konuyu belirleyen ve onu içselleştiren Ehlî, yazacağı eseri için bir
izlek/tema seçmiştir. Bu izlek, mesnevinin bütününe yayılan, onun di-
ğer bütün unsurlarını çevresinde toplayan, dolayısıyla eserin merkezî
konumunu işgal eden temel iletidir. Gerçek aşkın nasıllığı eserin izle-
ğidir. Ehlî, izleğini açık-seçik ortaya koymuştur. Aşk izleği; neşesiyle,
elemiyle, ümidiyle, ümitsizliğiyle değişik yönleriyle terennüm edilmiştir.
Eserde aşk felsefesine ait güzel örnekleri bolca görürüz.
Konuyu belirleyen, izleği seçen Ehlî-yi Şîrâzî, anlatmak istediğini
sıralayarak ve düzenleyerek olayı/vak’ayı oluşturur. Olay/vak’a mesnevinin
vazgeçilmez öğesi durumundadır. Anlatma esasına bağlı
edebî türler, her şeyden önce itibarî bir vak’aya gereksinim duyduğu
için, burada olay/vak’a egemen unsurdur (Aktaş 47). Olayın
oluşması şahıs kadrosuna bağlıdır. Öyleyse olay/vak’a, her hangi bir
alaka ile bir arada bulunan veya birbiriyle ilgilenmek mecburiyetinde
kalan fertlerin en az ikisinin karşılıklı münasebetlerinin tezahürüdür
(Aktaş 48). Olayın/vak’anın “edebî” bir boyut kazanması için bir
mekâna ve zamana da ihtiyaç vardır (Tekin 62). Ehlî, bu oluşumları
ortaya koyma başarısını göstermiştir.
Konuyu belirleyen izleği seçen olay ve örgüsünü/kurguyu kuran
Ehlî-yi Şîrâzî daha sonra, olaylardaki sembol kadroyu/mesnevideki ki-
şiler kadrosunu belirler. Ehlî, mesnevisinde alegoriye başvurmuş, bu
yolla da bir şeyi, kendisiyle benzetme ilgisi bulunan başka şeylerle anlatmayı
denemiştir. Şem’i arzu edilen objeye/maşuka, Pervâne’yi de bu
objeye kavuşup onda yok olmak isteyen aşıka benzeterek, orijinal bir
konu oluşturmuştur. Objenin temelinde objeye/Şeme karşı duyulan
aşk vardır. Bu aşk “idealize” edilmiş gerçek bir aşktır. Aşk vadisinde
ilerlemek isteyen Pervâne, maksada/objeye ulaşabilmesi için çeşitli engellerle
karşılaşacak, bunları birer birer aşması gerekecektir. Bu engeller
karşımıza mesnevide başka başka semboller olarak karşımıza çıkar.
Böylece Ehlî’nin eserinde Şem ve Pervâne sembolünün yanında diğer
semboller de yerlerini almış olur. Başka bir ifadeyle, eserdeki bazı kavramlar
sembollerle ifade edilmiştir.
 YRD. DOÇ. DR. SADIK ARMUTLU

Ehlî, tarihsel bir süreçten geçerek, kendi çağına kadar uzayan ve
sadece Şem ve Pervâne sembolüyle ifade edilen âşıkane duyguyu, aralarında
bağlantı kurduğu somut ve soyut kavramlarla genişleterek,
kimsenin ele almadığı bir bakış açısı ve yaklaşımla işlemiştir. Bundan
dolayı Ehlî, Şem ile Pervâne’nin dışında ilk kez ve bu türde yazılan
eserlere model olacak semboller/kavramlar da yaratmıştır. Bu somut
ve soyut kavramlarla ifade edilen kişiler/semboller, gerçek özellikleriyle
eserdeki karakterlerine uygun bir şekilde mesnevide yer almıştır.
Bu da eserin özgün bir yapıya kavuşmasına neden olmuştur:
Şem; aydınlatma ve ışık aracıdır. Alevi dışta olduğundan yakma
özelliğine sahiptir. Pervâne de gece kelebeği denilen kanatlı bir böcektir.
Bir ışık gördüğünde, hemen ona doğru yönelerek ışığın etrafında
dönmeye başlar. Bu böceğin kanatlarının alev alması veya ateşe düş-
mesi, onun yanmasına ve kül olmasına sebep olur. Kâfûr, mumun sı-
cakta erimesini sağlayan bir maddedir. Yine mumun renginin beyaz
oluşunu sağlayan da bu maddedir. Anber de, mumun ham maddesine
katılan ve yanarken de mumun güzel kokmasını sağlayan bir maddedir.
Rüzgâr/nesim, doğa olayı olarak mumu söndürme özelliğine sahiptir.
Rüzgârın bu özelliğinden korunmak için mumum ışığının söndürülmemesi
için mumum konulduğu koruyucuya da Fanus denir.
Görüldüğü gibi Ehlî, şem ve pervâne fenomeninden hareket ederek,
bu fenomene uygun ve de gerçek özelliklere sahip Kâfûr, Anber, Nesim
ve Fanus’u mesnevi kadrosuna dâhil etmiş, onlara özelliklerine
uygun bir yer vermiş, insan dışındaki simgelerden oluşan figüratif
kadroya, teşhis ve intak sanatlarından da yararlanarak, insani nitelikler,
fiiller, duygu ve düşünceler kazandırmış, hikâyesinin çerçevesini
çizmiş, bunlar üzerine kurulu anlam dünyasını oluşturmuştur.
Anlatı, belirli ve belirsiz bir zamanda cereyan ettiği için, anlatıyı zamandan
soyutlamak mümkün değildir (Tekin 24). Ehlî’de zaman
Şem’in meclise gelmesiyle başlar, Şem’in ölümüyle de biter. Mesnevide
olaylar “zamansırasal” bağlantılı anlatımla oluşturulduğu için zaman
da sırasal bir doğrultuda gelişir. İleriye gidişler atlamalar görülmesine
rağmen, geriye dönüşlere yer verilmemiştir. Zaman ayrıntılara
girilmeden kozmik olarak verilmiş, anlatımın bir parçası olarak kulla-
KLÂSİK TÜRK EDEBİYATINDA ŞEM’Ü PERVÂNELER 

nılmış, belirsiz zaman ifadesi ağırlığını korumuştur. Ehlî, “itibarî zaman”ı
öne çıkarmıştır. Çünkü, bir eseri edebi yapan onu edebilik zeminine
çıkaran reel zaman değil, anlatıcı tarafından oluşturulan “itibari
zaman”dır (Tekin 26; Aktaş ). Eserde kaostik bir
durum yansımadığı için zaman karışıklığı görülmez.
Olay, bazı kavramları da beraberinde getirir. Bu kavramlardan biri
de mekândır. Mekân, olayı ve onu meydana getiren olay parçacıklarına
sahne olan yerdir (Aktaş 99; Çetin ). Asıl öğe olan
olayın gerçek ve muhayyel mutlaka bir mekâna ihtiyacı vardır (Aktaş
44). Ehlî’nin mesnevisinde mekân, anlatılan olayların sahnesi durumunda
olup, gelişmelere göre çeşitlilik gösterir. Mesnevide somut
mekânlar öne çıkar. Bunlar da genelde mesnevide iki boyutuyla işlevseldirler:
ya açık/geniş, ya da kapalı/dar.
Ehlî, mesnevisinin sunuş biçimini anlatma metoduyla gerçekleştirmiştir.
Zira anlatma esasına bağlı metinlerde genellikle egemen olan
anlatma yöntemidir. Burada yazar-anlatıcı mesnevide kendi varlığını
çok belli eder. Araya girer, yorumlar, değerlendirmeler yapar, nasihat
verir, soru sorar, okuyucuya hitap eder (Çetin ). Kısaca anlatacağını
anlatır, söylemesi gerekeni söyler (Tekin 71). Ehlî’nin
mesnevisinde bunları görmemiz olasıdır.
Yukarıdaki bilgiler ışığında diyebiliriz ki Ehlî, gerek materyal unsurlar,
gerekse teknik unsurlar bağlamında modern zamanların anlatım
türüne benzer/yakın, kendine özgü kurmaca bir eser yazmıştır.
Geçmişten aldığını yukarıda bahsedilen unsurlarla kendi mantığına
göre kurmuş ve kurgulamıştır. Bu onun yaratıcı özelliklerini gösterir.
Ehlî, beyitler arasında sıkışan şem ve pervâneye özgürlük kazandırmış,
onların hareketlerini geniş alanlara yaymış, böylece mısrayı mısralar
haline, bu çeşit şiirleri de ortak işlenecek olan edebî tür seviyesine
çıkarmıştır. Bu özellikleriyle türünün ilk örneği olan Ehlî’nin Şem ü
Pervâne mesnevisi gerek Farsça, gerekse Türkçe yazılan Şem ü
Pervâne mesnevilerine model olmuştur.
Ehlî, mesnevisinin kurgusunda âşıkane duyguları ele almıştır. Bu
kurguda maddî aşkın ifadesinde kullanılan söylemler öne çıkmış, seven
ve sevilenin sonu mutlu bir şekilde değil, acı sonla neticelenmiştir.
İki sevgilinin ölümü ve dramatik sonları mesneviyi kategorik olarak
 YRD. DOÇ. DR. SADIK ARMUTLU

tasavvufi eserler grubuna giren mesnevilerden ayırır. İki aşığın hü-
zünlü sonu tasavvufi eserlerin ruhuna uygun düşmediğinden, esere
tasavvuf alegorisi gözüyle bakamayız. Ayrıca eserde tasavvufi sorunsallara
değinilmediği gibi, tasavvufi bir amaç ve yöntemle yazıldığına
dair bir belirti de yoktur. Tasavvufi eserlerde gördüğümüz devir nazariyesini
veya seyr ü süluk olgusunu da bu mesnevide göremiyoruz.
Ehlî, ilahi gerçekleri hissedip yaşayan ve onların zevkini şiir şeklinde
terennüm ederek, mutlak gerçeği yakalamaya çalışan bir şair olarak
değil, işlediği konuyu duyguya dönüştürerek, âşıkâne tarzda sunan
bir sanatçı kimliğiyle karşımıza çıkar. Gizlinin, ulaşılamayanın pe-
şinde olmadığı gibi, kozmik âlemin estetiğini de yakalamak amacında
olmamıştır. Ehlî, manevî özleri ve onların işaret ettiklerini ve de simgesel
olarak belirttikleri sırları keşfetmemiş, birbirini seven iki kişinin
yaşadıkları mutlulukları, acıları, ayrılıkları, çektikleri sıkıntıları, kavuşmalarını,
birlikte ölmelerini, itibarî zaman, mekân, şahıs kadrosu
içerisinde sanatkâr bakış açısıyla ortaya koymuştur.
FEHMÎ
Hayatı hakkında şimdiye kadar herhangi bir bilgi elde edemediğimiz
Fehmî’nin kim olduğunu bilemiyoruz. Fehmî’nin bilinen tek eseri
Şem’ü Pervâne mesnevisidir. Mesnevi yılında II. Bayezid adına hezec
bahrinin “mefûlü mefâîlün feûlün” kalıbıyla yazılmıştır. Mesnevinin
bugüne kadar tesbit edilen iki nüshası Süleymaniye Kütüphanesinde,
Fatih ve Kadızâde Mehmet Efendi numaralarda kayıtlıdır
(Kanar 57). beyit olan Şem’ü Pervâne mesnevisi
Türkçe’ye tercüme edilmiştir (Kanar ). Eserinin hatime
kısmındaki Fehmî’nin “Bugünden itibaren şem ü pervâne hikayesini
nazmetmeye başlıyorum” sözünden hareketle, Fehmî, daha önce
Farsça yazılan şem ü pervâne şiirlerini ve de bir eser içerisinde bulunan
kısa şem ü pervâne mesnevilerini ya da münazara tarzında yazılan
şem ile pervâneleri görmüş, okumuş, alt yapısını oluşturarak, müstakil
bir Şem ü Pervâne risalesi yazmak istemiş olabilir.
Fehmî, konuyu kendisinden önce yazılan şem ü pervâne şiirlerinden
almış, bu şiirleri müstakil bir eser olabilecek seviyeye getirmiş, içe-
KLÂSİK TÜRK EDEBİYATINDA ŞEM’Ü PERVÂNELER 

riğini de kendisi oluşturmuştur. Dolayısıyla türünün ilk örneği olmuş-
tur. Fehmî, şem ile pervâne arasında geçen bir aşk öyküsünü anlatmaya
çalışırken, izleğini de belirlemiştir. Bu izleği, Mesnevi’nin ba-
şında hemen görürüz. Çünkü Fehmî’nin izleği tek bir düzlem üzerine
kurulmuştur: Pervânenin Şem’e olan aşkı ve Şem’in bu aşka karşılık
vermesi.
Fehmî, şem ile pervânenin hikâyesini kendine göre anlatmıştır. Bu
hikayeyi biricik yapan öğe; konu veya izlek (Gündüz 37). değil,
ilk kez böyle bir konuyu anlatanın konuya kendinden kattığıdır. Bu da
eseri önemli kılan önemli özelliktir. Fehmî baştan belirlediği bu izlek
çerçevesinde şem ile pervâne arasında geçen olayları ve bunları
mekân, zaman ve kişilere bağlı olarak organik anlamda kendince bağ-
lantılarını kurarak, eserinin kurgusunu oluşturur. Kurguda pervânenin
ereğini de belirler. Fehmî de bu erek/amaç, bütün metin halkaları
ve vak’a birimlerinde kendini gösterir. Onun samimi bir âşık olması,
aşkı uğruna canını vermesi pervânenin ereğidir. Bu erekle pervâneyi,
aşkı ve sevgilisi uğruna her şeyi feda edebilecek, bu uğurda her türlü
engeli aşma iradesini ortaya koyabilecek “âşık arketip”leri halkasına
katar.
Mesnevisinin konusunu tasarlayan, izleğini belirleyen Fehmî, olaylardaki
soyut ve somut kadroyu bulanık çizgilerle de olsa kafasında
şekillendirir. Şem ve Pervâne’nin dışında ikincil kişilere gereksinim
duyar ve eserinde yer alacak kadroyu oluşturur, bunlara bir misyon
yükler. Eserin kadrosuna soyut olarak Nesîm’i, somut olarak da Meş-
şâte’yi katar.
Fehmî, Pervâne’nin öyküsünü anlattığı mesnevisinde olaylara ve
öyküdeki kişilerin hareketlerine ayrılmış bir sahne olarak mekan unsurlarına
da yer vermiştir. Fehmî, şahıs kadrosundan sonra ilk kez Şem
ü Pervâne mesnevilerinde olayların cereyan ettiği çevreyi de devreye
sokarak bir mekân yaratmıştır. Muhayyel olan bu mekân anlam ve iş-
lev olarak öyküde, olayların sahnesi olmaktan öteye geçememiştir. Bu
mekân, Şem’in sarayıdır. Sarayın çatısı, sarayın kileri ve Şem’in huzuru
bu mekânın parçalarıdır. Olaylar burada gerçekleştiği için, açık
veya kapalı nitelik taşıyan bu mekânlar aynı zamanda somuttur.
 YRD. DOÇ. DR. SADIK ARMUTLU

Fehmî’nin eseri geleneksel anlatı türüne girdiği için mekân gibi, zaman
unsuruna da önem verilmemiştir. Anlatıda olayların ne zaman
başlayıp ne zaman sona erdiği belirgin ve net değildir. Öykü
Pervâne’nin Şem’e talip olmasıyla başlıyor, Şem’in ölümüyle bitiyor.
Zaman unsuru belirgin olmadığı için daha çok nesnel/kozmik zaman
kavramı ile vak’a zamanı söz konusu edilmiştir.
Fehmî’nin eseri basit, sade ve gösterişsiz bir şekilde kurgulanmıştır.
Tahkiye yapısı güçlü değildir. Mekân gelişmelere göre çeşitlilik arz etmemiştir.
Olaylar tek bir mekâna sıkıştırılmıştır. Zengin olmayan bir
şahıs kadrosu vardır. Kurgu, basit şekilde biçimlendiği için, eserde
güçlü anlatım teknikleri de oluşturulamamış, konunun içerisi doldurulamamıştır.

Eserin Önemi ilk kez Şem ü Pervâne’nin Fars kültür coğrafyasından
önce Anadolu sahasında yazılmasıdır.
NİYÂZÎ
Ünlü mutasavvıf Şeyh Mahmûd-ı Şebüsterî (ö. )’nin torunudur.
İlk tahsilini Şebüster’de yaptıktan sonra tahsilini ilerletmek için
bazı şehirler dolaşmış ve yılında Anadolu’ya gelmiştir. Niyâzî,
Yavuz Sultan Selim’in takdirini kazanmış, O’nun adına eserler yazmış-
tır. İstanbul’da Abdullah Niyâzî Efendi adıyla bilinen şair, Kanuni Sultan
Süleyman adına kasîdeler de kaleme almıştır. Niyâzî ’da İstanbul’da
ölmüştür (Kanar 58).
Nîyâzî, Şem’ü Pervâne mesnevisini Yavuz Sultan Selim adına kaleme
almıştır (Kanar 59). beyit olan mesnevi hafif bahrinin
“feilâtün mefâilün feilün” kalıbıyla yazılmıştır. Mesnevinin bilinen tek
nüshası Süleymaniye Kütüphanesi Kadızâde Mehmed Efendi kısmı
numarada kayıtlıdır (Kanar 81). Mesnevi Türkçe’ye tercüme
edilmiştir ( Kanar ).
Niyâzî’nin Şem ü Pervâne mesnevisini Ehlî-yi Şirâzî’den otuzbir yıl
sonra yazdığını ve Horasan mıntıkasından Anadolu’ya gelip eserlerini
İstanbul’da kaleme aldığını düşünürsek, onun Ehlî-yi Şirâzî’nin eserinden
haberdar olduğunu söyleyebiliriz. Niyâzî, eserini düzenleyip
KLÂSİK TÜRK EDEBİYATINDA ŞEM’Ü PERVÂNELER 

tertip ederken, Ehlî’nin eserine bağlı kalmış, Ehlî gibi Nizamî, Hüsrevi
Dihlevi ve Câmî’yi büyük bir saygıyla anmıştır.
Niyâzî, önceden var olan malzemeyi kendi bakış açısına göre ele
alıp işlemiş, konunun içeriğini ortaya koymuştur. Bu konu, Ehlî-yi
Şîrâzî’nin eserinde işlenen şem ile pervâne arasında geçen gerçek bir
aşkın nasıllığının öyküsüdür. Konuyu Ehlî’den alan Niyâzî, konusunu
belirlediğinde kafasında şekillendirdiği ve netleştirdiği izleği oluşturur.
Bu izlek, Ehlî’nin Şem ü Pervâne’sindeki izlekle aynı olmasına rağ-
men, yer yer kendi duygu ve düşüncelerini de kattığı bir izlektir.
Ehlî’nin anlatmaya ve kanıtlamaya çalıştığı izleği, Niyâzî de ortaya
koymaya çalışmıştır. Tıpkı Ehlî’de olduğu gibi bu izleği hemen kolayca
görmemiz olasıdır. İşte Ehlî’nin kesin ve özel söylemli bir izlek
seçip, öyküsünün konusunu kolaylıkla görebildiğimiz gibi, Niyâzî’de
de bu izleğin kendiliğinden serpilip geliştiğini görebiliriz.
Konuda, olayda ve izlekte Ehlî’yi model alan Niyâzî, olay örgü-
sünde yer yer kendi duygu ve düşüncesini katarak, kurguda yer alan
olayların sıralanış ve düzenleniş biçimini bazı yerlerde kendine göre
kurgulayarak, Ehlî’den ayrılmıştır. Özellikle vak’a parçası etrafında
anlamlı bir takım “metin halkaları”nda ve metin halkalarının “vak’a
birimleri”nde bunu görebiliriz.
Niyâzî, mesnevisindeki bütün unsurlar arasında organik ve anlamlı
bir ilişkiye dayalı yapı kurmuş, olay örgüsünü kendine göre kurgulamıştır.
Mesnevisini özel yapan, izlek veya konu değil, Niyâzî’nin anlatımı,
anlatma biçimi ve konuya kendisinden kattığıdır. Yani konu üstündeki
yansısıdır. Bu yansı Türkçe yazılan Şem’ü Pervâne’ler üzerinde
etkisini gösterdiğinden, Türk şairleri Ehlî-yi Şîrâzî’den çok,
Niyâzî’nin kurgusunu benimsemişlerdir.
Niyâzî, Ehlî gibi vak’aya “şahıs-zaman-mekân” düzleminde canlı-
lık kazandırmış, vak’anın ortaya çıkmasında rol oynayan bir “eyleyen”
olarak Şem ve Pervâne’yi öne çıkarmıştır. Ehlî’nin yarattığı ve kendi
deha ürünü olan sembol kadrosundan, Anber, Kâfûr ve Nesim’e yer
vermiş, Fanus ve Nûr’a karşılık bir sembol ortaya koyamamıştır.
Niyâzî, daha dar bir sembol kadro oluşturmuştur.
Niyâzî, Ehlî’nin mesnevisinde olduğu gibi zaman unsuruna yer
vermiş, ayrıntılara girmemiştir. Kozmik verilen zaman belirsizlik arz
 YRD. DOÇ. DR. SADIK ARMUTLU

etmiştir. Zaman dilimi olarak; “eğlence mevsimi”, “bahar” zamanı denilerek
“mevsim” kullanılmıştır.
Niyâzî’de mekân, önem arz etmemiştir. Mekân, sadece olay ya da
şahıs kadronun belirgin kılınması için birer araç ve vesile konumundadır.
Bu durum Ehlî’nin eseri için de geçerlidir. Niyâzi’de mekân somut
olup: açık/dış mekan ve kapalı/iç mekan olarak karşımıza çıkar.
Niyâzî, mekân tasvirleri yerine, mekanın unsurlarına yer vermiş, onları
anlatmıştır. Aynı özellikler Ehlî’de de bulunur. Niyâzî, deyim yerindeyse
mekân kavramını Ehlî’nin ele aldığı şekilde kullanmıştır. Fakat
kendisi, öznel yorumlarının süzgecinden geçirerek bir anlamda hayalleriyle
yeniden inşa ettiği bir mekân tasviri de yapmıştır ki bu
mekân ve mekân üzerinden verdiği mesaj, Ehlî’de yer almamıştır. Bu
mekân Hace Nûr’un türbesidir. Bu mekanın özelliği Türk-İslam kültü-
rünün geleneksel yapısı içerisinde önem arz eden bir velinin türbesi ve
Tanrı dostu olan velinin şefaatiyle hacetlerin kabul edildiği geleneksel
anlayışın icra edildiği yer olmasıdır. Niyâzî’nin duygu ve hayallerinde
güçlü bir şekilde yaşayan Hace Nûr türbesi, mekân olarak muhayyel
olmasına rağmen simgesel değerleriyle işlevseldir. Niyâzî’nin bu
mekâna yer vermesi, Türkçe yazılan Mesnevilere de yansıyacak, şairler
aynı veya benzer duyguları mesnevilerinde dile getireceklerdir.
4. TÜRKÇE YAZILAN ŞEM’Ü PERVÂNELER
ZÂTÎ
XVI. yüzyılın önemli şairlerinden biri olan Zâtî, yılında Balıkesir’de
doğmuştur. II. Beyazîd, Yavuz Sultan Selim ve Kanunî dönemlerini
idrak eden Zâtî, yılında İstanbul’da ölmüştür. Zâtî’nin Divanı’ndan
sonra en ünlü eseri Şem’ü Pervâne mesnevisidir. Zâtî eserini
yılında yazmıştır. Eser, hezec bahrinin mefâilün mefâilün feûlün
kalıbıyla yazılmıştır. Konu Anadolu hükümdarı Şah Jâle’nin oğlu
Pervâne ile Çin Fağfur’unun kızı Şem arasında geçen bir aşk hikâyesidir.
Olay örgüsü Pervâne’nin doğumuyla başlar. Hükümdar Jale’nin çocuğu
yoktur. Bütün gününü, Allah’a kendisine bir çocuk vermesi için
KLÂSİK TÜRK EDEBİYATINDA ŞEM’Ü PERVÂNELER 

dua etmekle geçirir. Şükufe isimli cariye ile bir Kadir gecesi zifafından
sonra Tanrı ona bir erkek evladı verir ve adını Pervâne koyar. Bu kü-
çük şehzadenin bahtının ne olacağını öğrenmek için Şah Jale müneccimleri
bir araya toplar. Müneccimler, Pervâne’nin Şem isminde bir
kıza âşık olacağını, bu yüzden de eziyet çekeceğini, sonunda onunla
evleneceğini ve mülkünün genişleyeceğini söyler. Böylece olaylar, bu
minval üzere belli bir plan doğrultusunda sıralanır. Sonunda Pervâne
ile Şem evlenerek Çin ülkesinde birlikte mutlu bir hayat sürerler (Armutlu
).
Olay örgüsü çerçevesinde bir değerlendirme yaptığımız zaman bü-
tün olayları dört “saç ayağı”na oturtabiliriz. Bu dört saç ayağı; olayın
birinci derecedeki kahramanların mensup oldukları muhît, bu muhit
içinde dünyaya gelişleri, büyümeleri ve eğitimleri; Birbirine kalbi
alaka duymaları ve seyahate karar vermeleri; Birbirlerine kavuşmak
için karşılaştıkları engeller ve bunlarla mücadeleleri; birbirleriyle evlenmeleri
ve mutlu bir şekilde yaşamaları, olarak belirleyebiliriz.
Dört ana olay kendi içinde birkaç “metin halkaları”ndan meydana
gelir. Metin halkaları da “olay/vak’a birimleri”ni oluşturur. Bu dört
ana olay birbirine “zamansırasal” bağlantılıdır. Birbirlerini kronolojik
sıra içinde takip ederler.
Olayda merkezi bir insan vardır. Anlatılan her şey bu kişiyle ilgilidir.
Eserde olayın merkezinde bulunan Pervâne, arzu ettiği objeye kavuşmak
ister. Objenin temelinde Şem’e karşı duyduğu aşk vardır. Bu
aşk “idealize” edilmiş romantik bir aşktır. Bu aşk olayın ana düğü-
münü oluşturur. Şem’, özellikle de Pervâne arzu edilen objeye kavuş-
mak için birtakım zorluklara katlanırlar. Çeşitli şekillerde mücadele
yapar ve sıkıntılara tahammül ederler. Bunların yanında, iki aşığa engel
ve yardımcı olanların etrafında örülen olaylar da, vak’anın ana dü-
ğümüne bağlı olarak gelişen yan düğümlerdir.
Şem’ü Pervâne mesnevisinde olay zamanı, Pervâne’nin doğumundan
önce başlar Pervâne’nin Çin tahtına oturup, Şem’i de yanına getirmesine
kadar devam eder. Mesnevide olaylar “zamansırasal” bağlantılı
anlatımla oluştuğu için zaman da, sırasal bir doğruda gelişir. İleriye
 YRD. DOÇ. DR. SADIK ARMUTLU

gidişler, atlamalar görülmesine rağmen, geriye dönüşlere de yer verilmemiştir.
Mesnevide zaman, ayrıntılara girilmeden, kozmik olarak verilerek,
anlatımın bir parçası olarak kullanılmıştır.
Şem’ü pervâne mesnevisinde mekân, anlatılan olayın sahnesi durumundadır.
Gelişmelere göre çeşitlilik gösterir. Eserde olay Rum ülkesinde
başlar, Çin ülkesine kadar uzanır. Gelişmeler ise iki ülke arasında
olur, Çin’de sonuçlanır. Bu açıdan olaylar geniş bir mekanda ge-
çer. Geniş mekân yanında dar mekânlar da vardır. Mekan tasvirleri
eserde çok görülür. Bu tasvirler, olay ve kahramanların psikolojik durumlarıyla
uyguluk arz eder. Pervânenin pisikolojik durumunun yansıtılmasında
mekân unsurundan oldukça faydalanılmıştır. Mekân unsuru,
Pervâne’deki psikolojik iniş ve çıkışları gösteren bir ibre gibidir.
Olay ve olayın geçtiği mekân tasvirleri uzun tutulur. Özellikle savaş
ve av sahneleri, düğün törenleri uzun uzun tasvir edilerek, canlı bir
şekilde gözler önüne serilir (Armutlu ).
Mesnevinin birinci derecedeki olay kahramanları Pervâne ile
Şem’dir. Bu iki kişi eserin yazılma nedenidir. Olaylar bunların kişiliği
etrafında örüldüğünden, eserde başkişiler görevini üstlenir.
Şem ile Pervâne etrafında, onların dertlerine ve sevinçlerine ortak
olan veya engelleyici olanlar II. Derecedeki kişilerdir. Bunlarda tematik
ve karşı güç olarak ikiye ayrılmaktadır. Bunlar başkişiler kadar
esere nüfus edemese de başkişinin eksikliklerini tamamlayan; tek, bazen
birkaç yönüyle başkişinin iç dünyasını aydınlatan veya karartan
bir niteliğe sahiptirler. Bunlar (şahıs, hayvan, nesne v.b.) başkişiler ile
dekoratif/fon karakterler arasında yer alırlar (Stevick ).
Zâtî’nin Şem’ü Pervâne mesnevisi, mesnevi nazım şekliyle yazılmasına
rağmen eserde başka nazım şekilleri de kullanılmıştır. Mesnevide
4 kaside, 23 gazel ve 1 murabba vardır. İlk kaside tevhid olup 17 beyittir.
İkinci kaside de tevhidtir. Beyit sayısı 19’dur. Üçüncü kaside na’ttır
26 beyittir. Dördüncü kaside Kanunî’nin övgüsüne ayrılmıştır. 23 beyittir.
Mesnevideki 23 gazelden bir tanesi 6, sekiz tanesi 7 ve ondört tanesi
de 5 beyittir. Bir gazel de 4 beyitlidir. Gazellerin büyük çoğunluğu yekahenktir.
Bu gazellerde aşk, şarap ve ayrılıkla ilgili konular işlenir.
KLÂSİK TÜRK EDEBİYATINDA ŞEM’Ü PERVÂNELER 

Gazellerin büyük çoğunluğu hikâyenin başkişisi Pervâne ağzından
söylenir. Bunların sayısı 9’dur. Şem’in ağzından söylenmiş gazellerin
sayısı ise 4 dür. Şem’in nedimlerinden Mah, Şemse, Nevbahar ve
Zühre’nin ağzından Pervâne’nin medhi için söylenilen gazellerin sayısı
da 4’tür. Diğer gazeller ise, 3 tanesi anlatıcının, 1 tanesi Andelîb’in,
1 tanesi mestlerin, 1 tanesi de Şem’in nedimi, Musîkar’ın ağzından söylenmiştir.
Şem’in ağzından söylenilen gazellerde mahlas yoktur. Pervâne’nin
söylediği gazellerin sadece 2’sinde mahlas vardır. Bu şiirlerde şair,
yani Zâtî kendi mahlasını kullanır, diğer gazellerde de biri hariç hiç
birinde mahlas yoktur.
Mesnevideki kaside ve gazellere 6 ayrı vezin kullanılmıştır.
Mef’ûlü fâilatün mef’ûlü fâ’ilâtün
Mefâîlün mefâîlün mefâîlün mefâîlün
Mefâîlün feilâtün mefâîlün feilün
Mef’ûlü mefâilü mefâilü fe’ûlün
Fâ’ilâtün fâ’ilâtün fâ’ilâtün fâilün
Feilâtün feilâtün feilâtün feilün
Şem ile Pervâne arasındaki aşk, eserin konusunu oluşturur. Bu aş-
kın ilahi bir tarafı yoktur. Tamamıyla maddi, realiteden uzak idealize
edilmiş bir aşktır. Eser, bu yönüyle Türk ve Fars edebiyatlarında yazı-
lan Şem ü Pervâne mesnevilerinden ayrılarak, türünün orijinal eseri
olarak karşımıza çıkar. Zira mesnevinin en büyük özelliği eserin giriş
bölümünde geleneksel dini manzumeler hariç tasavvufa hiç yanaşmaması,
konuya tamamen dünyevi kalmasıdır. Bundan dolayı eserin
daha önce ve daha sonra Farsça ve Türkçe yazılan Şem ü Pervâne eserleriyle
isim benzerliği dışında muhteva olarak ortak yönü yoktur. Bunun
için Zâti’nin mesnevisi, Farsça ve Türkçe yazılan Şem’ü
Pervâne’lerle mukayeseye dahil edilmemiştir. Ayrıca mesnevi sonunda
sevgililerin kavuşarak mutlu bir hayat sürmeleri yani ölmemeleri,
eseri önemli kılan, bu mesneviyi çift kahramanlı aşk mesnevilerinden
ayıran diğer önemli bir özelliktir.
 YRD. DOÇ. DR. SADIK ARMUTLU

MU’ÎDÎ ÇELEBİ
XVI. yüzyıl şairlerinden olan Mu’îdî, Üsküp yakınlarındaki Kalkandelen
(Tetova) kasabasında doğmuştur. Asıl adı Mehmed’tir. Babası
Mu’îdîzâde’ye nisbetle Mu’îdî mahlasını kullanmıştır. Mu’îdî, yı-
lında Mısır’da ölmüştür. Farsça ve Türkçe Şem ü Pervâne mesnevilerinin
başarılı örneklerin verilmesinden sonra, Mu’îdî eserini yazmıştır.
Bu konuda Farsça ve Türkçe yazılan mesnevileri görmüş olacak ki,
olay örgüsü kendinden önce yazılmış eserlerin olay örgüsü ile benzerlik
arzeder. Olayda merkezi kişi yani Pervâne vardır. Pervân e, bir di-
ğer kişiye yani Şem’e ilgi duyar. Kavuşmaya mani engeller araya girer.
Zaman ve mekan içerisinde vuslatı ortadan kaldırmak için olaya iştirak
eden ikinci derecedeki sembol kişiler/varlıklar ile birinci derecedeki
sembol kişiler/varlıklar birbirleriyle mücadele ederler. Aşkın merkezinde
Pervâne olduğundan olay daha çok Pervâne’nin çevresinde
oluşur. Bir zincir halkası halinde gelişir ve zamansırasal bağlantılı bir
anlatımla kurgu oluşturulur. Bu kurguya kozmik zaman ve olayların
sahnesi olan somut mekânlar da katılarak eserin çerçevesi çizilir.
Mu’îdî’nin çizdiği çerçeve, daha önceki eserlerde de görülen bir çerçevedir.
Bir esere derinlik kazandıran, şairin yaratıcılık gücüdür. İyi birikime,
o oranda derin, çok boyutlu, zengin ve geniş bir bakış açısına
sahip olamayanlar, güçlü eserler oluşturamazlar. Mu’îdî, Şem ü
Pervâne mesnevisini yeniden yorumlayıp ona derinlik kazandıramadığı
gibi, sembol kadroyu da kendince oluşturup onlara farklı misyonlar
yükleyip olay örgüsünü şairlik yeteneği ile yönlendiremediğinden,
konuya kendinden bir şey katamamış, konu üstündeki yansısını gösterememiştir.
O, bu konuda daha önce anlatılanları, sunulanları, oluş-
turulan kadroları aynen benimsemiş, olay örgüsüne metin halkaları ve
vak’a birimlerine fazla müdahale etmediği için, eserini farklı bir şekilde
ve uygun bir biçimde sunamamış, bir eylem zenginliği barındı-
ramamış, aynı konuyu başka bir izlekle anlatamamıştır.
Bundan dolayı Mu’îdî’nin eseri öne çıkamamıştır. Bir taraftan mesnevisinde
Niyâzî’nin ve Lâmi’î Çelebi’nin açık bir şekilde etkisinin gö-
rülmesi, diğer taraftan eserini bir eğlence olsun diye iki üç haftada yazması,
eserinin öne çıkamamasının nedenlerinden biridir.
KLÂSİK TÜRK EDEBİYATINDA ŞEM’Ü PERVÂNELER 

FEYZÎ ÇELEBİ
Hayatı hakkında bilgi sahibi olmadığımız Feyzî Çelebi XVII. Yüzyılda
yaşamıştır. Eser, yılında yazılmış ve Niğbolu mutasarrıfı
Tiryaki Mehmet Paşa’ya sunulmuştur. Eser klasik mesnevi nazım tarzında
11’li hece vezniyle yazılmıştır. Eser tek nüsha olp Gönül Alpay
Tekinin hususi kütüphanesindedir. Bu nüsha adı geçen kişi tarafından
yeni harflerle neşredilmiştir. (Feyzî Çelebi, Şem’ü Pervâne ‘haz. A. Gö-
nül Tekin’, Cambridge ).
Türkçe ve Farsça yazılan Şem ü Pervâne’ler içerisinde Feyzî Çelebi’nin
eseri diğerlerinden farklıdır. Bu farklılık hem şekil, hem içerik,
hem de kadro yönüyledir. Mesnevi nazım şekliyle yazılan eser, hece
ölçüsüyle kaleme alınmıştır. Tasavvufi içeriğe sahiptir. Bu konu da yazılan
tek eserdir. Ortaya koyduğu sembol kadro da diğer mesnevilerin
hiçbirinde yer almaz. Yazılan Şem ü Pervâne mesnevileri içerisinde
sembollerin hangi anlamlara geldiği de sadece Feyzî’nin eserinin sonunda
yer almıştır. Dolayısıyla Feyzî’nin eseri diğerlerine nazaran
farklılık arz eder.
Feyzî Çelebi’nin eserinde Şem ve Pervâne başka eserlerde görüldüğü
gibi, alegorik olarak temsil ettiği gerçek insan kahramanlar olarak
ele alınmamıştır. Her ikisi de gerçek hayattaki durumlarıyla bir
kavramı sembolize etmektedir. Şem “iman”, Pervâne “kalp/gö-
nül”dür.
Evvela dimiş idüm Şem’-i cihan
Andan murad olmışdı zâtü’l-iman
Hem dinilmişti Pervâne-i nâ-şâd
Bil dil-i bî-çâredür andan murâd (Feyzî Çelebi s. 96)
Marifet ehli olan Pervâne, uzak bir ülkeden Şebistân’a gelerek Şem’i
görür ve onun ateşine dalıp kendi vücudunu o ateşte yok etmek ister.
Pervâne, Şem’i görüp onun aşkıyla yanmaya başlayınca, yavaş yavaş
nefsin kirli ve kötü yönlerini temizlemeye başlar. Fakat âşık olanın bu
yolda ızdırap çekmesi gerekmektedir. Pervâne bunu bilir ve nefsinin
kötülüklerinden kaçmağa ve ruhunun ışığını fazlalaştırmaya çalışır.
Pervâne, Şem’e ulaşmak için kendini nefsânî ve dünyevî duygulardan
arındırmış, kalbindeki iman ışığını artırmıştır. Şem’e duyduğu aşk ile
 YRD. DOÇ. DR. SADIK ARMUTLU

yüzü sararıp kıp kızıl bir divane olan Pervâne, kendini bilmez halde
kırlarda dolaşmaya başlar. Bu sırada hikâyenin bir başka kahramanı
olan Bâd-ı Sarsâr ile karşılaşır:
Bâd-ı Sarsâr didük ehl-i zerâfet
Hava ve hevese oldı işâret (Feyzî Çelebi s. 96)
Feyzî’ye göre o, heva ve hevesi sembolize eden bir kişidir.
Pervâne’ye yardım için birlikte Şem’in yanına gelen Bâd-ı Sarsâr
Şem’in dostu olan Fanus karşı koyar.
Ol ki Fanus dinmişti Şem’e nikâb
Fil-mesel insânda yetmişbin hicâb
Vücûd-ı insânda oluban hâ’il
Mani olur olmaga Hakk’a vâsıl (Feyzi Çelebi s. 96)
Bunun üzerine başarılı olamayacağını anlayan Bâd-ı Sarsâr
pervâne’yi terk ederek geri döner. Bu aynı zamanda heva ve hevesinden
Pervâne’yi büsbütün bıraktığı anlamına gelmektedir. Ancak Şem
ile baş başa kalmasına rağmen ona kavuşamaz. Aşkını herkese açtığı
için henüz tam olarak nefsaniyetden arınamamıştır. Bunun için daha
çok acı çekmesi gerekmektedir. Bu acı o dereceye ulaşır ki kendi varlı-
ğından bile geçer. Vücut elbisesinden soyunur, böylece Fanus ortadan
kalkmış olur. Bu makam, insanın acz ve hayret içinde kaldığı “fakr”
makamıdır. Bundan öteye geçebilmek için Allah’ın lütfu gereklidir.
Hikâyede Şem’e arkadaş olarak ortaya çıkan Şeb-i Tarik onu hidayete
eriştirmek üzere Allah’ın bir lütfudur.
Şeb-i Târîk dimüşdüm Şem’ün yâri
Hakikât oldı inâyet-i barî (Feyzi Çelebi 96)
Pervâne onun aracılığıyla Şem’in yanına ulaşır. Konuşup eğlenemeye
başlar. Şem, coşkuyla aşkını açıklayıp parlayınca, Pervâne mutluluktan
kendini kaybederek ateşine atılır ve onda yok olur; fena fi’llah
mertebesine erişir. Bu sırada gecenin sonu gelmiştir. Sabah olmak üzeredir.
Subh-ı Sadık adında bir server bu karanlık ülkeyi hükmü altına
alır. Onun Afitab adında bir oğlu vardır. Onu gören hiç kimse Şem’e
dönüp bakmaz. Şem’de bunu bildiği için, kendini gizler. Şem’in kurduğu
bütün düzen yok olup, sanki bu dünyada hiç var olmamışa dö-
ner. Pervâne, mum/Şem olarak idrak ettiği varlığından sıyrılarak bu
KLÂSİK TÜRK EDEBİYATINDA ŞEM’Ü PERVÂNELER 

kez Güneş/Afitab olarak doğacaktır. Burada Subh-ı Sadık, Pervâne’nin
elde ettiği “marifet” bilgisini Afitab da onun fena fi’llah mertebesinden
geçerek beka bi’llaha kavuştuğu gerçek varlığını temsil etmektedir.
Fena fi’llahda kendi vücudunu öldüren salik, beka bi’llah mertebesinde
Allah’ın ışığında bir başka biçimde yeniden hayata doğmaktadır
(Kurnaz ).
5.LÂMİ’Î ÇELEBİ’NİN ŞEM’Ü PERVÂNE MESNEVİSİ
GENEL BİLGİLER
Lâmi’î, Şem’ü Pervâne mesnevisini Rodos’un fethi münasebetiyle
yazmıştır. Bilinmeyen bazı sebeplerden dolayı, yazıldığı tarihte ()
Kanuni Sultan Süleyman’a sunulamamış, daha sonra Vâmık u Azrâ ile
birlikte sunulmuştur (Kut 88). Sa’îd-i Nefîsî, Lâmi’î’nin bu mesneviyi
Ehlî-yi Şîrâzî’den tercüme ettiği görüşündedir (Nefîsî c.I,
s. ). Niyâzî’den tercüme ettiği fikri de ileri sürülmüştür (Kut
90). Eserin bugün için bilinen 8 nüshası vardır (Tezcan ). Bu
nüshalar içerisinde en mükemmeli “Süleymaniye Kütüphanesi Es’ad
Efendi No: /verilen metin örnekleri bu yazmadan alınmıştır” ile
“Süleymaniye Kütüphanesi Hüsrev Paşa No: ”de kayıtlı olanlardır.
Eser, hafif bahrinin “fe’ilâtün mefâ’ilün fe’ilün” vezniyle yazılmıştır.
Beyit sayısı ’tür. Lâmi’î Çelebi, mesnevisinin üç bölü-
münde farklı nazım şekilleri kullanmıştır. Giriş bölümünde 2 kaside, 1
tercî-bend, Konunun işlendiği bölümde 5 gazel ve Bitiş bölümünde 1
kıt’a yazmıştır. Böylece eserinde mesnevi nazım şekliyle birlikte 4
farklı nazım şekli kullanmıştır. Kasidelerinden biri 21, diğeri 27 beyit,
tercî-bend 5 bend olup her bendi 6 beyittir. Toplam beyit sayısı 30’dur.
Yazdığı 5 gazelin beyit sayıları aynıdır. 7 beyit olan gazellerin toplam
beyit sayısı 35’tir. Yer verdiği son nazım şekli olan kıt’a bir tarih manzumesi
olup 4 beyittir.
Lâmi’î Çelebi’nin mesnevisinin kurgusu bütün Şem’ü Pervâne metinlerinde
görülen bir kurgudur. Ortak konu ele alınıp işlendiğinden
dolayı ortak yönlerin olması doğaldır. Çerçeve öykü ve kullandığı
 YRD. DOÇ. DR. SADIK ARMUTLU

sembol kadronun bazıları Ehlî-yi Şîrâzî ile benzerlik gösterir, etkilenme
söz konusu olabilir. Niyâzî’nin dini mekân ve renkleri, Lâmi’î
tarafından benimsenmiş olacak ki, dini duygu ve gelenekler onun tarafından
ayrıntılı bir şekilde işlenmiş ve yorumlanmıştır. O, bu özellikleriyle
Mu’îdî’yi etkilemiştir. Lâmi’î’nin mesnevisi hem şekil, hem
de işleniş ve içerik bakımından diğer mesnevilerden farklılık arz eder.
Giriş ve hatime bölümleri tamamen orijinaldır. Eserin asıl kısmını
oluşturan Konunun anlatıldığı bölümde; yeni olaylar eklemek, bazı
olayları almamak, bazı olayları da uzatmak, kısaltmak ve değişiklik
yapmak gibi tasarruflarda bulunmuştur. Şem’ü Pervâne mesnevilerinde
görülmeyen sembol kadrosuna yeni semboller katarak, en zengin
kadroyu oluşturmuştur. İlave ettiği sembollere farklı misyonlar
yükleyerek hiçbir mesnevide olmayan metin halkaları ve vak’a birimlerini
ortaya koymuş, sanatçı kişiliğini göstermiştir.
Dile hâkimiyeti, bilgi birikimi, kültürü, şairlik yeteneği ve teknik
bilgisi onu, öne çıkarmıştır. Konudan kopmaması, canlı tasvirleri, şahıs
kadrosunun konuya uygunlukları, aşka ait duyguları dillendirdiği
yerlerdeki lirizm, anlatıma zenginlik katan özlü sözler kullanımı vb.
vasıflar, ayırıcı özellikler olarak karşımıza çıkar. Lâmi’î, kendi kimli-
ğini ve şairlik gücünü mesnevisine yansıtmıştır. Klasik edebiyatlarda
ortak işlenen bir konuya kendi duygu ve düşüncelerini katarak, Şem’ü
Pervâne’ye adeta yeni bir hüviyet kazandırmıştır. Lâmi’î, tıpkı vezni,
kafiyeyi alıp sevdiği bir gazeli yeniden yorumlayan nazire şairi gibi,
konunun özüne bağlı kalarak onu yeniden yazmış ve kendine mal etmiştir.
Diğer eserleri içerisinde açıkça görülmeyen ve yer almayan mistik
anlatımlar, söylem ve motifler, Lâmi’î’de daha belirgindir. Tasavvufi
anlamlar çağrıştıracak ifadelere zaman zaman yer vermesi, onun
farklılığını bir kez daha gösterecektir. Lâmi’î’nin Şem’ü Pervâne mesnevisinde
neyi söylediğine dikkatle baktığımız zaman, eserin bir taklit
veya tercüme olmayıp yeniden yaratıldığını görürüz. Lâmi’î’nin eseri
Türkçe ve Farsça yazılan Şem’ü Pervâne’ler içerisinde Ehlî-yi Şîrâzî ile
birlikte en orijinal olanıdır.
KLÂSİK TÜRK EDEBİYATINDA ŞEM’Ü PERVÂNELER 

KURGUSAL YAPI
Lâmi’î Çelebi, daha önce sözlü ve yazılı kaynaklardan derlenerek
oluşturulan ve de kendisinden önce yazıya geçirilenleri, anlatılanları,
kısaca var olan malzemeyi kendi bakış açısına göre ele alıp işlemiş, konunun
içeriğini ortaya koymuştur. Bu konu, diğer Şem’ü Pervâne mesnevilerinde
işlenen Pervâne ile Şem’ arasındaki geçen gerçek bir aşkın
nasıllılığının öyküsüdür. Lâmi’î’nin konu malzemesi başka şairlerce
de kullanıldığından, biçim ve içerik yönüyle diğerlerine benzer.
Lâmi’î, yaratıcı vasıflarıyla kendinden kattıklarıyla öne çıkmış, diğer
kurgu yazarlarından ayrılmıştır. Lâmi’î, bu konuyu belirlediğinde kafasında
şekillendirdiği ve netleştirdiği izleği oluşturur. Ortaya koyduğu
bu izleği hemen kolayca görmemiz olasıdır. Konu izleğini seçen
Lâmi’î Çelebi, olay örgüsünü olaştırır. Olay örgüsü, alışılmadık kurgulama
biçimi taşımaz. Olay örgüsü eserin sonuna kadar tek bir çizgi
halinde gittiği için tek bir çerçeve öykü vardır. Bu aynı zamanda ana
öyküdür. Sonra bu çerçeve öykünün içine olay örgüsü içinde görev
alacak kişilerin öykülerini yerleştirir. Başka bir söyleyişle; olay, zaman
ve mekân içerisinde yer alır ve kişiyi beraberinde getirir. Bunların birlikteliği
olay ve olay örgüsünü oluşturur. Artık Pervâne ile Şem’in kurgusu
tasarlanmıştır. Lâmi’î Çelebi, olay örgüsünü belli bir plan doğ-
rultusunda sıralar ve bütün olayları dört ‘saç ayağı’na oturtur. Bu saç
ayakları: Şâm’da rind-meşrep Şem’ adında bir güzelin yaşaması ve
onun sürekli meclis düzenleyerek dostlarıyla eğlenmesi; Pervâne’nin
Mağrip ülkesinden Şâm’a gelmesi Şem’i görerek ona âşık olması;
Pervâne’nin aşk yolunda karşılaştığı engeller ile çektiği sıkıntılar;
Pervâne’nin Şem’e kavuşması ve iki sevgilinin arka arkaya ölmeleri,
olarak belirlenir. Dört ana olay yani dört bölüm de kendi içinde birkaç
‘metin halkaları’ndan, metin halkaları da ‘olay/va’ka birimleri’ni oluş-
turur. Bu dört ana olay birbirine ‘zamansırasal’ bağlantılıdır. Birbirlerini
kronolojik sıra içinde takip ederler.
Lâmi’î Çelebi, olay örgüsünü merkezi bir kişi üzerine kurar. Anlattığı
her şey bu kişiyle ilgilidir. Bu kişi birine ilgi duyar, kavuşmaya
mani engeller araya girer. Zaman ve mekân içerisinde vuslatı ortadan
kaldırmak için olaya iştirak eden ikinci derecedeki kişiler ile birinci derecedeki
kişiler birbiriyle mücadele ederler. Olayın merkezinde
 YRD. DOÇ. DR. SADIK ARMUTLU

Pervâne olduğundan olay, Pervâne’nin çevresinde oluşur ve bir zincir
halkası etrafında gelişir. Eserde olayın merkezinde bulunan Pervâne,
arzu ettiği objeye kavuşmak ister. Objenin temelinde Şem’e karşı duyduğu
aşk vardır. Bu aşk, idealize edilmiş temiz ve pak bir aşktır. Etrafında
Başka bir ifade ile ‘uzrî aşk’ izlek olarak seçilmiştir. Bu aşk, olayın
ana düğümünü oluşturur. İki sevgiliye engel ve yardımcı olanların
yani tematik güç ile karşı gücün etrafında örülen olaylar da vak’anın
ana düğümüne bağlı olarak gelişen yan düğümlerdir.
Lâmi’î, öyküyü anlatırken onu zamandan soyutlamamış, zaman
unsurunu anlatının temel unsurları arasına sokmuştur. Olaylar, belli
olmayan bir zaman diliminde başlar, gelişir ve bir sonuca bağlanır.
Olay zamanı veya anlatılan zaman Şem’in meclisiyle başlar ve Şem’in
ölümüyle biter. Zaman süreğendir. Anlatılanlar süreğen olarak sunulur
ve alımlanır. Olay, zaman sırasına göre anlatılmakla birlikte, kesin
hatlarıyla verilmediğinden olayın tarihi zamanı konusunda bir şey
söylemek olası değildir. Zaman belirsizdir. Real zamandan çok, anlatıcı
tarafından oluşturulan “itibarî zaman”la mesnevi edebilik çizgisi
kazanmıştır. Kronolojik karakterli kurmaca metinlerinde olduğu gibi,
burada da anlatma zamanı yer yer olay zamanını sınırladığı da olmuş-
tur. Böyle durumlarda olay zamanında bir daralmayla karşılaşırız, olayın
kısa geçiştirildiğini görürüz. Zamandan kopmalar, zaman atlaması
olan yerler, anlatılan olay zinciriyle ilişkisinden kaynaklanır. Kurguda
bunlar sıkça tekrarlanır. Kozmik olarak verilen ve anlatımın bir parçası
olarak kullanılan zaman, çok genel unsurlarıyla verilmiş ve zamanla
ilgili kelimeler aydınlatıcılık görevi üstlenmemiştir. En küçük zaman
dilimi ‘an’dır. Sonra ‘saat’ kullanılır. ‘Gün’, ‘falan gün’ denilmesi zaman
belirsizliğini gösterdiği gibi ‘iki gün’ denilmesi de belirsizliğin yanında
sıralamayı gösterir. Bunlara benzer söz kalıplarıyla anlatılan zamanın
belirsizliğini gösteren kelime ve sözler anlatıyı gerçekçilikten
uzaklaştırmıştır. Böyle durumlarda masal havası esere egemen olmuş-
tur. Zaman olarak ‘gece’ ve ‘seher vakti’ zaman unsuru olarak eserdeki
yerini aldığı gibi, zaman dilimi olarak ‘mevsim’ de kullanılır. Ruh halinden
doğan zamanın bir türlü geçmeyişi, uzamasını gösterdiği gibi,
kahramanların psikolojisini de yansıtır. Kurmaca bir dünyada olaylar
anlatıldığı için, bu dünyada zamanında kurmaca olması doğaldır. Kurmaca
olay, yine kurmaca zaman üzerine kurulmuştur.
KLÂSİK TÜRK EDEBİYATINDA ŞEM’Ü PERVÂNELER 

Lâmi’î Çelebi’de mekân, önem arz etmemiştir. Mekân, sadece olay
ya da şahıs kadrosunun belirgin kılınması için birer araç ve vesile konumundadır.
Mesnevide olay, Şam’da başlar, Şem’in ölümüyle kabirde
sonuçlanır. Dolayısıyla Lâmi’î’de mekân, somut olup: açık/dış
mekân ve kapalı/iç mekân olarak karşımıza çıkar. Hint, Çin, Rum ülke
oluşlarından dolayı geniş mekânlardır. Sahra, gül bahçesi, gülzar gibi
doğaya ait köşeler açık mekân içerisinde yer alır. Kapalı mekânların
başında Şem’in odası ve çadırı gelir. Mağara, halvet köşesi, Şem’in
tahtı da dar mekân olarak karşımıza çıkar. Şem’in hayatı kapalı
mekânlarda geçerken Pervâne, mekân olarak yaşamını açık/geniş
mekânlarda geçirir. Az da olsa Lâmi’î Çelebi, anlatının gereği olarak
veya düşünceyi pekiştirmek için ‘Adn cenneti’, ‘Eymen vadisi’ gibi iş-
levsel olmayan soyut mekânlara da yer vermiştir. Lâmi’î, mekân tasviri
yerine, mekânın unsurlarına yer vermiş, onları anlatmıştır. Kahramanların
psikolojik durumların yansıtılması kişilerin ruhsal durumlarını
açıklaması mekân unsurlarında kendini göstermiştir.
Mekân betimlemeleri daha çok kahramanların, özellikle de Şem’in
tertip ettiği, gezip dolaştığı meclislerde görülür. Meclisin doğasına uygun
bu betimlemelerde hedonist bir felsefe yansıtılır, yaşam sevinci ortaya
konulur, yaşam tarzı da yansıtılır. Aynı zamanda işlevseldir. Karakterlerin
kendilerine özgü mekânları yoktur. Özgü mekânlar, Şem’in
muhayyel sarayı, meclisi ve Şeyh Nurullah’ın halvetidir. Bunlar da
olayların arkasındaki birer dekordan ibarettir. Halvet, bir kültürün ve
belli kesimin yaşam tarzının bir parçasını yansıtır. Bir mesaj verilmek
üzere esere monte edildiğinden ayrıntı ve betimlemeye yer verilmemiştir.
Dinsel bir ıstılahı çağrıştırmak amacıyla montaj edilen halvet,
işlevsizdir. Bir ideolojinin göstergesidir.
Lâmi’î, olay örgüsünü kurarken, olayın ortaya çıkmasında rol oynayan
olayın eyleyenleri/failleri olarak şahıs kadrosunu da oluşturmuştur.
Bu kadro biri dışında tamamen soyut varlıklardır. Bu karakterler,
onun eserini biçimlendirmişlerdir. Lâmi’î, onları nitelikleri bakımından
anlatının kurmaca dünyasına başarılı bir şekilde yerleştirmiştir.
Lâmi’î’nin sembol kadrosu, Türkçe yazılan Şem ü Pervâne mes-
 YRD. DOÇ. DR. SADIK ARMUTLU

nevileri içinde orijinal olanıdır. Lâmi’î, insan kimliği kazandırarak kurmaca
dünyasına dâhil ettiği kadrosunu, bireysel yeteneğiyle yeniden
yaratmış bir şair olarak karşımıza çıkar.
Lâmi’î, anlattığı konuyu canlandırmak ve olayları sürüklemek için
sembol kadrosunu devreye sokmuş, vak’a kadar kadroya da değer vererek
onlara bir kimlik, bir misyon kazandırmıştır. Olayları belirli bir
amaç doğrultusunda dizip anlatırken, şahıs kadrosunun kimliğini tayin
etmiş, onları farklı konularda karşımıza çıkarmıştır. Bu “kişiler sistemini”
(Pospelov 12). kurarken onların konum ve işlevlerini belirlemiştir.
Anlattığı konunun içeriği bu belirlemede önemli rol oynamıştır.
Böylece karşımıza “başkişiler”in (Tekin 84) yanında dekoratif
konuma sahip sembol kadro, tematik ve karşı güç olarak yüklendikleri
misyonla, somut ve soyut varlıklar olarak eser içerisinde yerlerini
almışlardır.
Lâmi’î Çelebi’nin eserini orijinal kılan yönlerden biri de kurguda,
olay gelişimi ve yönlendirmelerinde esere kimliğini vurmasıdır. Bu
kimlik, yazarın sanata bakışını ve sanatın ne amaçla yapıldığını göstermesi
açısından önemlidir. Edebiyat tarihlerinde dindar ve mutasavvıf
kimliğiyle tanınan Lâmi’î, esrine bu özelliğini yansıtmış ve sanatını
ideolojisi doğrultusunda şekillendirmiştir. Bu Farsça ve Türkçe yazılan
Şem’ü Pervâne mesnevilerinde yer almayan bir görüntüdür. Başka bir
ifadeyle şair, metin satır aralarına serpiştirdiği, sıkıştırdığı küçük ayrıntılarla
topluma dini bir mesaj verir, hem kendinin hem de içinde ya-
şadığı toplumun kültürünü ve dinsel yaşam tarzını da yansıtır. Dolayısıyla
dinsel renkler eserde kendine yer bulmuştur.
Lâmi’î Çelebi, kurmaca dünyasında dönemin dini inancına uygun
olarak yansıttığı, mistik boyutlu Şeyh Nurullah figürü, eserin derin yapısında
önemli bir yer tutar. Sembolik, fakat yüklendiği eylem ve sunumlarla
işlevsel olan bu figür, Lâmi’î’nin mesajını yansıtır. Şair, mesajını
bu figür/kişi üzerinden verir. Yasin okuma, ölen birine telkinde
bulunma, Tanrı’dan şefaat dilemesi, kefen hazırlama, cenaze namazı
kıldırma, defnetme, dua etme ve mezar taşına “Tanrı kabrini nur etsin”
diye yazma motifi verilen dinsel mesajlardır. Ayrıca Ka’be tavafı gibi
eylem, Nur suresi gibi Kur’ânda adı geçen sure, namaz oruç gibi hiçbir
Şem’ü Pervâne metinlerinde yer almayan dini kavramlar ve benzeri
KLÂSİK TÜRK EDEBİYATINDA ŞEM’Ü PERVÂNELER 

ifadeler de eserin dinsel parametreleridir. Keramet, keşf, halvet, tecelli
gibi tasavvufî terimler, “Tanrı aşkı senden almak ister” gibi düşünceler
esere yerleştirilen mistik renk ve çeşnidir. Böylece Lâmi’î, esere kimli-
ğini vurmayı başarıyla gerçekleştirmiştir.
GİRİŞ BÖLÜMÜ
Lâmi’î, Şem’ü Pervâne mesnevisine 30 beyitlik bir giriş kısmıyla
başlar (v.1b-3a). “kitab-ı şem ü pervâne-i Lâmi’î” başlığını taşıyan bu
kısmın ilk iki beyiti Arapça’dır. Lâmi’î girişten sonra 30 beyitlik bir
“tevhid” yazar (v.3a-4a). Daha sonra “der-ihfâ-yı kelîme-i lâ-ilahe illallah”
başlığı altında kelime-i tevhid’in anlaşılması hakkında 22 beyitlik
kısmı yazar (v.4a-5b). Lâmi’î kelime-i tevhid’den sonra, 21 beyitlik bir
“tevhid” daha yazar (v.5b-6b). Bir önceki tevhidinde, bu kelimenin temelinin
“elif-lâm-ha” harfleri olduğunu belirten Lâmi’î, burada da lâ
ilâhe illallah’ın ne olduğunu açıklamaya çalışır. Lâmi’î Çelebî yazdığı
iki tevhidten sonra 25 beyitlik bir “münâcât”a geçer (v.6b-7b). Lâmi’î,
münacatından sonra “na’t-ı seyyîd-i vüld-i adem ve sened-i sa’âdet-i
âlem aleyhi efdali’s-salavat ve ekmelü’t-tahiyyât” başlığı altında 33 beyitlik
bir “na’t” yazar (v.7b-9a).
Lâmi’î, 33 beyitlik na’tından sonra “der medh-i ân ki lâ-nebiyye min
ba’di” başlığını taşıyan bir peygamber “medhiye”si yazar (v.9ab).
Bu övgü 30 beyittir. Lâmi’î daha sonra mesnevinin yazılış sebebinin
anlatıldığı kısma geçer. Bu kısım 78 beyit olup “sebeb-i în-nâme” baş-
lığını taşır (vba), Lâmi’î eserinin yazılış sebebini şöyle ifade eder:
“Bir belaya mübtela olurum diye dedikodudan vazgeçip, uzlet köşesine çekildim.
Bir taraftan evlad fitnesi, diğer taraftan ölüm düşüncesi. İkbal mumumu
söndürdüm, can ipliğimi yaktım, canımı pervâne gibi ateşlere attım.
Sözün kısası bu gibi düşünceler canımı yaktı. Yine böyle bir gece halime yanıp
ağlarken bir pervâne ansızın çıkıp geliverdi. Şem’in çevresinde Mevleviler gibi
dönmeye başladı. Sağdan soldan şemin etrafında dolandı. Kendini şemin ate-
şinde yakmak istedi. Pervânenin göz göre göre ateşte yanmasına gönlüm razı
olmadı. Ben onu elledikçe, onun yanma arzusu daha da arttı. Sonunda
pervâneyi kendi haline bıraktım ve işin neticesine baktım.
 YRD. DOÇ. DR. SADIK ARMUTLU

Aşkın sonunda can vermek olduğunu gördüm. Bu yolda ar ve namusu terk
edip nişansızlık belirtisi göstermek gerektiğini öğrendim. Tekrar halime ağlamaya
başladım. Dertler o gece canımı yaktı. Kendi isteğimle hareket etme arzusu
benden uzaklaştı, ihtiyarım elimden çıktı ve canımı şiir söyleme denizine
saldım. Bu keyfiyetle bir hikâye söyleyip şem ile pervânenin hallerini yazmak
istedim. Hükümdardan başka övgüye layık kimse olmadığı için, bu yazdığı-
mın padişaha yaraşır olmasını arzu ettim.”
Lâmi’î, kitabı yazma sebebini belirttikten sonra, Kanunu Sultan Sü-
leyman hakkında yazdığı “medhiye”ye geçer (vab). Sultanın övgüsünün
yapıldığı bu bölüm 32 beyittir. Lâmi’î eserinin giriş bölü-
münü bir kaside ile bitirir. Bu kısım 26 beyit olup “kaside-i çün asîbe”
başlığını taşır (vba). Lâmi’î burada Rodos’un fethi münasebetiyle
Kanuni’nin övgüsünü yapmış, fetihle ilgili duygulara yer vermiştir.
KONUNUN İŞLENDİĞİ BÖLÜM: OLAY /OLAY ÖRGÜSÜ
Anlatma esasına bağlı edebi türler, her şeyden önce itibari bir
vak’aya ihtiyaç gösterir. Bu sahaya giren edebi eserlerin hepsinde
olay/vak’a asıl unsur durumundadır (Aktaş ). Olayın meydana
gelişi şahıs kadrosuna, mekâna ve zamana ihtiyaç gösterir. Bu üç unsuru
birbirinden ayrı düşünmekte de mümkün değildir. Şahıs kadrosu
ifadesi, zaman ve mekân fikrini beraberinde taşır. Yine şahıs kadrosu
sözüyle yalnız insanlar değil, olayın zuhurunda rol alan varlıklar da
kastedilir. Öyleyse olay, her hangi bir alaka ile bir arada bulunan veya
birbirleriyle ilgilenmek mecburiyetinde kalan fertlerden en az ikisinin
karşılıklı münasebetlerinin tezahürüdür (Aktaş 48). Şem’ü
Pervâne’de şahıs kadrosu, mekân ve zaman kavramlarıyla birlikte olu-
şan olay/vak’a şöyledir.
“Şam ilinde ay yüzlü bir güzel vardır. Adı, Şem’ olup, rind-meşrep birisidir.
Gündüz uyur, geceleri eğlenirdi. Şem’in iki hizmetçisi vardır. Birinin adı
Anber, diğerinin ise Kâfûr’dur. Anber, Şem’in dert ortağı, Kâfûr da perdedarıdır.
Şem, bir ilkbahar gecesinde meclis tertip eder. Hizmetçiler, meclisi süslerler,
Sazlar çalınır, kadehler elden ele dolaşır. Mecliste kadeh ile sürahi arasında
münazara başlar. Sürahi, kadehi kıskanır, kadehe kötü sözler söyleyerek,
ona hakaret eder. Araya şarap/mey girer ve ikisini barıştırır. Sürahi, kadehten
KLÂSİK TÜRK EDEBİYATINDA ŞEM’Ü PERVÂNELER 

özür diler ve eğlence tekrar kaldığı yerden devam eder. Bu sırada Mağrib ülkesinden
ince bedenli, genç bir yiğit Şam’a gelir. Geceleri nerede bir aydınlık
meclis görse, hemen o yana doğru gider. Onun cana rağbeti ve meyli oldu-
ğundan, gönlü pervasız, adı da Pervâne idi. Işığa talip olduğundan Şem’in
meclis kurduğu bahçeye yönelir ve çevresinde dolaşır. Ansızın gözü Şem’in
çadırına takılır ve o çadırın perdesinden bir ışığın çıktığını görür ve gözünü
o ışıktan ayırmaz. Işığın karşısında hayrete düşerek, kendinden geçer.
Pervâne, şaşkın bir durumdayken, Anber ile karşılaşır. Anber, Pervâne’ye
burada ne aradığını, niçin şaşkın bir halde olduğunu sorar. Pervâne, Anber’i
dinledikten sonra derdini anlatmaya başlar. Aşk ateşinde yandığını, aşk yoluna
baş koyduğunu ve sabrının kalmadığını söyledikten sonra, çadırın perdesini
kaldırmasını Anber’den ister. Anber, Pervâne’ye nasihatte bulunur.
Perdenin kaldırılamayacağını, zayıf vücudu ile büyük işlere kalkıştığını, perde
arkasından gördüğü ışığın kendisi için yeterli olduğunu, o ışığın bir ateş olduğunu,
görünmek istediğinde Tur dağını ne hale getirdiğini anlatır. “Eğer
perdenin kalkmasını istiyorsan, canını terk et” diye Pervâne’ye telkinde bulunur.
Pervâne, Anber’in sözlerini dinledikten sonra, kendine ondan fayda gelmeyeceğini
anlar. Pervâne, Şem’e niyaz etmeğe başlar. Şem’i görme ve ona
kavuşma arzusunu yana yana anlatır ve yüzünü görmek ister. Pervâne, Şem’e
niyazdan sonra, bağda dolaşan Şem’i görür ve ona canını feda etmek ister.
Fakat Pervâne, ansızın o ışığın kaybolduğunu görür. Bağın her tarafını dola-
şır ama Şem’den bir iz bulamaz. Bu sırada adı Nesîm olan bahçenin bahçıvanı,
bir köşede Pervâne’nin ağladığını görür, onu yerden kaldırır ve halini sorar
ve Pervâne’nin aşık olduğunu anlar. Daha sonra bağın harap olduğunu gören
Nesîm, olanları anlatmak için bağın şehriyarı olan Bahar’ın huzuruna gider
ve olup bitenleri anlatır. Bahar, Nesîm’i dinledikten sonra öfkelenir, kızar ve
hizmetçilerine hemen Hâcib Bâd’ı bulmalarını ve bağda bulunanları yok etmesini
emreder.
Hâcib Bâd, bağa gider, bağı alt üst ederek meclis ehlini helak eder. Hâcib
Bâd’ın bağda yaptığı belayı gören Pervâne, bir köşeye çekilir ve Tanrı’ya dua
ve niyazda bulunur. Düştüğü durumdan kurtulmasını, gamdan azat olmasını
ve Şem’e bir nazar etmesini niyaz eder. Bağın viran edilmesinden sonra,
Şem, Kâfûr’u yanına davet ederek, yeniden meclis tertip etmesini emreder.
Kısa zamanda meclis kurulur, her şey eskisi gibi olur. Bu sırada Pervâne’yi
hatırlayan Anber, onu bulmak için bahçeye yönelir ve bir köşede onu inler bir
 YRD. DOÇ. DR. SADIK ARMUTLU

durumda bulur. Pervâne, Anber’i görünce başlar halini yana yana anlatmaya
ve Anber’e Şem’den haber vermesini ister. Anber, Pervâne’ye Şem’in sağ ve
esenlikte olduğunu, bağda işrette bulunduğu müjdesini verir. Bu müjdeyi duyan
Pervâne, cana gelir, Anber ile birlikte Şem’in sarayına giderler. Pervâne,
Şem’in sarayının etrafında gezerken, Kâfûr, dolaşmak için saraydan dışarı çı-
kar ve Pervâne ile Anber’i görür.
Kâfûr, Anber ve Pervâne’ye sert davranır, Pervâneyi saraya getirdiği için
Anber’e sert bir şekilde çıkışır. Kâfûr’un sert davranışına Anber kızar ve ona
aynı sertlikle cevap verir. Karşılıklı kızmalar devam ederken, Ansızın doğu
tarafından gelen nuranî bir cemaat görülür. Bu topluluğun önünde de yine
nuranî bir pir vardır. Kâfûr, onları görünce gizlenir ve gidip Şem’e haber verir.
Şem’in yüzünde fer kalmaz, bir süre ağlar. Anber de bir köşeye sığınır:
Olanlar karşısında Pervâne şaşırır ve Anber’in saklandığı yere giderek gelenleri
kim olduğunu, Şem’in niçin ağladığını, meclisin neden dağıldığını, sohbet
ehlinin niçin gizlendiğini Anber’e sorar. Anber, Pervâne’ye: “Bu gelen gayp
sırlarını bilen bir mürşiddir. Adı da Şeyh Nurullah’tıseafoodplus.info topluluk, meclis
ehlini namaza ve oruca davet eder” diye cevap verir. Ayrıca Anber,
Pervâne’ye Şeyh Nurullah’ın yanına gitmesini ve isteğini arz etmesini söyler.
Pervâne, Anber’i dinledikten sonra, doğruca Şeyh Nurullah’ın yanına gider
ve durumunu yana yana Şeyh’e anlatır, Kâfûr’u Şeyh’e şikâyet ederek,
onun visale engel olduğunu da söyler. Şeyh Nurullah, Pervâne’yi dinledikten
sonra, onun âşık olduğunu yüzünden anlar. Şeyh Nurullah, Kâfûr’u yanına
sesleyip aşk ile ilgili gizli sırları söyleyerek, Pervâne’yi kıblesinden uzaklaştırmamasını
tenbih eder. O da Şeyh’e sözünü tutucağına dair söz verir ve
Şeyh’in yanında bulunan Pervâne’den özür diler, Pervâne’ye Şem’in gece
meclis kuracağını, o meclise isterse kendisini de götüreceğini müjdeler. Kâfûr,
ahde vefa göstereceğine söz vererek, oradan ayrılır. Pervâne, perişan bir durumda
gecenin olmasını bekler. Gece olduğunda Şem, uyanır ve Kâfûr’u yanına
sesleyip, meclis kurmasını ister. Kurulan meclise bir müddet sonra Şem
gelir, eğlence başlar. Bu sırada mecliste şamdanın micmere gözü ilişir. Micmer
ay yüzlülerle şakalaşmaktadır. Micmerin bu haline kızan şamdan, ona dil
uzatır, ağır sözler söyler. Micmer de aynı şiddetle şamdana söz söyler. Karşı-
lıklı atışma bir müddet sonra kesilir, eğlence bütün hızıyla devam eder. Kâfûr,
Şem’in meclisin havasına uyduğunu görür ve Pervâne’den söz ederek, “muradının
bir nazar olduğunu” söyler. Şem de Kâfûr’a “yanmayı arzu eder ve
yanıma gelmekten çekinmez ise gelsin” diye karşılık verir.
KLÂSİK TÜRK EDEBİYATINDA ŞEM’Ü PERVÂNELER 

Pervâne’nin yanına gelen Kâfûr, ona kavuşma müjdesini iletir. Kâfûr ile
Pervâne birlikte Şem’in meclisine gitmeye karar verirler. Kâfûr, Pervâne’ye
“Şem’in meclisinde dikkatli olmasını, yüzüne gizlice bakmasını, güler yüz
gösterirse aldanmamasını ve meclis ehlinin kötü davranacağını” söyleyerek
nasihatta bulunur. Pervâne, meclisin içine girer ve havuzun başında Şem’i
görür, heyacanlanır ve büyük bir arzuyla Şem’in alevinde yanmak ister. Meclis
ehli dört bir yandan saldırır, Pervâne’nin murada nail olmasına engel olurlar.
Durumu gören Şem, meclis ehline Pervâne’yi bırakmalarını ister. Anber’i
onların yanına bırakarak, halvetine gider, uykuya dalar ve adet üzere akşam
olunca uyanır, Kâfûr’a Pervâne’yi meclise getirmesini söyler. Kâfûr,
Pervâne’yi bulur, Şem’in meclisine tekrar getirir. Pervâne, Şem’in etrafında
birkaç kez döner ve yüzünü ayağının toprağına sürer. Karşılıklı uzun uzun
konuşurlar ve Pervâne, Şem’e aşkı ve aşkın gereklerini anlattıktan sonra kendini
Şem’in alevine atarak canını Şem’e teslim eder.
Pervâne’nin ölümüne Şem çok üzülür. Pervâne’nin yasını tutar. Ayrılık
acısıyla yanar, ateşi yükselir, gözyaşı döke döke erir. Meclis ehli, Şem’in durumuna
üzülür. Onu iyi etmeye çalışır. Birden Şeyh Nurullah, görülür.
Şem’in durumu ona ayan olur. Şeyh, Şem’in yanına gider. Aniden Şem, gö-
zünü açar, Şeyh’i görür, onun nefesi ile huzur bulur. Bunun üzerine Şeyh
Nurullah’ın huzurunda canını teslim eder. Şeyh Nurullah, Kâfûr’dan kefen
getirmesini ister. Kâfûr, Şeyh’in bütün istediklerini yerine getirir, Şeyh Nurullah,
Şem ve Pervâne’nin namazını kılar. İki âşık, bir kefen içerisinde göğüs
göğse, göz göze kabre indirilir ve yerleri cennet olsun diye de dua edilir.”
BİTİŞ BÖLÜMÜ
Lâmi’î Farsça yazdığı ağdalı ve uzun bir başlıkla eserin bitiş bölü-
müne geçer. Bu bölüm 18 beyittir. Bu 18 beyitten sonra eserini sunduğu
Kanunî’nin Rodos’u fethinden dolayı bu zaferi tebrik için 4 beyitlik
bir tarih kıt’ası yazar ve 29 beyit tutan padişaha dua ile eserini
bitirir. Lâmi’î’nin bitiş bölümü üç başlıktan oluşmaktadır.
Lâmi’î eserinin bitiş bölümünün başında mesneviyi bitirdiği için
Tanrıya şükreder. Peygambere övgüde bulunur ve kaleme seslenir.
Sonra ikinci kısım olan Rodos’un fethi için yazdığı tarih kıt’asına ge-
 YRD. DOÇ. DR. SADIK ARMUTLU

çer. Burada Tanrının izniyle Rodos’u ele geçirdiğini belirterek, Kanuni’yi
Tanrının gölgesi olarak niteler. Gayb âleminden bir ses “yefrahu’l-mü’minûne
bi-nasrullah /” dedi diyerek manzumesini
bitirir. Lâmi’î bitiş bölümünün son kısmında padişaha duada bulunur.
Kendisiyle bir iç hesaplaşmaya girer; ömrünün bir iki boncukla geçti-
ğini dünya güzelliklerine aldandığını beyan eder. Ömür ipliği elindeyken
onu ibadet ışığıyla parlat der ve kişinin adıyla ünlenemeyeceğini
bildirir. Kalemim ney şekeridir, sözlerim çok tanınmıştır deme, eyleminle
Tanrıya yaraşır bir kul ol ve tövbe et dedikten sonra fazilet senin
indindedir, pişman olarak sana döndüm diye Tanrıya seslenerek eserini
bitirir.
SEMBOL KADRO
Lâmi’î, olay örgüsünü kurarken, olayın ortaya çıkmasında rol oynayan
olayın eyleyenleri/failleri olarak şahıs kadrosunu da oluşturmuştur.
Bu kadro biri dışında tamamen soyut varlıklardır. Bu karakterler,
onun eserini biçimlendirmişlerdir. Lâmi’î, onları nitelikleri bakımından
anlatının kurmaca dünyasına başarılı bir şekilde yerleştirmiştir.
Lâmi’î’nin sembol kadrosu, Türkçe yazılan Şem ü Pervâne mesnevileri
içinde orijinal olanıdır. Lâmi’î, insan kimliği kazandırarak kurmaca
dünyasına dahil ettiği kadrosunu, bireysel yeteneğiyle yeniden
yaratmış bir şair olarak karşımıza çıkar.
Lâmi’î, anlattığı konuyu canlandırmak ve olayları sürüklemek için
sembol kadrosunu devreye sokmuş, vak’a kadar kadroya da değer vererek
onlara bir kimlik, bir misyon kazandırmıştır. Olayları belirli bir
amaç doğrultusunda dizip anlatırken, şahıs kadrosunun kimliğini tayin
etmiş, onları farklı konularda karşımıza çıkarmıştır. Bu “kişiler sistemini”
(Pospelov 12). kurarken onların konum ve işlevlerini belirlemiştir.
Anlattığı konunun içeriği bu belirlemede önemli rol oynamıştır.
Böylece karşımıza “başkişiler”lerin (Tekin 84) yanında dekoratif
konuma sahip sembol kadro, tematik ve karşı güç olarak yüklendikleri
misyonla, somut ve soyut varlıklar olarak eser içerisinde
yerlerini almışlardır.
KLÂSİK TÜRK EDEBİYATINDA ŞEM’Ü PERVÂNELER 

SONUÇ
Fars ve Türk edebiyatında bir tür olan Şem’ü Pervâneler ilk kez
Anadolu sahasında yılında Fars dili ile II. Bayezid adına yazıldı.
Daha sonra bu türün en güzel örneği Ehlî-yi Şîrâzî tarafından yı-
lında yazıldı. Ehlî-yi Şîrâzî’nin yazdığı mesnevi, Farsça ve Türkçe yazılan
Şem’ü Pervâne mesnevilerine tema, kurgu ve sembol şahsiyetler
yönüyle model oldu. Farsça adı geçen mesnevilerin sonuncusu ’de
Yavuz Sultan Selim adına Niyâzî tarafından yazıldı.
Türk edebiyatında ilk Şem’ü Pervâne mesnevisi Lâmi’î Çelebi tarafından
yılında Kanuni Sultan Süleyman adına yazıldı ve ona sunuldu.
Zâtî, Muîdî ve Feyzi Çelebi ardıllar olarak Lâmi’î’yi takip ettiler.
Mesnevi kurguları ortak olmasına rağmen ele alış, işleyiş ve kendilerince
katış olarak çeşitlilik gösterir. Böylece her şair, yazdığı Şem’ü
Pervâne mesnevisine bir şeyler katarak onu kendi duygu ve düşünceleri
doğrultusunda kurgulayarak, farklı olma çabası içerisine girmiş-
lerdir. Bunlar mesnevilerde görülmektedir. Şem’ü Pervâne mesnevilerinde
aşk felsefesi anlatılmıştır. Teorik bir anlam taşıyan bu felsefenin
pratiği, Emeviler döneminde ilk kez ortaya çıkan ve uzrî gazel olarak
bilinen ve de gerçek hayatta yaşanmış bir sevgide tezahür etmiştir.
Başka bir ifade ile pratik hayatta yaşanan ve gazellerde de ele alınıp
işlenen yüceltilmiş bir sevgi olan uzrî aşk, Şem’ü Pervâne mesnevilerinde
de anlatılmıştır, diyebiliriz. Bu mesnevilerde ele alınan ve iki kişi
arasında yaşanan aşk, dünyevî olup maddî hazlardan ve şûhane duygulardan
arınmıştır. Kısaca, beşerî özellikler içeren ve ulvi bir aşk olan
uzrî aşk, Şem’ü Pervânelerin tematiğini oluşturmuştur. Bu aşkı, en gü-
zel bir şekilde yansıtan Ehlî-yi Şîrâzî olmuştur. Ehlî, tamamen konunun
içeriğine bağlı kalarak, onu beşeri aşkın sınırları içerisinde anlatma
başarısını göstermiştir. Aynı özelliği Fehmî’de de görmemiz olasıdır.
Niyâzî, çok az da olsa ilk kez dinsel motif yansıtma yönüne gitmiştir.
Zâtî’nin mesnevisi, diğer mesnevilerden tamamen farklı bir konumdadır.
O, sonu mutlu biten çift kahramanlı bir aşk mesnevisi yazmış,
bu esere masalımsı bir hava, bir renk vermiştir. Bundan dolayı
ilginç ve orijinaldır ve de diğer mesnevilerden daha çok tanınmıştır.
Muîdî’nin yazdığı mesnevi Niyâzî, özellikle de Lâmi’î’nin mesnevisine
benzediğinden dolayı, onların gölgesinde kalmıştır. Feyzî Çelebi’nin
 YRD. DOÇ. DR. SADIK ARMUTLU

yılında yazdığı ve Niğbolu mutasarrıfı Tiryaki Mehmed Paşaya
sunduğu eseri, diğer Şem’ü Pervâne mesnevilerinden oldukça farklı-
dır. O, eserini tasavvufî içerikte yazarak, diğerlerinden ayrılmıştır.
Onun kurgusu tamamen farklı olup mistik bir tematik taşır. Ayrıca
mesnevi, aruz vezniyle değil, hece vezni ile yazılmıştır.
Lâmi’î Çelebi’nin Şem’ü pervâne mesnevisi, diğer mesnevilerden
farklı değildir. Kurgusal benzerlik fazladır. Şem’ü Pervâne tematiğine
son derece bağlı kalan şair, uzrî bir aşkın nasıllılığını yansıtmada son
derece başarılı olmuştur. Eserinde konunun gereği olarak dünyevî, be-
şerî kalmayı başarmıştır. Ancak eserin sonuna doğru bir çizgi kayması
yaşaması gözlenmektedir. Hiçbir Şem’ü Pervâne mesnevilerinde olmadığı
kadar, esere dinsel motifler eklenmiştir. Sanki esere dünyevî
bir olgudan, dinî bir konuya kayar gibi bir özellik verilmek istenmiştir.
Bu özellik, onu diğer Şem’ü Pervâne mesnevilerinden ayırmıştır. Bunu
yaparken de sanatı ile yaşantısını bir arada yansıtma özelliğini sergileme
başarısını göstermiştir.
KAYNAKÇA
Ahmed-İ Münzevî ( Hş), Fihrist-i Nüshahâ-yı Hattî-i Fârsî, C. Iıı,
Tahran.
Aktaş (), Şerif ,Roman Sanatı ve Roman İncelemesine Giriş, Akçağ
Yayınları, Ankara.
Armutlu ( ), Sadık “Kelebeğin Ateşe Yolculuğu: Klasik Fars Ve
Türk Edebiyatında Şem’ü Pervâne Mesnevileri”, Atatürk Üniv.
Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Erzurum.
Armutlu (), Sadık, Zâtî’nin Şem’ü Pervane’si, İnceleme-Metin,
İnönü Üniv. S. B.E. Yayınlanmamış Doktora Tezi, Malatya.
Ateş ( ), Süleyman, Yüce Kur’ân’ın Çağdaş Tefsiri,Yeni Ufuklar Yayınları,
İstanbul.
Behrûz ( Hş), Ekber, Târîh-i Edebiyât-ı Arab, Tebriz.
Büyük Larousse Sözlük Ve Ansiklopedisi (), Milliyet Yayınları,İstanbul.

Çetin (), Nûrullah, Roman Çözümleme Yöntemi, Öncüyayınları,
Ankara.
KLÂSİK TÜRK EDEBİYATINDA ŞEM’Ü PERVÂNELER 

Dehhân, (Ts. ), Muhammed, Funûnu’l-Edebi’l-Arabî: el- Gazel, Kahire.
Dihhuda ( Hş), Ali Ekber, Lugatnâme, Tahran.
Ebû Rihhâb (), Hassân, el-Gazel İnde’l-Arab, Kahire: Vuzâretu’lMa’ârif.
Ebû Tâlib El-Mekki (), Kûtu’l-Kulûb, (Ter. Muharrem Tan), İz Yayınları,
İstanbul.
Eflatun (), Phaidros, ( Çev. Hamdi Akverdi), Meb Yayınları, İstanbul.
Ehlî-İ Şîrâzî, Külliyât-ı Eş’âr-ı Mevlânâ Ehlî-yi Şîrâzî (Nşr. Hâmîd-i
Rabbânî),Tahrân
Fâhûrî ( Hş), Hannâ, Târîh-i Edebiyât-ı Zebân-ı Arabî, (Ter. Abdulhamîd
Ayetî), İntişârât-ı Tûs, Tahran.
Faysal (), Şükrü, Tatavvuru’l-Gazel Beyne’l-Câhiliyyeti ve’l-İslâm,
Beyrut.
Ferrûh (), Ömer, Târîhu’l-Edebi’l-Arabî, Beyrut.
Feyzî Çelebi (), Şem’ü Pervâne: İnceleme-Metin (Haz. Gönül A.
Tekin), Cambridge.
Filshtinsky(), M., History Of Arabic Literature, Moskova.
Furat (), Ahmet, Arap Edebiyatı Tarihi, İstanbul Üniversitesi Edebiyat
Fakültesi Yayınları, İstanbul,
Gündüz (), Sevim, Öykü Veya Roman Yazma Sanatı, Toroslu Yayınları,
İstanbul.
İmam Gazzali (), Mişkâtü’l Envâr( Ter. Süleyman Ateş), Bedir Yayınları,
İstanbul.
İsfahâni (), Ebu’l-Ferec, el-Eğânî, (Yay. Ahmed İhsân), Dâru’l Kutub,
Kahire.
Kanar (), Mehmet, Şem ve Pervâne, İnsan Yayınları, İstanbul.
Kurnaz (), Cemal, “ Yüzyılda Hece Vezniyle Yazılmış Bir Mesnevi:
Feyzî Çelebi’in Şem ü Pervanesi”, Dergah Dergisi, Sy. 43,
Eylül , İstanbul
Kut (), Günay, “Lâmi’î Çelebî And His Works”, Journal Of Near
Eastern Studies, April, C.
Massıgnon (), Louis, La Passion de Hallaj, Paris.
 YRD. DOÇ. DR. SADIK ARMUTLU

Mu’în ( Hş), Muhammed, Ferheng-i Farsî, İntişârât-ı Emir Kebir,
Tahran.
Nefîsî ( Hş), Sa’îd, Tarih-i Nazm ve Nesr, Tahran.
Pospelov (), G.N., Edebiyat Bilimi ( Çev. Yılmaz Onay), Bilim ve
Sanat, İstanbul.
Sahih-i Müslim Tercüme ve Şerhi (), (Ter. Ahmed Davuyoğlu),
Sönmez, İstanbul.
Stevick (), Philip, Roman Sanatı (Çev. Sevim Kantarcıoğlu), Gazi
Ünivversitesi Yayınları, Ankara.
Sungurhan (), Aysun, “Şem‘”, Türk Dünyası Edebiyat Kavramları
ve Terimleri Ansiklopedik Sözlüğü, Akm Yayınları, Ankara.
Tâhir Lebib (). Susyulucyetü’l-Gazeli’l-Arabî (Contribution A Une
Socıologıe Dela Littereture Arabe), Alger (). (Ter. Mustafa
El-Misnâvî), Dımaşk.
Tekin (), Mehmet, Roman Sanatı, Ötüken Yayınları, İstanbul.
Tezcan (), Nuran,”Bursalı Lâmi’î Çelebi” Türkoloji Dergisi, Ankara.
Vadet ( Hş), Jean Claude, Hadîs-i Aşk Der-Şark, (Ter. Cevâd
Hadîdî), Merkez-i Neşr-i Dânişgâh-ı Tahran.
Yakıt (), İsmail, Mevlânâ’da Aşk Felsefesi, Ötüken Yayınları, İstanbul

Şem ile Pervane&#;nin hikayesini Bilir misiniz?

Ey nefis! Bil ki, dünkü gün senin elinden çıktı; yarın ise, senin elinde senet yok ki, ona maliksin. Öyle ise, hakiki ömrünü bulunduğun gün bil.

Bediüzzaman Said Nursi

 

Aşk odu evvel düşer ma’şûka andan âşıka

Şem’i gör ki yanmadan yandırmadı pervâneyi

                                                                                         Fuzûlî

 

Şem ve Pervâne

 

Şem ve pervane, Şark edebiyatının başlıca tem ve benzetmelerindendir. Şem; bal mumu, yanan mum demektir. Pervane ise gece kelebeği de denilen küçük böcektir. Gündüzleri karanlık yerlerde bulunur. Ortalık kararınca ışığa doğru koşar. Emri’nin şu mısrası bu sahneyi şöyle tasvir eder:

Gece oldukta görür pervane şem’-i (Rûşeni )

Pervanenin gözleri kamaştığı için ayrılamaz ve kendini fener, lamba şişesi, mum ve ampul gibi şeylere çarpar. Sonunda kanatları ve vücudu yanar. Bu arada yanan ateş aynı zamanda mumu da eritip bitirmektedir:

Şem’i yakmaz mı ol ateş ki yakar pervaneyi (Şeyhülislam Yahya)

Pervane sessiz ve gürültüsüz can veren sadık bir aşığı sembolize eder. Tek bir ışık etrafında döner ve kendini yakıp yok eder. Bu teklik vahdet ile ilişkilendirilir. Şem’ ilahi aşkı, pervane ise yanan kavrulan vahdet yolundaki dervişi temsil eder. Fenâfillâh mertebesine ulaşmak için çeşitli engellerle karşılaşan sâlik, bu engelleri korkusuzca aşar:

Talib-i şem ‘i vasl olınca kişi

Oda yanmaktan ana perva ne (Bâkî)

Tevriye sanatının inceliğini kullanarak şair, pervanenin korkusuzluğun (pervane) ta kendisi olduğunu anlatmaktadır. Bu korkusuzluğun sebebi aşkının büyüklüğüdür. Sevgilinin cemalinin güzelliği onu pervaneye çevirmiştir:

Pervane kıldı şem‘-i cemalün Hayaliyi

Kandil-i mihr tak-ı sipihr üzre yanmadın

İlahî aşk ve ateş arasındaki en önemli benzerlik, her ikisinin de değiştirici, dönüştürücü bir etkiye sahip olmasıdır. Ateş; yakar, yok eder. Böylece ikiliği birliğe dönüştürür. Aşkın ateşi, onu hakikatten alıkoyan maddî heveslerini yıkar. Böylece onu temizler. Bu ateş, çokluktan, şirkten kurtarıp tevhide sürükleyen bir kuvvettir. Akıl, insana varlık kazandırır. Aşk ise insanın varlığını ortadan kaldırır. İnsanın varlığı kaldığı müddetçe de birlik olmaz. İkilik olur. Biri Allah’ın varlığı, diğeri de insanın varlığıdır. Hâlbuki hedef birliktir. O halde insanın birliğe ulaşması için aşk gerekir.

Aşk rüzgarı (heva) esince akıl mumunu söndürmektedir. Yani aşk gelince akıl devre dışı olmaktadır:

Yine ben dil şem’ini bir dilbere yandırmışam

Ol heva ile çerağ-ı aklı dinlendirmişem ( Zâtî)

Şem ve pervâne kelimeleri arasındaki söz konusu yakınlığa bağlı olarak pervânenin muma doğru yönelişi, Asl’a duyulan özlemin ve tekrar ona ulaşma arzusunun bir neticesidir. Dolayısıyla da kendisinde “ilahî bir öz” taşıyan; ancak dünyaya inme neticesinde Allah’tan ayrılmış olan insanın O’nunla tekrar bütünleşme gayesini, başka bir deyişle menşeine geri dönme isteğini yansıtmaktadır.

İnsan kainatın küçültülmüş bir örneğidir. Bu görüşü dünyanın dörtte üçünün sularla kaplı olması, buna mukabil insan vücudunda da dörtte üç oranda su bulunması gibi ilmi gerçeklerle açıklayabileceğimiz gibi Şeyh Galib’in zübde-i âlem (âlemin özü) benzetmesi ile de kuvvetlendirebiliriz. Akif ise “ insan ”mevzusunda :

Haberdâr olmamışsın kendi zâtından da hâlâ sen

“Muhakkar bir vücûdum!” dersin ey insan, fakat bilsen

Senin mâhiyyetin hattâ meleklerden ulvîdir:

Avâlim sende pinhandır, cihanlar sende matvîdir demektedir.

Pervanenin şem etrafında dönüşü başlangıçta geniş çaplı ve yavaştır. Ancak pervane mertebe kat ettikçe, makamdan makama geçtikçe Şem’e daha da yaklaşır ve çap gittikçe daralır. Bu makamda Hakk’ın onu kendisine çekmesini bekler. Şem’ ise pervaneye değil de pervaneye üflediği kendi ruhuna özlem duymaktadır. Bu da Allah’ tan kula yönelen aşkın temelidir. Pervane ile Şem arasındaki son engel olan benlik de kalkınca Hakk cezbesiyle pervaneyi kendine çeker ve onu yakar:

Nara atan canını çün şem içün pervanedür.

Narına Şem’ ol sebepten yandurur pervaneyi   (Nesîmî)

Şem’in alevinde yanan insan yeryüzü macerasını tamamlamış olur. Bu yanışla Hakiki varlık hakkındaki en kesin bilgiyi (hakka’l- yakin) elde eder. Bu bilgi tecrübidir, tatmayan bilmez:

Kim ki pervane sıfat ışkuna yanmaz ne bilür
Ne bilür şol yine kim pertev-i envar nedür
 (Nesîmî)

Mumun yanması sembolik olarak yaratmayı temsil eder. Mum geceyi yani yokluğu aydınlatarak varlığı ortaya çıkaracaktır. Mumun rengi bütün renklerin kaynağı olan beyazdır. Bu durum her şeyin aslının Mutlak Nur’ a dayandırılması ile özdeşleştirilirse vahdet meselesi de aydınlanacaktır.

Karia suresinde, “ kelferaşin mebsûs “ tabiriyle insanlar ateş etrafında yayılmış pervanelere benzetilmiştir. Yayılmış pervaneler tabiri kelebeklerin ateş çevresinde çırpınıp sonunda yanarak yere serilmesini ifade eder. Bu ayetten ilham alan şairler için şem’ ve pervane mazmunları zamanla mesnevi konusu da olmuştur.

İslami literatürde pervanenin şem ile olan hikayesi ilk kez büyük sufi Hüseyin b. Mansur el- Hallac (ö. )tarafından yazılmıştır. Türkçe yazılan Şem ü Pervane mesnevilerinden ilki XIII. yüzyılın sonlarında ve XIV. Yüzyılın başlarında yaşamış olan Gülşehrî’ ye aittir. Gülşehrî, Mantıku’t-tayr adlı eserinin altmış üç beyitlik bölümünde pervanelerin şemden haber getirmelerini anlatmıştır. Mesnevi özetle şöyledir:

Kelebekler bir gece, kendisine güvenilen doğru bir kişiden mumla ilgili haber alırlar:

Kelebekler bir gice mumdan haber

İşidürler bir kişiden muteber

Bu kişi onların güneş ve aydan daha nurlu bir sevgilileri olduğunu haber verdikten sonra bu sevgilinin (mumun) özelliklerini bir bir sıralar. Pervanelere, onun altından bir ağaç olup meyvesinin inciye benzediği, yüzünün cennete, alevinin cehenneme benzediği gibi haberler aktarır. Bunu duyan pervaneler şaşırır, “Kim bize sevgilimizden doğru haberi getirebilir? ”derler:

Kim bize ol şahidümüzden haber

Kim getüre katumuza muteber

Aralarından bir pervane öne atılır ve kendisini göndermelerini ister. O pervane mumu görüp ondan haber getirmeye gider. Mumdan bir nişan almak için kendini aleve atar. Bir ayağı ve bir kanadı büsbütün yanar ve kapkara kesilir. Geri gelip arkadaşlarına, onu uzaktan seyretmek gerektiğini aksi halde sonunun kendisi gibi olacağını söyler. Kendisinin beyaz; fakat izlerinin, nişanlarının siyah olduğunu söyler. Diğer pervaneler de bu nişandan bir şey anlamadıklarını, kibirle yaklaştığı için belki de kendisinde hiçbir izin kalmadığını ifade ederler.

Bir başka kelebek de mumu çok iyi bildiğini, yıllarca onun hizmetinde bulunduğunu, geceleri hep yanında olduğunu anlatıp mumdan haber getirmeye gider. Mumun alevine düşer, kelebekken mum olur. Artık kendisi de mum olduktan sonra mumun mumdan haber vermesi uygun olmayacağı için geri dönüp haber veremez. Mum kesilen kelebekten artık ancak başkası haber verebilecektir. İşte böylece biraz eren kişi iz, nişan alamaz, büsbütün eren de kendisi geri gelemez:

Bes biraz eren nişan alımadı

Külli eren hod girü gelimedi

Kulun padişahla aynı olması için yanıp yok olması lazımdır. Bir avuç sirke yüz yük şekerde erir, geriye sadece şeker kalır. İşte kul da Hak’ ta bu şekilde mahv ( yok ) olursa, kendisi gider sadece Hak kalır:

Bir avuç sirkeyi yüz yük şekere

Saç ki sirke mahv ola şeker tura

Kul dahı Hakda şol elden mahv olur

Kim gidicek kul dükeli Hak kalur

Senlik davasıyla derde deva bulunmaz. Sen fena olursan sadece o kalır. Kimin yanında şüphe varsa bu nişan ortaya çıkmaz:

Senün ile derdüne yoktur deva

Ol kala çün kim sen olasın fena

Gülşehrî der ki, “Mum Hak’tır, kelebek de sensin; sen benlik davasından geçip yok olmayınca onu bulamazsın, Hakk’a eremezsin:

Şem’ Hak’dur kelebek sensin anı

Bulmayasın komayınca sen seni”

Gülşehrî kendi özünü (benliğini) terk ettiği zaman istediğinden haber alacaktır:

Kendüzin terk ide Gülşehri meger

Kim bula istediğinden haber

İkinci mesneviyi “şuaranın ulusu ” sayılan Zâtî ( öl. ) kaleme almıştır beyitlik bu eser Türk edebiyatının en ünlü şem ü pervane mesnevisidir. Mesnevinin olay örgüsü şöyledir: Rum (Anadolu) hükümdarı Jale’nin çocuğu olması için Allah’a yakarışı, Pervane’nin doğumu, yetiştirilmesi, Şem’e aşık oluşu, Şem’in resminin ortadan kaldırılması sonucu hastalanması, delirmesi ve Şem uğruna yaptığı tehlikeli yolculuklar ile yaşadığı maceralar, sonunda muradına erip Çin hükümdarı oluşu.

Lâmii Çelebi ( öl ) ise Ehl-i Şirâzî’ nin aynı adlı mesnevisini çevirmiştir. “Mehmet Kanar, Lamii Çelebi’ nin mesnevisinde sembollerle bir sufinin tasavvuf yolunda karşılaşacağı güçlüklerin anlatıldığını söyler.” Muidî (ö) ve Feyzi Çelebi de şem ü pervane konulu mesnevi yazan şairlerdendir.

Şem ü pervane, Klasik edebiyatımızda gerek mesnevilere konu olarak, gerekse mazmun olarak çokça kullanılmıştır. Şem ü pervane sembolü “Yüküm gamdır, gam alırım gam satarım/Pervaneler gibi yanar tüterim diyen ” Karacaoğlan gibi aşıklar ve “Hep ben, ayna ve hayal; hep ben pervane ve mum” sözleri ile şiirini bezeyen Necip Fazıl gibi Cumhuriyet sonrası şairleri tarafından da kullanılmıştır. Bu sembol, modern şiirimizde ışığa doğru uçan kelebek imgesi ile de hala canlılığını devam ettirmektedir.

Zeliha GÖÇMEN

 

 

Zeliha Göçmen&#;in de yazdığı gibi şem ile pervane konusu farklı mesnevilerde işlenmiştir.  Mesnevileri okumadan alıntı yaparak anlatmak istemedim şem-ü pervaneyi.. O yüzden ben de en azından şem  ile pervanenin hikayesini bilmek adına bu yazıyı paylaşmak istedim..

 

ALLAH’tan alacağın karşısında insanların verebilecekleri ne ki!..

 O halde gözünü ve gönlünü insanlardan gelecek teşekkürlere değil, ALLAH’tan gelecek mazhariyete döndür!..”MEVLANA 

Bunu beğen:

BeğenYükleniyor

İlgili

Bu makalede pervâne ile şem‘ kelimelerinin anlamları, Şem‘ ü Pervâne’nin kaynağı, manzum ve mensur eserler ile divanlarda yer alan Şem‘ ü Pervâne sembol ve şiirleri ele alınmıştır. Ayrıca bağımsız bir eser olarak Farsça ve Türkçe yazılan Şem‘ ü Pervâne mesnevileri hakkında bilgi verilmiştir.

Şem‘ ile pervâne arasındaki ilişki, eskiden beri şair ve ediplerin dikkatini çekmiştir. Şair ve edipler bu iki kelimeden birleşik sıfatlar ve tamlamalar oluşturarak, yeni kavramlar/semboller yaratmışlar, bu iki kelimeyi hem gerçek hem de mecazî anlamlar yükleyerek, beşerî ve mecâzî aşkı dile getirmişlerdir. Bu aşkı anlatırlarken de şem‘ ve pervâne sembollerinden yararlanmışlardır.

1. Kelime Olarak Şem‘ ü Pervâne

Şem‘; Arapça bir kelime olup mum, balmumu, aydınlanmak için yakılan herşey, çerağ, kandil manalarına gelir.1 Şem‘, aşağıdaki kelimelerle birlikte tamlama oluşturarak “güneş” anlamını verir: Şem‘-i âsmân, şem‘-i âftâb, şem‘-i encüm, şem‘-i hâver, şem‘-i rûz-ı rûşen, şem‘-i zer-endûde-i firûze-legen, şem‘-i
zümürrüd-legen, şem‘-i sipihr, şem‘-i gerdân-ı sipihr, şem‘-i çarh-ı revân, şem‘-i subh, şem‘-i kâfûrî-i subh2

Şem‘ kelimesi şu tamlamalar ile de “ay” anlamında kullanılır: şem‘-i âsmân, şem‘-i âsmânî, şem‘-i felekî, şem‘-i kâfûrî, şem‘-i şeb-efrûz, şem‘-i âlem-tâb.3

Bu kelime tasavvufî anlamlar da içerir: şem‘-i Hak ve şem‘-i Hudâ, Allah’ın nuru, ışığı4 ve mürşid-i kâmil’dir.5 Şem‘-i hû, şem‘-i zafer, hakiki bir aydınlık, İlahî nur anlamında kullanılır.6 Şem‘-i hudâ ve şem‘-i zü’l-celâlden mak-sat da Hz. Muhammed’dir.7

İstiare yoluyla Allah’a şem‘-i lâ-yezâlî denilmektedir8 Sâlikin kalbini yakan ilahî nurun parıltısı, müşâhede ehlinin kalbinde parlayan irfân nuruna da şem‘denir.9 Mutasavvıflar, İslâm dini ve Kur’an’a şem‘-i ilahî derler

Şem‘ kelimesi İslâmî doğu edebiyatlarında sevgili ve güzele teşbihte de kullanılmıştır. Bu teşbihe esas olan özellik, onun yüzü ve yanağıdır. Sevgilinin güzellik unsurlarından olan yüz ile yanak, parlaklık ve aydınlık yönüyle ele alınıp, çeşitli tasavvur ve tahayyüllerde kullanılmıştır. Bu duygular ifade edilirken şu tamlamalardan istifade edilmiştir: şem‘-i cemâl, şem‘-i cem, şem‘-i Çigil, şem‘-i Hoten, şem‘-i dil-efrûz, şem‘-i şeker-leb, şem‘-i Tıraz, şem‘-i Tarab11 Yine İslâmî doğu edebiyatlarında ortak kullanılan güzelliğin şem’e benzetilmesi, âşık veya gönlü ona yanan pervâne şeklinde hayal edilmesindendir. Yüz ve yanağın şem‘e benzetilişinde renk, parlaklık ve yakıcılık ile başka müşâhedeye daya-nan tasavvurlar rol oynar

Pervâne kelimesi Pervin, Ülker (yıldızı) anlamına gelen “perv” ile nispet bildiren “âne” son ekinin birleşmesiyle meydana gelmiştir Bu kelime padişah fermanı, berat, havale, izin, icazet, ulak, öncü, asker, hacib, delil, rehber anlamına geldiği14 gibi, gemilerde torpidolara ve uçaklara takılan, bir motorla çalıştırılan itme, çekme ya da tutunma aygıtı (uskur) anlamında da kullanılır Ayrıca otomobil, uçak, gemi ve benzeri şeyleri hareket ettirmeye yarayan veya hava akımı meydana getiren cihaz, çark da pervâne kelimesiyle ifade edilmiştir

“Aslanın önünde giderek yoldan çekilmeleri için diğer hayvanlara seslenen ve kara kulak” denilen bir hayvana verilen isme de pervane denilmiştir Siyah-gûş da denilen kara kulak, pervâne nasıl ışığın etrafında dolaşırsa, bu hayvan da aslanın etrafında öyle dolaştığı için, pervâne adını almıştır

Pervâne kelimesi, genellikle karanlıkta ortaya çıkarak ışık çevresinde toplanan gece kelebekleri (Heterocera) öbeğinden pulkanatlılara verilen ortak ad19 için de kullanılır. Bunlar ısınmak için (soğuk gecelerde) ateşe giderler.

Pervâne kelimesi, bazı kelimelerle birlikte kullanıldığında; kendinden ge-çen, kararsız ve perîşan bir gönüle sahip, çekinmeden feda eden “âşık” anlamına gelir Bu manada kullanılan kelimeler şunlardır: Pervâne-hû, pervâne-dil, pervâne-sıfat, pervâne-meşreb

2. Şem‘ ü Pervâne’nin Kaynağı

Şem‘ ü Pervâne eserlerinde yer alan pervâne sembolü, Kur’an ve hadislerde geçer: “O gün insanlar yayılan pervâneler gibi olacak”22 ayetinde insanlar, uçuşan pervânelere benzetilmiştir. Ayette geçen “ferâş” kelimesi “ferâşe”nin çoğuludur. Geceleri ışık ve ateş etrafında çırpınıp uçarak kendisini ateş içine atan ve Farsça’da olduğu gibi dilimizde de pervâne diye bilinen küçük kelebeklere “ferâş” denir. Ateşe çarptıktan sonra kanatlarını yayıp döşediği için “ferâşe” diye isimlendirilmiştir “Mebsûs” ise yayılmış demektir. Yayılmış pervâneler tabiri, kelebeklerin ateş çevresinde çırpınıp sonunda yanarak yere düşmesini, serilmesini ifade eder

Kur’an’da geçen, insanların pervânelere benzetilmesi hadislerde de yer almıştır. Hadislerde bu durum şöyle belirtilmiştir: “Benim misalim ateş yakan bir adamın misali gibidir. Ateş, etrafını aydınlatınca, pervâneler ve benzeri hayvanlar içine düşmeye başlarlar. Adam onları engellemeye başlarsa da onlar kendisine galebe çalarak ateşe atılırlar. İşte benimle sizin misaliniz budur. Ben ateşten korumak için sizin eteğinizden tutuyorum: Ateşten uzaklaşın! Ateşten uzaklaşın diyorum. Siz, baskın çıkarak onun içine atılıyorsunuz.”25

Şairler, ayet ve hadislerde geçen “pervâne”den ilham alarak Şem‘ ü Pervâne hikayelerinde bunu sembol olarak kullanacaklardır. Bir başka ifadeyle; gerek İlahî, gerekse beşerî aşkın anlatıldığı Şem‘ ü Pervâne hikâyelerine pervâne kaynaklık edecektir.

İmam Gazzâlî (ö. ), Mişkâtü’l-Envâr isimli eserinde imanı, şem‘/ mum olarak sembolize eder. Gazzâlî’ye göre bu iman kalpte tecelli eder. Gaz-zâlî eserinin ikinci faslını bu konuya ayırmıştır

Gazzâlî’ye göre nurların kaynağı çeşitlidir. Hepsi de kalpte tecellî eder ve çerâğ, şem‘, meş’âle şeklinde görülür. Aslında görülen bu semboller, kalbin kendisidir. Kalpte tecellî eden iman ışığıyla kalp/gönül, çerâğa, şem‘e, meş’âleye dönüşmüştür Bu manada lamba sembolü, Kur’an’ın suresinin ayetiyle uygunluk etmektedir: “Allah, göklerin ve yerin nurudur. O’nun nuru, içinde lamba bulunan bir kandile benzer. Lamba, cam içerisindedir. Cam sanki inciden bir yıldız…”28

Mutasavvıf şairler, şem‘ ile imanın kendisini kastetmişlerdir.

Evvelâ demiş idüm şem‘-i cihân
Andan murâd olmışdı zâtü’l-imân 29

Onlara göre iman, nefsin kötülüklerinden sıyrılmış olan insanın kalbinde tecellî eden bir ışıktır. Bu ışık insanın kalbine Allah’tan gelir ve egosundan temizlen-miş nefse, yani nefs-i mutmainne’ye bir lamba veya mum/şem‘ şeklinde görülür

Böylece Şem‘ ü Pervâne hikâyelerinde yer alan ve ışık sembolü ile gösterilen şem‘in kaynağı, Müslüman yazarlar tarafından Kur’an’dan alınarak işlenmiştir. Kalpte tecellî eden imanın ışık, lamba, çerâğ, şem‘ gibi sembollerle ifade edilmesi, Necmeddîn-i Râzî (ö. )’nin Mirsâdü’l-İbâd adlı tanınmış eserinde de görülür

Işık sembolü ile gösterilen şem‘in kaynağını, İslâmiyet öncesine kadar götürenler de vardır. Buna göre İslam dünyasında sufîler ve sanatçılar Allah’ın nurundan bir nur olan insan ruhunu, eski geleneğe uyarak lamba, şamdan ve mum/şem‘ ile sembolize etmiştir. Karanlık kötülük ve ölüm demek olan nefse bir sembol bulmaları gerektiğinde, yine eski geleneğe uyarak, çok iyi bildikleri eski Babil’in ve Mani dininin yaratılış efsanelerinde kâinatın maddesini, kötülük prensibini temsil eden kanatlı ejderden ilham almışlardır. Tabii ki bu ilhamı, ışık ile onun etrafında dönerek ölen pervâne fenomeniyle birleştirmişlerdir

Şem‘ ile onun etrafında dönen ve sonunda kendini ateşe atmak suretiyle can veren pervâne arasındaki ilişki ayrı bir eser olarak yazılmadan önce, bazı yazar ve şairlerin manzum ve mensur eserlerinde yer almıştır. Şem‘ ü pervâne sembolü önce mensur eserler içerisinde kullanılmıştır. Özellikle mutasavvıf yazarlar, tasavvufî duygu ve düşünceleri açıklarken bu iki sembolden yararlanmışlardır.

3. Mensur Eserler İçerisinde Yer Alan Şem‘ ü Pervâne Sembolü
Hüseyin b. Mansur el-Hallâc

İslâmî literatürde pervânenin şem‘ ile olan hikâyesi ilk kez büyük sufî Hüse-yin b. Mansûr el-Hallâc (ö. ) tarafından yazılmıştır Hallâc, “Tavâsîn” adlı eserinde bu hikâyeye yer vermiştir

Sırlarla dolu Tavâsîn’in gizemli “fehm tasîn”i kısmında, pervâne, ateşten haber getirmek için ateş yönüne uçar ve ışığın etrafında sabaha kadar döner. Sonra nazlanıp övünür, vuslatta kemâle ulaşacağı için gururlanır. Pervâne, ışığa doymaz, onunla yetinmez. Hararetli bir şekilde kendini alevlere atmak ister. Ateşin etrafında dönen, uçan pervâne, kendini ateşe atarak yanar ve yok olur. Resimsiz, cisimsiz ve unvansız hale gelir

Hallâc’a göre pervânenin şem‘e/ateşe seyirleri üç aşamada gerçekleşir. Mumun ışığı: ilmü’l-hakîka (gerçeğin bilinmesi), mumun sıcaklığı: hakîkatü’l-hakîka (gerçeğin gerçeği), alevin içine dalıp yanma: hakku’l-hakîka (gerçeğin ta kendisi)dir. Buna göre pervâne, hakku’l-yakîn olmuştur

Hallâc’ın ifadeleri tasavvufî Fars edebiyatını derinden etkilemiştir. Ahmed-i Gazzâlî (ö. ), Aynu’l-Kudât (ö. ), Rûzbihân Baklî (ö. ), Ferîdüddîn-i Attâr (ö. ) gibi büyük mutasavvıf yazar ve şairler, Hallâc’ın tesirinde kalmıştır.

Ebû Tâlib el-Mekkî

Ebû Tâlib el-Mekkî (ö), Kûtu’l-Kulûb adlı ünlü eserinin “nefsi tanı-mak ve âriflerin bulundukları vecd halleri” başlıklı bölümünde pervâne ile şem‘ hikayesine yer vermiştir. O, bu bölümde insanlarda var olan nefsin sıfatları-nın iki noktada toplandığını söyler. Bunlar “tayş” yani hataya meyil ve “şereh” yani açgözlülüktür

Ebû Tâlib el-Mekkî, hırstan kaynaklanan “şereh”e örnek olarak pervâneyi göstererek, şunları söyler: “Pervâne, ışığa duyduğu şiddetli hırstan dolayı yanan bir ateşe cahilce atılır ve ışık ararken helak olur. Işığın az bir bölümüne ulaştığında onunla yetinmeyerek onun kaynağına, kısaca ışığın bizzat kendine ulaşmak ister. Halbuki o, yanan bir lambadır. Eğer uzakta durup az bir ışıkla yetinmiş olsa kurtulacaktır.”38

Görüldüğü gibi Ebû Tâlib el-Mekkî olaya farklı yaklaşmıştır. O, cahilce hırsının ardına düşen nefsi, pervâne örneğiyle açıklayarak, insanların nefsine hakim olmasının gerekliliği üzerinde durmuştur

Ebû Hâmid el-Gazzâlî

Hüccetü’l-İslâm lakaplı büyük İslam bilgini Ebû Hâmid Gazzâlî (ö. ) de şem‘ ile pervâneden, hem Mişkâtü’l-Envâr’da hem de İhyâ’u Ulûmi’d-Dîn isimli eserlerinde bahsetmiştir.

Gazzâlî, Mişkâtü’-l Envâr adlı kitabında 2. faslının ikinci meselesinde “beşerî-nûrânî ruhların mertebeleri”ni anlatırken pervâneden de bahseder. Gaz-zâlî, eserinde “hayâlî rûh”tan bahsederek, bu hayal duyusunun bazı hayvanlarda bulunduğunu, bazılarında da bulunmadığını belirtir ve ateş üzerine atlayan pervânede bu ruhun/duyunun olmadığını söyler

Gazzâlî şöyle der: Çünkü pervâne, gün ışığına meftun olduğundan lambaya açılmış bir pencere zannederek kendini ateşe atar, ıstırap çeker. Fakat oradan biraz uzaklaşıp karanlığa düşünce tekrar lambaya atılır. Eğer lambanın ateşinin yaktığını tespit eden bir ruhu olsaydı, bir kere zarar verdikten sonra, kendisini aynı acıya sürüklemezdi.”40

Gazzâlî de bu konuda Ebû Tâlib el-Mekkî gibi düşünür. Yani pervâne, hırs ve açgözlülüğünden dolayı kendini ateşe atmış ve canını yakmıştır. Çünkü pervâne, duyuların kendisine ilettiği acıyı tespit ve kaydeden bir ruhu/duygusu olsaydı, bir kere acı çektikten sonra tekrar aynı şeyi yapmazdı.

Gazzâlî İhyâ’u Ulûmi’d-Dîn isimli eserinde de pervâneden bahsetmiştir. O, insanoğlunun şehvetlerinin üzerine düşmesini, pervâne’nin ateşin üzerine düşmesine benzetmiştir Gazzâlî: “İnsanoğlu kendisini şehvetin kucağına atarken pervâne gibi bunu bir aydınlık sanır. Oysa bu aydınlığın ardında kendisini farkında olmadan şehvet bataklığında gömülü bulur ve bu da onun sonu olur. Onun bu sonu, ebedî olarak devam eder” demiştir

Yine Gazzâlî, keşke insanoğlunun sonu da pervânenin sonu gibi olsaydı43 dedikten sonra şöyle devam eder: “Çünkü pervâne’nin sonu yanıp kurtulmaktır. Ama insanoğlu, şehvetlerinin peşinden gitmekle, şehvetinin esiri olmakla ya uzun müddet ya da ebedî olarak cehennem ateşinde yanar Gazzâlî burada Peygamber’in, “Ben, sizi cehennemden korumak için bileğinizden tuttuğum halde, siz, pervâneler gibi kendinizi ateşe atıp duruyorsunuz” hadisini nakleder

Ahmed-i Gazzâlî

Ebû Hâmid Gazzâlî’nin kardeşi olan Ahmed-i Gazzâlî (ö. ) XII. yüzyıl-da yaşamıştır. Onun en tanınmış eseri Sevânih’tir. Ahmed-i Gazzâlî, Sevânih’in bölümünde, pervânenin ateşin etrafında dönerek kendini ateşe atarak yanmasını işlemiştirAhmed-i Gazzâlî’ye göre pervâne ateşe âşıktır. Ateş onu davet eder. Pervâne, kendi gayret kanadıyla ateşi özleyerek uçar, ateşe ulaşıncaya kadar birkaç kanat çırpar, ona ulaşınca da uçuş biter ve kendini ateşte yok eder

Hallâc’ın Tavâsîn’de ilk kez işlediği pervâne ile şem‘in hikayesini, Ahmed-i Gazzâlî daha da geliştirerek işlemiş ve ona âşıkâne bir özellik kazandırmıştır. Bundan böyle gerek beşerî aşkta, gerekse İlahî aşkta pervâne bir sembol/ model olacaktır.

Ahmed-i Gazzâlî’yi Hallâc’tan daha belirgin kılan en önemli bir husus, aşk konusunu işlemesidir. Bundan dolayı eser, baştan sona kadar aşkın metafiziğiyle doludur. Gazzâlî’nin pervâne ve ateş hakkında söylediği sözler, aşk ve âşıklıkla ilgili söylenmiş sözlerdir. Pervâneyi ateşin âşığı olarak görmüştür. Pervâneyi ateş yönüne götüren duygu, aşktır Eserde pervâne, âşık; ateş de maşuk olarak işlenmiştir. Bu duygulara uygun olarak, bir rubâî de Sevânih’te şöyle yer almıştır:

“Senin zülfün zincirse, divânesi benim. Senin aşkın
ateşse, pervânesi benim. Senin yeminine andolsun
ki kadeh benim. Senin aşkınla bizzat (sen oldum)
ama sana yabancı da benim.” 49

Sevânih’te yer alan bu rubâî, daha sonra yazılacak olan, beşerî ve İlahî aş-kın ele alınıp işleneceği şiirlere ilham kaynağı olacaktır. Bu duyguların Aynu’l-Kudât-ı Hemedânî, Attâr, Fahreddin Irâkî, Sa’dî gibi büyük sufî şairler üzerinde etkisi büyük olmuştur. En önemlisi de Ahmed-i Gazzâlî, bu iki sembolü birlikte ilk kez kullanan şairlerin başında yer alır.

Ahmed-i Gazzâlî, eserinde “azık/gıda” ve “gıdalanmak/beslenmek” gibi yeni bir mefhuma yer vermiştir. Ahmed-i Gazzâlî, Sevânih’in bölümünde hem âşığın azığından hem de maşukun azığından, ayrıca pervânenin gıdasından ve de ateşin gıdasından bahseder “Aşkın hakikati ortaya çıkınca âşık, maşukun gıdası olur, maşuk âşığın değil. Pervâne ateşe âşıktır. Gıdası, ışıktır. Işığın özelliği pervâneyi kendine çeker. Pervâne ateşe ulaşınca da uçuş biter, ateşin onda ilerleyişi başlar. Artık pervâne için azık/gıda gerekmez. Çünkü pervâne ateşe azık olmuştur.”51

Aynu’l-Kudât-ı Hemedânî

Pervânenin hikayesi ve onun ateşte yanmasını temsili olarak Aynu’l- Kudât-ı Hemedânî (ö) de işlemiştir. Aynu’l-Kudât, bu sembolik anlatıma yeni irfânî manalarda katmıştır. Önce bu hikâyeyi, Kur’an’da geçtiği gibi onun beyanına uygun düşecek şekilde ele almıştır. Daha sonra Kur’an’da geçen ayetleri kendince yorumlamıştır

Aynu’l-Kudât’ın yorumladığı ayetlerden biri Kâri’a süresinin dördüncü ayetidir. Bu ayette insanlar mahşere çağrıldıkları sıra, kıyametin dehşetinden, şiddet ve korkusundan dolayı sağa sola, çeşitli yönlere yayılan pervânelere ben-zetilmiştir Aynu’l-Kudât, bu ayetleri diğer müfessirler gibi yorumlamış ve kıyamet günü insanları ve görüntülerini, pervâne ve çekirgelere benzetmiştir

Ahmed-i Gazzâlî’nin Sevânih’te ilk kez ortaya koyduğu “azık” ve “gıdalanmak” kavramlarını, Aynu’l-Kudât’da eserlerinde işlemiştir. O, bu husus-ta şöyle der: “Ey aziz! Pervâne ateşten gıdalanır. Ateşsiz yapamaz. Aşk ateşi, pervâneyi öyle döndürür ki cihanı ateş görür. Ateşe ulaşınca kendini aradan kaldırır. Kendi olmaktan çıkar; ateşin içinde mi, dışında mı olduğunu farketmez. Çünkü aşkın kendisi zaten ateştir. Pervâne kendisini ateşin içine atar ve tümüyle ateş olur. Başlangıçta ateş, pervâne için bir azıktır. Onu besler. Bundan dolayı pervâne ateşin kendisine âşık olduğunu zanneder

Görüldüğü gibi Hemedânî, Ahmed-i Gazzâlî’nin Sevânih’inden olduğu gibi yararlanmış ve ondan etkilenmiştir. Sevânih’te geçen yorumlar, Aynu’l-Kudât’ın eserlerinde de yer alır. Temhîdat’ta şöyle der: “Pervâne ateşe âşıktır. Ateşten başka bir hazzı olmadığı için, ateşten veya onun ışığından ayrı kalamaz. Bundan dolayı kendini ateşe atar, varlığını kaybeder. Ondan bir belirti kalmaz. Artık pervâne, ateş olmuştur.”56

Aynu’l-Kudât-ı Hemedânî, pervâneyi dünya aşkının kaynağı olarak görür. O, pervânenin aşkını evrensel bir aşka dönüştürerek, evrenin tümüne yayarak bir ilki gerçekleştirmiş ve eserini felsefi bir bakış açısıyla yazmıştır Ona göre ev-rensel aşk, sadece insanın değil, bütün yaratıkların âlemin yaratıcısına karşı duy-dukları aşktır.

Rûzbihân Baklî

Şem‘ ü Pervâne konusunu işleyenlerden biri de Rûzbihân Baklî (ö. )’dir. Fars tasavvuf edebiyatında önemli bir yeri olan Baklî, bu konuyu Şerh-i Şathiyyât isimli eserinde ele almıştır. Baklî, pervânenin hikâyesini adı geçen eserde şöyle anlatır: “Pervâne ışığın çevresinde sabaha kadar uçar ve türlü şekillerde döner söz güzelliğiyle halden şekillerden haber verir. Yaratılış cilve-siyle vuslatta kemale ulaştı. Pervâne, hararete kanaat etmedi, ışıkla yetinmedi, kendini ateşe attı. Hala şekiller onu beklemede. Çünkü pervâne onlara “na-zar”dan haber vermeye (gönlü) razı olmadı. Dağıldı, küçüldü, resimsiz, cisimsiz, isimsiz, unvansız hale geldi. Artık ne için varacak şekillere, vuslattan sonra hangi hale dönecekti.”58

Görüldüğü gibi bu ifadeler, Hallâc’ın Arapça yazdığı Tavâsîn adlı eserinin Farsça tercümesi gibidir. Aynı ifadeler daha önce Hallâc’ın eserinde yer almıştır Bu da Rûzbihân Baklî’nin Hallâc’ın tesirinde kaldığını gösterir.

İzzeddîn-i Makdîsî

İzzeddîn-i Makdîsî (ö. ), Keşfü’l-Esrâr an Hikemi’t-Tuyûr ve’l- Ez-hâr adlı eserinde, kuşların ve çiçeklerin hâl diliyle kendilerine söylenilen sırlarla dolu sözlerine yer vermiştir. Bu sırları açıklayan varlıkların biri şem‘, diğeri de pervânedir: Arıya babam, bala da kardeşim diyen Şem‘ onlardan ayrı kalmanın acısı yetişmiyormuş gibi, hiçbir günahı olmadığı halde, ateşin kendisine musallat kılındığını; yanarak hep acı çekmekte ve gözyaşı dökmekte olduğunu; bu haliyle başkalarını da aydınlatmaya çalıştığını; kelebek gibi bazı alçaklar kendisini söndürmeye kalkışacak olsa, onları yakacağını söyler

Pervâne de Şem‘e: “Ben senin uğruna kendimi fedâ ediyorum. Sen ise bana bir düşman gibi davranıyorsun. Oysa ki sana benim gibi âşık olan birisini bu-lamazsın” der

Necmüddîn-i Râzî

XIII. yüzyılın ilk dönemleinde yaşamış önde gelen sufîlerden Necm-i Dâye olarak bilinen Necmüddîn-i Râzî (ö), Mirsâdü’l-İbâd mine’l-Mebde İle’l-Meâd adlı eserinde şem‘ ile pervâne sembolüne yer vermiştir.

Necm-i Râzî, eserinin 3. bab, 6. fasılda “nefsin tezkiyesi ve onun eğitilmesi” bahsinde, tasavvufî konuları örneklerle açıklarken, şem‘ ile pervâne sembolünü kullanmıştır. Örneğin nefis, azgın ve çılgın pervâneye benzetilerek nefsin yukarılara doğru yani en yüksek değere neden ulaşamadığını, pervâne sembolünü kullanarak anlatır: “Azgın sıfatlı nefis, çılgın pervâne gibidir. Zalimlik ve cahillik kanadından dolayı heves ve gazapla kendini celâl-i ahadiyyet şem‘ine bıraktı ve mecâzî varlığını/vücudunu terk ederek, elini, şem‘in visal boynuna attı. Öyle ki şem‘, pervânelik olan mecâzî varlığını, şem‘lik olan hakîkî varlığına dönüştürdü. Kendi cahillik ve zalimliğinden dolayı nefis en yüksek değere ulaşamadı ve bu makamda nefis, yetkinliğini bilemedi.”62

Pervâne’nin varlığını Râzî, mecâzî varlık veya mecâzî kanat ateşin veya şem‘in vücudunu da varlık veya hakîkî kanat olarak adlandırır. Pervâne’nin ateşte yok olması, gerçekte mecâzî varlığından kurtulup, hakîkî varlıkta var olması demektir. Bu da pervânelik olan mecâzî varlığını, şem‘lik olan hakîkî varlığa dönüştürür

Râzî, aynı şekilde bab 8. fasılda “ruhun donatılması/süslenmesi” konusunu işlerken, ruhun zât-ı İlahî’ye kavuşması için çılgın bir pervâneye dönüşmesinin gerekliliği üzerinden sık sık dururken, pervâne’yi ruhun sembolü olarak görür. Ruh ezeli güzellik şem‘inin pervânesi olur. O, zalimlik ve cahillik kana-dıyla, sarhoş ve na’ra atan âşıklar gibi birlik sarayının harem dairesine doğru uçar. Bu makamda ilahî lütuflar ve “bana bir karış yaklaşana ben bir arşın yaklaşırım.”, hadis-i kutsî’si karşılar ve ruha, ferahlık yaygısı yol verir ve “Allah onla-rı sever, onlar da Allah’ı sever” sözü ortaya çıkar

Necm-i Râzî, bir başka yerde de canıyla oynayan pervânenin kendisini ate-şe atmasını, “câhil hoş görülür” hadisiyle açıklarken65, Ebû Tâlib el-Mekkî ve İmam Gazzâlî gibi düşünür. Yine Râzî, sâlikin visal zamanı kendi varlığından el çekmesini ve maşukun varlığında ebedî kalmasını, pervâne ve şem‘ sembolünden yararlanmıştır

4. Mesnevilerde Yer Alan Şem‘ ü Pervâne Şiirleri

Ferîdüddîn Attâr

XII. yüzyılın ünlü mutasavvıf şairlerden Ferîdüddîn Attâr (ö. ) da şem‘ ile pervâne konusunu işlemiştir. Attâr, Mantıku’t-Tayr isimli mesnevisi-nin makalesinde bulunan “Yedinci Vadi: Fakr u Fenâ Vadisi” kısmının üçüncü hikâyesinde, el-Hikâye ve’t-Temsîl başlığı altında şem‘ ile pervânenin hikâyesini anlatmıştır

Hikâyeye göre, bir gece pervâneler toplanarak, şem‘e kavuşmak ister. Bü-tün pervâneler: “Birimizin gidip, ondan haber getirmesi gerek” derler. Bir pervâne uçar gider ve şem‘in sarayını görür. Geri döner ve gördüklerini anlatır. Topluluğun içerisinde bulunan bir ulu pervâne, onun şem‘den haberi olmadığını söyler. Bunun üzerine bir başka pervâne gider. O da şem‘in etrafında döner, kanat çırpar ve geri döner. Bazı sırlardan bahseder, şem‘in vuslatından dem urur. Ulu pervâne onu da eleştirir. Bir başkası kalkıp gider, ateşe atılır, canından el çeker, kendisini yok eder. Kınayıcı ulu pervâne: “ İşte şem‘ den yalnız onun haberi var” der. Hikâye, “candan da cisminden de bihaber olmadıkça, nasıl olur da canandan haberdar olursun” denilerek biter

Attar, aynı konuyu Mantıku’t-Tayr’ın makalesinin, ikinci hikayesinde de işlemiştir. Kısa olan bu hikâyede, bütün uçan kuşlar, pervânenin yanıp yakıldığını görürler ve hep birden: “Ey zayıf pervâne, ne zamana kadar tatlı canınla oynayacaksın” derler. “şem‘e kavuşamayacağına göre, bilgisizce canını verme” demeleri üzerine, pervâne üzülür ve “ Ona kavuşmasam da, arıyor soruyorum, diye cevap verir

Pervânenin ateşte yanması, canını veren âşık olarak ortaya çıkması ve azap görmesini, Attâr, Esrârnâme adlı eserinde de işlemiştir. Özellikle âşığın azap görmesi konusu üzerine duran Attâr, Esrârnâme’deki temsilî hikâyede Aynu’l-Kudât-ı Hemedânî’nin mevcudata duyduğu evrensel aşkı da işlemiş ve Hemedânî gibi bu aşkı felsefi bir bakış açısıyla ele almıştır

Sa’dî-yi Şirâzî

İran’ın en tanınmış yazar ve şairlerinden biri olan Sa’dî-yi Şirâzî (ö. ) de şem‘ ve pervâne sembolünden yararlanmıştır. Ünlü eseri Gülistân’da yer alan ve çok beğenilen iki beyitte Sa’dî, kendisini aşk yolunda yakıp, canından geçtiği için aşkın pervâneden öğrenilmesi gerektiğini söylerken,71 Ahmed-i Gazzâlî’nin etkisinde kalmıştır.

Sa’dî, Bûstân isimli eserinin 3. babının sonunda bulunan ve 50 beyit olan hikâyede de şem‘ ile pervâne arasındaki ilişkiye yer vermiştir. Burada pervânenin şem‘e karşı duyduğu samimi sevgi anlatılır.

Münazara tarzında geçen hikâye, kınayıcı bir kimsenin Pervâne’ye: “Ümitsiz bir yolda yürüme, git de kendine göre bir sevgili bul. Sen kim, Şem‘e âşık olmak kim?” demesiyle başlar. Pervâne de “yansam ne çıkar?” Benim gönlümde öyle bir ateş var ki, Şem‘in şulesi onun yanında adeta gül olur. Yanmaya niçin can atıyorum biliyor musun: Çünkü sevgili varken, ben olmasam da olur. Âşığın maşukunun yanı başında ölmesi gerekir. Doğrusu da budur” diyerek cevap ve-rir

Sa’dî daha sonra Şem‘ ile Pervâne’nin münazarasına geçer ve münazarayı “sevgilin seni öldürdüğü zaman kurtulacaksın. Aşkın sonu budur. Bir kere baştan geçen insan, başına taş ve ok yağmuru yağsa da, dileğinden el çekmez” diyerek bitirir

Attâr ve Sa’dî’nin Şem‘ ü Pervâne hikâyelerinde kullandıkları motifler da-ha sonra yazılan mesnevilerde büyük ölçüde geliştirilerek işleneceğinden müstakil yazılan Şem‘ü Pervâne mesnevilerine kaynaklık etmiştir.

Mevlâna Celaleddîn-i Rûmî

Mevlânâ (ö. ) da şem‘ ile pervâne temsiline yer veren şairlerdendir. Mevlânâ, konuya farklı yaklaşmış, ayet ve hadislerde geçtiği şekilde ele almıştır. Ayet ve özellikle de hadislerde, insanlar ateşin yönüne koşmaya ve içine atılmaya çalışan pervânelere teşbih edilmiştir

Hadislerde bu benzetme, Mesnevî’deki “Firifte-i Münâfıkân Peygamber-râ tâ be-Mescid-i Dırâreş Bordend” başlıklı hikâyede sadece iki beyit olarak ele alınarak, hadise telmihte bulunulmuştur: “Ben çok ışıklı ve ziyade nahoş alevli bir ateşin kenarında oturmuşum. Siz pervâne gibi o yöne koşuyorsunuz: Benim her iki elim de pervâne sürücü (kovucu) olmuştur.”75

İmâdüddîn Fakîh-i Kirmânî

İmadüddîn Fakîh-i Kîrmânî (ö)’nin hamsesini oluşturan beş mesne-viden biri olan Muhabbetnâme veya Muhabbetnâme-i Sâhib-dilân isimli ve sekiz babdan meydana gelen tasavvufî mesnevisinin altıncı babı, şem‘ ile pervâne ara-sındaki ilişkiye aittir. Altıncı bab “Münâzara-i Şem‘ü Pervâne” başlığında olup 75 beyitten meydana gelmiştir Hezec bahrinin “mefâîlün mefâîlün feûlün” vezniyle yazılan mesnevinin tercümesi “İran Edebiyatında Münazara” adlı çalışmada verilmiştir

5. Divanlarda Yer Alan Şem‘ ü Pervâne Sembol ve Şiirleri

Divanlarda şem‘ ile pervâne sembolünü şairler de kullanmışlardır. Şairler daha çok tek başına şem‘ veya tek başına pervâne sembolüne yer vermişlerdir Bu sembollerin şiirde tek başına kullanılması, X. yüzyıla kadar gider. Yok denecek kadar az kullanılan bu semboller, XI. yüzyılın ilk yarısında bile fazla rağbet görmemiş ve hiçbir zaman tasavvufî ve âşıkâne manada da kullanılmamıştır. Pervâne’nin yaratılış gereği ateşe yönelmesi, açgözlülüğü ve ahmakça davranışı nedeniyle kendini ateşte yaktığı işlenmiştir. Bu algılama Hallâc gibi tasavvufî, Ahmed-i Gazzalî gibi âşıkâne yorumlanmamış, Ebû Tâlib el-Mekkî ve Ebû Hamîd Gazzalî gibi yorumlanmıştır. Bu yorumlama hadislerde yer alan ifadelerle örtüşür79

XI. yüzyılın ortalarından, özellikle de XII. yüzyılın ilk yarısından itibaren şem‘/ateş ile pervâne sembolünün divanlarda/ şiirlerde yer aldığı görülür. Bu semboller daha çok mutasavvıf şairler tarafından kullanılmış ve rübâî nazım şekliyle yazılmıştır. Mutasavvıf olan veya olmayan şairler tarafından, âşıkane tarzda ele alınan bu sembollerden pervâne âşık, şem‘ de maşuk olarak görülmüştür. Beyit ve rubâîlerin içerisinde kısa mesnevilerde, genellikle de münazara tarzında yazılan ve fazla uzun olmayan Şem‘ ü Pervâne şiirleri olarak yer almıştır.

Ebû Sa‛îd-i Ebû’l-Hayr

Elimizdeki bilgilere göre şem‘/ateş ile pervâne sembolünü birlikte kullanan ilk şair, Fars tasavvuf şiirinin kurucularından Ebû Sa‛id-i Ebû’l-Hayr (ö. )’dır. Onun rubâîleri Fars tasavvuf şiirinin ilk beyitleri olarak kabul edilmektedir. Kendisine atfedilen bir rubâî de, bu iki sembolü birlikte kullanmıştır.

“Sana kavuşmak nerede? Senden çok uzakta olan ben
nerede? İnci tanesi nerede? Karıncanın kursağı nerede?
Her ne kadar yanmaktan korkmuyorsam da, pervane
nerede? Tur dağının ateşi nerede? ”80

Emîr Mu‛izzî

Ahmed-i Gazzâlî’nin çağdaşı olan ünlü şair Mu’izzî (ö) de ateş ve pervânenin ilişkisini, âşıkâne olarak dile getiren ilk şairlerden biridir. Mutasavvıf olmayan Mu‛izzî, aşağıdaki rubaîsinde duygularını şöyle ifade eder:

“Aşk kadehine gözyaşı döken bir gözüm var. Aşk
pervânesinin yanan canı gibi bir canım var. Her gün
aşk hanesinde mukîm benim. Bütün dünyanın
akıllısı ama aşkın delisiyim.”81

Senâ’î

XII. yüzyılın tanınmış mutasavvıf şairlerinde olan Hekîm Ebû’-l Mecd Mecdûd b. Adem Senâ’î (ö. ) de şem‘ ile pervâne sembolünü bir arada ve çeşitli yönleriyle özellikle de âşıkâne tarzda işleyen ilk şairlerden biridir. Rubâî ve gazellerinde aynı duygulara sık sık yer vermiştir Aşağıdaki rubâî de bunlardandır.

“Mum, sevgilinin nurlarıyla yaşar. Sen de bir pervânesin.

Cana düşman, muma da nurlu bir köle ol. Mumun
etrafında dolaşarak kendini yakması pervânenin işidir.
Barî sen de bir pervâneden daha az iş yapma” 83

Nâsır-ı Buhârâ’î

Kaside ve gazel şairi olarak tanınan Nâsır-ı Buhârâ’î (ö. ), Divanının içerisinde “Hikâyet” başlığı altında yirmi beyitte şem‘ ile pervâne arasındaki ilişkiye yer vermiştir.

Münazara tarzında yazılan hikâye, bir kimsenin pervâne’ye “Aşkta güçlük çekiyorum. Buna çare bulmalısın. Bana aşkın yolunu anlat. âşıkların bu yoldaki ustalıkları nedir?” diye sormasıyla başlar Pervâne de o kişiye gece olunca gelmesini söyler. Gece olur, hizmetçi gelir ve şem‘i/mumu yakar. Bir pervâne gele-rek mumun/şem‘in etrafında döner. Sonra da onun çağrısı üzerine kendini ateşe atar ve yanar. Derinden gelen bir sesin “ey gönlü uyanık! işte aşk yolu budur.” demesiyle hikâye biter

Kâsım-ı Envâr

XV. yüzyılın ünlü mutasavvıf şairi Seyyid Kâsım-ı Envâr da Külliyâtı içe-risinde şem‘ ile pervâne hikâyesine yer vermiştir. Remel bahrinde yazdığı “el-Hikâye fî Kemâli’l-Aşk ve’t-Tevhîd” başlıklı 38 beyitlik mesnevisinde, şem‘ ile pervâne ve şem‘ ile ateşi konuşturmuştur

Şem‘ ile Pervâne’nin karşılıklı konuşmaları, Pervâne’nin Şem‘e “her gece niçin sabahlara kadar yanıp yakılarak gözyaşı döküyorsun” demesiyle larŞem‘ de “gönlümde ayrılık derdi vardır. Işığımı, sevgilimi arayıp bulma ümidiyle yakıyorum” diyerek Pervâne’ye cevap verir. Şem‘in bu sözlerinden etkilenen Pervâne heyecanının etkisiyle de, büyük bir iştiyakla kendini ateşe atar ve onun varlığında yok olur. Bunun üzerine Şem‘ “Varlığımdan utanıyorum. Pervâne gibi yok olmak istiyorum” diyerek ateşe seslenir. Ateş de şem‘e “gerçek âşık olan pervâne varlığından korkmadı ve kendi canını sevgilisinin önünde feda etti. Sonunda da sevgilisiyle bütünleşerek arzusuna kavuştu.” diyerek cevap verir. Böylece şem‘ topluluk içinde kendisini ifşa ettiğinden dolayı arzusuna kavuşa-maz

6. Bağımsız Bir Eser Olarak Yazılan Şem‘ ü Pervâne Mesnevileri

Başlangıçta sembol olarak kullanılan şem‘ ve pervâne kelimeleri, gazel ve rübâîlerde âşık-maşûk ilişkileri içerisinde ele alınmıştır. Sonra da herhangi bir eser içerisinde mesnevi nazım şekliyle, özellikle de münâzara tarzında yazılarak, pervânenin şem‘e karşı duyduğu aşk ve bu aşk uğrunda kendini ateşe atarak ca-nını feda etmesi işlenmiştir. Daha sonra da herhalde şairler tarafından çok beğenilmiş olacak ki başı şairler de ayrı bir eser olarak Şem‘ ü Pervâne mesnevileri kaleme almışlardır.

Farsça Yazılan Şem‘ ü Pervâne Mesnevileri

Ehlî-i Şîrâzî

XIV. yüzyılın sonu ile XV. yüzyılın ilk yarısında yaşamış ünlü bir şairdir. Ehlî-i Şirâzî (ö), Şem‘ ü Pervâne mesnevisini Akkoyunlu hükümdar Sultan Yakub adına kaleme almıştır Mesnevi, Allah’ın isminden dolayı, şair tarafından beyit olarak yazılmıştır Hezec bahrinin “Mefâîlün mefâîlün feûlün” kalıbıyla yazılan Şem‘ ü Pervâne, yazarının ifadesine göre ’da ta-mamlanmıştır Yedi el yazma nüshası tespit edilen92 Ehlî’nin Şem‘ ü Pervâne mesnevisi basılmıştır

Fehmî

Hayatı hakkında şimdiye kadar herhangi bir bilgi elde edemediğimiz Fehmî’nin kim olduğunu bilemiyoruz. Fehmî’nin bilinen tek eseri Şem‘ ü Pervâne mesnevisidir. Mesnevi yılında II. Bayezid adına hezec bahrinin “mefûlü mefâîlün feûlün” kalıbıyla yazılmıştır. Mesnevinin bugüne kadar tesbit edilen iki nüshası Süleymaniye Kütüphanesinde, Fatih ve Kadızâde Meh-met Efendi numaralarda kayıtlıdır beyit olan Şem‘ ü Pervâne mesnevisi Türkçe’ye tercüme edilmiştir

Şeyh Abdullah-i Şebüsterî-i Niyâzî

Ünlü mutasavvıf Şeyh Mahmûd-ı Şebüsterî (ö. )’nin seafoodplus.info tahsilini Şebüster’de yaptıktan sonra tahsilini ilerletmek için bazı şehirler dolaş-mış ve yılında Anadolu’ya gelmiştir. Niyâzî, Yavuz Sultan Selim’in takdirini kazanmış, O’nun adına eserler yazmıştır. İstanbul’da Abdullah Niyâzî Efendi adıyla bilinen şair, Kanuni Sultan Süleyman adına kasîdeler de kaleme almıştır. Niyâzî ’da İstanbul’da ölmüştür

Nîyâzî, Şem‘ ü Pervâne mesnevisini Yavuz Sultan Selim adına kaleme almıştır beyit olan mesnevi hafif bahrinin “feilâtün mefâilün feilün”98 kalıbıyla yazılmıştır. Mesnevinin bilinen tek nüshası Süleymaniye Kütüphanesi Kadızâde Mehmed Efendi kısmı numarada kayıtlıdır Mesnevi Türkçe’ye tercüme edilmiştir

7. Türkçe Yazılan Şem‘ ü Pervâne Mesnevileri

Konunun kaynağı ve ilk çıkış noktası olarak Fars edebiyatında yazılan Şem‘ ü Pervâne mesnevileri, Türk şairlerinin de ilgisini çekmiştir. Ortak bir me-deniyetin temsilcisi olarak Türk şairleri kendilerinden önce Farsça kaleme alınmış şairlerin Şem‘ ü Pervâne mesnevilerinden etkilenerek, aynı tarz ve bağımsız olarak Türkçe Şem‘ ü Pervâne mesnevileri yazmışlardır. Fars edebiyatında olduğu gibi Türk edebiyatında da önce şiirlerde (gazel, kasîde, rubâî vb.) görülen şem‘ ü pervâne sembolü, XIV. yüzyıldan itibaren beyitlere paralel pek çok tasav-vufî eserde özellikle mesnevilerde küçük hikâyeler şeklinde görülür Daha sonra da ayrı bir eser olarak Şem‘ ü Pervâne mesnevileri yazılmıştır:

Gülşehrî

XIII. yüzyılın sonu ve XIV. yüzyılın başında yaşayan Şeyh Ahmed-i Gül-şehrî’nin en tanınmış eseri Mantıku’t-Tayr’dır. Gülşehrî , Ferîdüddîn-i Attâr’ın aynı isimli eserini esas alarak yazdığı bu eserinde şem‘ ile pervâne hikâyesine yer vermiştir. Gülşehrî, pervânelerin hikâyesini anlatırken, Attâr’ın eserindeki konu-ya bağlı kalmakla beraber, kendine ait düşüncelere yer vererek, konuyu uzatmıştır. Attâr’ın 18 beyitte anlattığı pervânelerin hikâyelerini, Gülşehrî 62 beyitte anlatmıştır. Ayrıca hikâyenin başında 15 beyit tutan şem‘in tasvirini yapan Gülşehrî, beyitte de adını zikretmiştir. Hikâyede kelebeklerin mumdan haber getirmeleri işlenmiştir

Ayrıca Gülşehrî, Feleknâme isimli Farsça mesnevisinde de şem‘ ile pervâne hikâyesine yer vermiştir. 44 beyit olan bu hikâye, Feleknâme’nin ilk hikâyesidir. Gülşehrî, Mantıku’t-Tayr’da işlediği konuyu, aynen Feleknâme’de de tekrar eder

Zâtî

Şem‘ ü Pervâne yazan şairlerden biri de Zâtî’(ö. )’dir. Eser hezec bah-rinin “mefâîlün mefâîlün feûlün” kalıbıyla yazılmıştır. ’de yazılan mesnevi, beyittir. Eserin konusu Rum hükümdarı Şah Jale’nin oğlu Pervâne ile Çin Fağfuru’nun kızı Şem‘ arasında geçen aşktır Dolayısıyla bu mesnevi, çift kahramanlı, aşk ve macera konulu eserlerden biridir. Zâtî’nin Şem‘ ü Pervâne mesnevisinin diğer Şem‘ ü Pervâne mesnevileriyle isim benzerliği dışında bir benzerliği yoktur. Mesnevinin şimdiye kadar bilinen beş nüshası vard

Lâmi’î Çelebi

XVI. yüzyıl Türk edebiyatının tanınmış mutasavvıf şairlerinden Lâmi’î Çelebi (ö. )’nin önemli eserlerinden biri de Şem‘ ü Pervâne mesnevisidir. Lâmi’î Çelebi mesnevisini Rodos’un fethi münasebetiyle yazmıştır. yılından yazılan eser, Kanuni Sultan Süleyman’a sunulmuştur Eserin bugün için bilinen sekiz nüshası vardır Mesnevi hafîf bahrinin “feilâtün mefâilün feilün” kalıbıyla yazılmıştır. Eser beyit olmakla beraber sonuna eklenen Kanuni’nin övgüsü (18 beyit), Rodos’un fethi üzerine söylenmiş bir kıt‛a ve padişah için yazılan dua (29 beyit) ile birlikte beyit sayısı ’tür.

Mu‛îdî

XVI. yüzyıl şairlerinden olan Mu‛îdî (ö. )’nin hamsesini oluşturan mesnevilerinden biri de Şem‘ ü Pervâne’dir. Mu‛îdî mesnevisini hafîf bahrinin “feilâtün mefâilün feilün” kalıbıyla yazmıştır. Mesnevinin bilinen iki nüshası vardır. Bunlardan birincisi Millet Kütüphanesi, Ali Emirî kısmı, manzum numarada; diğeri de İstanbul Üniversitesi Kütüphanesi, Türkçe Yazmalar, numarada 78bb sayfaları arasında kayıtlıdır. İstanbul Üniversitesi nüshası, beyit; Ali Emirî nüshası da beyittir. Mu‛îdî Halep’te ikamet ettiği bir sırada eğlence olsun diye eserini iki üç haftada yazmıştır

Feyzî Çelebî

Feyzî Çelebi’nin hayatı hakkında bilgimiz yok denecek kadar azdır. Şem‘ ü Pervâne mesnevisinde belirttiğine göre mahlası Feyzî, unvanı Çelebi’dir. Mesne-visini Osmanlı hükümdarı I. Ahmed (ö. ) zamanında yazıp, Niğbolu mutasarrıfı Tiryaki Mehmet Paşa’ya sunduğu doğru ise, Feyzî’nin XVII. yüzyılda yaşadığını söyleyebiliriz

Feyzî Çelebi eserini yılında yazmıştır. Mesnevi’nin bilinen tek nüshası vardır. Bu nüsha, Gönül A. Tekin’’in özel kütüphanesindedir. Eser 31 varak olup beyitten ibarettir. Eserin sonu eksiktir. Orijinal yönü, eser mesnevi nazım şekliyle yazılmasına rağmen, eserde 11’li hece vezni kullanılmıştır Bu bakımdan bu mesnevi, şimdiye kadar eşine henüz rastlanmamış bir özellik taşımaktadır. Yine Mesnevi’nin önemli özelliklerinden biri, belki de en önemlisi, Mesnevi’de geçen sembollerin hangi anlamlara geldiklerinin ifade edilmesidir. Mesnevi yeni harflerle neşredilmiştir

8. Şem‘ ü Pervâne Mesnevilerinde İşlenen Tema

Mutasavvıflara göre insan ruhu, ruhlar âleminden, bu hasret ve firak dünya-sına gelerek, muhabbet meclisinden, beden hapishanesine girmiş, beden ağı tarafından sıkıca bağlanmış ve geldiği yeri unutmuştur. Yine onlara göre insan, ayrıldığı bütünün yabancısı değil, sadece uzağına düşmüştür Yani insanla Allah iki yabancı değil, asılları bir fakat ayrı kalmış iki sevgilidirler. Ayrı kalmadan oluşan yabancılaşma, yakınlaşma ile mümkündür. Bu da istemek ve özlemekle olur.

İnsan ruhunun bedenden kurtularak unutulan aslî vatanına dönmeye davet edilmesi ve bu davete icabet ederek cevap vermesi yani asli vatanı hatırlaması mutasavvıflara göre imanla olur. Bunun temeli de aşk ve özlemdir. İman ve hidayet nuru kalpte parlar. Çünkü imanın madeni kalptir Kalpte beliren aşk kıpır-danışları, Allah’ın bizi çağırmakta olduğuna delil sayılmıştır İman nuru herkesin kalbinde parlamaz, yanmaz. Bu nur/ışık kalbini tasfiye ve tezkiye eden kimselerde yanar. Kalbin temizlenmesinden gaye; iman nurlarının orada hasıl olmasıdırBu nur Allah’ın seçtiği insanlara verilir. “Allah, dilediği kimseye nurunu iletir.” beyanının sebebi budur. Böylece aslî vatana uzanan yolda çağrı/davet Allah’tan gelir, kul da ona cevap verir, yani icabet eder.

Yukarıda kısaca anlatılanlar Şem‘ ü Pervâne mesnevilerindeki Pervâne sembolüyle tam bir uygunluk içindedir. Allah aşkı, Pervâne’nin içini yakmış, dünya varlığından kurtulmuş, dünya yaşantısıyla ilgisini keserek Allah’a yönelmiştir. İşte Allah, nurunu seçtiğine yani Pervâne’ye de bu davete karşılık vermiştir. Bundan dolayıdır ki Pervâne nura/Şem‘e talib olmuştur:

Hasıl-ı kıssa ol şeb ol mehcûr
Mâh-ı nev gibi oldı tâlib-i nûr

Maksada ulaşmak, nura/Şem‘e talib olmak için evini barkını terkeden Pervâne, karanlık ülke olan Şebistân’a/Şâm‛a gelir.

Didi gelmişdi mülk-i magribden
Şâma ol nev-civân-ı nahîf-beden

Gedâ şeklinde ehl-i hiffet idi
Lîkin gâyet ehl-i ma’rifet idi

Her ne kadar Şebistân veya Şâm’a kalender ve ehl-i marifet olarak gelen Pervâne bu uzun yolun henüz başındadır. O, marifet bağında yeni filizlenmekte olan bir yapraktır.

Bâg-ı ma’rîfetde berg-i ter idi
Evvel anda olmış müheyyâ idi

Pervâne Şem‘e ulaşma yolunda daha çok makamlar geçecek, geçtiği her makamda kendiliğinden gelen bir takım ruhî yaşantıları/halleri yaşayacaktır. Pervâne bu hallerden önce “ yakaza”yı yaşar. Gaflet uykusundan uyaran kulun kendine gelme mertebesi “ yakaza”dır

Çeşmi dûş oldı şem‘-i dil-ârâya
Kapıldı şarkdan garba nûr-efzâya
Gaflet uyhusundan itdi çün kıyâm
Zâhir oldı çeşmine serv-i hırâm

Gaflet uykusundan uyanan Pervâne “terk” ve “tecrîd” halini yaşar. O, dün-ya varlığından kurtulmuş, dünya yaşantısıyla ilgisini kesmiş ve halvet köşesinde nefsini öldürmüştür:

Terk ü tecrîdde kalender idi
Kişver-i aşka şâh ü server idi

Eylemiş âlem içre izzetler
Künc-i halvetde çok riyâzetler

Masivadan gönlünü arındıran, nefsani arzularından sıyrılan Pervâne, gön-lündeki sevgi ateşiyle “maksad kıblesine” yönelmiştir. Yani Şem‘i aramaya kalkmıştır. Bu da bize Pervâne’nin sülûk yolunun başlangıç derecelerinden olan “irâde” makamında olduğunu gösterir. İrâde kalbin Hakk’ı aramaya kalkmasıdır

Pervâne zi-sûz-ı aşk-bâzî
Fârig zi-hakîkî vü mecâzî

Ez cân şod şem‘ râ taleb-kâr
Bî-çâre ne-dâşt cüz taleb-kâr

“Pervâne, aşk ateşiyle yanarak, hakiki ve mecazi derdinden fâriğ bir halde içtenlikle şem‘e talip oldu. Zavallının talep dışında bir işi yoktu.”

Pervâne doğru yoldadır. Pervâne’nin aslî vatana dönme eyleminde yükseklik/terakkî hali devam eder. Bunu Şem‘in tecelli etmesiyle anlıyoruz:

Didi kim burda ol durur çâre
Azm kılam bu gice gülzâre

Gördi ol perdeden çıkar bir nûr
Ruh-ı dehre onunla gerdûn yur

Pervâne, Şem‘in ışığını/nûr müşâhedesini görür ona âşık olur, kendinden geçer ve bayılır. Pervâne “muhabbet” halini yaşar. Muhabbetin olduğu yerde ızdırap da vardır. Pervâne de ızdırap çeker ve yüzü sararır:

Çeşm-i ter u rûy-ı zerd dârî
Der-sîne zi-hicr-i derd dârî

“Yaşlı gözlerin, sarı yüzün, gönlünde de ayrılık derdin var”

Nihayet Pervâne’nin Şem‘e karşı duyduğu aşk, o kadar fazlalaşır ki bu aşk ile kıpkızıl bir divâne olur:

Âşık oldı şem‘e çünki pervâne
Işk ile oldı kıpkızıl dîvâne

Pervâne’nin yükselişine/terakkisine devam ettiğini sarı ve kızıl renklerden anlıyoruz. Kalpte tecelli eden ışıkların renkleri ile salikin içinde bulunduğu hal arasında paralellik vardır. Sarı renk zayıflığı, kırmızı da himmetin yani kudretin işaretidir

Bu da nefisle yapılan mücadelenin sertliğini gösterir. Buradan da Pervâne’nin nefs-i emmâreden sıyrılıp, nefs-i levvâmeye geldiğini anlıyoruz. Yine Pervâne’nin nuru müşahede etmesi de O’nun “levvâme” makamına ulaştığını gösterir.

Levvâme makamında kıpkızıl bir dîvâne olan Pervâne, derdine çare ara-maya başlar. Bu sırada karşısına Bâd-ı Sarsar/Nesîm çıkar. Pervâne bunlardan yardım ister. Bâd-ı Sarsar/Nesîm, Pervâne’ye acıyarak O’na yardım ederler. Bâd-ı Sarsar, Pervâne ile birlikte Şem‘in bulunduğu yere gelir, fakat Şem‘in dostu “ Fanus”tan büyük bir direniş görür. Sonunda Pervâne’yi Şem‘e ulaştıramayacağını anlayarak verdiği sözden dolayı utanır ve geldiği yere geri döner Nesîm de Pervâne’yi Şem‘in sarayının dışına kadar götürmesine rağmen içeri sokmak için çok uğraşır, fakat başarılı olamaz. Neticede Pervâne’den özür diler ve pencereden çıkıp gider

Pervâne her ne kadar “levvâme” makamında bulunuyorsa da Bâd-ı Sarsar ve Nesîm gibi madde dünyasına mensup olan kişiler ile arkadaşlık yaptığı için kendisi hâlâ emmarenin izlerini taşıyor diyebiliriz. Çünkü nefs-i levvâmenin iki yüzü vardır. Bir tarafı nefs-i emmareye diğer tarafı nefs-i mülhime’ye yönelmiştir. Eğer nefs-i levvâme, nefs-i emmâre’ye tabi olursa, emmâre kuvvetlenir, vücud mülkünü eline alır, mutasarrıfı olur. Onda haram olan arzu ve istekler belirir Bu da Pervâne’nin Şem‘e kavuşması için en büyük engeldir. Kendisinden yardım isteyen Pervâne’ye Anber şöyle cevap verir:

Çeşm-i cânunda yok durur ol fer
K’ide bî-perde âfitâba nazar

Hiç ola mı ki dîde-i huffâş
Tal‛at-ı âfitâbı seyr ide fâş

Yürü ey perr ü bâlı hasta-mekes
Vasl-ı ankâ da‛vasın itme heves

Ayrıca Pervâne, Nesîm’e Şem‘in sarayının giriş yolunu sorunca güler ve “ bu şahın sarayına girmek için ne benim iznim var ne de sana bir yol var” diyerek cevap verir. Buradan da anlaşılıyor ki Pervâne’de hâlâ nefs-i emmâre’nin izleri kalmıştır. Pervâne zor durumdadır. Aslî vatanına geri dönmesi için yükselişe devam etmesi gerekir. Bu da bulunduğu hal ve makamı aşmakla mümkündür. İşte Bâd-ı Sarsar ve Nesîm’in Pervâne’yi Şem‘in bulunduğu yerde yalnız başına bırakıp terk etmeleri, aynı zamanda Pervâne’deki son heva ve isteklerin de O’nu terk edip gittiğine işarettir

Nesîm ve Bâd-ı Sarsar’ın Pervâne’yi Şem‘e ulaştıramamalarının sebebi, O’nu koruyan, yabancıların O’nun yanına yaklaştırmayan dostlarının olmasıdır. Bunların adı “Kâfûr”ve “Fânûs”tur. Kâfûr, Şem‘in etrafında Pervâne’yi görür, onunla münazaraya başlar. Onu incitir, eziyet eder ve onu kovarak, Pervâne’yi Şem‘in bulunduğu yerden uzaklaştırır.

Kerd û-râ cefâ-yı gûnâgûn
Kerdeş ângeh be-sad-cefâ bîrûn

Gûyed ân rûz k’ez cefâ kâfûr
Kerd pervâne-râ zi-cânân dûr

“Kâfûr ona çeşitli cefalar yaptıktan sonra, onu yüzlerce cefayla beraber dışarı çıkardı. Kâfûr, o gün cefâ ederek Pervâne’yi canandan uzaklaştırdı.”

Fânûs da Şem‘i koruyandır. Şem‘i herkesten saklar, yüzünü kimseye göstermezdi. Pervâne’yi Şem‘e gammazlayarak, Şem‘in yanından uzaklaştırılmasını sağlar. Kâfûr ile Fânûs, âşık ile maşukun birleşmesini engelleyen unsurlar olarak karşımıza çıkar. Bunun tasavvufta karşılığı “hicâb/perde”dir.

Ol ki fânûs dinmişti şem‘e nikâb
Fi’l-mesel insânda yetmiş bin hicâb

İnsan geldiği yerdeki ülfet ve ünsiyet zevkini unutmayıp orayı arzu ederse, aradaki perdeleri kaldırması gerekir. Visale en büyük perde insanın kendi benliği, vücududur:

Perde keşf ola dirsen âhir-i kâr
Çeşm-i lâ-perde hâsıl it yüri var

Perde sensin hemîn aradan çık
Terk-i cân it bu gam-serâdan çık

Şem‘in etrafında tek başına kalan Pervâne, Şem‘den uzaklaştırılmasıyla aklı başından gider, deliye döner ve çöle yönelir. Çölde tek başına kalan Pervâne, sıkıntılı günler ve zifiri karanlık geceler yaşar. Pervâne korkulu anlar geçirmektedir. Bu korku gelecekte olabilecek kötü bir olaydan kalbin yanması, rahatsız olmasıdır. Çünkü Pervâne, çölde kendi kendine şöyle konuşur:

“Vuslata kavuştuğun zaman niçin ölmedim? Çünkü
bizim için ölmek arzuladığımız bir şeydi. Kim
bize Şem‘den haber getirir? Kim bizden Şem‘e
bir haber götürür? Kiminle onun bulunduğu yere
mektup göndereyim? veya ona can kuşunu yollayayım?”

Pervâne’nin endişesi geleceğe ait endişelerdir. Çünkü çölde tek başına kalan ve içini dökecek bir dostu dahi olmayan Pervâne’nin olabilecek olayları bilmeden beklemekten başka yapacak bir şeyi yoktur. Zira bu, Şem‘e kavuşamama gibi hoş olmayan bir şey de olabilir. Pervâne, “havf” makamında “haşyet” halini yaşamaktadır.

Şem‘in yanından uzaklaştırılmasıyla Pervâne için “araf” makamı dönemi başlar. Araf makamında ruhun bekletilmesi gerekir. Bu bekleyiş maşuka olan muhabbeti ve hasreti fazlalaştırır. Öyle bir mertebeye ulaşır ki, gayb âleminden kerametler ve inayetler ulaşmaya başlarYine bu “araf” makamında ruhaniyet nurları, gönül gözünde müşahede edilmeğe başlar ve salik kalbinin göğünde yıldızları ay ve güneşi temaşa eder

Şem‘den ayrılarak çöllere düşen Pervâne de uzun süre çöllerde dolaşır. Şem‘e karşı duyduğu şevk fazlalaşır ve önce, gökyüzünde yıldızların doğduğunu görür, onlarla konuşur ve “ben batanları sevmem” diyerek onlardan yüzünü çevirir. Sonra da gökyüzündeki ay ile konuşur, ondan yardım ister. Güneşle ko-nuşur, ondan da yardım ister, fakat sözlerine cevap alamaz.

Kimseden yardım göremeyen Pervâne’nin sabrı tükenir, takatı kesilir, feryat ve figan ederek aklını yitirme durumuna gelir. Pervâne, kendi varlığından bile bezme noktasındadır. Artık, O, “fakr” makamına ulaşmıştır. Kişinin kendisini mutlak surette Hakk’a muhtaç bilmesi demek olan “fakr” makamında yapacak tek hareket vardır. Allah’a yönelmek ve O’na yalvarmaktır. Çünkü Pervâne, kimseden yardım görmediği için Allah’a muhtaç olmuştur.

Fakr makamında bulunan Pervâne acz içinde Allah’a yalvarır. Pervâne’nin yoluna devam etmesi ve Şem‘e kavuşarak onda yok olması için, Allah’ın lütfunun Pervâne’ye ulaşması gerekmektedir. Pervâne’nin acz içinde yalvarması neticesinde Allah da katından O’na bir lütuf olarak Şeb-i Târîki/ Şeyh Nurullah’ı gönderir. Bu semboller Allah’ın yardımı olup, saliki Allah’a götüren yoldur ve güzel bir mükafattır:

Şeb-i târîk dimişdüm şem‘ün yâri
Hakîkatde oldı inâyet-i bârî

Bu gelen mürşid-i İlahîdür
Düşmen-i sohbet-i melâhîdür

Gönlidür râz-ı gaybdan âgâh
Şeyh-i devrân ü adı Nûrullâh

Bunlardan Şeyh Nurullah, Pervâne’nin önündeki visal engelini ortadan kaldırır. Şeb-i Târîk ve Nûr da Pervâne’yi bulduğu yerden alarak Şem‘in huzuruna getirirler. Şem‘in semtine gelen Pervâne’de Şem‘i görme arzusu aşırı derecede fazlalaşır. Çünkü O, bir şeyi arzu etmek, gönülden istemek sevilen bir şeye meyl ve teveccüh etmek demek olan “rağbet” makamına ulaşmıştır. Visali arzulayan Pervâne, Şem‘i arzulamaktan şaşkına dönmüş bir haldedir:

“Hızır’ın ab-ı hayatla yaşaması gibi, o da sevgiliye
kavuşma ümidi ile yaşamıştır. Ey güzel o, senin
muhitinde uzağında durmuş ve sana olan arzusu
nedeniyle kendinden geçmiştir.”

Pervâne, Şem‘in huzuruna varınca sinesi tutuşup alevlenir, kendinden geçer. Şevkiyle mest olur, halden hale girer. İçinden bir ah çekerek dönmeye başlar. Artık Pervâne “sekr” makamına ulaşmıştır. Bu makamın derecesi sevginin kuvveti ile sevileni algılama gücü ile orantılıdır. Öyle ki Şem‘in hizmetçisi Şem‘in zülüflerinden tutup bir tutam kesince, Pervâne kendinden geçer, ah çeker, halden hale girer, etrafında döner ve sonunda Şem‘in ayağının dibine düşer:

“Meşşâte, Şem‘in zülüflerinden tutup bir tutam kesti.
Pervâne onun şevkiyle mest oldu, halden hale girdi.
Döne döne sonunda Şem‘in ayağına düştü.”

Kul, marifette öyle bir sınıra varır ki Allah’ın kemal ve cemal sıfatlarını görür gibi olur, ruhunu Allah’a yakın görür. Hatta ruhu ve kalbi ile Allah arasındaki perdenin kaldırıldığını müşahede eder. İşte Şem‘ Pervâne’yi huzuruna çağırdığından hizmetçisi Meşşâte’den aradaki perdenin kalkmasını ister. Artık Şem‘ ile Pervâne arasındaki perdenin kalkma zamanıdır.

Hâhem ki ne-bâşedeş hicâbî
Ber-hîz ü be-rov be-kun sevâbî

“Arada perde olmasını istemiyorum: Kalk ve git, bir sevap yap” Zira perde, kulun kendi nefsidir. Allah onun nefsini aradan kaldırınca, kalp ve ruh Allah’a akar. Artık O, Allah’tan başkasını görmez. Çünkü basireti kapatan nefis perdesi açılmış, kalp gözünden bulutlar kaldırılmıştır

Nâgehân tarf-ı havza itdi nigâh
Âb içinden tecellî ider o mâh

Lîk perhîze kanı cânda mecâl
Kaplamışdur cihâñı nûr-ı cemâl

Derd ü gam bana kendü odumdur
Perde ol nûra bu vücûdumdur

Böylece “mükâşefe” makamında bulunan Pervâne’nin önündeki engeller kalkmıştır. “Uyuyan bahtı uyanmış, gül bezminde mihnet dikeni kalmamış: Sev-gili yabancıları yanından uzaklaştırmış, ümid gözünü yola dikerek âşığını beklemede…” Artık Pervâne, “müşâhede” makamına ulaşmıştır. Mükâşefe’den sonra gelen müşâhede, perdenin tamamen kalkması; engelsiz, perdesiz açıktan açığa sırların kalbe açılmasıdır. Bu hal kalbin basîret denen kendine has gözüyle gizli gizli bilgileri algılamasıdır. Sır göğe, gölge yapan perde bulutlarından te-mizlenince, garet burcunda şühûd güneşi görünür Şem‘, kendini tecellî ile Pervâne’ye gösterir:

Didi ey şehr-yar-ı hüsn ü cemâl
Bu tecellîye kimde ola mecâl

Tûr-ı aşkumda çagırup Lebbeyk
Hayretümden dirüm ki unzur ileyk

Beşeri vasıflardan ve aşağı arzulardan sıyrılan Pervâne, artık yanıp, yok olmaya hazırdır. O, yanarak vuslata nail olup, Şem‘le özdeşleşme noktasına gel-miştir. Yani “fenâfillah” mertebesine ulaşmıştır Cüzlerin, kendi cüz’i varlıklarını zât deryasında yok edip, zât olmaları demek olan fenâfillah, başka bir vücutla

Allah’ın ışığında yeniden hayata doğmak demek olan “ bekâbillah” mertebesinin eşiğidir

Ân sûhte şod be-şem‘ vâsıl
Ber-vey mî-suht şem‘-râ dil

“O, yanarak Şem‘in vuslatına nail oldu. Şem‘ için yanarak onun gönlü/alevi haline geldi”

Pervâne sevinç ve mutluluktan kendini kaybeder ve kendisini Şem‘in ateşine atarak, Şem‘in ışığında kaybolur. Daha doğrusu vücudu Şem‘in ışığına dönüşür. Şem‘le bir olmak bir yakadan baş çıkarmak isteyen Pervâne, arzusuna kavuşmuştur. Bu da bize Şem‘ ile Pervâne’nin birbirinden ayrı olmadığını göste-rir.

Böylece kelebeğin ateşe yolculuğu bitmiştir.

9. Şem‘ ü Pervâne Mesnevilerinde Sembolik Anlatım

Bilindiği gibi bir duyguyu, bir düşünceyi, bir kavramı ya da bir varlığı başka bir varlık ya da nesneyle somutlaştırarak, yani sembollerle canlandırıp anlatılmasına alegori denir. Başka tasavvufî eserlerde olduğu gibi Şem‘ ü Pervâne mesnevilerinde de alegoriye başvurulmuştur. Bu yolla da “bir şeyi, kendisiyle benzetme ilgisi bulunan başka şeylerle anlatma” denenmiştir.

Buradan hareketle sufîlerce nûr-ı ilahî demek olan şem‘ ve bu ilahî nura kavuşup onda yok olmak isteyen salik, pervâneye benzetilerek orijinal bir konu oluşturmuştur.

Fenâfillaha ermek isteyen salik/pervâne, maksada/şem‘e ulaşabilmesi için, çeşitli engellerle karşılaşarak, bunları birer birer aşması gerekecektir. Bu engel-ler, karşımıza başka başka semboller olarak çıkar. Böylece Şem‘ ü Pervâne mesnevilerinde şem‘ ve pervâne sembolünün yanında diğer semboller de yerlerini almış olur.

Bu semboller, Şem‘ ü Pervâne mesnevilerinde soyut ve somut kavramlar olarak karşımıza çıkar. Başka bir ifadeyle, eserlerdeki bazı kavramlar, sembollerle ifade edilmiştir. Mesnevilerde sembollerle ifade edilen kadrolar ile ne kastedildiğini bilemiyoruz. Zira bunların sembolik anlamları hakkında bilgi verilmemiştir. Sadece bu bilgiler Feyzî Çelebi’nin eserinde görülmüştür.

Ehlî-i Şîrâzî’nin Mesnevisi’ndeki Semboller

Anber: Şem‘in hizmetçisi, Nesîm: Şem‘ ile Pervâne’nin düşmanı, Fânûs: Şem‘ in otağı, Kâfûr: Şem‘in hizmetçisi, Nûr: Gizli sırları bilen, ümmî bir elçi

Fehmî’nin Mesnevisi’ndeki Semboller

Nesîm: İyiliğin sembolüdür. Meşşâte: Şem‘in hizmetçisidir.

Niyâzî’nin Mesnevisi’ndeki Semboller

Anber: Şem‘in hizmetçisi, Kâfûr: Şem‘in hizmetçisi, Nesîm: Sert huylu bir rakip, Hâce-i Nûr: Bir Allah dostunun kabri

Lâmi’î Çelebi’nin Mesnevisi’ndeki Semboller

Anber: Şem‘in hizmetçisi, Nesîm: Gönlü neşeli, içi aydınlık bir pir, Bahâr: Aydın görüşlü, eli açık ve cömert olup bağın amiri ve kumandanı, Bâd: Sert mi-zaçlı olup meclis ehlini yok eden, Kâfûr: Şem‘in hizmetçisi, Şeyh Nurullah: İlahî mürşid.

Mu’îdî’nin Mesnevisi’ndeki Semboller

Anber: Şem‘in hizmetçisi, Kâfûr: Şem‘in hizmetçisi, Hâce-i Nûr: Allah dostu birinin türbesi, Nesîm: Pevâne’nin Şem‘ ulaşmasına mani, engel olan

Feyzî Çelebi’nin Mesnevisi’ndeki Semboller

Bâd-ı Sarsar: Nefs-i emmâre, nefsin arzu ve istekleri, Fânûs: Âşığı, maşuktan uzak tutan engeller / perde, hicap, Şeb-i Târîk: Pervâne’ye gönderilen ilahî lütuflar, subh-ı sâdık: Halkı gaflet uykusundan uyandıran, Âfitâb: Subh-ı Sâdık’ın oğlu, âleme iyilik saçan birisi

Sonuç

Şem‘in çevresinde dönen ve şem‘in ateşinde kendini yakan kelebek ara-sındaki ilişki, şair ve yazarlara esin kaynağı olmuştur. Kelebeğin / pervânenin kendisini ateşe atarak varlığını yok etmesi, şairler ve yazarlar tarafından gerek beşerî aşkın, gerekse ilahî aşkın ifadesinde kullanılmıştır.

Şem‘le pervâne arasındaki ilişki, aşkı, âşığı ve sevgiyi sembolize etmiş-tir. Beşerî aşkta görülen âşık, pervâne sembolüyle, maşuk da şem‘ sembolüyle ifade edilmiştir. İlahî aşkta da pervâne, fenâfillah mertebesine ulaşmaya çalışan tarîk ehlini yani sâliki temsil ederken, şem‘de Tanrıyı simgeler. Ayrıca şem‘ ile pervâne kelimelerinden tamlamalar ve bileşik kelimeler teşkil edilerek, beşerî ve ilahî aşkta kullanılan yeni anlamlar da ortaya konulmuştur.

Şem‘ ü pervâne sembolleri önce mensur eserlerde yer almıştır. Özellikle de mutasavvıf yazarlar, tasavvufî duygu ve düşüncelerini açıklarken bu iki sembolden yararlanmışlardır. Şem‘ ü pervâne sembolleri daha sonra mesnevilerde küçük hikâye şeklinde ve münazara tarzında yazılmıştır. Mensur eserlerin ve mesnevîlerin yanında, divânlarda da şem‘ ü pervâne sembol ve şiirleri yer almıştır. Bu semboller, beyit, rübâî ve gazellerde, mutasavvıf olan veya olmayan şair-ler tarafından âşıkâne tarzda ele alınmıştır.

Başlangıçta sembol olarak kullanılan şem‘ ve pervâne kelimelerinden yola çıkarak XVI. yüzyıldan itibaren Fars edebiyatında müstakil bir eser olarak Şem‘ ü Pervâne mesnevîleri yazılmıştır.

Fars edebiyatında olduğu gibi Türk edebiyatında da önce şiirlerde görüle şem‘ ü pervâne sembolü XVI. yüzyıldan itibaren beyitlere paralel olarak pek çok tasavvufî eserde özellikle de mesnevîlerde küçük hikâyeler şeklinde görülmüştür. Daha sonra da XVI. yüzyılda Türk edebiyatında müstakil bir eser olarak Şem‘ ü Pervâne mesnevîleri yazılmıştır.

Böylece ortak kültürün insanı olarak, ortak malzemeyi kullanan şairler, gerek Fars diliyle gerekse Türk diliyle Şem‘ ü Pervâne mesnevîleri yazarak İslâmî doğu edebiyatlarında işlenen mesnevî konularına Şem‘ ü Pervâne’yi de katarak, bir geleneği, yani ortak malzemeyi kullanma geleneğini devam ettirmişlerdir.

KAYNAKÇA:

AFÎFÎ, Rahîm, Ferhengnâme-i Şi’rî, c. II, Tahran hş.
AHMED GAZZÂLÎ, Kitâb-ı Sevânih (nşr., Helmut Ritter), İstanbul
ARMUTLU, Sadık, Zâtî’nin Şem‘ ü Pervâne Mesnevisi (Basılmamış Doktora tezi), İnönü Üniversitesi SBE, Malatya
ATEŞ, Süleyman, Yüce Kur‛an‛ın Çağdaş Tefsiri, c. 11, İstanbul
ATEŞ, Süleyman İslam Tasavvufu, İstanbul
ATTÂR, Feridüddîn, Esrârnâme (nşr. Seyyîd Sâdık-ı Gevherîn ), Tahran hş.
ATTÂR, Feridüddîn, Mantıku’t-Tayr (nşr. Seyyîd Sâdık-ı Gevherîn), Tahran hş.
AYNÎ, Mehmet Ali, Tasavvuf Tarihi, İstanbul
BAŞARAN, Orhan, Makdisî’nin Arapça Keşfü’l-Esrârı ve Farsça Tercümesi (Basılmamış
Yüksek Lisans tezi), Atatürk Üniversitesi SBE, Erzurum
Büyük Larousse (Sözlük ve Ansiklopedisi), c. XV, İstanbul
CELÂLEDDÎN-İ RÛMÎ, Mevlânâ, Mesnevî-i Ma’nevî, c. II, Tahran ts.
DİHHUDÂ, Ali Ekber, Lugatnâme,c. XXXI, Tahran hş.
Dîvân-ı Eş’âr-ı Nâsır-ı Buhârâ’î (nşr. Mehdî Dırahşân), Tahran hş.
Dîvân-ı Kâmil Emîr Mu’izzî (nşr. Nâsır-ı Heyyirî), Tahran hş.
Dîvân-ı Menuçehrî-i Damgânî (nşr. Muhammed Debîr Siyâkî ), Tahran hş.
Dîvân-ı Mes’ûd-ı Sa’d-ı Selmân (nşr. Mehdî Nûriyân), Isfahan hş.
Dîvân-ı Senâ’î (nşr. Müderris-i Radavî), Tahran hş.
el-HALLÂC, Kitab al-Tawâsîn (nşr. Louis Massıgnon), Paris
el-MEKKÎ, Ebû Tâlib, Kûtu’l-Kulûb (trc. Muharrem Tan), c. I, İstanbul
ENÛŞE, Hasan, Ferhengnâme-i Edeb-i Fârsî, c. II, Tahran hş.
ESEDÎ-İ TÛSÎ, Ebû Mansûr, Lügat-ı Furs (nşr. Fethullah Müctebâ’î-Alî Eşref Sâdıkî), Tahran hş.
EŞREFOĞLU RÛMÎ, Müzekki’n-Nüfûs (nşr. Ali Arslan), İstanbul
FEYZÎ ÇELEBÎ, Şem‘ ü Pervâne (haz. Gönül seafoodplus.info), Harvard
GEVHERÎN, Seyyîd Sâdık, Ferheng-i Lugat u Ta‛birât-ı Mesnevî-i Celâleddîn Muhammed b. Hüseyn-i elhî, c. II, Tahran hş.
GÜLŞEHRÎ, Mantıku’t-Tayr-Tıpkı Basım, (nşr. Agâh Sırrı Levend), Ankara
Gülşehrî ve Feleknâme (haz. Saadettin Kocatürk ), Ankara
HEMEDÂNÎ, Aynu’l-Kudât, Temhîdât (nşr. Afîf Useyrân), Tahran hş.
İBN KAYYIM EL-CEVZİYYE, Medâricü’s-Sâlikîn, (trc. Ali Ataç ve diğerleri), c. III, İstanbul
İMAM GAZZÂLÎ, İhyâ&#;u Ulûmi’d-Dîn (trc. Abdullah Aydın), c. 4, İstanbul ts.
İMAM GAZZÂLÎ, Mişkâtü’l-Envâr (çev. Süleyman Ateş), İstanbul
İSMAİL-İ ANKARAVÎ, Minhâcü’l-Fukarâ, İstanbul
KANAR, Mehmet, Şem‘ ve Pervâne, İstanbul
KELÂBÂZÎ, Ta‘arruf (nşr. Süleyman Ateş), İstanbul
KURNAZ, Cemal, Hayali Beg Divanı Tahlili, Ankara
KUT, Günay, “Şem‘ ü Pervâne”, Türk Dünyası Edebiyat Kavramları ve Terimle-ri Ansiklopedik, Sözlüğü, c. V, Ankara
Külliyât-ı Eş’âr-ı Mevlânâ Ehlî-i Şîrâzî (nşr.Hâmîd-i Rabbânî),Tahran hş.
Külliyât-ı Kâsım-ı Envâr (nşr. Sa’îd-i Nefîsî), Tahrân hş.
LÂMİ’Î ÇELEBİ, Şem‘ ü Pervâne, Süleymaniye Ktp., Esad Efendi Kısmı, Nr.
MASSIGNON, Louis, La Passion de Hallaj, c. III, Paris
MEKKÎ, Hüseyin, Gülzâr-ı Edeb, Tahran hş.
MU‘ÎDÎ, Şem‘ ü Pervâne, Millet Ktp., Ali Emiri Kısmı, Nr.
MU‛ÎN, Muhammed, Ferheng-i Fârsî, c. II, Tahran hş.
MÜNZEVÎ, Ahmed, Fihrist-i Nüshahâ-yı Hattî-i Fârsî, c. III, Tahran hş.
NECMEDDÎN KÜBRÂ, Fevâihü’l-Cemâl/Tasavvufî Hayat (nşr. Mustafa Kara), İstanbul
NECM-İ RÂZÎ, Mirsâdü’l-İbâd (nşr. Muhammed Emîn-i Riyâhî), Tahran hş.
NİYÂZÎ, Şem‘ ü Pervâne, Süleymaniye Ktp., Kadızâde Mehmed Efendi Kısmı, Nr.
ÖZTÜRK, Yaşar Nuri, Kur’an ve Sünnete Göre Tasavvuf, İstanbul
RUZBİHÂN BAKLÎ, Şerh-i Şathiyyât (nşr. Henry Corbın), Tahran hş.
SADÎ-Yİ ŞÎRÂZÎ, Şeyh Muslîhüddîn, Gülistân (nşr. Gulâm Hüseyn-i Yûsufî),Tahran hş.
SADÎ-Yİ ŞÎRÂZÎ, Şeyh Müslîhüddîn, Sa’dînâme yâ Bûtsân(nşseafoodplus.info Emîrhîzî),Tahran hş.
Sahîh-i Müslim Tercüme ve Şerhi (trc. Ahmed Davutoğlu), c. X, İstanbul
Sohanân-ı Manzûm-ı Ebû Sa’îd-i Ebû’l-Hayr (nşr. Sa’îd-i Nefîsî), Tahran hş.
SÜHREVERDÎ, Avârîfü’l-Ma‘ârif (haz. Kamil Yılmaz-İrfan Gündüz), İstanbul
ŞEMŞEDDÎN SÂMÎ, Kâmûs-ı Türkî (nşr. Ahmed Cevdet), c. I, İstanbul
ŞÜKÛN, Ziya, Gencîne-i Güftâr, c. II, İstanbul
TARLAN, Ali Nihat, Şeyhî Dîvânı’nı Tetkik, İstanbul
TEZCAN, Nuran, “Bursalı Lâmi‘î Çelebi” Türkoloji Dergisi, c. VIII, Ankara
TOLASA, Harun, Ahmet Paşa’nın Şiir Dünyası, Ankara
ULUDAĞ, Süleyman, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, İstanbul
YAZIR, Elmalılı M. Hamdi, Hak Dini Kur’an Dili, c. 9, İstanbul ts.

Dipnotlar:

1. Ali Ekber Dihhudâ, Lugatnâme,c. XXXI, Tahran hş., s. ; Muhammed Mu‛in, Ferheng-i
Fârsî, c. II, Tahran hş., s.
2 Rahîm-i Afîfî, Ferhengnâme-i Şi’rî, c. II, Tahran hş., s; Hasan-ı Enûşe, Ferhengnâme-i Edeb-i Fârsî, c. II, Tahran hş., s.
3 Rahîm-i Afîfî, a.g.e.,seafoodplus.info,s
4 Rahîm-i Afîfî, Ferhengnâme-i Şi’rî, c. II, s.
5 Ali Ekber Dihhudâ, Lugatnâme, c. XXXI, s.
6 Rahîm-i Afîfî, a.g.e., c. II, s.
7 Rahîm-i Afîfî, a.g.e., c. II, s.
8 Hasan-ı Enûşe, Ferhengnâme-i Edeb-i Fârsî, c. II, s. ; Rahîm-i Afîfî, a.g.e., c. II, s.
9 Süleyman Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, İstanbul , s.
10 Ali Ekber Dihhudâ, a.g.e., c. XXXI, s. ; Rahîm-i Afîfî, a.g.e., c. II, s. ; Ziya Şükûn, Gencîne-i Güftâr, c. II, İstanbul , s.
11 Rahîm-i Afîfî, a.g.e.., c. II, s. vd.
12 Ali Nihat Tarlan, Şeyhî Dîvânı’nı Tetkik, İstanbul , s. , , ; Harun Tolasa, Ah-met Paşa’nın Şiir Dünyası, Ankara , s. vd.; Cemal Kurnaz, Hayali Beg Divanı Tahlili, Ankara, s. vd.
13 Seyyîd Sâdık Gevherîn, Ferheng-i Lugat u Ta‛birât-ı Mesnevî-i Celâleddîn Muhammed b. Hüseyn-i Belhî, c. II,Tahran hş, s. ; Ali Ekber Dihhudâ, a.g.e., c. XII, s.
14 Muhammed Mu‛în, Ferheng-i Farsî, c. I, s
15 Muhammed Mu‛în, a.g.e., c. I, s; Ziyâ Şükûn, a.g.e., c. I, s. ; Büyük Larousse (Sözlük ve Ansiklopedisi), c. XV, İstanbul , s.
16 Büyük Larousse Sözlük, c. XV, s.
17 Muhammed Mu‛în, Ferheng-i Farsî, c. I, s. ; Ziyâ Şükûn, Gencîne-i Güftâr, c. I, s.
18 Ziyâ Şükûn, Gencîne-i Güftâr, c. I, s.
19 Şemşeddîn Sâmî, Kâmûs-ı Türkî (nşr. Ahmed Cevdet), c. I, İstanbul , s. ; Büyük Larousse Sözlük, c. XV, s.
20 Rahîm-i Afîfî, Ferhengnâme-i Şi’rî, c. I, s.
21 Rahîm-i Afîfî, a.g.e., c. I, s.
22 Süleyman Ateş, Yüce Kur‛an‛ın Çağdaş Tefsiri, c. 11, İstanbul , s.
23 Elmalılı M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, c. 9, İstanbul ts, s.
24 Süleyman Ateş, a.g.e., c. 11, s.
25 Sahîh-i Müslim Tercüme ve Şerhi (trc. Ahmed Davutoğlu), c. X, İstanbul , s.
26 İmam Gazzâlî, Mişkâtü’l-Envâr (çev. Süleyman Ateş), İstanbul , s.
27 İmam Gazzâlî, a.g.e., s. 41 vd.
28 Süleyman Ateş, Yüce Kur’an’ın Çağdaş Tefsiri, c. VI, s.
29 Feyzî Çelebî, Şem‘ ü Pervâne (haz. Gönül A. Tekin), Harvard , s.
30 Feyzî Çelebî, a.g.e., s
31 Necm-i Râzî, Mirsâdü’l-İbâd (nşr. Muhammed Emîn-i Riyâhî), Tahran hş., s.
32 Feyzî Çelebi, a.g.e., s.
33 Louis Massıgnon, La Passion de Hallaj, c. III, Paris , s.
34 el-Hallâc, Kitab al-Tawâsîn (nşr. Louis Massıgnon), Paris , s.
35 el-Hallâc, a.g.e., s.
36 el-Hallâc, a.g.e., s.
37 Ebû Tâlib el-Mekkî, Kûtu’l-Kulûb (trc. Muharrem Tan), c. I, İstanbul , s.
38 Ebû Tâlib el-Mekkî, a.g.e., s.
39 İmam Gazzâlî, Mişkâtü’l-Envâr, s.
40 İmam Gazzâlî, a.g.e., s.
41 İmam Gazzâlî, İhyâ&#;u Ulûmi’d-Dîn (trc. Abdullah Aydın), c. 4, İstanbul ts., s.
42 İmam Gazzâlî, a.g.e., s.
43 İmam Gazzâlî, a.g.e., s.
44 İmam Gazzâlî, a.g.e., s.
45 İmam Gazzâlî, a.g.e., s.
46 Ahmed Gazzâlî, Kitâb-ı Sevânih (nşr., Helmut Ritter), İstanbul , s.
47 Ahmed Gazzâlî, a.g.e., s. 59 vd.
48 Ahmed Gazzâlî, a.g.e., s.
49 Ahmed Gazzâlî, a.g.e., s.
50 Ahmed Gazzâlî, a.g.e., s.
51 Ahmed Gazzâlî, a.g.e., s. 59 vd.
52 Aynu’l-Kudât-ı Hemedânî, Temhîdât (nşr. Afîf Useyrân), Tahran hş., s
53 Aynu’l-Kudât-ı Hemedânî, a.g.e., s.
54 Aynu’l-Kudât-ı Hemedânî, a.g.e., s. vd.
55 Aynu’l-Kudât-ı Hemedânî, a.g.e., s.
56 Aynu’l-Kudât-ı Hemedânî, a.g.e., s.
57 Aynu’l-Kudât-ı Hemedânî, a.g.e., s.
58 Ruzbihân Baklî, Şerh-i Şathiyyât (nşr. Henry Corbın), Tahran , s.
59 el-Hallâc, Kitâb al-Tawâsîn, s.
60 Orhan Başaran, Makdisî’nin Arapça Keşfü’l-Esrârı ve Farsça Tercümesi (Basılmamış
Yüksek Lisans tezi), Atatürk Üniversitesi SBE, Erzurum , s.
61 Orhan Başaran, a.g.t., s.
62 Necm-i Râzî, Mirsâdü’l-İbâd, s.
63 Necm-i Râzî, Mirsâdü’l-İbâd, s
64 Necm-i Râzî, a.g.e., s.
65 Necm-i Râzî, a.g.e., s.
66 Necm-i Râzî, a.g.e., s.
67 Feridüddîn Attâr, Mantıku’t-Tayr (nşr. Seyyîd Sâdık-ı Gevherîn), Tahran hş., s.
68 Feridüddîn Attâr, a.g.e., s. vd.
69 Feridüddîn Attâr, Mantıku’t-Tayr, s. vd.
70 Feridüddîn Attâr, Esrâr-nâme (nşr. Seyyîd Sâdık-ı Gevherîn ), Tahrân hş., s.
71 Şeyh Müslîhüddîn Sadî-yi Şîrâzî, Gülistân(nşr. Gulâm Hüseyin-i Yûsufî),Tahran hş.,s.
72 Şeyh Müslîhüddîn Sadî-yi Şîrâzî, Sa’dînâme yâ Bûstân (nşr. İsmail Emîrhîzî), Tahran hş.,
s.
73 Şeyh Muslîhuddîn Sadî-yi Şîrâzî, a.g.e., s.
74 Sahîh-i Müslim Tercüme ve Şerhi, c. X, s.
75 Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, Mesnevî-i Ma’nevî, c. II/ Tahran hş., s.
76 Mehmet Kanar, Şem‘ ve Pervâne, İstanbul , s.
77 Mehmet Kanar, a.g.e., s.
78 Hüseyin Mekkî, Gülzâr-ı Edeb, Tahran hş., s.
79 Dîvân-ı Menuçehrî-i Damgânî (nşr. Muhammed Debîr Siyâkî ), Tahran hş., s. 26, 70; Dîvân-ı Mes’ûd-ı Sa’d-ı Selmân (nşr. Mehdî Nûriyân), İsfahan hş., s. ; Ebû Mansûr Esedî-i Tûsî, Lügat-ı Furs (nşr. Fethullah Müctebâ’î-Alî Eşref Sâdıkî), Tahran hş., s.
80 Sohanân-ı Manzûm-ı Ebû Sa’îd-i Ebû’l-Hayr (nşr. Sa’îd-i Nefîsî), Tahran hş., rubâ’i-yi çehârum.
81 Dîvân-ı Kâmil Emîr Mu’izzî (nşr. Nâsır-ı Heyyirî), Tahran hş., s.
82 Dîvân-ı Senâ’î (nşr. Müderris-i Radavî), Tahran hş., s, ,
83 Dîvân-ı Senâ’î, s.
84 Dîvân-ı Eş’âr-ı Nâsır-ı Buhârâ’î (nşr. Mehdî Dırahşân), Tahran hş., s.
85 Dîvân-ı Eş’âr-ı Nâsır-ı Buhârâ’î, s.
86 Külliyât-ı Kâsım-ı Envâr (nşseafoodplus.info’îd-i Nefîsî), Tahran hş., s.
87 Külliyât-ı Kâsım-ı Envâr,s.
88 Külliyât-ı Kâsım-ı Envâr, s.
89 Külliyât-ı Eş’âr-ı Mevlânâ Ehlî-i Şîrâzî (nşr. Hâmîd-i Rabbânî),Tahrân hş., s
90 Külliyât-ı Eş’âr-ı Mevlânâ Ehlî-i Şîrâzî, s. /b
91 Külliyât-ı Eş’âr-ı Mevlânâ Ehlî-i Şîrâzî, s. /b
92 Ahmed-i Münzevî, Fihrist-i Nüshahâ-yı Hattî-i Fârsî, c. III, Tahran hş., s. vd.
93 Külliyât-ı Eş’âr-ı Mevlânâ Ehlî-i Şîrâzî (nşr. Hâmîd-i Rabbânî),Tahrân hş., s
94 Mehmet Kanar, Şem‘ ve Pervâne, s.
95 Mehmet Kanar, a.g.e., s.
96 Mehmet Kanar, a.g.e., s.
97 Mehmet Kanar, a.g.e., s.
98 Mehmet Kanar, a.g.e.., s.
99 Mehmet Kanar, a.g.e., s.
Mehmet Kanar, a.g.e., s.
Günay Kut, “Şem‘’ ü Pervâne”, Türk Dünyası Edebiyat Kavramları ve Terimleri Ansiklopedik Sözlüğü, c. V, Ankara , s.
Günay Kut, “Şem‘’ ü Pervâne”, a.g.e., s. ; Gülşehrî, Mantıku’t-Tayr-Tıpkı Basım (nşr. Agâh Sırrı Levend), Ankara , s.
Gülşehrî ve Feleknâme (haz. Saadettin Kocatürk ), Ankara , s.
Sadık Armutlu, Zâtî’nin Şem‘ ü Pervâne Mesnevisi (yayınlanmamış Doktora tezi), İnönü Üni-versitesi SBE, Malatya , s.
Sadık Armutlu, a.g.t., s.
Günay Kut, “Lâmî’i Çhelebi and His Works” Journal of Near Eastern Studies, Volume 35,
Chicago , number 2, p.
Nuran Tezcan, “Bursalı Lâmi‘î Çelebi” Türkoloji Dergisi, c. VIII, Ankara , s.
Mu‘îdî, Şem‘ ü Pervâne, Millet Ktp., Ali Emiri Kısmı, Nr. , v. 5b/str.
Feyzî Çelebi, Şem‘ ü Pervâne, s.
Feyzî Çelebi, a.g.e., s. 2.
Feyzî Çelebi, Şem‘ ü Pervâne, İnceleme-Metin (haz. Gönül A. Tekin), Harvard
Mehmet Ali Aynî, Tasavvuf Tarihi, İstanbul , s.
Yaşar Nuri Öztürk, Kur’an ve Sünnete Göre Tasavvuf, İstanbul , s.
İmam Gazzâlî, İhyâ’u Ulûmi’-Dîn, c. III, s.
Nûr suresi, ayet
Lâmi’î Çelebi, Şem‘ ü Pervâne, Süleymaniye Ktp., Esad Efendi Kısmı, nr. , va/str
Lâmi’î Çelebi, a.g.e., v. 20a/str. 7.
Feyzî Çelebi, Şem‘ ü Pervâne , s. 15/b,
Feyzî Çelebi, a.g.e.., s. 65/b.
İsmail-i Ankaravî, Minhâcü’l-Fukarâ, İstanbul , s.
Feyzî Çelebi, Şem‘ ü Pervâne, s. 65/ b. ,
Lâmî’î Çelebi, Şem‘ ü Pervâne, v. 20b/str. 5, 7.
Süleyman Ateş, İslam Tasavvufu, İstanbul , s.
Niyâzî, Şem‘ ü Pervâne, Süleymaniye Ktp., Kadızâde Mehmed Efendi Kısmı, Nr. ,13b/str. 4.
Lâmî’î Çelebi, a.g.e., v. 21b/str. 13,
Fehmî, Şem‘ ü Pervâne, v. 26a/str. 5.
Feyzî Çelebi, Şem‘ ü Pervâne, s. 68/b.
Necmeddîn Kübrâ, Fevâihü’l-Cemâl / Tasavvufî Hayat (nşseafoodplus.infoa Kara), İstanbul , s.
Feyzî Çelebî, a.g.e., s. 73/b.
Fehmî, a.g.e., v. 19a/str. 6.
Eşrefoğlu Rûmî, Müzekki’n-Nüfûs (nşr. Ali Arslan), İstanbul , s. vd.
Lâmı‛î, Şem‘ ü Pervâne, v. 23b/ s.
Fehmî, Şem‘ ü Pervâne, vb/ s.
Feyzî Çelebî, Şem‘ ü Pervâne, s
Niyâzî, Şem‘ ü Pervâne, v. 18a/str. 2, 4.
Feyzi Çelebi, a.g.e., s. 96/b.
Lâmi’î, Şem‘ ü Pervâne, v. 24a /str.
Ehlî, Şem‘ ü Pervâne, s.
Feyzi Çelebi, Şem‘ ü Pervâne, s.
Feyzi Çelebi, a.g.e., s.
En‛am Suresi, ayet
Feyzî Çelebi, Şem‘ ü Pervâne, s. 96/b.
Lâmi’î, Şem‘ ü Pervâne, v. 50a/str.
Fehmî, Şem‘ ü Pervâne, v. 54a /str.
Fehmî, a.g.e., v. 52a /str.
Fehmî, Şem‘ ü Pervâne, v. 50a/str. 4.
İbn Kayyım el-Cevziyye, Medâricü’s-Sâlikîn, (trc. Ali Ataç ve diğerleri), c. III, İstanbul ,s.
Lâmi’î, Şem‘ ü Pervâne, v. 43a/str. 5, 9,
Lâmi’î, a.g.e., v. 45a/str.
Süleyman Ateş, İslâm Tasavvufu, s.
Lâmi’î, a.g.e., v. 43b/str.
Sühreverdî, Avârîfü’l-Ma‘ârif (haz. Kamil Yılmaz-İrfan Gündüz), İstanbul, s. vd.
Kelâbâzî, Ta‘arruf (nşr. Süleyman Ateş), İstanbul , s. vd.
Fehmî, Şem‘ ü Pervâne, v. 57b/str. 2, 5.

Dr. Sadık Armutlu

İnönü Üniversitesi Fen Edebiyat Fak. Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü Öğrt. Üyesi.

A.Ü. Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Dergisi Sayı 39, Erzurum

Prof. Dr. Hüseyin AYAN Özel Sayısı

Bunu beğen:

BeğenYükleniyor

İlgili

 

nest...

batman iftar saati 2021 viranşehir kaç kilometre seferberlik ne demek namaz nasıl kılınır ve hangi dualar okunur özel jimer anlamlı bayram mesajı maxoak 50.000 mah powerbank cin tırnağı nedir