esra ismi ile ilgili görseller / TÜBA-KED Türkiye Bilimler Akademisi Kültür Envanteri Dergisi » Sayı: 25

Esra Ismi Ile Ilgili Görseller

esra ismi ile ilgili görseller

Esra İsmine Özel Akrostiş Şiir

Esra ismi ile ilgili akrostiş şiirler, Esra isminin baş harflerinden oluşan en güzel akrostiş şiirler burada.

Ey güzelliğine kurban olduğum sevgilim
Sevmişim seni yollarını gözlediğim
Rahmetine her zaman şükrettiğim..
Anla beni artık dünyamdaki ahiretliğim
Derya Umar

Elini tuttugum anda
Sana ilk baktıgım anda
Ruhumu sana adadıgım da
Anladım ki seni seviyorum…?

Eşsiz bir güzelliksin, sen ki gökyüzü meleği,
Serseri yüreğime girdin artık, kaçamazsın
Rüyalarımı süsleyen kalbimin tek çiçeği,
Ayrılıkları unut artık benden kopamazsın !

Esen rüzgarlar gibi değil
Sessiz sessiz masum masum arar dururum seni
Razı gelmesede bu gönlün yinede sev beni
Ararsan birgün beni eline kalbine koy ordayım gönlümün sahibi…

Eskiden başkasını severdim şimdi ise seni
Seviyorum ben seni gönlümün sahibi
Razı geldim ben onunla seviyorum ben onu duy beni Ya Rabbi
Ahd içtim senin için adın kalbimde yazılı gibi..

Eğilip önünde diz çöksem tutunup ellerine
Samimi duygularımı anlatsam bakarak gözlerine
Rüyalarımın gerçek olmasını dilesem tanrıdan
Acaba kabul eder mi bilmem ama dualarım seninle

Esir düştüm kalbine
Sensiz kaldığım zaman
Rahatlıyorum adanını duyunca
Al beni götür beni kendinle

Ezelden beri sevdim seni
Sabah ezanı okunurken vurdum kendimi
Resmime bakıp överdin beni
Ağladım kabrimde çürüdü tabutum…
İrem

Eğer ki birgün sorarsan beni,
Serseri kalbimde bulursun kendini,
Rüzgârlı bir günde tanıdım seni,
Allah ayırmasın bizi…

Elimde bir deste gül
Sana geliyordum
Rüyamdaydın gülümsüyordun
Aşk demek buymuş bilmiyordum
Esra

Eski defterlerde, tozlanmış raflarda bıraktım adını
Sanma yerime geçen seni benden iyi tanır
Rahatsız ettiysem özür dilerim ben hala o saf aşığın
Ansızın diyorum gel artık kalmadı hayatımın sensiz tadı

Esmer meleğim
Sevdim seni bir defa
Razı ol bu deli aşığına
Atlı prensin olayım

Esmerdir o güzel tenin
Sanki başka bir dünya gözlerin
Rüzgarda bile daha derin
Aşığım varsa senin haberin

Elveda deme ne olursun bana
Suretinde kaybolmak istedim her dakika
Rüyalarıma girdin ceylan bakışlarımla
Alıp götürdün kalbimi uzak diyarlara
Derya Umar

Elveda deme bana
Suretine kapılayım her dakika
Razı ol hadi bu deli aşığına
At bu çocukla adımını sonsuzluğa
Derya Umar

Eksik kaldı sensiz bu şehir
Sabrım taştı, yokluğun yaktı beni
Rahat uyku haram oldu..
Aşkın yaktı beni…

Eğer özlersem seni
Senin o güzel gözlerini
Ruhuma gömerim
Aşkların en güzelini

esra akrostiş, esra ismine özel akrostiş şiir

Ela gözleri ile yüreğimde yeri
Seni seviyorum bunu bil emi
Rabbim yanımdan ayırmasın seni
Aklımın kaldığı yüreğimin yandığı canım sevgilime
Ersin Çınar

Ellerin pamuk gibi
Sözllerin melek gibi
Ravzanda hep uçacak
Aşkın ebedi olacak

En güzel anne sensin
Senin o güzel gülüşün
Rüyalarıma giriyorsun
Aşkım herşeyim
Sena Cansu

Esir düştü sana kalbim
Sensiz bu dünyada
Rüzgarlar gibi esip dursan
Aklımdan hiç çıkmadan
Orhan

Ey güzeller güzeli içimdeki hisleri
Sana nasıl anlatsam bir becerebilseydim
Ruhuma huzur veren gözlerinde gözlerim
Alır götürür beni kaybolurda giderim
Masmavi hülyalardan uyanabilir miyim

Esra ile daldım aleme
Serin sularda idim seninle
Rüzgar bile durduramazdı bizi
Arzuladım birkere

Evrende senin gibi güzel yok
Seni çok çok seviyorum
Rüyamda ve rüyalarımda seni yaşamak istiyorum
Anlatılamazsın seni ben KALBİMİN derinliklerin yaşıyorum
Enis

Ellirinden tutup seninle sonsuza koşmak isterim
Senin yanından hiç ayrılmamak isterim
Rakiplerimiz olmasın olamasın bizim
Ayrılmadan bir ömür yaşayalım
Süleyman Celep

Eğer olurda bir gün ayrılırsak
Sana olan sevgimi sakın unutma
Resmin hep kalbimin üzerindeki cebdedir
Ansızın ölürsemde sakın çıkartmayın
Cenap Gümüştaş

Ettiğim tüm yeminler yalandı güzel kız
Sarardı kalbim çalındı yerinden çalan ise kayıp bir hırsıız
Rol yapmayı bıraktık artık bu çocuk şansız
Anlamsızdı sana bağlanmam yine kapımdasın arsız..

Evvelde sen vardin ezelimde sen ol
Sensizlik kurak bi çöl,gel de bi yudum su ol
Rayihan sarsın her yanımı,yoksa çekilmez bu yol
Artık gel bitanem, ezelim sendin ebedim sen ol…
Sami

Esram sevgi dolu meleğim
Sırma gibi masum
Rabia çiçeği gibi güzel
Aşkımsın meleğimsin
Esra

Ey esra gittinde eline ne geçti
Seni herşeyden seviyordum
Rüyamda hayallerimde taşıyordum seni
Aşkımız bitmeyecek anlıyormusun sen gitsende bitmeyecek
Minarelerde rüyalarda buluşalım esram
Esra

Esir aldın beni kendine
Sevdim seni delice
Rüyalarıma girdin her gece
Aşkım benim bir tanem

Eşsiz bir güzelliksin gökyüzümün meleği
Sessiz sesiz masumca her gece sevdim seni
Rüyalarımı süsleyen kadın,gökyüzümün sahibi
Ansızın çıkıp gelsen dünyalar benim olacak sanki
Kaptanbey

Evvel zaman içinde yokluğun var olsan benimsin eminim,
Sel olsan akarım ya peşinden ateş olsan eririm,
Rayiha gibisin ya bir de koklasam doymam bilirim,
Allah’ım şahidim olsun bir de, benimsen hep seninim.
Han Ş.

En çok sevenim sen oldun
Saygım sevgim sana olsun
Ruhunda gölgeni özlerim
Aşk demek buymuş bilmiyordum
Muhammet

En güzel günlerim seninle geçti
Sensiz günlerimi sürgün sayarım
Rüyalarımdasın, düşlerimdesin
Adını sayıklar aşkınla yanarım
Deniz Önel

Esra ismi karlıkta aşk kokusu kokan yolda yürümek
Sanki korku var gibi gelir ama korku değil ask var
Renkli dünyamın yıldızı
Aşk kokan dünyaaaa….

Eğer bir gün gittiğim yerden dönmezsem
Seni unuttuğumu sanıp ağlama bahar gözlüm
Razı ol kadere benim ruhum hep seninle
Aşkımız ömür boyu solmayacak bunu böyle bile

En güzel günlerini yaşıyorsun inan bana
Sakın ha bu hayattan usanma bak yaşamaya
Rüyalar kadar güzelsin, çok alımlısın
Ama bunun kıymetini bil yaşa hayatı doyasıya…
Kevser

El ele tutuşmuşuz yine bir yağmurun altında
Sanki bekliyor bir ufuk uzaklarda
Rerngarenk bir gökkuşağının altında
Aklımdan geçenler dilimin ucunda
Esra

Ey Sevgili Dayasam Kulağını Kalbime.
Sana Olan Sevdamı Duysan Kalbimden.
Rivayet Etsen Sana Olan Sevgime Yürekten.
Ansızın Çıka Gelsen Ruhuma Bedenimden.
Aşk Şair

Eski sevgilim geri dönmüş
Seviyorum sanıyor hala öküz
Rahat vermiyor bir türlü
Anlamıyor ki özürlü..
Esra

Ellerim ellerindeydi bir zamanlar
Senin o gülüşlerin benim canımı yakar
Rize çayı gibisin içtikçe doyamıyorum sana
Artık başkaları içsin o çayı ben liptona dödüm ya
Esra

Ellerini tutunca
Sonsuluğa uzanınca
Resminede bakınca
Anladım ki seviyorum
Esra

Esradır onun adı.
Sevinçi tadandı
Rivayetlere inanır
Allah yolundan başka hiçbir yola sapmaz
Esra

Esmerdir güzel tenin.
Sanki başka bir dünya gözlerin.
Ruhuma huzur veren gözlerin.
Ansızın yaktı yüreğimi.
Halil Ceylan

Esra gibi gözlerin var
Sevip bırakmanın ne anlamı var
Resmini çizdim seni sevdim
Allah seni bana vermiş
Eso

Elini tuttuğum
Saçlarını okşadığım
Ruhumu adadığım
Adını kalbime kazıdığım

Esen rüzgara söyledim her şeyi,
Sevgimi de neşemi de huzurumu da…
Rüzgar taşıyamadı onca şeyi…
Aldım bu koca aşkı sırtıma…

Eş yüreğimi hele mezarcı kimi bulacaksın…
Sabırla vur kazmanı gerçek aşka ulaşacaksın.
Rüya misali kazdıkça şaşırıp öylece kalacaksın…
Aşkın ne zalim olduğunu ancak o zaman anlayacaksın….

Ellerin ellerimde
Sevdan yüreğimde
Rüyalarımdasın hayallerimde
Ansızın gel birgün
Mezara girmeden
Aliş Kabak

Ey yar ateş sen yanmaya
Soğuk san donmaya
Rüzgardan büzüşmeye
Aşık san aşkından yanmaya geldim ben

İlginizi Çekebilir: Esra İsminin Anlamı

Ellerinden tutup seninle sonsuza koşmak isterim
Sevgimi de neşemi de huzurumu da seninle yaşamak
Rüyalarımı süsleyen kalbimin tek çiçeği
Anlatılamazsın seni ben KALBİMİN derinliklerin yaşıyorum
Çınar Can

Ey “Gülüm” dediğim!
Seni ben güneş gibi sevmedim akşam hayatım diye
Rüzgar gibi sevmedim seni ben eser geçerim diye
Allah’a her gün şükrederim seni karşıma çıkardı diye
Aşık

Edebi bir aşkla yaslansak
Sevinç hüzün mutluluk hep bir arada olsak
Rüya değil de gerçeği yaşasak
Aklımı başından alan sevdam
Onur Aksoy

Eser gönlümde bir deli fırtına
Serserice çarpar yüreğime
Racon kesercesine eyer
Aşk buysa bak ilk kelimelerine
Ayhan61

Elimde olmadığını biliyorsun değil mi
Sana bakıp tekrar tekrar aşık olmak
Rüyalarımı süslüyor senin o güzel gözlerin
Anlatılmaz dır ESRA seninle aynı dünyada yaşamak
Furkan Aksoy

Ey gönlümün efendisi
Seni seviyorum
Rüyalarımdasın her gece
Aşkımız bitmeyecek gönlümün sultanı
Veysel Fidan Karani

Eli yüzü temiz,
Sevimli arkadaşım.
Rüyamda gördüm seni,
Alıp götürdün beni.

Elbet buluşur bir gün yolumuz
Sen ben değil biz olmuşuz
Razı olduk biz yorulmuşuz
Ama kaderden ötesi yoksunmuşuz.

Etiketler:Akrostiş ŞiirEsra Akrostiş

Kimimiz hayatta bazı yolların sebepsiz kesişmediğine inanışımızdan kadere inanırız. Şimdi dönüp baktığımızda yoldan geçen o an bizim için herhangi birisi yarın bir gün hayatımıza çok farklı şekilde girebilmekte.  Aslında kaderin ağlarını okuyabilsek, hani o filmlerde keşke bunu bilseydi baş karakter öncesinde şunu yapar, şöyle olurdu gibi ihtimalleri farklı bir boyuta taşımış olurduk ama o zamanda hayat bu kadar bilinmez ve bunun sonucunda ise belkide bu kadar yaşanılır olmazdı.

Viyana&#;da yılı da öyle bir dönemdi. Birbirine yakın sokaklar arasında tarih sahnesinden çok yakından tanıdığımız ve dünya ideolojisine yösan veren Stalin, Adolf Hitler, Sigmund Freud, Josip Broz, Leon Trotsky ve Tito gibi kişilere Viyana ev sahipliği yaptı.

Map of central Vienna in , showing homes and favourite haunts of key characters

O dönem Viyana, çoğunluğu Bohemia ve Moravia&#;dan geldiği gibi nüfusunun yarısından azı kendi yerlisinden oluştuğundan multi kültürel bir yapıya sahipti. Bu yüzden Avusturya-Macaristan İmparatorluğunun ordusu Almanca hariç, 11 dilde komuta edilmesi  gerekiyordu.

Osmanlı İmpratorluğu&#;nun yılında başarısız Viyana kuşatması sonucu şehre miras bıraktığı kahve kültürünün gelişmesinden sonra ileri gelen tartışmaların ve konuşmaların yapıldığı mekanlar olan cafe&#;ler de ortaya çıkmış ve bu multi kültürel ortamı daha da kaynaştırmıştır. Bu dönem, Freud, Cafe Landtmann&#;da takılırken, Trotsky ve Hitler ise buradan çok kısa mesafe uzaklıkta olan Cafe Central sık uğrak yerleriydi.

freud ile ilgili görsel sonucu

Çocukken Viyana&#;ya taşınmış ünlü nörolog Sigmund Freud&#;un &#; yılında Avusturya&#;nın Nazilere bağlanmasından dolayı şehirden ayrılmasına neden olan etkili ve o dönem aynı sokaklarda belkide yanından geçen Adolf Hitler&#;den bir haberdi.

Hitler ise hepimizin bildiği gibi Viyana Güzel Sanatlar Akademisini kazanamamış hayatını resim yaparak sürdürmeye çalışan orada sade bir gençti. Hitler nereden bilecekti ki, belkide aynı cafede bir şeyler yiyip içerken yan masasında ise Stalin olduğunu ve yıllar sonra bu kişinin en büyük hayalinin kendisini canlı ele geçirmek ve bir kafes içinde şehir şehir dolaştırıp halka teşhir etmek olduğunu.

hitler ile ilgili görsel sonucu

O sırada ise Stalin kısa süreliğine Viyana&#;ya gelip, Trotsky ile bir arada görüşmeler yaptığı sırada aynı zamanda Marksizim üzerine dünya tarihine yön verecek bir çalışma içindeyken, Trotsky bilemezdi &#;Pravda&#; için uğraşlar içindeyken, sonrasında Stalin iktidar olunca Türkiye&#;ye sürgün edilmek zorunda kalabileceğini.

Aynı yılda ise Yugoslavya&#;nın kurucusu, Stalin&#;in düşmanı ve aynı zamanda Büyük Macar Devriminde büyük rol sahibi olan Tito ise Viyana&#;da maden işçisi olarak çalışıyordu. Avusturya-Macar krallığının varisi Franz Ferdinand ise, Belvedere sarayında nereden bilebilecekti ki etrafında bu kadar tarihe yön verebilecek insan varken bir sene sonra  suikast sonucu ölümü 1. Dünya Savaşına patlak verecek bir bahanenin resmi adı olabileceğini.

Yanımızdan akıp giden hayatlar aslında o kadar basit, sebepsiz ve gelişi güzel değil. Bugün kendimizden yaşça küçük gördüğümüz kişi yarın bizim hayatımızı kurtarabilecek bir doktor, yoldan geçerken dikkat etmediğimiz birisi, belki geleceğe yön verecek fikirleri sahip birisi olduğunu bilemeyeceğiz. Kader bu yüzden ağlarını hep örer, önemli olan bunun bilincine varabilmek ve zamanı gelince olanı yaşayabilmek.

stalin ile ilgili görsel sonucu


Some of us are convinced that there are some ways in life that do not cross without cause which is calling as &#;destiny&#;. When we look back our experience, imagine that there is a guy who is walking on the road can enter into one&#;s life tomorrow one day as well. Actually, in our lifes, conceive that if we could read the network of destiny as films, we would conduct the main hero in that film whether you need to give priority for this case or due to its wrong way can strive to change and beyond that we would carry the possibilities to another dimmesion for a better result but at that time, also the life wouldn&#;t become that much unknown and due to the fact that maybe the life wouldn&#;t able to live as much as right now.

was a period in Vienna like that. Stalin, Adolf Hitler, Sigmund Freud, Josip Broz, Leon Trotsky and Tito, who we know very closely from the scene of history, were living amongst the nearby streets, and who are leading the world ideology, hosted Vienna.

Less than half of the city&#;s two million residents were native born and about a quarter came from Bohemia and Morayia and there was multi cultural diversity in Vienna. Officers in the Austro-Hungarian Army had to be able to give commands in 11 languages besides German, each of which had an official translation of the National Hymn.

And this unique melange created its own cultural phenomenon, the Viennese coffee-house. Legend has its genesis in sacks of coffee left by the Ottoman army following the failed Turkish siege of Freud&#;s favourite haunt, the Cafe Landtmann, still stands on the Ring, the renowned boulevard which sorrounds the city&#;s historic Innere Stadt. Trotsky and Hitler frequented Cafe Central.

tito ile ilgili görsel sonucu

Sigmund Freud, a well-known neurologist who moved to Vienna in childhood how would know at that time, he was sharing  the same street but after years, Adolf Hitler will cause for him to leave from this city in due to Austrian annexed to Nazi.

Hitler, as we all know, was a simple young man who was trying to progress his life there with his paint, after he did not win at the Academy of Fine Arts in Vienna. How would Hitler know that maybe he would have eaten something in the same cafeteria and that there was Stalin on the side table, and that after years, this person&#;s greatest dream would be to seize himself alive and circulate the city in a cage to the public.

At that time, while Stalin came to Vienna for a brief period and was in negotiations with Trotsky, while working in a direction to direct world history on Marxism, Trotsky could not know that while he was focused on &#;Pravda&#;, in future, he would have to be exiled to Turkey after Stalin was in power.

trotsky ile ilgili görsel sonucu

In the same year Tito, who was the founder of Yugoslavia, the enemy of Stalin, and who also played a major role in the Great Hungarian Revolution, was working as a metal worker in Vienna. Franz Ferdinand, the heir of the Austro-Hungarian Empire in the palace of Belvedere that while he was among such important people, after a year how he could know that to be &#;the official name of an excuse&#; to erupt into World War I.

The lives that flow from our sides are not actually as much as simple, without reason, and random. Yesterday, any person who we saw as a younger age than us, can be doctor who can save our life for tomorrow. This is why fate always wraps up their nets, what is important is to be conscious of it and to live what it is when the time comes.

franz ferdinand ile ilgili görsel sonucu

 

Bunu beğen:

BeğenYükleniyor

ALINTILAR, Kategori 1

, adolf hitler, cafe central, cafe landtmann, franz ferdinand, josip broz, leon trotsky, osmanlı, pravda, sigmund freud, stalin, tesadüf, tevafuk, tito, vienna, viyana

Previous post Next post

İçgüdüyü Söyletebilseydik, Yaşamın Bütün Sırlarını Çözerdik — Bergson

Jungiyen Psikoloji’ye göre bilincin temel dört fonksiyonunu anlattığım yazılarımda, konu sezgi fonksiyonuna geldiğinde kaçınılmaz olarak felsefe ve metafizikten bahsetme ihtiyacı duymuştum. Bu yüzden eğer yazılarımı daha önce takip ettiyseniz, Antik Yunan ve Aydınlanma Çağı filozoflarından bazılarının metafizik ve sezgiye dair görüşlerine yer verdiğime tanık olmuşsunuzdur.

Aslında benim için tüm bu felsefe içerikli yazılarımın temel amacı ‘sezgi’ derken neden bahsettiğimizi tam olarak anlayabilmek . Bu amaca hizmet edecek yeterlilikte bir kaç yazı yazdıktan sonra tekrar mizaç tiplerine ve ardından bilinç fonksiyonlarına geri dönüyor olacağım. Bir sonraki aşamada ise konu olarak bilinçten yavaş yavaş bilinç dışına doğru süzülmeyi planlıyorum.

Eğer sezgiden bahsediyorsak, sezgicilik akımının kurucusu sayılan Fransız filozof Henri Bergson’dan da bahsetmeden konuyu kapatmamamız gerektiğini düşündüm. Hem rasyonalizme hem de materyalizme karşı çıkarak, bilim üretmenin önündeki engelleri sezgisel kavrayışla aşmayı planlayan felsefe profesörü Henri Bergson, yılında Nobel Ödülüne layık görülmüştü.

Bergson bize hareketli olan ve hareketsiz olandan bahseder. Zihin zeka ile çalışabilmek için hareketli olana duraklar atamak ve bu duraklar vasıtasıyla bilgiyi işlemek zorunda kalır. Çünkü insanlar, en basit haliyle gündelik hayatlarını sürdürebilmek için konuşmak ve sözcükler kullanmak zorunda kalırlar. Bilim yapabilmek kavramlar geliştirmeyi de gerektirir. Zeka, madde ile ilgilenebilmek için kaçınılmaz olarak hareketi hareketsizliğe çevirmek zorunda kalır.

İşte Bergson’ın bize yaşamı gerçekten algılayabilmek ve yaşama dair olanı çekip alabilmek için önerdiği de şey de bu illüzyonu kırmaktır. Çünkü zeka hareketi değil, sadece önceden atanmış olan durak noktalarını bir araya getirir. Bu birleşimden kendisine yeni bir senaryo yazar. Bu yüzden de, aynı olay için herkesin farklı bir senaryosu oluşabilir.

Bergson’a göre gerek pozitif bilimlerdeki, gerekse felsefedeki fikir ayrılıkları da bu illüzyondan kaynaklanır. Aslında yaşamda her şey gerçektir ve mutlak bilgi yaşamdadır. Eğer filozoflar zekaya odaklanmak yerine daha üstün bir bilme biçimi olan sezgi ile bilim yapsalardı, bugünkü fikir ayrılıklarına da rastlanmayacaktı.

Benim Bergson üzerine yazılarımı okuyup, onun fikirlerini soyut ya da temelsiz bulmanız endişesiyle şunu hatırlatmak isterim ki; Blog yazısında bu denli soyut bir konuyu ne kadar derinlemesine tartışırsam tartışayım asla fizik, matematik, ruh bilimi vs. gibi bir çok alanda derin uzmanlığı olan Nobel ödüllü bir profesörün fikirlerini tüm dayanaklarıyla burada anlatmam mümkün olamaz. Bu yüzden ben sizi yalnızca, şayet eğer daha önce karşılaşmadıysanız ya da üzerine okuma şansınız olmamışsa, onun ortaya attığı yenilikçi fikirlerden (bir asır öncesine göre yeni) haberdar etmiş olayım. Belki konu ilginizi çeker ve bilimsel dayanaklarını araştırmak için bizzat kendi kitaplarını okumak isteyebilirsiniz.

Bergson’a göre temel olarak gerçekliği sadece sezgi kavrayabilir çünkü gerçek olan durağan madde değil, süreç olan hayattır. Bu anlamda Bergson gerçeği araştırmakta sezgiyi akıldan önce tutar. Temel olan kavramlar değil, kavramın içeriğidir. Biz düşüncede kavramları alışkanlıklar yoluyla biliriz, oysa sezgi varlıkları bize olduğu haliyle verir. İçgüdülerin bilince ulaşmış haline ya da zihnin zihinsel süreçlerine odaklanmasına Bergson, sezgi adını verir.

Bir önceki paragrafta anlattıklarım, aslında birkaç blog yazısı boyunca anlatacaklarımın sonucunda ulaşacağımız bir özet niteliğinde diyebilirim. Konuyu biraz açıp derinleştirdikten sonra belki bir miktar Jung ile de karşılaştırmasını yapabiliriz. Her ne kadar Bergson’ın eleştirilerinde zaman zaman Jung’a ait bazı görüşlerin de tartışılmış olduğunu fark etmiş olsam da (hiç Jung’u direk eleştirdiğini görmedim, sadece eleştirdiği konularda Jungiyen bazı unsurlara da rastlamıştım), Jung’un kendisi katıldığı bir seminerde Bergson’dan övgüyle bahsetmiş ve onun için, ‘Bizim ifade etmekte yetersiz kaldığımız bir çok konuyu Bergson dile getirmiştir’ der. Ayrıca, daha önce bu seminerlerde neden Bergson tartışılmadığını da sorgulamak gereği hisseder.

Eğer daha önce sezgi ve metafizik konularıyla çok fazla ilgilenme şansınız olmadıysa, bu yazım başta size soyut ve anlaşılmaz gelebilir. Fakat konuyu açarak devam edeceğim için sabırla okumaya devam ederseniz, havada asılı kalan tüm cümlelerin netleşeceğini ve çok daha anlaşılır hale geleceğini baştan belirtmek isterim. Genelde bu konular işlenmeye başlandığında felsefe okumaya çok alışık olmayanlar, ‘Galiba bende bir problem var, ben bu anlatılanları anlayamıyorum’ gibi hissederler. Halbuki diğer yazılarımda da nedenini fazlasıyla işleyeceğimiz gibi, yeni bir bilgiyle karşılaşan zihnin tepkisi herkes için aynıdır. Anlamıyorum hissine rağmen okumaya devam eden kişi için, kapılar zamanla bir bir açılmaya ve önceki anlamadığını sanmış olduğu bilgilerin bile zihninde berraklaşmaya başladığına şahit olur.

İçgüdüyü söyletebilseydik, yaşamın bütün sırlarını çözerdik.

Bergson’a göre bilinç ruhsal anlamda yalnızca içgüdüde deneyimlenebilir. Bundan dolayı da ruhsal yaşam akışını akıl değil, sezgi kavrayabilir. Düşünme yeteneğini belli bir konu üzerine yoğunlaştıran bir düşünür, deneyle elde edemediğini içe doğuşla aydınlığa kavuşturur. Bununla ilgili ünlü örnekleri hepimizi biliriz; Einstein, Newton, Archimedes… (Her ne kadar Einstein ve Bergson zamanın göreceliği üzerine zıt fikirlere sahip olsalar da…)

Akıl, alışkanlıklar üzerinden yaşamı pratikleştirme ile ilgilenir ve yeni bir bilgi üretme çabasında değildir. Sezgisel bir gelişim ise süreye bağlı olan önsezi ile, yeniliğin kesintisiz bir devamlılığını kavrayabilir. Zekanın görebildiğinden çok daha fazlasını çekip çıkarır.

Bir odaya ilk defa girdiğinizde ortam karanlıksa bile, elinizi attığınızda ışığın yerini iyi-kötü bulabilirsiniz. Çünkü oda yeni olsa bile ışık düğmesinin nerede olduğu tam olarak yeni bir bilgi değildir. Fakat bazı evlerde hiç tepe lambası bulunmaz ve eğer odayı göremiyorsanız, ayaklı lambanın nerede olduğunu bulabilmek için sağa sola çarparak biraz dolaşmanız gerekebilir.

Eğer okuduğunuz ya da izlediğiniz bir bilgi sizde hemen onay ya da red duygusu yaratıyor ve başka bilgilerin anısıyla birleşiyorsa, muhtemelen tam olarak yeni bir bilgi edinmiyorsunuzdur. Sadece zaten zihninizde var olan bilgiler şekil değiştirerek sizde yeni bir bilgi izlenimi yaratıyor olabilir. Bu ise zihnin uğraşmaya bayıldığı türden bir öğrenmedir. Halbuki gerçekten yeni bir bilgiyle karşılaşan zihin, ilk başta donup kalacaktır. Eğer her cümlede durup, kafanızda uçuşan ve yakalamakta zorlandığınız fikirleri içselleştirmek için sessizliğe ihtiyaç duyuyorsanız, zihniniz hem yeni bir bilgi üzerine çalışıyor hem de yeni fikirler yaratım sürecinde demektir. Çünkü burada o cümleye ezberlenmiş bir kalıpla yaklaşmıyorsunuz ve gerçek hareketi içselleştiriyorsunuz demektir.

Bunu genellikle çok sık yapmak istemez, bu işlemi çoğunlukla sıkıcı ve yorucu bulursunuz. En iyi ihtimalle böyle bir zihinsel işlem için zaman ayırmak oldukça zordur. İşte Bergson da bu yüzden, filozofların gerçek sezgisel bilgiden uzak durduklarını düşünür. Çünkü hareketi algılamak zor, oysa ezberlenmiş alışkanlıklarla mantık yürütmek kolaydır. Filozofun çoğunlukla dünyevi gereklilikler peşinde koşarken, bu işlemleri sık sık yapacak zamanı olmaz.

Oysa Bergson ruhsallığın tam da buna dayandığını, yaradılışın zihnin içine işlenmiş olan gerçeklik olduğunu bilir. Gerçek ve mutlak bilgi sezgi ile elde edilebilir, zihin ise göreceli (taraflı) bilgilere ulaşacaktır.

Bize başta sanki bu durumun tersi daha geçerlidir gibi gelebilir. Eğer hepimiz ezberlenmiş bir mantık kurmayla bilgiyi işliyorsak, aynı sonuca varmamız gerekir çünkü işlem herkeste aynıdır. Bireysel ve ezberden uzak bir deneyimin ise, bizi birbirimizden farklı anlayışlara ulaştıracağını düşünebiliriz (!).

Halbuki Bergson’a göre durum pek böyle değildir. Zeka hareketsiz noktaları birleştirirken, kendi senaryosunu üretir ve gerçeklikten uzaklaşır. Çünkü zeka bu senaryoyu kendi deneyimlerinin etkisinde, yani belleğinin etkisinde işine geldiğini düşündüğü bir doğrultuda yazacaktır.

Gerçek hareket olan yaşamın kendisine odaklandığınızda ise, hepimizin içinde yaşadığı gerçek yaşama yöneldiğiniz için, mutlak ve tek olan yani aynı bilgiye varmış olursunuz. Burada fikir ayrılıklarının ya da farklı bakış açılarının maniple etmiş olduğu bir bilgi değil, salt bir gerçeğin bilgisi vardır. Yani bir tanesi yanlı ve zekanın işine gelen (ya da öyle sandığı) bir bilgiyken, diğeri işimize gelsin ya da gelmesin bireysel deneyimlerimizden bağımsız gerçek ve mutlak bir bilgi olacaktır. Yani bizi aynı bilgiye ulaştıran bireysel sorgulamamız olacaktır, alışkanlık edindiğimiz mantık kalıpları değil.

Burada bir konuda sizi uyarmak isterim. Bergson düşüncesinde sezgi vasıtasıyla ulaşılan mutlak bilgi Platon’unkinden farklıdır. Platon düşüncesinde (ve bazı kadim felsefelerde); Doğmadan önce mutlak bilgiye sahip olduğumuz ama dünyaya gelirken bunu unuttuğumuz varsayılır. Bu durumda öğrenirken zihnin yaptığı; Yeni bir bilgiye ulaşmak değil var olan ama unuttuğumuz bir bilgiyi hatırlamaktır.

Oysa Bergson’ın evrim anlayışında böyle bir sabit bilgi bulunmaz. Mutlak bilgi gerçek bilgi olabilir ama asla sabit değil, sürekli değişim ve dönüşüm halindedir.

İnsan zihni sadece bu değişim halindeki bilgiyi idrak etmekle kalmaz, üretir de. Yani sezgi yalnızca bilgiyi idrak eden değil, idrak yoluyla üreten bir fonksiyondur da. Bu evrim düşüncesine, Bergson yazılarımın sonunda derinlemesine tekrar bakıyor olacağız.

Yaşam Atılımı’ adıyla geçen bu evrim anlayışında, daha önce farklı felsefelerde de rastlamış olabileceğiniz şekilde; Evrim kendisini ifade etmek ve dönüşümünü gerçekleştirmek için insan bilincini kullanır. Bu arada elbette evrenin tek kaynağı insan bilinci değildir &#; ki bu konuyu da yaşam atılımından bahsedeceğim başka bir yazımda, daha derinlemesine tartışıyor olacağız.

Sezgi herkese bahşedilmiş bir yetenek olmakla birlikte, pratik yaşamın gereklilikleri ile bu fonksiyonun üzeri çoğunlukla örtülmüştür. Dolayısıyla ona akan yolu temizlemek gerekir. Bunu yapabilmek için, zihnin alışkanlıklarının farkına varılması ve bir süreliğine işlevlerine ara verilmesi gerekir.

Zihin dış dünyaya alışık olduğu formal vasıtasıyla bakar. Zihnin kendisi içinde olup bitenlere bakması ise sezgidir. Fakat zihin kendi iç dünyasına da bazen bu alışkanlıkları taşıma yanılgısına düşer. Dolayısıyla iç alemine dönen kişinin bu alışkanlıklara karşı uyanık olması ve onları yine bir kenara bırakabilmesi de, özel bir çaba ve yoğunlaşma gerektirecektir.

Bu bize, evrenin sırlarına nail olmaya kalkışan bir gurunun ya da meditasyon yapmak için sessiz bir odada düşüncelerinin akışına izin veren sade bir vatandaşın içe dönme hallerini hatırlatır. Önce düşüncelerinin dilediği gibi akmasına izin verir ve onları yargılamaktan kaçınır. Zaten yargılamak zekanın en usta kullandığı yöntemdir. Düşüncelerinin zekanın müdahalesi olmadan sıra sıra akıp gitmesine izin verdikten sonra ise, yavaş yavaş sezgisel zeka kendisini göstermeye başlar. Üzerindeki örtü ne kadar kalınsa, sezgisel zekaya ulaşmak da o denli zor olacaktır.

Bu yüzden zeki bildiğimiz insanlar (aslında düşünceyi çok aktif kullanan kişiler), başlarda sezgisel zekaya ulaşmakta daha çok zorlanırlar. Şayet gündelik yaşamda ustaca kullandıkları ve çok işlerine yarayan mantıklı yöntemlerini, o an için bir kenara bırakmayı başarırlarsa daha derin bir zekanın kapıları yavaş yavaş onlar için de aralanmaya başlayacaktır.

Kişi akıl vasıtasıyla analiz yaparken hareketsiz bir bilgi üzerinde çalışır. Bu hareketsizlikten kastımızın ne olduğu ve süre derken nasıl bir zaman kavramından bahsettiğimiz, yazı ilerledikçe daha iyi anlaşılacaktır. Sezgi sürede ve hareketlilikte konumlanır. Burada konumlanmak sözü kullanılıyor, çünkü sezginin yaptığı şey tam da budur. Kavramları dışarıdan bakıp analiz etmez. Çünkü bunu yaparsa sadece hali hazır kavramlarla ve alışılmış yöntemler üzerinden çalışmış olurdu.

Oysa sezgi, nesnesini tam olarak sürede ve o sürenin hareketliliği içerisinde algılar. Zihin burada değişimin kendisi olarak akış halinde bir algılama peşindedir. İşte Bergson’a göre yeni bilim bu şekilde ortaya çıkar ve yeni bilgi de ancak bu şekilde üretilir. Çünkü burada kavramların nitelediği donmuş simgelerle değil, gerçekler üzerinden çalışılmış olunur.

Aklın üzerine çalıştığı kavramlar ise akış halindeki gerçeklerin sadece anlık fotoğrafları yani birer durak noktasıdırlar. Aklın değişim dediği şey dahi yol ayrımı sırasında belirlenmiş bir duraktır sadece. Yol ayrımını bilir ama hala devinim halindeki yolu tüm hareketliliği ile göremez. Hareket sandığı ise tekrar tekrar çekilmiş olan fotoğrafları bir araya getirip, yeniden onlardan senaryo üretmektir. Bu yüzden değişik düşünürlerin akıl yürütmeleri bu denli birbirinden farklılık gösterir.

Bir başkasıyla tamamen farklı hatırladığınız bir olayı düşünün. Eğer işin içinde ‘gaslight’ tarzı bir maniplasyon yoksa (yani içinizden birisi isteyerek karşı tarafı yanıltmaya çalışmıyorsa), aslında her ikiniz de olayı tam olarak hatırladığınız gibi anlatıyorsunuzdur. Anı gözlerinizde canlanıyor ve bu haliyle size çok da gerçek geliyor. Fakat o olayın bir şekilde kamera kaydı ortaya çıksa ve size esas olay izletilse, muhtemelen o izlediğiniz film aslında her iki tarafın da hatırladığından farklı olacaktır. Çünkü yukarıda da bahsettiğimiz gibi, zekanın yaptığı şey bizim için hareketsiz anları bellekten çıkarıp ona uygun gelen bir senaryoda yeniden birleştirmektir.

Belki kamera da sadece ard arda gelen fotoğrafları birleştiriyor ama zaten kamera görüntüsünün bile tüm ayrıntılı gerçeği bize verdiğini iddia edemiyoruz. Kaldı ki gerçek olan yaşamda esasında geçmiş bile dinamiktir, dolayısıyla o bile şimdi ve gelecekle birlikte sürekli bir değişim halindedir. Yani kameranın donmuş kaydı dahi, bize sezginin verdiği nitelikte bir gerçek bilgi ulaştıramaz.

Bunun yanında eğer biz kavramlar değil de gerçek sezgisel bilgiler üzerinden konuşulabiliyor olsaydık, tüm fikirler birbiriyle tutarlı olurdu. Ama dil sezgisel bilgiyi ifade etmekte yetersiz olduğu için, ya bu iletişim istense de kurulamaz ya da dile dökülmeye çalışıldığında tamamen yanlış anlaşılır. Bazen bu durumda sezgisel bilgisini aktarmaya çalışan kişi türlü nedenlerle toplum dışına itilir. Çünkü kimsenin anlam veremediği garip bir dil kullanmaktadır. En azından günümüze dek asırlarca bu durum böyle devam etmiştir.

Bu yüzden doğru söyleyeni dokuz köyden kovarlar gibi bir atasözümüz var. Persona yazımda Yunan mitolojisinde geçen, sürekli gerçekleri söylemekle lanetlenmiş Cassandra isminde bir kızdan bahsetmiştim. Hatta elinde olmadan sürekli gerçeklerle konuşan ve bu yüzden başı durmadan derde giren saf kişiler için Cassandra kompleksi diye anılan psikolojik bir fenomen de vardır. Gerçeği yansıtan bir tahmini etrafındaki kişiler tarafından ciddiye alınmadığında, bu durum Cassandra kompleksi olarak ifade edilir.

Geçmişte sezgisel bilgilerle çalışan gruplar genelde toplantılarını gizlice gerçekleştirmek zorunda kalmışlar ve bu yüzden çoğu zaman yanlış anlaşılmışlardı. Bugün artık insanlık bu tarz bir bilgi arayışını daha bir kabul edebilir oldu. Günümüzde bilimsel sayılsın ya da sayılmasın tüm bilgiler açıktan açığa konuşulup, kendilerine ifade alanları bulabiliyorlar. Bazen şaklabanlar ile gerçek gurular birbirine karışabiliyor ama en azından kimse bu yüzden yakılmıyor.

Biz düşünce yoluyla bir analiz yaparken hareketin, noktaların birleşiminden meydana geldiğini düşünerek yola çıkarız. Bu illüzyon öyle alışık olduğumuz ve zihnimize öyle işlemiş bir yöntemdir ki, noktaların birleşimini gerçekten hareketli bilginin kendisi sanarız. Çünkü pratik dünyada ilişki kurmamızı ve maddesel dünyada işlerimizi görmemizi sağlayan, zeka yeteneğimiz olmuştur. Bu illüzyonu kırmanın yolu ise, önce illüzyonu fark etmektir.

Biz hakikat arayışında hareketin kendisine zihnimizi yerleştiremediğimizde, sezgi fonksiyonu ile işlev göremiyoruz. Zekamız birleştirilen noktalar arasında hareketi algılamaya çalışıyor. Bu yüzden esas yaşamsal olan ve esas net olması gereken hareketin kendisi, bize pusluymuş gibi görünüyor. Dondurulmuş harekette dinamik bir yaşam göremeyiz. Akışın kendisinde değil de arasında boşluk olan iki noktanın ortasında bir yerlerdeysen, sana bu bölge doğal olarak içeriksiz ve kapalı gelir.

Biraz önce, zekanın alıştığı yöntemler yoluyla sezgisel bilgiye ulaşamayacağımızdan bahsetmiştik. Eğer biz sezgisel arayışa belleğimizde bulunan hareketsiz bir bilgi ile çıkarsak, gerçeğe ulaşmaya çalışırken aslında donuk resimler arasını görmeye çabalamış oluruz.

Dolayısıyla sezgisel bir arayış için öncelikle yola çıkılan nokta ve varılmaya çalışılan nokta unutulmalıdır. Bunlar bize belleğin verdiği, önceden belirlenmiş noktalardır. Yaşamın kendisine ve harekete bu belirlenmiş rota üzerinden gitmek mümkün değildir. Bu Adana-Ankara uçağı ile New York’a gitmeye çalışmak gibi bir çabadır. Başka kıtada olan bir şehri, belirlenmiş rota içerisinde aramamız komik bir çaba olacaktır.

Diyelim ki haritada daha önce hiç duymadığınız bir şehri arıyorsunuz. Gözlerinizi belli bir rotada hareket ettirmez, tüm haritadaki bütün şehirlere bakma ihtiyacı hissedersiniz. Kesinlikle pratik değildir ama en azından aradığınız şehri yanlış bir kıtada bulmaya çalışmazsınız.

Düşünce fonksiyonunun yaptığı; Hareketi taklit etmek uğruna art arda bu boşluğu sayısız noktalarla doldurmaya çalışmak olacaktır. Sadece kavranmış ama asla algılanmamış boş uzay ise, kendi kesinliğine ona bir simge atayarak ulaşır.

Bu bize, Kristof Kolomb’un, Hindistan’ı ararken Amerika’ya ulaşması ve oraya ‘Hindistan’ demesini hatırlatabilir. Aklında dünya üzerinde başka bir kıta olabileceği fikri bulunmadığı için, hali hazırda neyi arıyorsa bulduğu topraklara da o ismi verir. Zihninde çizdiği rotada Amerika diye bir yer yoktur. O yüzden bu yeni kıtaya zaten aradığı bir şeyin fikrini atayarak, sözde onu bilmiş olur. Aradığı şey Hindistan’dır, rotasında Hindistan vardır. Burası da olsa olsa Hindistan ve konuştuğu kişilerse Hintliler olacaktır.

Bu hikaye doğru mudur tam olarak bilemiyoruz fakat aradığını bilinmeyende bulduğunu sanıp, sonra üzerine kavram inşa etme eylemini bize yeterince açıklıyor gibi görünüyor.

Bizim kesinlik arayan ve yeni bilgiyle karşılaşırsa onunla ne yapacağı konusunda şaşıran zihnimiz de, iki yanlış nokta arasındaki boşlukta aradığını bulamaz. Böylece bu boşluğa bir anlam üretmeye çalışır. Bir isim koyar ya da bir kavram geliştirir ve genelleştirip bir çok benzer nesneye uygulayabileceği bir takım idealar yaratır.

Oysa Bergson’a göre simge maniplasyonlarıyla hakikat imal edilemez. Ancak başarısız bir taklide, ama hayatta sezgisel bilgiden daha fazla işimize yarayacak bir taklide ulaşırız. Rasyonel mantık vasıtasıyla metafizik dünyayı anlamaya çalışmamız da buna benzer bir yöntemdir. Donmuş kavramlar içerisinde hareketi algılayamayan zihnimiz, bu hareketsizliğe kavramlar ve olmayan gerçekler atar. Bu uydurulmuş kavramlar mantıksal bir sistem ve kulağa gerçekçi görünen teoriler üretmek için işe yarar. Fakat bu yöntem gerçeği algılamakta bizi boşlukta bırakacak ve yanlış kıtalarda gezindirecektir.

Görülüyor ki analizden hareketli gerçeğe geçilemiyor. Mantıklı bir düşünce sistemi kurduk diye, o sistem hareketin kendisine giydirilemiyor. Oysa hareketten analize, yani aklın üzerine tartışacağı kavramlara geçiş yapılabiliyor. Zaten bilim yapmak da bu durumda ancak hareketten analize geçerek mümkün olabiliyor.

Hareketsiz üzerinden gerçeği aramaya çalışmak yerine, hareketi sezgisel bir yolla bulabiliriz. Bu defa üzerinde birlikte çalışabilmek için bu bilgiyi olabildiğince kavramsallaştırır ve ortak bir masanın üstüne koyabiliriz. Bilimsel sezgi de ancak bu şekilde pratik hayata katılıp, işimizi görebiliyor. Yer çekiminin farkına varabilmek için önce bildiklerimizi unutmamız gerekiyor. Sezgisel zeka yer çekimini fark ettikten sonra, artık zeka işin içine girip kendi analiz yöntemleri ile bu fiziksel gerçek üzerine çalışabiliyor.

Uzay, Mekan, Madde ve Zaman

Bir film, art arda dizilmiş durgun ve bölümsel resimlerden oluşur. Akıl ve bilim, filmin akışını durdurarak bu resimleri tek tek incelerler ve birtakım bilgiler saptarlar. Fakat akışın bizzat kendisini yani yaşamı hiçbir zaman kavrayamazlar. Bu yüzdendir ki akıl ve bilim, sadece durgun ve bölünebilir olan madde üzerinden bilgi sahibi olabilirler.

Bu durumda akıl ve bilim zamanı da uzaya bağlayarak anlamaya çalışır. Örneğin dünyanın uzayda yer değiştirmesi üzerinden yıl kavramını oluşturur. Akıl her şeyi maddesel hale getirerek inceleyebiliyor.

Bergson’a göre uzay maddeseldir çünkü ne mekan maddesiz, ne de madde mekansızdır. Oysa zamanın kendisinde mekan yoktur ve biz onu algılayabilmek için mekansallaştırırız.

Görüyorsunuz ki sezgi yaşamla eş bir doğrultudayken, akıl onun tersi bir yöndedir. Aklın maddeye göre düzenlenmesinin nedeni de budur. Bergson’a göre eski felsefe bu gerçeği görememiş, yalnız akıl ve onun kapsamı içine giren kavramlarla yetinmiştir. Sorunlara sağlıklı bir çözüm bularak başarıya ulaşamayışının nedeni de budur.

Yukarıda daha önce belirttiğim gibi; Rasyonalizm, gerçekten uzaklaşarak sadece akıl vasıtasıyla bir mantık kurmaya çalışır. Yaşamın kendisinden kopuk bir şekilde ve alışılmış format yöntemlerle (sadece zekaya güvenerek) yapılan analiz, hareketin kendisinden yoksun kalacaktır. Bu durumda ‘Dünya yuvarlaktır, o zaman ben de buradan çıkıp sürekli doğuya gidersem Hindistan’a ulaşırım’ diye haklı bir mantık kuran Kristof Kolomb için, ulaştığı yeni kıtayı Hindistan varsayması gayet beklenen bir sonuç olacaktır.

Diğer taraftan sürenin bilgisini kavramak için süreyle birlikte yaşamak, onun içinde olmak ve onunla birlikte akmak gerekir — ki bunu ne akıl ne de bilim gerçekleştirebilir. Çünkü us ve bilim sinematografik olarak çalışırlar. Bergson’a göre akılsal ve bilimsel bilgi sinematografiktir. Hareketi algılamak ise yalnızca onu deneyimlemek ile gerçekleşir.

Akıl gerçeği deneyimlememiz için değil, onu analiz etmemiz için var olan bir yeteneğimizdir. Aklı kullanarak deneyim yaşadığımızı varsaymak, sadece zihnin fantezisi olacaktır. Gerçeği deneyimlemek için zihnin içine dalınmalı ve akıl bir süreliğine kenara alınabilmelidir . Saatin ya da gezegenlerin zamanını değil, uzaydan (yani mekandan) bağımsız olan, süre gerçeğini en saf haliyle deneyimleyebilmek gerekir.

Bergson’a göre; Zihni zihin ile anlamak da bir tür zekaysa, biri diğerinin tersi olan iki ayrı zihinsel aktiviteden bahsediyor oluruz. O zaman dış dünyayı algılayan zeka akıl, kendi kendisini anlamaya çalışan zeka ise sezgi olmalıdır.

Eğer zihin kendisini maddeyi tanımak için edindiği alışkanlıklar üzerinden anlamaya çalışıyorsa, akıl ile aynı yolu tırmanmaya çalışıyordur. Bu da yukarıda değindiğimiz gibi Bergson’ın eleştirdiği bir yöntemdir.

Maddeye bakarken onu iyi ya da kötü, faydalı ya da zararlı diye yargılayabiliriz. Onun ne olması, nasıl olması gerektiği ile ilgili sabit fikirlerimiz vardır. Bu fikirlere uymayan maddeleri bozuk, kırık ya da yamulmuş diye nitelendirebiliriz.

Maddi dünyaya ait buna benzer bir dolu analiz yöntemimiz, beklentilerimiz ya da nesnelere yapıştırdığımız kavramlar ve anlamlar vardır. Bu anlamlar hiç bir zaman tam olarak gerçeği yansıtamazlar. On yıl önce gördüğünüz binanın önünden geçer ve onun aynı bina olduğunu düşünürsünüz. Fakat bu defa değişmiş olduğunu fark eder ve bina eskimiş dersiniz. Başta aynı binayı görme beklentisinin kendisi zaten, zihnin hareketsizliği gerçek sanmasından kaynaklanır. Hareketsizlik hiçbir zaman gerçek değildir. Bu durum bize sadece zihinsel eğilimleri gösterir.

Oysa maddeye yönelen zihnin kendisine zihni yönelttiğinizde, farklı bir zekadan bahsetmiş olursunuz. Buna da sezgi diyerek iki zihinsel işlemi ayırmak, zekaya da kendi hakkını vermek olacaktır. Zeka burada fiziksel dünyada ilişkilerimizi ve pratik işlerimizi sürdürebilmemiz için önemli bir araçken, sezgi metafiziği anlamaya çalışmamızı sağlayacaktır.

Bergson’a göre ruhsal incelik önemlidir ve ruhsal incelik için sezginin zekaya yansıtılabilmesi gerekir. Şiir ve diğer sanatlar ancak bu şekilde ortaya çıkar. İnsanın ve toplumların dönüşümü içinse sanat ve bu incelik şarttır.

Bergson bilim dünyasına yaptığı felsefi katkılarla önemli sorgulamaların önünü açmışken, bir taraftan en çok etkilediği alanlardan bir diğeri de edebiyat dünyası olmuştur. Bir yazarın eserini kaleme alırken nasıl bir zihinsel süreçten geçeceğine, yaratıcılığını konuşturup bunu maddesel dünyada anlaşılacak haliyle kelimelere nasıl dökeceğine dair bir çok yönden yazarlara ilham vermiştir.

Bergson hem dil, hem de simge ve imgeler üzerine çok derin çalışmış, bunları değişik yönlerden ele almıştır. İlerleyen yazılarda Bergson’ın dil üzerine düşüncelerine de mutlaka değiniyor olacağız.

Bu yazıyı sonlandırmadan son olarak Einstein ve Bergson arasında geçen tartışmaya çok kısaca değinmek istiyorum. Her iki bilim insanı için de kariyer yaşamlarında ‘zaman’ kavramı çok kilit bir rol oynuyordu.

O dönemlerde (bugünkünün tersine), Bergson’ın popüleritesi ve saygınlığı Einstein’a göre çok daha belirgindi. Bergson ismi ancak Sokrates, Platon, Descartes, ve Kant gibi isimlerle birlikte anılıyordu. Felsefe tarihçilerine göre 20 YY, ‘Bergson Çağı’ — The Age Of Bergson- ismini almıştı.

Bu iki önemli isim yılında, Fransa’nın en saygın kuruluşlarından biri olan ‘Société Française de Philosophie’ de, kendilerini beklemedikleri bir tartışmanın içinde buldular. Her iki tarafın da aslında gönüllü olarak başlatmadıkları bu karşılıklı atışma, zamanın göreceliği üzerine zıt fikirlere sahip ve bu konuda gerçek anlamda tutkulu olan bu iki düşünce insanı için o ortamda kaçınılmaz hale gelmişti.

Burada Bergson yarım saat boyunca Einstein’ın teorisini eleştiri yağmuruna tuttu. Einstein ise söz aldığında şu ünlü cümlesini sarf etti ‘’Filozofların ‘zaman’ı yok -yani olmayan bir şey-’’ (“The time of the philosophers does not exist,”). Ertesi gün ise tartışmasına daha da keskin ifadelerle devam edecekti.

Bu iki ismin o günki diyaloğu ‘20YY’ın En Büyük Filozofu ve Fizikçisi Arasında Geçen Tartışma’ adıyla kayıtlara geçmiş oldu.

Bundan bir kaç ay sonra Einstein Nobel Ödülü’nü aldı. Fakat bu ödül esas çalıştığı konu olan ‘Zamanın Göreceliği Teorisi’ adına değil, ‘Foto-Elektrik Etkisi Kanunu’ buluşu adına verildi. Bu duruma sebep olarak ‘Zamanın Göreceliği Teorisi’ nin fazla karmaşık olması sebep gösterildiyse de, bazılarına göre Bergson’ın bu teoriyi derinlemesine sorgulamasının da bu kararda etkisi olmuştu.

yılında Bergson’ın aldığı Nobel Ödülü ise, ünlü filozof için bir zafer niteliğindeydi. Çünkü o tüm kariyer hayatını, ‘zamanın bilimin gözlükleriyle anlaşılmaması gerektiği’ ni savunarak geçirmişti.

Bergson aslında zeka ile bilim yapmaya karşı değil. Bilakis gündelik hayatı sürdürmek ve bilim konusunda ortak bir zeminde çalışabilmek için zekayı ve onun kavramlarını kullanmak zorundayızdır. Sadece zekanın üstünü örttüğü gerçek ve mutlak bilgiyi yakalayabilmek için, bu örtünün kaldırılmasını ve sadece zekayı ilgilendirdiği kadar onunla iş görülmesini savunur. Oysa bilim insanı çoğunlukla zekanın bilgisini gerçek sanır ve yaşamı ıskalar. Bilim dünyasındaki kafa karışıklığı da bundan doğar.

Bergson Zamanın Göreceliği üzerine tartışırken de Einstein’ın matematik kurgusuyla bir derdi olmadığını belirtir. Fakat onun teorisi saat ve onun davranışlarıyla ilgilidir. Oysa temel bir felsefi derinlikten yoksundur. Zamanı gerçekten anlamak ve ondaki zenginliği kavramak istiyorsa, derin bir felsefi araştırmaya girişmesi gerektiğini öğütler.

Einstein’ı bu ikisi arasındaki farkı, yani süre ve saatin davranışları ile alakalı olan zamanın arasındaki farkı bilmemekle eleştirir.

Einstein ise buna ‘Fizikçilerin zamanı dışında sadece psikolojik zaman vardır’ şeklinde yanıt verir. Bergson’ın psikoloji üzerine tartışmalarına da ileriki yazımlarımda değiniyor olacağım. Zaman üzerine savunduğu fikirleri ise bir sonraki yazımda tartışacağız.

Einstein’ın zaman-mekan üzerine çalışmaları hakkında bugün hepimizin az çok fikri var. Peki Bergson bize saat zamanının ötesindeki bir süreyi nasıl anlatıyor? Bir sonraki paylaşımımda bu sorunun cevabını biraz araştırıyor olacağız.

Bunu beğen:

nest...

batman iftar saati 2021 viranşehir kaç kilometre seferberlik ne demek namaz nasıl kılınır ve hangi dualar okunur özel jimer anlamlı bayram mesajı maxoak 50.000 mah powerbank cin tırnağı nedir