felsefi bir deneme örneği / DİL, SANAT VE ELEŞTİRİ ÜÇLEMESİ ÜZERİNE FELSEFİ BİR DENEME

Felsefi Bir Deneme Örneği

felsefi bir deneme örneği

Türkiye’de Asker, Demokrasi ve Siyaset Üzerine Bir Deneme


Türkiye’de Asker, Demokrasi ve Siyaset Üzerine Bir Deneme

Temmuz - Ağustos

Her toplumda, her rejimde, her devirde ve her zaman ‘’asker’’, ‘’demokrasi’’, ‘’devlet’’ ve ‘’hükümet’’ ilişkileri tartışılmıştır.

Asıl adı Decimo Giunio Giovenale (Decimus Junius Juvenalis) olan ve kısaca Juvenal adıyla tanınan Romalı şair, hiciv ve taşlama yazarı; ordu ve sivil hükümetler arasında devam eden tartışmaya  “Quis custodiet ipsos custodes?”, yani “muhafızların muhafızlığını kim yapacak?” diye sorarak bu temel meseleyi 20 yüzyıl önce ele almıştı.

Kısaca; toplumun, kendisini korumak üzere güç kullanımı hakkını teslim ettiği grup üzerindeki denetimi nasıl sağlanmalıydı?

Sivil-asker ilişkilerinin bu temel sorunu güncelliğini her zaman korumuştur ve bu nedenle de sürekli üzerinde tartışma yaşanılmıştır.

Bu tartışma günümüzden yetmiş yıl önce ABD’de yapılmıştır. Ve bu tartışma Samuel Huntington’un doktora tezidir ‘’Asker ve Devlet’’ isimli eseri ile. (Asker ve Devlet, Sivil - Asker İlişkilerinin Kuram ve Siyasası, Samuel P. Huntington, Salyangoz Yayınları,  İstanbul, )

Bu tartışma günümüzden kırk yıl önce İspanya’da tartışılmıştır. General Franco’nun ölümünün ardından faşizmden kurtulup demokrasi sürecine giren İspanya’da, ’den itibaren Savunma Bakanlığı görevini yürüten ve ülkeyle birlikte ordunun da demokratikleşmesine önemli katkıları olan Narcís Serra tecrübelerini paylaşmıştır yazdığı kitabında. (Narcis Serra, Demokratikleşme Sürecinde Ordu,  Silahlı Kuvvetlerin Demokratik Reformu Üzerine Düşünceler, İletişim Yayınları, İstanbul, )

Ancak son on yılda Türkiye’de olduğu gibi hiçbir yerde ve hiçbir zamanda ‘’asker’’, ‘’demokrasi’’, ‘’devlet’’ ve ‘’hükümet’’ ilişkileri tartışılmamıştır.

Ancak Türkiye’de yapılan bu tartışma yukarıda iki örnekte, ABD ve İspanya örneğinde olduğu gibi ne yazık ki ne politik, ne de sosyolojik ve ne de akademik seviyede yapılmıştır. Türkiye’de yapılan bu tartışma tam bir şark usulü bilimden ve aklıselimden uzak, tam bir sinir harbi içerisinde mahalle kavgası şeklinde yapılmıştır.

Aslında buna tartışma da dememek lazımdır. Çünkü tartışma iki taraflı olur. Yapılan bir mahalle kavgasıdır. Yapılan bir kin ve intikam kavgasıdır. Bu kavgada bir tarafta yandaş basın, yandaş yayın, cemaat, Emniyet, hükümet, savcılar ve hâkimler ve diğer tarafta ise eli kolu bağlanmış bir şekilde sürekli aşağılanan ve hırpalanan bir Silahlı Kuvvetler bulunmaktadır. Bu kavgada üçüncü bir taraf olan ve ne olup bittiğini anlamadan sadece suskun bir şekilde kavgayı izleyen bir de ‘’millet’’ bulunmaktadır.

Konuyu daha iyi anlayabilmemiz için bazı temel soruları cevaplamamız gerekmektedir:

Türkiye’de olmayanlar…

Muhakkak ki her toplumun sosyal özellikleri, tarihi geçmişi, demografisi ve kültürel yapısı farklı farklıdır. Bu farklılıklara rağmen evrensel bazı değerlerde toplumlar asgari müştereklerde birleşmişlerdir.

Konuya girmeden önce bu asgari müşterek evrensel değerler çerçevesinde akademik ve pratik seviyede şu soruların cevabı verilmelidir.

Türkiye’nin kendi Sokrates’i, Platon’u, Aristo’su var mıydı?

Baron de Montesquieu, Auguste Comte, Alexis de Tocqueville,  Emile Durkheim, Vilfredo Pareto,  Jean-Jacques Rousseau, Max Weber, Raymond Aron, Maurice Duverger vb. düşünürler yetişmiş miydi Türkiye’den?

Diyelim ki böyle düşünürler yetişmedi Türkiye’den, bari More, La Boétie, Machiavelli, Spinoza, Kant, Proudhon, Marx ve Nietzsche yeterince anlaşılmış mıydı Türkiye’de?

Türkiye’den bir Thomas Hobbes bir ‘’Leviathan’’ yazmış mıydı?

Wittgenstein, Dewey, Merleau-Ponty, Arendt, Lévinas, Derrida, Foucault, Bourdieu vb. düşünürler yeterince bilinir miydi Türkiye’de? 

Türkiye’de geçmişinde –ve de halen- kendi ‘'Siyasal Düşünce’'sini,  '’Siyaset Felsefesi'’sini ya da '’Siyaset Kuramı'’nı oluşturmuş muydu?

Asker ve politika üzerine hiç kafa yoran olmuş muydu Türkiye’den?

Türkiye’den Samuel Huntington’nun ‘’The Soldier and the State’’ veya Narcis Serra’nın eserleri üzerine hiç kafa yoran olmuş muydu?

Hepsi bir tarafa; bugün Türkiye’de ülkeyi yönetenler, siyasetle meşgul olanlar veya siyaseti meslek edinenler acaba siyaset biliminin temelini oluşturan yukarıda sayılan isimleri bilirler miydi? Bilenler varsa; onların ne demek istediklerini anlamışlar mıydı? Anlayanlar varsa; anladıklarını içselleştirmişler miydi?

Bir başka soru:

‘’Demokrasi’’ nedir? Türkiye demokratikleşiyor mu?

Demokrasi, öncelikle burjuva demokratik devriminin ve sanayi devriminin bir ürünüdür, üretim, bilgi toplumu ve bilgi ekonomisi ile gelişir, ekonomik ilişkiler ve bunun üzerinde gelişen sosyal ilişkilere dayanır. Tabanda demokrasinin temelleri atılmamışsa, üstte ne kadar çabalanırsa çabalansın Batı tipi bir demokratik toplum ve demokratik işleyiş kurulamaz.

Peki, bu ‘’demokrasi’’ tanımında yer alan kavramlar - burjuva demokratik devrimini, sanayi devrimi, üretim toplumu, bilgi toplumu ve bilgi ekonomisi - Türkiye’de var mıdır?

Yoksa yıllardır Türkiye’de olanın adı nedir? Demokrasi midir? Yoksa başka bir şey midir?

Bu sorunun en basit cevabı 12 Haziran Salı günkü sayılı Resmî Gazetede / karar sayısıyla yayınlanan Bakanlar Kurulu kararında yatmaktadır.

Bakanlar Kurulunun bu kararına göre; Eti Alüminyum AŞ’nin, Türkiye Denizcilik İşletmeleri AŞ'ne ait Kuşadası ve Çeşme Limanlarının, SEKA -Türkiye Selüloz ve Kâğıt Fabrikaları AŞ'ne ait Balıkesir İşletmesinin ve Türkiye Petrol Rafinerileri AŞ'nin %14,76 oranındaki hissesinin özelleştirme yoluyla satışının iptaline yönelik mahkeme kararlarının yok sayılmasına karar verilmiştir.

Mümtaz Soysal 15 Haziran tarihli Cumhuriyet gazetesinde makalesinde özetle şunları yazıyordu; ‘’Nisan ayında Meclis’te bir ‘torba yasa’ görüşülürken, birbirinden farklı bir yığın konuyu düzenleyen maddeler dizisine son dakikada eklenen bir ibareyle, özelleştirme ihaleleri konusunda yargının verdiği kararların yok sayılması ve onların yerine ne yapılacağının Bakanlar Kurulu’nca kararlaştırılması sağlanmış oldu.

Düşünün ki, anayasasında “yargı kararları yalnız yürütmeyi değil, yasamayı da bağlar” denen bir ülkede bir yasa çıkarılıyor ve yasama organı “yargı bizi bağlamaz ve ne yapılacaksa onu Bakanlar Kurulu kararlaştırır” diyor. Demek ki, sadece yargı hükmünün yerine getirilmemesi değil, üstüne üstlük yargı hiçe sayılıp konunun iktidardaki politikacılarca noktalanacağı ilan edilmiş oluyor.

Hem de kimlerce? Seçildikten sonra anayasaya bağlılık yemini etmiş olan milletvekillerince. Hem de göz göre göre ve bile bile.’’

Sanırım sorunun cevabı net ve açık!

Keşke son on yılda yaşanan bu süreç demokratikleşme ve bu çerçevede de asker – sivil ilişkisinin normalleşmesi yönünde önemli bir adım olsaydı. Türkiye’nin yaşadığı bu süreç 12 Eylül askerî darbesinde dahi yaşanmamıştır. Türkiye’de bu süreçte düşünce hürriyeti ve özgürlükler ayaklar altına alınmıştır. Hiçbir dönemde olmadığı kadar hapishaneler gazeteci ile dolmuştur.

Yukarıda izah edildiği gibi bu süreçte Bakanlar Kurulu kararı ile mahkeme kararları yok sayılarak, mahkemeler siyasi iktidarın emrine verilip mahkemeler siyasi kararlar alan kurumlar haline getirilmiştir. Bakan Beşir Atalay Anayasa Mahkemesi kararını yorumlarken ‘’tabii ki mahkeme hukuk dışı şartları da dikkate alacaktır’’ diyebilmektedir.

Ancak şu gerçek ki Türkiye hiçbir şekilde demokratikleşme yolunda ilerlemiyor.
Türkiye’deki gidiş yıllarının Almanya’sını anımsatmaktadır.. (Nazi İmparatorluğu Doğuşu, Yükselişi ve Çöküşü, William L. Shirer, İnkilap Kitapevi, İstanbul, )

Aslında bu süreçte yapılmak istenen ve yapılan askerin demokratikleşmesi değil, bu sürece bu hukuksuzluk sürecine dur diyebilecek bir gücün vesayetinin kaldırılmasıdır.

Keşke sebep ülkenin demokratikleşmesi olsaydı!

Günümüzdeki siyasi iktidar sivil asker ilişkilerini normalleştirmek için değil ama kendi gizli ajandasını gerçekleştirmek ve bu amaç doğrultusunda engel olarak gördüğü askeri pasifize etmek için bu uygulamaları yapmaktadır.

Askere dönük olarak Balyoz, Ergenekon, Karargâh Evleri, 28 Şubat gibi hukuki olmayan siyasi davalar da bu amaca hizmet etmektedir. Özellikle Balyoz davasında davaya esas teşkil eden 11 numaralı CD’deki tutarsızlıklara mahkeme hiç aldırış etmemektedir.

Bu dava incelendiğinde ne askerlerin darbe yapacakları ne de antidemokratik bir eyleme girişecekleri görülmektedir. Askere dijital bir tuzak kurularak bu dava ile asker tutsak edilmiştir.

Askerlerin tutsaklığı altında da siyasi iktidar iç ve dış politikada kendi siyasetini ve antidemokratik uygulamalarını rahatça yapabilmektedir. (Kürt açılımı, Ermeni açılımı, eğitim alanındaki gerici ve dinci yapılanma, kadrolaşma, BOP eşbaşkanlığı, Suriye politikaları)

Diyanet İşleri Başkanlığının siyasi vesayeti

Bir başka soru; Türkiye Tarihi mirasından kurtulmuş mudur? Türkiye’nin geçmişi bir ‘’din’’, ‘’tarım’’ ve ‘’göçebe’’ imparatorluğudur. Böylesine geçmişi olan toplumlarda dini lider, askerî lider ve siyasi lider hep aynı kişilikte toplanmıştır. Türkiye geçmişi olan ‘’din’’, ‘’tarım’’ ve ‘’göçebe’’ imparatorluğu mirasından kurtulmuş mudur?

Yıllardır askerin siyasi vesayetinden konuşuluyor da, Diyanet İşleri Başkanlığının siyasi vesayetinden neden konuşulmuyor?

Neden?

Türkiye ne kadar bağımsızdır? 

Daha temel bir soru; Türkiye ne kadar bağımsızdır? Türkiye’nin müttefikleri ne kadar müttefiktir? Müttefiklerinin Türkiye’ye biçtikleri rol nedir? Dış dünyadaki gelişmelerin iç politikaya etkisi nelerdir?

Emre Kongar, 16 Haziran tarihli Cumhuriyet’teki köşesinde şunu yazıyordu: ‘’Dış dinamik öğeleri Türkiye Cumhuriyeti’nin Batı’ya karşı bağımsızlık, laiklik, demokratiklik gibi Batı değerlerini kullanarak emperyalizme başkaldırmasının başarılı örneği olmasını engellemek için bunların karşıtı olan dinci, geleneksel ve muhafazakâr değerleri ‘demokratiklik’ maskesiyle geliştirdi ve bağımsızlık ve laikliği kötüledi. Türkiye’ye de Huntington’un ideolojik ve siyasal öncülüğünü yaptığı ‘Ilımlı İslam’ modeli biçildi.’’ 

Bu maksatla son on yılda ABD ve AB’nin de katkısıyla ‘’demokratikleşme’’ ve ‘’demokrasi üzerinde askerin vesayetinin kaldırılması’’ maskesiyle devlet yeniden düzenlenirken öte yandan da toplum yargı ve eğitim yoluyla yeniden şekillendirilmektedir.

Bu şekillendirmeye itiraz edebilecek her türlü kurum (TSK, Yargı) ve sivil toplum örgütleri (Sendikalar, basın, yayın, dernekler) ‘’demokratikleşme’’ adı altında pasifize edilmekte, daha da ileri gidilerek aşağılanmakta ve hırpalanmaktadır.

Bu maksatla müttefik ABD dışarıda TSK’nın başına çuval geçirmekte, içeride ise dijital pusularla bileklerine prangalar vurulmaktadır.

Dünyada silahlı gücün azalan etkisi

Diğer yandan da dış dünyadaki ve özellikle ABD ve AB’deki politik, ekonomik ve kültürel gelişmeler ve ittifak ilişkileri tüm dünyada silahlı gücün etkisini, popülaritesini ve cazibesini azaltmıştır.

Burada dönüm noktası ’daki dönüşümdür, sonrası dünyaya hâkim olan kavramlar, güvenlik algısı, güçler ve ittifaklardır.

Güvenlik politikaları ile ilgili olarak 20nci yüzyılın son yarısından bu yana yaşanan gelişmeler bu alandaki son yıllık gelişmelerden daha fazla olarak jeopolitik düşünceyi, uluslararası ilişkileri ve sivil asker ilişkilerini etkilemiştir.

Westfalya Barışı’ndan () beri diplomasi kendisini devletler arası ilişkilerin düzenlemesine ve kendi ülkesinin gücünün genişlemesine konsantre olmuştur. Bu anlamda “diplomasi”, “askerî güç” ve “coğrafya” bir bütünlük teşkil etmiş, müzakereleri temel alan diplomasinin sınırları “imkânların sanatı’’na kadar uzanmış, “savaş” da “diplomasinin başka araçlarla devamı” olarak öngörülmüştür.

Ancak günümüzde birçok ülke için dış ilişkiler, devlet gücünün genişletilmesinden ve coğrafi alanlara uzanmaktan ziyade vatandaşının kişisel refahının yükseltilmesi temeli üzerine inşa edilmektedir.

Bu çerçevede vatandaşların kişisel refahının yükseltilmesi, kültür, insan hakları, yoksullukla, çevre kirliliği, uyuşturucu ve terörizmle mücadele konuları uluslararası ilişkilerde daha bir ön plana çıkmışlardır.

Günümüzde jeopolitiğin çerçevesini küreselleşme, bilgiselleşme ve küresel riziko toplumu oluştururmuş, klasik jeopolitiğin aktörleri olan coğrafya, mekân ve ulusal devletlerin de fonksiyonları değişmiş ve çok miktarda ve çok güçlü uluslararası kuruluş ve şirketler, NGO’lar ve uluslararası medya kartelleri ulusal devletlerin dış işlerinden daha fazla ve etkin olarak dış politikayı belirlemeye ve dış politikaya ve dünyaya hükmetmeye başlamışlardır.

Bu gelişmelerin bir sonucu olarak ekonomik güç ve kültürel çekim gücü gibi soft power faktörler bir anlam kazanırken askerî güç gibi hard power faktörler azalan bir role sahip olmuşlardır.

Özetle; ’a kadar Batı dünyasında ve demokratik alanda Jeopolitik arenada belirleyici güç ‘’hard power’’ iken, sonrası bu gücün yerini ‘’soft power’’ unsurlar almıştır. Hard power bir güç olarak doğaldır ki silahlı kuvvetler gerçekten göz ardı edilemeyecek önemli bir unsurdu.

’dan sonra soft power unsurlar olan jeoekonomi ve jeokültür jeopolitik ilişkilerde gittikçe artan önemli faktörler oldular. Bu safhada üçüncü dünya ülkeleri hariç hard power unsurlar (ordular, silahlı kuvvetler) işlevsiz ve güçsüz kaldılar.

Yine bu süreç; ‘’küreselleşme’’ olgusunun yoğun olarak yaşandığı, piyasa ekonomisi, uluslararası şirketler, mikro milliyetçilik, popüler kültür, yerel yönetim, merkezi hükümet yetkilerinin paylaşımı, tam bağımsızlık ve ulusal değerlerden vazgeçme ve milli egemenliğin paylaşımı gibi kavramların yükseldiği ve hayata geçtiği bir dönem olmuştur…

Bu süreçte ABD ve AB kendilerine müttefik olarak soft power unsurları (NGO’s, sivil toplum örgütleri, cemaatler vb.) seçtiler ve hard power unsurları (ordular) dışladılar.

Ayrıca Soğuk Savaşın sona ermesi ve Batı’ya Sovyet tehdidinin kalkmasıyla da Batı’nın artık TSK’ne ihtiyacı kalmamıştır.

Türkiye’de Ordunun seçme birliklerinin başına ABD’ince çuval geçirilmesi, Balyoz ve Ergenekon gibi Ordu’ya karşı açılan siyasi davalarda ABD ve AB’ce Ordu’nun desteksiz bırakılması bu süreçle ilgilidir.

Mikro milliyetçilik ve aşırı dinci akımlar

dönüşümünden sonra bir başka gelişme de dünyanın fakir ve geri kalmış bölgelerinin iki ekstrem akımın etkisinde kalmış olduğudur; mikro milliyetçilik ve aşırı dinci akımlar. (Ya da her ikisi)

Bu bölgeler Avrupa'da Yugoslavya idi; 'lı yıllar boyunca mikro milliyetçiliğin etkisiyle bir iç savaş yaşadı.

Asya'da ise Afganistan'dı; Taliban'ın eline düştüler. Bu gelişimin etkisi ise bölge ülkelerine yayıldı.

Türkiye'de en geri bölge Doğu ve Güneydoğu bölgesi; Bu bölgeler hem mikro milliyetçi (BDT) hem de aşırı dinci akımların (Hizbullah) etkisinde kaldılar.

Hem BDT'nin hem de AKP'nin en çok bu bölgelerden oy almaları da bu nedenledir.
Ayrıca Türkiye'nin gelişmiş bölgeleri ve sahil kesiminden de bu partilerin oy alamaması ve bu bölgelerde varlık gösterememesini de bu şekilde açıklayabiliriz.

Alman araştırmacı Peter Scholl-Latour'un güzel bir kitabı vardır; ‘’Das Schlachtfeld der Zukunft: Zwischen  Kaukasus  und Pamir.’’ (Geleceğin Muharebe alanı: Kafkasya ve Pamir arası). (Peter Scholl-Latour, Goldmann Verlag, April Ne yazık ki yazarın ne bu kitabı ne de başka kitapları Türkiye’de yayınlanmadı.)

Kitapta özetle diyordu ki yazar; İran ve Afganistan’da dinci bir rejim türemiştir. Kafkasya ve Pamir arası ve Türkiye dâhil bölge ülkeleri tamamen İran ve Taliban cinsi dinci bir akımın etkisine girecektir.

Araştırmacının iddia ettiği gibi bu Taliban etkisi sadece Kafkasya ve Pamir arasında kalmamış Mısır dâhil tüm kuzey Afrika’yı ve Irak dâhil tüm Orta Doğu’yu kaplamıştır.

Nasıl ki Batı’nın hastalığı ırkçılık, Katolikliğin hastalığı fanatizm, Almanya’nın hastalığı Nazizm olduysa, İslam’ın hastalığının da entegrizm olduğu söylenir. Bu konuda Tunuslu yazar, şair ve tasavvuf bilgini Abdelwahab Meddeb’in güzel ve açıklayıcı bir kitabı var: ‘’İslam’ın Hastalığı’’ (Metis yayınları, )

Entegrizm; dini veya siyasi bir inancı tarihin bir önceki sahip olduğu kültür yapısı veya müesseseleriyle özdeşleştirmektir. Böylece mutlak bir doğruya malik olduğuna inanmak ve onun kabullenilmesini dayatmaktır. Bu, gelenekten yana olduğunu iddia ederek her türlü tekâmülü reddeden bazı dini grupların veya tutundukları şeyi doktrinel hale getirmiş grupların durumudur.

Entegrizmin ana nitelikleri şöyle tasnife tabi tutulabilir: Hareketsizlik; uyum sağlamayı red, her türlü gelişmeye, evrime karşı kemikleşme, geçmişe dönüş; geleceğin takipçisi olmamak, muhafazakârlık, taassup, kapanma, doğmacılık, sertleşme, kavgacı olma, uzlaşma kabul etmeme…

Ne yazık ki Türkiye de bölgedeki bu salgın hastalığa yakalanmıştır. Dolayısıyla yönetimde A partisinin veya iktidarda B kişilerin olması sonucu değiştirmeyecekti.

Sonuç olarak kendisini; laik, çağdaş, demokrat, Batı değerlerine sahip ve Atatürkçü olarak tanımlayan TSK'nın ağırlığını kaybetmesinde bu gelişmelerin de  etkisi olduğunu söyleyebiliriz.

Tarihi bir paradoks ve yanılgı

Bu süreçte ayrıca Türkiye’nin AB ile arasının kötü olduğu yıllara rastlıyor olması ve özellikle yılından beri Türkiye’nin AB ile ilişkisi bir "tren kazasına’’ benzetilmesinin Ordu ile bir ilişkisi yoktur ve bu durum tamamen iç politika ile ilgilidir.

Burada ise tarihi bir paradoks ve yanılgı ortaya çıkmaktadır.

ABD ve AB’nin Türkiye’de soft power olarak gördüğü ve ittifak yaptığı unsurlar (cemaatler, partiler, NGO’s ve ılımlı İslam adına ne varsa…) aslında uzun vadede Batı Kültürüne temelden karşı çıkan ve Batı Kültürüne düşman olan unsurlardır.

Ne yazık ki İslam’ın ılımlısı ılımsızı yoktur. Ya T.C.’nin temsil ettiği çağdaş Batı değerlerini benimsemiş bir İslam vardır ya da Taliban’ın temsil ettiği bir İslam…

Ilımlı İslam’da nihai varış noktası Taliban zihniyetidir. ABD ve AB’nin Türkiye’de ittifak ettiği unsurlar Türkiye’yi Taliban dünyasına taşımaktadırlar ve bu dünyada ise ne Batı kültürüne ne de Batı değerlerine yer vardır. Tren kazası benzetmesi az bile kalmaktadır. Muhtemeldir ki ileride kaza bile yapacak tren de olmayacaktır.

Tabii ki böyle bir ittifak yapısı içinde laik, batı değerlerine ve Batı demokrasisine inanan, ulusalcı ve tam bağımsız düşüncelerin sahibi Türk Silahlı Kuvvetleri müttefik olarak kabul edilmeyecek ve dışlanacaktır.

Çuval hadisesi tek başına ve talihsiz bir kaza değildir. Bu sürecin bir sonucudur.

Aslında Tarih bilimi sonu hüsranla ve pişmanlıklarla biten böylesine talihsiz ittifakların hikâyesi ile doludur.

Değişen güvenlik ve ulusal değer algısı

Ayrıca dış dünyada son seksen yıllık sürede aşama aşama yaşanan siyasi, ekonomik, teknolojik ve kültürel gelişmeler (iki savaş dönemi, soğuk savaş dönemi, küreselleşme dönemi, ikiz kulelerden sonraki dönem, şimdiki dönem) insanların güvenlik ve ulusal değer algısını değiştirmiştir.

Bu değişimler bir devlete yönelik tehditlerin boyutları da kökten değişmiş ve bu değişen tehditlere karşı da şimdiye kadar muharebe sahasının ana unsuru olarak kabul edilen tank ve top gibi ana silahlar da önemlerini büyük ölçüde kaybetmişlerdir.

Muhtemel bir rakibin iyi yetişmiş on iki kompüter hackeri veya mikrobiyoloğu Batı’ya yönelmiş on iki ağır tank birliğinden çok daha fazla Batı’yı endişelendirmektedir. Ayrıca on iki tank birliğini teşkil etmek oldukça zor olurken, on iki bilgisayar hackerini veya mikrobiyoloğu herhangi bir ülke veya kriminal bir organizasyon çok rahat bir şekilde temin edebilmektedir.

Bugün için gelişmiş ülkelerin büyük bir çoğunluğunda, artık klasik jeopolitiğin konularının hiçbirisi tehdit unsuru olarak görülmemektedir. Bugün için Fransa’yı hiçbir askerî güç tehdit etmezken Fransa’daki üç milyondan fazla olan işsiz sayısı, dört milyonu bulan yabancılar, göçmenler ve yabancılar problemi Fransa’nın kimliğini ve bütünlüğünü tehdit eder hâle gelmiştir. Bu konuların genişliği Fransa’da jeopolitik bir problem durumundadır.

Bu değişimler de sadece Türkiye’de değil tüm dünyada askerin önemini büyük ölçüde kaybetmesine yol açmıştır.

Türkiye için ayrıca özelliği olan gelişmeler de vardır. Doğu kültürüne ait olan bir özellik; ‘’Güce olan biat’’, ‘’güce olan tapınma’’ nedeniyle AKP’nin her seviyede güç kazanması ve askerin güç kaybı askerin pozitif imajlarını yitirmesine de neden olmuştur.

Ayrıca dünyadaki tüm bu algı değişikliklerinin üzerine ayrıca Türkiye’de askere kurulan komplolar ve askere açılan siyasi davalar (Ergenekon, Balyoz vb.) da ordunun halk nezdindeki itibarının da kaybına yol açmıştır.

Sun Tzu’nun güzel bir sözü vardı; ‘’uzun süreli bir savaş önce orduyu, sonra da halkı yozlaştırır’’ diye. Otuz yıldan fazladır devam eden PKK sorunu da bu konuda orduyu ve halkı olumsuz etkilemiştir.

Ayrıca hem dünyada hem de Türkiye’de ordu medyada daha az yer almaya başlamıştır. Bu durumda en azından reklamının yapılmaması, tanınmamasına ve tercih edilmemesine yol açmıştır.

TSK, sivil siyaset ve aydın üzerine

Sanılanın (ve de bilinenin) aksine Türkiye’de en demokratik kurum TSK’dir. Bunun en büyük nedeni de NATO üyeliğidir.

TSK’nın hepsi değilse de tepe yöneticilerinin büyük çoğunluğu hem NATO ülkeleri akademilerinde (ABD, İngiltere Fransa ve Almanya gibi) ve hem de NATO karargâhlarında (Brüksel ve Napoli gibi) görev yapmışlar ve hem de NATO görevlerinde (Bosna, Kosava, Afganistan ve Somali gibi) müşterek çalışmışlardır.

Bu şekilde NATO, TSK için iyi bir eğitim kurumu ve de örnek oluşturmuştur. Zaten T.C.’nin tek Batı bağlantısı da NATO'dur. TSK gibi Batı ile (ABD ve AB) bu kadar içli dışlı olmuş T.C.’nin başka bir kuruluşu da yoktur.

Bir başka açıdan da her hangi bir TSK üst düzey personeli, başka her hangi bir T.C. kurumunun üst düzey personeli ile mukayese edilemeyecek ölçüde hem kişisel olarak ve hem de kurumsal olarak ve hem de evrensel olarak çok daha iyi yetişmiştir. Gazete haberleri takip edildiğinde T.C. siyasetçi ve bürokratlarının bir kısmının içler acısı hali ayan beyan ortada görülecektir. Avrupa ile mukayese edildiğinde ise durum daha bir fecidir. Türk siyasetçisi kendisinin iddia ettiği gibi stratejisinde ‘’derin’’ değil ‘’sığdır’’. Bir Türk siyasetçisinin sıradan bir Avusturyalı siyasetçi olan Hannes Swoboda’nın entelektüel derinliğine erişmesi imkânsız gibidir.

Bunun nedenini en iyi anlatan tarihçi Ortadoğu, İslam tarihi ve İslam-Batı ilişkisi hakkında uzman Amerikalı tarihçi Bernard Lewis’tir. Lewis’in ‘’İslam'ın Siyasal Söylemi’’ (Orjinal isim: The Political Language of Islam) (Phoenix / Siyaset Dizisi, İstanbul, ) isimli güzel bir kitabı var. Bernard Lewis kitabında Türkiye’ye de yer verir. Lewis’in kitabından Türkiye ile ilgili bir bölümü şu şekildedir:

“Türkiye’de yazarlar, düşünürler, üniversite profesörleri ve işadamları dünyadaki benzerleri düzeyinde yetenekli, iyi eğitilmiş, deneyim sahibi kişiler olmalarına karşın siyasal sistem, bu insanları son derece etkin bir biçimde iktidardan uzak tutacak şekilde tasarlanmıştır. Bunun doğal sonucu olarak da Türk demokrasisi engellenmiş durumdadır. Başka hiçbir ülkede eğitimli seçkinlerin düzeyiyle siyasal sınıfın düzeyi arasındaki fark, Türkiye ölçüsünde büyük değildir. Onlarca yıldır Türkiye’nin önemli siyasal partileri bir tek kişi ya da kimi zaman işbirliği içindeki küçük bir grup tarafından yönetilmiştir. Bu kişiler ise kamu görevi için tek bir ölçütü kullanarak seçim yaparlar: ‘kör bir itaat’ Yalnızca dalkavuk kabul edilir, bağımsız düşünürlerden ölümcül salgın virüsü taşıyorlarmış gibi kaçılır. Yalnızca statükoya bağlı bir avuç soğukkanlı tutucunun egemen olduğu siyasal sistem böylece kemikleşmiştir”

Ayrıca Türkiye’deki siyaset eski nezaketini, zarafetini, kültürünü ve derinliğini kaybetmiştir. İngiliz siyasetçi Lord Acton’un bir sözü vardı; ‘’Güç (iktidar) yozlaştırır, mutlak güç mutlaka yozlaştırır." Orjinali; ‘’Power tends to corrupt, and absolute power corrupts absolutely. Great men are almost always bad men.’’ Hadi orijinal metnin ikinci kısmını tercüme etmeyeyim!

Türk siyasetçisi böyleyken ne yazık ki ‘’Türk aydını’’nın da durumu Türk siyasetçisinden pek farklı değildir. Ve aydın denince de aklıma Yalçın Küçük’ün beş ciltlik ‘’Aydın Üzerine Tezler’’ isimli kitabı gelir. (Tekin Yayınevi, ) Ve Yalçın Küçük denince de aklıma onun 12 Eylül’den kalan şu öyküsünü hatırlarım: Yalçın Küçük 12 Eylül zindanlarında yatarken kendisine kullandığı ilaçları demir parmaklıklar arasından vermek isterler. Yalçın Küçük; ‘’Ben Türk aydınının gururunu ve onurunu taşıyorum. Bana bu şekilde davranamazsınız.’’ der ve ilaçlarının bu şekilde kendisine verilmesini kabul etmez.

“Aydın Üzerine Tezler”de Yalçın Küçük, aydın sorununu şöyle anlatıyor:

“Türkiye, tarihinin en aydınsız dönemini yaşıyor. 10 yıllara sıkışan bu yüksek tansiyon, Türkiye aydınında süreksizlik yaratıyor. On yılda yükselen, arkasından gelen on yılda alçalıyor, alçalmayı, ebedileştiriyor. Bunun edebiyatını yapmaya çalışıyor. Aydın, aklıyla ve inatla mücadele eden insandır. Mithat Paşa’nın Taif’de boğulması aydın tarihinde bir dönüm noktasıdır. O tarihten bu yana aydın etkinliğini kaybetmiştir. Günümüzde ise aydınlar toptan kırıma uğradığından, aydınlanma doktrininin yerini postmodernizm ile dinsel gericiliğin aldığı bir dönem yaşıyoruz. Olumsuzluklara tepki göstermeyen, buyruklara boyun eğen, pasifize edilmiş toplumda, aydınlar toplumun aykırı bireyleri olarak küçümsenir hale gelmiştir.”

Yalçın Küçük ’li yıllarda aydın sorununu böyle anlatıyordu. Ancak o günden bu güne ise ilaçlarının bile kendisine demir parmaklar ardından verilmesini kabul etmeyen aydından siyasi iktidara yamanan, el etek öpen ve emir kulu haline getirilen aydınlar zamanına geldik…

Aydınlar sorununa teşhisi on dokuzuncu yüzyıldan Osmanlı devlet adamı ve şâiri Keçecizade İzzet Molla koymuştu. Teşhisin aslı Osmanlıca;

''Meşhurdur ki fısk ile olmaz cihan harap
Eyler onu müdahanei âliman harap''

Türkçesi ise şu şekilde;

''Cihan ahlaksızlıkla harap olmaz, 
Onu âlimlerin dalkavukluğu harap eder.''

Sığ politikacı, halkın gözünü boyar. Gerçek aydın, halkın gözünü açar. Başımıza ne gelmişse gerçek aydınların pasifize edilerek küçümsenmeleri ve sahta aydınların dalkavukluğundan gelmiştir. Aydını gerçek aydın olmayan toplumların sonu karanlıktır.

ABD’li şair Irwin Allen Gisberg, “Bir ülkenin kötü durumu yüzünden politikacıları suçlayamayız Suçlu olan şairlerdir Çünkü politikacıların bir ülkenin durumu hakkında bilinçleri ve kapasiteleri yoktur ama şairlerin vardır” derdi.

Türkiye ne yazık ki kadersiz bir ülkedir çünkü aydınının “bilinç ve kapasitesi” de anca politikacılarınınki kadardır. Bu nedenledir ki ülke şimdi olduğu gibi aydın karanlığında alev alev yanmaktadır. 

Türkiye’de siyaset ve Türkiye'nin siyasetçisi böyleyken, Türkiye'nin aydını böyleyken TSK hem anlattığım gibi personeli hem de işleyişi,  şeffaflığı, çağdaşlığı ve Batı değerlerine ve batı demokrasisine bağlılığı ile T.C.’nin en yüz akı kurumu haline gelmiştir.

Modernleşmeyi ve çağdaşlaşmayı kendisine hedef olarak koyan TSK, AB reformlarının en sadık en içten destekleyicisi olmuştur. TSK, AB üyeliğinin her şeyden önce Mustafa Kemal Atatürk’ün çağdaşlaşma ve modernleşme hedeflerinin gerçekleştirilme aracı olacağını en iyi bilen kurumdur.

TSK açısından hal böyleyken Türkiye’deki halen mevcut hükümetin gizli bir ajandası olduğu, AB reformlarını bir araç olarak kullandığı, demokrasiyi de hedeflerine ulaşmak için bir araç olarak kullanmak istedikleri de gün gibi aşikârdır ve bunu da son on yılda uyguladıkları iç ve dış politikada göstermişlerdir.

Yine aynı paradoks ortaya çıkmaktadır.

Görünürde ve teorik olarak; TSK AB reformlarına karşı çıkan ve kendi etkisinin azaltılmasını istemeyen bir kuruluş olarak algılanmakta ve siyasi kanat da AB reformlarını istemektedir.

Ancak yukarıda izah edildiği gibi konu hiç de göründüğü gibi değildir.

Türkiye’de bir gerilim ve rekabet varsa bu gerilim ve rekabet; bir tarafta AB reformlarını ve Batı değerlerini ve Batı demokrasisini destekleyen ve isteyen TSK ile diğer tarafta;  AB reformlarını bir araç olarak gören ve Batı değerlerine bağlı çağdaş T.C.’nin yönünü her türlü politika ile Orta Çağ kültürüne ve Taliban yönüne çevirmek isteyen bir siyasi iktidar arasındadır.

Hükümetin izlediği iç ve dış politikalar, Hamas taraftarlığı, Arap yakınlığı, BOP eşbaşkanlığı, eğitimin dinselleştirilmesi, kadın haklarında geriye gidiş, sendikal hakların kısıtlanması, özgürlük alanının daraltılması, basına getirilen sansür, hiçbir kural ve yasa tanımayan keyfi yönetim, hukukun siyasetin emrine verilmesi gibi demokrasi tarihinde görülmeyen bir garabet ve Atatürk ilkelerinin devlet yönetiminden kaldırılması vb. siyasi iktidarın politikaları bu uygulamalara örnek olarak gösterilebilir…

AKP ve ABD işbirliği

Dış politikada Türkiye ve AKP artan ölçüde ABD’ye bağımlı hale gelmektedir.

ABD’ye bağımlı bu politika ise ülkenin Cumhuriyet dönemi boyunca izlediği dış politik çizgisinin tamamen dışında yer almaktadır.

Geleneksel bu çizgi her ne kadar göreceli ABD’ye bağımlı ise kısmı olarak ABD’den bağımsız olmuştur. ( Kıbrıs Harekâtı, Haşhaş ekimi, Saddam zamanı Irak ve Orta Doğu da bağımsız politika gibi)

Bu bağımsız ve geleneksel dış politika aslında TSK’nin de benimsediği bir politika idi…

AKP hükümetinin şimdiki ABD’ye tam bağlı politikalarını (Libya, Irak, Bölgesel Irak Kürt Yönetimi, BOP eşbaşkanlığı, Suriye, Lübnan, Orta Asya vb.) TSK etkisizleştirilmeden gerçekleşmesi mümkün değildi. Bu gerçeği hem AKP hem de ABD biliyordu. Bu nedenle TSK’nin etkisizleştirilmesi için bu iki unsurun işbirliği yapmış oldukları değerlendirilebilir. Malumu olduğu üzere TSK’yi etkisizleştirmek için üretilen sahte dijital veriler Pensilvanya desteklidir ve buradaki zat ise ABD tarafından muhafaza edilmekte ve kullanılmaktadır.

Dolayısıyla TSK’nın etkisizleştirilmesinde AKP’nin güçlenmesi veya üçüncü kez seçim kazanmasıyla değil, AKP’nin ABD tarafından kullanılma kolaylığı etkili olmuştur. AKP, ABD tarafından kullanıldığı sürece TSK’nın etkisizleştirilmesine devam edilecektir.

Türkiye’de sol düşünce

Gerek 12 Mart Muhtırası ve özellikle de 12 Eylül ’de Türkiye’de esas olarak sol düşünceye yapılmış darbelerdir. Bu iki hareket ve özellikle ABD destekli 12 Eylül askerî darbesi ile özellikle TSK içindeki sol düşünce tamamen tırpanlamıştır.

Sovyetler’in yıkılması çok şeyi bitirdi. Çift kutuplu dünya ile beraber çok şey de yitip gitti Tek kutuplu dünyaya geçtik… Tek kutuplu dünya ile birlikte siyasetin ideolojik içeriği sıfırlandı Kapitalizm rakipsiz kaldı… Küreselleşme icat edildi…

İnsanlar özgürleşiyor derken, tıpkı Roma döneminde olduğu gibi (Die festung Europa) duvarlar yükseldi. Yine Roma döneminde olduğu gibi Avrupa dışındaki herkes barbarlar (Barbaren) olarak algılandı.

Aynı dönemde veya buna paralel olarak dönüşümünden sonra tüm Avrupa solu, Avrupa siyaseti, Avrupa edebiyatı bocaladı Schröder’ler, Blair’ler, adları sol da olsa iktidarları boyunca hep neo liberal politikalar uyguladılar. Avrupa solu ve entelektüelleri de yeni bir fikir geliştiremediler. Almanya’dan bir daha Heinrich Böll, Günter Grass, Thomas Mann, Fransa’dan bir daha Albert Camus, Jean Paul Sartre, Samuel Beckett çıkmadı, çıkamadı

Küreselleşmenin dayatmasına insanlık etnik-dini bir yeniden ‘’kavimleşmeyle’’, ‘’ümmetleşmeyle’’, ‘’ırkçılık’’ ve ‘’popülizmle’’ yanıt verdi. Sanayi kapitalizminin yerini finans kapitalizmi aldı. Sanayi kapitalizminin yapısı çöktü. İşçi sınıfı kalmadı. Sendikacılık tükendi. Bunlar geleneksel siyasetin hep içeriğini dolduran kavramlardı. Avrupa’da bu değişimi anlayamayan, algılayamayan ve bu değişime göre politika belirleyemeyen ve çözüm getiremeyen sol ve sosyal demokrat içerikli partiler bocaladılar, sürekli oy kaybettiler.

İnternet teknolojisi ise bütün bu oluşumların üzerine tuz biber ekerek siyasette ‘’reality’’ ortamına prim veren iklimi yarattı. Küstahlığın, vasatlığın, kabalığın ve teşhirciliğin geçer akçe olduğu yeni bir iklim doğdu. Bu şekilde bir ‘’meşhuriyet’’ çağı başladı.

İşte TV’lerde, boyalı basında gördüğünüz vıcık vıcık seviye, kişiliksizlik ve küstahlık bu iklimin ürünü! Bu sadece Türkiye’de değil tüm dünyada böyle… Avrupa’dan ABD’ye, Rusya’dan Arap dünyasına kadar bu böyle…

Bugünkü Türk solu da (ve tabii ki CHP’de) bu bocalamayı Avrupa’dan gecikmiş olarak (her alanda olduğu gibi) yaşamaktadır.

Bu bocalama sonucu Türk solunun bir kısmı geçmişte Özal’ın yörüngesine girmiş, günümüzde ise bir liberalizme (ABD ile yakınlaşma çabası, özelleştirmeleri desteklemeleri vb.), bir dinci yönelime (Baykal’a çarşaflı kadınlara CHP rozeti takmaları, üniversitede türbana ses çıkarmamaları, Bekiroğlu’nu CHP’ye davet vb.), bir mikro milliyetçiliğe (Kürt açılımı için Erdoğan’a koşmaları, partide Kürtçülük yapan siyasetçilere yer vermeleri, Tanrıkulu örneği vb.) ve bir bilinçsizliğe (yetmez ama evetçiler) doğru savrulmuş ve savrulmaktadırlar…

CHP o kadar dağınık, savruk ve kafası o kadar karışık ki kendi geleneksel Atatürkçü düşünce sistemine dahi yabancılaşmıştır.

CHP ülkenin güncel sorunlarına politika üretemedikleri gibi sürekli olarak AKP karşısında edilgen ve reaktif kaldılar ve ağırlıklı olarak liderlik sorunlarını hep güncel tutup kongreden kongreye koşturarak topluma umut veremediler.

CHP’nin bu görüntüsüne de; AKP’nin ülke içinde faşizmi aratmayacak ölçüde özgürlükleri kısıtlaması, basına sansür uygulaması, yandaş medya yaratması, bürokrasiyi tamamen ele geçirmesi, devleti ele geçirerek devlet partisi haline gelmesi, yargıyı, üniversiteleri vb. kurumları ele geçirmesi ile doğu toplumlarına özgü ‘’güce tapınma’’, ‘’güce biat  duygusu’’ da büyük ölçüde etkili olmuştur.

Burada sola ve CHP’ye yer verilmesinin nedeni Orta Doğu ülkelerinde görülen Baas rejimlerinin ordu tarafından desteklenmesi örneği gibi TSK’nin, hiçbir zaman ne CHP ile ne de sol ile yan yana anılmış olması ve hiçbir platformda da CHP ve sol düşünce ile beraber olmamış olduğudur…

Bölümün başında da belirtildiği gibi askeri müdahalelerden en çok sol düşünce darbe almıştır. 12 Eylül darbesi ile uygulanan politikalar sonucu hem ülke içinde hem de TSK içinde sol düşüncenin köküne kibrit suyu dökülmüştür.

OYAK ve TSK Güçlendirme Vakfı

Bu bölümde TSK ile bağlantılı iki kuruma konu gereği yer verilmektedir. Bunlardan birincisi OYAK, diğeri ise TSK Güçlendirme Vakfıdır.

OYAK, adı üstünde Ordu Yardımlaşma Kurumu. Bugün siyasi iktidarın Türkiye’de yerleştirmeye çalıştığı ‘’Bireysel Emeklilik Sistemi’’nin (BES) TSK tarafından yılında gerçekleştirdiği ve günümüze kadar koruyarak geliştirdiği bir sistemdir OYAK.

OYAK’ın yönetimi tamamen TSK dışından profesyonel yöneticilerden oluşmaktadır. Doğrudur şirketleri var, bugünkü BES’i oluşturan sistem de birikimleri yatırımlarla şirketlerle değerlendirmek istiyorlar. Tamamen kapitalist bir sisteme geçen Türkiye’de OYAK’ın üyelerin birikimlerini değerlendirirken piyasa ekonomisine göre hareket etmemesi düşünülemez.

Aslında Türkiye’de sadece askerler değil diğer meslek grupları da OYAK benzeri bir örgütlenmeye gitmişlerdi. Ancak keyfi yönetim ve özellikle siyasilerin müdahaleleri ile bu kurumlar talan edilmiştir. Arşiv belgeleri siyasiler tarafından OYAK benzeri İlkokul Öğretmenleri Yardımlaşma Sandığıolarak kurulan İLKSAN’ın nasıl talan edildiği ile doludur. (Demirel; ‘’Verdimse ben verdim’’ örneği )

OYAK piyasa kuralları içerisinde devletten hiçbir yardım ve ayrıcalık almadan tamamen rekabet kuralları içerisinde çalışan bir holdingdir.

Şirketlerinin bir kısmı da yabancı ortaklardır. OYAK Renault gibi, hem de AB ülkeleri ile. Daha önce sigorta alanında da yine Fransızlarla işbirliği halinde iken yakın zamanda bu işbirliğinden ayrılmıştır. (AXA /OYAK idi, OYAK ayrıldı, AXA Türkiye’de ortaksız faaliyet gösteriyor.)

Diğer konu TSK Güçlendirme Vakfı. TSK Güçlendirme Vakfı;  milli harp sanayimizin geliştirilmesi, yeni harp sanayi dallarının kurulması, harp silah, araç ve gereçlerinin üretilmesi ve satın alınması suretiyle Türk Silahlı Kuvvetleri’nin savaş gücünün artırılmasına katkıda bulunmak üzere kurulmuştur.

Vakfın TAİ, Aselsan, Havelsan, Roketsan gibi dünya ölçeğinde silah ve gereç üreten şirketleri vardır.

Konu ile ilgisi yok ama vereceğim örnekle bağlantılı olduğu için yine TSK tarafından kurulan bir başka vakfı daha var: TSK Mehmetçik Vakfı. 

Türk Silahlı Kuvvetleri Mehmetçik Vakfı, görev yapan erbaş ve erlerin (Subay, astsubay ve uzmanlar hariç) şehit olan veya herhangi bir nedenle hayatını kaybedenlerin bakmakla yükümlü oldukları yakınları ile gazi ve engelli Mehmetçiklere sosyal ve ekonomik destek sağlamak amacıyla 17 Mayıs tarihinde kurulmuştur.

Her iki Vakfın da kuruluş gerekçesi aslında Batı tipi bir devlet anlayışı ve sosyal devlet ilkesi eksikliğinden kaynaklanmaktadır. Bir başka değişle siyasilerin kanun çıkararak devlete yaptırabilecekleri görevleri, siyaset ve devlet yapmadığı için bu görevlerin askerler tarafından yerine getirilmektedir…

Düşünüyor musunuz, devlet ihtiyacı olan harp araç ve silahlarını almıyor, asker bu ihtiyacını gidermek için vakıf kuruyor, vatandaşından bağış topluyor, bu bağışları kullanarak şirketler kuruyor ve bu şirketler dünya ölçeğinde ve kalitesinde üretim ve ihracat yapıyor.

Yine düşünüyor musunuz, devlet vatandaşını zorunlu askere alıyor, askerde iken ölüm veya sakatlık olmuşsa sadece ‘’hizmet esnasında’’ koşulu arıyor. ‘’Hizmet dışı’’ ölüm veya sakatlık olmuşsa hiçbir tazminat, ödeme veya yardım yapmıyor.

Bu nasıl bir sosyal devlettir?

TSK de bu boşluğu gidermek için vakıf kuruyor, vatandaşlardan yardım topluyor ve bu askerlere de yardım yapıyor.

Her iki vakfın mevcudiyetinin nedeni; devletin dolayısıyla siyasetin eksikliğini gidermek için askerlerin bu boşluğu kapatması bu eksikliği gidermesidir. Yoksa askerin asli görevi dururken ekonomiye karışması, ticarete bulaşması değildir.

TSK’nın toplum içinde ağırlığı ve etkisi azaldıkça, her iki vakfın siteleri incelendiğinde paradoksal olarak vakfa olan bağışların arttığı ve vakıf şirketlerinin daha da güçlendiği görülmektedir. Aynı şekilde son on yılda TSK’nın toplum içerisinde etkisi azaldıkça yine paradoksal olarak OYAK’ında Türkiye’deki özelleşmelerden de şirketler alarak (Erdemir Demir Çelik Fabrikaları gibi.) daha da büyüdüğü görülmektedir.

Günümüzde hukukun siyasallaşması gibi maliye de siyasallaşmıştır.

Ergenekon, Balyoz, 28 Şubat gibi davalar nasıl siyasi davalar ise, Doğan grubu üzerine gönderilen vergi denetçileri de mali değil, siyasi denetçilerdi. Bünyesinde Milliyet ve Hürriyet gibi iki büyük gazete ile Kanal D gibi bir TV kanalını barındıran Doğan grubu üzerine salınan maliyeciler sayesinde kesilen vergi cezaları nedeniyle Doğan Grubu bünyesindeki Petrol Ofisini satmak zorunda kalmış, sonunda teslim olmaktan başka çare göremeyen Doğan grubu tüm medya organları ile AKP'ye biat etmişlerdir. Benzer şekilde UZAN Grubu tamamen iflah olmayacak şekilde iflas ettirilmiştir.

Bu örneklerden yola çıkarak; ülkedeki siyasi iktidarca OYAK üzerine siyasi amaçlı vergi denetçileri salınarak OYAK'ın bir daha belini doğrultamaz hale getirilmesi ihtimal dışı değildir.

TSK Güçlendirme Vakfına gelince; Bu Vakfın Mütevelli Heyeti Başkanı Milli Savunma Bakanı'dır.

AKP partizanca kadrolaşarak ülkedeki bütün kurumlarda adamlarını yerleştirmiştir. Ulaşmadığı sadece TSK, OYAK ve TSK ilişkili vakıflar ve bu vakıfların şirketleri kalmıştır.  AKP bir süre sonra siyasi amaçlı vergi denetiminden bir sonuç almayacaksa veya bir başka ifade ile askerle zımmı kurduğu ittifak ilişkisini bozmak istemeyecekse OYAK ve Vakıf yönetimlerine ve bu vakıfların şirketlerine kendi adamlarını yerleştirmesi de ihtimal dışı değildir.

Hem OYAK'ın kendisinin ve şirketlerinin hem de TSK Güçlendirme Vakfının ve şirketlerinin (TAİ, Aselsan, Havelsan, Roketsan) büyüklüğü; hem kadrolaşmak için hem de özelleştirilip satılarak kaynak yaratmak için AKP'nin iştahını kabartmaktadır. AKP bu konuda harekete geçmek için fazla da beklemeden uygun biz zamanı kollamaktadır. 

Pers Kralı Darius karşısındaki Lidya Kralı Krezüs

Fransız General Jacques De Guibert’in ‘’Askerî Yazılar – ’’ isimli güzel bir eseri var. (Askeri Yazılar – , Jacques De Guibert, Anahtar Yayınları, İstanbul )

Adı üstünde ‘’askerî yazılar’’.  Ancak Kont Guibert’in () çok özel bir geçmişi var. Guibert Yedi Yıl Savaşları'nın pek çok askerî sefere katılmış. 'te askerî akademide hocalık yapmış ve bundan üç yıl sonra da mareşal olmuş. Şöhretini savaşlardaki başarılarından çok, bir kuramcı olarak yapmış.

Kendisinden önceki dönem ve yaşadığı yüzyılın savaşlarını çok iyi irdelemiş ve bunlardan pratik sonuçlar çıkarmış. Öngörüleri ve önerileri başta II. Federic ve Napoleon Bonaparre olmak üzere birçok komutanı derinden etkilemiş, yaptığı analizlerin sentezini de XIX. Yüzyılda Clausewitz oluşturmuş.

Sonrasında bu sentez daha ön plana çıkınca, Guibert'in popülaritesi azalmış ancak etkileri yurttaş - asker / modern ordu / profesyonel ordu kavramlarının fikir babası olarak günümüze kadar gelmiştir.

Bu kitapta Guibert, savaş sanatını anlatırken arka planda devrim öncesi Fransa’yı, politikacıları ve Fransız halkını anlatır.

Türkiye’de hiçbir yorumcu bu benzerliği yakalamadı, ortada da öncesi Fransa ile günümüz Türkiye arasında paralellik kuracak nesnel veriler de yok ama Guibert’in kitabında anlatılan devrim öncesi Fransa ile günümüz Türkiye’nin özellikle ordunun aşağılanması, gözden düşmesi arasında büyük benzerlikler bulunmaktadır..

öncesi Fransa ile olan bu benzerlikler öncesi ve öncesi Türkiye ile de vardır.

Ancak bu tarihler öncesi olan benzerliklerin aynı zamanda bu tarihler sonrası da benzerlikleri olacağı anlamında değildir.

Doğu toplumlarında nesnel verilerin tam olmayışı, sosyal özelliklerin farklılığı, akıl yerine duygunun daha hâkim olması, bilim yerine inancın ağır basması ve kurumsallık yerine lider odaklı olması gibi nedenlerle Doğu toplumlarında geleceğe yönelik tahminler yapabilmek çok zordur.

Bütün bunlara rağmen Türkiye için söyleyebileceğim fırtına öncesi bir sessizliğin olduğudur.

İç ve dış siyasi ve ekonomik gelişmeler (ekonomik kriz, Kürt sorunu, cemaatler ve dini yönelişler vb.), yeni dostluk ve ittifaklar (Merkezi Irak Hükümeti ile olan ihtilaf, Irak Bölgesel Kürt Yönetimiyle olan ittifak, nedensiz Suriye ve gereksiz İsrail düşmanlığı, ABD’ye koşulsuz yanaşırken, AB’den uzaklaşma, BOP eşbaşkanlığı, Rusya, Çin ve İran ilişkileri vb.) bu fırtına öncesi sessizliğin veya kopacak büyük gürültünün uğultuları gibi gelmektedir…

Buradaki cevap aslında hem siyasetin ve hem de askeriyenin bu krizi aklıselimle yönetip yönetemeyeceklerine bağlıdır.

Tarihten gelen bir gelenek, askerin daha çok aklıselimle hareket etmiş olduğudur. (Birinci Körfez krizinde Özal’ın Irak’a girmek isterken askerin geri durması, Yunanistan’la olan krizlerde hep askerin sağduyulu davranması, daha yeni Suriye krizinde Başbakanın ‘’asarız’’, ‘’keseriz’’, ‘’tahammülümüz kalmadı’’, ‘’sabrımız tükendi’’ söylemlerine karşın Genelkurmay Başkanı’nın ‘’savaşacak halimiz yok ya’’ sözü .)

Bütün bunlardan sonra son söz olarak ülkedeki durumun –şartlar böyle devam ettiği sürece- kalıcı olduğu, askerin sağduyulu davrandığı ve davranacağı iddia edilebilir.

Kendi muvazzaf veya emekli generallerinin, subaylarının ve hatta emekli bir genelkurmay başkanının uyduruk ve sahta belgelerle ‘’terörist’’ suçlaması ile tutuklandığında kendinde var olan iki bin yıllık devlet geleneği nedeniyle, ağırbaşlılığı nedeniyle, vakuru ile haksızlığı ve hukuksuzluğu bile bile sesini çıkarmayan bir ordunun takiyye yapacak hali yoktur.

Ancak; Afrika’nın uçsuz bucaksız topraklarında ilkbahar yağışlarıyla oluşup, yaz sıcağında yok olan "geçici" göller vardır. İşte bu göllerin oluşumuna tanık olan yerlilerin bir sözünü anımsamakta fayda vardır;

"(Gölde) Sular yükselince balıklar karıncaları yer, sular çekilince de karıncalar balıkları"

Türkiye’nin çevresi Balkanlardan Kafkasya’ya bir ateş çemberi içindedir. Bu çember içinde ne yazık ki Batı dünyasında olduğu gibi tehdit algılaması değişip güvenlik ihtiyacı henüz hard power faktörlerden soft power faktörlere kaymamıştır.

Yakın bir gelecekte ülkedeki iktidar sahiplerinin Pers Kralı Darius karşısında Lidya Kralı Krezüs gibi ‘’Solon, Solooooon’’ diye feryat etmemeleri umulur. Böylesi bir feryadı tarih baba affetmeyecektir.

Gelecek nasıl şekillenecek?

Yaşanan sürecin bir spor oyunu ya da seçim süreci olmadığı, sosyal bir olay olduğu malumdur.

Dolayısı ile rövanşı kimin alacağı veya gelecek seçimi kimin kazanacağı sorusunu burada sormak sosyal bilim açısından imkânsızdır.

Türkiye’nin çok önemli bir dönemeçten geçtiği, tarihi bir dönem yaşadığı ve özellikle sivil – asker ilişkileri açısından geçmiş hiçbir dönemde yaşanmadığı kadar radikal ve sürpriz gelişmeler yaşadığı da kesindir.

Sosyal bilimlerde bazen kısa vadede öngörülen sonuçların alındığı, ancak uzun vadede ise tamamen aksi, öngörülmeyen ve de kontrol edilemeyen sonuçların alındığını tarih bilimi bize göstermektedir.

Geleceğin nasıl şekilleneceği konusunda Türkiye için;

-    Küresel (ABD, AB, Rusya, Çin, Avrasya) ve

-    Bölgesel (Ortadoğu, -özellikle Irak ve Suriye- Kafkasya, İran, nedensiz Suriye düşmanlığı ve gereksiz İsrail düşmanlığı) ve

-    İç politik durum (Kürt sorunu, cemaatler, Türk toplumunun dinci bir akıma yönelmesi, ekonomik kriz –hem iç ve hem de dış-) ve

-    İttifak ilişkileri (NATO, AB) daha etkileyici ve hâkim unsurları olacaktır.

Halen sular bulanıktır. Sular durulduğunda daha farklı bir Türkiye ile karşılaşacağımız kesin gibidir.

Bu daha farklı Türkiye’nin daha iyi veya daha kötü Türkiye olması milli güç unsurlarının (ekonomi, siyaset, silahlı kuvvetler, sivil toplum örgütleri vb.) ile sağlıklı ittifak ilişkilerinin (ABD, AB, Rusya, Çin ve Orta Doğu ile) uyum, ahenk ve işbirliğine bağlı olacağı da şüphesizdir.

Türkiye için özellikle Kürt sorunun çözümünde bahsedilen güçler ve ittifaklar arasında sağlıklı bir uyum, ahenk ve işbirliği sağlandığında silahlı kuvvetlere gerek bile kalmayabilecektir.

Sorun gelip Carl Von Clausewitz’in ‘’savaş politikanın başka araçlarla devamından başka bir şey değildir.’’ tezinde düğümlenmektedir.

Ancak;

Halen İngiliz Kraliyet Akademisinde öğretmenlik yapan İngiliz düşünür ve yazar John Keegan’ın güzel bir kitabı var; ‘’Die Kultur des Krieges’’ (John Keegan, Verlag: Rowohlt Tb. )

John Keegan bu kitabında Clausewitz’in ‘’savaş politikanın başka araçlarla devamından başka bir şey değildir’’ önermesine bir karşı tez getirip savaşın kültürel karakterine vurgu yaparak savaşın esas nedenini kültüre bağlamaktadır. Keegan’a göre; işbirliği özelliğinin ve davranışının gelişmediği ve çatışma alışkanlığının hâkim olduğu kültürlerde savaş kaçınılmaz olmaktadır.

Ancak bu bölgede hem ulusal karakterde, hem uluslararası unsurlarda ve hem de politik aktörlerde işbirliği kültürünün geliştiği gösteren pek bir emare de bulunmamaktadır.

Bölgenin hâkim karakteri ‘’çatışma kültürü’’ ile yoğrulmuştur.

Bu da korkutucudur..

Ulu çınar ağaçlarının ölümleri

İçinde bulunduğumuz durum aslında hiç de öyle basit değildir. Noktasal değil de, bir kesit olarak değil de tarihsel süreç içinden bakarsak durumumuzun hiç de emniyet ve sükûnet içinde olduğumuzu söyleyemeyiz. Biraz önce bahsettim, henüz sular bulanıktır. Hep söylerim tarih bizim için iyi bir laboratuvardır. Ancak faydalanırsak. Einstein’ın bir sözü vardı; ‘’Toplumlar; hiç ölmeyen, ancak sürekli öğrenen tek bir insan gibidir.’’ Toplum olarak tek bir insan gibiyiz ama hep unutuyor hiç hatırlamıyoruz. Bilge kişiler ‘’Hayat ileriye doğru yaşanır, ancak geriye doğru anlaşılır’’ derlerdi. Geleceğe ilişkin öngörüler kökleri tarihte olan ve buradan beslenen bitkiler gibidir. Tarih insana ne olduğunu öğrettiği gibi, ne olacağını da öğretir. 

Bu çerçevede iki tarihçiye ve onların kitabına büyük önem atfediyorum. Birincisi İbn-i Hldun’dur. Mukaddime de, İbn-i Haldun'un en ünlü eseridir. (Dergâh Yayınları, ) İbn-i Haldun, Mukaddime’de şöyle bir tez ortaya atar: (Mukaddime aslında bir önsözdür, İbn-i Haldun’un 7 ciltlik tarih kitabı ‘’Kitâb’ul İber’’in önsözüdür.)

‘’Devletler de tıpkı insanlar gibi doğar, büyür, yaşlanır ve ölürler. İslam coğrafyasında kurulan devletler ortalama yıl yaşarlar. Bir devlet kurulduğunda, şehirleşmiş medeni unsurlar yönetir, onun dışındaki bedeviler devlete karşıdır. Şehirleşenler zamanla mücadele etmeyi bırakır ve bedevilere yenilirler. Devlet yönetimine gelen bedeviler zamanla medenileşir, onların dışında yeni bedevi gruplar oluşur. Sonra yönetime yeniler gelir. Bu döngü her yılda bir tekrarlanır. En çok 4 ya da 5 kez sürer, devamında devlet çöker.’’

İbn-i Haldun bu süreci teorik kavramlarla bir sistem oluşturduğu tarihselci devlet kuramında detaylı şekilde anlatır ve devleti kuruluştan çöküş aşamasına kadar beş safhada inceler ve son safhasını da; sefahat, israf ve çöküş safhası olarak niteler. 

Diğer tarihçi de Thomas Hobbes’dir. Benzer şekilde Thomas Hobbes de ünlü eseri Leviathan’da (Yapı Kredi Yayınları, ) şöyle der:

‘’Yönetim ilkeleri zaman içinde değişebilir, hükumetler değişebilir, bakanlar değişebilir, insanların karakterini değiştiren gelişmeler olabilir, insanların tutkuları, düşünceleri, yaşları, sağlıkları değişebilir, egemenleri ve bakanları hep değişebilir. Bir yönetim bu değişimlerle, kimi zaman gururlu ve güçlü, kimi zaman ise zayıf, bazen aydınların, bazen ise cahillerin elinde olabilir; bir yükselir, bir alçalır, yeniden yükselir, baş aşağı gider ve bütün bu düzensiz git-gellerden sonra atılım gücünü kaybeder, duraklar, sonunda da dağılır ve biter.’’

Gelin isterseniz Osmanlıyı, Cumhuriyeti, Cumhuriyetin , , , ve yıllarını tarihin bu diyalektik sarkacı içerisinde düşünelim. 

Yaşadığımız bütün bu gel gitler, çalkantılar, Anayasanın, yasaların, hükümetlerin, bakanların, yönetimlerin değişmesi, yaşadığımız hukuksuzluk ve kabile hayatı ve yaşadığımız sefahat ve israf umarım İbn-i Haldun’u Thomas Hobbes’u haklı çıkarmaz. Dalgalanan bir denizde dalganın üstünde veya altında olmanın, savrulan bu sarkacın sağında veya solunda olmanın hiçbir önemi ve değeri yoktur. Çünkü Tarihin sarkacı, geçmişte hiç olmadığı kadar insafsızca karanlığa doğru savrulmaktadır…

Zaten haber verirdi geleceği İbn-i Haldun bahsi geçen Mukaddime’sinde: “Geçmişler geleceğe, suyun suya benzemesinden daha çok benzer.”

Bilenler bilir; ulu çınar ağaçları ölümlerini hiç belli etmezler. İçten içe çürürler  ve birden bire ansızın devrilip giderler

Sonuç

Son on yıllık dönemde TSK’nın geldiği noktayı sorgularsak;

Sivil- asker ilişkileri açısından TSK ne kadar siyaset içindeydi ve nereye çekildi?

Generallerin ve subayların uyduruk belgelerle, dijital pusularla hapse atılması mıdır TSK’yı siyasetten çeken?

Bakanlar kurulunun yarısı generallerden mi oluşuyordu da önceden şimdi mi düzeltildi?

TSK nasıl ve hangi alanda siyaset yapıyordu da AKP bunu engelledi?

Terörle mücadeleyi düne kadar askerler yapıyordu da şimdi AKP’mi yapıyor?

Bu sorular çoğaltıla bilinir? Sadece birkaç doğru var;

MGK Genel Sekreteri eskiden askerdi şimdi ise sivil.

MGK’unda eskiden askerler şöyle oturuyorlardı, şimdi ise böyle (!)

MİT Müsteşarı eskiden askerdi, şimdi de asker! (Eskisi korgeneral, yenisi ise emekli astsubay) (!)

Eskiden generaller kışla ve karargâhlarında görevlerinde bulunurdu, şimdi ise hapishanede (!)

Türkiye’de demokrasinin normalleşmesi için önce demokrasinin olması gerekir. Olmayan demokrasi nasıl normalleşecek?

Olmayan demokrasinin askerler neresine, neye ve nasıl müdahale etmişlerdir?

Bakanlar kurulu kararı ile mahkeme kararlarının yok sayıldığı rejime dünyanın neresinde demokrasi deniyor?

Veya ileri demokrasi adına üçüncü yargı paketini yasalaştıracaksınız, katilleri ve Hizbul Tahrir örgütü üyesini serbest bırakacaksınız, seçilmiş milletvekillerini ve terörist olarak suçladığınız eski genelkurmay başkanını hukuksuz yere içeride, hapiste tutacaksınız. Adına da demokrasi diyeceksiniz!

Hangi demokratik ülkede bu mümkün?

Özetle;

Türkiye’de yapılan askerin siyasetten çekilmesi değildir.

Türkiye’de yapılan; AKP’nin ülkeyi laik, sosyal, Batı değerlerine sahip çağdaş bir devletten; Ortaçağ değerlerine sahip, dini referans alan, Arap değerlerine yakın bir ülkeye dönüştürmesi ve Orta Doğu’nun ABD planları çerçevesinde şekillenmesinde ve bölgedeki Arabi, Farsi ve Türki unsurların arasına bir Kürdi unsurun monte edilmesi esnasında kendisine engel olabilecek bir gücün, TSK’nın pasifize edilmesi ve devre dışı bırakılmasıdır.

Bu maksatla sahte belgelerle generaller hapsedilmekte, davalar bitmeyecek şekilde kurgulanmakta ve uzatılmakta, eski bir genelkurmay başkanı terörist sıfatıyla tutuklanmakta ve kalanlara da ‘’sakın işimize karışmayın’’ diyerek gözdağı verilmektedir.

Özetlersek, son on yılda Türkiye’de yapılan; demokrasinin ve özgürlüklerin genişletilmesi, ilerletilmesi ve bu çerçevede de askerin siyaset ile olan ilişkilerinin yeniden tanımlanması veya düzenlenmesi ile hiçbir ilgisi yoktur.

Nasıl ki ülke ‘’stratejik derinlik’’ derken ‘’stratejik bir sığlığa’’ düşürülmüşse, ‘’ileri demokrasi’’ sloganı altında da ülke Ortadoğu'nun sıradan bir üçüncü dünya ülkesi haline dönüştürülmüştür.

Bu çerçevede de kendisine öngörülecek muameleyi kabul etmeyecek olan askerin kafasına çuval geçirilmiş ve eli ve kolu bağlanarak uyduruk ve üretilmiş belgelerle terörist yakıştırmasıyla zindana atılarak esir edilmiş ve sesi kesilmiştir.

Türkiye’de son on yılda olan biten budur.

Yine başa dönüyoruz.

Juvenal’ın 20 yüzyıl önce toplumun, kendisini korumak üzere güç kullanımı hakkını teslim ettiği grup üzerindeki denetimi nasıl sağlanmalıdır? (Quis custodiet ipsos custodes?), yani “muhafızların muhafızlığını kim yapacak?” sorusunu bu sefer muhatabını değiştirerek daha değişik sormamız gerekecektir.

Eğer; yasa koyucu, siyasi güç sahibi, yargı, din adamı, yerel yönetici, bürokrat ve medya; evrensel değerlerden, laik devlet yapısından, sosyal adaletten, halktan, haktan, Hakk’tan ve vicdandan uzaklaşıyorsa!.

Eğer bekçiler, yargıçlar, denetçiler, siyasiler, hükmedenler, bürokratlar, medya kısaca güç sahipleri yozlaşmışlarsa; 

Quis custodiet ipsos custodes?

İşte Türkiye’nin en temel sorusu ve gündemi budur.

Askeri konuşmak ve tartışmak sadece gerçekleri gözden kaçırmak ve gündemi değiştirmek içindir.

Arz ederim…

Osman AYDOĞAN


Yorumlar- Yorum Yaz

&#; Evrenin tamamının ya da parçalarının varoluş amaçlarının ne olduğunu araştırırken yaşanan en büyük kafa karışıklığının altında, insanın kendi hakkındaki yanılgısı ve tüm varlıkların kendisine hizmet etmek için yaratılmış olduğu sanısı yatar. Her şeyin kendisine hizmet etmek için var olduğunu ancak budalalar düşünür&#; Ama eğer insan evreni araştırır ve onu anlarsa, kendisinin onun ne kadar küçük bir parçasını oluşturduğunu bilir. &#; diyordu bilgin Moses Maimonides Aklı Karışanların Rehberi&#;nde &#;

Biz insanlar öleceğimizi biliriz ve bunu sıklıkla unuturuz. Örneğin, çeşitli yayınlarda erkeklerin günde kaç kere seks&#;i düşündüğüne dair araştırma sonuçları yayınlanır ya da kadın dergilerinde &#;yaşlanmayı önleyici öneriler&#; yer alır. Ölüm konusu ise aklımızı fazlasıyla meşgul etmesine rağmen yaşantılarımızda biraz daha &#;kendi halimize bırakılan&#; bir konu olagelmiştir. Yukarıdaki örnekler ya da benzerleri gibi çok irdelenen ve ortada dolaşan bir özelliği yoktur. &#;Bilmem kimler günde kaç kez ölümü düşünür&#; ya da &#;ölümü önleyici öneriler&#; tarzı bir magazinsel yanı olmamıştır. Herkes hayalini kurduğu şeylerin nasıl yaşanacağını gözünün önüne getirmeye çalışır; örneğin bir kadın evleneceği gün nasıl bir gelinlik giyeceğini, bir erkek imkanları olduğunda hangi model bir araba alacağını düşler ve zihninde o anı canlandırır. Çocukken büyüyünce ne olacağını düşünür insan. Peki öleceğiniz anı gözünüzde canlandırdığınız olur mu hiç? Nasıl öleceğinizi, kaç yaşına kadar yaşayacağınızı ve yaşadığınız hayata hangi biçimde veda edeceğinizi düşünür ve hayal eder misiniz?

Hayatınızdaki ilk anı düşündüğünüzde muhtemelen anne karnından ilk çıkışınız aklınıza gelmiyordur. Hatta bu ana dair aklınızdaki görüntü ya da sesler düşündüğünüz yaşa veya zamana göre farklılık gösteriyordur. Ölüm anınızla ilgili nasıl bir görüntü geliyor aklınıza bilmiyorum ama bu anı eğer paylaşabiliyor olursanız da yaşayanların bunu öğrenemediği kanımca herkesçe kabul gören bir gerçektir. Bu öğrenememe durumu ve ölüm sonrasına duyulan merak öyle gerçeklerdir ki, bugün ve geçmişte hayatımızı etkileyen belki de en büyük etken olan &#;inanç&#; olgusu, bu gerçeklerin üzerine temellenmiş ve yükselmiştir. Öyle ki, insanoğlu hayatını &#;ölümden sonra&#; daha güzel &#;yaşamak&#; adına tüketmiş hatta kendince yeri geldiğinde hayatından vazgeçmiştir.

Kutsal Kitaplar, milyonlarca insanın hayatına yön veren düşünür ya da önderlerin sözleri, yaşamı ve ölümü yarattığına inanılan Tanrı adına iletilen cümleler; ölüme ve ölümden sonrasına dair mesaj ve tasvirlerle doludur. Yaşadığınız yer neresi olursa olsun mutlaka çok yakınınızda bir yerlerde ölmüş insanların bedenlerinin gömülü olduğu bir ya da birçok mezarlık vardır. Çevrenizde hemen her gün birilerinin öldüğüne dair işaretler görürsünüz. En yakınınızda, &#;o olmadan yaşayamam dediğiniz&#; sevdikleriniz ölür, kendi başınızdan &#;ölüme çok yaklaştığınız&#; olaylar geçer&#; Sonuç olarak; yaşıyor ve şu an bu yazıyı okuyorsanız ölüm sizin için çok uzaktadır, &#;deneyimlenmemiştir&#;. İşte ölüme ve sonrasına dair konular her ne kadar insanı düşünmeye itiyorsa da, insan yaşadığı müddetçe ölümden uzak bir hayat sürer. Buradaki ölümden uzaklık, yaşıyor olmak anlamındadır çünkü insanoğlu yaşamının en keskin gerçeği olan ölümü her an beraberinde taşır. Bu beraberlik öyle sıkı sıkıya ve aynı zamanda düşmancadır ki, bilinen zamanın başlangıcından beri insan ölümü yenmeye çabalamış ve &#;ölümsüzlük&#; diye bir şey var etmeye çalışmıştır.

Evrenin diğer canlılar ve varlıklarla birlikte çok küçük parçaları olan bizler, tıpkı diğer canlılar gibi ölümle sonuçlanacak bir hikayeye sahibizdir. Bu yönümüzle onlardan hiç de farklı değilizdir. Bizi onlardan ayıran en temel özelliğimiz olan düşünme kabiliyetimiz ve onun ürünü &#;ölümsüzlük fikri&#; ise hikayemizi biraz farklı kılar.

Kendi türümüzden birinin ölümü diğer canlıların ölümlerinin yanında çok daha derin bir olaydır. Bizim dışımızda canlıların ölümü ise insan hayatının &#;çok sıradan&#; bir gerçeğidir. Daha genel ifade ile ölümlerin tamamı doğanın olağan olaylarıdır, kendi türümüzün ölümlerine &#;derinlik&#; katan ise bizzat biz olmuşuzdur. Bunu ölümlerin ardından yapılan ritüellerde, ölü bedenler için inşa edilen yapılarda ve daha birçok şeyde görebiliriz. İnsanoğlunun aklını kullanması vesilesi ile yaptığı gözlem ve deneyler insanın dışında diğer canlı varlıkların da ölüme karşı çeşitli tepkilerinin olduğunu göstermiştir. Ancak bugün insanoğlunun geldiği noktada her ne kadar savaşlar, cinayetler, ölüm cezaları gibi olgular devam etse de &#;ölüme sebebiyet verme&#;nin önüne geçilmeye çalışıldığı görülmektedir. Doğada ise canlıların arasında bu tarz bir irade heralde hiç olmamıştır, çünkü canlıların yaşaması canlıların ölümlerine bağlıdır. Karşılaştırma yapmak elbetteki doğru olmayacaktır ancak doğayı vahşi kılan da ölümün aynı derin etkilerine rağmen, daha sık, kolay ve sıradan olarak cereyan ediyor olmasıdır. İnsanoğlunun tek erişebildiği nokta, insan ölümlerinin kendiliğinden olmasına gayret etme çabası olmuştur. Bunda ne kadar başarılı olabildiği ise tartışma konusudur.
Doğa, insanın ya da başka bir canlı türünün kendisine egemen ol(a)madığını bilinen her zaman diliminde göstermiştir. Göstermeye de devam etmektedir. Türler bazında teker teker her canlının sonu belli ve açıktır. Evrenin, içinde yaşadığımız gezegenin ve doğasının sonu hakkında fikirlerimiz ve tahminlerimiz olsa da kesin bir bilgimiz henüz yoktur. Bilinen, evrenin ve gezegenin çok uzun süredir varolduğu ve varlığı geçici olan biz canlılara/ölümlülere ev sahipliği yaptığıdır. Aynı evin sakinleri arasında hayatta kalabilmek adına kıyasıya bir mücadele vardır, türlerin kendi arasında ve türler arasında devam eden &#; Ölüm ise tıpkı doğum gibi her an gerçekleşen bir olaydır. Ancak gerçekleştiği anlara dek sessizce yakınımızda bir yerlerde bizleri beklemektedir.

Belki de Eflatun&#;un söylediği gibi &#;Kimbilir belki de hayat bir ölüm, ölüm bir hayat. Belki de biz şimdi ölüleriz.&#; Bu soruyu varlığımızı, evreninin varlığını ve hayatı idrak edebildiğimiz ilk günden beri soruyoruz;&#;nereden geldik, nereye gideceğiz?&#; Bilemiyoruz. Doğum ve ölümün arasındaki çizgide doğumdan ölüme doğru yürüyoruz her geçen saniye, aklımız ve dilimiz öncesini ve sonrasını tasvir edebilmeye yetmiyor. Tıpkı bu deneme gibi &#;

Deneme diyorum çünkü bu konuda söylenebilecek belki de sonsuz cümlenin yalnızca birkaçını kurabildim, deneme diyorum çünkü bu konuda benden önce konuşan ya da yazanların yanında ancak denemek istedim. Ve bu yazıya dökülen sözcükleri sarfetme çabası, hiçbir yaptığıyla yetinmeyip öteye geçmeye çalışanlara, hayatta üzerine düşenleri yapma gayretinde olup &#;hiçbir şey ölmez, her şey yaşar&#; deyip bıkmadan usanmadan ışığı arayanlara adanmıştır. İyi ki varsınız !

kez okundu

Tarihsel birikimin nesnesi olarak bakıldığında insan, yüzyıllardır bir gelişme sürecini yaşıyor. Genel gelişim sürecinin bir parçası, belki de özü olarak insan "düşünmeyi" arıyor, düşünmeyi öğrenmek istiyor: Koşullar oluştukça ya da bu koşulları kendisi yaratabildikçe&#;

Hiç kuşku yok: İnsan, düşünmeyi öğrenmeye yetenekli bir varlık. Düşünce tarihine büyük katkıları olanlar " insan kendinin bilincine varabilen bir varlıktır" diyor. Bir başka deyişle insan, bir inceleme nesnesi olarak önüne kendini koyabiliyor. İnsan neden gerek duymuş buna? Düşünmeyi öğrenme sürecinde adeta bir denek taşı olarak neden kendini almış? Yanıtlanması gereken başlıca sorulardan biri bu.

Yanıt, şöyle verilebilir. İnsan, hem özne hem de nesne olarak tek bir yapıda bütünleşebilen varlıktır. Dahası, insan öznel gücüyle kendini ve doğayı değiştirmeye yetenekli bir organizmadır. Nihayet, doğanın. bir inceleme nesnesi olarak insanın önüne koyduğu, insanın kendisinden ve yarattıklarından daha gelişkin ve çarpıcı bir olgu yoktur. İşte bu anlamdadır ki tüm zamanlar "insan öncesi" ve "sonrası" olarak iki bölüme ayrıldı. İnsanın, kendini önüne koyup kendi bilincine varabildiği dönem, yalnızca "varolduğu" tarihöncesi dönemden farklılaştı.

Tarih ve İnsan

Peki "insanın kendi bilincine varması", bir tür mutlak gerçek ve bu gerçeğe ulaşılması anlamında mı ele alınmalı? Bu konuda hayalci olmamak gerek. Bu tür "mutlak" bilgi için, önseziler her zaman yetersizdir. Yeterli olan, bu yetersizliğin bilinci ile elde olanı sürekli diri, canlı tutmak ve geliştirmektir. Belki bir iki adım, ama mutlaka ileri. İleride, atılmış adımların yeni bir bütünlük içinde yadsınmasını da göze alarak ve bunun bir gelişme olduğunu bilerek.

Her yapı kendine özgü bir doğaya sahiptir. Her yapının, kendi verilerinin dayattığı bir açımlanma yolu vardır. Daha önemlisi her yapı, belirli bir bütünün parçası görünümü de taşısa, kendi içinde kendine özgü bir bütünlüğe de sahiptir.

Dolayısıyla "makro" düzeyde kullanılan çözümleme yöntem ve araçlarının, ortaya çıkan her "yeni" olgu, ayrık ya da arızi görünüm verenler de dahil tüm gerçeklikler için seferber edilmesi gerekli ve zorunludur. Bu zorunluluğun bir yanı kullandığımız kuram ve yöntemlerin doğruluğunun hayatın her alanında sınanması, öteki yanı ise insanın gerçekleri kavrama çabasının her alanda varolmasıdır. Tarih ve politika söz konusu olduğunda bu söylenenler önemli yükümlülükler ortaya çıkarıyor. Çünkü insan, ele alınan yapının özne ve nesne olarak bütünleşebilmiş bir ögesi ise, her yapıda "gelişme" ve "hareket" yönünü saptamanın yanı sıra, yine her yapıda "müdahale" fiilinin de çerçevesini oluşturmak zorundadır.

Tarih, her dönem, kendinden yana olanlar ve kendine karşı olanlar ayrımını, nesnel olarak ve kendi hesabına yapagelmiştir. Çünkü, tarih bir harekettir; gelişme yasalarının biçimlendiği bir süreçtir. Paradoks olarak görülmemeli: İleriye yönelik bir hareket olarak tarih, gelişim sürecinde, geriye yönelik yapıları da biçimlendirebilir. Ancak en genel düzeyde ve eşitsiz gelişim ışığında bakıldığında, geriye yönelik yapıların ortaya çıkabilmesi bile, ileriye yönelme, dahası sıçrama yapma zorunluluğunun dışavurumudur.

Doğanın oluşturduğu bir varlık olarak insanın bütünleşmiş yapısı, yani toplum ya da toplumlar sözkonusu olduğunda, bu özgün gelişim biçimi daha karmaşık da olsa çok daha geçerlidir. Çünkü insan aynı zamanda iradesi, istemi olan bir varlıktır. Tarihin bilincine varabilenlerin iradeleri ile yanılsamalar içinde varolanların iradelerinin oluşturduğu bir karmaşık yapı çıkar ortaya. İşte insan öznel bir varlık olarak bu anlamda genel gelişim sürecinin yanında ya da karşısında yeralır. Yine aynı anlamda tarih insanın insanlaşma sürecidir; kendinden yana olanlarla olmayanların mücadelesini içeren bir sürekli yapıdır.

Aydınlanma ile insan, insanlaşma sürecinde niteliksel bir adım attı. Ortaçağın karanlıklarından sıyrılıp kendini bir anatomist ciddiyetiyle kendi önüne koydu. Herşeyin insan olduğunu, insanı başka varlıklardan ayıran unsurun, niteliklerini, iradesi aracılığı ile yaratmaya ve değiştirmeye yöneltme gücü olduğunu gördü. Bunu gördükten sonra hep daha çoğunu görmek, daha çok farklılaşmak istedi.

Ne var ki insanın önü, ulaştığı bu noktadan sonra öyle alabildiğine açık değildir. Burada insan toplulukları tarihinin temeldeki motoru olan sınıf mücadelelerini bir yana koyup, şu saptamayı yapmak mümkün: Her yapı, gelişime karşı, giderek suyu kaynağına akmaya zorlayan güçleri barındırır. Bu güçler de iradi varlıklar olarak insanlardan oluşur. Böyle bir durumda, doğadaki başka varlıkların gelişimine benzer biçimde, bir yapının ileriye yönelme koşullarının yeterli olmadığı yerde daha basit parçalara ayrılınır. Böylece insan, son tahlilde yine de doğanın bir parçası olduğunu kanıtlar.

Varolan her yapı, kendisiyle, kendi sürekliliğiyle bütünleşmiş unsurları barındırır. Bu unsurlar, mevcut yapının doğası gereği sağladığı tüm araç ve silahlardan yararlanarak, bu yapıyı korumaya yönelik bir ölüm kalım savaşı başlatırlar. Çünkü mevcut yapı, bu unsurların varlıkları için bir sine qua non (olmazsa olmaz) dur. Bu ölüm kalım savaşında tarih, ileriye yönelik, ileriyi hedefleyen doğasına karşın bu tutucu unsurlar karşısında zaman zaman yenik düşmüş görünür. Bu görünüm, tarihin doğasına ilişkin kuşkular ve giderek yanılsamalar doğurur: Tarihin bir motoru, devindirici gücü ve yönelimi olmadığına ilişkin yanılsamalar. Bu yanılsamalar zamanla öyle bir birikime ulaşırlar ki, bu kez tarihin kendi doğal yolunu açıp ileriye hamle yaptığı olgular, korkunç rastlantıların çakışmasından doğan aykırılıklar olarak görülmeye başlanır. İnsan, bu boşluğu bu ayrıklığı kapatmak zorundadır.

İnsanın Önündeki Sınırlar

Bilgi ve pratik, önlerinde duran olguları çözümleyip nesnelleştirmek zorundadır. Tam tamına bu zorunluluk nedeniyle bilgi ve pratik, yetersizlik ve yadsınma süreçlerini de içlerinde taşırlar. Bilgi ve pratik, kesinlikle ve kesinlikle "yanlış" olmaları nedeniyle değil, yalnızca doğaları gereği yadsınmayı da içerirler. Bilgi ve pratik, ilgili oldukları alanlardaki sürekli, hiç durmayan gelişim nedeniyle yadsınma olgusunu da içlerinde barındırırlar. Yaşamın tüm zenginliği ile akışı içerisinde bilgi doğruya en yakın olandır; ama hiçbir zaman tam tamına ve bizatihi doğrunun "kendisi" olamaz. Çünkü bilgi, son çözümlemede belirli bir an'ın çözümlenmesidir, bu an'ın verileriyle oluşur. Pratik ise, böyle bir bilginin verilerinden hareket eden bir eylemdir. Peki ya hesaplanamayan küçük bir zaman birimi ve bunun getirdiği nitelikçe önemli bir eklenti? Ne bilgi ne de pratik, bu konuda tam tamına kapsayıcı olamaz. Olmasını da hiç beklememek gerek. Felsefe ile somut "bilgi" ve pratik arasındaki farklılık da burada ortaya çıkar. Çünkü felsefe, bir süreç içerisinde anlıkların olabileceğini bilen, ama süreç genelinde bu an'ları kendi başlarına odak noktasına almayan bir global tanıma sistemidir. Felsefe, hiçbir zaman belirli bir an ile bütünleşmez. Çünkü felsefe, bir süreçtir. An ise, kendi başına, kendi sınırları içerisinde süreç olamaz.

Tarih bilincine sahip olanların ya da toplumları tarihsel gelişim doğrultusunda dönüştürmeye soyunanların sorunları da bu noktada ortaya çıkar. Çünkü onlar mutlaka pratiğe yönelmek durumundadırlar. Pratiğe yönelmek durumundadır; çünkü karşılarında yalnızca bir "düşünce" yoktur; bu düşünceyi taşıyan, yerleştirmeye çalışan somut araçlar vardır. Bu araçlarla boğuşma anlamında, dönüştürücü güçler günlük ve anlık olanlara ya da öyle görünenlere de karşı çıkmak zorundadırlar. Oysa bu hedefler ve onlara karşı verilen mücadele, sürecin bütünlüğü içinde bakıldığında, biçim ve içerikleri ile sürekli olarak yadsınabilecek birimlerden oluşur. Bir başka deyişle, tarih bilincine sahip güçler, süreç olgusunun bilinci içinde, anlık gereksinimlerle oluşmuş yapıları yadsıyıp, bunları aşabilmelidir. Bu başarılamadığı takdirde, dönüştürücü güçler de, belki tam tamına doğaya özgü bir seleksiyon süreci geçirip türleşecek, bu türlerin pek çoğu da tutuculaşan yapının parçaları konumuna dönüşeceklerdir.

Bu durumda an'ın çözümlemesinin, geçmişten geleceğe uzanan halkanın bir bölümü olarak yapılması gereğinin önemi ortaya çıkmaktadır. Çünkü ancak bu sayededir ki dönüştürücü unsurlar tarihsel gelişim çerçevesinde kendi varlıklarını da kesintisiz kılabilirler. Nihayet, insanın düşünmeyi öğrenmesi ya da "bilme"nin ne olduğunu bilmesi ancak bu sayede mümkün olacaktır.

Göreve Çağrı

İnsan, genel olarak topluma özgü yanılsamalar, özel olarak da dönüştürücü güçlere özgü kısıtlılıklar sonucunda, verili an'ın gerçekliğini kalıcılaştırma, mutlaklaştırma eğilimindedir. Tarihin mantığına karşın, öznellikler bileşimi olarak da değerlendirilebilecek toplumlar, kendi başlarına, salt kendi dinamikleriyle dönüşmeye yatkın değildirler. Bu gerçek, bu kısıtlayıcı çerçeve içinde bile insanlaşma sürecinin motoru olan sınıf mücadelesinin içinde, insanın kendisine yani bireye, dönüşüm için ek çaba harcama görevini yüklüyor. Tarihin gereklerini yerine getirenler, her zaman bu görevin hakkını verenler, yani başka anlamda değil bu anlamda "aşkın" konuma gelebilenler olmuştur. Aynı nokta şöyle de ifade edilebilir: İnsan, ileriye götürücü tarihin önüne alıp sürükleyeceği bir varlığın ötesinde, öznel eylemiyle bu sürece etkin biçimde katılabilen bir varlık olarak ve ancak bu sayede kendini aşabilecektir.

Bu, bir yükümlülüğün açıklanması, bunu üstlenmeye bir davettir. Bunun da ilk adımı, düşünmeyi öğrenmektir.

nest...

batman iftar saati 2021 viranşehir kaç kilometre seferberlik ne demek namaz nasıl kılınır ve hangi dualar okunur özel jimer anlamlı bayram mesajı maxoak 50.000 mah powerbank cin tırnağı nedir