ferit çelik / Prof. Ferit Çelik | AVESİS

Ferit Çelik

ferit çelik

Institutional Information: Ziraat Fakültesi, Bahçe Bitkileri Bölümü, Bahçe Bitkileri Anabilim Dalı

Research Areas: Agricultural Sciences, Agriculture, Garden Plants, Fruit Breeding and Breeding, Berries

Metrics

Publication

72

Open Access

8

Biography

1966 yılında Van ili Erciş ilçesinde doğdu. İlk, orta ve lise öğrenimini Erciş’te tamamladı. Yüksek öğrenimini 1991 yılında Atatürk Üniversitesi Ziraat Fakültesi Bahçe Bitkileri Bölümü’nde tamamladı. 1992 yılı Ağustos döneminde 23. jandarma sınır tugay komutanlığında yedek subay olarak vatani görevini tamamladı. 1994 yılında Yüzüncü Yıl Üniversitesi Özalp Meslek Yüksekokulu Bahçe Ziraatı Programı’na Öğretim görevlisi olarak atandı. 1996 yılında Yüzüncü Yıl Üniversitesi Fen Bilimleri Enstitüsü Bahçe Bitkileri Anabilim Dalı’nda yüksek lisans öğrenimini tamamladı. 1996 yılında Yüzüncü Yıl Üniversitesi Fen Bilimleri Enstitüsü Bahçe Bitkileri Anabilim Dalı’nda doktora eğitimine başladı. 2007 yılında doktorasını tamamladı. 2008  yılında Yrd. Doç. Dr. 2013 yılında Doçent ünvanını aldı. Halen Yüzüncü Yıl Üniversitesi Ziraat Fakültesi Bahçe Bitkileri Bölümünde Doçent olarak görev yapmaktadır.  Evli ve 1 çocuk babasıdır.

T.C İSTANBUL AYDIN ÜNİVERSİTESİ GÜZEL SANATLAR FAKÜLTESİ DRAMA VE OYUNCULUK BÖLÜMÜ ALBERT CAMUS’UN DOĞRULAR OYUNU İLE ILAN HATSOR’UN MASKELİLER OYUNLARI ARASINDAKİ VAROLUŞÇULUK FELSEFESİ BAĞLAMINDAKİ BENZERLİKLER HAZIRLAYAN Ferit ÇELİK TEZ DANIŞMANI Yrd. Doç.Dr. M.Melih KORUKCU İSTANBUL 2015 1 İÇİNDEKİLER ÖNSÖZ GİRİŞ 1.BÖLÜM 1. İlan Hatsor ve Maskeliler Oyunu.........................14 2.BÖLÜM 2. Albert Camus ve Doğrular oyunu........................20 SONUÇ............................................................ ................29 KAYNAKÇA 2 ÖNSÖZ ‘İlan HATSOR’un Maskeliler oyunu ile, Albert CAMUS’un, Doğrular adlı oyunu arasında  Varoluşçuluk felsefesi bağlamında benzerlikler   var   mıdır?   ‘  Problem   sorusundan   yola   çıktığım tezimde. Öncelikle Varoluşçuluk felsefeninin önemli filozoflarının felsefelerini araştırarak yola çıktırm ve bu yolda Jean Paul Sartre ve Albert Camus’un Varoluş felsefesini inceledim.  Sonrasında   tezimde   incelemek   istediğim   eserlerin yazarlarının   hayatlarını   ve   oyunlarını   inceledim,   dramaturjik çözümlemesini   yaptım   ve   karakterleri   Varoluşçuluk   felsefesine göre inceledim.   Daha sonrasında bu incelediğim karakterleri ve yazarların   ideolojilerini   karşılaştırıp,   bu   iki   oyun   arasında   farklı dönemlerde yazılmış olmalarına rağmen Jean Paul Sartre ve Albert Camus’un Varoluşçuluk felsefesi kökeninde benzerlikler olduğuna ulaştım.  Bu uzun ve yoğun süreçte tez danışmanım Yrd. Doç. Dr. M. Melih KORUKÇU’ya başta olmak üzere ve Yrd. Doç. Dr. Selen Korad BİRKİYE’ye  teşekkürlerimi sunarım. 3    GİRİŞ Varoluşçuluk, 20 yüzyılın en önemli ve etkili akımlarından biridir.   Özellikle   50’li   ve   40’lı   yıllarda   gelişme   göstermiş   bir felsefe   akımıdır.   Varoluşçuluk   herhangi   bir   okul   yada   sistemi göstermez.   Filozoflar   varoluşçu   diye   adlandırılır,   hatta   bazı filozoflar   kendilerinin   ‘Varoluşçu’   olduğunu   dahi   kabul   etmez. Albert Camus bunlardan bir tanesidir. Kendisini Varoluşçu olarak değil de Absurdist olarak tanımlar, fakat idea bakımından Camus bir varoluşçudur.  Genel bir çerçevede  bu felsefe akımına bakacak olursak bir çok filozofun ortak fikri, İnsan özgürlüğüne dönük bir ilgi olduğu söylenebilir.   İnsanın   dünya   ile   olan   ilişkisinin   nasıl   olması gerektiği, seçme özgürlüğünün ne olduğu, nasıl bir anlam taşıdığı ve   nasıl   tanımlanması   gerektiği   konusu   birçok   filozofun   ortak konusunu   oluşturur.   Varoluşçular   en   çok   özgürlük   problemi üzerinde   durmuşlar   ve   herşey   bir   yana   insana   özgür   olduklarını göstermeyi, önceden beridir doğru olarak kabul edilmiş bir duruma yeniden   özgürce   yaklaşıp   değerlendirmeyi,   nasıl   yaşamak istediklerini   kendileri   özgürce   seçmeleri   gerektiğini   öğretmeyi amaçlamışlardır.     Onlar   insanın   özgürlüğü   ile   ilgili   olguların, özümsenmesi   gerektiğini   hatta   özümsemek   bir   yana   bu   hayat görüşünün insanın bütün hayat görüşünü değiştirecek bir biçimde özümsenmesi   gerektiğini   savundular.   Tıpkı,   din   olgusunu özümsemeyi seçen bir insanın, bundan sonra hayat görüşünü hatta kimi   zaman   giyim   kuşamını   dahi   bu   olgulara   göre   şekillendirip değiştirmesi gibi. Yani Varoluşçuluk felsefesi bir felsefe akımından çok insanın hayatına tümüyle yön veren bir yaşam tarzıdır.  4 Bu felsefe akımı 20.yüzyılda Karl Jaspers, Jean­Paul Sartre, Albert   Camus     gibi   filozoflar   tarafından   temsil   edilmiştir. Varoluşçuluğun   kaynağına   girecek   olursak   çok   gerilere   gitmeye gerek   yoktur   ancak   19.   Yüzyıla   kadar   uzandığı   söylenebilir.   Bu felsefe   akımının   soyağacında   iki   ana   gelenek   bulunduğu söylenebilir. Bunlardan ilki 19. Yüzyılda Kierkegaard ve Nietzche tarafından   temsilen   edilen   Etik   gelenektir.   Bu   etik   gelenek   biri Kierkegaar  tarafından temsil edilen  Teolojik, diğeri ise Nietzche tarafından temsil edilen Seküler kol olmak üzere iki ana bölüme ayrılabilir.  Bu  felsefe  akımının  soyacağındaki  ikinci  ana  öğe  ise Husserlcı   Fenomenolojidir.   Bu   iki   öğrenin   birleşimi   Varoluşçu felsefenin   özünü   meydana   getirmektedir.   Özgürlük   meselesini, insanın dünyadaki yerini ele alan Varoluşçu filozoflar bu durumu açıklama   konusunda   yöntem   olarak   Husserl’ın   Fenomenolojisini kullanmışlardır.  Karl   Theodor   Jaspers,   23   Şubat   1883   yılında   Oldenburg Dükalığı, Alman İmparatorluğunda doğmuştur. Karl Jaspers, her ne kadar   felsefeye   erken   yaşlardan   ilgi   göstermeye   başlasa da hukukçu babasının etkisiyle üniversitede hukuk okumaya karar vermiştir.   Fakat   kısa   sürede   hukuktan sıkılarak, 1902'te tıp okumaya   başlamıştır.   1909'da   tıp   okulundan mezun olmuş Heidelberg'deki bir psikiyatri hastanesinde çalışmaya başlamıştır.   Döneminin   tıbbi   çevrelerinin   zihinsel   hastalıklara yaklaşımından   tatmin   olmayan   Jaspers   psikiyatrik   yaklaşımı geliştirmeyi   kendine   görev   edinmiş, 1913'teHeidelberg Üniversitesi'nde   geçici   olarak psikoloji   öğretmeye   başlamıştır. Daha   sonra   pozisyonu   kalıcıya   dönüşmüş,   Jaspers   hiçbir   zaman klinik   uygulamaya   geri   dönmemiştir.   "Genel Psikopatoloji"   adlı yapıtında   psikopatoloji   yöntemleri ile görüngübilimsel ve yorumbilgisel yaklaşımlar arasındaki bağları 5 incelemiş,   bu   yaklaşımları   bazı   psikopatoloji   sorunlarına   başarılı bir şekilde uygulamıştır. Karl   Jaspers,   varoluşçuluğun   ilk   büyük   filozofudur   , kendilerinden sonra felsefenin bir daha hiç eskisi gibi olmayacağını söylediği   Kierkegaard   ve   Nietzsche’nin   görüşlerinden   da   çokça yaralanmıştır.   Jaspers’e   göre   klasik   felsefenin   veya   metafiziğin Hegel’le birlikte çöküşünün ardından özellikle insan açısından işler daha   da   kötüye   gitmiştir;   çünkü   bazı   filozoflar   ,   pozitivist   bir tavırla felsefeyi bilime indirgemiş ve kendilerini   bilimle ilgili bir takım iddialar ortaya koymakla sınırlanmış veya bilime dayalı bir hayat felsefesi geliştirmekle yetinmişlerdir. Diğerleri ise idealist bir tavırla   dini   dogmalara   müracaat   etmişlerdir.   Jaspers   açısından   , sıkıntı her iki durumda da aynıdır. İnsan bilim veya dinin kısacası otoritenin baskısı altında ezilmekte , kendine her geçen gün biraz daha yabancılaşmakta ve kişiliksizleşmektedir. Ya da başka türlü söylendiğinde , Jaspers’e göre, modern dönemde her iki tavır da varoluşun gözardı edilmesiyle sonuçlanır.     “ Her yerde aynı şey var: Süreklilik sona eriyor , hiçbir   şeye   güvenilmez   oluyor;   geçmişten   intikal eden   tarihi   töz   dünyayı   kuşatan   teknik   yaşam biçimlendirilişinin   içinde   bitip   tükenmektedir. Teknik   çağ   önceki   hiçbir   şeyin   onlarla   artık mevcudiyetini   sürdüremeyeceğini   şartları getirmektedir.”(Cevizci A. Felsefe tarihi s.1144)   Ona   göre,   insanın   durumu   teknolojinin   gelişme   hızı   kitle hareketlerinin   ortaya   çıkışı   ve   dinin   bağlarının   gevşemesiyle birlikte   daha   da   kötüleşmiştir.   O,   işte   bütün   bu   gelişmelerin   de etkisiyle,   felsefenin   görevinin   20.   Yüzyılda   yeniden   ele   alınıp 6 değerlendirilmesi gerektiğini söyler. Bunu, başkaca şeyler yanında, en   fazla   bilimlerdeki   hızlı   gelişme   gerekli   hale   getirmektedir. Jaspers’a   göre   insan,   dünya   üzerinde   bir   varlığa   sahip   olmak zorundadır.  Jaspers   ne   kadar   önelmi   bir   filozof   olursa   olsun, varoluşçuluk   denince   akla   gelen   filozof   esas   olarak   Jean   Paul Sartre’dır (1905­1980). Sartre , aslında sadece varoluşçuluk içinde önemli bir yer tutmakla kalmaz onun 20. Yüzyılın model filozofu olduğu pek çok kimse tarafından kabul edilir. Gerçekten de Sartre sadece felsefi bir sistem kurmakla , varoluşçuluk adı verilen akımın en önemli temsilcisi , hatta pek çoklarına göre kurucusu olmakla kalmayıp , romanlar , oyunlar yazmış , edebiyat eleştirisi yapmış ve eylem içinde olmuştur. Varoluşçuluğun yanında , zamanın hakim teorilerine  bir   şekilde  meydan  okuyan  ,  örneğin  Marksizmi  yeni baştan şekillendirmeye çalışırken , Freud’un kişileri anlama tarzını gözden geçiren Sartre , felsefi olarak insan varlıklarının doğası ve gündelik   hayatıyla   ilgili   her   şeyi   ele   almıştır.   O   ,   öte   yandan varoluşçu filozofların sistem karşıtı filozoflar olduğu düşüncesini yalanlayacak   şekilde   ,   bir   felsefe   sisteminin   bütün   ayrıntılarını ortaya koyan sıkı bir teorisyendir. Sartre’ın   düşüncesi   veya   felsefesinin   kaynağında fenomenolojinin   çok   ağırlıklı   bir   yer   tutmasından   dolayı,   onun özellikle   filozof   kariyerinin   İkinci   Dünya   Savaşı   öncesindeki birinci   döneminde,   yöntem   olarak   fenomenolojik   yöntemi benimsediği   rahatlıkla   ileri   sürülebilir.   Gerçekten   de   başta romanları   ,   oyunları   ve   kısa   öyküleri   olmak   üzere,   eserlerinde sergilemiş   olduğu   psikolojik   betimleme   becerisi   açıklıkla gözlemlenebilen Sartre’ın savaş sonrası dönemde , bu kez Hegel’in eserlerini   okumanın   ve   Marksizmle   olan   flörtünün   etkisiyle   , diyalektik yöntemin belli bir formunu benimseme yoluna girdiği söylenebilir. 7 Sartre   felsefesenin   ana   düşüncesini   özgürlük   kavramı oluşturur. İnsan özgür olmaya mahkumdur.  Sartre ‘a göre varoluş özden   önce   gelir   ve   insanı   dünyayı   fırtatılmış   bir   nesne   olarak tanımlar.   İnsan   hiçlikten   gelir   ve   önce   varolur,   sonrasında   da dünyada   ki   seçimleri   ve   eylemleri   onun   özünü   belirler.   Sartre’a göre insan ve özgürlüğü arasına kimse giremez. Ateist bir filozof olan   Sartre   kendi   varoluş   felsefesinde   tanrı   faktörünü   ortadan kaldırmıştır. İnsan doğar ve doğumundan sonra hayatının devamı ile   ilgili   plan   yapar,   bu   plan   doğultusunda   yaptığı   seçimler   ve sonuçları insanın özgürlüğünü belirler. Tanrı inancı olmadığı için kutsal   kitaplarda   geçen   ‘Kader’   faktörü   Sartre’ın   felsefesinde işlemez   ve   ona   göre   insan   kendi   sonunu   kendi   hayatını,   yaptığı seçimler   ile   belirler.   Ona   göre   insan   kendi   özgürlüğünden sorumludur ve insanın bu sorumluluğu ile özgürlüğü arasına kimse giremez, bunuda ‘Varoluşçuluk bir hümanizmadır’    sözü ile dile getirir.   Sarte’nın   Varoluşçuluk   felsefesinde   insan,   kendi özgürlüğüne sorumlu olduğu kadar dolaylı yoldan diğer insanlar ve özgürlüklerine   de   sorumludur,   bu   yüzden   insan   etik   bir   seçim yapmak zorunluluğundadır. Ona göre her insan kendi seçimlerinin sonuçlarından sorumludur.  Albert Camus’de Sartre gibi insan sorunları iler ilgilenmiştir ve   kendi   varoluşçuluk   felsefesini   ortaya   atmıştır.   Albert   camus absürdizm  akımının öncülerinden biri olarak tanınır; fakat Camus kendini herhangi bir akımın filozofu olarak görmediğinden, kendini bir "varoluşçu" ya da "absürdist" olarak tanımlamaz. 1957'de Nobel Edebiyat   Ödülü   'nü   kazanarak, Rudyard   Kipling   'den   sonra   bu ödülü kazanan en genç yazar olmuştur. Ödülü aldıktan 3 yıl sonra bir trafik kazasında hayatını kaybetmiştir.  Camus’nün,   yorumcuların   birine   Sisypho   Söyleni’nin, diğerine   ise   Başkaldıran   İnsan’ın   damgasını   vurduğu   iki   ayrı 8 döneme   ayırdıkları   düşüncesini   belirleyen   en   temel   unsurlar arasında   her   şeyden  önce   ateizim,   insan   ruhunun  ölümlülüğü   ve dünyanın   insanın   özlemleri   karşısındaki   kayıtsızlığı   temaları bulunur. O , insanın daima dünyanın   değerleri , kişisel idealleri ve doğru ve yanlışa dair yargıları için bir temel sağlamını talep ettiğini söyler. İşte Camus dünyanın insana ve özlemlerine karşı kayıtsız oluşunu;   mutlu   olmak   isteyen   ,   mutluluk   isteğini   yüreğinin   en derinlerinde   hisseden   insanı   dünyanın   akıldışı   sessizliğiyle çarpışması durumunu “saçmalık” olarak değerlendirmiştir.  ” Çabalarının işte bu noktasında insan , irrasyonel olanla yüz yüze gelir. O  , kendi içinde mutluluk ve sebep için duyduğu derin arzuyu hisseder. Saçma , işte   insanın   ihtiyacıyla   dünyanın   anlaşılmaz sessizliğinin   bu   karşı   karşıya   gelişinden   doğar.” (Blackham H.J, altı varoluşçu düşünür s.1170) Camus, insanın içine düştüğü umutsuzluk ve mutsuzluk gibi durumları   absürd   olarak   tanımlar.   Camus’ye   göre   saçmadan kurtulmanın   iki   yolu   vardır.   Bunlar   umut   etmek   ve   intihar yollarıdır.   Fakat   Camus   bu   yolların   her   ikisinin   de   işe yaramayacağını   savunur.   Ona   göre   önce   insan   bu   içine   düştüğü absürd   durumları   kabullenmelidir.   Çünkü   insanların   içine düştükleri absürd durumları herhangi bir sonu ve zamanı yoktur. Bu   yüzden   Camus,   absürd   durumlara   karşı   bir   başkaldırı   ahlakı yaratmayı   önerir.     Ona   göre  absürdün   yarattıgı   yabancılasma, yalnızlık,   umutsuzluk   savaslar,   cinayetler,   toplu   öldürmelerin ortadan kaldırılması, bütün bunlara karsı baslatılacak bir baskaldırı eylemi ile mümkün olacaktır. Bu yüzden baskaldırı, adaletsizlige, kötülüge, insan onurunu hiçe sayan her türlü davranışa ve eyleme karsı yapılmaktadır. Adaletsizlige  karsı yasamın degerini savunan bir   gerekçeyle   baskaldırıyı   öneren   Camus,   deger   yaratan   bir 9 eylemin   ancak   böyle   bir   baskaldırmaya   dayanıyorsa   özgür   bir eylem   olacagını   söyler.   Yani   Camus’ye   göre,   bir   eylem   ancak adalet ve kardeslik için yapılıyorsa; yalnızca bir tek insanın degil, herkesin iyiligini ve özgürlügünü gözetiyorsa, özgürlügü simgeler. Çünkü adaletsizlik ya da kötülük karsısında insan yalnız degildir. Söz konusu adaletsizlik ya da kötülük herkesin yasamına karsıdır. Bu   nedenle,   Camus   herkesten   kendisi   ile   birlikte   insanın   kalıcı kurtulusunu, sonsuz   mutlulugunu, mutlak degerini yaratacak bir ahlâkı gerçeklestirmeyi beklemektedir.  Camus’ye göre , geçmiş çağlarda benimsenmiş olan ahlaki tavırlar , insanın mutluluk özlemi ve başlıca etik idealler , insani değerlerle   gerçekliğin   doğası   arasında   belli   bir   uygunluk   ya    da ahenk bulunduğu inancına bağlıydı. Buna göre , ahlaki ayrımları geçerli kılan dış destekler geçmişte din tarafından sağlanmaktaydı. Modern dönemde dini inancın çöküşünün ardından doğan boşluk , Camus’nün “laik dindar” adını verdiği ilerlemeci tarih felsefeleri tarafından doldurulmuştur.  “ Saçma her şey gibi ölümle birlikte biter. Artık bu dünyanın   dışında   saçma   varolmayacaktır.   Temel ölçütümün   şu   olduğuna   karar   veriyorum:   Saçma kavramı asli bir kavramdır ve benim gerçeklerimden birincisini oluşturur.” Saçmayı   insana   duyumsatan   ikinci   temel   unsur   ise Camus’ye   göre   zamanın   geçmekte   olduğunun   deneyimlenmesi, zamanın tinsel anlamda öldürücü bir süreç olarak hissedilmesidir. İnsan   zamanın   yavaş   yavaş   akışıyla   birlikte,   geleceği değiştiremeyeceğinin   ,   kendisinin   zamanın   malı   veya   esiri olduğunun bilincine varır:  “   Aynı   biçimde   ve   donuk   bir   yaşamın   bütün günlerinde   zaman   alıp   götürür   bizi.   Ama   ister 10 istemez   ,   bir   gün   gelir   ,   bu   kez   de   bizim   zamanı taşımamız   gerekir.   Geleceğe   dayanarak   yaşarız; ‘yarın’   ,   ‘ileride’   ,   ‘iyi   bir   işim   olunca’   , ‘yaşlandıkça   anlarsın’.   Bu   tutarsızlıklara   hayran kalmamak elde değil; çünkü ne de olsa ölmek var işin içinde. Yine bir gün gelir , insan otuz yaşında olduğunu     görür   ya   da   söyler.   Gençliğini   belirtir böylece.   Ama   aynı   anda   ,   zamana   göre   yerini   de belirtir.   Zaman   içinde   yerini   alır.   Geçmesi gerektiğini   söylediği   bir   eğrinin   belirli   bir anındadır.   Zamanın   malıdır   ,   içinin   ürpertiyle dolması üzerine , en kötü düşmanı olarak görür onu. Yarını   istiyordu   hep   ,bütün   benliğinin   bundan kaçınması   gerekirken   yarının   gelmesini   diliyordu. Etin bu başkaldırışı ,uyumsuz (saçma) budur işte.” (Cevizci A., Felsefe tarihi s.1171) Saçmaya  yol açan,  insanlara saçmalığı  duyumsatan  başka bir unsur da insanlardan büyük bir çoğunluğunun farklı ölçülerde duyduğu   ,   yabancı   bir   dünyada   bir   başına   bırakılmışlık   hissidir. Camus’ye göre, dünyanın yoğunluğunu ve yabancılığını derinden derine   hisseden   insan,   bir   yanan   da   dünyanın   kendisine   düşman olduğunu düşünmeye başlar , onun kendisinin ölümlü oluşuyla alay ettiğini   anlar.   İnsan   sadece   nesnelere   ve   dünyaya   değil   fakat kendisine   ve   başka   insanlara   da   yabancıdır “Dünyanın ‘yoğun’ olduğunu fark etmek , bir taşın ne derece yabancı , bizce kavranılmaz  olduğunu , doğanın bir görünümünün bizi ne büyük bir güçle yok   sayabileceğine   sezinlemek.   Her   güzelliğin dibinde insana aykırı bir şey yatar ve bu tepeler , gökyüzünün bu tatlılığı , bu ağaç dizileri kendilerine yüklediğimiz   düşsel   anlamı   hemen   o   dakikada 11 yitiriverirler   ,   yitirilmemiş   bir   cennet   kadar uzaktırlar   bundan   böyle.   Bin   yıllar   ötesinden dünyanın temel düşmanlığı yükselir bize doğru. (…) Bir  kadının alışılmış yüzü altında , aylarca ya da yıllarca   önce   sevilmiş   kadını   bir   yabancı   gibi bulduğumuz gibi , bizi birdenbire böylesine yalnız edivereni   bile   arzulayabiliriz   belki.   Ama   zamanı gelmemiştir   daha   ,   bir   tek   şey;bu   dünyanın   bu yoğunluğu ve  yabancılığı  , uyumsuz  (saçma)budur işte.” Camus’ye göre , saçam duygusunun esas kaynağı ölüm ve ölümle   ilgili   düşüncelerimizdir.   Kendisinden   başka   bir alınyazısının olmadığı , biricik gerçek ve kaderin insanı götüreceği son   durak   olan   ölüm   ,   sadece   hayatın   yararsızlığını   ve beyhudeliğini gözler önüne serer. Yabancı’da o ölümle ilgili olarak şöyle   der:”Fakat   herkes   bilir   ki   hayat   yaşanmak   zahmetine değmeyen bir şeydir. Aslında otuz ya da yetmiş yaşında ölmenin önemli olmadığını bilmez değildim; çünkü her iki hal de gayet tabii olarak başka erkeklerle başka kadınlar yine yaşayacaklar ve bu , binlerce   yıl   devam   edecektir.   İnsan   madem   ki   ölecektir   ,  bunun nasıl ve nerde olduğununbir önemi yoktur İnsan,   Camus’ye     göre,  insani   durumun  dan,   yazgısından kaçmak, saçmadan bir şekilde sıyrılmaya çalışmak yerine, kaderine dürüstçe boyun eğmeli; insani durumuna bir yandan başkaldırırken, bir yandan da onu tüm sonuçlarıyla birlikte, yüce gönüllülük içinde kabul   etmelidir.   Bunu   yapan   insan   hiç   kuşku   yok   ki   saçma   bir insandır ama o aynı zamanda bir kahramandır da; onun hayatı da değerin olmadığı bir dünyada, ahlaklı ve erdemli bir hayattır. Zira Camus,   saçma   bilincinin,   hayatın   saçmalığının   mutlak   bir saydamlık   içinde   farkına   varmanın,   insanı   üç   temel   erdeme götürdüğünü söyler: Başkaldırı, özgürlük ve tutku. 12   Varoluşçuluk   felsefesini   ortaya   atan   bir   diğer   filozof   da Kierkegaard’dır. Kierkegaard’a göre Varoluşçuluk, saf düşüncenin absürdlüğüne karşı bir protesto olarak başlamıştır düşüncenin değil, varoluşun hareketlerinin, mantığı olan bir mantık. Tüm zamanların ve tüm varoluşların seyircisine saf düşüncenin koşullarından, kendi koşullandırılmış düşünüşünün sorunları ve olasılıklarına dek nasıl yaşanılacağını,   ve   bildiği   hayatı   yaşamayı   öğrenmek   isteyen varolan bir birey olarak seslenir. Kierkegaard, aşırılıklarını kontrol eden ve ayağı yere basan diyalektik bir ustalıkla Sokratesin Hegel ile nasıl alay edeceğini hayal eder. Hegel’in Avrupa da böylesine abartıldığı ve yüceltildiği bir dönemde Hegel kaşsısında ki gücü kendi   yaşama   arzusunun   şiddetli   sancısından   kaynaklanmaktadır. Öğrencilik günlerinde Hritstiyanlığı reddeden Kierkegaard, kendine Hegel’in   Fenomolojisine   adamıştır. Kierkegaard, Hristiyanlığı reddederek inanç ve akıl arasında ki tutarsızlığı algılamış Spekülatif felsefeyi reddederek bu algılayışı korumuş ve kendi konumunu, bunun üzerine inşa etmiştir. İnanç ve akıl   yani   Hristiyanlık   ve   Kültür   arasındaki   kalıcı   yarığın   zorla farkedilmesi   sayesinde   Hristiyanlığın   anlamını   yenilemeyi hayatının   gayesi   haline   getirmiştir.   Kierkegaard’ın  argümanı  Hristiyan  inancının  nesnesini  ve onu   kavrama   şeklini   ele   alır.   Yani,   doğmuş   ve   tarihin   içinde yaşayan bir insan tanrının kendisi olduğunu söyler ve hayatını o ve onun dünyası üzerine kuracak olan insanlar ile bir çelişkiye girerek utanç   içinde   ölür.   Bugünkü inanç 12 havariye inanma inancı olmadığı sürece, en   saçma   iddialarda   bulunan   bir   adama   inananlarınkinden   daha farklı bir inanç değildir. Tanrı’nın İsa’da vücut bulması gerçeğine inanmaya istekliyse bu yalnızca bir aldatmacadır  Çünkü alışıldık 13 olanın   içindeki   kavranılamaz   olanı   farkedebileceğini   iddia   eder. Hiçbir mevcut eğitim aklı böylesi bir başarıya ulaştıramaz eğer bir insan tanrı olduğunu idda ediyor ise o zaman aklın yapabileceği tek şey bu iddiayı dikkate almak ve bununla ilgili tüm durumlara özel bir ilgi göstermektir.  İnanç kararı, etik bir dünyayı terketme her türlü   bağlılıktan   özelliklede   en   önemlisinden   kopma   kararını gerektirir. Yalnızca inançlılık kararı bile dışsallaştırılabilir, Örneğin Manastıra   kapanmakgibi.  ‘’Kierkegaard’ın   öznelliği,   onun   yalnızca   tek   bir şeyle üstün bir ahlaki seçimle ilgilendiği göz önünde bulunduralacak   olursa   yanlış   anlaşılmaya mahkûmdur.   Kişinin   üstün   bir   şekilde   seçmesi gereken   şey,   kişinin   üstün   bir   şekilde   seçim yapmasının   içinde   bulunduğu   şeydir   ve   bundan başka   birşeyde   olamaz.   –Tanrının   İsa’da   vücut   bulması   durumunda,   bunu entelektüel   absürtlüğüyle.   Kierkegaard’ın   katıldığı ve   umutsuzluğunu   konumunun   tehlikesini sergileyecek   bir   biçimde   karşısına   çıkar. Milyonlarca   kişi   bir   inanç   kararlılığıyla   nesnel belirsizliğin üstesinde gelerek, aynı konumda kalır. Bu türden bir ortak öznelliğe, Kierkegaard inancın yok   oluşu   olarak   değerlendiriyordu.   Kişinin hayatına üstün bir seçeneğin nesnesine bağlamk ve bir   elle   onun   yakasına   yapışırken   bir   diğeri   ile nesnel belirsizlğine tutunmak, ve ikisi arasında asılı kalmak:   işte,   inancın   anlamı   buydu.   Bu   ikisi arasında asılı kalmak yakınlaştırmak gibi görünür, ama   bu   aslında   kişinin   avucunun   gevşemesi   ile ortaya çıkan bir illüzyondur. Daha sıkı bir tutuşla onları kavramak onları birbirinden kopartır ve kişiyi 14 bırakıp   özgür   kılmak   için   parçalanmanın   şiddetli sancısı ve keskin tutkusunu başlatır: İnancın öznel hissiyatıdır bu. Dini dahil etmek zorunda olduğu – Nesnel   olarak   kendi   için   mevcut   olan   bir   dünya olarak aldılar.’’   (Blackham  H.J, Altı  varoluşçu düşünür s.26)  İfade ettiği şey şudur: kişi, önce kendine ait bir hayata sahip olmadan   birinini   hayatı   için   tarihe   başvurursa,   yolunu   tutacağı hiçbir   şeye,   sahici   ile   sahteyi   ayırt   edecek   hiçbir   araca   sahip değildir   ;   bu,   yaşamın   sorumluluğundan   kaçınmak   ve   aciz   bir taklide   başvurmaktır,   Bu   kendini,   insanlık   ve   toplum   ile özdeşleştirmek için kişinin bir topluluğa ait olmasıdır:  Bu   bir   hayalete   dönüşmektir. Eğer kişi önce kendine ait bir hayata sahip olsaydı, dünya tarihine karşı büyük bir ilgi duymazdı. Nietzche ve Kierkegaard aslında kutuplar kadar birbirinden uzak, ve ikizler kadar da birbirlerine yakındırlar. Nietzche büyük seçimini Kierkegaard’ın reddettiği ve terkettiği fani dünya üzerine kurar.   Her   ikisi   içinde   Dramları,   önüne   geçilemez   bir   felakete dönüşmüştür. Kierkegaard kendisine kiliseye yaptığı bağışlanamaz o   son   saldırının   geri   alınamaz   ya­   yada   sında   Nietzche   is, Dyonysosçu   Nihilizmine,   çılgınlığına   ve   sonuç   olarak   deliliğe kurban etmiştir. Her ikiside imkansız, sakatlanmış, acıklıdır. Her ikiside hayranlık ve saygı uyandırır. İki düşünürde çağın kültürüne karşı çıkarak Yunanlılara dönmüşlerdir.  Her ikiside varoluşçudur. Çünkü   varoluşçuluk   ekol   sistemi   ile   değil,   düşüncenin   ışığında, yaşam kavgası veren bireye, felsefenin hatırlatılması ile ilgilenir.   Nietzche’nin   düşücesinin   kökleri,   Protestanlıkla,   ergenlik çağında ustası olarak seçmiş olduğu, Schopenhauer’ın felsefesinde ve   kendi   iradesiyle   ve   mesleği   gereği   ilgilendiği   yunan 15 çalışalarında   yatmaktadır.   Ağaç   neden   yarılmış,   harak   ve   eğri olursa   olsun,   bu   topraklardan   beslenmekte   ve   burada   kök salmaktadır.   Tanrı   Öldü!   Şeklindeki   beyanı,   ki   bu Schophenhauer’ın   etik   yargısının   tersdüz   edilmiş   biçimidir. Bir öznenin kendisini başarı ile yaratabildiği ve bu yollada nesneyi yarattığı an, bilgiye en yakın olduğu andır. Ama bu zeka ve taklittir, ‘gerçeklik’ değil. Gerçeklik erişilemezdir ve ilkesel olarak da faydasızdır. Tüm bilginin koşulu olarak, bağlılık ve sadakat ile pekiştirilen ve seçimleri ve tasarıları ile kendi kendine yaratanın anımsatılması,   varoluşçuluğun   temel   konumudur.   Nietzche, değerler sorununu ilk defa ele alınıyormuş  gibi ayırt   eder   ve   bu   nedenle   insanlığı   kaderinde   bir   bunalım   olarak görür.   Tüm   tarihin   en   önemli   bunalımı   olarak.   Şimdiye   dek, değerler   tarihsel   olarak   belirlenmiştir,   artık   insan   düşünmeye başlamıştır ve sorumluluk ve özgürlüğün yükü tam olarak sırtlamak zorundadır.   ‘’Var olan, yada var olmuş olan herşeyin özgürlük, zerafet,   cesaret,   dans   ve   ustalıklı   kesinlik   doğası, ister düşüncede, ister yönetimde, ister konuşmada ya da iknada, davranışlarda olduğu kadar sanatta da, yalnızca   böylesi   keyfi   bir   kanunun   tiranlığının araçları   ile   gelişmiştir.   Ve   büyük   bir   ciddiyet   ile bunun ‘doğa ve doğal’ olması muhtemeldir. ‘’birine itaat   etmelisin   ve   uzunca   bir   süre;   yoksa   acı çekeceksin   ve   kendine   olan  saygını   yitireceksin’   – bana   öyle   geliyor   ki,   doğanın   ahlaki   emri   budur uluslara, ırklara, çağlara ve farklı sınıflara; ne var ki   herşeyden   önce,   yabanıl   insana   ve   insanlığa emri.’’  16 20.  yüzyılda   birçok   filozof   insanların   varlık   nedenleri, varoluş   sürecinde   yaşadıkları   özgürlük   problemleri   bu   problere verdikleri   cevapları   incelemiş   bu   durumları   eserlerinde   insanlara sunmuşlardır.   Varoluşçuluk   felsefesi   20.   yüzyıl   sanayi   devrimi sonrası,   felsefe   tarihinde   kendine   önemli   bir   yer   bulmuştur. Filozoflar eserlerinde bunalım,  özgürlük, başkaldırı gibi temalara yer vermiştir. Özellikle 2 dünya savaşı arası bu eserler, savaş ve sonrasında   gelen   ekonomik   buhranın   bunalımının   etkisiyle okuyucunun dikkatini çekmiştir. 2. Dünya savaşı sonrası, varoluşçu diye nitelendirilen filozofların ölmesi ve savaşın uzaklaşmış olması bu   alanda   eserlerin   üretilmemesine,   insanların   ilgi   odağının   bu temalardan uzak eserlere çekilmesine neden olmuştur. Çünkü savaş kötüdür.  1. İlan Hatsor ve Maskeliler Oyunu  İşte tam bu zamanda milenyum yaklaşırken İsrailli bir yazar olan  Ilan  Hatsor,  İsrail­  Filistin  savaşına  ve  bu savaşın  Filistinli aileler   üzerinde   ki   yıkımına   duyarsız   kalmamış,   Üniversite   1. Sınıfta henüz 26 yaşındayken  yazdığı‘‘Maskeliler’’ adlı oyunda üç Filistinli   kardeşin   hikayesini   anlatmıştır.   Savaşın   kardeşlik bağlarını   koparan,   insanları   nefretle   ve   şiddet   kullanarak birbirlerinden   uzaklaştıran   evrensel   yapasını   trajik   bir   hikaye   ile sahneye taşımıştır.  İlan hatsor, 1964 yılında İsrail’de doğdu ve Hayfa kentinde büyüdü. Askerlik görevinden sonra Tel Aviv Üniversitesinde reji ve   sahne   edebiyatı   öğrenimi   gördü.   Yazar   ilk   eseri   olan Maskeliler’i 1990 yılında üniversitenin birinci sınıfındayken yazdı.  17 Oyun, 1990 yılının sonbaharın da Batı Şeria bölgesinde olan Samarya adlı küçük bir köyde geçmektedir. 3 Kardeşin ortancası olan   Naim,   İntifada   hareketinin   başlaması   üzerine   ailesinin   tüm engelleme   girişimlerine   rağmen   genç   yaşta   evden   ayrılıp   Yaser Arafat   yönetiminde   ki  ‘’Filistin   Kurtuluş   Örgütü‘ne’’  (FKÖ) katılmış ve yükselmiştir. Küçük kardeşi Halit’in de(17) yaşının eli silah   tutacak   yaşa   gelmesinin   üzerine   onu   da   FKÖ   eylemlerine yardım   etmeye   teşvik   etmiş   örgüte   bağlamıştır.   Yalnız   büyük ağabey Davud(35), diğer iki kardeş ile aynı fikirde değildir. O Tel­ Aviv’de   bir   İsrail   restorantın   da   bulaşıkçılık   yapmakta   ve   İsrail Gizli   Servisi  için   çalışmaktadır.  Oyun,  Davud’un  bu  eylemlerini öğrenen FKÖ’nün onun katlini istemesi üzerine, Naim’in gerçekleri öğrenmek için köye geri dönmesi ile başlar. Naim ağabeyinin casus olduğuna inanmak istememektedir ve köyün kasabının deposunda küçük   kardeşi   Halit   ile   buluşur   ve   bütün   olan   biteni,   Davud’un yıllardır İsrail Gizli Servisi için çalıştığını, kendilerini birçok defa ele verdiğini, ölen bazı arkadaşlarının onun yüzünden öldüğünü ve tüm   bunların   karşılığında   onlardan   para   aldığını   anlatır.   Halit, duydukları karşısında şok olmuştur, bu olanlara inanmak istemez, bu durumu yalanlar ve ağabeyini buna inandırmaya çalışır. Naim durumu çözmek için, Halit’den ağabeylerini çağırmasını ister ama Halit buna yanaşmaz çünkü tüm bunların doğru olacağından korkar ama en sonunda Naim’in ısrarlarına dayanamaz ve ağabeyini kendi işine yardım etmesi bahanesiyle apar topar depoya getirir. Bu arada Naim   köydeki   casuslardan   bir   diğeri   olan   İhsan’ın   infazını gerçekleştirir.   Herşeyden   habersiz   depoya   gelen   Davud,   küçük kardeşine yardım eder, bir süre sonra Naim’in gelmesiyle ortamın havası   bir   anda   değişir.   Davud,   yıllardır   onu   görmemiştir   bile, kendisiyle özlem giderir ve onu evine davet eder. Halit tedirgindir, Naim ise gerçekleri öğrenmeye kararlı. Davud’a laf arasında bazı sorular sorar bunun üzerine Davud şüphelenir ve kaçamak cevaplar verir bir süre sonra aslında sorguda olduğunu anlar. Naim bunun 18 üzerine sorularını doğrudan sorar ve ona kendisi hakkında duyduğu herşeyi   anlatır.   Davud   bunları   yalanlar,   ve   kurduğu   yalanlar   ile Naim’i inandırmaya çalışır. Bunu üzerine ortam gerilir ve üç kardeş tartışmaya başlarlar. Davud, her seferinde konuyu değiştirmeye ve başka yönlere çekmeye çalışır.  Ama Naim ısrarlıdır. Bir süre sonra FKÖ   de   öğrendiği   psikolojik   sorgu   taktiklerini   Davud   üzerinde uygular   ve   tüm   bunlara   dayanamayan,   köşeye   sıkışan   Davud kurtulmak için silahını çeker ve Naim’i bağlar.   Davud, olayların bu   durumlara   gelmesi   üzerine   herşeyi   itiraf   eder,   ve   bütün   bu yaptıklarını   ailesin   korumak   için   yaptığını   söyler.   İsrail     Gizli Servisi ile casusluk karşılığında para, kardeşleri ve ailesine zarar verilmeyeceği   ve   her   zaman   korunacağına   dair   bir   anlaşma yapmıştır. Aldığı para ile ailesi için büyük bir ev yaptırmıştır. Naim ve Halit’e bu durum inandırıcı gelmez ve ikisi de Davud’un bütün bunları   para   için   yaptığı   konusunda   hemfikirdir.     Davud, kardeşlerine henüz FKÖ infaz için gelmemişken kaçmayı ve başka bir yerde yeni bir hayat kurmayı teklif eder ve bu konuda ısrar eder. Ama   kardeşleri   Naim   ve   Halit   buna   yanaşmazlar.   Davud’dan utandıklarını dile getirirler. Davud en sonunda Naim’i çözer ve tam o sıra da FKÖ militanları kapıyı yumruklamaya başlar, Davud’un infazı   için   gelmişlerdir.   Küçük   kardeş   Halit   ağabeyinin   işkence edilerek   işkence   edilmesine   razı   olmaz   ve   depoda   bulunan   bir bıçakla ağabeyi Davud’u öldürür.  “Başkaldıran   insan   yaşamı   değil,   yaşamın nedenlerini   ister.   Ölümün   getirdiği   sonucu   yadsır. Hiçbir   şey   sürekli   değilse,   hiçbir   şey doğrulanamamışsa,   ölen   anlamdan   yoksundur. Ölüme karşı savaşmak, yaşamın anlamını istemek, kural ve birlik için çarpışmak anlamına gelir” 19 Bu   oyunda   Albert   Camus’un   özgürlük   ideolojisini   en   iyi biçimde   yansıtan   iki   karakter   çıkar   karşımıza   bunlar   3   kardeşin ortancası olan Naim, en küçükleri olan Halit’dir.   Yukarıda Albert Camus’un de dediği, ölüm asla ulaşılması gereken   bir   yer   değildir.   Buradan   yola   çıkacak   olursak,   Davud karakterinin   yaşama   karşı   bir   başkaldırıda   bulunduğunu   açıkça görebiliriz.   Küçük   kardeşleri   Naim   ve   Halit,   vatanseverlik düşüncesinin   gölgesi   altında   dolaylı   yoldan   ölümü   seçmişlerdir. Ölümle burun buruna yaşamayı seçmişlerdir. Davud, kardeşlerinin ideolojisine karşı çıkıp onların düşmanları olan İsrail Gizli Servisi ile   çalışmaya   başlamış,   ve   bunu   yaşamak   için   yapmıştır.   Çünkü İsrail Gizli Servisi işbirliği karşılığında kendisi ve ailesini koruma sözü   vermiştir.   Davud,   yaşamak   için   dünyada   kendine   bir   yer edinmek zorundadır, varolmak, yaşamaya devam etmek zorundadır çünkü bu insani bir dürtüdür ve o da casusluk yapmayı seçmiştir.  ‘’İnsan   hayatı   büyük   savaşlar   için   çok   kısadır İsrailliler’i   sevmek   zorunda   değilsin.   Fakat   biz hayatımız sürdürmek zorundayız’’ (maskeliler,44) Sözlerinde   Davud’un   kabullenişçi   tarafını   görmekteyiz. Kardeşinin yukarıdaki sözlerine karşılık olarak ‘neden?’  sorusunu sorması   üzerine   ‘Yaşamak   için...’  cevabını   vermiş   ve   durumu açıkça   belirtmiştir.   Diğer   karakterler   özgürlüğünü   sisteme başkaldırarak   ararken   Davud   bunu   farklı   bir   yolla   kabullenerek yapmıştır ve bu onu diğerlerinden farklı bir hayata farklı bir sona taşımıştır.   Davud, Sartre’ın varoluşçuluk felsefesindeki özgürlük ideolojisine   tamı   tamına   uyan   bir   karakterdir.   Diğerleri   gibi adaletsizliğe   karşı   bir   eylemde   bulunmamış,   kendi   hayatının sorumlulukları   ile   ilgilenmiştir.   Bu   yoldaki   en   büyük   seçimi kabullenmek   olmuştur.   Sartre   felsefesine   göre   insan   dünyaya fırlatılmış bir nesnedir. Bu üç kardeşi dünyaya fırlatılmış nesneler olarak kabul edecek olursak, Naim ve Halit döneminde süregelen 20 bir   adaletsizliğe   karşı   başkaldırıda   bulunmuşken,   Davud   bu başkaldırıyı kendi hayatına karşı yapmış ve kendi özgürlüğünden kendisi   sorumlu   olmuştur   ve   sonrasında   kendi   sonunu   kendi çizmiştir.   Davud’un   yaptığı   kabullenişçi   seçimler   onu   küçük kardeşi tarafından öldürülmesi durumuna kadar sürüklemiştir.  Dönemin   toplum   yapısında,   bu   etik   olarak   karşılanmaz, hatta   bu   eylemi   çevresinde   ki   insanlar   tarafından   eleştirilebilir, ahlak   dışı   olarak   kabul   edilebilir.   Ama   unutmamak   gerekir   ki hikayenin   sonunda   Davud   en   küçük   kardeşi   Halit   tarafından öldürülür. Halit bu ailenin en küçüğüdür, karşısında örnek aldığı, FKÖ’nde yüksek rütbeli bir militan olan ağabeyi Naim vardır, o kendi   ideolojisi   doğrultusunda   örgüte   katılmış   ve   yükselmiştir. Dönemde, İsrail ile Filistin arasında geçen savaşta, O da ağabeyi Naim   gibi   bir   yer   edinmek   istemekte,   ölmek   pahasına   sisteme başkaldırıp örgüte katılmak istemektedir. Ki nitekim ağabeyinin de yardımıyla İntifada hareketine küçük yaşta o da katılır, küçük bir militan olarak. Yukarıda da belirttiğim gibi Naim ve Halit Albert Camus’nun   absürde   karşı   başkaldırısına   örnek   olabilecek karakterlerdir.   Camus’un   felsefesinde   İnsan,   mutsuzluk, umutsuzluk   ve   adaletsizlik   durumlarında   bu   durumlardan kurtulmak için yollar arar ve bu başkaldırı ile sonuçlanır, Camus’ye göre   başkaldırı   bir   topluluk   için   olmalıdır.   Bu   oyunda   da   yaşça büyük   olduğu   için   önce   Naim,   sonrasında   küçük   kardeş   Halit İntifada   ya   katılarak   bu   başkaldırıya   destek   olur.   Onların   amacı önce  toplumun   özgürlüğünün  kazanılmasını  sağlamak  sonrasında da   dolaylı   yoldan   kendi   özgürlüklerini   ve   mutluluklarını kazanmaktır.   Albert   Camus’un   Doğrular   adlı   oyununda   Halit karakterinin bir benzerini görebiliriz, Oyunda Kaliaev adlı bir terör örgütü   üyesi   içinde   çocukların   olduğu   bir   arabayı   bombalar. Kaliaev de bunu kendi özgürlüğü ve  bir özgürlük içinde kendisini 21 var edebilmek için yapmıştır, isteyerek mi yapmıştır? Hayır. Ama yapmak zorunda dır çünkü bu yolu o seçmiştir. Halit’de ağabeyini tabiki   de   öldürmek   istememiştir   bunu   oyunun   başında   ki konuşmalarında rahatlıkla anlayabiliyoruz, hayatta kalma dürtüsü ve bir özgürlük içinde kendisine bir yer edinme dürtüsü onu böyle bir   şey   yapmaya   zorlamıştır   ve   sonunda   ağabeyini   öldürmüştür. Savaş’ın   getirdiği,   başkaldırı   durumu   bu   karakterler   üzerinde açıkça   görülmektedir.   Karakterler   başkaldırarak   özgürlüklerine doğru   yol   almaya   çalışırlar.   Naim,   genç   yaşta   evden   ayrılarak FKÖ’ne   katılır   ve   giderek   yükselir.   Naim   genç   yaşta   sisteme başkaldırmış   ve   özgürlüğünün   peşinden   gitmiştir.   Ama   günün birinde ağabeyini infaz etmesi gerekeceği aklına bile gelmemiştir. Naim, ağabeyinin bir casus olduğunu bilerek geri dönmüştür, ve onu  öldürmek  zorundadır.   Çünkü FKÖ  bu durumu kanıtlamıştır. Naim, tabiki de ağabeyini öldürmeye çok hevesli değildir, ama yine de ağabeyinin kendisine, kaçıp yeni bir hayat kurma teklifini geri çevirmiştir. Çünkü bu ona göre ahlaklı bir yaşam değildir ve bunu: ‘Seninle birlikte kenefe bile gitmem bana böyle bir şey önermen ile hakarettir’’ Sözleriyle   açıkça   belirtir.   O   ulaşmak   istediği   özgürlük yolunda toplumun ve dönemin ahlak yapısına ters düşemez çünkü doğru olan bu değildir ve bu popüleritesine, sahip olduğunu isme zarar verir. Ve kendisinin ideasına göre bir hiç olarak ölür.  ‘Bak   bana,   ben   savaşıyorum.   Bu   çok   zordur, korkunçtur.   Savaşıyorum   çünkü   başaracağıma inanıyorum.   Hiç   bir   şey   gökten   zembille   inmiyor, Davud. Savaşmak zorundayız. Yoksa o senin boş laf dediğin şeylere layık olamayız. Ama çok laf eden sen kendinle anlaşma imzalamışsın köle olarak kalmaya kararlısın.  Köle  başka  bir   şey  değil.’’  (maskeliler, 46) 22 Naim’in   bu   sözleri   Davud   la   olan   bir   diyaloğunda söylemektedir. Buradan yola çıkarak Naim’in varolmak için ölümü göze aldığını ‘’savaşıyorum’’ sözünden rahatlıkla anlayabiliyoruz. Şu   dünyada   ancak   özgürlük   dürtüsü   ve   varolma   çabası     insanı ölüme meydan okumak zorunda bırakır. Naim karakterini Sartre’ın varoluşçuluk   felsefesine   göre   inceleyecek   olursak,   Sartre   insan kendi   özgürlüğünden   sorumludur   demiştir.   Naim’in   genç   yaşta yaptığı   seçimler   onu   bu   duruma   kadar   getirmiştir.   Genç   yaşta adaletsizliğe   başkaldırıda   bulunmuş   ve   örgüte   katılma   seçimini yapmıştır,   sonrasında   yukarıda   belittiğim   duruma   düşmüş   ve ağabeyinin infazına tanıklık etmiştir.  Yukarıda 1990 lı yıllarda yazılmış bir oyunu kendisinden yarım   asır   önce   felsefesini   insanlara   sunmuş   olan   bir   filozof   ve yazarın felsefesine göre inceledik. Peki bu yazar ideolojisini, kendi yazdığı yaşanmış bir olaya dayanan ve bir grup devrimci teröristi anlattığı ‘Doğrular’ adlı oyununda nasıl ortaya koymuştur?  2. Albert Camus ve Doğrular Oyunu 20.   yüzyılın   en   önemli   filozoflarından   biri   olarak   kabul edilen Camus’un hayatına değinecek olursak. 7 Kasım 1913 yılında Cezayirde doğmuştur  Varoluşçuluk ile ilgilenmiştir ve absürdizm akımının   öncülerinden   biri   olarak   tanınır;   fakat   Camus   kendini herhangi   bir   akımın   filozofu   olarak   görmediğinden,   kendini   bir "varoluşçu" ya da  "absürdist"  olarak tanımlamaz. 1957'de Nobel Edebiyat Ödülünü’nü kazanmıştır. Ödülü aldıktan 3 yıl sonra bir trafik   kazasında   hayatını   kaybetmiştir.   20.   yüzyılın   en   güçlü Cezayirli yazarlarından biri olan Albert Camus, 1913'te Cezayir’in Mondovi kasabasında doğdu. Yoksul bir aileden gelen Camus'nün babası bir Alsaslı, annesi ise İspanyol'du. I. Dünya Savaşı sırasında, 23 1914'te   babasını   kaybetti.   Annesi   evlerde   hizmetçilik   yaparak oğlunu okutmaya çalıştı. Ancak Camus, daha bağımsız bir hayat sürebilmek için evinden ayrıldı. 1923'te liseye, ardından da Cezayir Üniversitesi’nekabul   edildi.   1934'te   Fransız   Komunist   Partisi’ne katıldı.   Ancak   üç   yıl   sonra,     partiden   atıldı.   1935'te   "İşçinin Tiyatrosu"nu (Théâtre du Travail) kurdu fakat bu tiyatro 1939'da kapandı. 1940'ta piyanist ve matematikçi Francine Faure ile evlendi ve 5 Eylül 1945'te Catherine ve Jean adlarında ikiz çocukları oldu. Aynı   yıl   Paris­Soir   dergisi   için   çalışmaya   başladı.   Daha   henüz "Sahte   Savaş"   olarak   adlandırılan   II.   Dünya   Savaşı’nın   ilk zamanlarında bir Pasifist olarak kaldı. Ancak bu tutumu Paris’in Alman   ordusu   tarafından   işgali   ve   1941'de,   komünist   gazeteci Gabriel Peri'nin gözleri önünde idam edilmesiyle değişti ve onun da   başkaldırmasına   neden   oldu.   Paris­Soir   ekibiyle   Bordeaux’ya gitti   ve   aynı   yıl   ilk   kitapları   olan   ‘Yabancı’   ve   "Sisifos Söylencesi"ni   tamamladı.   Camus,   Bordeaux'yu   1942'de   terkedip Cezayir'in Oran şehrine gitti ve ardından Paris’e döndü. Camus, 4 Ocak 1960'ta, Sens yakınlarındaki küçük Villeblevin kasabasında "Le Grand Fossard" isimli bir yerde geçirdiği trafik kazası sonucu hayatını kaybetti. Albert Camus varoluşçulu felsefesini eserlerinde insanların mutsuzluk, umutsuzluk ve bundan dolayı düştükleri bunalım gibi durumları   saçma   olarak   değerlendirmiş   ve   bu   durumdan kurtulmanın yolunu başkaldırı olarak önermiştir. Camus, bireysel özgürlüğün ancak toplumsallaştığı zaman kazanılacağını savunur, bu   yüzden   ona   göre   bir   bireyin   özgür   olabilmesi   için   öncelikle toplumun özgür olması gerekir. Camus bu düşüncesini 1949 yılında kaleme   aldığı,   1905   yılında   Rusya’da   polis   düküne   suikast düzenleyen   bir   grup   teröristin   gerçek   hikayesini   anlattığı ‘Doğrular’  adlı   oyunun   da   açıkca   ortaya   koymuştur.   Bu   oyun, yaşamı   uyumsuz   olarak   görmenin   ve   bu   uyumsuzluğa 24 başkaldırmanın   anlatıldığı   bir   oyundur.   Toplumsal   özgürlük   için başkaldırı oyunun ana temasını oluşturmaktadır. Bu oyunda suç ve ceza   gibi   durumların   topluma   ve   bireye   göre   olan   göreceliliğini açıkça ortaya koyar Camus.  Oyun,   grubun   eski   üyesi   Stephan’ın   3   yıl   aradan   sonra isviçredeki sürgünden dönmesiyle başlar. 1 yıldır hazırlanan suikast için o da birşeyler yapmak istemektedir. Dora, grubun bombacısıdır bombaları   o   yapar   ve   Annenkov   grubun   önde   gelenlerindendir. Gerçekleşecek   suikast   ve   sonrası   hakkında   düşüncelerini hayallerini   birbirlerine   anlatırlar   Stephan’ın   dönüşünden   sonra. Hepsi   umutludur   ve   Kaliaev’i   beklerler.   Stephan,   Kaliaev   ile tanışmayı   bekler.   Dora   ona   heyecanla   Kaliaev’i   anlatır,   onun eğlenceli, sanatçı keyifli kişiliğinden bahseder. Bu daha despot ve ideallerine   sıkı   sıkıya   bağlı,   özgürlük   için   öldürmekten   bir   an kaçınmayacak olan Stephan’ın hoşuna gitmez, çünkü ona göre bir devrimci   bu   özelliklere   sahip   olmamalıdır.   Çünkü   devrimci kendisini insanlığa adamalıdır ve ölüm onun için bir ödül olmalıdır. Bu konuşmaların üzerine grubun genç bir üyesi olan Vainov girer. O suikast için saha araştırması yapmıştır, ve yaptığı araştırmaları anlatır,   suikast   düzenleyecekleri   Dük’ün   geçeceği   yolları   bir   bir incelemeiştir ve onlara çizimlerini yapar. Stephan bombayı kendisi atmak istediği söyler fakat Annen­kov bunu kabul etmez, Stephan ısrarcıdır. Annenkov ona Kaliaev’in atacağını söyler ve Stephan, Kaliaevle atışmaya başlar. Annenkov araya girer durumu yatıştırır. Ardından   Dora   girer   ve   Kalievle   konuşmaya   başlarlar,   devrim uğruna  ölmenin onuru hakkında konuşurlar. Ardından Annenkov girer ve herşeyin hazır olduğunu söyler ve çıkarlar. Ertesi akşam, Annenkov   ve   Dora   gergindir,   Annenkov   pencerenin   önünden ayrılmamaktadır   ve   Kaliaev   ve   Voinov’un   dönmesini beklemektedir. Dora ile birlikte pencereden izlerler ve birşeylerin ters   gittiğini   görürler,   bir   süre   sonra   voinov   ardında   da   Kaliaev 25 girer.   Sonrasında   da   öfkeyle   Stephan   girer.   Kaliaev,bombayı Büyükdük’ün arabasına  atamamıştır,   hesaba  katmadıkları birşey vardır, arabada Büyük düşes ve yeğenleri de vardır. Kaliaev bunu görünce   görevi   tamamlayamaz   ve   geri   döner.   Bunun   üzerine Stephan öfkelenir ve tartışmaya başlarlar, ona göre ne olursa olsun bombayı   atmalıdır,   tartışmanın   sonunda   Annenkov,   Dora   ve Voinov’da,   Kaliaev’e   hak   verir   ve   suikastı   2   gün   sonrasına ertelelerler. Stephan bu durumdan hiç hoşnut olmaz.   2 gün sonra yeniden hazırlanırlar, bombayı Kaliaev ve Voinov atacaktır. Fakat Voinov   geldiğinde   titremektedir   ve   uyumamıştır,   grup   lideri Annenkov’u   diğer   oda   götürür   ve   korktuğu   için   bu   işi yapamayacağını, hatta örgütten ayrılmak istediğini söyler, Anenkov onu   üstelemez   ve   kabul   eder,   Voinov   hızla   çıkar   ve   Anenkov diğerlerine bombayı kendisinin atacağını bildirir. Stephan sistemi Anenkov’a   anlatırken,   Kaliaev   ve   Dora’da   birbirlerine   olan aşklarını   konuşurlar.   Zaman   gelince   Annenkov   ve   Kaliaev vedalaşır   diğerleriyle   ve   bombayı   atmaya   giderler.   Stephan   ve Dora’da   pencereden   onları   izer,   bomba   sesi   duyulur   Kaliaev bombayı atmıştır ama Annenkov atamamıştır.  Aradan 8 gün geçer Kaliaev hapishanede hücrededir, hücre de Foka adında bir mahkümla tanışmıştır, mahkumla konuşurken onun aynı zamanda bir cellat olduğunu öğrenir, Foka, astığı her mahkum   için   kendi   cezasından   bir   yıl   düşmektedir.     Ardından Skurtov adında polis şefi gelir ve ona işbirliği önerir fakat Kaliaev bunu   kabul   etmez,   ve   ardından   hücreye   Büyük   düşes   girer   ve muhabbetin   sonunda   kendisini   bağışlayacağını   dile   getirir.     Bir hafta   sonra,   örgüt   evinde,   Kaliaev’in   arkadaşları,   Voinov,   Dora, Annenkov   ve   Stephan,   Kaliaev’in   durumu   ile   gelecek   olan herhangi bir haberi beklemektedir. Akıbeti belli değildir ve onlar merakla   onun   ihanet   edip   etmeyeceğini   beklerler.   Stephan   ve Vainov çıkar ve Annenkov ile Dora yalnız kalır, Kaliaev hakkında 26 konuşurlar, Doranın ona olan aşkından konuşurlar, bir süre sonra Stephan, Vainov ile birlikte girer ve Kaliaev’in idam haberini verir. Bunun üzerine Dora bir sonraki eylemi kendisinin yapmak istediğin dile getirir, Annenkov önce karşı çıkar ama diğer arkadaşlarının da desteği ile kabul edilmesiyle oyun biter.  Bu   toplumun   özgürlüğü   için   başkaldırmış   olan   bir   grup teröristin,   trajik   hikayesidir.   Albert   Camus’nun   varoluşçu felsefesini   açıkça   görebilmekteyiz   bu   oyunda,   Camus’nun felsefesinin temelini oluşturan saçma durumu ve sonrasında gelen başkaldırı,   bu   oyunda   ki   karakterlerin   ortak   paydasını oluşturmaktadır. Burda grupça bir başkaldırının yanı sıra bireysel başkaldırılar da vardır.  Hepsinin buluştuğu ortak nokta, özgürlüğü kısıtlanmış   ve   adaletten   yoksun   önce   Rus   sonrasında   da   dünya halkının içine düştüğü bu bunalımdan kurtulması için herşeylerini feda   edebilmeleri   ve   gerektiği   takdirde   öldürmek   kaçınmamaları hatta bu konuda birbirleri ile yarışabilmeleridir. Karakterlerin hepsi adil   ve   özgür   bir   dünyayı   düşlemektedir.   Camus   felsefesinde, bireyin   özgür   olabilmesi   için   toplumların   da   özgür   olabilmesi gerekmektedir,   ona   göre   içinde   özgürlüğü   kısıtlanmış   bir   tek insanın bile bulunduğu bir düzen özgür değildir, ve balkaldırılması gereken bir saçmayı oluşturur.   Camus’ye göre, bir eylem ancak adalet ve kardeslik için yapılıyorsa; yalnızca bir tek insanın degil, herkesin iyiligini ve özgürlügünü gözetiyorsa, özgürlügü simgeler. Bu durum bu oyunda açıkça karşımıza çıkmaktadır.  Albert Camus, hikayeyi 1905 yılında yaşanmış bir olaydan birebir   almıştır   ve   kendi   ideolojisini   bu   karakterler   vasıtasıyla okuyucu ve izleyiciyle buluşturmuştur. Oyunda gözümüze çarpan ilk karakter Kaliaev’dir.   Camus bu karakteri, eğlenceli bir yapıya sahip, ateşli, ölümü bir ödül olarak bir karakter olarak yaratmıştır. Kalieaev her fırsatta insana olan sevgisinden bahseder, ki nitekim, 27 örgütün   bombacısı   Doraya   aşıktır.     Fakat   bombalı   eylemi   onun yapacak olmasıda olduça ironiktir.  ‘KALİAEV: Ben yaşamı seviyorum. Sıkıldığım filan da yok. Devrime katıldım çünkü yaşamı seviyorum. Herkes   elinden   geldiğince   bir   şey   yapar   adalet uğruna.   Kabul   etmek   gerek   ki   hepimiz   tek   bir kalıptan   çıkmadık.   Elimizden   geliyorsa   birbirimizi sevmemiz gerek.’ (doğrular,26) İşte tamda burada devreye J. Paul Sartre’ın varoluş ideoloji girer devreye.  Kaliaev, her fırsatta bir katil olmadığını dile getirir, fakat   bir   insanın   hayatını   almak   hangi   gerekçeyle   olursa   olsun cinayetten başka birşey değildir.  Belki de kendine katil damgasını vurmayı   yakıştıramıyordur   Kaliaev,   ve   devrimci   söylemlerin arkasına   sığınıyordur   nereden   bilebiliriz?   Bildiğimiz   tek   şey kendisini katil olarak tanımlayamamasıdır. Daha öncede belirttiğim gibi,   Sartre’a   göre   insan   dünya   ya   fırlatılmış   bir   nesnedir   ve geleceğini   yaptığı   seçimler   şekillendirir.   Kaliaev   de   toplum   için devrimci bir örgüte çalışmayı seçmiştir, fakat en başında belkide kendisi   bile   bilmiyordur   bir   gün   öldürmek   zorunda   olacağını… Camus   bu   oyunda   Kaliaev   ile   bi   insanın   karakterinin,   hayatının zamanla yaptığı seçimler ile nerelere kadar varabileceğini gözler önüne   sermiştir.   Bize   içi   yaşama   ve   insan   sevgisiyle   dolu   bir karakter sunmuş ve sonrasında ise bu karaktere cinayet işletmiştir. Fakat gözden kaçırmamamız gereken bir durum vardır, bu Kaliaev bombayı ilk seferde atamamıştır, çünkü arabanın içinde çocuklar vardır   ve   o   bunu   yapmaya   cesaret   edememiştir.   Çünkü   o   kendi ideolojisinde eğer masumları öldürürse bir katil olacaktır.   Ve bu onursuz bir davranış olacaktır. Bunu şu sözlerinden anlayabiliriz: 28 ‘Kaliaev:   Evet!   Ama   ben   bugün   benimle   aynı toprağın   üstünde   yaşayanları   seviyorum.   Onlar uğruna   savaşıyorum,   onlar   uğruna   ölümü kabulleniyorum. O hiçbirşey bilmediğim,uzaklardaki ülke   için   kardeşlerimin   yüzünü   paramparça edemem. Yaşayan adaletsizliğe, ölü bir adalet için eklemede   bulunmayacağım.   Kardeşler,   apaçık konuşmak   istiyorum   sizlere,   ve   en   basit köylülerimizden   biri   gibi   söyleyeceğim,   çocukları öldürmek   onura   aykırıdır.   Ve   günün   birinde,   ben yaşarken,   devrim,   onura   sırtını   dönecek   olursa bende   devrimden   dönerim.   Eğer   karar   verirseniz birazdan tiyatronun çıkışına giderim,ama kendimide atların ayaklarına atarım. ‘  (doğrular,45) Kaliaev, seçimi yapar ve 2 gün sonrasında bombayı Büyük dük Serj’in  arabasına atar ve dük paramparça olur ve sonrasında o da yakalanıp idama mahküm edilir. Bu ölüm onun için onurlu bir ölümdür, Camus felsefesinde absürden kaçmak için intihar doğru bir yöntem değildir, bu yüzden Kaliaev’i kendisininde istediği bir sonla   öldürür.   Çünkü   Kaliaev   bu   saçmadan   istediği   şekilde kurtulmuştur. Attığı o bomba ile, umutsuzluğu, umuda; mutsuzluğu da mutlu bir sona dönüşecektir.  ‘Kaliaev: suikast anında ölmek, geride yarım kalmış birşey   bırakıyor.   Suikast   ile   darağcı   arasında   ise, tersine tüm bir sonsuzluk var. İnsanoğlu için belkide tek bir sonsuzluk.’ (doğrular, 30) Yukarıda,   Kaliaev’in,   İlan   Hatsor’un   Maskeliler oyunundaki, Naim karakterine benzerliğinden sözetmiştik, Naim’in 29 adalet   ve   özgürlük   uğruna   yaptığı   eylemlerden   ne   farkı   vardır Kaliaev’in Büyük Dük Serj’e attığı bombadan? Naim, ağabeyini öldürmek   zorunda   kalmış   ama   bunu   yapamamıştır,     Kaliaev   ise bombayı   ilk   denemede   içinde   çocukların   olduğu   arabaya atamamıştır.   Her   iki   karakterde   seçimleri   ve   absürde   karşı   bir başkaldırıcı   sonucu   yeni   bir   absürde   düşmüştür.   Fakat   kaliaev ikinci denemesinde bombayı atıp dükü öldürmüş ve sonrasında da idam   edilerek   istediği   sonuca   ulaşmış,   Naim   de   Filistin’in özgürlüğü uğruna ağabeyinin ölümüne şahit olmuştur hemde küçük kardeşi Halit tarafından.  Albert Camus, Kaliaev’in karşısına hayatı sevmeyen, nefret dolu bir karakteri çıkarmıştır. Bombalı eyleme giden süre boyunca Kaliaev   ve   Stephan   her   konuda   çatışırlar   birbirleriyle.   Çünkü Stephan bombayı Büyük Dük’ün arabasına atacak olacak Kaliaev’i kıskanmaktadır. Stephan, İsviçre’de hücrede geçirdiği süre boyunca hayata ve insanlara olan sevgisini kaybetmiştir. Devrime sıkı sıkıya bağlıdır, ve onun için devrime engel olacak herşey yok edilmelidir. Oyunun   başında,   Kaliaev’in   sevgi   dolu   bir   karakter   olması Stephan’ı çileden çıkarır ve her an ona çatar. Camus’un özgürlük uğruna   yapılan   başkaldırı   durumunda   Kaliaev   ve   Stephan   aynı amaca hizmek eden zıt kutuplu karakterlerdir. Kaliaev,  çocukları bomba   atacağı   arabada   görünce   korkar   ve   atamaz.   Bütün   örgüt Kaliaev’i haklı bulurken bu durum Stephan’ı çileden çıkarır. Ve: ‘Stephan:   amacımıza   ulaşmamızı   sağlayacak hiçbirşey yasak değildir bizlere’ (doğrular,53) sözü Stephan’ın ideolojisini özetler niteliktedir.  Kaliaev’in   çocukların   üzerine   bombayı   atamamasının üzerine Stephan bu durumu şöyle savunur: 30 ‘Stephan: Çocuklar da çocuklar! Ağzınızdan başka birşey   çıktığı   yok!   İdrak   etmekten   aciz   misiniz? Yanek   o   ikisini   gebertmediği   için   binlerce   Rus çocuğu daha açlıktan ölecek. Siz açlıktan ölen çocuk gördünüz   mü   hiç?   Ben   gördüm.   İnanın   bombayla ölmek  ölümün  öylesinin yanında sefa sayılır. Ama Yanek   açlıktan   ölen   çocuk   hiç   görmedi.   Onun   tek gördüğü   Grand   Dük’ün   iki   şımarık   iti!   Hala büyümediniz   mi   siz?     Yaşadığınız   andan   ötesini göremiyor musunuz? Durmayın öyleyse, merhameti seçin,   kurtarın   bugünü.   Dünün,   bugünün,   yarının bütün   kötülüğünü   kökünden   kazıyacak   devrimi unutun gitsin. ‘  (doğrular,54) Stephan   bu   oyun   karakterleri   arasında   başkaldırı durumunun en açık görüldüğü karakterdir, daha öncesinde İsviçre de   zindan   da   geçirdiği   günler   ve   adaletsizlik   onu   daha   fazla alevlendirmiş,   nefreti   günden   güne   artmıştır.   Çünkü   Camus’un absürd diye nitelendirdiği, umutsuzluk, mutsuzluk arada kalmışlık ve bunalım gibi durumları o diğerlerinden daha fazla yaşamış ve hem ruhani hemde fiziki zararlarını en çok o görmüştür. Oyunun bir   sahnesinde,   aşktan   bahseden   Dora’ya   göğsünü   açıp   kırbaç izlerini gösterir.  J.P. Sartre’ın varoluşçuluk görüşüne göre, Stephan bu   bunalıma   kendi   kendini   sürükler,   çünkü   Sartre’da   birey kendinden   sorumludur,   fakat   Stephan   tipik   bir   Camus   felsefesi örneğidir ve ona göre toplum bireyden üstündür, adalet ve özgürlük uğruna canını seve seve toplum için feda edebilecek bir karakterdir Stephan.  Kaliaev ve Stephan ahlaki bakımdan birbirinden çok ayrı kişilik   özelliklerine   sahiptirler.   Jean   Paul   Sartre’a   göre  ‘İnsan ahlakını kendi seçer’    Sartre ahlak ile iligili olarak Varoluşçuluk adlı kitabında şunları söylemiştir: 31 ‘İnsan   kendi   kendini   kurar.   Önceden   kurulmuş, tamamlanmış,   sonra   ermiş   değildir.   Ahlakını seçerken kendini de kurmuş olur. Üstelik  bir ahlak seçmeden de edemez. Koşulların ağır baskısı, ister istemez   bir   ahlak   seçmek   zorunda   bırakır   onu. Görüyorsunuz   ki   ancak   bir   bağlanmaya   göre bağlıyoruz   insanı.   Bu   yönden   düşünülürse   bizi seçişim   gereksizliği,   nedensizliği   ile   suçlamak saçmadır. ‘ (varoluşçuluk,66) Kaliaev   ile   Stephan’ın   yaşadıkları   arasında   koşullar   farkı vardır,   Kaliaev’in   hayatı,   Stephan’ın   ki   kadar   acılar   ve   olumsuz koşullarla geçmemiştir. Stephan insanların açlıktan öldüğüne tanık olduğunu   dile   getirir   ve   bu   yaşadıkları   onun   ahlaki   yapısının paslanmasına   neden   olmuştur.   Bu   yaşadıklarından   dolayı   o,   bu ahlakı   kendi   seçmiştir,   ve   bir   zamanlar   açlıktan   ölen   ve   ölecek olacak çocukların kurtuluşu için iki çocuğun öldürülmemesi onun düşüncesin de saçmalıktır ve buna sonuna kadar karşı çıkar.  Oyunda içi yaşama sevgisi ile dolu olan bir diğer karakter de Dora’dır. Dora ve Kaliaev birbirlerine aşıktırlar, fakat devrimi herşeyin   üstünde   gördükleri   için   aşklarını   yaşayamazlar.   Camus aşkın,   absürdün   neresinde   şekillendiğini   Dora   karakteri   ile göstermektedir.   Bütün   bu   terör,   cinayet,   adaletsizlik,   gerginlik durumlarının içinde Kaliaev ve Dora’nın yaşamaktan kaçındıkları aşklarına   tanık   oluruz.   Çünkü   onlar   hayatlarını   devrime adamışlardır ve aşk gibi duygular onları hayata bağladıkları için kaçınılması gereken bir durumdur. Fakat bir süre sonra her ikiside bu durumdan kaçamaz ve birbirlerine aşklarını anlatırlar. Yine de sonuç   değişmez,   devrim   aşkı   ağır   basar   ve   Kaliaev,   Dora’nın yaptığı   bombayı,   Büyük   Dük’ün   arabasının   üstüne   atar.     Bu   iki 32 karakterin   sahnelerinde,   özgürlük   kavramından   daha   çok   insanın aradığı   sevgi   ve   aşkı,   Camus’un   bu   durumla   ilgili   düşüncesini görürürüz. Karakterler  herşeyden çok insanın sevgiyle varolacağını ve bu absürdden sevginin gücüyle çıkabileceğini birbirlerine itiraf ederler. Fakat öncesinde yaptıkları seçimler nedeniyle biri örgütün bombacısı olmuş diğeride o bombayı suikastte kullanacak militan. A.   Camus,   insanın   absürdden   çıkabilmesi   için   iki   seçenek olduğunu, bunlardan birinin de umut etmek olduğunu belirtmiştim yukarıda,   Camus   işte   burada,   umut   ederek   absürdden   çıkma çabasının bir işe yaramayacağını göstermiştir bizlere.  Oyunda dikkati çeken bir diğer karakterde Kaliaev’in hücre de karşısına çıkan Foka’dır.   O, susuz kaldığı için birini balta ile doğramış ve ağır bir ceza almıştır. Fakat bir anlaşma yapmıştır ve astığı her idam mahkümü için cezasından bir yıl düşecektir. Foka, kabullenişçi bir karakter olarak karşımıza çıkar. Oyunda ki diğer bütün karakterlerden farklıdır. Kaliaev’in tüm nutuklarına rağmen, o fikrini değiştirmez. Foka’yı, İlan Hatsor’un Maskeliler oyununda ki Davud’a benzetmek mümkündür. Çünkü Davud’da kabullenişçi bir   karakterdir,   para   ve   korunma   karşılığı   israil   adına   casusluk yapmıştır. Para ve korunma karşılığı casusluk yapan Davud’dan, cezasını   düşürme   karşılığında   cellatlık   yapan   Foka’nın   bir   farkı yoktur.   Albert   Camus’un   absürde   karşı   başkaldırı   felsefesini anlattığı,   bu   yaşanmış   bir   hikayeden   yola   çıkarak   yazdığı   oyun kendi   felsefesine   ışık   tutmaktadır.   Oyunun   başında   Stephan karakterine söylettiği:  ‘Yeryüzünde   bir   tek   kişi   tutsak   olduğu   sürece özgürlük   zindandan   başka   birşey   değil.   Evet, 33 özgürdüm,   ama   hiçbir   zaman   Rusya’yı   ve   onun kölelerini düşünmeden edemedim. ‘ (doğrular,16) cümlesi oyunu ve Camus’un felsefesinin özeti niteliğindedir.  SONUÇ ‘Varoluşçuluk bir hümanizmadır’  demiştir Sartre. Edebiyat ve tiyatro, insana ve hayatına, doğrudan yada dolaylı yoldan ışık tutmaktadır,   simetriğidir.   Varoluşçuluk   insan   ve   insanın varoluşuyla   ilgilenir,   bu   yüzden   insanın   olduğu   her   şeyde varoluşçuluk ile ilgili inceleme yapılabilir.  Jean Paul Sartre’ın varoluşçuluk ideolojisinde bireyin özüne giden yolda  yaptığı seçimler  diğer biyerlerin     özgürlüğüne  zarar vermemelidir,   her   birey   kendi   özünden   sorumludur   ve   etik olmalıdır. Bu durum Camus’un Doğrular oyununda zıt bir biçimde karşımıza   çıkar.   Bireyin   özgürlüğüne   ulaşabilmesi   için   önce toplumun   özgür   olması   gerekir   bu   yolda   da   herşey   mübahtır. Stephan’ın  ‘amacımıza   ulaşmamızı   sağlayacak   hiçbirşey   yasak değildir   bizlere’  sözleri   bu   durumu   açık   bir   şekilde   ortaya koymaktadır.   Sartre da bireyin kendisi ön plandayken, Camus de toplumun özgürlüğü herşeyden önce gelmektedir.   Fakat bu durum dolaylı yoldan birbrine benzemektedir, Sartre  ‘Varoluşçuluk’  adlı kitabında ‘başkasının özgürlüğü’ başlığı altında şunları söylemiştir: ‘ama   özgürlüğü   isteyince,   onun   tümüyle başkalarının   özgürlüğüne,   başkalarının özgürlüğününse   bizimkine   bağlı   olduğunu   anlarız. Gerçi   insanın   tanımı   olarak   özgürlük,   başkasına bağlı değildir ama ortada bir bağlanma olunca iş değişir:   O   zaman   kendi   özgürlüğümle   birlikte 34 başkalarının   da   özgürlüğünü   istemek   zorunda kalırım.   Başkalarının   özgürlüğünü   gözetmezsem kendi özgürlüğümü de gözetemem.’ (varolşçuluk,68) Birey   kendi   özgürlüğüne   giden   yolda   etik   olmalı, başkalarının   özgürlüğünede   zarar   vermemeli,   dolayısıyla başkalarının   özgürlüğüne   karşı   sorumludur.   Başkalarının özgürlüklerine bağlı olan bireyler toplumları oluşturur, birbirlerinin özgürlüklerine   sorumlu   olan   bireylerden   oluşan   toplumun özgürlüğü de  adaletle, hukukla sağlanır. Bu domino taşları gibidir. Albert   Camus’nun  ‘bireyin   özgür   olabilmesi   için   toplumunda özgür olması gerekir’  sözü bu durumun devamı niteliğindedir ve birbirlerini tamamlamaktadırlar.  Yukarıda,   1990’lı   yıllarda   bir   savaş   ürünü   olan,   İsrail’li yazar İlan Hatsor’un yazdığı Maskeliler oyununu, kendisinden 40 yıl önce hayatını kaybetmiş olan Albert Camus ve aynı dönemlerde felsefesiyle   döneme   damga   vurmuş   olan   Jean   Paul   Sartre’ın felsefesine   göre   inceledik   ve   tamamen   farklı   yazarlar   tarafından farklı   coğrafyalarda   ve   zamanlarda   yazılmış   olan   bu   iki   oyun arasında benzerlikler olduğunu gördük. 1949 yılında yazılmış olan ‘Doğrular’  diğer   bir   adıyla   ‘Adiller’    Albert   Camus’un varoluşçuluk felsefesine ışık tutan bir eserse, ‘Maskeliler’ oyunu da farklı bir yazar tarafından farklı bir dönem ve coğrafya da yazılmış olmasına rağmen benzer özellikler taşıdığı için Varoluşçu bir eser olarak tanımlanabilir.  Maskeliler oyununda ki, Filistin Kurtuluş Örgütü Militanı Naim ile, Doğrular oyununda ki Kaliaev, birbirlerine birçok yönden benzemektedir.  Bu   iki   karakteri   birbirine   yaklaştıran   en   önemli özelikleri   ahlaki   yapılarıdır,   Kaliaev,   ilk   suikast   girişiminde arabada çocukların olduğunu görür ve bu eylemi gerçekleştirmeyi 35 fazlasıyla   istemiş   olsa   bile   eli   o   bombayı   çocukların   da   üzerine atmaya varmaz. Çünkü aile ahlakına ters düşen bir davranıştır bu. Bütün toplumlarda nedeni her ne olursa olsun çocukları öldürmek ahlaksız   bir   durum   olarak   sayılır   ve   bunu   yapmak   kötüdür.   Bu küçük   yaşlarda   aşılanan   aile   ahlakı   birçok   durumda   insanın vicdanına   hükmeder.   Bir   benzeri   durumu   Maskeliler   oyununda Naim yaşamıştır. Oyunun sonunda küçük kardeşi Halit, Naim’in ağabeyini   öldürmesini   istemiş   fakat   o   bunu   başaramamıştır. Kaliaevde bahsettiğimiz aile ahlakı bu durumda da geçerlidir. Fakat aynı oyunda küçük kardeş Halit’in ağabeyini öldürmesi, ağabeyinin o an bulunduğu koşul nedeniyle ahlaksızca bir davranış değil tam tersine, vicdanlı, erdemli bir davranış olarak tanımlanabilir topluma ve   aile   ahlakına   göre.   Halit   ağabeyini   öldürmüştür,   çünkü   eğer ağabeyi  o an yakalanırsa  çok  ağır işkencelere  maruz  kalacak ve insan   onuruna   yakışmayacak   bir   biçimde   ölecektir.   Halit   bu durumun   olmasına   tazı   gelmez   ve   ağabeyini   öldürür.   Yukarıda bahsettiğim durumlar birbirileri ile benzerlikler gösterirler  çünkü her   üç   durumuda   aile   ahlakına   dayanmaktadır.    Aynı   zamanda Maskelilerde   ki   Davud   ile,   Doğrular   oyununda   ki   Foka   da kabullenişçi   karakterler   oldukları   için,   yaptıkları   eylemler   farklı olsada ideoloji bakımından birbirlerine oldukça benzemektedirler. Bu durum da, zaman, mekan, coğrafya vb. Her ne olursa olsun, eğer ortada bir savaş varsa, insanların düştükleri absürd durum ve buna   olan   başkaldırıları,   geçen   yıllarda   olduğu   gibi   devam edecektir.   Koşullar   farklıdır   fakat   başkaldırı   aynıdır.   Zaman   ve coğrafya farklıdır fakat her durumda da absürd vardır ve başkaldırı vardır.   Camus   bu   oyunuyla   bizlere,   absürdden   kurtulmamız   için başkaldırmamız   durumunda   neler   olacağını   ve   devrim   yolunda birilerinin   ne   yazık   ki   ölmesi   gerektiği   gerçeğini   açıkça göstermiştir.  36 KAYNAKÇA 1. Hatsor, İ.(1990)  Maskeliler. (Çev.) Nebil Tarhan,  İstanbul: Mitos boyut. 37 2. Camus, A.  (2003) Doğrular. (Çev.) Ferit Edgü, İstanbul:  Yaba Yayınları. 3. Camus, A. (1997) Sisifos Söyleni. (Çev) İstanbul: Tahsin  Yücel, Can Yayınları. 4. Şener, S. (2006)  Dünden bugüne Tiyatro Düşüncesi.  İstanbul: Dost kitabevi. 5. Brockett, G. Oscar, (2000)  Dünya Tiyatro Tarihi. (Çev)  Sokullu S, Dinçel S, Sağlam T, Çelenk S, Öndül B.S,  Güçbilmez B, İstanbul: Dost Yayınevi. 6. Çalışlar, A.  (1995) Tiyatro Ansiklopedisi. Ankara, Kültür  bakanlığı yayınları 7. Sander O. (2014)Siyasi Tarih 2. Cilt.  İstanbul: İmge  Kiyabevi  8. Camus A.  Yabancı. (Çev)Vedat Günyol, İstanbul: Can  Yayınları,  9. Colette, J. (2006)Varoluşçuluk, (Çev.) Işık Ergüden,  Ankara: Dost  Kitabevi Yayınları  10. Gündoğan, A.O.(1995)  Albert Camus ve Başkaldırma  Felsefesi, İstanbul: Birey Yayıncılık. 11.   Camus, A.  (2005) Tersi ve Yüzü, (Çev.)  Tahsin Yücel,  İstanbul: Can Yayınları. 12.  Camus, A. (2008) Veba, (Çev.)N. Tanyolaç Öztokat,  İstanbul: Can Yayınları. 13.  Sartre, J.P. (2013) Varoluşçuluk, (Çev.) Asım bezirci,   Ankara: Say Yayınları. 14.  Nutku, Ö.(2000) Dünya Tiyatro Tarihi cilt2.  İstanbul:  Mitos Yayınevi. 15. http://omerergun.com/yonetim/resimdosyalar/researchmeth ods_varolusculuk.pdf 16. Timuçin A. Varoluşçu Filozoflar    http://www.aymavisi.org/makale/varoluscu %20filozoflar.html 17. Sartre J.P Varoluşçu filozoflar http://www.dusuncetarihi.com/makale/varolusculuk7 18. Camus A. İsyana Dair  http://www.dusuncetarihi.com/makale/isyana­dair 38 19. Uludag B.M (2014), Dünya Siyasi tarihi. İstanbul:  Paradigma Akademi  20. İntifada Hareketi http://islamcihad.blogcu.com/intifada­hareketi­ filistin/4760973 21. Cevizci A.  (2010), Felsefe Sözlüğü. İstanbul: Paradigma  yayıncılık 22. Cevizci A. (2010), Felsefe Tarihi. İstanbul: Say Yayınevi  23. Blackham H.J. (1961),  Altı varoluşçu düşünür. (Çev.)  Uşşaklı E, Ankara: Dost Yay. 24. Wahl  J,  (1999)  Varoluşçuluğun tarihçesi. (Çev.) Onaran  B, İstanbul: Payel yay. 39

nest...

batman iftar saati 2021 viranşehir kaç kilometre seferberlik ne demek namaz nasıl kılınır ve hangi dualar okunur özel jimer anlamlı bayram mesajı maxoak 50.000 mah powerbank cin tırnağı nedir