Institutional Information: Ziraat Fakültesi, Bahçe Bitkileri Bölümü, Bahçe Bitkileri Anabilim Dalı
Research Areas: Agricultural Sciences, Agriculture, Garden Plants, Fruit Breeding and Breeding, Berries
1966 yılında Van ili Erciş ilçesinde doğdu. İlk, orta ve lise öğrenimini Erciş’te tamamladı. Yüksek öğrenimini 1991 yılında Atatürk Üniversitesi Ziraat Fakültesi Bahçe Bitkileri Bölümü’nde tamamladı. 1992 yılı Ağustos döneminde 23. jandarma sınır tugay komutanlığında yedek subay olarak vatani görevini tamamladı. 1994 yılında Yüzüncü Yıl Üniversitesi Özalp Meslek Yüksekokulu Bahçe Ziraatı Programı’na Öğretim görevlisi olarak atandı. 1996 yılında Yüzüncü Yıl Üniversitesi Fen Bilimleri Enstitüsü Bahçe Bitkileri Anabilim Dalı’nda yüksek lisans öğrenimini tamamladı. 1996 yılında Yüzüncü Yıl Üniversitesi Fen Bilimleri Enstitüsü Bahçe Bitkileri Anabilim Dalı’nda doktora eğitimine başladı. 2007 yılında doktorasını tamamladı. 2008 yılında Yrd. Doç. Dr. 2013 yılında Doçent ünvanını aldı. Halen Yüzüncü Yıl Üniversitesi Ziraat Fakültesi Bahçe Bitkileri Bölümünde Doçent olarak görev yapmaktadır. Evli ve 1 çocuk babasıdır.
T.C İSTANBUL AYDIN ÜNİVERSİTESİ GÜZEL SANATLAR FAKÜLTESİ DRAMA VE OYUNCULUK BÖLÜMÜ ALBERT CAMUS’UN DOĞRULAR OYUNU İLE ILAN HATSOR’UN MASKELİLER OYUNLARI ARASINDAKİ VAROLUŞÇULUK FELSEFESİ BAĞLAMINDAKİ BENZERLİKLER HAZIRLAYAN Ferit ÇELİK TEZ DANIŞMANI Yrd. Doç.Dr. M.Melih KORUKCU İSTANBUL 2015 1 İÇİNDEKİLER ÖNSÖZ GİRİŞ 1.BÖLÜM 1. İlan Hatsor ve Maskeliler Oyunu.........................14 2.BÖLÜM 2. Albert Camus ve Doğrular oyunu........................20 SONUÇ............................................................ ................29 KAYNAKÇA 2 ÖNSÖZ ‘İlan HATSOR’un Maskeliler oyunu ile, Albert CAMUS’un, Doğrular adlı oyunu arasında Varoluşçuluk felsefesi bağlamında benzerlikler var mıdır? ‘ Problem sorusundan yola çıktığım tezimde. Öncelikle Varoluşçuluk felsefeninin önemli filozoflarının felsefelerini araştırarak yola çıktırm ve bu yolda Jean Paul Sartre ve Albert Camus’un Varoluş felsefesini inceledim. Sonrasında tezimde incelemek istediğim eserlerin yazarlarının hayatlarını ve oyunlarını inceledim, dramaturjik çözümlemesini yaptım ve karakterleri Varoluşçuluk felsefesine göre inceledim. Daha sonrasında bu incelediğim karakterleri ve yazarların ideolojilerini karşılaştırıp, bu iki oyun arasında farklı dönemlerde yazılmış olmalarına rağmen Jean Paul Sartre ve Albert Camus’un Varoluşçuluk felsefesi kökeninde benzerlikler olduğuna ulaştım. Bu uzun ve yoğun süreçte tez danışmanım Yrd. Doç. Dr. M. Melih KORUKÇU’ya başta olmak üzere ve Yrd. Doç. Dr. Selen Korad BİRKİYE’ye teşekkürlerimi sunarım. 3 GİRİŞ Varoluşçuluk, 20 yüzyılın en önemli ve etkili akımlarından biridir. Özellikle 50’li ve 40’lı yıllarda gelişme göstermiş bir felsefe akımıdır. Varoluşçuluk herhangi bir okul yada sistemi göstermez. Filozoflar varoluşçu diye adlandırılır, hatta bazı filozoflar kendilerinin ‘Varoluşçu’ olduğunu dahi kabul etmez. Albert Camus bunlardan bir tanesidir. Kendisini Varoluşçu olarak değil de Absurdist olarak tanımlar, fakat idea bakımından Camus bir varoluşçudur. Genel bir çerçevede bu felsefe akımına bakacak olursak bir çok filozofun ortak fikri, İnsan özgürlüğüne dönük bir ilgi olduğu söylenebilir. İnsanın dünya ile olan ilişkisinin nasıl olması gerektiği, seçme özgürlüğünün ne olduğu, nasıl bir anlam taşıdığı ve nasıl tanımlanması gerektiği konusu birçok filozofun ortak konusunu oluşturur. Varoluşçular en çok özgürlük problemi üzerinde durmuşlar ve herşey bir yana insana özgür olduklarını göstermeyi, önceden beridir doğru olarak kabul edilmiş bir duruma yeniden özgürce yaklaşıp değerlendirmeyi, nasıl yaşamak istediklerini kendileri özgürce seçmeleri gerektiğini öğretmeyi amaçlamışlardır. Onlar insanın özgürlüğü ile ilgili olguların, özümsenmesi gerektiğini hatta özümsemek bir yana bu hayat görüşünün insanın bütün hayat görüşünü değiştirecek bir biçimde özümsenmesi gerektiğini savundular. Tıpkı, din olgusunu özümsemeyi seçen bir insanın, bundan sonra hayat görüşünü hatta kimi zaman giyim kuşamını dahi bu olgulara göre şekillendirip değiştirmesi gibi. Yani Varoluşçuluk felsefesi bir felsefe akımından çok insanın hayatına tümüyle yön veren bir yaşam tarzıdır. 4 Bu felsefe akımı 20.yüzyılda Karl Jaspers, JeanPaul Sartre, Albert Camus gibi filozoflar tarafından temsil edilmiştir. Varoluşçuluğun kaynağına girecek olursak çok gerilere gitmeye gerek yoktur ancak 19. Yüzyıla kadar uzandığı söylenebilir. Bu felsefe akımının soyağacında iki ana gelenek bulunduğu söylenebilir. Bunlardan ilki 19. Yüzyılda Kierkegaard ve Nietzche tarafından temsilen edilen Etik gelenektir. Bu etik gelenek biri Kierkegaar tarafından temsil edilen Teolojik, diğeri ise Nietzche tarafından temsil edilen Seküler kol olmak üzere iki ana bölüme ayrılabilir. Bu felsefe akımının soyacağındaki ikinci ana öğe ise Husserlcı Fenomenolojidir. Bu iki öğrenin birleşimi Varoluşçu felsefenin özünü meydana getirmektedir. Özgürlük meselesini, insanın dünyadaki yerini ele alan Varoluşçu filozoflar bu durumu açıklama konusunda yöntem olarak Husserl’ın Fenomenolojisini kullanmışlardır. Karl Theodor Jaspers, 23 Şubat 1883 yılında Oldenburg Dükalığı, Alman İmparatorluğunda doğmuştur. Karl Jaspers, her ne kadar felsefeye erken yaşlardan ilgi göstermeye başlasa da hukukçu babasının etkisiyle üniversitede hukuk okumaya karar vermiştir. Fakat kısa sürede hukuktan sıkılarak, 1902'te tıp okumaya başlamıştır. 1909'da tıp okulundan mezun olmuş Heidelberg'deki bir psikiyatri hastanesinde çalışmaya başlamıştır. Döneminin tıbbi çevrelerinin zihinsel hastalıklara yaklaşımından tatmin olmayan Jaspers psikiyatrik yaklaşımı geliştirmeyi kendine görev edinmiş, 1913'teHeidelberg Üniversitesi'nde geçici olarak psikoloji öğretmeye başlamıştır. Daha sonra pozisyonu kalıcıya dönüşmüş, Jaspers hiçbir zaman klinik uygulamaya geri dönmemiştir. "Genel Psikopatoloji" adlı yapıtında psikopatoloji yöntemleri ile görüngübilimsel ve yorumbilgisel yaklaşımlar arasındaki bağları 5 incelemiş, bu yaklaşımları bazı psikopatoloji sorunlarına başarılı bir şekilde uygulamıştır. Karl Jaspers, varoluşçuluğun ilk büyük filozofudur , kendilerinden sonra felsefenin bir daha hiç eskisi gibi olmayacağını söylediği Kierkegaard ve Nietzsche’nin görüşlerinden da çokça yaralanmıştır. Jaspers’e göre klasik felsefenin veya metafiziğin Hegel’le birlikte çöküşünün ardından özellikle insan açısından işler daha da kötüye gitmiştir; çünkü bazı filozoflar , pozitivist bir tavırla felsefeyi bilime indirgemiş ve kendilerini bilimle ilgili bir takım iddialar ortaya koymakla sınırlanmış veya bilime dayalı bir hayat felsefesi geliştirmekle yetinmişlerdir. Diğerleri ise idealist bir tavırla dini dogmalara müracaat etmişlerdir. Jaspers açısından , sıkıntı her iki durumda da aynıdır. İnsan bilim veya dinin kısacası otoritenin baskısı altında ezilmekte , kendine her geçen gün biraz daha yabancılaşmakta ve kişiliksizleşmektedir. Ya da başka türlü söylendiğinde , Jaspers’e göre, modern dönemde her iki tavır da varoluşun gözardı edilmesiyle sonuçlanır. “ Her yerde aynı şey var: Süreklilik sona eriyor , hiçbir şeye güvenilmez oluyor; geçmişten intikal eden tarihi töz dünyayı kuşatan teknik yaşam biçimlendirilişinin içinde bitip tükenmektedir. Teknik çağ önceki hiçbir şeyin onlarla artık mevcudiyetini sürdüremeyeceğini şartları getirmektedir.”(Cevizci A. Felsefe tarihi s.1144) Ona göre, insanın durumu teknolojinin gelişme hızı kitle hareketlerinin ortaya çıkışı ve dinin bağlarının gevşemesiyle birlikte daha da kötüleşmiştir. O, işte bütün bu gelişmelerin de etkisiyle, felsefenin görevinin 20. Yüzyılda yeniden ele alınıp 6 değerlendirilmesi gerektiğini söyler. Bunu, başkaca şeyler yanında, en fazla bilimlerdeki hızlı gelişme gerekli hale getirmektedir. Jaspers’a göre insan, dünya üzerinde bir varlığa sahip olmak zorundadır. Jaspers ne kadar önelmi bir filozof olursa olsun, varoluşçuluk denince akla gelen filozof esas olarak Jean Paul Sartre’dır (19051980). Sartre , aslında sadece varoluşçuluk içinde önemli bir yer tutmakla kalmaz onun 20. Yüzyılın model filozofu olduğu pek çok kimse tarafından kabul edilir. Gerçekten de Sartre sadece felsefi bir sistem kurmakla , varoluşçuluk adı verilen akımın en önemli temsilcisi , hatta pek çoklarına göre kurucusu olmakla kalmayıp , romanlar , oyunlar yazmış , edebiyat eleştirisi yapmış ve eylem içinde olmuştur. Varoluşçuluğun yanında , zamanın hakim teorilerine bir şekilde meydan okuyan , örneğin Marksizmi yeni baştan şekillendirmeye çalışırken , Freud’un kişileri anlama tarzını gözden geçiren Sartre , felsefi olarak insan varlıklarının doğası ve gündelik hayatıyla ilgili her şeyi ele almıştır. O , öte yandan varoluşçu filozofların sistem karşıtı filozoflar olduğu düşüncesini yalanlayacak şekilde , bir felsefe sisteminin bütün ayrıntılarını ortaya koyan sıkı bir teorisyendir. Sartre’ın düşüncesi veya felsefesinin kaynağında fenomenolojinin çok ağırlıklı bir yer tutmasından dolayı, onun özellikle filozof kariyerinin İkinci Dünya Savaşı öncesindeki birinci döneminde, yöntem olarak fenomenolojik yöntemi benimsediği rahatlıkla ileri sürülebilir. Gerçekten de başta romanları , oyunları ve kısa öyküleri olmak üzere, eserlerinde sergilemiş olduğu psikolojik betimleme becerisi açıklıkla gözlemlenebilen Sartre’ın savaş sonrası dönemde , bu kez Hegel’in eserlerini okumanın ve Marksizmle olan flörtünün etkisiyle , diyalektik yöntemin belli bir formunu benimseme yoluna girdiği söylenebilir. 7 Sartre felsefesenin ana düşüncesini özgürlük kavramı oluşturur. İnsan özgür olmaya mahkumdur. Sartre ‘a göre varoluş özden önce gelir ve insanı dünyayı fırtatılmış bir nesne olarak tanımlar. İnsan hiçlikten gelir ve önce varolur, sonrasında da dünyada ki seçimleri ve eylemleri onun özünü belirler. Sartre’a göre insan ve özgürlüğü arasına kimse giremez. Ateist bir filozof olan Sartre kendi varoluş felsefesinde tanrı faktörünü ortadan kaldırmıştır. İnsan doğar ve doğumundan sonra hayatının devamı ile ilgili plan yapar, bu plan doğultusunda yaptığı seçimler ve sonuçları insanın özgürlüğünü belirler. Tanrı inancı olmadığı için kutsal kitaplarda geçen ‘Kader’ faktörü Sartre’ın felsefesinde işlemez ve ona göre insan kendi sonunu kendi hayatını, yaptığı seçimler ile belirler. Ona göre insan kendi özgürlüğünden sorumludur ve insanın bu sorumluluğu ile özgürlüğü arasına kimse giremez, bunuda ‘Varoluşçuluk bir hümanizmadır’ sözü ile dile getirir. Sarte’nın Varoluşçuluk felsefesinde insan, kendi özgürlüğüne sorumlu olduğu kadar dolaylı yoldan diğer insanlar ve özgürlüklerine de sorumludur, bu yüzden insan etik bir seçim yapmak zorunluluğundadır. Ona göre her insan kendi seçimlerinin sonuçlarından sorumludur. Albert Camus’de Sartre gibi insan sorunları iler ilgilenmiştir ve kendi varoluşçuluk felsefesini ortaya atmıştır. Albert camus absürdizm akımının öncülerinden biri olarak tanınır; fakat Camus kendini herhangi bir akımın filozofu olarak görmediğinden, kendini bir "varoluşçu" ya da "absürdist" olarak tanımlamaz. 1957'de Nobel Edebiyat Ödülü 'nü kazanarak, Rudyard Kipling 'den sonra bu ödülü kazanan en genç yazar olmuştur. Ödülü aldıktan 3 yıl sonra bir trafik kazasında hayatını kaybetmiştir. Camus’nün, yorumcuların birine Sisypho Söyleni’nin, diğerine ise Başkaldıran İnsan’ın damgasını vurduğu iki ayrı 8 döneme ayırdıkları düşüncesini belirleyen en temel unsurlar arasında her şeyden önce ateizim, insan ruhunun ölümlülüğü ve dünyanın insanın özlemleri karşısındaki kayıtsızlığı temaları bulunur. O , insanın daima dünyanın değerleri , kişisel idealleri ve doğru ve yanlışa dair yargıları için bir temel sağlamını talep ettiğini söyler. İşte Camus dünyanın insana ve özlemlerine karşı kayıtsız oluşunu; mutlu olmak isteyen , mutluluk isteğini yüreğinin en derinlerinde hisseden insanı dünyanın akıldışı sessizliğiyle çarpışması durumunu “saçmalık” olarak değerlendirmiştir. ” Çabalarının işte bu noktasında insan , irrasyonel olanla yüz yüze gelir. O , kendi içinde mutluluk ve sebep için duyduğu derin arzuyu hisseder. Saçma , işte insanın ihtiyacıyla dünyanın anlaşılmaz sessizliğinin bu karşı karşıya gelişinden doğar.” (Blackham H.J, altı varoluşçu düşünür s.1170) Camus, insanın içine düştüğü umutsuzluk ve mutsuzluk gibi durumları absürd olarak tanımlar. Camus’ye göre saçmadan kurtulmanın iki yolu vardır. Bunlar umut etmek ve intihar yollarıdır. Fakat Camus bu yolların her ikisinin de işe yaramayacağını savunur. Ona göre önce insan bu içine düştüğü absürd durumları kabullenmelidir. Çünkü insanların içine düştükleri absürd durumları herhangi bir sonu ve zamanı yoktur. Bu yüzden Camus, absürd durumlara karşı bir başkaldırı ahlakı yaratmayı önerir. Ona göre absürdün yarattıgı yabancılasma, yalnızlık, umutsuzluk savaslar, cinayetler, toplu öldürmelerin ortadan kaldırılması, bütün bunlara karsı baslatılacak bir baskaldırı eylemi ile mümkün olacaktır. Bu yüzden baskaldırı, adaletsizlige, kötülüge, insan onurunu hiçe sayan her türlü davranışa ve eyleme karsı yapılmaktadır. Adaletsizlige karsı yasamın degerini savunan bir gerekçeyle baskaldırıyı öneren Camus, deger yaratan bir 9 eylemin ancak böyle bir baskaldırmaya dayanıyorsa özgür bir eylem olacagını söyler. Yani Camus’ye göre, bir eylem ancak adalet ve kardeslik için yapılıyorsa; yalnızca bir tek insanın degil, herkesin iyiligini ve özgürlügünü gözetiyorsa, özgürlügü simgeler. Çünkü adaletsizlik ya da kötülük karsısında insan yalnız degildir. Söz konusu adaletsizlik ya da kötülük herkesin yasamına karsıdır. Bu nedenle, Camus herkesten kendisi ile birlikte insanın kalıcı kurtulusunu, sonsuz mutlulugunu, mutlak degerini yaratacak bir ahlâkı gerçeklestirmeyi beklemektedir. Camus’ye göre , geçmiş çağlarda benimsenmiş olan ahlaki tavırlar , insanın mutluluk özlemi ve başlıca etik idealler , insani değerlerle gerçekliğin doğası arasında belli bir uygunluk ya da ahenk bulunduğu inancına bağlıydı. Buna göre , ahlaki ayrımları geçerli kılan dış destekler geçmişte din tarafından sağlanmaktaydı. Modern dönemde dini inancın çöküşünün ardından doğan boşluk , Camus’nün “laik dindar” adını verdiği ilerlemeci tarih felsefeleri tarafından doldurulmuştur. “ Saçma her şey gibi ölümle birlikte biter. Artık bu dünyanın dışında saçma varolmayacaktır. Temel ölçütümün şu olduğuna karar veriyorum: Saçma kavramı asli bir kavramdır ve benim gerçeklerimden birincisini oluşturur.” Saçmayı insana duyumsatan ikinci temel unsur ise Camus’ye göre zamanın geçmekte olduğunun deneyimlenmesi, zamanın tinsel anlamda öldürücü bir süreç olarak hissedilmesidir. İnsan zamanın yavaş yavaş akışıyla birlikte, geleceği değiştiremeyeceğinin , kendisinin zamanın malı veya esiri olduğunun bilincine varır: “ Aynı biçimde ve donuk bir yaşamın bütün günlerinde zaman alıp götürür bizi. Ama ister 10 istemez , bir gün gelir , bu kez de bizim zamanı taşımamız gerekir. Geleceğe dayanarak yaşarız; ‘yarın’ , ‘ileride’ , ‘iyi bir işim olunca’ , ‘yaşlandıkça anlarsın’. Bu tutarsızlıklara hayran kalmamak elde değil; çünkü ne de olsa ölmek var işin içinde. Yine bir gün gelir , insan otuz yaşında olduğunu görür ya da söyler. Gençliğini belirtir böylece. Ama aynı anda , zamana göre yerini de belirtir. Zaman içinde yerini alır. Geçmesi gerektiğini söylediği bir eğrinin belirli bir anındadır. Zamanın malıdır , içinin ürpertiyle dolması üzerine , en kötü düşmanı olarak görür onu. Yarını istiyordu hep ,bütün benliğinin bundan kaçınması gerekirken yarının gelmesini diliyordu. Etin bu başkaldırışı ,uyumsuz (saçma) budur işte.” (Cevizci A., Felsefe tarihi s.1171) Saçmaya yol açan, insanlara saçmalığı duyumsatan başka bir unsur da insanlardan büyük bir çoğunluğunun farklı ölçülerde duyduğu , yabancı bir dünyada bir başına bırakılmışlık hissidir. Camus’ye göre, dünyanın yoğunluğunu ve yabancılığını derinden derine hisseden insan, bir yanan da dünyanın kendisine düşman olduğunu düşünmeye başlar , onun kendisinin ölümlü oluşuyla alay ettiğini anlar. İnsan sadece nesnelere ve dünyaya değil fakat kendisine ve başka insanlara da yabancıdır “Dünyanın ‘yoğun’ olduğunu fark etmek , bir taşın ne derece yabancı , bizce kavranılmaz olduğunu , doğanın bir görünümünün bizi ne büyük bir güçle yok sayabileceğine sezinlemek. Her güzelliğin dibinde insana aykırı bir şey yatar ve bu tepeler , gökyüzünün bu tatlılığı , bu ağaç dizileri kendilerine yüklediğimiz düşsel anlamı hemen o dakikada 11 yitiriverirler , yitirilmemiş bir cennet kadar uzaktırlar bundan böyle. Bin yıllar ötesinden dünyanın temel düşmanlığı yükselir bize doğru. (…) Bir kadının alışılmış yüzü altında , aylarca ya da yıllarca önce sevilmiş kadını bir yabancı gibi bulduğumuz gibi , bizi birdenbire böylesine yalnız edivereni bile arzulayabiliriz belki. Ama zamanı gelmemiştir daha , bir tek şey;bu dünyanın bu yoğunluğu ve yabancılığı , uyumsuz (saçma)budur işte.” Camus’ye göre , saçam duygusunun esas kaynağı ölüm ve ölümle ilgili düşüncelerimizdir. Kendisinden başka bir alınyazısının olmadığı , biricik gerçek ve kaderin insanı götüreceği son durak olan ölüm , sadece hayatın yararsızlığını ve beyhudeliğini gözler önüne serer. Yabancı’da o ölümle ilgili olarak şöyle der:”Fakat herkes bilir ki hayat yaşanmak zahmetine değmeyen bir şeydir. Aslında otuz ya da yetmiş yaşında ölmenin önemli olmadığını bilmez değildim; çünkü her iki hal de gayet tabii olarak başka erkeklerle başka kadınlar yine yaşayacaklar ve bu , binlerce yıl devam edecektir. İnsan madem ki ölecektir , bunun nasıl ve nerde olduğununbir önemi yoktur İnsan, Camus’ye göre, insani durumun dan, yazgısından kaçmak, saçmadan bir şekilde sıyrılmaya çalışmak yerine, kaderine dürüstçe boyun eğmeli; insani durumuna bir yandan başkaldırırken, bir yandan da onu tüm sonuçlarıyla birlikte, yüce gönüllülük içinde kabul etmelidir. Bunu yapan insan hiç kuşku yok ki saçma bir insandır ama o aynı zamanda bir kahramandır da; onun hayatı da değerin olmadığı bir dünyada, ahlaklı ve erdemli bir hayattır. Zira Camus, saçma bilincinin, hayatın saçmalığının mutlak bir saydamlık içinde farkına varmanın, insanı üç temel erdeme götürdüğünü söyler: Başkaldırı, özgürlük ve tutku. 12 Varoluşçuluk felsefesini ortaya atan bir diğer filozof da Kierkegaard’dır. Kierkegaard’a göre Varoluşçuluk, saf düşüncenin absürdlüğüne karşı bir protesto olarak başlamıştır düşüncenin değil, varoluşun hareketlerinin, mantığı olan bir mantık. Tüm zamanların ve tüm varoluşların seyircisine saf düşüncenin koşullarından, kendi koşullandırılmış düşünüşünün sorunları ve olasılıklarına dek nasıl yaşanılacağını, ve bildiği hayatı yaşamayı öğrenmek isteyen varolan bir birey olarak seslenir. Kierkegaard, aşırılıklarını kontrol eden ve ayağı yere basan diyalektik bir ustalıkla Sokratesin Hegel ile nasıl alay edeceğini hayal eder. Hegel’in Avrupa da böylesine abartıldığı ve yüceltildiği bir dönemde Hegel kaşsısında ki gücü kendi yaşama arzusunun şiddetli sancısından kaynaklanmaktadır. Öğrencilik günlerinde Hritstiyanlığı reddeden Kierkegaard, kendine Hegel’in Fenomolojisine adamıştır. Kierkegaard, Hristiyanlığı reddederek inanç ve akıl arasında ki tutarsızlığı algılamış Spekülatif felsefeyi reddederek bu algılayışı korumuş ve kendi konumunu, bunun üzerine inşa etmiştir. İnanç ve akıl yani Hristiyanlık ve Kültür arasındaki kalıcı yarığın zorla farkedilmesi sayesinde Hristiyanlığın anlamını yenilemeyi hayatının gayesi haline getirmiştir. Kierkegaard’ın argümanı Hristiyan inancının nesnesini ve onu kavrama şeklini ele alır. Yani, doğmuş ve tarihin içinde yaşayan bir insan tanrının kendisi olduğunu söyler ve hayatını o ve onun dünyası üzerine kuracak olan insanlar ile bir çelişkiye girerek utanç içinde ölür. Bugünkü inanç 12 havariye inanma inancı olmadığı sürece, en saçma iddialarda bulunan bir adama inananlarınkinden daha farklı bir inanç değildir. Tanrı’nın İsa’da vücut bulması gerçeğine inanmaya istekliyse bu yalnızca bir aldatmacadır Çünkü alışıldık 13 olanın içindeki kavranılamaz olanı farkedebileceğini iddia eder. Hiçbir mevcut eğitim aklı böylesi bir başarıya ulaştıramaz eğer bir insan tanrı olduğunu idda ediyor ise o zaman aklın yapabileceği tek şey bu iddiayı dikkate almak ve bununla ilgili tüm durumlara özel bir ilgi göstermektir. İnanç kararı, etik bir dünyayı terketme her türlü bağlılıktan özelliklede en önemlisinden kopma kararını gerektirir. Yalnızca inançlılık kararı bile dışsallaştırılabilir, Örneğin Manastıra kapanmakgibi. ‘’Kierkegaard’ın öznelliği, onun yalnızca tek bir şeyle üstün bir ahlaki seçimle ilgilendiği göz önünde bulunduralacak olursa yanlış anlaşılmaya mahkûmdur. Kişinin üstün bir şekilde seçmesi gereken şey, kişinin üstün bir şekilde seçim yapmasının içinde bulunduğu şeydir ve bundan başka birşeyde olamaz. –Tanrının İsa’da vücut bulması durumunda, bunu entelektüel absürtlüğüyle. Kierkegaard’ın katıldığı ve umutsuzluğunu konumunun tehlikesini sergileyecek bir biçimde karşısına çıkar. Milyonlarca kişi bir inanç kararlılığıyla nesnel belirsizliğin üstesinde gelerek, aynı konumda kalır. Bu türden bir ortak öznelliğe, Kierkegaard inancın yok oluşu olarak değerlendiriyordu. Kişinin hayatına üstün bir seçeneğin nesnesine bağlamk ve bir elle onun yakasına yapışırken bir diğeri ile nesnel belirsizlğine tutunmak, ve ikisi arasında asılı kalmak: işte, inancın anlamı buydu. Bu ikisi arasında asılı kalmak yakınlaştırmak gibi görünür, ama bu aslında kişinin avucunun gevşemesi ile ortaya çıkan bir illüzyondur. Daha sıkı bir tutuşla onları kavramak onları birbirinden kopartır ve kişiyi 14 bırakıp özgür kılmak için parçalanmanın şiddetli sancısı ve keskin tutkusunu başlatır: İnancın öznel hissiyatıdır bu. Dini dahil etmek zorunda olduğu – Nesnel olarak kendi için mevcut olan bir dünya olarak aldılar.’’ (Blackham H.J, Altı varoluşçu düşünür s.26) İfade ettiği şey şudur: kişi, önce kendine ait bir hayata sahip olmadan birinini hayatı için tarihe başvurursa, yolunu tutacağı hiçbir şeye, sahici ile sahteyi ayırt edecek hiçbir araca sahip değildir ; bu, yaşamın sorumluluğundan kaçınmak ve aciz bir taklide başvurmaktır, Bu kendini, insanlık ve toplum ile özdeşleştirmek için kişinin bir topluluğa ait olmasıdır: Bu bir hayalete dönüşmektir. Eğer kişi önce kendine ait bir hayata sahip olsaydı, dünya tarihine karşı büyük bir ilgi duymazdı. Nietzche ve Kierkegaard aslında kutuplar kadar birbirinden uzak, ve ikizler kadar da birbirlerine yakındırlar. Nietzche büyük seçimini Kierkegaard’ın reddettiği ve terkettiği fani dünya üzerine kurar. Her ikisi içinde Dramları, önüne geçilemez bir felakete dönüşmüştür. Kierkegaard kendisine kiliseye yaptığı bağışlanamaz o son saldırının geri alınamaz ya yada sında Nietzche is, Dyonysosçu Nihilizmine, çılgınlığına ve sonuç olarak deliliğe kurban etmiştir. Her ikiside imkansız, sakatlanmış, acıklıdır. Her ikiside hayranlık ve saygı uyandırır. İki düşünürde çağın kültürüne karşı çıkarak Yunanlılara dönmüşlerdir. Her ikiside varoluşçudur. Çünkü varoluşçuluk ekol sistemi ile değil, düşüncenin ışığında, yaşam kavgası veren bireye, felsefenin hatırlatılması ile ilgilenir. Nietzche’nin düşücesinin kökleri, Protestanlıkla, ergenlik çağında ustası olarak seçmiş olduğu, Schopenhauer’ın felsefesinde ve kendi iradesiyle ve mesleği gereği ilgilendiği yunan 15 çalışalarında yatmaktadır. Ağaç neden yarılmış, harak ve eğri olursa olsun, bu topraklardan beslenmekte ve burada kök salmaktadır. Tanrı Öldü! Şeklindeki beyanı, ki bu Schophenhauer’ın etik yargısının tersdüz edilmiş biçimidir. Bir öznenin kendisini başarı ile yaratabildiği ve bu yollada nesneyi yarattığı an, bilgiye en yakın olduğu andır. Ama bu zeka ve taklittir, ‘gerçeklik’ değil. Gerçeklik erişilemezdir ve ilkesel olarak da faydasızdır. Tüm bilginin koşulu olarak, bağlılık ve sadakat ile pekiştirilen ve seçimleri ve tasarıları ile kendi kendine yaratanın anımsatılması, varoluşçuluğun temel konumudur. Nietzche, değerler sorununu ilk defa ele alınıyormuş gibi ayırt eder ve bu nedenle insanlığı kaderinde bir bunalım olarak görür. Tüm tarihin en önemli bunalımı olarak. Şimdiye dek, değerler tarihsel olarak belirlenmiştir, artık insan düşünmeye başlamıştır ve sorumluluk ve özgürlüğün yükü tam olarak sırtlamak zorundadır. ‘’Var olan, yada var olmuş olan herşeyin özgürlük, zerafet, cesaret, dans ve ustalıklı kesinlik doğası, ister düşüncede, ister yönetimde, ister konuşmada ya da iknada, davranışlarda olduğu kadar sanatta da, yalnızca böylesi keyfi bir kanunun tiranlığının araçları ile gelişmiştir. Ve büyük bir ciddiyet ile bunun ‘doğa ve doğal’ olması muhtemeldir. ‘’birine itaat etmelisin ve uzunca bir süre; yoksa acı çekeceksin ve kendine olan saygını yitireceksin’ – bana öyle geliyor ki, doğanın ahlaki emri budur uluslara, ırklara, çağlara ve farklı sınıflara; ne var ki herşeyden önce, yabanıl insana ve insanlığa emri.’’ 16 20. yüzyılda birçok filozof insanların varlık nedenleri, varoluş sürecinde yaşadıkları özgürlük problemleri bu problere verdikleri cevapları incelemiş bu durumları eserlerinde insanlara sunmuşlardır. Varoluşçuluk felsefesi 20. yüzyıl sanayi devrimi sonrası, felsefe tarihinde kendine önemli bir yer bulmuştur. Filozoflar eserlerinde bunalım, özgürlük, başkaldırı gibi temalara yer vermiştir. Özellikle 2 dünya savaşı arası bu eserler, savaş ve sonrasında gelen ekonomik buhranın bunalımının etkisiyle okuyucunun dikkatini çekmiştir. 2. Dünya savaşı sonrası, varoluşçu diye nitelendirilen filozofların ölmesi ve savaşın uzaklaşmış olması bu alanda eserlerin üretilmemesine, insanların ilgi odağının bu temalardan uzak eserlere çekilmesine neden olmuştur. Çünkü savaş kötüdür. 1. İlan Hatsor ve Maskeliler Oyunu İşte tam bu zamanda milenyum yaklaşırken İsrailli bir yazar olan Ilan Hatsor, İsrail Filistin savaşına ve bu savaşın Filistinli aileler üzerinde ki yıkımına duyarsız kalmamış, Üniversite 1. Sınıfta henüz 26 yaşındayken yazdığı‘‘Maskeliler’’ adlı oyunda üç Filistinli kardeşin hikayesini anlatmıştır. Savaşın kardeşlik bağlarını koparan, insanları nefretle ve şiddet kullanarak birbirlerinden uzaklaştıran evrensel yapasını trajik bir hikaye ile sahneye taşımıştır. İlan hatsor, 1964 yılında İsrail’de doğdu ve Hayfa kentinde büyüdü. Askerlik görevinden sonra Tel Aviv Üniversitesinde reji ve sahne edebiyatı öğrenimi gördü. Yazar ilk eseri olan Maskeliler’i 1990 yılında üniversitenin birinci sınıfındayken yazdı. 17 Oyun, 1990 yılının sonbaharın da Batı Şeria bölgesinde olan Samarya adlı küçük bir köyde geçmektedir. 3 Kardeşin ortancası olan Naim, İntifada hareketinin başlaması üzerine ailesinin tüm engelleme girişimlerine rağmen genç yaşta evden ayrılıp Yaser Arafat yönetiminde ki ‘’Filistin Kurtuluş Örgütü‘ne’’ (FKÖ) katılmış ve yükselmiştir. Küçük kardeşi Halit’in de(17) yaşının eli silah tutacak yaşa gelmesinin üzerine onu da FKÖ eylemlerine yardım etmeye teşvik etmiş örgüte bağlamıştır. Yalnız büyük ağabey Davud(35), diğer iki kardeş ile aynı fikirde değildir. O Tel Aviv’de bir İsrail restorantın da bulaşıkçılık yapmakta ve İsrail Gizli Servisi için çalışmaktadır. Oyun, Davud’un bu eylemlerini öğrenen FKÖ’nün onun katlini istemesi üzerine, Naim’in gerçekleri öğrenmek için köye geri dönmesi ile başlar. Naim ağabeyinin casus olduğuna inanmak istememektedir ve köyün kasabının deposunda küçük kardeşi Halit ile buluşur ve bütün olan biteni, Davud’un yıllardır İsrail Gizli Servisi için çalıştığını, kendilerini birçok defa ele verdiğini, ölen bazı arkadaşlarının onun yüzünden öldüğünü ve tüm bunların karşılığında onlardan para aldığını anlatır. Halit, duydukları karşısında şok olmuştur, bu olanlara inanmak istemez, bu durumu yalanlar ve ağabeyini buna inandırmaya çalışır. Naim durumu çözmek için, Halit’den ağabeylerini çağırmasını ister ama Halit buna yanaşmaz çünkü tüm bunların doğru olacağından korkar ama en sonunda Naim’in ısrarlarına dayanamaz ve ağabeyini kendi işine yardım etmesi bahanesiyle apar topar depoya getirir. Bu arada Naim köydeki casuslardan bir diğeri olan İhsan’ın infazını gerçekleştirir. Herşeyden habersiz depoya gelen Davud, küçük kardeşine yardım eder, bir süre sonra Naim’in gelmesiyle ortamın havası bir anda değişir. Davud, yıllardır onu görmemiştir bile, kendisiyle özlem giderir ve onu evine davet eder. Halit tedirgindir, Naim ise gerçekleri öğrenmeye kararlı. Davud’a laf arasında bazı sorular sorar bunun üzerine Davud şüphelenir ve kaçamak cevaplar verir bir süre sonra aslında sorguda olduğunu anlar. Naim bunun 18 üzerine sorularını doğrudan sorar ve ona kendisi hakkında duyduğu herşeyi anlatır. Davud bunları yalanlar, ve kurduğu yalanlar ile Naim’i inandırmaya çalışır. Bunu üzerine ortam gerilir ve üç kardeş tartışmaya başlarlar. Davud, her seferinde konuyu değiştirmeye ve başka yönlere çekmeye çalışır. Ama Naim ısrarlıdır. Bir süre sonra FKÖ de öğrendiği psikolojik sorgu taktiklerini Davud üzerinde uygular ve tüm bunlara dayanamayan, köşeye sıkışan Davud kurtulmak için silahını çeker ve Naim’i bağlar. Davud, olayların bu durumlara gelmesi üzerine herşeyi itiraf eder, ve bütün bu yaptıklarını ailesin korumak için yaptığını söyler. İsrail Gizli Servisi ile casusluk karşılığında para, kardeşleri ve ailesine zarar verilmeyeceği ve her zaman korunacağına dair bir anlaşma yapmıştır. Aldığı para ile ailesi için büyük bir ev yaptırmıştır. Naim ve Halit’e bu durum inandırıcı gelmez ve ikisi de Davud’un bütün bunları para için yaptığı konusunda hemfikirdir. Davud, kardeşlerine henüz FKÖ infaz için gelmemişken kaçmayı ve başka bir yerde yeni bir hayat kurmayı teklif eder ve bu konuda ısrar eder. Ama kardeşleri Naim ve Halit buna yanaşmazlar. Davud’dan utandıklarını dile getirirler. Davud en sonunda Naim’i çözer ve tam o sıra da FKÖ militanları kapıyı yumruklamaya başlar, Davud’un infazı için gelmişlerdir. Küçük kardeş Halit ağabeyinin işkence edilerek işkence edilmesine razı olmaz ve depoda bulunan bir bıçakla ağabeyi Davud’u öldürür. “Başkaldıran insan yaşamı değil, yaşamın nedenlerini ister. Ölümün getirdiği sonucu yadsır. Hiçbir şey sürekli değilse, hiçbir şey doğrulanamamışsa, ölen anlamdan yoksundur. Ölüme karşı savaşmak, yaşamın anlamını istemek, kural ve birlik için çarpışmak anlamına gelir” 19 Bu oyunda Albert Camus’un özgürlük ideolojisini en iyi biçimde yansıtan iki karakter çıkar karşımıza bunlar 3 kardeşin ortancası olan Naim, en küçükleri olan Halit’dir. Yukarıda Albert Camus’un de dediği, ölüm asla ulaşılması gereken bir yer değildir. Buradan yola çıkacak olursak, Davud karakterinin yaşama karşı bir başkaldırıda bulunduğunu açıkça görebiliriz. Küçük kardeşleri Naim ve Halit, vatanseverlik düşüncesinin gölgesi altında dolaylı yoldan ölümü seçmişlerdir. Ölümle burun buruna yaşamayı seçmişlerdir. Davud, kardeşlerinin ideolojisine karşı çıkıp onların düşmanları olan İsrail Gizli Servisi ile çalışmaya başlamış, ve bunu yaşamak için yapmıştır. Çünkü İsrail Gizli Servisi işbirliği karşılığında kendisi ve ailesini koruma sözü vermiştir. Davud, yaşamak için dünyada kendine bir yer edinmek zorundadır, varolmak, yaşamaya devam etmek zorundadır çünkü bu insani bir dürtüdür ve o da casusluk yapmayı seçmiştir. ‘’İnsan hayatı büyük savaşlar için çok kısadır İsrailliler’i sevmek zorunda değilsin. Fakat biz hayatımız sürdürmek zorundayız’’ (maskeliler,44) Sözlerinde Davud’un kabullenişçi tarafını görmekteyiz. Kardeşinin yukarıdaki sözlerine karşılık olarak ‘neden?’ sorusunu sorması üzerine ‘Yaşamak için...’ cevabını vermiş ve durumu açıkça belirtmiştir. Diğer karakterler özgürlüğünü sisteme başkaldırarak ararken Davud bunu farklı bir yolla kabullenerek yapmıştır ve bu onu diğerlerinden farklı bir hayata farklı bir sona taşımıştır. Davud, Sartre’ın varoluşçuluk felsefesindeki özgürlük ideolojisine tamı tamına uyan bir karakterdir. Diğerleri gibi adaletsizliğe karşı bir eylemde bulunmamış, kendi hayatının sorumlulukları ile ilgilenmiştir. Bu yoldaki en büyük seçimi kabullenmek olmuştur. Sartre felsefesine göre insan dünyaya fırlatılmış bir nesnedir. Bu üç kardeşi dünyaya fırlatılmış nesneler olarak kabul edecek olursak, Naim ve Halit döneminde süregelen 20 bir adaletsizliğe karşı başkaldırıda bulunmuşken, Davud bu başkaldırıyı kendi hayatına karşı yapmış ve kendi özgürlüğünden kendisi sorumlu olmuştur ve sonrasında kendi sonunu kendi çizmiştir. Davud’un yaptığı kabullenişçi seçimler onu küçük kardeşi tarafından öldürülmesi durumuna kadar sürüklemiştir. Dönemin toplum yapısında, bu etik olarak karşılanmaz, hatta bu eylemi çevresinde ki insanlar tarafından eleştirilebilir, ahlak dışı olarak kabul edilebilir. Ama unutmamak gerekir ki hikayenin sonunda Davud en küçük kardeşi Halit tarafından öldürülür. Halit bu ailenin en küçüğüdür, karşısında örnek aldığı, FKÖ’nde yüksek rütbeli bir militan olan ağabeyi Naim vardır, o kendi ideolojisi doğrultusunda örgüte katılmış ve yükselmiştir. Dönemde, İsrail ile Filistin arasında geçen savaşta, O da ağabeyi Naim gibi bir yer edinmek istemekte, ölmek pahasına sisteme başkaldırıp örgüte katılmak istemektedir. Ki nitekim ağabeyinin de yardımıyla İntifada hareketine küçük yaşta o da katılır, küçük bir militan olarak. Yukarıda da belirttiğim gibi Naim ve Halit Albert Camus’nun absürde karşı başkaldırısına örnek olabilecek karakterlerdir. Camus’un felsefesinde İnsan, mutsuzluk, umutsuzluk ve adaletsizlik durumlarında bu durumlardan kurtulmak için yollar arar ve bu başkaldırı ile sonuçlanır, Camus’ye göre başkaldırı bir topluluk için olmalıdır. Bu oyunda da yaşça büyük olduğu için önce Naim, sonrasında küçük kardeş Halit İntifada ya katılarak bu başkaldırıya destek olur. Onların amacı önce toplumun özgürlüğünün kazanılmasını sağlamak sonrasında da dolaylı yoldan kendi özgürlüklerini ve mutluluklarını kazanmaktır. Albert Camus’un Doğrular adlı oyununda Halit karakterinin bir benzerini görebiliriz, Oyunda Kaliaev adlı bir terör örgütü üyesi içinde çocukların olduğu bir arabayı bombalar. Kaliaev de bunu kendi özgürlüğü ve bir özgürlük içinde kendisini 21 var edebilmek için yapmıştır, isteyerek mi yapmıştır? Hayır. Ama yapmak zorunda dır çünkü bu yolu o seçmiştir. Halit’de ağabeyini tabiki de öldürmek istememiştir bunu oyunun başında ki konuşmalarında rahatlıkla anlayabiliyoruz, hayatta kalma dürtüsü ve bir özgürlük içinde kendisine bir yer edinme dürtüsü onu böyle bir şey yapmaya zorlamıştır ve sonunda ağabeyini öldürmüştür. Savaş’ın getirdiği, başkaldırı durumu bu karakterler üzerinde açıkça görülmektedir. Karakterler başkaldırarak özgürlüklerine doğru yol almaya çalışırlar. Naim, genç yaşta evden ayrılarak FKÖ’ne katılır ve giderek yükselir. Naim genç yaşta sisteme başkaldırmış ve özgürlüğünün peşinden gitmiştir. Ama günün birinde ağabeyini infaz etmesi gerekeceği aklına bile gelmemiştir. Naim, ağabeyinin bir casus olduğunu bilerek geri dönmüştür, ve onu öldürmek zorundadır. Çünkü FKÖ bu durumu kanıtlamıştır. Naim, tabiki de ağabeyini öldürmeye çok hevesli değildir, ama yine de ağabeyinin kendisine, kaçıp yeni bir hayat kurma teklifini geri çevirmiştir. Çünkü bu ona göre ahlaklı bir yaşam değildir ve bunu: ‘Seninle birlikte kenefe bile gitmem bana böyle bir şey önermen ile hakarettir’’ Sözleriyle açıkça belirtir. O ulaşmak istediği özgürlük yolunda toplumun ve dönemin ahlak yapısına ters düşemez çünkü doğru olan bu değildir ve bu popüleritesine, sahip olduğunu isme zarar verir. Ve kendisinin ideasına göre bir hiç olarak ölür. ‘Bak bana, ben savaşıyorum. Bu çok zordur, korkunçtur. Savaşıyorum çünkü başaracağıma inanıyorum. Hiç bir şey gökten zembille inmiyor, Davud. Savaşmak zorundayız. Yoksa o senin boş laf dediğin şeylere layık olamayız. Ama çok laf eden sen kendinle anlaşma imzalamışsın köle olarak kalmaya kararlısın. Köle başka bir şey değil.’’ (maskeliler, 46) 22 Naim’in bu sözleri Davud la olan bir diyaloğunda söylemektedir. Buradan yola çıkarak Naim’in varolmak için ölümü göze aldığını ‘’savaşıyorum’’ sözünden rahatlıkla anlayabiliyoruz. Şu dünyada ancak özgürlük dürtüsü ve varolma çabası insanı ölüme meydan okumak zorunda bırakır. Naim karakterini Sartre’ın varoluşçuluk felsefesine göre inceleyecek olursak, Sartre insan kendi özgürlüğünden sorumludur demiştir. Naim’in genç yaşta yaptığı seçimler onu bu duruma kadar getirmiştir. Genç yaşta adaletsizliğe başkaldırıda bulunmuş ve örgüte katılma seçimini yapmıştır, sonrasında yukarıda belittiğim duruma düşmüş ve ağabeyinin infazına tanıklık etmiştir. Yukarıda 1990 lı yıllarda yazılmış bir oyunu kendisinden yarım asır önce felsefesini insanlara sunmuş olan bir filozof ve yazarın felsefesine göre inceledik. Peki bu yazar ideolojisini, kendi yazdığı yaşanmış bir olaya dayanan ve bir grup devrimci teröristi anlattığı ‘Doğrular’ adlı oyununda nasıl ortaya koymuştur? 2. Albert Camus ve Doğrular Oyunu 20. yüzyılın en önemli filozoflarından biri olarak kabul edilen Camus’un hayatına değinecek olursak. 7 Kasım 1913 yılında Cezayirde doğmuştur Varoluşçuluk ile ilgilenmiştir ve absürdizm akımının öncülerinden biri olarak tanınır; fakat Camus kendini herhangi bir akımın filozofu olarak görmediğinden, kendini bir "varoluşçu" ya da "absürdist" olarak tanımlamaz. 1957'de Nobel Edebiyat Ödülünü’nü kazanmıştır. Ödülü aldıktan 3 yıl sonra bir trafik kazasında hayatını kaybetmiştir. 20. yüzyılın en güçlü Cezayirli yazarlarından biri olan Albert Camus, 1913'te Cezayir’in Mondovi kasabasında doğdu. Yoksul bir aileden gelen Camus'nün babası bir Alsaslı, annesi ise İspanyol'du. I. Dünya Savaşı sırasında, 23 1914'te babasını kaybetti. Annesi evlerde hizmetçilik yaparak oğlunu okutmaya çalıştı. Ancak Camus, daha bağımsız bir hayat sürebilmek için evinden ayrıldı. 1923'te liseye, ardından da Cezayir Üniversitesi’nekabul edildi. 1934'te Fransız Komunist Partisi’ne katıldı. Ancak üç yıl sonra, partiden atıldı. 1935'te "İşçinin Tiyatrosu"nu (Théâtre du Travail) kurdu fakat bu tiyatro 1939'da kapandı. 1940'ta piyanist ve matematikçi Francine Faure ile evlendi ve 5 Eylül 1945'te Catherine ve Jean adlarında ikiz çocukları oldu. Aynı yıl ParisSoir dergisi için çalışmaya başladı. Daha henüz "Sahte Savaş" olarak adlandırılan II. Dünya Savaşı’nın ilk zamanlarında bir Pasifist olarak kaldı. Ancak bu tutumu Paris’in Alman ordusu tarafından işgali ve 1941'de, komünist gazeteci Gabriel Peri'nin gözleri önünde idam edilmesiyle değişti ve onun da başkaldırmasına neden oldu. ParisSoir ekibiyle Bordeaux’ya gitti ve aynı yıl ilk kitapları olan ‘Yabancı’ ve "Sisifos Söylencesi"ni tamamladı. Camus, Bordeaux'yu 1942'de terkedip Cezayir'in Oran şehrine gitti ve ardından Paris’e döndü. Camus, 4 Ocak 1960'ta, Sens yakınlarındaki küçük Villeblevin kasabasında "Le Grand Fossard" isimli bir yerde geçirdiği trafik kazası sonucu hayatını kaybetti. Albert Camus varoluşçulu felsefesini eserlerinde insanların mutsuzluk, umutsuzluk ve bundan dolayı düştükleri bunalım gibi durumları saçma olarak değerlendirmiş ve bu durumdan kurtulmanın yolunu başkaldırı olarak önermiştir. Camus, bireysel özgürlüğün ancak toplumsallaştığı zaman kazanılacağını savunur, bu yüzden ona göre bir bireyin özgür olabilmesi için öncelikle toplumun özgür olması gerekir. Camus bu düşüncesini 1949 yılında kaleme aldığı, 1905 yılında Rusya’da polis düküne suikast düzenleyen bir grup teröristin gerçek hikayesini anlattığı ‘Doğrular’ adlı oyunun da açıkca ortaya koymuştur. Bu oyun, yaşamı uyumsuz olarak görmenin ve bu uyumsuzluğa 24 başkaldırmanın anlatıldığı bir oyundur. Toplumsal özgürlük için başkaldırı oyunun ana temasını oluşturmaktadır. Bu oyunda suç ve ceza gibi durumların topluma ve bireye göre olan göreceliliğini açıkça ortaya koyar Camus. Oyun, grubun eski üyesi Stephan’ın 3 yıl aradan sonra isviçredeki sürgünden dönmesiyle başlar. 1 yıldır hazırlanan suikast için o da birşeyler yapmak istemektedir. Dora, grubun bombacısıdır bombaları o yapar ve Annenkov grubun önde gelenlerindendir. Gerçekleşecek suikast ve sonrası hakkında düşüncelerini hayallerini birbirlerine anlatırlar Stephan’ın dönüşünden sonra. Hepsi umutludur ve Kaliaev’i beklerler. Stephan, Kaliaev ile tanışmayı bekler. Dora ona heyecanla Kaliaev’i anlatır, onun eğlenceli, sanatçı keyifli kişiliğinden bahseder. Bu daha despot ve ideallerine sıkı sıkıya bağlı, özgürlük için öldürmekten bir an kaçınmayacak olan Stephan’ın hoşuna gitmez, çünkü ona göre bir devrimci bu özelliklere sahip olmamalıdır. Çünkü devrimci kendisini insanlığa adamalıdır ve ölüm onun için bir ödül olmalıdır. Bu konuşmaların üzerine grubun genç bir üyesi olan Vainov girer. O suikast için saha araştırması yapmıştır, ve yaptığı araştırmaları anlatır, suikast düzenleyecekleri Dük’ün geçeceği yolları bir bir incelemeiştir ve onlara çizimlerini yapar. Stephan bombayı kendisi atmak istediği söyler fakat Annenkov bunu kabul etmez, Stephan ısrarcıdır. Annenkov ona Kaliaev’in atacağını söyler ve Stephan, Kaliaevle atışmaya başlar. Annenkov araya girer durumu yatıştırır. Ardından Dora girer ve Kalievle konuşmaya başlarlar, devrim uğruna ölmenin onuru hakkında konuşurlar. Ardından Annenkov girer ve herşeyin hazır olduğunu söyler ve çıkarlar. Ertesi akşam, Annenkov ve Dora gergindir, Annenkov pencerenin önünden ayrılmamaktadır ve Kaliaev ve Voinov’un dönmesini beklemektedir. Dora ile birlikte pencereden izlerler ve birşeylerin ters gittiğini görürler, bir süre sonra voinov ardında da Kaliaev 25 girer. Sonrasında da öfkeyle Stephan girer. Kaliaev,bombayı Büyükdük’ün arabasına atamamıştır, hesaba katmadıkları birşey vardır, arabada Büyük düşes ve yeğenleri de vardır. Kaliaev bunu görünce görevi tamamlayamaz ve geri döner. Bunun üzerine Stephan öfkelenir ve tartışmaya başlarlar, ona göre ne olursa olsun bombayı atmalıdır, tartışmanın sonunda Annenkov, Dora ve Voinov’da, Kaliaev’e hak verir ve suikastı 2 gün sonrasına ertelelerler. Stephan bu durumdan hiç hoşnut olmaz. 2 gün sonra yeniden hazırlanırlar, bombayı Kaliaev ve Voinov atacaktır. Fakat Voinov geldiğinde titremektedir ve uyumamıştır, grup lideri Annenkov’u diğer oda götürür ve korktuğu için bu işi yapamayacağını, hatta örgütten ayrılmak istediğini söyler, Anenkov onu üstelemez ve kabul eder, Voinov hızla çıkar ve Anenkov diğerlerine bombayı kendisinin atacağını bildirir. Stephan sistemi Anenkov’a anlatırken, Kaliaev ve Dora’da birbirlerine olan aşklarını konuşurlar. Zaman gelince Annenkov ve Kaliaev vedalaşır diğerleriyle ve bombayı atmaya giderler. Stephan ve Dora’da pencereden onları izer, bomba sesi duyulur Kaliaev bombayı atmıştır ama Annenkov atamamıştır. Aradan 8 gün geçer Kaliaev hapishanede hücrededir, hücre de Foka adında bir mahkümla tanışmıştır, mahkumla konuşurken onun aynı zamanda bir cellat olduğunu öğrenir, Foka, astığı her mahkum için kendi cezasından bir yıl düşmektedir. Ardından Skurtov adında polis şefi gelir ve ona işbirliği önerir fakat Kaliaev bunu kabul etmez, ve ardından hücreye Büyük düşes girer ve muhabbetin sonunda kendisini bağışlayacağını dile getirir. Bir hafta sonra, örgüt evinde, Kaliaev’in arkadaşları, Voinov, Dora, Annenkov ve Stephan, Kaliaev’in durumu ile gelecek olan herhangi bir haberi beklemektedir. Akıbeti belli değildir ve onlar merakla onun ihanet edip etmeyeceğini beklerler. Stephan ve Vainov çıkar ve Annenkov ile Dora yalnız kalır, Kaliaev hakkında 26 konuşurlar, Doranın ona olan aşkından konuşurlar, bir süre sonra Stephan, Vainov ile birlikte girer ve Kaliaev’in idam haberini verir. Bunun üzerine Dora bir sonraki eylemi kendisinin yapmak istediğin dile getirir, Annenkov önce karşı çıkar ama diğer arkadaşlarının da desteği ile kabul edilmesiyle oyun biter. Bu toplumun özgürlüğü için başkaldırmış olan bir grup teröristin, trajik hikayesidir. Albert Camus’nun varoluşçu felsefesini açıkça görebilmekteyiz bu oyunda, Camus’nun felsefesinin temelini oluşturan saçma durumu ve sonrasında gelen başkaldırı, bu oyunda ki karakterlerin ortak paydasını oluşturmaktadır. Burda grupça bir başkaldırının yanı sıra bireysel başkaldırılar da vardır. Hepsinin buluştuğu ortak nokta, özgürlüğü kısıtlanmış ve adaletten yoksun önce Rus sonrasında da dünya halkının içine düştüğü bu bunalımdan kurtulması için herşeylerini feda edebilmeleri ve gerektiği takdirde öldürmek kaçınmamaları hatta bu konuda birbirleri ile yarışabilmeleridir. Karakterlerin hepsi adil ve özgür bir dünyayı düşlemektedir. Camus felsefesinde, bireyin özgür olabilmesi için toplumların da özgür olabilmesi gerekmektedir, ona göre içinde özgürlüğü kısıtlanmış bir tek insanın bile bulunduğu bir düzen özgür değildir, ve balkaldırılması gereken bir saçmayı oluşturur. Camus’ye göre, bir eylem ancak adalet ve kardeslik için yapılıyorsa; yalnızca bir tek insanın degil, herkesin iyiligini ve özgürlügünü gözetiyorsa, özgürlügü simgeler. Bu durum bu oyunda açıkça karşımıza çıkmaktadır. Albert Camus, hikayeyi 1905 yılında yaşanmış bir olaydan birebir almıştır ve kendi ideolojisini bu karakterler vasıtasıyla okuyucu ve izleyiciyle buluşturmuştur. Oyunda gözümüze çarpan ilk karakter Kaliaev’dir. Camus bu karakteri, eğlenceli bir yapıya sahip, ateşli, ölümü bir ödül olarak bir karakter olarak yaratmıştır. Kalieaev her fırsatta insana olan sevgisinden bahseder, ki nitekim, 27 örgütün bombacısı Doraya aşıktır. Fakat bombalı eylemi onun yapacak olmasıda olduça ironiktir. ‘KALİAEV: Ben yaşamı seviyorum. Sıkıldığım filan da yok. Devrime katıldım çünkü yaşamı seviyorum. Herkes elinden geldiğince bir şey yapar adalet uğruna. Kabul etmek gerek ki hepimiz tek bir kalıptan çıkmadık. Elimizden geliyorsa birbirimizi sevmemiz gerek.’ (doğrular,26) İşte tamda burada devreye J. Paul Sartre’ın varoluş ideoloji girer devreye. Kaliaev, her fırsatta bir katil olmadığını dile getirir, fakat bir insanın hayatını almak hangi gerekçeyle olursa olsun cinayetten başka birşey değildir. Belki de kendine katil damgasını vurmayı yakıştıramıyordur Kaliaev, ve devrimci söylemlerin arkasına sığınıyordur nereden bilebiliriz? Bildiğimiz tek şey kendisini katil olarak tanımlayamamasıdır. Daha öncede belirttiğim gibi, Sartre’a göre insan dünya ya fırlatılmış bir nesnedir ve geleceğini yaptığı seçimler şekillendirir. Kaliaev de toplum için devrimci bir örgüte çalışmayı seçmiştir, fakat en başında belkide kendisi bile bilmiyordur bir gün öldürmek zorunda olacağını… Camus bu oyunda Kaliaev ile bi insanın karakterinin, hayatının zamanla yaptığı seçimler ile nerelere kadar varabileceğini gözler önüne sermiştir. Bize içi yaşama ve insan sevgisiyle dolu bir karakter sunmuş ve sonrasında ise bu karaktere cinayet işletmiştir. Fakat gözden kaçırmamamız gereken bir durum vardır, bu Kaliaev bombayı ilk seferde atamamıştır, çünkü arabanın içinde çocuklar vardır ve o bunu yapmaya cesaret edememiştir. Çünkü o kendi ideolojisinde eğer masumları öldürürse bir katil olacaktır. Ve bu onursuz bir davranış olacaktır. Bunu şu sözlerinden anlayabiliriz: 28 ‘Kaliaev: Evet! Ama ben bugün benimle aynı toprağın üstünde yaşayanları seviyorum. Onlar uğruna savaşıyorum, onlar uğruna ölümü kabulleniyorum. O hiçbirşey bilmediğim,uzaklardaki ülke için kardeşlerimin yüzünü paramparça edemem. Yaşayan adaletsizliğe, ölü bir adalet için eklemede bulunmayacağım. Kardeşler, apaçık konuşmak istiyorum sizlere, ve en basit köylülerimizden biri gibi söyleyeceğim, çocukları öldürmek onura aykırıdır. Ve günün birinde, ben yaşarken, devrim, onura sırtını dönecek olursa bende devrimden dönerim. Eğer karar verirseniz birazdan tiyatronun çıkışına giderim,ama kendimide atların ayaklarına atarım. ‘ (doğrular,45) Kaliaev, seçimi yapar ve 2 gün sonrasında bombayı Büyük dük Serj’in arabasına atar ve dük paramparça olur ve sonrasında o da yakalanıp idama mahküm edilir. Bu ölüm onun için onurlu bir ölümdür, Camus felsefesinde absürden kaçmak için intihar doğru bir yöntem değildir, bu yüzden Kaliaev’i kendisininde istediği bir sonla öldürür. Çünkü Kaliaev bu saçmadan istediği şekilde kurtulmuştur. Attığı o bomba ile, umutsuzluğu, umuda; mutsuzluğu da mutlu bir sona dönüşecektir. ‘Kaliaev: suikast anında ölmek, geride yarım kalmış birşey bırakıyor. Suikast ile darağcı arasında ise, tersine tüm bir sonsuzluk var. İnsanoğlu için belkide tek bir sonsuzluk.’ (doğrular, 30) Yukarıda, Kaliaev’in, İlan Hatsor’un Maskeliler oyunundaki, Naim karakterine benzerliğinden sözetmiştik, Naim’in 29 adalet ve özgürlük uğruna yaptığı eylemlerden ne farkı vardır Kaliaev’in Büyük Dük Serj’e attığı bombadan? Naim, ağabeyini öldürmek zorunda kalmış ama bunu yapamamıştır, Kaliaev ise bombayı ilk denemede içinde çocukların olduğu arabaya atamamıştır. Her iki karakterde seçimleri ve absürde karşı bir başkaldırıcı sonucu yeni bir absürde düşmüştür. Fakat kaliaev ikinci denemesinde bombayı atıp dükü öldürmüş ve sonrasında da idam edilerek istediği sonuca ulaşmış, Naim de Filistin’in özgürlüğü uğruna ağabeyinin ölümüne şahit olmuştur hemde küçük kardeşi Halit tarafından. Albert Camus, Kaliaev’in karşısına hayatı sevmeyen, nefret dolu bir karakteri çıkarmıştır. Bombalı eyleme giden süre boyunca Kaliaev ve Stephan her konuda çatışırlar birbirleriyle. Çünkü Stephan bombayı Büyük Dük’ün arabasına atacak olacak Kaliaev’i kıskanmaktadır. Stephan, İsviçre’de hücrede geçirdiği süre boyunca hayata ve insanlara olan sevgisini kaybetmiştir. Devrime sıkı sıkıya bağlıdır, ve onun için devrime engel olacak herşey yok edilmelidir. Oyunun başında, Kaliaev’in sevgi dolu bir karakter olması Stephan’ı çileden çıkarır ve her an ona çatar. Camus’un özgürlük uğruna yapılan başkaldırı durumunda Kaliaev ve Stephan aynı amaca hizmek eden zıt kutuplu karakterlerdir. Kaliaev, çocukları bomba atacağı arabada görünce korkar ve atamaz. Bütün örgüt Kaliaev’i haklı bulurken bu durum Stephan’ı çileden çıkarır. Ve: ‘Stephan: amacımıza ulaşmamızı sağlayacak hiçbirşey yasak değildir bizlere’ (doğrular,53) sözü Stephan’ın ideolojisini özetler niteliktedir. Kaliaev’in çocukların üzerine bombayı atamamasının üzerine Stephan bu durumu şöyle savunur: 30 ‘Stephan: Çocuklar da çocuklar! Ağzınızdan başka birşey çıktığı yok! İdrak etmekten aciz misiniz? Yanek o ikisini gebertmediği için binlerce Rus çocuğu daha açlıktan ölecek. Siz açlıktan ölen çocuk gördünüz mü hiç? Ben gördüm. İnanın bombayla ölmek ölümün öylesinin yanında sefa sayılır. Ama Yanek açlıktan ölen çocuk hiç görmedi. Onun tek gördüğü Grand Dük’ün iki şımarık iti! Hala büyümediniz mi siz? Yaşadığınız andan ötesini göremiyor musunuz? Durmayın öyleyse, merhameti seçin, kurtarın bugünü. Dünün, bugünün, yarının bütün kötülüğünü kökünden kazıyacak devrimi unutun gitsin. ‘ (doğrular,54) Stephan bu oyun karakterleri arasında başkaldırı durumunun en açık görüldüğü karakterdir, daha öncesinde İsviçre de zindan da geçirdiği günler ve adaletsizlik onu daha fazla alevlendirmiş, nefreti günden güne artmıştır. Çünkü Camus’un absürd diye nitelendirdiği, umutsuzluk, mutsuzluk arada kalmışlık ve bunalım gibi durumları o diğerlerinden daha fazla yaşamış ve hem ruhani hemde fiziki zararlarını en çok o görmüştür. Oyunun bir sahnesinde, aşktan bahseden Dora’ya göğsünü açıp kırbaç izlerini gösterir. J.P. Sartre’ın varoluşçuluk görüşüne göre, Stephan bu bunalıma kendi kendini sürükler, çünkü Sartre’da birey kendinden sorumludur, fakat Stephan tipik bir Camus felsefesi örneğidir ve ona göre toplum bireyden üstündür, adalet ve özgürlük uğruna canını seve seve toplum için feda edebilecek bir karakterdir Stephan. Kaliaev ve Stephan ahlaki bakımdan birbirinden çok ayrı kişilik özelliklerine sahiptirler. Jean Paul Sartre’a göre ‘İnsan ahlakını kendi seçer’ Sartre ahlak ile iligili olarak Varoluşçuluk adlı kitabında şunları söylemiştir: 31 ‘İnsan kendi kendini kurar. Önceden kurulmuş, tamamlanmış, sonra ermiş değildir. Ahlakını seçerken kendini de kurmuş olur. Üstelik bir ahlak seçmeden de edemez. Koşulların ağır baskısı, ister istemez bir ahlak seçmek zorunda bırakır onu. Görüyorsunuz ki ancak bir bağlanmaya göre bağlıyoruz insanı. Bu yönden düşünülürse bizi seçişim gereksizliği, nedensizliği ile suçlamak saçmadır. ‘ (varoluşçuluk,66) Kaliaev ile Stephan’ın yaşadıkları arasında koşullar farkı vardır, Kaliaev’in hayatı, Stephan’ın ki kadar acılar ve olumsuz koşullarla geçmemiştir. Stephan insanların açlıktan öldüğüne tanık olduğunu dile getirir ve bu yaşadıkları onun ahlaki yapısının paslanmasına neden olmuştur. Bu yaşadıklarından dolayı o, bu ahlakı kendi seçmiştir, ve bir zamanlar açlıktan ölen ve ölecek olacak çocukların kurtuluşu için iki çocuğun öldürülmemesi onun düşüncesin de saçmalıktır ve buna sonuna kadar karşı çıkar. Oyunda içi yaşama sevgisi ile dolu olan bir diğer karakter de Dora’dır. Dora ve Kaliaev birbirlerine aşıktırlar, fakat devrimi herşeyin üstünde gördükleri için aşklarını yaşayamazlar. Camus aşkın, absürdün neresinde şekillendiğini Dora karakteri ile göstermektedir. Bütün bu terör, cinayet, adaletsizlik, gerginlik durumlarının içinde Kaliaev ve Dora’nın yaşamaktan kaçındıkları aşklarına tanık oluruz. Çünkü onlar hayatlarını devrime adamışlardır ve aşk gibi duygular onları hayata bağladıkları için kaçınılması gereken bir durumdur. Fakat bir süre sonra her ikiside bu durumdan kaçamaz ve birbirlerine aşklarını anlatırlar. Yine de sonuç değişmez, devrim aşkı ağır basar ve Kaliaev, Dora’nın yaptığı bombayı, Büyük Dük’ün arabasının üstüne atar. Bu iki 32 karakterin sahnelerinde, özgürlük kavramından daha çok insanın aradığı sevgi ve aşkı, Camus’un bu durumla ilgili düşüncesini görürürüz. Karakterler herşeyden çok insanın sevgiyle varolacağını ve bu absürdden sevginin gücüyle çıkabileceğini birbirlerine itiraf ederler. Fakat öncesinde yaptıkları seçimler nedeniyle biri örgütün bombacısı olmuş diğeride o bombayı suikastte kullanacak militan. A. Camus, insanın absürdden çıkabilmesi için iki seçenek olduğunu, bunlardan birinin de umut etmek olduğunu belirtmiştim yukarıda, Camus işte burada, umut ederek absürdden çıkma çabasının bir işe yaramayacağını göstermiştir bizlere. Oyunda dikkati çeken bir diğer karakterde Kaliaev’in hücre de karşısına çıkan Foka’dır. O, susuz kaldığı için birini balta ile doğramış ve ağır bir ceza almıştır. Fakat bir anlaşma yapmıştır ve astığı her idam mahkümü için cezasından bir yıl düşecektir. Foka, kabullenişçi bir karakter olarak karşımıza çıkar. Oyunda ki diğer bütün karakterlerden farklıdır. Kaliaev’in tüm nutuklarına rağmen, o fikrini değiştirmez. Foka’yı, İlan Hatsor’un Maskeliler oyununda ki Davud’a benzetmek mümkündür. Çünkü Davud’da kabullenişçi bir karakterdir, para ve korunma karşılığı israil adına casusluk yapmıştır. Para ve korunma karşılığı casusluk yapan Davud’dan, cezasını düşürme karşılığında cellatlık yapan Foka’nın bir farkı yoktur. Albert Camus’un absürde karşı başkaldırı felsefesini anlattığı, bu yaşanmış bir hikayeden yola çıkarak yazdığı oyun kendi felsefesine ışık tutmaktadır. Oyunun başında Stephan karakterine söylettiği: ‘Yeryüzünde bir tek kişi tutsak olduğu sürece özgürlük zindandan başka birşey değil. Evet, 33 özgürdüm, ama hiçbir zaman Rusya’yı ve onun kölelerini düşünmeden edemedim. ‘ (doğrular,16) cümlesi oyunu ve Camus’un felsefesinin özeti niteliğindedir. SONUÇ ‘Varoluşçuluk bir hümanizmadır’ demiştir Sartre. Edebiyat ve tiyatro, insana ve hayatına, doğrudan yada dolaylı yoldan ışık tutmaktadır, simetriğidir. Varoluşçuluk insan ve insanın varoluşuyla ilgilenir, bu yüzden insanın olduğu her şeyde varoluşçuluk ile ilgili inceleme yapılabilir. Jean Paul Sartre’ın varoluşçuluk ideolojisinde bireyin özüne giden yolda yaptığı seçimler diğer biyerlerin özgürlüğüne zarar vermemelidir, her birey kendi özünden sorumludur ve etik olmalıdır. Bu durum Camus’un Doğrular oyununda zıt bir biçimde karşımıza çıkar. Bireyin özgürlüğüne ulaşabilmesi için önce toplumun özgür olması gerekir bu yolda da herşey mübahtır. Stephan’ın ‘amacımıza ulaşmamızı sağlayacak hiçbirşey yasak değildir bizlere’ sözleri bu durumu açık bir şekilde ortaya koymaktadır. Sartre da bireyin kendisi ön plandayken, Camus de toplumun özgürlüğü herşeyden önce gelmektedir. Fakat bu durum dolaylı yoldan birbrine benzemektedir, Sartre ‘Varoluşçuluk’ adlı kitabında ‘başkasının özgürlüğü’ başlığı altında şunları söylemiştir: ‘ama özgürlüğü isteyince, onun tümüyle başkalarının özgürlüğüne, başkalarının özgürlüğününse bizimkine bağlı olduğunu anlarız. Gerçi insanın tanımı olarak özgürlük, başkasına bağlı değildir ama ortada bir bağlanma olunca iş değişir: O zaman kendi özgürlüğümle birlikte 34 başkalarının da özgürlüğünü istemek zorunda kalırım. Başkalarının özgürlüğünü gözetmezsem kendi özgürlüğümü de gözetemem.’ (varolşçuluk,68) Birey kendi özgürlüğüne giden yolda etik olmalı, başkalarının özgürlüğünede zarar vermemeli, dolayısıyla başkalarının özgürlüğüne karşı sorumludur. Başkalarının özgürlüklerine bağlı olan bireyler toplumları oluşturur, birbirlerinin özgürlüklerine sorumlu olan bireylerden oluşan toplumun özgürlüğü de adaletle, hukukla sağlanır. Bu domino taşları gibidir. Albert Camus’nun ‘bireyin özgür olabilmesi için toplumunda özgür olması gerekir’ sözü bu durumun devamı niteliğindedir ve birbirlerini tamamlamaktadırlar. Yukarıda, 1990’lı yıllarda bir savaş ürünü olan, İsrail’li yazar İlan Hatsor’un yazdığı Maskeliler oyununu, kendisinden 40 yıl önce hayatını kaybetmiş olan Albert Camus ve aynı dönemlerde felsefesiyle döneme damga vurmuş olan Jean Paul Sartre’ın felsefesine göre inceledik ve tamamen farklı yazarlar tarafından farklı coğrafyalarda ve zamanlarda yazılmış olan bu iki oyun arasında benzerlikler olduğunu gördük. 1949 yılında yazılmış olan ‘Doğrular’ diğer bir adıyla ‘Adiller’ Albert Camus’un varoluşçuluk felsefesine ışık tutan bir eserse, ‘Maskeliler’ oyunu da farklı bir yazar tarafından farklı bir dönem ve coğrafya da yazılmış olmasına rağmen benzer özellikler taşıdığı için Varoluşçu bir eser olarak tanımlanabilir. Maskeliler oyununda ki, Filistin Kurtuluş Örgütü Militanı Naim ile, Doğrular oyununda ki Kaliaev, birbirlerine birçok yönden benzemektedir. Bu iki karakteri birbirine yaklaştıran en önemli özelikleri ahlaki yapılarıdır, Kaliaev, ilk suikast girişiminde arabada çocukların olduğunu görür ve bu eylemi gerçekleştirmeyi 35 fazlasıyla istemiş olsa bile eli o bombayı çocukların da üzerine atmaya varmaz. Çünkü aile ahlakına ters düşen bir davranıştır bu. Bütün toplumlarda nedeni her ne olursa olsun çocukları öldürmek ahlaksız bir durum olarak sayılır ve bunu yapmak kötüdür. Bu küçük yaşlarda aşılanan aile ahlakı birçok durumda insanın vicdanına hükmeder. Bir benzeri durumu Maskeliler oyununda Naim yaşamıştır. Oyunun sonunda küçük kardeşi Halit, Naim’in ağabeyini öldürmesini istemiş fakat o bunu başaramamıştır. Kaliaevde bahsettiğimiz aile ahlakı bu durumda da geçerlidir. Fakat aynı oyunda küçük kardeş Halit’in ağabeyini öldürmesi, ağabeyinin o an bulunduğu koşul nedeniyle ahlaksızca bir davranış değil tam tersine, vicdanlı, erdemli bir davranış olarak tanımlanabilir topluma ve aile ahlakına göre. Halit ağabeyini öldürmüştür, çünkü eğer ağabeyi o an yakalanırsa çok ağır işkencelere maruz kalacak ve insan onuruna yakışmayacak bir biçimde ölecektir. Halit bu durumun olmasına tazı gelmez ve ağabeyini öldürür. Yukarıda bahsettiğim durumlar birbirileri ile benzerlikler gösterirler çünkü her üç durumuda aile ahlakına dayanmaktadır. Aynı zamanda Maskelilerde ki Davud ile, Doğrular oyununda ki Foka da kabullenişçi karakterler oldukları için, yaptıkları eylemler farklı olsada ideoloji bakımından birbirlerine oldukça benzemektedirler. Bu durum da, zaman, mekan, coğrafya vb. Her ne olursa olsun, eğer ortada bir savaş varsa, insanların düştükleri absürd durum ve buna olan başkaldırıları, geçen yıllarda olduğu gibi devam edecektir. Koşullar farklıdır fakat başkaldırı aynıdır. Zaman ve coğrafya farklıdır fakat her durumda da absürd vardır ve başkaldırı vardır. Camus bu oyunuyla bizlere, absürdden kurtulmamız için başkaldırmamız durumunda neler olacağını ve devrim yolunda birilerinin ne yazık ki ölmesi gerektiği gerçeğini açıkça göstermiştir. 36 KAYNAKÇA 1. Hatsor, İ.(1990) Maskeliler. (Çev.) Nebil Tarhan, İstanbul: Mitos boyut. 37 2. Camus, A. (2003) Doğrular. (Çev.) Ferit Edgü, İstanbul: Yaba Yayınları. 3. Camus, A. (1997) Sisifos Söyleni. (Çev) İstanbul: Tahsin Yücel, Can Yayınları. 4. Şener, S. (2006) Dünden bugüne Tiyatro Düşüncesi. İstanbul: Dost kitabevi. 5. Brockett, G. Oscar, (2000) Dünya Tiyatro Tarihi. (Çev) Sokullu S, Dinçel S, Sağlam T, Çelenk S, Öndül B.S, Güçbilmez B, İstanbul: Dost Yayınevi. 6. Çalışlar, A. (1995) Tiyatro Ansiklopedisi. Ankara, Kültür bakanlığı yayınları 7. Sander O. (2014)Siyasi Tarih 2. Cilt. İstanbul: İmge Kiyabevi 8. Camus A. Yabancı. (Çev)Vedat Günyol, İstanbul: Can Yayınları, 9. Colette, J. (2006)Varoluşçuluk, (Çev.) Işık Ergüden, Ankara: Dost Kitabevi Yayınları 10. Gündoğan, A.O.(1995) Albert Camus ve Başkaldırma Felsefesi, İstanbul: Birey Yayıncılık. 11. Camus, A. (2005) Tersi ve Yüzü, (Çev.) Tahsin Yücel, İstanbul: Can Yayınları. 12. Camus, A. (2008) Veba, (Çev.)N. Tanyolaç Öztokat, İstanbul: Can Yayınları. 13. Sartre, J.P. (2013) Varoluşçuluk, (Çev.) Asım bezirci, Ankara: Say Yayınları. 14. Nutku, Ö.(2000) Dünya Tiyatro Tarihi cilt2. İstanbul: Mitos Yayınevi. 15. http://omerergun.com/yonetim/resimdosyalar/researchmeth ods_varolusculuk.pdf 16. Timuçin A. Varoluşçu Filozoflar http://www.aymavisi.org/makale/varoluscu %20filozoflar.html 17. Sartre J.P Varoluşçu filozoflar http://www.dusuncetarihi.com/makale/varolusculuk7 18. Camus A. İsyana Dair http://www.dusuncetarihi.com/makale/isyanadair 38 19. Uludag B.M (2014), Dünya Siyasi tarihi. İstanbul: Paradigma Akademi 20. İntifada Hareketi http://islamcihad.blogcu.com/intifadahareketi filistin/4760973 21. Cevizci A. (2010), Felsefe Sözlüğü. İstanbul: Paradigma yayıncılık 22. Cevizci A. (2010), Felsefe Tarihi. İstanbul: Say Yayınevi 23. Blackham H.J. (1961), Altı varoluşçu düşünür. (Çev.) Uşşaklı E, Ankara: Dost Yay. 24. Wahl J, (1999) Varoluşçuluğun tarihçesi. (Çev.) Onaran B, İstanbul: Payel yay. 39