gezinin elli tonu / Toskana Gezi Rehberi: Yüksek doz huzur içerir

Gezinin Elli Tonu

gezinin elli tonu

Filmlerde genelde büyüleyici doğa manzaralarına arka plan olarak kullanılan, İtalya&#;nın en yeşil ve en hoş doğasına sahip bölgelerinden biri olan Toskana&#;nın gezi rehberine başlayabilmenin mutluluğunu yaşıyoruz.. Orta Çağ&#;dan kalma, oldukça zengin ve çok iyi korunmuş bir kültürün tamamlayıcıları olan üzüm bağları, şarapları, zeytin ağaçları ve kendine has mimarisi ile bu bölge hem huzur hem de bir görsel zenginlik kaynağı. Size biraz abartıyoruz gibi gelebilir ama zaman zaman içinde bulunduğumuz gerçekliği sorgulamamıza neden olacak masalsı manzaralar vardı bu bölgede. 🙂

Toskana bölgesine olan ilgimiz klasik &#;Under the Tuscan Sun&#; filmiyle başlamıştı. Bu filmdeki müthiş Toskana manzaraları, işi gücü bırakıp yukarıdaki fotoğrafta yer alan villa/çiftlik evi gibi bir yere yerleşme fikri ve filmden dahi bize etki etmeyi başaran bölgenin ruhu bizi çok etkilemişti ve bir gün buralara gelmeyi kafamıza koymuştuk. 🙂

Toskana nerededir ve bizim Toskana rotamız nasıldı?

Toskana, İtalya&#;nın 20 bölgesinden sadece biri aslında. Bölgenin başkenti ve idare merkezi, İtalya&#;nın en güzel şehirlerinden biri olan Floransa. Hal böyle olunca, mahalle maçında en iyi oyuncuyu kendisine alan takım gibi olmuş Toskana. İtalya denince akla gelen ikinci en önemli konu olan (ilk önemli konu Zidane&#;ın Materazzi&#;ye attığı kafa) Rönesans da, Toskana ve Floransa ile özdeşleşmiş durumda. Futbol jargonundan çıkıp tekrar entelektüel birikimin zirvesi olan Toskana bölgesine devam ediyoruz.

Soldaki haritada bölgenin önemli şehirlerini görebilirsiniz. Toskana bölgesi de Roma&#;nın kuzeyi ile Bolonya ve Cenova şehirlerinin güneyinde, İtalya&#;nın batı sahilinde yer alıyor özetle. Bu arada bölgede gezilecek gerçekten çook fazla yer var.

Bizim rotamız şöyleydi:
Roma Fiumicino&#;dan araç kiraladıktan sonra,
Civita di Bagnoregio (yarım gün)
Pitigliano (yarım gün)
Val d&#;Orcia (3 gün)
Siena & San Gimignano (1 gün)
Floransa (2 gün)

*Bu gezimizde biraz daha zamanımız olsa Floransa&#;ya gitmişken bir saat mesafedeki Lucca (bir gün) ve oradan Pisa (yarım gün) ile Livorno&#;ya (yarım gün) da gitmek isterdik.

**Val d&#;Orcia bölgesi aslında birçok yeri kapsayan bir alt bölge. Detaylarını aşağıda gezilecek yerler kısmında paylaşacağız.

Özetle tüm Toskana bölgesini dolu dolu, 10 günde çok güzel bir şekilde gezebilirsiniz. 🙂

Toskana bölgesine ne zaman gidilir, ne giyilir?

En güzel manzaraların tadını çıkarmak, kızgın güneşin altında sıcaklamadan gezmek, kalabalıklardan da hafif kaçınmak için bizce en güzel zaman ilkbahar sonu ile sonbahar başı. Biz geçtiğimiz hafta, Nisan sonu ile Mayıs başı arasında bir hafta geçirdik bu bölgede, çok güzel bir havaya denk geldik; ne üşüdük ne de çok sıcakladık. 🙂

Eğer Toskana bölgesine bizim gittiğimiz bu tarihlerde gidecekseniz yanınıza yaz kıyafetleri ile hafif bir hırka/mont alırsanız bir problem yaşamazsınız. Akşam güneş battıktan sonra ve sabah erken saatlerde hafif Ankara havasına bürünüyor buralar, bir önceki cümledeki hırka/hafif bir mont kısmını hafife almayın deriz. 🙂

*Yalnız yaz ortasında da (Temmuz ayında) çok güzel ayçiçeği tarlalarını görebilirsiniz, ancak sıcağı da dikkate almak lazım bu durumda.

Toskana&#;da konakladığımız yerler ve Agriturismo konusu:

Toskana&#;nın kırsal bölgelerinde &#;Agriturismo&#; çok yaygın bir turizm seçeneği. Agriturismo aslında özetle tarım ve turizmin buluşması ve doğanın ortasındaki müthiş çiftlik evlerinde konaklama fırsatı demek. Bu evlerin sahipleri genel olarak ya üzüm bağı sahibi, ya da zeytinlikleri var. Yani bu evlerde konaklarken, konakladığınız yere bağlı olarak kendi ürettikleri şaraplardan, zeytinlerden ve müthiş lezzetli peynirlerden tatma imkanınız var.

Campiglia d&#;Orcia, adından da anlaşılacağı gibi Val d&#;Orcia bölgesindeki köylerden biri. Val d&#;Orcia bölgesinde bu tarz çok fazla şirin ve küçük köylerden var. Yani herhangi bir Agriturismo evinde kalmak isterseniz sadece burayla sınırlı kalmanıza gerek yok, tüm Toskana&#;da bu tarz evlerden bulmak mümkün. Bizim kaldığımız evi şu linktebulabilirsiniz. Aşağıda da bir fotoğrafını paylaşıyoruz.

Bagno Vignoni&#;de kaldığımız ev de çok güzel ve tarihi bir taş yapıydı. Onun da linkini burayabırakıyoruz. Hemen altta yer alan pencereden gündoğumu manzarası bu evden çekildi.

San Gimignano&#;da ise hemen Old Town&#;da yer alan eski bir otelde kaldık. Bu otelin delinkinibırakıyoruz. Bu oteli çok merkezi olması ve kahvaltısı nedeniyle ayarlamıştık ve memnun kaldık.

Toskana pahalı mı?

Toskana bölgesinde fiyatlar ortalamanın biraz üzerinde diyebiliriz, özellikle kırsal kesimde biraz da rafine bir turizm hizmeti aldığınız için fiyatlar Val d&#;Orcia genelinde biraz daha yüksek. Kuzeye doğru gittikçe ve şehirleşme arttıkça fiyatlar da düşüyor doğal olarak, örneğin en uygun yeme-içme fiyatlarını Floransa&#;da bulabilirsiniz. Ama burada da kırsalda yediğiniz müthiş taze ve çok lezzetli yiyecekleri bulmak biraz daha zor olabilir. 🙂

Fiyat konusuyla ilgili düşmek istediğimiz bir not var; Pienza, Montalcino, Montepulciano gibi küçük yerlerde ortalama bir restoranda Euro&#;ya yarım litre çok güzel bir lokal şarap içebiliyorsunuz. Bu olayı çok sevdik.

En çok harcama yapılan konular için ortalama fiyatlara örnekler:
* Küçük su, büyük su: 1 € &#; 2 €.
* Latte / Americano: 2 €
* Makarna ve pizzalar: 8 &#; 12 €
* Markette bira/şarap, restoranda bira/şarap: € / €, 3 € / €.
* Agriturismo konaklama: €.

Toskana&#;ya ulaşım ve Toskana&#;da ulaşım meselesi:

Konuya direkt girelim; bu bölgeyi keyfini çıkararak gezmek istiyorsanız araç kiralamanız şart. Toskana&#;nın sadece şehirlerini (Floransa, Lucca, Pisa vs.) gezeceğiz diyorsanız araç kiralamaya gerek yok, İtalya&#;da tren ve toplu taşıma ağı çok yaygın, ama bu durumda Toskana&#;yı Toskana yapan detayları deneyimleme imkanı bulamayabilirsiniz.

Toskana çok büyük bir bölge olduğu için, seyahatinize nereden başlayacağınıza karar verdikten sonra bu bölgeye ulaşım konusu aslında kolay. Roma, Pisa, Floransa ve Bologna&#;ya, İstanbul&#;dan direkt uçuşlar var, ve biletinizi erken alırsanız iyi fiyatları da yakalayabilirsiniz. Bu şehirlerden herhangi birinden yola çıkarak Toskana bölgesini gezmek isterseniz çok zorlanmazsınız diye düşünüyoruz.

Araç kiralama konusuyla ilgili çok kısa bilgi verelim: Biz Roma Fiumicino&#;dan günlüğü yaklaşık 37 €&#;ya otomatik bir araç kiraladık. Bu tutar aslında İtalya&#;da otomatik bir araba için oldukça ucuz; biz yüksek olmayan bir sezonda kiraladığımız için böyle denk geldi sanıyoruz, çünkü şu an itibariyle baktığımızda Haziran Temmuz ayları için fiyatlar yükselmiş gibi duruyor.

İtalya&#;da araç kullanırken dikkat etmeniz gereken en önemli konu park kuralları. Zira arabamızı Türkiye&#;de yaptığımız gibi kafamıza göre park edemiyoruz. Kurallar da aslında çok basit: mavi şeritler ücretli, beyazlar ücretsiz (bulması çok zor :d ), sarılar engelli parkları demek. Ücretsiz park bulamadığınız yerlerde mutlaka bir park bileti makinesi oluyor, genelde €&#;ya bir saat civarı park edebiliyorsunuz. Siz yine de park etmeden bir tur atın, hatta haritalarda &#;free parking&#;, &#;parcheggi gratuiti&#; benzeri aramalar yapın. Biz bu şekilde birkaç yerde ücretsiz park yeri bulabildik.

Toskana&#;da gezilecek yerler:

1. Floransa:

Floransa için İtalya&#;nın en güzel ve önemli şehirlerinden biri desek kimse bize &#;sen Floransa&#;yı savundun!&#; diye çıkışmaz herhalde.

Floransa, Toskana bölgesinin başkenti ve idare merkezi, aynı zamanda sanat ve Rönesans denince de akla gelen ilk İtalyan şehri. Şehirde gezilecek gerçekten çok fazla yer var ama bizim için en önemlileri Uffizi ve Accademia galerileri (Michelangelo&#;nun meşhur Davut heykelinin orijinali halen Accademia&#;da bulunur), Santa Maria del Fiore veya diğer adlarıyla Floransa Katedrali / Duomo, Mercato Centrale, Piazza della Signoria, Palazzo Vecchio, Ponte Vecchio, Palazzo Pitti, Piazzale Michelangelo.

Floransa&#;ya dolu dolu 2 gün ayırırsanız görmeniz gereken en önemli noktaların büyük kısmını ziyaret edebilirsiniz. Şehirde görmeniz gereken hemen her yer yürüme mesafesinde olduğu için, şehir merkezine yakın bir yerde kalırsanız ulaşım problemi yaşamazsınız.

*Floransa için ayrı ve detaylı bir blog yazısı yazacağız. Çünkü hak ediyor&#;.

2. Siena:

Tarihi şehir merkezindeki müthiş mimarinin yanında Siena, İtalya&#;nın en iyi şaraplarından bazılarının üretildiği üzüm bağlarına da sahip. Bunun dışında şehir &#;Palio di Siena/Il Palio&#; festivali ile de ünlü. Bu festival her yıl 2 Temmuz ve 16 Ağustos tarihlerinde, yılda iki kez düzenlenen bir at yarışı oyunu aslında.

Piazza del Campo, Siena&#;nın en önemli ve büyük meydanı ve çoğu görülecek yer de bu meydanın yakınlarında bulunuyor. Siena&#;da bizim en çok beğendiğimiz diğer gezilecek yerler özetle aşağıdaki gibi:
*Siena Cathedral
*Torre del Mangia
*Fortezza Medicea
*Palazzo Pubblico

Şaraplarıyla ünlü Chianti bölgesinin büyük kısmı Siena sınırları içinde kalıyor ve bu sınırlar içinde üretilen şaraplara Colli Senesi etiketi veriliyor.

Siena ve San Gimignano&#;ya toplamda 2 gün ayırmanızı öneririz. Bir gün eski şehir merkezlerini gezmek için ve bir gün kırsaldaki küçük köyleri gezip şarap tadımı yapmak için.

3. San Gimignano:

San Gimignano Toskana&#;da bizi en çok şaşırtan şehir oldu diyebiliriz. Eski şehir bölgesindeki Orta Çağ&#;dan kalma yapıların bu kadar iyi korunmuş olması ve adım başı karşımıza çıkan yüksek kuleler (burası için Orta Çağ&#;ın Manhattan&#;ı deniyormuş) gerçekten çok etkileyiciydi.

Gezilecek başlıca yerler Piazza del Duomo ve Piazza della Cisterna çevresinde bulunuyor. Kendinizi bu iki meydana atıp buradan tüm sokakları kaybolarak gezmek size terapi gibi gelebilir. 🙂

San Gimignano&#;da çok sayıda üst düzey restoran bulunuyor ve şehir Vernaccia da denen beyaz şarabıyla ünlü.

4. Val d’OrciaBölgesi:

Toskana bölgesinde bazı alt bölgeler var; Val d&#;Orcia da bunlardan biri ve bizim favorimiz. Öyle ki biz aslında başta Toskana&#;nın sadece Val d&#;Orcia bölgesinde kalan kırsalını gezmek istemiştik, şehir gezilerini plana sonradan ekledik.

Val d&#;Orcia&#;daki küçük köy ve kasabalar genelde bölgeyi ifade edecek şekilde adlandırılıyor: Campiglia d&#;Orcia, San Quirico d&#;Orcia, Castiglione d&#;Orcia gibi. Bu konu diğer alt bölgeler için de geçerli bu arada. Chianti alt bölgesindeki köyler isimlerine Chianti etiketini de ekliyor; Greve in Chianti gibi.

Val d&#;Orcia bölgesinde bizim en çok beğendiğimiz köy ve kasabalar aşağıdaki gibi:

*Pienza:

Pienza, Val d&#;Orcia bölgesinin en önemli yerleşim yerlerinden biri ve UNESCO Dünya Kültür Mirası Listesi&#;nde yer alıyor. Kasaba çok ufak olmasına rağmen eski şehir bölgesinde birçok tarihi yapı mevcut ve bunlar halen aktif olarak kullanılıyor.

Pienza&#;nın daracık taş sokaklarında yürürken burnunuza sağdan soldan müthiş kokular gelmesi çok olası, çünkü buradaki restoranların genel ortalaması gerçekten çok iyi. Toskana gezimizde yediğimiz en güzel yemeklerin bazılarını buradaki bir restoranda yemiştik. Pienza bir de &#;pecorino&#; isimli peyniri ile ünlü, biz de bu peyniri çok sevdik ve gelirken yanımıza da aldık. 🙂

Osteria Sette di Vino Pienza&#;da öğle yemeği yedik. Öğle yemeği arasında sunuluyor sadece. Akşam yemeği de arasında. Bu restoran Pienza&#;daki en beğenilen mekanlar arasındaymış ve biz de çok memnun kaldık.

*Montalcino:

Yazının başından beri kez Toskana ve şarap dedik. Montalcino da bu bölgenin şarap konusunda en önemli şehri. Meşhur Brunello şarabını Toskana bölgesindeki çoğu restoranda bulabilirsiniz.

*Montepulciano:

Pienza&#;ya oldukça yakın olan Montepulciano da bir Orta Çağ kasabası ve yine bölgeye has şaraplarıyla ünlü. Bu kasaba Pienza&#;ya göre çok daha büyük, dolayısıyla mimari olarak çok tatmin edici yapılar var. Rönesans döneminden kalma saraylar, kiliseler ve ferah meydanlar bunlardan bazıları. Tepede yer alan kasabanın sunduğu uçsuz bucaksız yeşillik ve doğa manzaraları da mükemmel.

Gezinizi planlarken Montepulciano, Pienza, Montalcino ve Bagno Vignoni&#;yi aynı güne veya bir buçuk güne sığdırmanız mümkün.

Çok güzel bir manzaraya karşı bir şeyler yiyip içmek için Caffe Poliziano&#;yu tercih edebilirsiniz. Cafe&#;nin balkonu Val d&#;Orcia ovalarının sonsuz yeşilliklerine bakıyor. Fiyatlar normal.

*Bagno Vignoni:

Toskana bölgesi termal havuzlarıyla da ünlü; bölgede &#;Bagno/Bagni&#; ismiyle başlayan birçok kasaba var. Bagno Vignoni bunlardan yüzölçümü olarak en küçük ama popülarite ve tarihi değer açısından en önemlisi olabilir. Bagno Vignoni ayrıca İtalya&#;da meydanı tamamen termal suyla dolu bir havuzu olan tek yer. Yalnız bu havuza girilmiyor diye biliyoruz, ya da en azından bizim orada olduğumuz süre boyunca kimse girmedi. 🙂

Kasabanın tam merkezindeki termal havuzun önünden aşağı doğru yürüdüğünüzde halka açık ücretsiz termal havuzlar var, bunlara biz girmedik ama meraklısıysanız bilginiz için not düşüyoruz.

*Campigliad’Orcia: Orta Çağ&#;dan kalma detaylarıyla kısa bir ziyareti hakeden, çok küçük ve tatlı bir kasaba. Kasabanın en tepe noktasında tarihi Campigliola kulesinin kalıntılarını görmek mümkün. Campiglia d&#;Orcia tepe bir konumda bulunuyor aslında dolayısıyla, yakınlarda kalmayacaksanız burayı görmek için dağlara tepelere çıkmanıza gerek yok diye düşünüyoruz.

*Madonna di Vitaleta Chapel: San Quirico d&#;Orcia&#;da bulunan bu minik şapel uzaktan çok güzel görünüyor. Yeşil tarlaların ortasında bir tepede, selvi ağaçlarının arasında tek başına duruyor öyle. Hemen yanında sahibi Türk olan bir restoran var; yemekleri lezzetli fakat fiyatları Toskana&#;ya göre bile gereksiz pahalı.

5. Bagni San Flippo:

Burası doğal bir termal havuz. Bildiğiniz Pamukkale Travertenleri gibi yukarıdan kireçli ve sıcak su akıyor ve akıntıyla birlikte küçük termal havuzlar oluşuyor. Tabii ki bir Pamukkale değil burası, bir de üstüne hiç bakım yapılan bir yer değil, aşırı bakir. Üstüne bir de etrafta hoş olmayan kokular vardı. Campiglia d&#;Orcia&#;ya yolunuz düşerse buraya da bir uğrayabilirsiniz, bizim gibi. Yoksa uzaklardan burayı ziyaret etmeye gelmeye gerek yok.

6. Pitigliano:

*Toskana&#;nın büyük şehirlerinden biri olan Grosseto&#;nun en eski yerleşim yerlerinden biri, Pitigliano&#;nun eski şehir bölgesi. Pitigliano bizim de tüm Toskana kırsalında gördüğümüz en &#;Orta Çağ&#;dan kalma&#; yerlerden biriydi gerçekten.

Burayı özel yapan en dikkat çekici konu, eski şehrin konumu. Çünkü şehrin temeli bildiğiniz volkanik taşın üstüne oyularak yapılmış. Bazı çok eski evler de Kapadokya&#;da gördüğümüz gibi taşın oyulmasıyla oluşturulmuş. Daha sonra inşa edilen katlı yapılarda da taş işçiliği kullanılmış.

Pitigliano&#;nun tarihi milattan öncesine uzanıyormuş. Ama tarihi açıdan asıl önemini yüzyılda Yahudiler için bir yerleşim yeri olmasıyla kazanıyor. Hatta şehir &#;Little Jerusalem&#; olarak da biliniyor. Şehirde Yahudi nüfus o kadar artmış ki, &#;de bir sinagog inşa edilmiş. Bu sinagog hala ayakta ve ziyarete açık.

Özetle oldukça rafine bir Orta Çağ kenti görmek, yüzyıllardır devam eden bir gelenekle üretilen şarapları ve yiyecekleri denemek için Pitigliano çok güzel bir seçenek.

Pitigliano&#;da gezilecek başlıca yerler: Öncelikle sokaklarda kaybolarak biraz yürüyün :), sonra Santi Pietro e Paolo, Santa Maria and San Rocco kiliseleri ile sinagogu gezin. Zamanınız kalırsa müzeleri de (Alberto Manzi Outdoor Archaeological Museum, Civic Archaeological Museum of Pitigliano, Palazzo Orsini and Museum of Sacred Art) gezebilirsiniz.

7. Civita di Bagnoregio:

Toskana&#;da gerçekten masal gibi çok fazla yer var, Civita di Bagnoregio (kısaca &#;Civita&#;) da bunlardan biri. Roma&#;dan başlayan uzun Toskana yolculuğumuzun ilk durağı burası olmuştu. Aracımızı, tarihi kasabanın görünmediği hafif uzak bir yere park edip yürümeye başladık ve kasabanın uzak manzarası karşımıza çıktığında çok şaşırdık. Yokluğun ortasında, olabildiğince geniş ve yeşil bir vadinin tam ortasında yükselen küçük tepedeki kayalıkların üstünde duran taş yapılar uzaktan müthiş görünüyordu.

Tepedeki kayalıkların üstünde güvenle duran kasabanın etrafındaki alan zamanla aşınmış, dolayısıyla normal araçların çıkabileceği bir yol yok. Ulaşım çok dar bir köprüden yayan veya çok küçük traktörlerle sağlanıyor. Biz de kasabaya ulaşmak üzere dar köprüden geçerek yokuşları tırmandık. Kasabanın girişindeki tarihi kapı ve geçit, size tarihi bir yere geldiğinizi tekrar hatırlatıyor. 🙂

Sokaklarda gezerken her şey o kadar sessiz ve tatlı ki, Ayhan Sicimoğlu&#;nun da dediği gibi sanki kuşlar, arılar bile tatile gelmiş gibi. Burası tüm Toskana&#;da gördüğümüz en kalabalık olmayan ve en az nüfuslu yerleşim yeriydi.

Biz Civita&#;da konaklamadık ama siz burada konaklamak isterseniz mutlaka çok öncesinden araştırma yapın, çünkü kasabadaki otel sayısı çok kısıtlı. Restoran olarak da birkaç tane işletme var.

Toskana&#;dayeme-içme:

Toskana&#;da yeme-içme kültürü o kadar derin ki bu konu üzerine tez bile yazılır&#; Yazının başında da belirttiğimiz gibi özellikle şarap kültürü apayrı bir konu; şarapların üretildiği bölgelere özel sertifikasyonlar ve düzenlemeler mevcut. Biz özetle bu bölgeye özel tatmanız gerekenleri kısaca not edeceğiz:

*Pecorino, bir parmesan olmasa da -İtalyanlara göre- ucuz ve çok lezzetli bir yöresel peynir. Makarna soslarında ve kahvaltıda tüketiyorlar. Biz San Gimignano&#;da trüflüsünü denedik ve bayıldık.

*ChiantiToskana&#;nın şarap konusunda en önemli bölgelerinden biri. Chianti şarabı bölgeye göre değiştiği için çok fazla çeşit var ve bu şarapları restoranlarda sipariş ettiğiniz zaman genelde hasır bir sepetle kaplanmış cam şişelerde servis ediliyor.

*Kruvasanlar ve pizzaları sıradan bir restoranda bile belli bir ortalamayı yakalamış. Bol karbonhidrat almaya hazır olun&#;..

*Pici makarnası kısaca spaghettinin kalını diyebiliriz. Ancak her İtalyan makarnası gibi bunun olayı da hazırladıkları taze ve lezzetli soslarda.

*Tartuffo &#;trüf mantarı- bu bölgede özellikle de San Gimignano&#;da denemeniz gereken lezzetlerden biri. Trüflü cipsinden tutun da trüflü peynire kadar her şey trüflü&#;&#;

Pienza&#;da Osteria Sette di Vino da yemek yemeyi, Montepulciano&#;yı gezerseniz de Caffe Poliziano&#;da bir mola verin deriz. Floransa&#;da bizim airbnb evimize yakın olduğu için Leon Blanc diye bir pastane/kafede kahvaltı ettik, kruvasan ve tatlıları çok lezzetliydi.

Bir de Floransa&#;da All&#;Antico Vinaio çook ünlü bir sandviççi, fakat aşırı sıra oluyor genelde. Sakin bir saatine gelirseniz buradan kocaman ve lezzetli sandviç yiyin.

Toskana gezimizi daha ayrıntılı incelemek isterseniz Instagram story ve gönderilerimize de bekleriz. 🙂

Sevgiler, TIME TO GO!

Bizi Instagram’da takip etmek isterseniz şöyle buyrun.

Son olaraaak gezilecek yerlerin haritadaki yerleri:

Bunu beğen:

BeğenYükleniyor

İlgili

Slovenya gezi notları

Slovenya bloga eklemek için en heyecan duyduğum ülkelerden biri. Hakkında hep çok güzel şeyler duydum ve yemyeşil doğasına daha gitmeden fotoğraflardan aşık oldum. Slovenya’yı bizim için bu kadar güzel yapan unsurlardan biri de bir süre İstanbul’da yaşayan ve burada tanışıp çok sevdiğimiz Sloven arkadaşımız Anica’yı ziyaret edecek olmamızdı. Sağ olsun kendisi de bize harika bir karşılama hazırlamış, artık istesek de Slovenya’yı unutamayız :)

Daha önceki gezi yazılarımı da okuduysan zaten biliyorsundur, Can ve benim yurtdışı seyahatlerimiz mutlaka bazen minik minik, bazen kalp krizlik maceralarla başlar. Henüz olaysız bir gezi yaşamadık sanırım. Büyük konuşmak istemem ama Slovenya’daki ilk gecemizin üzerine başka ne yaşayabiliriz bilmiyorum. Merak da etmiyorum. Teşekkürler.

Hazırsak başlıyorum.

Normalde bizim maceralar ya İstanbul’dan çıkamadan ya da uçaktan inemeden gerçekleşir. Bu sefer 6 Ekim Cuma akşamı Ljubljana’ya inip, pasaporttan geçip Anica ve Borut (Borut Anica’nın yakın arkadaşlarından ve Anica’ya İstanbul ziyaretinde bir akşam tanışmıştık) ile buluşunca her şeyi sorunsuz atlattık sandık. Ama asıl sürpriz için bazen beklemek gerekir.

Bizi arabayla havaalanından aldılar ve önce minik bir kafe-bara gidip muhabbet edip bir şeyler içtik. Sonrasında Ljubljana şehir merkezine gidip nehir kenarında yürüdük. Bu sırada o hafta İskoçların maçı olduğundan etekli İskoç erkek şehirdeydi. Seyahat boyu adeta bir bacak şöleni yaşadık.

*Şu fotoğrafta birkaç İskoç yakalamışım

*Ljubljana Kalesi

*Ljubljana şehir merkezinden

Akşam yemeğini Cantina Mexicana’da yedik. Sonrasında nehir kenarında biraz daha turlayıp eve geçmeye karar verdik. Anica Zuzemberk, Dolenjska adı verilen şehir merkezine 45 dakika mesafede bulunan bir köyde yaşıyor. Bu arada köy deyince aklına bizim köylerimiz gelmesin tabi, daha masalsı bir şeyler gelsin. Neyse, biz de dedik çok gece yarısına kalmadan eve geçelim, malum hem yol uzun, hem yorgunuz, hem ertesi gün erken kalkacağız falan. Anica arabayı sürüyor, Can önde yanında oturuyor, ben de arkaya kuruldum ve kısa süre sonra uyuya kaldım.

Nasıl mı uyandım? Kafamın sol tarafını 2 kere çok sert bir şekilde cama çarparak. Dahası var. Ben kafamı çarparken bir yandan da araba bilmediğim bir boşluğa sürükleniyor. Ben tabi hem uyku sersemi hem de kafamdaki korkunç acıyla kafamda deli senaryolar üretiyorum haliyle. Peki, benim beynimden birbirinden korkunç senaryolar geçerken Can’ın ben panik olmayım ve rahatlayım diye kurduğu cümleye kaç puan? : “Baby, don’t worry we crashed a bear” !!!! Ayıya çarpmışız, rahatlayacakmışım. Oldu.

Peki ben ne yaptım? Rahatladım. Şaka yapmıyorum. Beynimden öyle kötü senaryolar geçiyordu ki, sanki yıllardır her gün bir ayıya çarpıyormuşçasına rahatladım!!

Bu sırada sürüklendik dediğim yer de tarlaymış. Sonuç olarak olay şu; hava zifiri karanlık ve sisli, köy yolundayız. Sakin sakin giderken sol taraftaki ormandan bir ayı arabanın önüne atlıyor, korkunç bir sesle ayıya çarpıyoruz ve Anica’nın sakin bir şekilde direksiyonu sağa kırmasıyla yandaki tarlaya sürükleniyoruz. Tabi çarpma oldukça şiddetli olduğundan ve ben arkada emniyet kemersiz oturduğumdan kafamı çarpıyorum.

Tarlaya sürüklendikten ve Can’ın bana sakin olmam için kurduğu cümleden 2 dakika sonra, kısacası olayı biraz idrak etmeye başladığım anda sorduğum ilk soru şu oldu tabi: “A bear????”.

Araba durduktan sonra Anica panik bir şekilde arabayı terk etmemiz gerektiğini söylüyor, çünkü arabanın ön tarafından dumanlar çıkıyor. Ancak arabayı terk etmemizi engelleyen çok önemli bir etken var; ayının annesi!! Çarptığımız ayı bebekten daha büyük ergen diyebileceğimiz bir ayıymış ve böyle durumlarda ayının annesi gelebilirmiş. Öğrenmenin yaşı yok, 30 yaşından sonra nur topu gibi bir ayı kültürüm de oldu. Önümüzde iki seçenek var ya arabada kalacağız ve olası bir alev alma vs durumunda yanacağız veya dışarı çıkacağız ve ayının annesi gelirse popolarımızdan birer ısırık alacak. Hayat resmen seçimlerden ibaret.

Popomuzdan ısırılmayı seçiyoruz. Kazayı gören bir arabanın ileride yolda bizim için durduğunu fark ediyoruz ve arabaya doğru koşuyoruz.

Kazadan sonra olanlar kısaca; polis yanına bir de avcı alarak geliyor. Avcının tüfeği yaklaşık 10 metre vardı bence, o nasıl büyük bir alet! Anica’nın kardeşi ve erkek arkadaşı bizi almaya geliyor. Bu sırada aynı zamanda araba tamircisi olan bir arkadaşını arıyor Anica ve çocuk arabayı tarladan yola getiriyor. Bu sırada ayıya da bakıyor. Ayı sizlere ömür. Araba yanımıza gelince inanamıyoruz çünkü ön tarafı komple yok.

Bu sırada biz Anica’ya bu şahane karşılama için teşekkürü bir borç biliyoruz tabi :)

Bu olay resmen Amsterdam uçağına 5 saat kala kaybettiğimiz pasaportu solda sıfır bıraktı (ilgili yazıya gitmek istersen linki şurada). Bizimle seyahat etmek istersen eğer çekinmeden söyle. İstediğin adrenalinden başlayabiliriz seyahate.

Tüm gece çarpmadan dolayı herhangi bir mide bulantısı ya da baş dönmesi yaşar mıyım diye tetikdeydik ama neyse ki kalın kafalı çıktım :)

Kalan sağlarla Slovenya seyahati başlasın

Bu korkunç geceyi arkamızda bırakıp 7 Ekim sabahına mis gibi bir güneşle uyandık. Evde kahvaltımızı yaptıktan sonra yakın bölgeden başlayarak önce Zuzemberk Kalesi''ne gittik. Küçük bir kale ve her yerini gezmek 30 dakikadan fazla zaman almıyor. Kale bir tepe üzerinde ve Krka nehrine bakan muhteşem bir manzarası var. Kalenin - yüzyıllara ait olduğu biliniyor. Kale hala bir çok etkinliğe ev sahipliği yapıyor, özellikle de yaz günleri.

*Zuzemberk Kalesi'nden manzaralar

*Zuzemberk Kalesi

Kaleden sonra Krka nehrine geçtik. Nehre ulaşmak için muhteşem yeşilliklerin arasından geçiliyor. Anica'nın söylediğine göre yazın tüm gençler bu yeşillikte takılır ve nehirde yüzerlermiş.

*Burası Anica'nın en yakın arkadaşı olan Sonja'nın barı. Biz ordayken sezon dışı olduğu için kapalıydı. Ahşaptan müthiş tatlı bir yer ♥

Yeşil bir şölene hazırsan nehir ve etrafından birkaç fotoğraf ekliyorum:

Nehirden ayrılınca hem birer kahve içmeye hem de Sonja'yla tanışmaya yine Sonja'nın mekanı olan Pizzeria Toplar'a uğradık. Burası aynı zamanda nerdeyse her gün şehirden dönüşlerde birer bira içmek uğradığımız yer oldu.

Toplar aynı zamanda bölgenin adı ve otların depolandığı alan anlamına geliyor.

*Toplar'ın arka bahçesi ♥

Buradan sonra Ljubljana şehir merkezine geldik ve yemek yemek üzere Kavarna Tiskarna'ya geçtik. Bu arada ilk defa bir seyahatte yanımızda yerel birisinin olması rahatlığıyla nereye gidelim, nerede yiyelim araştırması olmadan geçti. O nedenle seçimlerimize daha fazla güvenebilirsin, çünkü hepsi tamamen yerel birinin seçiminden:)

*Ljubljana şehir merkezinden

Yemeğin ardından şehir merkezini gezdik. Merkez zaten oldukça küçük ve bir süre sonra aynı yere çıkıp çıkıp duruyorsun ve genelde her yol nehir kenarına bağlanıyor. Uzunca bir yürüyüşün ardından Zvedza'ya tatlı yemek üzere oturduk. Kesinlikle tavsiye ediyorum. hem kahveleri hem tatlıları çok çok güzeldi.

*Ljubljana şehir merkezinden

Akşam eve dönmeden hem Anica'nın arkadaş grubuyla tanışmak hem de birkaç bira içmek için yine Toplar'a uğradık.

8 Ekim sabahı Anica'nın ailesi ile birlikte aile yemeği yedik. Bütün seyahatlerde airbnb de kalalım da lokal olsun diye uğraşan ben bundan daha lokal bir gezinin içine düşemezdim sanıyorum. Yemekler çok lezzetliydi. Ayrıca dünya tatlısı ve kalabalık bir ailesi var Anica'nın. Yemekten sonra Anica'nın kız kardeşlerine kendi yaptığımız zeytin ağacından kolyeler, küpeler ve yüzükleri hediye ettik. Annesi için de taş üzerine Galata Kulesi'ni çizmiştim ve sanıyorum çok sevdi :) Babası ve erkek kardeşine de rakı götürdük. Sağolsunlar onlar da bunca misafirperverlikleri yetmezmiş gibi bize de özenip bözenip bir kaç hediye yaptırmışlar ♥

Bu güzel yemekten sonra Velika Planina (Great Plateau) adı verilen çoban köyüne gittik. Biz tabi Anica'yla olduğumuz için tüm bu yerlere arabayla rahatlıkla ulaşabiliyoruz ama açıkcası en kolay yöntem de bu. O nedenle sadece şehir merkezini değil, civarı da dolaşmak istiyorsan -ki mutlaka öyle yapmalısın- en mantıklısı havaalanından bir araba kiralamak.

Velika Planina, Kamnik adı verilen küçük ve dünya tatlısı bir kasabaya bağlı ve kasabanın yalnızca birkaç km ötesinde kalıyor. Çok az blog yazısında rastlayabileceğin bu yeri özellikle tavsiye ediyorum ve bence en görülmesi gereken yerlerin başında geliyor.

Köy m yükseklikte olduğundan önce füniküler ile bir noktasına kadar çıkıp, sonrasında yürüyüş hızına göre ya yarım saat - bir saat arası bir tırmanış yapman gerekiyor ya da teleferiğe binerek yaklaşık 10 dakikada havadan ulaşabiliyorsun. Biz teleferiğe bindik ve benim için en keyfili kısım burasıydı ama yanımda yükseklik korkusu olan bir adet Can olunca onun için aynı şey geçerli değildi bence. Füniküler ve teleferiğin ücreti gidiş dönüş 15 Euro.

*Füniküler

*Teleferik

Dediğim gibi Velika Planina bir çoban köyü ve hayatımda bu kadar sevimli bir yer görmemiş olabilirim. Bence resmen hobbit köyü. Köy, 2. Dünya Savaşı'nda yıkılmış ancak sonradan tekrar inşaa edilerek şu anki halini almış. Biz tabi yaz mevsiminde gitmediğimiz için köy bomboştu ancak yazın yüzlerce inek dışarlarda olurmuş. Köy geçim kaynağını bu ineklerden elde ettikleri süt ve peynirden sağlıyormuş.

*Velika Planina

*Buraların geleneksel giyinmiş pek sevimli amcası ♥

*Dönüş yolu

Köyden tekrar aşağıya indikten sonra Kamnik kasabasına giden yol üzerinde minik bir göl var ve nehir var. Yeşilliklerin için çok güzel bir görüntüsü var. Zaten Slovenya = yeşilin elli tonu.

Gölün ardından Kamnik'e geçtik. Kamnik nüfusu olan küçük bir kasaba o nedenle şöyle bir dolaşarak kasaba hakkında fikir sahibi olunabiliniyor. Akşam yemeği için Majolka diye bir restorana geçtik.

*Kamnik

Yemekten sonra kasabada turladık. yüzyılda inşa edilen güzel bir manzaraya sahip Mali Grad'a (grad Sloven dilinde kale demek) çıktık. Hava kararmış olduğundan biz en tepe noktasına çıkmadık gerçi, esas manzara ordaymış ama çıktığımız kadarından şehir manzarası güzel görünüyordu.

*Mali Grad

9 Ekim günü kahvaltının ardından şehir merkezine gidip, şehirde herhangi bir yere bırakmak üzere İstanbul'dayken boyadığım taşı bıraktık.

*(9 Ekim sabahı paylaşımımdan alıntıdır) "Dünyanın başka köşelerinde, hiç tanımadığım ve belki de benim gibi seyahat ve renklere olan tutkularıyla dolu insanlarla bağ kurmanın bir yolunu buldum: Gittiğim şehirlerin sokaklarına bulunması için kendi boyadığım taşlardan bırakıyorum ve arkalarına beni bulabilmeleri için sosyal medya hesaplarımı yazıyorum. Üstelik bu bulunduğum ülkeyle bir bağ kurmamı da sağlıyor :) Bu fotoğraf dünkü Velika Planina gezimizden ve taşı da bu sabah Ljubljana şehir merkezine bıraktım. Dünya ve hikayeler paylaştıkça güzel sonuçta ♥"

*Buraya bıraktım ♥

Ardından Postojna mağarasına gittik. Mağara Ljubljana şehir merkezine yaklaşık 1 saat uzaklıkta. Postojna küçücük ülkeye her nasıl olmuşsa sığmış olan mağaranın en büyüğü olma özelliği taşıyor. Mağara yaklaşık 24 km ancak yalnızca ilk 3 kmsi ziyarete açık. İlk 2 kmsi 10 dakika kadar süren bir tren yolculuğuyla geziliyor. Sonraki 1 kmsi ise yürüyererek geziliyor ve bu tur 1 buçuk saat sürüyor. Tur boyunca rehber eşliğinde gezildiğinden sürekli bilgilenebiliyorsun. Mağarada kayaların oluşturduğu şekillere ve renklere göre çeşitli isimler verilmiş. Mağara içinde ilerledikçe makarnalar diyarı, beyazlar diyarı ve kırmızılar diyarı şeklinde çeşit çeşit oluşumlar görmek mümkün. Yürüme kısmı bittikten sonra yine aynı şekilde trenle geri dönülüyor. Tur bitmeden önceki son kısımda Proteus Anguinus adı verilen ve mağaranın karanlık ve nemli ortamına ayak uydurmayı başarmış canlı türü gösteriliyor. Bu canlı yaklaşık sene yaşarmış ve uzunca süreler hiçbir şey yemeden yaşayabilirmiş.

*Postojna

Mağaraya girişteki en önemli iki bilgi olarak; giriş ücreti 24 Euro, öğrenci kimliği ile %5 indirim alabiliyorsun. Bir de mağaranın içi yaz-kış sabit 10 derece. Yazın gidilecekse bile kalın kıyafetler almakta yarar var, ben üzerimde mont olmasına rağmen buz kestim. Bir de nem oranı %95 olduğundan hissedilen sıcaklık 10 dereceden de düşük.

Mağara turunu bitirdikten sonra yakınlarındaki Predjamksi Şatosu'na gittik. Biz yalnızca dışarıdan gezdik, ancak içerisi de ziyaret edilebiliyor. Müthiş masalsı bir mimarisi var. Zaten dünya üzerindeki eşi benzeri olmayan kaleler listesinde yer alıyormuş.

*Predjamski

Predjamski'nin ardından en çok merak ettiğim yer olan Piran'a geldik. Piran'a gelince hem denizi olması hem de şehrin mimarisiyle o alışkın olduğumuz Akdeniz havasına dönmüş gibi oluyorsun. Dar sokakları ve eski binalarıyla bence zaten tam bir Venedik.

*Piran

Öncesinde çok yer gezince çok acıkmıştık ve ilk olarak meydanda bulunan Mario'da yemek yedik. Yemeğin ardından kendimizi dar sokaklarında kaybolmaya bıraktık. Piran'ın yüksek bir noktasına çıkılınca aynı anda hem İtalya'yı hem Hırvatisyan'ı görebiliyorsun. Bence müthiş bir şey.

*Bu yüksekliten bakınca solda Hırvatistan sağda İtalya görülebiliyor

Son olarak günü Cafe Neptun'de harika bir günbatımıyla sonlandırdık.

10 Ekim günü ve aslında son günümüz olan güne yine çok fazla şey sığdırdık. Can tam bir kale delisi. Her gittiğimiz yerin önce bi kalesini görmek istiyor. Önceki hayatında kral olduğundan şüpheleniyorum. Neyseki Slovenya kendisini tatmin edecek düzeyde kalelerle doluydu. Slovenya'daki son günümüz olması ve henüz Ljubljana Kalesi'ni görmemiş olması nedeniyle de başımızın etini yiyiyordu ve sonunda sabah ilk iş Ljubljana Kalesi'ne gittik.

*Şöyle bir tepeden baktık sana ey aziz Ljubljana

*Ljubljana Kalesi

Kalenin ardından şehre 50 km uzaklıkta bulunan Bled Gölü'ne geçtik. Bled Gölü'nün güzelliğini duymayan kalmamıştır zaten. Her yeri ayrı masalsı ve yeşil olan Slovenya'nın çirkin yeri var mı zaten bilemiyorum. Bled Gölü'nü güzelliği dışında bu kadar popüler yapan diğer şey ise gölün ortasında bulunan Bled Adası bence. Biz adaya geçmedik ama geçmek istenirse kişilik kayıklara binilip geçilebiliyor.

*Bled Gölü

Bizim tercihimiz neresi oldu dersin? Tabi ki kalesi! Zaten artık kesin karar verdim, evin bir köşesini minik bir kaleye çevireceğim, Can sıkıldıkça ziyaret etsin diye. Gerçi bu kale gerçekten görülmesi gerekenlerden. Hem içi, hem manzarası gerçekten harika. Ayrıca bir çok kaynağa göre Slovenya'nın en eski kalesi olarak biliniyor. Kalenin tam girişi 10 Euro, öğrenci girişi 7 Euro.

*Bled Kalesi girişi

*Bled Kalesi'nden manzara

*Bled Kalesi'nin minik pencerelerinin açıldığı muhteşem manzaralar

*Bled Gölü çevresi & muhteşem sonbahar renkleri

Yurtdışı seyahatlerindeki bu "en popüler yerleri görelim gerisi önemli değil" algısını ilk kim çıkarmış bilmiyorum ama son zamanlarda bilinçli bir şekilde oluşmaya başlayan "daha lokal gezelim" algısıyla bunun yıkılmaya başlamasına memnunum. Zira Bled Gölü evet müthiş ama ben hemen ardından gittiğimiz Bohinj Gölü'nü daha çok öneriyorum sanırım. Tamam biz altımızda araba, yanımızda bir Sloven ile tabi ki bir çok yere daha kolay ulaştık ve görme imkanı bulduk ama imkanın varsa bir araba kiralayarak aynısını yapabilmen mümkün. Hem Slovenya her yeri görmeye değer bir ülke, hem de yolları çok düzgün ve bu sayede arabayla ulaşımı çok kolaylaştırıyor.

*Bohinj Gölü

Bohinj Gölü Bled'e yaklaşık 30 km mesafede. Burayı daha çok sevmemizi sağlayan şey ise, Bled'e göre çok daha bakir kalmış olması. Bled tam bir turistik şölen, Bohinj ise tam bir haz noktası.

*Anica & kardeşi ile - Bohinj Gölü

Bohinj'e varır varmaz yine açlığımız ağır bastı ve Anica'nın tavsiyesi ile pek tatlı bir pizzacı olan PR Kosnik'de pizzalarımızı yedik. Sonrasında göl çevresinde yürüyüş yaptık.

Bohinj'in ardından yine Bled'e dönüp ve yine Anica'nın tavsiyesi olan Blejska Kremna rezina adı verilen tatlıyı yemek üzere göl kenarındaki Panaroma adlı restorana oturduk.

Slovenya'daki son saatlerimizi tam bir görsel şölen olan Bled manzarasıyla geçirdikten sonra kendimizi İstanbul'un karmaşık kollarına bırakmak üzere dönüş yoluna geçtik. İstanbul'da göremeyeceğimizi bildiğimizden bizi bir süre idare edecek kadar da yeşil, doğa ve temiz hava depoladık.

Dolu dolu 4 günde ve Anica'nın müthiş rehberliğinde sanıyorum Slovenya'nın %70'lik bir kısmını görmüş olduk. Eğer Slovenya henüz gezi planların arasında yoksa mutlaka koymalısın. Euro'nun 5 lira olması gerçeğini bir kenara bırakırsak (biliyorum çok zor ama), birim olarak bakıldığında kesinlikle diğer Avrupa şehirleri gibi olmayan, çok daha ucuza yemek içmek gibi temel ihtiyaçları karşılayabileceğin bir ülke.

Gördüğün gibi bizim seyahatler aksiyon dolu başlayıp, pek tatlı sonla bitiyor.

Bir sonraki seyahatte ne yaşayabilirizin bahislerini de açmış bulunuyorum. Tahminleri alalım? :)

P.S: Bunlar da gezi boyunca tuttuğum notlar:

Zezemere; sessizliğin huzuru heba olmasın diye geceleri yatamadığım, börtü böcek er vakitte işe koyulunca sabah uykusunu kendime hak göremediğim yer.

Gün ışığı etrafı aydınlatmaya başladığında saat beşe geliyordu. Henüz güneş parlak oklarını yeşile doğrultmamıştı ama artık alacakaranlık da değildi. Gece, Emrah’ın ustalıkla kullandığı arazi aracının kabininde dimdik bir yokuştan aşağıya inerken derenin çağıltısı da gittikçe bize yaklaşıyordu. Kurbağalar mesaide, gece kuşları son uçuşlarını savuruyordu karanlık tavanda. Emrah’ın annesinin gözü gibi baktığı tavuklar yarın sabahki hazine için mevzilerindeki çıtaların üzerine tünemiş, ortalıkta öylece başıboş dolaşıyormuş izlenimi veren evin köpekleri aslında geleni geçeni kimlik kontrolünden geçirmekteydi. Ve çok kısa bir iniş yolculuğundan sonra konaklayacağımız ahşap küme evlerin bulunduğu yerde araçtan indik. Yağmur yeni yağmıştı demek bu yöre için anlamlı bir cümle olmuyor bizce. Zira bunca yeşilin içinde yağmur bulutlarının özellikle uzun boylu ağaçlarla işbirliği içinde olmaması tuhaf olurdu. Yağmurun vesilesi her daim oralarda dolanıyordu çünkü.

Farın ışığı her ne kadar belli bir alanı aydınlatsa da Emrah araçtan inince elindeki fenerin yardımıyla hızla uzaklaşıverdi. O çevre aydınlatmasının fişini prize takıp yanımıza dönünce bir şeye takılıp düşmeyecek kadar önümüzü ardımızı görmeye başladık. Aramızda konuşmadık ama eminim hepimiz önce derin bir nefes alarak o anımıza şükür etmişizdir. Zira bitkilerin yaydıkları bir yandan, onlara karışan ve derenin akışıyla sürükleyip getirdiği tatlı suyun taşıdıklarının kokusu diğer yandan adeta ciğerler için bir bayram arefesi türünden olmalıydı. Emrah, henüz yirmili yaşların başındakilere özgü çevikliği, kırda iş görüyor olmanın hediyesi beden diriliği ile aracın bagajına az önce özenle yerleştirdiği valizlerimizi birer birer indirmeye, kalacağımız evlerin verandasına bırakmaya başladı. Biz de yumuşacık toprağa basmaktan korkan, kayıp düşmekten endişe eden hallerle ona yardımcı olduk. Sonra her bir evin içini gezdirerek kullanıma dair bilgiler paylaştı bizimle. Tek ricası vardı evlerin içine ayakkabıyla girilmemesi. Bu zaten en doğalıydı bizler için. Evin tümü ahşaptan, tamamen Emrah ve ağabeylerinin el emeği ile yapılmıştı. Her ev iki odadan oluşuyordu. Banyoda olması beklenen tüm konfor sağlanmış, diğer gözde ise iki çift kişilik sedir kıvamında ağaç yatak ve bir de çek yat bulunuyordu. Yatak örtüleri, çarşaflar, yastık kılıkları mis gibi temizlik kokuyor, havlular gecenin bu saatinde bile beyazlıklarıyla göz alıyordu. Yerde yolluk ebatında bir kilim vardı. Pencere perdeleri tül ve güneşlikten oluşuyor, iki zarif pencere “gel şöyle yamacıma oturda iki beşlik bozalım” der gibi davetkar bakıyordu. Giriş kapısının üzerine sabitlenmiş elektrikli ısıtıcı “yaz ya da kış fark etmez bana ihtiyacınız olabilir” diyerek adeta evin yeni misafirlerini selamlıyordu. Banyonun zemini muşambayla kaplanmıştı. Duş kabininin içi dışı pırıl pırıl parlarken elektrikli su ısıtıcısının daha önceden hazır hale getirildiği üzerindeki göstergelerden anlaşılıyordu.

Adetimiz olduğu üzere içine girdiğimiz odaların hepsinden hatıra niyetine bir kaç kare görüntü kaydı aldıktan sonra temel gereksinimler için valizlerimizi açtık. Saat ilerliyordu ama bizde zamana kıyıp da vakti uykuda geçirecek göz yoktu. Ekip arkadaşlarımızla evlerden birinde bir araya gelerek günü, geceyi değerlendirdik. Yarınki planımızı gözden geçirdik ve Batum’da güne başlayan bedenleri artık geceye teslim ettik.

Sabah diyordum, işte öyle erken vakitte gün ışımaya başlayınca pencerenin perdesini aralayarak aslında nasıl bir cennetin içine düştüğümüzü görmek istedim. Muhteşem bir doğanın ortasında çatıları kırmızı, gövdeleri kahverengi tonlarında bir kaç evden birinin içindeydik ve yeni gün usul usul başımızın epeyce üstündeki tepenin üzerindeki ağaçların yapraklarını, dallarını okşamaya başlamıştı bile. Telaşla hemen kişisel bakım ihtiyaçlarımızı giderip dışarıya bıraktık kendimizi. Akşam sesiyle bizi selamlayan dere meğer ne de coşkuyla akmaktaymış öyle. Hemen onun yamacına kurulmaya başlanan ve bittiğinde yeme-içme-oturma işleri için kullanılacak ahşap verandadan biz de dereye selamımızı verdik. Sağımız solumuz tarla, kısa boylu otlar arasında biti bitivermiş olan çilekler kırmızı ve minik meyvelerini sabah ziyaretçileri için hazır etmiş bekliyorlardı. Bu bölgede doğal olarak yetişen bu çileklerin lezzeti, kültürü yapılanlardan aşağı kalmazken damakta kalıcı bir tat sağlamak için, tane büyüklüklerinin zerafetinden dolayı çok sayıda meyveyi toplayıp yemeyi gerektiriyordu. Değerdi elbette. Sabah çiği özellikle otsu bitkilerin yaprakları -varsa- meyveleri üzerinde ihtişamlı mercekler yapıyor bunlar da kendilerini fotoğraf karesine aldırmak için adeta el sallıyorlardı. 

Biz tarlalar arasında sekerken, akşamdan konuştuğumuz üzere Emrah bizi kahvaltı için almak üzere evlerin önünde göründü. Emrah, kibar, neşeli, saygılı, kendinin farkında, aklı yerinde bir delikanlı. Halimizi vaktimizi sorup bir eksikleri olup olmadığını öğrendikten sonra akşam indiğimiz dik yokuştan bu kez gündüz gözüyle geriye, anayol hizasına bizi çıkardı. Yolda bir aralık durarak tavuk kümesindeki taze yumurtaları bir kaba koyup az sonra bunların bizim organlarla buluşacağının müjdesini verdi.

Anayol dediğim yer Borçka-Karagöl (ve hatta Macahel, Camili) yolu. Burası, bölgedeki ender düzlüklerden biri olduğu için buraya Gürcüce Zezemere adı veriliyormuş. Emrahların ailece (babaları rahmetli olmuş, anne ve üç kardeş, Emrah en küçükleri) işlettikleri lokantaya Zezemere adını koymuşlar. Daha sonra pansiyonculuğu da bu yemek işine eklemişler. Ortanca kardeş metal işleri üzerine meslek lisesinde okumuş ama kendini ahşaba daha yakın hissettiği için “bu ahşap evleri yaparız&#; diyerek yola çıkmışlar yakın zamanda. Büyük ağabey ve ortanca kardeş aynı zamanda elektrik santrallerinde de çalışıyorlar. Normalde işleri-güçleri var. Ama bu meslek de atalarından gelen bir meslek olduğu için onsuz da olamamışlar. Emrah çocukluk döneminde çok ciddi bir sağlık sorunu yaşayınca on yıl kadar Istanbul’da tedavi görmüş. Tabii o arada elde avuçta ne varsa evladın hayatta kalması için feda edilmiş. Çok şükür ki yaradan onu ailesine bağışlamış ve hepsi bugün bizim de tanıdığımız içten, candan insanların arasına girdiler.

Mutfakta ortanca kardeş her türlü işi yapıyor. Büyük ağabey de aynı şekilde ama o daha çok sosyal ilişkileri düzenliyor. Masalara yiyecek yetiştirmek, mavi emaye çaydanlıktan çayı bitenin çayını tazelemek, güler yüzle espriler yapmak onun işi. Masalarda yiyecek kalmaması için tatlı tatlı söylenmek, oğullarına “oğlum buraya şunu getir, bu bitti bak” demek ve hatta mutfağa girmeye yeltenenlere “gızım mutfağa girmek yasak, temizlik bozuluyor yoksa” diye ince ince çıkışmak ve hatta neşeli neşeli gülüvermek annelerinin işi. Arada ortadan kaybolmak, “nerede bu çocuk yine ya” serzenişleriyle kendini aratmak Emrah’a nasip. Böyle sıcak, sevimli bir ortamda insan ne yese, ne içse yaramaz mı sevgili okur, bize sadece gördüğümüzü dilimiz döndüğünce anlatmak düştü, bir de orada olsanız kim bilir siz neler göreceksiniz.

&#;Bu tava bitecek ha, geri gelmesin bak&#;

Mis gibi kokusu kendinden önce burnumuza erişen, mısır ununun en doğal hali, bol tereyağlı mıhlama tavası masaya inerken Hüseyin’in de sesini duymuş oluyoruz, yarı Karadeniz şivesi ve vurgusuyla: “bu tava bitecek ha, geri gelmesin bak”. O arada anne “hele bi bitirmesinler” der gibi bizim masayı süzmekte. Aslında hiç bir uyarıya gerek yok zira bu tava ne kadar büyük olursa olsun insan bunu geri göndermeye kıyamaz ki. Ver mısır ekmeğini, ver mısır ekmeğini, yandan çak yumurtaları, oh. Hani yemek konusuna girmeyecektiniz sayın anlatıcı, yazar beyefendi, ne oldu. Artvin’e gelince kural mural kalmadı, dağılıp gittiniz. Sen bunca zamandır tek yemek bahsi kurma gel Zezemere”deki Hüseyin”in mıhlamasını abara abara anlat. Neyse ben yazar adına af diliyorum sevgili okur, o da arada kendini kaptırabiliyor böyle, yemek düşkünlüğü malum zağar.

Harika bir kahvaltı alıyoruz evet ama bunda ortamın çevrenin hiç mi katkısı yok canım? Olmaz mı? var elbette. Masamızın bitim yerinden başlayan görüntü alanında az önce yukarı çıkarken kullandığımız toprak yol, yumurtaları kümesinden aldığımız ev, bir alt parselde konakladığımız evler, onların nihayetinde beyaz köpükleriyle uzaktan bile fark edilen dere, ekili ve içinde çalışanları gördüğümüz tarlalar, derenin bitiminden tekrar yükselen dik yamaç ve dört bir yanımızı kuşatan, adeta toprağın rengini gizleyen envai yeşil tonunda ağaçlar, çalılar, aralarına sığınmış otsu bitkiler. Muazzam, muazzam.

Kahvaltının tadına varmaya çalışırken bir yandan da günün gezi programı için kardeşlerden brifing de alıyoruz. Konuşmaların özü şu, öncelikle bir günde yapılacak iş için öyle abartılı hayaller kurmayın, çünkü yollar uzun, araçla belli bir yere vardıktan sonra odak noktasına ulaşmak için yürünecek yollar da bir öncekini aratmaz. Madem buralara kadar geldiniz şunları, bunları görmeden gitmeyin. Yol haritası ve nasihatları aldıktan sonra Macahel bölgesi, Camili Köyü ve Maral Şelalesi için yola koyuluyoruz. 

Yol boyunca sürekli yükselirken bulutlar kimi zaman o kadar yakınımıza geliyor ki yolu kaybetme endişesi yaşıyoruz. Yüksek dağ zirvelerinden, orman gülü ağırlıklı doğa harikalarını izleyerek yol alıyoruz. Konakladığımız yerden Camili köyüne ve oradan da Maral Şelalesi’ne yaklaşık 40 km ve bir saati biraz aşan bir zaman diliminden varılacak gibi görünüyor. Ancak yol zemin ve genişlik olarak sorunsuz olmasına rağmen virajlı ve  inişli-çıkışlı olduğu için planlanandan biraz daha fazla zaman alıyor. Yükseltiler de çukurluklar da oldukça keskin, bir Egeli için hissedilir derecede farklı. Ama yol da çevre de çok keyifli. Zaman zaman fotograf çekmek için durup oyalanmamak neredeyse imkansız. Yüksek dağ zirvelerinden aşağı iniş başladığında derin ve geniş bir vadiye kurulmuş seyrek ahşap, betonarme evler, kıyılarındaki tarım alanları ile farklı coğrafyaya, iklim bölgesine girdiğimizi sesleniyordu adeta. Nitekim aşağıya indikçe yukarılarda hissettiğimiz soğuk etkisi yerini tatlı bir Ege, Akdeniz sıcaklığına bırakıyor. Yol Camili Köyünde bitiyor. Gerçekten “yol bitiyor” burada. Yıllardır belgesellerde, gezi programlarında görüp kışını-yazını merak ettiğimiz Camili’deyiz. Burası Machael bölgesinin bizim topraklarımızda kalan son kısmı, Köy camiinin hemen yanındaki aralıkta yer alan tel örgü ve karakolun ardı Gürcistan. Özel bir köy burası, pek çok sınır boyu yerleşimi gibi az ötedeki ülkenin belki de önemli bir kentine, bağlı olduğu ülkeninkinden çok daha yakın bir yerleşim. Burayı görmeye gelmenin cazibesi de bahsettiğim konuların çekiciliğinin yanında yörenin örneğin balından, insanından, coğrafyasından ileri geliyor.

Sınır boylarındaki yerleşimlerde bayrak kullanımının yaygınlığı dikkat çekici. Sınır gözcülüğü oralarda yaşayaların namusu bir yerde.

Ülkelerin sınırlarındaki karışık yaşam her zaman ilgimi çekmiştir. Buralarda yaşayan insanlar kültürel anlamda daha bir zengin gelir bana. Çünkü iç bölgelerde yaşayanlardan çok daha kolay bir şekilde başka milletlerden insanlarla komşuluk yapabilirler. Farklı insan tiplerini, yaşam şekillerini daha kolay ve yakından deneyimleyebilirler. Bu da bir ayrıcalık bence. Bakın Edirne’ye, Sarp’a, Doğubeyazıt’a ya da Klagenfurt&#;a, Basel&#;e.

Ekibimiz araçlardan iner inmez kimimiz bir an önce en güzel fotoğrafları çekmekle meşgulken ben kendimi tel örgünün olduğu dar sokakta buldum. Nöbetteki askerle biraz konuşunca burada kışın, yazın nasıl geçtiğini, acil durumdaki hastaların ikili anlaşmalar uyarınca buradan Batum’a oradan da Sarp’a götürüldüğünü, hele kışın ilk karı yağdıktan ve yollar kapandıktan sonra buradan Borçka’ya ulaşımın tamamen kesildiğini ve hatta hatta hemen arkamdaki yatılı bölge okulunun ögrencilerinin sonbaharla beraber okulun pansiyonuna yerleştiğini ve büyük ihtimalle ara tatile kadar köylerine gidemediklerini, bu yalıtılmış ortam sayesinde de öğrencilerin hep ve çok ders çalıştıklarını, bu yöreden çok okumuş, iyi konumlara gelmiş insanların olmasının da bu ulaşım sorununun bir sonucu olduğunu öğreniyorum. Doğal olarak askeri alanda fotoğraf çekmek, çekilmek yasak olduğu için tertemiz yüzlü, miğferi göz hizasına düşmüş, çapraz duruşta nöbet tutan delikanlıyla bir fotoğrafımız olmuyor.

Sonra köyle ilgili bütün görsellerde yer alan ahşap caminin avlusuna gidip içine giriyoruz. Temeli çok eski olmasına rağmen ciddi onarımlar geçirmiş, çok güzel bir köy camii. Sanırım sınırlarımıza en yakın konumdaki cami burasıdır. Çünkü camlarından sağa bakınca Gürcistan toprakları görünüyor. Caminin bahçesindeki bankta oturan bir amcayla tanışıyoruz. Kendisi köyde 20 yıl muhtarlık yapmış. Şimdiyse Istanbul’da bir işyeri var, orada yaşıyormuş. Zaman zaman köye gelip evini barkını kontrol edip, biraz vakit geçirip dönüyormuş. Eski hikayelerinden paylaştı kısa sohbetimiz sırasında ve vedalaşarak ayrıldık.

Maral, ceylanın çevikliğinde, gözlerinin büyüleyicilğinde; yükseklerden salınır, akar da akar dağ zirvelerinden. Bir ses işitmek isterse gönül o ahu gözlü ceylandan yana o vakit düşecek meşakkatli bir yolculuk için keskin dağ yamaçlarına.

Şimdi de yönümüzü -Emrah’ın da, ağabeylerinin de bunu görmeden gidemezsiniz geriye dediği- Maral Şelalesine çevirdik. Bir süre asfalt ve uzunca bir sürede toprak dar yoldan ilerledik. Dağınık yerleşim yerleri arasından, iki arabanın yan yana geçemeyip ilerlemek için birbirini beklediği yol bitmek bilmiyordu. Dönenlere sorduğumuzda az kalmıştı oysa ki, ama bir türlü o “az” yol nihayete ermiyordu. Sonra bir kaç aracın park halinde olduğu bir açıklığa geldik. Biz de diğerleri gibi bundan sonrasını yürüyecektik. Tozun toprağın içinde keyifle, neredeyse doğallaşmış merdiven sekilerden heyecanla seke seke, dar yürüyüş yollarında karşıdan gelenlere kah yol vere kah yol ala ala, tırabzanları sıkı sıkı tuta tutan aşağılara indik. Geri dönüşte bu inişleri bu defa çıkacağımızı hesaba kata kata. Sonunda bir düzlükte oluşturulmuş bekleme, oturma alanının soluna düşen aralıktan baktığımızda tüm ihtişamıyla çok yüksekten aşağıya beyaz köpüklü suyunu bırakan Maral Şelalesiyle göz göze geldik. Aman Allahım bu neydi, bu nasıl bir şeydi böyle. Onca yolu gelmeye, onca merdiveni inmeye ne kadar da değmişti yahu. Bir süre sakince, öylece kaldık, gözlerimiz bu su akış şöleninden nasibini alsındı, alsındı. Yeşil bilmem kaç tonuyla artık iyice yoldan çıkmış, şımarıklık mertebesine erişmiş göz sinir hücrelerimiz neye uğradığı şaşırmış olmalıydı. Sonra. Sonra yeni parkur, o şelalenin en tepesinden büyük bir cesaret ve ihtişamla kendini aşağı bıraktığı yerle kayaya vurduğu zemin arasındaki mesafenin alttan da görülmeyi hakkettiğine kanaat edip yeniden dar ve bu kez daha dik merdivenvari doğal basamakları inmeye başladık. Inenlerin çıkanlara yol verdiği, hemen sağımızın hemen solumuzun kokulu çilek meyveleriyle bezeli olduğu, tehlikeli bir iniş yoluydu bu. Dikkatle inildi, şelale sularının büyük bir şiddetle kayaya çarpıp zerreciklere bölündüğü yerde o minik damlacıkların serinletici etkisinden faydalanıldı. Zira sıcaklık etkisini iyiden iyiye kendini üzerimize salmıştı. Sayısız adet fotoğrafla anı hatıra defterine kaydetme çabamız da nafileydi ayrıca, biliyorduk. Çünkü hiç bir görüntü o zerreciklerin ortama lime lime dağılışının ürettiği serinliği, kayalara vuran damlalardan peydahlanan çarpma sesini veremeyecekti. Ama olsundu.

Sonra geri dönüş yolculuğumuz başladı. Maral’a veda vaktiydi, yol uzun, gidilecek epeyce yer vardı. Sonra kardeşlerin sabahki sözü geldi aklıma “bir günde yapacaklarınız çok sınırlı aslında”. Aracımızı park edip şelaleye erişmemiz, tekrar geri dönüş yolunu alıp aracımızı hareket ettirmemiz yaklaşık bir saat kırk dakika gibi bir zaman almıştı. Sonra dar toprak yolu Camili’ye kadar geri döndük ve yeniden dağ zirvelerine çıkarak bu şahane coğrafyaya içimizde özel bir yer ayırarak Borçka’ya geldik. Bugün Borçka’nın pazarının olması ne iyiydi. Şahane meyvelerle, süt mısırlarla akşam üzeri bünyedeki görsel şölene gıda takviyesi yapmış olduk.

Artvin: yeşilin öz oğlu, okumuş, güzel bakışlı insanlarıyla, dar sokaklarıyla, düzlüğe hasretliğiyle can şehir

Ve sonra yağmur bulutları yine bizimleydi. Şehir merkezinde görülmesi gereken yerleri hedefe alarak “Apartman Şehir” Artvin’e doğru yola koyulduk. Erken doğan gün elbette vedayı da erkene alacaktı, biliyorduk. Borçka’da dev elektrik santrali ile önü kesilen yeşil rengiyle, akışıyla, çapıyla, duruşuyla muhteşem Çoruh Nehri’nin üzerinden bir o yana bir buyana geçerek Artvin’e geldik. Düz alandan en az nasiplenmiş ilimiz olan Artvin’e varyantları dolanarak, dönerek eriştik. Dünyanın en büyük heykeli olarak tanıtılan Atatürk Anıtının olduğu dağa çıkarak Kafkasör Yaylasına ve Artvin’e uzaktan ve yukarıdan baktık. Güzeldi. Ve bu harika günün akşamında Artvin yaylalarından beslenerek sofralara gelen lezzetli yiyeceklerle finali yaptık.

Borçka pazarından satın aldığımız meyvelerin ikinci bölümünü Zezemere’deki ailemizle tüketirken sohbet de sohbeti açıyor yarın ayrılacağımız bu yere veda ederken ne kadar da hüzünleneceğimizi düşünüyorduk. Yeniden ahşap evimize döndük ve derenin çağıltısına gün boyu biriken umutları, tatları, yeşilleri, mavileri çoğalsın, çağlasın diye bıraktık. Çok şükürle, bin şükürle.

Grafiti dolu sokakları, enfes kahvesiyle Bogota

Grafiti dolu sokakları, enfes kahvesiyle Bogota

Seyahat

Serda B&#;Y&#;KKOYUNCU

Haber Giriş: -  

nest...

© 2024 Toko Cleax. Seluruh hak cipta.