Yrd. Doç. Dr. Ömer SABUNCU
Hz. Âişe, Teym kabilesine mensuptur. Teym kabilesi, Arapların dört ana kolundan biri olan Mudarın en önemli kabilesi olarak kabul edilen Kureyşin bir koludur. Bu kabile İslâm öncesi ve sonrası dönemde siyâsî ve sosyal olarak aktif durumdaydı. Keza Teym b. Mürrenin, İslâmdan önce Mekkeli Arapların yaptığı anlaşmalara (hilf) katılması ve Mekkede haksızlığa uğrayanlara yardım amacıyla oluşturulan, Hz. Muhammedin de (sas) katıldığı Hilfül-fudûlun, cömertliğiyle meşhur Teymli Abdullah b. Cüdânın ev sahipliğinde kurulması bunun en güzel örneklerini teşkil etmektedir. İslâmiyetten önce cömertliği ile meşhur Abdullah b. Cüdʻân ile bilinen kabile, İslâmiyetle birlikte Talha b. Ubeydullah ve Hz. Ebû Bekir gibi önemli şahsiyetlerle şöhretini devam ettirmiştir.
Çalışmamızın asıl konusu olan ve bu kabileye mensubiyeti herkesçe malum olan Ümmül Müminin Hz. Âişenin nesebi Âişe bt. Ebû Bekir es-Sıddîk Abdullah Atîk b. Ebû Kuhâfe Osman b. Âmir b. Amr b. Kaʻb b. Saʻd b. Teym b. Mürre b. Kaʻb b. Lüeyy b. Fihr b. Mâlik b. Kinâne el-Kureşî et-Teymîdir.
Hz. Âişenin babası Hz. Ebû Bekir, annesi Ümmü Rûmândır. Dedesi Ebû Kuhâfe, Mekkenin fethinden hemen sonra oğlu Ebû Bekirin aracılığıyla Müslüman olup sahâbîler arasına katıldı. Halaları; hepsi de sahâbî olan Ümmü Âmir, Kureybe ve Ümmü Fervedir. Hz. Âişenin anne ve babasının mensup olduğu Teym kabilesinin soyu Mürre b. Kâʻbda; baba tarafından nesebi yedinci; anne tarafından nesebi ise on bir veya on ikinci batında Hz. Peygamberin (sas) nesebiyle birleşmektedir.
Babası Hz. Ebû Bekir, Hz. Peygamberin (sas) yakın dostu, hicrette yol arkadaşı ve onun tarafından Sıddîk olarak taltif edilmiş olup Hulefâ-yi Râşidînin ilkidir. Hz. Peygamberin (sas) onun üstünlüğünden söz ederken herkesin kendisini yalanladığı bir sırada Hz. Ebû Bekirin inandığını ve İslâmiyet için her şeyini feda ettiğini söylemesi onun ilk Müslümanlardan olduğunu göstermektedir.
Annesi Ümmü Rûmân, Medinede hicretin altıncı yılı (), Zilhicce ayında vefat etmiştir. Cenaze namazını Hz. Peygamber (sas) kıldırmış, kabrine inip onun için dua ettikten sonra, Allahım! Ümmü Rûmânın, senin ve peygamberinin uğrunda neler çektiğini en iyi sen bilirsin demiştir. Ayrıca sahâbîlere cenazesini göstererek, Kim cennet hurilerinden bir kadını görmek isterse Ümmü Rûmâna baksın. dediği belirtilmektedir.
Hz. Âişenin dördü erkek ikisi kız olmak üzere altı kardeşi vardır. Bunların tamamı Müslüman olmuştur. Bunlardan sadece Abdurrahman ana-baba bir kardeşidir. Baba bir, anne ayrı kardeşleri Abdullah, Esmâ, Muhammed ve Ümmü Külsûmdur. Anne bir baba ayrı kardeşi ise Tufeyldir.
Künye kelimesi sözlükte bir kişinin, adı, babasının adı, doğum yeri ve yılı, mesleği gibi vasıflarını gösteren kayıt anlamına gelir. Araplarda künye ise,ebû, ibn, veya ümm, bt. kelimeleri ile başlayan tabirler için kullanılır. Künye hemen hemen bütün Arap adlarında yer alır. Hatta birçok kişi yalnızca künyesiyle seafoodplus.info Hibbânın naklettiği bir rivayete göre Hz. Âişe, Abdullah b. Zübeyr dünyaya gelince onu Resûlullaha (sas) götürdü. Resûlullah (sas) tükürüğünü onun ağzına sürdü ve: Bu bebeğin adı Abdullah senin de künyen Ümmü Abdullah olsun dedi. Hz. Âişe vefat edinceye kadar Ümmü Abdullah diye anıldı.
Lakap bir kimseye asıl adından ayrı olarak sonradan takılan ikinci bir isim; şeref payesi; halife ve sultanların hâkimiyet alametidir. Kişinin severek aldığı, onu toplum içinde yücelten ad anlamında lakap güzel görülmüşancak inananların birbirlerini çirkin lakaplarla çağırmaları Kuran-ı Kerimde yasaklanmıştır.
Hz. Peygamber (sas) Hz. Âişeyi çok sevdiği için kendisine Ayşe, Uveyş ve Âiş (Âyiş) diye hitap ederdi. Ayrıca açık tenli olmasından dolayı Hz. Âişeye Humeyrâ denildiği kendisine Hz. Peygamberin (sas) bu şekilde hitap ettiği de rivayet edilmiştir. Hz. Âişeye şerefi ve faziletine delalet eden pek çok lakap verilmiştir. Bunlardan tespit edebildiklerimiz şunlardır.
Ümmül-Müminîn/Ümmehâtül-Müminîn Hz. Peygamberin (sas) hanımları için kullanılan bir lakaptır. Müminlerin Annesi anlamına gelen bu tabir Hz. Âişenin en meşhur lakabıdır. Bu lakabı bizzat Allah (cc) vermiştir. Kuran-ı Kerimde: Peygamber, müminlere kendi canlarından daha yakındır. Eşleri, onların analarıdır. buyrulmaktadır. Müminlerin Anneleri konumundaki eşlerinin boşandıkları takdirde başkaları ile evlenmeleri Kuran hükmüyle yasaklanmıştır.
Allah Resûlünün sevgilisi anlamına gelen bu lakap Hz. Peygamberin (sas) Hz. Âişeye aşırı sevgisini göstermektedir. Resûlullaha (sas): İnsanlar içerisinde en çok kimi seviyorsun? diye sorulduğunda Resûlullah (sas): Âişe cevabını verdi. Peki, erkeklerden en çok kimi seviyorsun? denilince babasını buyurması Hz. Âişeye olan sevgisine güzel bir örnektir.
Sıddîk doğru sözlü, doğruluktan ayrılmayan gerçeği tasdik eden anlamlarında kullanılan bir Kuran terimidir. Hz. Ebû Bekir, es-Sıddîk lakabıyla tanındığı için Hz. Âişeye Âişe es-Sıddîka (es-Sâdıka) bintis-Sıddîk denilmiştir. Mesrûk, Hz. Âişeden hadis rivayet ederken bu lakapla başlamıştır. İbn Hacer de Âişenin Faziletleri Bâbına O, Sıddîka bt. es-Sıddîkşeklinde başlamıştır.
Tayyib, temiz ve yararlı olduğu için insan tabiatına hoş gelen aklın ve dinin benimsediği şeyler hakkında kullanılan Kuran tabiridir. İfk Hadisesinden sonra inen Nûr Sûresinin Âyeti Hz. Âişe hakkında nâzil olmuştur. Âyette Hz. Âişenin Tayyibe/temiz olduğu ifade edilmiştir. Bundan dolayı Hz. Âişe hakkında Tayyibe lakabı kullanılagelmiştir. Hz. Âişe: Temiz (Tayyibe) olarak yaratıldım ve temiz (Tayyib) birisine eş oldum. Mağfiret ve bereketli bir rızıkla müjdelendim.demiştir.
Hz. Âişeye beyaz tenli olmasından dolayı Humeyrâ denilmiştir. Hz. Peygamber (sas): Dininizin yarısını Humeyrâdan alınız. buyurmuş, bu sözüyle Hz. Âişeyi kast etmiştir.
Başarılı, zeki, muktedir ve sonuç alan anlamındadır. Bu lakab da Hz. Âişeye Hz. Peygamber (sas) tarafından verilmiştir.
Sözlükte berî, müstesna, azâde, münezzeh ve arınmış anlamlarına gelir. Hz. Âişeye müberrâ denilmiştir. İfk Hadisesinde münafıkların dedikoduları şuyu bulduğunda Hz. Âişe ve İfk ehli hakkında âyet-i kerime nâzil oldu. Hz. Âişe münafıkların iftiralarından berî ve arınmış olduğu için kendisine müberrâ denilmiştir.
Hz. Âişe bisetin 4. yılında () Mekkede dünyaya geldi. Çocukluğu hakkında fazla bilgi yoktur. Araplarda sütanneye verilme geleneği sebebiyle Hz. Âişe de sütanneye verilmiş; onu Vâil Ebül-Kuaysın hanımı emzirmiştir. Hz. Peygamberin (sas) en yakın arkadaşı ve sırdaşının kızı oluşunun; Resûlullahın evlerine hemen her gün gelişinin; davetin ve büyük hadiselerin meşakkatini yüklenen bir evde yetişmesinin onun şahsiyetinde, İslâmı ve hayatı anlamasında büyük tesiri olmuştur. Özellikle de akıllı ve zeki oluşu çocukluğundan beri hareket ve davranışlarından seziliyordu.
Hz. Hatice vefat edince Resûlullah çok üzüldü. Bunun üzerine Allah (cc) Cebrâilin elinde beşikte olduğu hâlde Âişeyi gönderdi ve Ya Resûlallah! Bu senin üzüntünü giderecektir ve Haticeye halef olacaktır dedi ve sonra alıp geri götürdü. Sonraları Resûlullah Hz. Ebû Bekirin evine gider, Ey Ümmü Rûmân, sana Âişeye iyi bakmanı tavsiye ederim, onu koru derdi. İşte bu sebeple Hz. Âişenin kendi evi içinde iyi bir değeri vardı ve Allahın Hz. Âişeye dair emir buyurduğu husus hakkında da herhangi bir bilgileri yoktu.
Resûlullah her zaman olduğu gibi Hz. Ebû Bekirin evine gittiği sırada -Hz. Peygamberin (sas), Hz. Ebû Bekir Müslüman olup da hicret ettiği güne kadar evine gitmediği neredeyse hiçbir günü olmamıştır- Hz. Âişenin evin kapısının arkasında saklanmış vaziyette hüzünle ağladığını gördü. Hz. Peygamber (sas) ona neden ağladığını sorunca o da annesini şikâyet etti. O sırada Hz. Peygamberin (sas) gözleri yaşarmış ve Ümmü Rûmâna Ey Ümmü Rûmân, ben sana Âişeyi muhafaza etmeni söylememiş miydim? diye sorunca o da Ya Resûlallah! O, benim hakkımda Sıddîka haber ulaştırıp beni kızdırıyor dedi. Resûlullah Bundan sonra yapmaz deyince Ümmü Rûmân da Bundan sonra ben de kesinlikle onu üzmeyeceğim dedi.
Hz. Âişe altmış beş veya atmış altı yaşında iken 17 Ramazan 58 (14 Temmuz ) Çarşamba gecesi, vitir namazını kıldıktan sonra Medinede vefat etti. Vefatı Muâviyenin halifeliği devrinde oldu. Ölümü Medinede büyük bir üzüntüyle karşılanmış, cenazesi aynı gece kaldırılmıştır. Kadınlar da dâhil olmak üzere Medine ve civarındaki bölgelerde yaşayan bütün halk geceleyin Cennetül-Bakiye gelmiş, cenazesinin üzerine bir örtü çekilerek cenaze namazı mezarlığın ortasında Medine vali vekili Ebû Hüreyre tarafından kıldırılmış, vasiyeti üzerine Cennetül-Bakiye defnedilmiştir. Onu kabre erkek ve kız kardeşlerinin çocukları Kâsım b. Muhammed, Abdullah b. Abdurrahman, Abdullah b. Muhammed b. Abdurrahman b. Ebû Bekir, Urve b. Zübeyr ve Abdullah b. Zübeyr koymuşlardır.
Hz. Âişe ince yapılı, büyükçe gözlü, dalgalı saçlı, beyaz tenli ve güzel yüzlü bir hanım olup büyüleyici bir güzelliğe sahipti. Hz. Âişe güzel giyinmeyi severdi. Hz. Âişenin üzerinde ince siyah deriden bir elbise, kollu başka bir elbisesi vardı, başörtüsü ve peçe takardı. Elbisesi yalancı safran ile boyalıydı. Hz. Âişe: Bir defasında Resûlullah ileberaber dışarı çıkıp da Kaha mevkiine varınca saçlarıma sürdüğüm sarı boya yüzüme akıverdi. Resûlullah bunun üzerine Ey kumral saçlı, şimdi rengin daha güzel dedi.
Hz. Âişenin mükemmel bir zekâsı ve hâfızası vardı. Bir gün Hz. Âişe arkadaşları ile karınca oyunu oynarken Resûlullah eve gelmiş, karıncalar içinde kanatlı bir at bulunduğunu gördüğünde Hz. Âişeye: Bunlar nedir ey Âişe? diye sordu. Attır cevabını alınca, Fakat atın kanatları olur mu? deyince Hz. Âişe: Neden olmasın! Süleymanın atları kanatlı değil miydi? diye cevap verdi. Bunun üzerine Resûlullah tebessüm seafoodplus.info Âişenin cevabı onun zekâsını, hâfızasındaki kuvveti ve çağrışım kabiliyetini gösterir. Hz. Âişenin hâfızası her hadise münasebetiyle bir şiir okuyabilecek kadar kuvvetli idi. Hâfızasında yüzlerce şiir bulunan Hz. Âişe yüz altmış beyitlik bir kasideyi ezbere okuyabiliyordu. Hz. Âişe güçlü hâfızası ve ezberindeki şiirler sayesinde Arap toplumunun gözde edebî ifade tarzını yakalayabilecek belâğatli ve etkili konuşmalar yapardı. Bu konuşmalar dinleyenlerde hayranlık uyandırırdı. Şüphesiz çok büyük bir şöhrete sahip oluşunda, etkili ve güzel söz söyleme sanatında güçlü hâfızasının etkisi büyüktü.
Hz. Âişe edebî yönü, fesâhat ve belâgatıyla ünlü bir hatipti. Bu yüzden konuşması insanlara çok tesir ederdi. Babasının vefatı üzerine kabri başında yaptığı dua, Cemel Savaşındaki hutbesi ve bazı mektupları onun edebî kabiliyetini gösteren şaheser örneklerdir. Ayrıca Arap tarihi, ensâb ilmi, câhiliye çağının içtimaî vaziyeti, örf ve âdetleri hakkında geniş bilgi sahibi idi. Şiir ve edebiyat ile tarih ve ensâbı, bu konularda ihtisas derecesinde bilgi sahibi olan babası Hz. Ebû Bekirden öğrenmişti. Hz. Âişe son derece fasih ve beliğ konuşurdu. Öğrencilerinden Mûsa b. Talhâ: Hz. Âişeden daha fasih konuşan bir kimse görmedim. demiştir. Ahnef b. Kays ise, Hz. Âişenin ağzından duyduğum söz kadar muhteşem ve güzel söz duymadım. demiştir.
Hz. Âişe, Hz. Peygamber (sas) vefat ettiği zaman çok genç olmasına rağmen Kuran-ı Kerîmi ve Hz. Peygamberin (sas) sünnetini en iyi bilen, anlayan ve muhafaza eden sahâbîlerin başında yer almaktaydı. O, hem baba evinde, hem Hz. Peygamberin (sas) yanında zekâsı, anlayış kabiliyeti, öğrenme arzusu, kuvvetli hâfızası, aşk ve imanı sayesinde en iyi şekilde yetişti ve başkalarına nasip olmayan bilgiler edindi. Hz. Peygamberden (sas) aldığı feyiz sayesinde İslâm esaslarının en mümtaz öğreticisi oldu. Hz. Âişenin elde ettiği bilgiler sadece dini ilimlerle sınırlı değildi. Onun bilgisi Tarih, Tıp, Edebiyat, Hitâbet, Arabistan tarihi ve Ensâb gibi alanlarda da ileri seviyedeydi. O ilminin büyük kısmını babasından almıştır. Hz. Âişenin bazı tıbbî bilgileri öğrenmesi ise Resûlullaha gelerek ona bu hususta tedavinin nasıl yapılacağını anlatan Arap heyetleri vasıtasıyla olmuştur. Urve ona: Tıp ilmini nereden ve nasıl öğrendin? diye sorduğunda şöyle cevap vermiştir: Ömrünün sonlarında Resûlullah hastalanınca her taraftan kendisineheyetler gelir ve tedaviyle alakalı tariflerde bulunurlardı ve ben de o şekilde tedavi ederdim, işte buradan biliyorum. Hz. Âişe tabiplerin verdiği ilaçları öğrenir, bunları Resûlullaha hazırlar, katıldığı savaşlarda yaralıları tedavi eder ve yaralarını sarardı.
Sünnet-i nebeviyyeyi nakil ve şerh etmekle kalmadı, aynı zamanda onun doğru anlaşılması hususunda ilmî tenkit zihniyetini ortaya koydu. Küçük yaşından itibaren Kuranı ezberlemeye başlamış âyetlerin kıraat tarzını iyice öğrenmişti. Bilhassa Medinede nâzil olan âyetlerin nüzûl sebeplerini, delâletlerini, tahlil ve değerlendirmelerini ve her âyetle nasıl istidlâl edilip ondan nasıl ahkâm çıkarılacağını çok iyi bilirdi. Kuranı en iyi anlayanlardan biriydi. Kuran-ı Kerîmi tefsir etmiş, Sünneti de çok iyi anlamış olan Hz. Âişe, hadislerden istinbât ve kıyas suretiyle yeni hükümler çıkarırdı. Onun ictihad ve fetvaları, kendisinin bir fakîh ve müctehid olarak kabul edilmesini sağladı.
Hz. Âişe çok cömert ve yardımseverdi. Bir defasında Hz. Âişeye içerisinde yüz bin dirhem bulunan iki çuval dolusu para gönderildi. Âişe bir tabak istedi, o gün de oruçluydu, oturdu ve insanlara pay etmeye başladı. Akşam olduğunda geride bir dirhem dahi kalmadı. İftar vakti geldiğinde: Kızım iftar yemeğimi getir! dedi. Hizmetçisi ona ekmek ve yağ getirdi. Ümmü Zerre Âişeye: Bugün dağıttıklarından bize bir dirheme et alsaydın da onunla iftar etseydik! dedi. Bunun üzerine Âişe: Beni kınama, hatırlatsaydın bunu yapardım seafoodplus.infoşka bir rivayette Urve, Hz. Âişe hakkında şunu söylemiştir: Onun yetmiş bin dirhem sadaka dağıttığını gördüm. Bununla beraber eski elbiseler giyinirdi. Yine Urveden rivayet edildiğine göre Hz. Âişe, kendi giysisini yamadığı hâlde, yetmiş bin dirhemi sadaka olarak dağıtmıştı. Bu rivayet, Hz. Âişenin cömertliği, ibadeti ve zühdünü göstermektedir.
ez-Zehebî, Şemsüddîn Ebû Abdillah Muhammed b. Ahmed b. Osman (ö. /), Siyeru Alâmin-Nübelâ, thk. Şuayb el-Arnavût, Müessesetür-risâle neşri, 2. Baskı (23 cilt), c. 2, s.
İbn Sad, Muhammed b. Saʻd b. Menî el-Hâşimî el-Basrî (ö. /), et-Tabakâtül-Kübrâ, 2. Baskı, 9 cilt, Beyrut: Dârül-kütübil-ilmiyye, /, c. 8, s.
eş-Şâmî, Şemsuddîn Ebû Abdullah Muhammed b. Yûsuf b. Ali b. Yûsuf es-Sâlihî ed-Dimaşkî, (ö. /), Peygamber Külliyatı, çev. Halil İbrahim Kaçar, İstanbul, Ocak Yayıncılık, , c. 11, s.
Babası Ebu Bekir, es-Sıddîk lakabıyla tanındığı için kendisine Aişe es-Sıddîka (es-Sâdıka) binti’s-Sıddîk denilmiştir. Annesi, Kinâne kabilesinden Ümmü Rûmân bint Âmir'dir.[7]
İslam peygamberi Muhammed ile soyları baba tarafından yedinci-sekizinci kuşakta, anne tarafından soyları ise on bir-on ikinci kuşakta birleşmektedir.[8] Aişe'ye Muhammed tarafından "Ümmü Abdullah" künyesi verilmiştir.[9][10][11]
Hz Aişe kimdir ve Hz Aişe kaç yaşında evlendi? İşte Hz Aişe kimdir kaç yaşında evlenmiştir, Hz Aişe annemize atılan iftira hakkında bilgi.
Aişe bint Ebu Bekir; Peygamber Efendimiz Hz Muhammed (sav)e ilk iman eden onun en sadık dostu Hz Ebu Bekirin kızı ve Hz Peygamberin (sav) zevcesidir. Resulullahın Hz Haticeden sonra en çok bağlandığı ikinci hanımıdır. Annesi Ümmü Ruman binti Âmir İbni Uveymirdir. Künyesi Ümmü Abdullah, lakabı Sıddîka, ünvanı Ümm-ül-müminîndir.
Hz Aişe Nübüvvetin dördüncü senesinde (Hicretten dokuz veya on sene önce) Mekkede dünyaya gelmiştir. Hz Aişe Validemiz, son derece zeki, bilgin, akıllı, edep ve haya sahibi, üstün bir kadındı.
Hz Aişe, Peygamber Efendimiz (sav) ile hicretten önce Mekkede nikâhlandı. Hicretten sonra da Medinede düğünleri oldu. Hz. Âişe, zekâsı, anlayışı, güçlü hâfızası, Kuran-ı Kerîmi en iyi şekilde anlamaya çalışması, güzel konuşması gibi özellikleriyle Hz. Peygamberin (sav) yanında özel bir yere sahipti. Hz Peygamber (sav) onunla sohbet etmekten, davetlere onunla birlikte katılmaktan ve onun sorularını cevaplamaktan hoşnutluk duyardı. Hz Peygamber (sav) hastalandığında diğer hanımlarından izin alarak Hz Âişenin odasına geçti. Hz Âişenin odasında vefat etti ve buraya defnedildi. Hz Peygamberin (sav) vefatından sonra Kuranı ve sünneti en iyi bilen sahâbîlerin başında yer alan Hz Âişe, İslâm hukuku ve hadis ilmine katkılarıyla büyük İslâm âlimlerinden kabul edilmektedir. Evini kadın erkek, büyük küçük herkese açarak yıllarca Medinede eğitim ve öğretim faaliyetlerini yürüttü. Hicrî 57 veya 58 senesinde Medinede vefat etti.
Hz Aişe kaç yaşında evlendi
Hz. Peygamberin bu isteği, vahyin başlangıcından on yıl sonradır. Hz. Ayşe vahiy başlangıcından beş altı yıl önce doğmuştur. Dolayısıyla Hz. Ayşenin Peygamberimizle evlendiği yaşın on yedi-on sekiz olduğu ortaya çıkar.
Bu konu, daha detaylı bir şekilde Mevlana Şibli nin “Asr-ı Saadet” kitabında geçer. (İst. 2/ )
Hz. Ayşenin evlendiği zaman yaşının büyük olduğunu, ablası Esmanın biyografisinden kesin olarak anlıyoruz. Eski biyografi kitapları Esmadan bahsederken diyorlar ki: “Esma yüz yaşındayken, Hicretin Yılında vefat etmiştir. Hicret vaktinde yirmi yedi yaşındaydı. Hz. Ayşe ablasından on yaş küçük olduğuna göre, onun da hicrette tam on yedi yaşında olması icap eder. Ayrıca Hz. Ayşe, Hz. Peygamberden önce Cübeyrle nişanlanmıştı. Demek evlenecek çağda bir kızdı.” (Hatemül Enbiya Hz. Muhammed ve Hayatı, Ali Himmet Berki, Osman Keskioğlu, s. )
Hz Aişe ifk olayı (iftira Olayı)
İfk Hadisesi, Hz. Âişe (r.a.) validemize, münafıkların reisi Abdullah b. Übey tarafından yapılan iftira hadisesidir. Hadise şöyle cereyan etmiştir:
Hz. Âişeden (r.a.) öğrendiğimize göre, Resûlullah (a.s.m.) herhangi bir sefere çıkacakları zaman Ezvac-ı Tâhirat arasında kura çeker, kura kime düşerse onu beraberinde götürürdü. Benî Müstalık Gazâsında ise, kura, Hz. Âişe validemize düşmüştü.
Hadisenin bundan sonrasını bizzat Hz. Âişe validemiz şöyle anlatmıştır:
“Resûlullahla beraber sefere çıkmıştım. Bu sefer, hicab ayeti inzâl buyrulduktan sonra idi. Bunun için ben hevdeçin içinde taşınır, konak yerine de yine hevdeç içinde indirilirdim. Bu suretle gittik.
“Resûlullah (a.s.m.) bu gazâsından (Benî Müstalık) dönüyordu. Medineye yaklaştığımızda bir konak yerine indi. Gecenin bir bölümünü orada geçirdi. Sonra göç edilmesini emretti.
“Hareket emri verildiği zaman, ben kalkıp ihtiyacımı gidermek için yalnız başıma ordudan ayrılıp gittim. Kazayı hacet ederek, dönüp bindiğim devenin yanına geldim. Göğsümü yokladığımda, Yemen göz boncuğundan dizilmiş gerdanlığımın kopmuş olduğunu fark ettim (Bu gerdanlığı annesi Ümmü Rûman düğün hediyesi olarak takmıştı). Dönüp gerdanlığımı aramaya koyuldum. Fakat onu aramak beni yoldan alıkoymuştu. Ben öyle zannetmiştim ki sefere iştirak etmiş olanlar bir ay bekleseler dahi, benim devemi, ben hevdeçte bulunmadıkça sevk etmezler. Hâlbuki yolda bana hizmet edenler, gelip hevdecimi yüklemişler, bindiğim deveyi de hareket ettirmişlerdi. Onlar beni hevdeç içinde sanıyorlarmış. Çünkü o zaman kadınlar hafif idi; iri ve ağır vücutlu değillerdi. Yemek de az yerlerdi. Bu sebeple hizmetçiler, hevdeci yüklemek üzere kaldırdıklarında hevdecin ağırlık derecesinin farkına varamayarak yüklemişler. Hem ben, küçük ve zayıf bir kadındım. Deveyi sürüp gitmişler.
“Gerdanlığımı, ordu ayrılıp gittikten sonra buldum. Hemen dönüp ordugâha geldim. Fakat onlardan kimseyi bulamadım. Hepsi çekip gitmiş. Ben de oradan evvelce bulunduğum yere geldim. Çarşafıma bürünüp yanımın üzerine uzandım. Hevdeçte beni bulamayınca, aramak için yanıma gelirler sandım. O sırada gözlerimi uyku bürüdü; uyumuş kalmışım.
“Safvan b. Muattal, ordunun arkasına kalır, halkın mallarını araştırır, bir şey kalmışsa, kaybolmamak için, alıp diğer konak yerine götürürdü.
“Safvan, askerin arkasından yürüyerek, sabaha karşı bulunduğum yere doğru gelmiş. Uyuyan bir insan karaltısı görünce, gelip başucuma dikilmiş ve beni görür görmez tanımış. Çünkü bize hicab ayeti inmeden evvel, onun beni görmüşlüğü vardı.
“Safvan, beni görünce şaşırarak İnnâ lillah ve innâ ileyhi râciûn=Biz Allahın kullarıyız ve muhakkak Ona dönüp varıcıyız dedi.
“Hemen onun sesine uyandım. Çarşafımla yüzümü örtüp büründüm.
“Vallahi, onunla ne bir kelime konuşmuşuzdur, ne de istircadan [“İnnâ lillah ve innâ ileyhi râciûn”dan] başka ondan bir kelime işitmişimdir.
“Bundan sonra Safvan, devesini ıhdırdı. Beni, binsin diye ayağını devesinin ön ayağına bastı. Bin dedi ve kendisi geri çekildi.
“Ben de hemen kalkıp deveye bindim. Kendisi de devenin başını, yularını çekerek askere yetişmek için süratle ilerlemeye başladı.
“Sabaha kadar askerin arkasından yetişemedik.
“Nihayet asker, konak yerine inip yerleştiği sırada idi ki Safvanın, devenin yularını çekerek konak yerine getirdiği görüldü.”
Başmünâfığın Durumu Değerlendirmesi
Safvan b. Muattal, Hz. Âişe validemizi deve üzerinde getirirken, münafıkların başı Abdullah b. Übeyle karşılaşmışlardı. Abdullah b. Übey, “Bu kimdir?” diye sordu.
“Âişedir” dediler.
Kavmi arasında itibarı oldukça sarsılan, bütün nazarları menfi şekilde üstüne toplamış bulunan başmünafık, bu masum hadiseyi diline dolamak istedi. Bu meşum niyetini hemen orada izhar etti:
“Vallahi” dedi. “Ne Âişe o adamdan dolayı kurtulur, ne de o adam Âişeden dolayı kurtulur!”
Daha bir sürü alçakça lâf etti.
Ordugâh, başmünafık Abdullah b. Übey b. Selûlün yaptığı iftirayla çalkalandı.
Hz. Âişe der ki:
“İftiracılar, aleyhimde söyleyeceklerini söylemişler, ordugâh çalkalanmış! Vallahi, benim bunların hiçbirinden haberim yoktu!”
Şenî İftira
Görüldüğü gibi, hadise her türlü şaibeden uzak cereyan etmişti. Hz. Âişe validemiz, mâkul ve meşru bir mâzeret sebebiyle geride kalmış. Bir müddet sonra, ordunun geride kalan veya düşen eşyalarını bulup sahiplerine teslim etmek üzere toplamakla vazifeli gayet saf, temiz kalpli ve sonradan hasur olduğu, yani erkekliği bile bulunmadığı anlaşılan Safvan b. Muattal tarafından görülmüş ve getirilip orduya yetiştirilmiştir.
Kuran-ı Azîmüşşana göre, peygamberler, müminlere öz nefislerinden daha üstündür. Ezvac-ı Tâhirat da, “müminlerin anneleri” hükmündedir. Resûl-i Ekrem Efendimizden sonra bile zevcelerinden herhangi birini nikâhlamak kesinlikle yasaklanmıştır.
Buna binaen, Allaha ve Resûlüne gerçek manada iman etmiş hakikî bir Müslümanın, bu kadar kesin ve açık ayetler karşısında, Hz. Resûlullahın, gerek sağlığında ve gerek Mele-i Alâya yükselişlerinden sonra, zevcelerinden herhangi birisine, değil kötü gözle bakması, hatta böyle bir kötülüğü kalbinden geçirmesi bile tasavvur edilemez.
Allah ve Resûlüne gerçek manada iman etmiş ve onların emir ve yasaklarına riayet eden gerçek bir mümin ve Müslümanın, canından çok sevdiği Peygamberinin zevcesini, örtüsüne bürünmüş ve yapayalnız uykuya dalmış halde görünce, onu hürmet ve saygı içinde deveye bindirip, orduya süratle yetiştirmesi kadar tabii ve zarurî ne olabilirdi?
İşte, gerçek manada bir mümin ve Müslüman olan, hatta erkeklik özelliğinden bile mahrum bulunan Safvan b. Muattal da, dininin gereği olan bu vazifeyi yapmıştır.
Ne var ki kalplerinde hastalık bulunan, dilleriyle “İman etti” deyip, kalben iman etmemiş bulunan ve işleri güçleri müminleri birbirine düşürmek olan münafıklar, hususan Abdullah b. Übey b. Selûl, bunu bir ganimet bilmiş ve diline dolayarak Hz. Âişe validemize şenîce iftirada bulunmuştur. Maksadı, üzerine toplanan nazarları dağıtmak, Resûl-i Kibriya Efendimizin nâzik ruhunu rencide etmek ve Müslümanları birbirine düşürmek, onların birbirine karşı olan itimatlarını sarsmaktı.
Hz. Âişenin, Söylenenlerden Uzun Müddet Habersiz Oluşu
Münafıkların reisi Abdullah b. Übeyin başlattığı, Hasan b. Sâbit, Mistah b. Üsâse, Hamne binti Cahş ve halktan bazı saf Müslümanların, münafıkların tuzağına düşerek etrafa yaydıkları iftira hadisesinden, Hz. Âişenin uzun bir müddet haberi olmamıştı. Bu hususu Hz. Âişe (r.a.) şöyle anlatır:
“Medineye gelince, ben, çok geçmeden ağır bir hastalığa (humma) tutuldum. Bir ay çektim. Meğer bu esnada halk arasında Ashab-ı İfkin iftiraları dolaşıyormuş! Ben ise olanlardan bütünüyle habersizdim. Aleyhimde iftiraları Resûlullahla annem ve babam da duymuşlar, fakat bana hiçbir şeyden bahsetmiyorlardı.
“Yalnız, hastalığımda beni şüphelendiren bir husus vardı: Nebiden (a.s.m.) daha önce hastalığım zamanında görmüş olduğum lütuf ve şefkati bu hastalığım esnasında görmüyordum. Ve adımı bile zikretmeden Hastanız nasıl? diyor ve bununla iktifa ediyordu. Benim, iftiracıların uydurduklarından hiç haberim yoktu.”
Söylenenleri Hz. Resûlullah, Hz. Ebû Bekir ve Hz. Âişenin anneleri duymuş olmasına rağmen, Hz. Âişeye bir şeyden bahsetmiyorlardı. Ancak yukarıda zikrettiğimiz şekilde, Hz. Resûlullahın kendisine karşı tavrından Hz. Âişe endişe duyuyor ve üzülüyordu. Fakat bunun sebebinden haberi yoktu.
Hz. Âişe, İftirayı Nasıl ve Kimden Öğrendi?
Hz. Âişe, iftirayı kimden ve nasıl öğrendiğini de şöyle anlatır: “Aradan yirmi küsur kadar gece geçmişti. Hastalığımı atlatmış, nekâhet devresine girmiştim.
“Bizler, o zaman Arap olmayanların evleri yanında edindikleri şu helâları, kokusundan tiksindiğimiz için, evlerimizin yanında bulundurmaz, Medinenin kırlarına çıkardık. Kadınlar, her gece oraya, ihtiyaçlarını gidermek için çıkarlardı.
“Ben, yine bir gece Mistah b. Üsâsenin annesiyle, hacet giderme yerimiz olan Menası tarafına çıkmıştım. Mıstahın annesi, çarşafına takılarak düşünce, Mıstah yüzünün üzerine düşsün, kahrolsun! diyerek oğluna beddua etti.
“Ben, Ey ana! Ne diye oğluna beddua ediyorsun? dedim. Sustu, cevap vermedi.
“İkinci kere ayağı dolaşıp düştü. Yine Mıstah yüzünün üzerine düşsün, kahrolsun! dedi.
“Ben, Ey ana! Ne diye oğluna beddua ediyorsun? dedim.
“Yine susup cevap vermedi.
“Üçüncü kere düştü. Yine Mıstah yüzünün üzerine düşsün! diye beddua etti.
“Ben yine Ey ana! Ne diye oğluna beddua ediyorsun? Bedir Savaşında bulunmuş bir zâta hiç sövülür, beddua edilir mi? dedim.
“O, Vallahi, ben, ona, senin aleyhinde söylediklerinden dolayı beddua ediyorum! dedi.
“O, neler söylemiş? diye sordum.
“Bunun üzerine, Mıstahın annesi, iftiracıların söylediklerini bana teker teker anlattı. Hastalığım tekrar geri geldi. Vallahi, üzümtümden hacetimi gidermeye bile güç yetiremedim ve döndüm. O kadar ağladım ki ağlamaktan ciğerlerim kopacak, parçalanacak sandım.”
Hz. Âişe, Annesinin Evinde
Hastalığında, Hz. Âişeye annesi Ümmü Rûman bakıyordu. Bir gün yine Resûlullah, selam verip yanına girdi. Hz. Âişenin ismini zikretmeden, “Hastanız nasıldır?” diye sordu. Başka da hiçbir şey konuşmadı.
Hz. Âişe der ki:
“(Bunun üzerine) Artık kendimi tutamadım. Yâ Resûlallah! Şimdiye kadar görmediğim eziyeti görüyor ve çekiyorum. Bana müsaade etsen de annemin evine gitsem. Hastalığıma orada bakılsa olmaz mı? dedim.
“Resûlullah, Gitmende bir mahzur yok dedi.
“Ben, ebeveynimin yanına gidip, aleyhimde haberin iç yüzünü anlamak istiyordum.
“Resûlullah, yanıma bir hizmetçi katıp, beni babamın evine gönderdi.
“Annem, Kızcağızım, sen niçin geldin? diye sordu.
“Anneciğim! dedim, Halk, benim aleyhimde neler söyleyip duruyormuş da, siz bana hiçbir şey sızdırmadınız!
“Annem, Kızcağızım, dedi. Sen kendini hiç üzme, sıhhatini düşün. Vallahi, bir kadın senin gibi güzel ve kocasının yanında sevgili olsun ve onun birçok ortağı bulunsun da onu kıskanmasınlar ve onun aleyhinde birtakım lâflar çıkarmasınlar; bu pek nâdirdir!
“Babamın bundan haberi var mı? dedim.
“Evet dedi.
“Resûlullahın da haberi var mı? diye sordum.
“Evet dedi.
“Kendimi tutamadım, ağladım.
“Babam, damda Kuran okuyordu. Sesimi duyunca, indi. Anneme, Nedir bu hali? diye sordu.
“Annem, Aleyhindeki dedikodulardan haberi olmuş dedi.
“Babamın da gözleri yaşla doldu.
“O gece, sabaha kadar hep ağlayıp durdum.”
Peygamberimizin Ashabıyla İstişâresi
Resûl-i Ekrem Efendimiz, Hz. Âişe aleyhinde yapılan iftiranın etrafta konuşulduğu günlerde vakitlerinin çoğunu evinde geçiriyor, dışarıya pek çıkmıyordu.
Konuyla ilgili vahyin gelmesi gecikince, ashabıyla konuştu, onların fikirlerini aldı.
Hz. Ömerin Görüşü
Hz. Ömer, “Yâ Resûlallah! Hâşâ, bu, büyük bir bühtan ve iftiradır. Katî biliyorum ki bu, münafıkların yalanıdır. Allah Teâlâ, bedeninize sinek kondurmaktan sizi koruyor. Bedenini böyle pisliklere konan sineklerden bile muhafaza eden, onları bedenine yaklaştırmayan Allah, nasıl olur da aileni, böyle kötülüklere bulaşmaktan korumaz?” diye fikrini beyan etti.
Hz. Osmanın Kanaati
Hz. Osman ise, görüşünü şöyle açıkladı: “Yâ Resûlallah! Allah, üzerine insan ayağı basmasın yahut yeryüzündeki pislikler üzerine düşmesin diye gölgenizi yere düşürmekten korumaktadır. Böyle gölgenizi bile hiç kimseye çiğnetmezken, nasıl olur da sizin ailenizin namusunu herhangi bir kimsenin kirletmesine meydan ve imkân verir?”
Hz. Alinin Görüşü
Hz. Ali ise, “Yâ Resûlallah!” dedi. “Bir gün bize namaz kıldırıyordun. Namaz içinde iken, ayakkabılarını çıkarmıştınız. Size uyarak biz de çıkarmıştık. Namazı bitirince, ayakkabılarımızı çıkarmanın sebebini bize sormuştun. Biz de sana uymuş olmak için çıkardığımızı söylemiştik. Bunun üzerine siz, Temiz olmadıkları için onları çıkarmamı bana Cebrail emretti demiştiniz. Böyle, ayakkabılarınıza bulaşan bir pislik, size bildirildiği ve onları pislik bulaşığından dolayı çıkarmanız size emredildiği halde, ailenize, namus kirletecek kötülüklerden bir şey bulaşsın da, onu çıkarmanız için size emredilmesin, olur mu hiç?” diye fikrini açıkladı.
Hz. Âişenin Hizmetçisinin Görüşü
Resûl-i Ekrem Efendimiz, bu arada, Hz. Âişe validemizin hizmetçisi Berirenin de görüşünü sordu.
Berire, “Yâ Resûlallah!” dedi. “Seni hak peygamber olarak gönderen Allaha yemin ederim ki ben onun hakkında hayırdan başka bir şey bilmiyorum. Onun hakkında kusur olarak sadece şunu söyleyebilirim: Kendisi çok genç bir kadındı. Ev halkının hamurunu yoğururken uyuya kalırdı da, evde beslenilen koyun gelir, hamurunu yerdi.”
Hz. Zeynebin Görüşü
Hz. Zeyneb (seafoodplus.info), Peygamberimizin zevceleri arasında güzelliği ve Efendimiz yanındaki mevkii ile kendisini Hz. Âişe validemizle eşit görür ve onunla daima rekabet halinde bulunurdu. Buna rağmen Hz. Âişe hakkında bu hususta en küçük bir kötü zanna kapılmamıştı. Resûlullah, bu hususta onun görüşünü de sorunca, şu cevabı verdi:
“Yâ Resûlallah! Ben, işitmediğimi İşittim demekten kulağımı, görmediğimi Gördüm demekten gözümü korurum. Vallahi, ben onun hakkında hayırdan başka hiçbir şey bilmiyorum.”
Peygamberimizin Hitabesi
Aslında Resûl-i Ekrem Efendimiz, zevcesi Hz. Âişenin böyle bir isnattan uzak olduğunu çok iyi biliyordu; ancak böylesine haince ve sinsice plânlı bir iftiranın halk arasında yayılması, kendisini son derece üzmüştü. Bu, Hz. Âişeye karşı ister istemez tavrını değiştirmesine sebep olmuştu. Nitekim mescitte irad ettiği hutbede bunu açıkça ifade ediyordu:
“Ey Müslümanlar cemaati! Ailem aleyhindeki iftirasıyla beni üzüntüye düşüren bir şahsa karşı bana kim yardım eder? Hâlbuki, vallahi ben, ailem hakkında hayırdan başka bir şey bilmiyorum. Onlar (iftiracılar), öyle bir adamın ismini de ileri sürdüler ki ben onun hakkında da hayırdan başka bir şey bilmiyorum.”
Peygamberimizin, Hz. Âişeyle Konuşması
Hz. Âişeye iftira edilişin üzerinden bir ay gibi uzun bir müddet geçmiş olmasına rağmen, Resûlullaha (a.s.m.) bu hususta herhangi bir vahiy inmedi.
Mescitte ashabına irad ettiği hitabesinden birkaç gün sonra, Hz. Ebû Bekirin evine vardı. Selam verdikten sonra, Hz. Âişenin yanına oturdu ve “Ey Âişe! Hakkında bana şöyle şöyle sözler erişti. Eğer sen bu isnatlardan uzak isen, yakında Allah, seni onlardan berî ve uzak olduğunu açıklar. Yok, eğer böyle bir günaha yaklaştınsa, Allahtan af dile ve Ona tevbe et! Çünkü kul, günahını itiraf ve sonra da tevbe edince, Allah da ona afv ile muamele buyurur.”
Hz. Âişe, o andaki durumunu da şöyle anlatır:
“Resûlullah (a.s.m.) sözlerini bitirince, gözümün yaşı kesildi. Öyle ki gözyaşından bir tek damla bulamıyordum.
“Hemen babama dönüp, Resûlullaha bu hususta benden taraf cevap ver dedim.
“Babam, Vallahi kızım! Resûlullaha (a.s.m.) ne diyeceğimi bilemiyorum! dedi.
“Sonra anneme döndüm. Resûlullaha (a.s.m.) bu hususta benim tarafımdan sen cevap ver dedim.
“O da, Vallahi, ben de Resûlullaha ne diyeceğimi bilmiyorum! dedi.”
Hz. Âişenin Cevabı
Baba ve annesi Resûlullaha herhangi bir cevapta bulunmayınca, Hz. Âişe bizzat konuşmak mecburiyetinde kaldı. Şehâdet getirip, Cenab-ı Hakka hamd ve senâda bulunduktan sonra, “Vallahi” dedi. “Ben anladım ki siz halkın yaptığı dedikoduyu işitmişsiniz. Hatta onlara inanmış gibisiniz! Şimdi, ben size o kötülükten uzağım, desem —ki Allah biliyor, uzağımdır— beni doğrulamazsınız! Faraza, ben, kötü bir iş yaptım (!) desem, —ki Allah biliyor, ben böyle bir şeyden uzağım siz, beni hemen tasdik edersiniz! Vallahi, ben kendim için de, sizin için de Yakubun (a.s.) oğullarıyla olan misâlinden başka getirecek misâl bulamıyorum. Nitekim o zaman o, Artık bana düşen, güzel bir sabırdır. Sizin şu anlatışınıza karşı yardımına sığınılacak, ancak Allahtır demişti.”
Peygamberimize Vahyin Gelişi
Henüz Resûl-i Kibriya Efendimiz yerinden kalkmamıştı. Ev halkından da hiç kimse dışarı çıkmamıştı. Peygamber Efendimize hemen orada vahiy geldi. Hz. Âişe o ânı da şöyle anlatır:
“Resûlullahı, vahyin ağırlığı ve şiddetinden terlemek gibi vahiy alâmetleri bürüdü. Nitekim vahiy sırasında, kış günleri bile kendisinden inci tanesi gibi ter dökülürdü. Resûlullahın (a.s.m.) üzerine elbisesi örtüldü, başının altına da derinden bir yastık konuldu. Vallahi, ben ne korktum, ne de aldırış ettim. Çünkü o fenalıktan uzak olduğumu ve Allah Teâlânın bana zulmetmeyeceğini biliyordum. Annemle babamın ise, halkın ağzında dolaşan dedikodular, Allah tarafından doğrulanacak diye korkularından ödleri kopuyor, cansız düşüvereceklerini sanıyordum.”
Vahiy hali Resûl-i Kibriya Efendimizin üzerinden kalkınca, sevincinden gülüyordu. Hz. Âişeye, “Müjde ey Âişe! Yüce Allah, seni, kesin olarak tebrie etti, yapılan iftiradan berî ve uzak kıldı.” dedi.
Hz. Ebû Bekir de son derece sevindi. Yerinden kalkıp, kızı Hz. Âişenin başını öptü.
İnen Ayetler
Cenab-ı Hak, konuyla ilgili olarak Resûlüne indirdiği ayet-i kerimelerde şöyle buyurdu:
“O uydurma haberi getirenler içinizden (mahdut) bir zümredir.
“Onu siz kendiniz için bir kötülük sanmayın. Bilâkis, sizin için bir hayırdır. Onlardan herkese kazandığı günah (nisbetinde ceza) vardır. Onlardan günahın büyüğünü yüklenen o adama da pek büyük bir azap vardır.
“Onu (iftirayı) işittiğiniz vakit, erkek müminlerle kadın müminler, kendi vicdanları (önünde) iyi bir zanda bulunup da, Bu, apaçık bir iftiradır demeleri (lâzım) değil miydi?
“Buna karşı dört şahit getirmeli değil miydiler? Mademki bu şahitleri getiremediler; o halde onlar, Allah katında yalancıların ta kendileridir!
“Eğer dünyada ve ahirette Allahın ihsan ve rahmeti üzerinizde olmasaydı, o daldığınız dedikodu sebebiyle size muhakkak büyük bir azap çarpardı.
“O zaman siz, o (iftirayı) dillerinizle (birbirinize) yetiştiriyordunuz; hakkında hiçbir bilginiz olmayan şeyi, ağızlarınızla söylüyor ve bunu kolay (günah olmayan şey) sanıyordunuz. Hâlbuki, o(nun günahı) Allah katında büyüktür.
“Onu (iftirayı) duyduğunuz zaman, Bunu söylemek bize yakışmaz. Hâşâ! Bu büyük bir iftiradır demeniz (lâzım) değil miydi?
“Eğer siz gerçekten iman eden kimselerseniz, böyle bir şeye ebedîyyen bir daha dönmenizi Allah size yasaklıyor!
“Allah, size ayetlerini açık açık bildiriyor. Allah her şeyi hakkıyla bilendir; tam bir hüküm ve hikmet sahibidir.
“Müminler içinde, kötü sözlerin yayılıp duyulmasını arzu edenler yok mu? Dünyada da, ahirette de onlar için acıklı bir azap vardır! Onları (kötülüğü yaymak isteyenleri) Allah bilir, siz bilmezsiniz.
“Ya üzerinizde Allahın fazl ve rahmeti olmasaydı, ya hakikat Allah çok esirgeyici, çok merhametli olmasaydı, haliniz nice olurdu?”
Böylece, Cenab-ı Hak, vahiyle Hz. Âişe hakkında söylenenlerin bir iftiradan ibaret olduğunu haber vererek hem Resûlünün temiz ruhunu ve pâk vicdanını üzüntüden kurtardı, hem Hz. Ebû Bekirin şahsiyetinin küçük düşürülmesine müsaade etmedi, hem de Müslümanlar arasında zuhur eden fitne ve fesadın büyümesine fırsat vermedi.
En Üstün Beraat
Bir gün, Hz. Abdullah b. Abbastan, Hz. Âişeyle (seafoodplus.info) ilgili ayetlerin tefsiri sorulmuştu. Şu izahta bulunmuşlardı:
“Yüce Allah, dördü dört şeyle beraat ettirmiş, yapılan iftiralardan onları temize çıkarmıştır:
“1) Hz. Yusufu, Züleyhanın kendi ehlinden getirilen bir şahidin diliyle beraat ettirmiştir.
“2) Hz. Mûsayı, Yahudilerin dedikodularından, elbisesini alıp getiren taşla beraat ettirmiştir.
“3) Hz. Meryemi, kucağındaki oğlunu dile getirip, Ben Allahın kuluyum diye söyletmek suretiyle temize çıkarmıştır.
“4) Hz. Âişeyi ise, Yüce Allah, kıyamete kadar bâkî kalacak olan icazkâr kitabı Kurandaki o azametli ayetlerle beraat ettirmiştir; ki bu derece belâğatlı temize çıkarmanın benzeri görülmemiştir. Bakınız da, bununla diğer beraat ettirmeler arasındaki büyük ve üstün farkı görünüz.
“Yüce Allah, bunu ancak Resûlünün mertebesinin yüceliğini ortaya koymak için yapmıştır.”
İftiracıların Cezaya Çarptırılmaları
Resûl-i Ekrem Efendimiz, konuyla ilgili vahiy geldikten sonra çıkıp halka bir hutbe irad etti, sonra da gelen Kuran ayetlerini onlara okudu.
Bilâhare, yapılan iftirayı dilleriyle yaymakta en çok ileri giden Mistah b. Üsâse, Hassan b. Sâbit ile Hamne binti Cahşa had vurulmasını emretti. İftiracılara had olarak seksener kamçı vuruldu.