şiir ve inşa kimin eseri / Şiir ve İnşa Makalesi Hakkında Bilgi

Şiir Ve Inşa Kimin Eseri

şiir ve inşa kimin eseri

Harabat kimin eseri türü?

İçindekiler:

  1. Harabat kimin eseri türü?
  2. Mukaddime i Harabat ne demek?
  3. Ziya Paşa Harabat ne anlatır?
  4. Harabat Hangi tür?
  5. Tahrib i Harabat eseri kime aittir?
  6. Şiir ve inşa makalesi neyi savunur?
  7. Şiir ve inşa ne demektir?
  8. Antoloji ne demek antoloji ne demek?
  9. Ziya Paşa Şiir ve inşa makalesinde neyi eleştirir?
  10. Zafername eseri kime ait?
  11. Ziya Paşaya göre şiir nedir?
  12. Şiir ve inşa kime ait?
  13. Şiir ve İnşa makalesinde ne anlatılıyor?
  14. Ziya Paşa Şiir ve İnşa başlıklı makalesinde hangi şiiri eleştirir?
  15. Antoloji nasıl yazilir?
  16. Antoloji nedir nasıl yapılır?
  17. Şiir ve İnşa ne anlatıyor?
  18. Şiir ve İnşa ne anlatir?

Harabat kimin eseri türü?

Tahrib-i Harâbât, Ziya Paşa'nın Harâbâtadlı divan şiiri antolojisinin ilk cildini eleştirmek üzere Namık Kemal'in 'da kaleme aldığı eserdir. Türk edebiyatında ilk modern eleştiri örneği kabul edilir.

Mukaddime i Harabat ne demek?

Harâbât, Ziyâ Paşa'nın Türk, Arap ve Acem şairlerinden seçme şiirlerle meydana getirdiği üç ciltlik antoloji eseridir. Ziyâ Paşa'nın edebiyatta, sanatta yenileşme hareketine aykırı bir tavır ile eski edebiyatı övmesi, bilhassa Namık Kemal tarafından çok ağır bir itiraza uğramasıyla neticelenmiştir.

Ziya Paşa Harabat ne anlatır?

Ziya Paşa'nın yılında yayımlanan muhtevasında Türk, Arap, İran ve Çağatay sahasında yazılmış şiirlerden seçmelerin yer aldığı 3 ciltlik Divan edebiyatı antolojisidir. Ziya Paşa, eserinde şiir, edebiyat, şair, yazarlar hakkında kişisel fikriyatını paylaşır.

Harabat Hangi tür?

Harâbat, Ziya Paşa'nın 'te yayınlanan, içerisinde Türk, Arap, İran ve Çağatay sahasında yazılmış şiirlerden seçmeler bulunan 3 ciltlik divan edebiyatı antolojisidir. Türk şiirinde Tanzimat'tan sonraki yılların en geniş kapsamlı antolojisidir.

Tahrib i Harabat eseri kime aittir?

Namık Kemal Tahrîb-i Harâbât/Yazarları

Şiir ve inşa makalesi neyi savunur?

Paşa bu makalesindeyazı, dil ve edebiyat üzerine olan düşüncelerini eleştirel bir üslupla ortaya koydu. Şiirve düzyazı kavramlarını açıklamaya çalıştı. Divan şiirve nesrini Doğu eksenli özentilik olarak görüp Arap ve Fars temelli olmasından ötürü yerel ve ulusal olmadığını dillendirdi.

Şiir ve inşa ne demektir?

Londra'da Hürriyet gazetesinde yayınlanmış olan Şiir ve İnşamakalesi dil ve edebiyat üzerine yazılmış bir eleştiri yazısıdır. Divan şiirinin ve nesrinin eleştirisinin yapıldığı bu makalede Ziya Paşa ilk önce şiirintanımı yapar. Divan edebiyatına yapılan en acımasız eleştiri Ziya Paşa'nın bu makalesiyle başlamış olur.

Antoloji ne demek antoloji ne demek?

ANTOLOJİ: Şiir (nazım) ya da düzyazı (nesir) parçalarından seçilerek oluşturulan kitap; eş. Seçki, Güldeste, Müntehabat, Derimlik. Antolojiler genellikle aynı türden eserlerin biraraya getirilmesiyle oluşturulur; şiir antolojisi, öykü antolojisigibi.

Ziya Paşa Şiir ve inşa makalesinde neyi eleştirir?

Paşabu makalesindeyazı, dil ve edebiyat üzerine olan düşüncelerini eleştirel bir üslupla ortaya koydu. Şiirve düzyazı kavramlarını açıklamaya çalıştı. Divan şiirve nesrini Doğu eksenli özentilik olarak görüp Arap ve Fars temelli olmasından ötürü yerel ve ulusal olmadığını dillendirdi.

Zafername eseri kime ait?

Ziya Paşa'nın eserleri içinde istisnai bir yer tutan Zafernâme, Türk edebiyatında da bir eşi daha bulunmayan çarpıcı bir denemedir. Zafernâme'nin farklılığı; hem daha önce hiç örneği verilmemiş özel kurgusu ve yapısından hem de aynı şekilde özgün kılınabilmiş içeriğinden ileri gelmektedir.

Ziya Paşaya göre şiir nedir?

ZiyaPaşa öncelikle şiiringenel bir tanımını yapar: Şiir, “kelâm-ı mevzûn”dur; yani vezinli sözdür. Yine ona göre, şiir, her toplumda görülen tabiî bir sanattır ve bütün milletlerin kendi özelliklerini yansıtan şiirlerivardır.

Şiir ve inşa kime ait?

Ziya Paşa Şiir ve İnşâ/Yazarları

Şiir ve İnşa makalesinde ne anlatılıyor?

Şiir ve İnşâ, Tanzimat edebiyatı kişilerinden Ziya Paşa'nın yılında Londra'da yayımlanan makalesi. Paşa bu makalesindeyazı, dil ve edebiyat üzerine olan düşüncelerini eleştirel bir üslupla ortaya koydu. Şiirve düzyazı kavramlarını açıklamaya çalıştı.

Ziya Paşa Şiir ve İnşa başlıklı makalesinde hangi şiiri eleştirir?

Özellikle Ziya Paşanıno dönemde yazdığı Şiir ve İnşamakalesine dikkat çekmek istiyorum. Londra'da Hürriyet gazetesinde yayınlanmış olan Şiir ve İnşa makalesidil ve edebiyat üzerine yazılmış bir eleştiriyazısıdır. Divan şiirinin ve nesrinin eleştirisinin yapıldığı bu makalede Ziya Paşailk önce şiirintanımı yapar.

Antoloji nasıl yazilir?

işte sorunun cevabı aşağıdadır. Bu kelime genellikle Anteloji şeklinde yanlış yazılıyor. Doğru kullanımı Antolojişeklinde olmalıdır.

Antoloji nedir nasıl yapılır?

Belli bir ulusun edebiyatından ya da dünya edebiyatından seçilmiş parçalarla da antolojioluşturulabilmektedir. Antolojiyapılmasının amacı her çeşit okuyucuya seslenebilecek örnekleri bir araya getirmektir. Bu eserlerin seçilmesi seçmeyi yapanın beğenisi ön planda tutularak yapılmıştır.

Şiir ve İnşa ne anlatıyor?

Dil ve edebiyatımız hakkındaki görüşlerini içeren ünlü “Şiir ve İnşâmakalesiniLondra'da Hürriyet'in tarihli sayısında yayınlar. Şiirde önemli bir mesele olagelen kafiyeye değinir ve eski Yunanlıların, yalnız vezni esas alarak kafiyeye önem vermediklerini ifade eder.

Şiir ve İnşa ne anlatir?

Şiir ve İnşâ, Tanzimat edebiyatı kişilerinden Ziya Paşa'nın yılında Londra'da yayımlanan makalesi. Paşa bu makalesinde yazı, dil ve edebiyat üzerine olan düşüncelerini eleştirel bir üslupla ortaya koydu. Şiirve düzyazı kavramlarını açıklamaya çalıştı.

Şiir ve İnşâ

Çünkü mahsûl ve tahsîl bizim memâlike göre yalnız şiir ve inşâ cihetindedir. Bunlardan bir nebze bahsedilmek fâideden hâlî değildir. Şiirin ta'rif-i umumîyesi kelâm-ı mevzûndur. Yani iki satır sözün her birindeki sükûn ve harekâtın müsâvi olmasından ibarettir. Hatta kafiy usulü milel-i müte'ahhire beyninde hâdis olmuştur. Eski Yunânîler yalnız vezne riâyetle kafiye iltizam etmezlerdi. Şiir her kavimde tabiidir. Rûy-i arza ne kadar milel ve akvâm gelmişse cümlesinin kendilerine mahsûs şiirleri vardı. Osmanlıların şiiri acaba nedir? Necâti ve Bâkî ve Nef'i divanlarında gördüğümüz bahr-ı remel ve hezecden mahbûn ve muhbis kasâîd ve gazeliyât ve kıt'aât ve mesneviyât mıdır? Yoksa Hâce ve Itrî gibi musikîşinâsânın rabt-ı makamat ettikleri Nedîm ve Vâsıf şarkıları mıdır? Hayır bunların hiçbirisi Osmanlı şiiri değildir. Zira görülüyor ki bu nazımlarda Osmanlı şâirleri şuarâ-yı İran'a ve şuarâ-yı İran dahi Araplara taklîd ile melez bir şey yapılmıştır. Ve bu taklîd üslûb-ı nazımda değil ve belki efkâr ve ma'âniye bile sirâyet edip bizim şuarâ-yı eslâf edâ-yı nazm u ifâdede ve hayâlât ve ma'ânide Arap ve Acem'e mümkün mertebe taklîde sa'y etmeyi maariften addetmişler ve acaba bizim mensûb olduğumuz milletin bir lisânı ve şiiri var mıdır ve bunu ıslâh kâbil midir, aslâ burasını mülâhaza etmemişlerdir.

İnşâ yolunda da hal tamamiyle böyle olmuştur. Münşe'at-ı Feridun ve âsâr-ı Veysî ve Nergisî ve sâir münşe'ât-ı mu'tebere ele alınsa içlerinde üçte bir Türkçe kelime bulunamaz ve bir maslahat ifade ederken bed'i ve beyan fenleri karıştırlarak ibrâz-ı belâgat için öyle müşevveş ve mütetâbiü'l-izâfât ibâreler yazmışlardır ki Kâmus ve Ferheng beraber olmadıkça ve bir adam fenn-i ma'âni' ve âdâb-ı Arapta kemâl-i ma'rifeti olduktan sonra âdeta bir ders mütalâa eder gibi birçok zamanlar sarf-ı zihin etmedikçe mânasını istihrâca muktedir olamaz. Hâlâ Bâbıâli ve devâir-i sâireden yazılan muharrerât-ı resmîye, gerçi eski zamanlarda gelen erbâb-ı maarif iktidârında kâtipler olmadığından evvelki münşeât derecesinde mu'akkad değilse de bunlar da ol babanın veled-i zinâsı olduklarından yine sec'i ve rubt u maânisi mevhûm ve meşkûk ibâraât ime memlûdur. Eski inşâlarda lügat-ı Arabiyye ve ibâraât ile memlûdur. Eski inşâlarda lügat-ı Arabiyye ve ibârât-ı muhayyele var ise de bari zımnında iyi kötü bir mânâ dahi çıkardı. Şimdi ise asır nazikleşmiş ve efkâr ve politika incelmiş olduğundan bazı fermanlar ve mektub-ı Sâmiler ve takrirlerde öyle ibâreler görülüyor ki lügatlar herkesin bildiği şeyler iken mânây-ı sahîhi ne olduğu anlaşılmak kabil olmuyor. Garîbi şurası ki böyle anlaşılmayacak ibâre yazabilmek hüsn-i kitâbetten addolunuyor. Meselâ Maliye aklâmını ve Divan-ı muhasebât ve Meclis-i Vâlâ'yı dolaşıp nihayet emir-nâme-i sâmi yazılmak icâp ettirmiş tımar veya âşâr maddesine dâir mufassal bir mektub-ı sadâretpenâhi ki iki üç yüz satır sözdür, bu yolda melekesi olan en marûf bir zâtın eline geçsin ve okutulsun, hitâmında şu okuduğunuz maddeyi lisânen takrîr ediniz denilsin, o vakit kitâbetimiz ne kitabet ve kâtibimiz ne kâtiptir meydana çıkar.

Vakıa şiir ve inşânın bu hale girmesi bu asrın yapması değildir. Acemler kabûl-i İslamiyet'ten sonra, ulûm-ı şer'iyeyi tahsîl için lisân-ı Arabın tahsîline düştükleri sırada kendi lisânlarının şiir ve inşâsını dahi ona taklîd ettikleri gibi, biz de bidâyet-i te'essüs-i Devlet-i Aliyye'de İran ulemâsını celbe muhtaç olduğumuzdan onların terbiyesi üzre kendi lisanımızı bırakıp Acem şîvesine taklid hatasına düşmüşüzdür. ve ulemây-ı Rûm'un bu hususta ettikleri ihmal ve kusûr affolunmaz bir hatadır. Zira benî âdem arasında medâr-ı teât-i efkâr lisandır. Bir milletin lisanı kavâid-i mazbûta altında olmayıp her eline kalem alan kimsenin keyfine mutabaât eder ve hâl-i tabiîsinden çıkarsa ol millet beyninde vâsıta-i muâmelât bozulmuş demek olur. Elyevm resmen ilân olunan fermanlar ve emirnâmeler ahad-ı nâs huzûrunda okutulduktda bir şey istifâde edilir mi? Ya bu muharrerât yalnız kitâbette melekesi olanlara mı muhsûstur yoksa avâm-ı nâs devletin emrini anlamak için midir? Anadolu'da ve Rumeli'nde ahad-ı nâstan her şahsa, devletin bir ticâret nizâmı var mıdır ve âşârın sûret-i müzâyede ve ihalesine ve tevzi'-i vergiye ve şuna buna dair fermanlar ve emir-nâmeler var mıdır, sorulsun, görülür ki, biçârelerin birinden haberi yoktur. Bu sebeptendir ki hâlâ bizim memlekette Tanzimat nedir ve Tanzimat-ı cedide ne türlü ıslahât hâsıl etmiştir ahâli bilmediklerinden, ekser mahallerde müteyyinân-ı memleket ve zeleme-i vülât ve memûrîn ellerinde âdeta kable't Tanzîmat cereyan eden usûl-i zulm ü i'tisâf altında ezilir ve kimseye dertlerini anlatamazlar ama Fransa ve İngiltere memâlikinden birinde me'murînden birisi nizâmât-ı mevcûde hilâfında cüz'i bir hareket edecek olsa avâm-ı nâs derhal davacı olur. Zira nizâmat halkın anladığı lisanda yazılmış ve lâyıkıyla tebliğ edilmiştir.

Tunus vilâyeti bundan birkaç sene evvel Düstûr'un Arabîye tercümesi arzu ederek bu hizmeti İstanbul'da güzelce Arabî bilir ve Türkçe anlar bsir zâta havale eder. O zât iki üç sehifede bir, yirmi kadar müşkile tesâdüf ederek, müracaat için bir meclise gelir. Orada Türkçe lisânında vukûf-ı tam, şiir ve inşâda mahâret-i kâmile ile ma'ruf yedi sekiz kişiye tesadüf eder. Onlardan müşkilâtını sual eder hiç biri halle muktedir olamaz. ve hatta mesâ'ilin bazılarında sekizinin ictihâdları birbirine mugâyir çıkar. Mütercim bîçâresi "meğer bizim Düstûr" diye tercümesine başladığımız şey, Muamma risâlesi imiş" diyerek çıkar gider. Nihâyet tercümeyi bitiremez. Sonra başka bir zâta havale olunur, o da yapamaz. Hâsılı Tunus vilayeti mensûp olduğu devletin kanun-nâmesine mâlik olamaz. Usûl-i inşânın bu vechile yolsuz olması mülk ve milletçe daha pek çok fenâlıkları müeddî olmaktadır. Yalnız mehâkim-i şer'iyyede usûl-i sakk muteber olduğundan ahkâm-ı şer'iyye tagayyürden masûn olup ancak sâir mahkemelerden verilen ilâmlar ol derece müşevveşü'l-ibâredir ki hükmün gâh davâya, gâh icrâya bile mutabakat etmediği vuku' bulur. Bundan ne kadar haksız hükümler zuhûra gelir ki cümlesi devletin adâletsizliğine hamlolunur. Mecâlis ve mehâkimde hâlâ düstûrü'l-amel olan ceza kanun-nâmesi öyle nâkîsü'l-ifade ve ol surette müşevveşü'l-ibâredir ki meclisler ve mahkemeler gördükleri dâvâyı onun bendlerinden birine tatbîk ile hükmetmek için dâvâyı yaş deri gibi çekiştirmeğe ve ekseriya nâ-hak hükmetmeğe mecbûr olurlar. Ama sûret-i dâvâ bendin hiçbirine uydurulamaz ise yalnız ibârece vech-i münâsebet kifâyet eder. Mesela bir adam zanparalıkta tutulup istintak edilirken bir bend tasrîh olunmadığından mücerred hâneye girmek hakkında olan bende tatbîk olunur gider. Meclis yahut Divân-ı ahkâm ise mahallinde dâvânın suret-i vuku'una vâkıf olmayıp gelen mazbata üzerine hükmü tasdik ettirdirdiğinden ve mahallî maibatalar ise agrâz-ı gûnâgûn üzerine yazıldığından, mesela hakikatte üç ay kifâyet edecek bir bîçârenin on sene küreğe konulduğu ve on sene küreğe gidecek bir caninin üç ay hapis ile kurtarıldığı kesîrü'l-vuku'dur. Kezâlik istintaklarda dahi hal böyledir. İstintak olunan bîçâre derdini bildiği lisanla söylerken müstantik efendi <<olduğundan>> lâfzına aşağıda bir de <<bulunduğundan>> ve <<bulunmakla>> gibi bir râbıta düşürüp ötekinin hiç lisânından sudûr etmeyen ibâreleri cebinden yazar. Sonra mürüvvet ederse bir kere de yüzüne karşı okur ve <<bunu sen söylemedin mi, getir mührnü yoksa parmağını bastır!>> istintak olunan adam okunan şeyi Arapça gibi dinleyih bir şey anlamadan, yalnız efendiyi gücendirmeyeyim itikadıyla mührünü ya da parmağını basar. İşte bu istintak-nâme gâh olur ki bîçârenin idamına sebep olur. Belki onun dediği yolda yazılsa kurtulmak ihtimali bulunur. Ta'accübe şâyân değil midir ki bizde yazı bilmek başka, kâtip olmak yine başkadır. Halbuki sâir lisânlarda yazı ve imlâ bilen katip olur. Vâkıa her lisânda edîb olmak hayli malûmata tevakkuf ederse de âdeta muradını kâğıd üzerine ifade etmek için yazı yazmak kifâyet eyler. Bizde ise yazı öğrendikten mâada bir çok şeyler daha bilmek lâzım gelir. Evvelâ Türkçe imlâ bilinmelidir. Halbuki en güç şey budur. Zira vaktiyle Türkçeye mahsûs lügat kitabı yapılmamış ve Osmanlılar milel-i sâireyi dâire-i hükûmetlerine aldıkça her birinde gördükleri yeni şeylerin isimlerini ol milletin lisânından alıp az çok bozarak kullanmış ve her kâtip bir lügati sükûn ve harekâtının zihnince uyan bir şekli ile yazıp sâirleri dahi diğer surette zaptetmiş olduklarından imlâ öğrenecek kimse evvel emirde bunların hangisine tâbi' olacağında mütehayyir olur. Hele yirmi seneden beri Bâbıali'de teferrüd eden büyük memûrların her biri bir canlı lügat olmak hevesine düşüp kimisi ya ile bildirir, kimisiz ya'sız bildirir. Yazmağa başlayalıdan beri küçük kâtipler ne yapacaklarını şaşırdılar. Sâniyen Arabî ve Farisî imlâ bilmek lazımdır. Bu iki lisânın imlâsını bilmek, kavâidini tahsile mevkuf olduğundan en az sarf ve nahvi görmeyince doğru terkîb yazmak kabil olmaz. Sâlisen bunlardan sonra bir de aklâm-ı devletten birinde birkaç seneler istihdâm olunmak ister. Bu olmadıkça <<idiğüne>> yi <<olduğuna>> ya rabtemek yolu bilinemez. Ve bu nükte kemankeş Sırrı Bey gibi kâtiplerin ders-i âhîri olduğundan, her ne zaman bu melekeyi hâsıl ederse Bâbıali'nin kullandığı kâtipler sırasına geçebilir, gûyâ bir yazı makinesi olur. Lâkin bu kadar zahmetle şu melekeyi ele geçirmiş olan zât ashâb-ı karîha vü kabiliyyetten ise bu tahsîlinden mütelezziz olacak yerde müte'essif olmalıdır. Çünkü me'lûf olduğu revâbıt-ı terkîbât kendini bir dâire-i mahdûde içine sokmuştur ki zihnine tebâdur eden meâniden yalnız melekesine uyabilenleri yazıp sâiri ki gayr-ı vâzıh ve gayr-ı me'nûs dekâyıktır, onları terk ve fedâya mecbûr ve madem ki bu zincir içinde bağlıdır, emsâli raddesinden ileri gitmekten mahrûm mağdûr olur. Bu sebeple gerek şiirimiz ve gerek kitâbetimiz ne derece geri kalmıştır. O yere geçecek usul-i kalem seyyiâtındandır ki teliflerde, matbûatta âsâr-ı marifetlerini ibrâz ile edebiyatta bir inkılâb-ı âzîm husûlüne sebep olan zevâtın ekseri <<olmakla, bulunmakla, ecilden, hasebiyle, mebnî, dolayı, derkâr, âşikâr>> daire-i fâsidesine inhisâra tenezzül etmedikleri için kalemlerinde lâyıkıyla müstahdem değillerdi. Yine o seyyiattandır ki Ali gibi, Müştak gibi, İsmail Paşazâde Galib Bey gibi bir çok girân-kıymet, cevâhir-i fetanet-kadrlerine lâyık olan riâyeti göremeyerek, kimi cünûn getirdi, kimi işretle telef-i nefs eyledi.

Vah bizeyazık bize Bu hale göre bizim millette tabiî hal üzere ne şiir ve ne de inşâ yok mu demek olur. Hayır bizim tabî olan şiir ve inşâmız taşra ahâlileri ile İstanbul ahalisinin avâmı beyninde hâlâ durmaktadır. Bizim şiirimiz hani şâirlerin nâ-mevzûn diye beğenmedikleri avâm şarkıları taşralarda ve çöğür şâirleri arasında deyiş ve üçleme ve kayabaşı tabir olunan nazımlardır. Ve bizim tabiî inşâmız Mütercim-i Kâmus'un ve mu'ahheren Muhbir gazetesinin ittihaz ettiği şîve-i kitâbettir. Vâkıa bu nazım ve bu kitâbet matlûb olunan derecede belîğ ve tumturaklı görünmez ise de ümmet-i Osmanîye ilerlediği sırada bunlara rağbet edilmediğinden, oldukları yerde kalmışlar, büyüyememişlerdir. Hele bir kere rağbet o cihete dönsün az vakitte ne şâirler, ne kâtipler yetişir ki akıllara hayret verir. Velhasıl şi'r-i tabiî odur ki şâir cüz'î bir mülâhaza üzerine kalemi eline alıp irticâlen kırk elli beyit nazm edebilmeli. Kitâbet-i millîye odur ki eli yazı tutan zihnindeki muradını iyi kötü kâğıt üstüne koymalı. Şimdiki şiir ve inşâmızda ise tertîb-i maâni ile beraber bir teşkîl ü tertîb-i elfâz derdi zihni işgal etmekle; ne şiir ve ne de nesirde uslû-i irticâl mümkün değildir. Her milletin şâirleri, hatta bizim çöğür şâirlerimiz bedâhaten birçok şiir söylerler. Biz ise beş beyit bir gazeli dokuz ayda doğurur gibi söyleriz. Sair milletlerde küberâ ve hattâ musannifler bizzat eline kalem alıp mektûp ve telifât yazmazlar, belki yanlarındaki kâtiplerine ağızdan söylerler, onlar dahi yazarlar. Nitekim bizde dahi köy ağaları imamlara söyleyip yazdırırlar. Bu sebepten gerek muhâberât ve gerek telifât onlarda süratli ve suhûletli olur. Ama biz mektup yazdığımızda bir iki kere tesvîd ve tebyîz etmedikçe istediğimiz gibi olmadığından, hem muhaberelerimizde te'enni ve betâat ve hem de ifadelerimizde hoksan ve rekâket bulunur. Bu fenalığı def' için tabiata ittiba' etmeli.

İlk kez Osmanlı İmparatorluğu'nda yayınlanan bu çalışma devletin uluslararası telif anlaşmalarına taraf olmaması sebebiyle kamu malıdır.

Public domainPublic domainfalsefalse

nest...

batman iftar saati 2021 viranşehir kaç kilometre seferberlik ne demek namaz nasıl kılınır ve hangi dualar okunur özel jimer anlamlı bayram mesajı maxoak 50.000 mah powerbank cin tırnağı nedir