İkilem Şairi Ziya Paşa Hayatı Biyografisi Şiirleri Eserleri Hakkında Detaylı Geniş Bilgi
İkilemlerin sanatçısı olarak bilinen Ziya Paşa, Yeni Türk Edebiyatı’nın önemli şairlerinden biridir. yılında yayınlanan Terci-i Bent adlı eseri, onun etkilerini günümüze kadar getirmiştir.
Ziya Paşa, sadaret kaleminde memur olduğu zamanlardan ölümüne kadar geçen süre içinde, batı edebiyatıyla yakınlıklar kurmuş, birçok eser tercüme etmiştir. Avrupa’da yayınlanan Şiir ve İnşâ() adlı önemli makalesinde şiir dilinin sadeleştirilmesi ve Arapça ve Farsça etkilerin artık terk edilmesi yolundaki fikirlerini, tercümelerden elde ettiği birikimlerin sonucu ile oluşturduğu söylenebilir. Ziya Paşa, bu makalede, sadeleşme ve yenileşme taraftarıdır ancak, yılında yayınlanan Harâbât adlı antolojinin manzum önsözünde, halk edebiyatını küçümseyen ve Divan Edebiyatı’nı göklere çıkaran fikirleriyle, sadeleşmenin karşısında olduğunu belirtmiştir; ancak yine de Tanzimat edebiyatı sanatçıları arasında yer almaktadır.
Ziya Paşa, Şinasi’nin işaret ettiği yenilikleri benimsemeye çalışmış, fakat düşüncelerini şiirlerinde tam olarak işleyememiştir. Onun bazı düşüncelerinde tutarsızlık görülür. O, bir mizaç adamı olarak, zaman içindeki değişik fikirlerin temsilcisi olma eğilimindedir. Ziya Paşa, yenilik rüzgârları içerisinde yeterince değerlendirilememiş bir tanzimat dönemi şairlerindendir. Sanatkâr yönü çok kuvvetlidir. Bu anlamda İbrahim Şinasi’den sanat gücü olarak daha kuvvetli olsa da yenileşme dönemi Türk edebiyatına batı kültürünün tesiri noktasında onun kadar etkili olduğunu söylemek zordur.
Şiirlerinde teknik anlamda, yetiştiği sanat ortamının da etkisiyle, Divan Şiiri anlayışı hâkimdir. Mazmunlar, hayal dünyasına ait unsurlar, arka plandaki düşsel yapı bu dönemin etkisindedir. Ancak, yazılarında, fikrî anlamda, tam bir batı edebiyatı yanlısıdır. Değişen Türk edebiyatının batı kültürüne doğru yönelmesini savunurken eski anlayıştan İzler taşıyan şiirlerinde de bu fikrî yapıyı yansıtmıştır
Eş’ar-ı Ziya (şiir) Ziya Paşa’nın Ölümünden sonra yayımlanan şiir kitabıdır.
Rüya (mülakat) Asıl olarak kurmaca bir kitaptır ve Ziya Paşa’nın bir rüyasını ele alır. Fakat kitabın bazı bölümlerinde yazılan karşılıklı konuşmalar Türk edebiyatında ilk mülakat Rüya olarak kabul edilmektedir.
Külliyat-ı Ziya (şiir) Bütün şiirlerinin bir araya getirildiği şiir kitabıdır.
Harabat (şiir-antoloji) Geleneksel yöntemle kaleme alınmış şiirlerin yazıldığı bir kitaptır.
Zafername (şiir) Osmanlı paşası olan Ali Paşa’yı övüyor gibi yapıp sert bir şekilde eleştirdiği hiciv kitabıdır. Kaside nazım biçiminde kaleme alınmıştır.
Emile (roman-anı)Jean Jacques Rousseau’nun romanı olan Emile, Ziya Paşa tarafından çok fazla değiştirilerek tekrar kaleme alınmıştır. Yani sanatçı, kitabın orijinaline bağlı kalmayarak adeta romanı yeniden kaleme almıştır.
Engizisyon Tarihi (tarih) Fransız yazarı olan Cheruel adlı tarihçinin kitabının Türkçeye çevrilmesidir.
Endülüs Tarihi (tarih) Fransız yazar Louis Viardotun Endülüs üzerine yazdığı kitabın Türkçeye çevrilmesidir.
Veraset Mektupları (mektup) Ziya Paşa Mısır’da sürgünde bulunduğu zamanlarda yazdığı edebi mektuplardır.
Defter-i Amâl (Hatıra anı) Ziya Paşa’nın hatıralarını yazdığı kitaptır. Batılı anlayışla yazılan ilk hatıra (anı) kitaplarından bir tanesidir.
« Yüzyılda Osmanlı Sahasında Yazılan Mensur EserlerHalit Ziya Uşaklıgil »
Alt Kategoriler:PDF, Tanzimat Dönemi Edebiyatı Şairleri, Tanzimat Edebiyatı Dönemi
Ziya Paşa (d, İstanbul ö. 17 Mayıs , Adana) Yazar, şair, devlet adamı.
te İstanbulda doğdu, 17 Mayıs de Adanada yaşamını yitirdi. Asıl ismi Abdülhamid Ziyaeddin. Galata Gümrüğünde katiplik yapan Erzurumlu Ferideddin Efendinin oğlu. Bayezit Rüşdiyesini bitirdi. Özel derslerle Arapça, Farsça öğrendi. Bir süre Sadaret Mektub-i Kaleminde çalıştı. te Mustafa Raşid Paşa aracılığıyla sarayda Mabeyn Katipliğine atandı. bu sırada Fransızca öğrendi. Ali Paşa sadrazam olunca saraydan uzaklaştırıldı. de Kıbrıs, te Amasya Mutasarrıfı ve Meclis-i Vâlâ-yı Ahkâm-ı Adliye üyesi oldu. te Yeni Osmanlılar Cemiyetine katıldı. Yeniden Kıbrısa atanınca de Namık Kemal ile birlikte Londraya kaçtı. Birlikte Yeni Osmanlıların yayın organı olan Hürriyet gazetesini yayınladılar. Namık Kemalin ayrılmasından sonra gazetenin sorumluluğunu üstlendi. te Cenevreye gitti. Ali Paşanın ölümünden sonra de İstanbula döndü. arasında Şurayı Devlet üyeliği ve maarif müsteşarlığı yaptı. Anayasayı hazırlayan Kanun-i Esasi adlı kurumda görevlendirildi. 1inci Meşrutiyetin ilanından sonra de vezir rütbesiyle önce Suriye Valiliğine ardından Adana Valiliğine atandı. Adanada yaşamını yitirdi.
II. Abdülhamit yönetimine karşı özgürlükleri ve meşrutiyeti savundu. Batılılaşma yanlısı, yenilikçi Tanzimat Edebiyatının öncüleri arasında yer aldı. Namık Kemal ve Şinasi ile birlikte yeni Türk edebiyatının temellerini attı. Tür edebiyatının kendi geleneğine sahip çıkmasını istedi, şiir ve yazı dilinin halkın dili olması gerektiğini savundu.
Şiirlerinde divan şiir biçimlerini kullandı; ama içerikte hak, adalet, uygarlık, hürriyet gibi temaları işledi. Terci-i Bend ve Terkib-i Bend isimli iki şiirinde ise insanın yargısı ve gerçeği kavramanın olanaksızlığı, Tanrının mutlak egemenliği gibi metafizik konular üzerinde durdu.
te Arap, Fars ve Türk şairlerin şiirlerini Harabat adlı 3 ciltlik ansiklopedide topladı.
Sanatçı Kimliği
Ziya Paşanın Eserleri ve Özellikleri
1. Eşar-ı Ziya
2. Terci-i Bend
3. Terkib-i Bend
Sanman bizi kim şire-i engür ile mestiz
Biz ehl-i harabattanuz mest-i elestiz. (Bağdatlı Ruhi)
4. Zafer-name
Zafer-namenin Konusu:
O dönem Osmanlı Devletine bağlı olan Giritte da Rumlar isyan çıkarırlar. Ali Paşa dönemin sadrazamıdır. Batılı devletler Rumlara değişik şekillerde destek vermektedirler. Ali Paşa, isyanı bastırmak için Girite gönderilir fakat başarısız olur. Genel af çıkarır, Girit halkını iki yıl süre ile vergiden muaf tutar. Türkçenin yanında Rumcayı da resmi yazışma dili olarak kabul eder. Sadece ada yönetimini muhtariyet şekline dönüştürerek isyanı bastırmaya çalışır. Ziya Paşa, bu gerçek durumu kendince mizahî bir şekilde hayalî bir kurgu içinde gerçek olayların tam tersi şeklinde sunar.
Bu kasideyi Hayri Efendi adında biri tahmis eder, Cahil Hüsnü Paşa da bu tahmisi şerh eder.
5. Rüya
Hâb-nâme Nedir?
Rüyada görülmüş gibi kabul edilen durum ve olaylara yer veren eserlerdir. Rüya hikayesi anlamındadır.
Rüyanın Konusu
Ziya Paşa Londrada bir öğleden sonra Hampton Court adlı bir parkta oturmuş, düşünürken hayallere dalar ve bu arada uyuyakalır. Ziya Paşa bir rüya görür. Rüyasında dönemin sultanı Abdülaziz ile aralarında bir konuşma geçer, bu karşılıklı konuşma sırasında Ziya Paşa, padişaha memleketin kötü yönetildiğini, bu kötü yönetimin gerekçelerini sıralar. Yeni Osmanlılar adlı cemiyetin asıl amaçlan hakkında sultanı bilgilendirir. Meşrutiyet rejiminin, millet meclisi oluşturmanın önemi üzerinde durur.
Ziya Paşa bütün bu kötü gidişata dur demek için sultana Ali Paşanın sadrazamlık görevinden azledilmesini önerir. Padişah, Ziya Paşanın bu teklifini kabul eder ve Ali Paşanın Kıbrısa sürgün edilmesine karar verilir. Ali Paşa tam sadrazamlık mührünü getirip padişaha sunacakken park bekçisi gelip Ziya Paşayı uyandırır ve eser böylece sona erer.
6. Veraset-i Saltanat-ı Senîyye Mektupları
7. Endülüs Tarihi
8. Defter-i Âmâl (Name-i Amal)
9. Emile Tercümesi
Vülgarize nedir? Sıradanlaştırmak, basitleştirmek, bayağılaştırmak.
Tartüffe (Riyanın Encamı)
Ziya Paşa Adana valisi iken Molierenin Tartüffe adlı piyesini hece vezniyle, kafiyesiz olarak ve sade bir dille tercüme etmiştir.
Ziya Paşa bu eseri sahnelenmek üzere Riyanın Encâmı adı ile dilimize aktarmıştır.
Telemak ve La Fontaine Çevirileri
Birçok kaynakta Ziya Paşanın bu iki eseri tercüme ettiği yönünde bilgiler varsa da bahsedilen çeviriler günümüze ulaşmamıştır.
Harabat
Harabat cilt
Harabat 2. cilt
Harabat cilt
Harabatın Türk edebiyatı tarihi ile ilgili olarak verdiği bilgiler şunlardır:
Ziya Paşaya Göre Şairliğin Esasları
Harabata ilişkin diğer notlar
Başlıca Eserleri:
Tercümeleri:
’'Yalnızlığın’’ ve ‘’hüznün’’ şairi: Özdemir Asaf
11 Haziran
Bugün, Türk şiirinde ‘’yalnızlığın’’ ve ‘’hüznün’’ şairi Özdemir Asaf'ın doğum günü. (11 Haziran ) (Vefatı: 28 Ocak ) Hep hayıflanıyorum işte, bizi biz yapan değerlerimizin ''doğum gününü'', ''vefat yıldönümünü'' vesile yaparak neden anmayız diye Boyalı boyalı ceridelere bakın Renkli renkli ekranlara bakın Hiç anan var mı bu ‘’yalnızlığın’’ ve ‘’hüznün’’ şairini
Onlar anmasa da hep beraber biz analım, değil mi?
Özdemir Asaf ( - ); matematik denklemleriyle yalnızlığın hüznünü bir araya getirip, içindeki çocuğa şiir yazdıran şairimizdir. "Her bir yaşam öyküsü, öbür yaşamların parçacıklarıyla tamamlanır’’ diye tanımlar hayatı…
Asıl adı Halit Özdemir Arun'dur. Saatinin akrebi ve yelkovanı olmayan bir şairimizdi… Düşünen bir şairimizdi Tüm dünyayı kucaklamak isteyen, fakat kolları buna yetmeyen, ("bütün dünyayı kucaklamak istedim, kollarım yetmedi." ) sonra da bunu sessizce kabullenmek zorunda kalan şairimizdi… Sanki oyun hamuruyla oynuyormuş gibi kelimelerle oynayan, onları çeşit çeşit renge ve şekle sokan, insan suretli büyücü bir şairimizdi… Derinliklerin anlatıldığı şiirlerin ustası bir şairimizdi Dizeleri kısa ve öz, bir kurşun kadar ağır, ancak bir kuşun yuvası kadar naif olan bir şairimizdi… Bir kelimeye bin anlam yüklemiş olan bir şairimizdi… '’Herkes fazlasıyla sevmiş, ben eksikleriyle de sevdim oysa'’ diyerek gerçek aşkı anlatan şairimizdi…Türk şiirinde ''İkinci kişi''yi en iyi anlatan şairmizdi
''Bir insan treni kaçırırsa başka bir tren gelir onu alır. Bir ulus treni kaçırırsa başka bir ulus gelir onu alır'' diyerek çağını ve ötesini görebilen bir şairimizdi…
Murathan Mungan kendisi için şöyle söylerdi: "İşim kelimeler benim. Sahte alçakgönüllülüğe gerek yok: Türkçe’nin saçlarını tarayan, tarayabilen yaşayan üç-beş yazardan biriyim. İçimizle dilimiz arasındaki mesafeyi kelimelerle kapatmaya çalışan adamdır yazar dediğin." Muratha Mungan’ın söylediği gibi Türkçe’nin saçlarını tarayan, tarayabilen, İçimizle dilimiz arasındaki mesafeyi kelimelerle kapatan ve kelimelerle dans eden bir şairimizdi… Yuvarlağının köşeleri olan bir şairimizdi… (‘’Yuvarlağın Köşeleri’’, şairin şiir kitabının adı…)
Melih Cevdet Anday bir yazısında şöyle yazardı; ‘’Türk toplumundaki felsefe eksikliğini Türk şiiri gidermiştir.’’ Melih Cevdet Anday’ın bu sözünü doğrularcasına felsefi derinliği olan bir şairimizdi…
‘’Yalnızlık paylaşılmaz, paylaşılırsa yalnızlık olmaz’’ isimli şiir kitabinin ilk sayfasında da; "Herkesin bir hikâyesi vardır ancak herkesin bir şiiri yoktur" İfadesi bulunan bir şairimizdi…
Aşiyan Mezarlığında bir mezar taşında Özdemir Asaf Arun ve Yıldız Moran Arun isimleri yan yanadır. Ve bu mezar taşında, altına da üstüne de kimi zaman erguvanlar, kimi zaman sararan yapraklar, kimi zaman da kar düşen şu şiir yazılıdır:
‘’Sevgi ise sevişeceğiz seninle
kavga ise dövüşeceğiz seninle
ölümü de paylaştığımız yaşamda
ortaklaşa bölüşeceğiz seninle’’
Şiirin adı da ‘’İkilem’’dir…
Türk şiirinde; Cahit Sıtkı Tarancı "ölüm", Nazım Hikmet "hasret", Ahmet Hâşim "akşam", Yahya Kemal "İstanbul’’dur. ‘’Aşk’’ın şairi nasıl Cemal Süreyya, ‘’keder’’in şairi nasıl Ahmet Arif ise Özdemir Asaf da ‘’yalnızlığın’’ ve ‘’hüznün’’ sairidir. Ancak hüznü kırılgan, depresif ve umutsuz değil; onun hüznü güler yüzlü ve pozitiftir.
Aşağıda Özdemir Asaf’ın üzerinde düşünmemiz gereken insanı, hayatı ve aşkı kısa cümlelerle anlattığı ve her kelimesi ve her cümlesi ile insanı tarifsiz etkileyen sözlerini sunuyorum… Bu sözlerde kısmen Goethe’nin izlerine rastlanır. Goethe de ‘’Genç Werther'in Acıları’’nda şöyle söylerdi: ‘’Seni seviyorsam bundan sana ne?" Benzer şekilde Özdemir Asaf da şöyle söylerdi: "Neyine bağlandım ki bu kadar, bana bakmayan gözlerine mi, yoksa benim olmayan kalbine mi?..” ''Ona aşığım, çünkü o bana değil.''
Özgemir Asaf'ın çok sevdiğim ''Lavinia'', ''Alfa'' gibi şiirlerini bulup okumaya sizlere bırakıyorum. Ben onun her biri aforizma niteliğinde olan ve okuduğunuzda sanki siz söylemiş, sanki size söylenmişcesine ruhunuzda, ruhunuzun en derinliğinde hissedeceğiniz sözlerini sunuyorum. Beğeneceğinizi ve üzerinde düşüneceğinizi umuyorum Çünkü; susadığınızda su içmek gibidir, çok istediğinizde çay içmek gibidir, çok acıktığınızda yemek yemek gibidir Özdemir Asaf’ın şiirleri…
"Uzağa değil usta, öteye hep öteye gitti; yalnızlığı ondandır!" dizelerin sahibi Özdemir Asaf yok artık, ama sadece bizden önce, öteye gitti, hep öteye Bizim o hep hayıflandığımız ve yakındığımız yalnızlığımız işte bundandır!
Allah rahmet eylesin
Osman AYDOĞAN
Özdemir Asaf’ın insana ve aşka dair sözleri:
• Mutlu edemeyeceksen, meşgul de etmeyeceksin.
• Bir seni görsün istiyorsan gözüm, bir beni görmeli gözün.
• Bekle dedi gitti; Ben beklemedim, o da gelmedi. Ölüm gibi bir şey oldu ama kimse ölmedi.
• Madem yalandı herşey, bıraksaydın öyle kalsaydı. Bana son yalanın "ben de sevdim" olsaydı.
• İki yüzlünün dilinde tat, kalbinde ise fesat gizlidir.
• Ne para istiyorum ne de pul. Tek bir istediğim var, o da yalansız bir kul.
• Herkes fazlasıyla sevmiş, ben eksikleriyle de sevdim oysa.
• İki seçeneğin var; ya kal, ya gitme!
• Ben ölseydim, o belki ağlardı. Ama o ağlasaydı, ben ölürdüm
• Bakarken kıyamamak mı, yoksa baktıkça doyamamak mıdır aşk?
• Yüzümde hüzünden gölgeler varsa, o hüzün yüzündendir olsa olsa.
• Gelmeyecek bir gideni, olmayacak bir nedeni beklediniz mi?
• Öğüt; zamanında taze yenmemiş bir ekmeği, başkasına bayat yedirme denemesidir.
• İnsansız adalet olmaz. Adaletsiz insan olur mu? Olur, olmaz olur mu! Ama, olmaz olsun.
• Dün yağmur yağacaktı, gün döndü, yarın yağdı, Bugün dindi.. Ağlayacaktı.. Kim anlayacaktı…
• Sen kalıyordun, gide gide, Ben gidiyordum, kala kala.
• Benim sevdam ulu çam gibidir. Ne güzde yaprak döker, nede kışta boyun büker.
• Benim en sevdiğim söz ,"sen"den duyduğum "ben"dir.
• Ben gülüşüne öldüm, o ölüşüme güldü. Farklıydık işte!
• İnsanin kendine mektup yazması ve dönüp dönüp onu okuması yalnızlığın da ötesidir.
• İnsan mı paraya bağlı, para mı insana bağlı? Bu, insana bağlı.
• Onu kırmış olmalı yaşamında birisi. Dinledikce susması, düşündükçe susması. Tek başına iki kişi olmuş kendisiyle gölgesi, heykelini yontuyor yalnızlığın ustası.
• Sırtımızı yaslayıp uyuduğumuz taşları mı atacaklar kafamıza; taş kalpleri taç yaptık diye başımıza.
• Keşke sen ben olsan; seni sevmenin ne kadar zor olduğunu anlasan. Keşke ben sen olsam; bu kadar sevilmenin tadını çıkarsam.
• Seni büyük buldum, anladım, seni güzel buldum, korudum, seni küçük buldum, uyardım, seni yakın buldum, uyudum, biri yanlış idi, unuttum.
• Düşümde aşk ile karşılaştım. İnsanı arıyordu. Uyandım, insan ile karşılaştım. Aşkı arıyordu.
• Önce büyük büyük düşündüm. Sonra büyük büyük yaşadım. Ne varsa onlar aldı. Şimdi bana küçük bir ölüm kaldı.
• Çevreme bakındım, yalancıların çoğu unutkan ya da aptal Kötü ve korkak. Yalanı böylelerinin eline düşüren büyük zekalara kızdım.
• Mutluluğun gözü kördür, yalnızlık sağır. Ondandır biri tökezleyerek yürür, öbürü uykusunda bile bağırır.
• Kim bilir kaç kişi ayrı yataklarda birbirine sarılarak uyuyordur.
• Gelmen bir iyiliktir diyecektim Kapıyı hep başkaları açtı.
• Beni benden çıkardınız. Beni benden aldınız. Göz görmeye görmeye. Bir uzağa bıraktınız. Kendime dönmeye. Artık çok geç.
• Yalnızlık dışarıdan gelmez; insanın içindedir.
• Sen kocaman çöllerde bir kalabalık gibisin, kocaman denizlerde ender bir balık gibisin. Bir ısıtır, bir üşütür, bir ağlatır, bir güldürür. Sen hem bir hastalık hem de sağlık gibisin.
• Ne an yaklaştımsa ittiniz ve ne zaman geldimse gittiniz. Siz hep büyük ve önce idiniz. Gerçekten öyle oldu önce siz bittiniz.
• Aşkın içinde en uzun, içtenliklerini en iyi korumasını bilenler kalmıştır.
• Bazen dayanmaktır sevmek; hayat nereden vurursa vursun ayakta durabilmek… Bazen yaşamaktır sevmek; soluksuz ciğer gibi sevgisiz kalbin duracağını bilmek… Bazen ağırdır sevmek; sevdiğine layık olabilmek… Ve bazen hayattır sevmek; birini çok uzaktayken bile, yüreğinde taşıyabilmek…
• Artık benim mutluluk denen bir kavramım olmayacak. Daha mutsuz olmamak için
• Ağlamak unutmak kadar kolaydır inanSevin ağlayabiliyorsan. Sevin ağlıyorsan Gül ağlayabiliyorum diye, gül ağlıyorum ağlıyorum diye. Sana birşey yapamam ağlayamıyorsan!
• Beni bundan böyle beklese beklese hüzün bekler, çağırsa çağırsa hüzün.
• Kendine gel! Seni orada bekliyorum.
• Yalnızlık paylaşılmaz, paylaşılsa yalnızlık olmaz.
• Dünyanın nüfusu ikiye bölünüyor. Yarısı sen oluyorsun, yarısı ben. Sonra ikimiz bir bütün oluyoruz, kimseye sezdirmeden
• Yaşamak, ilkin sevgi ile sevmek ile başlar, Doğumla, doğmakla değil. Yaşam da sevgisizlikle biter, ölümle, ölmekle değil
• Kaçmak istedikçe sana yakalanıyorum. Söndürmek istedikçe sana yanıyorum. Yenildim işte! Yine de seviyorum.
• Bir anlam gelse. Ne varsa alsa gitse.
• Ağladığımı gör diye ağlamıyorum; Ağladığım için ağladığımı görüyorsun.
• Beni öyle bir yalana inandır ki ömrümce sürsün doğruluğu.
• Gerçek değer; gelmesi boşluk dolduran değil gitmesi boşluk yaratan.
• Bir sevgiyi anlamak, bir yaşam harcamaktır Harcayacaksın!
• Bir gün benden şikâyet ettiğin ne varsa, Özleyeceksin!
• Seni, sensiz de sevebiliyorum.
• Söylenemiyor çok şey, susmadan.
• Makyajı akıyor farkının; herkesleşiyorsun
• Gülüş bir yanaşımdır bir öbür kişiye; birden iki kişiyi döndürür bir kişiye. Anılarından kale yapıp sığınsa bile, yetmez yalnız başına bir ömür bir kişiye.
• Kime sorsam, "ben senin mutluluğunu istiyorum" dedi. Ne kastınız vardı mutluluğuma, anlamadım gitti.
• Aşk; iki kişinin sokak kavgasına benzer, Çünkü ayıran hep bir yabancıdır.
• Sen bana bakma ben senin baktığın yerde olurum.
• Oysa ne çok ağladım ben bir damla yaş dökmeden
• Sakladığın kendini böldün iki yarım'a; iki kez yaralandın bir yarım yara için.
• Güçlü olmanın türlü yolları vardır, dürüst olmanın bir tek.
• ‘’Bekle!’’ deseydin, gelmeyeceğini bilsem bile beklerdim
• Bu için için oluşum. Ben seni bulunca, sen de beni bulasın diyedir.
• Kirli ellerimiz daha temiz, temiz elli kirli gönüllerden. Ne dersiniz?
• Ben sevmekten hiç borçlu çıkmadım.
• Gidişiyle boşluk yaratanlardan ol.
• Uykunun içinde bir rüya, rüyamda bir gece, gecede ben Bir yere gidiyorum, delicesine Aklımda sen
• Boşuna yorulma gönül. Sadece sevmek yetmiyor
• Adının üstüne anılar koyma. Sen mezar değilsin. Anılar adının ardından gelsin. Sen duvar değilsin
• Bir kelimeye bin anlam yüklediğim zaman sana sesleneceğim.
• İmkansızları yaşamak mıdır sevmek, yoksa severken imkansız mıdır yaşayabilmek?
• İnsan parasını kaybedince fakir, özgürlüğünü kaybedince esir, aşkını kaybedince şair olurmuş.
• Benimle ömür geçer mi ki dedim. Senle geçirmeye ömür yeter mi? dedi. İşte bu bana bir ömür yetti.
• Ölünceye kadar seni bekleyecekmiş. Sersem. Beni seni beklerken ölmem ki. Beklersem.
• ''İyi geceler canım'' derdin. Gecenin iyiliğinden çok, canın olma düşüncesi yeşerir dururdu içimde.
• Sevmeyi bilmiyorsan kullanma o iki kelimeyi! Yani ne sen kirlet ağzını o sözle. Ne de o söz ağlasın kimin eline düştüm diye.
• Ben yürümeye başlayınca denizlerin üstünde karalarda koşanlar durup bana baktılar. Ben de gittim sığınacağım adaları birer birer batırdım.
• Objektif ölü bir gözdür, ölmüşünü görür. Göz, görmüş bir objektiftir, gördüğünü öldürür.
• İnsanlar gelmeleriyle boşluk dolduranları severler, gitmeleriyle boşluk yaratanlara âşık olurlar.
• Küçükken hayvanlarla konuşabilsem ne ilginç olurdu diye düşünürdüm. Meğer yıllardır iletişim kurabildiğim bir sürü hayvan varmış.
• Unutsun beni demişsin, bu bana imkânsız geliyor. Çünkü unutmam için önce seni hatırlamam gerekiyor.
• Dost gerçekleri Düşman işine geleni Deli ağzına geleni Aşık içinden geçeni söylermiş
• Off ! Neyine bağlanır ki insan bu kadar? Sana bakmayan gözlerine mi, yoksa senin olmayan kalbine mi?
• Sus be yüreğim, bende biliyorum özlediğimi; sus da bilmesin özlendiğini.
• İnsanın zamanı varsa, herşeyin gelmesini beklemeye mecburdur. Her şeyi varsa eğer; Zamanın geçmesini beklemeye mahkumdur.
• Kolay mıdır bir anda herşeyden vazgeçip gitmek, yoksa herşeye rağmen gitmekten vazgeçip sevmek mi gerek?
• Gelecekse beklenen, beklemek güzeldir. Özleyecekse özlenen, özlemek güzeldir. Ve sevecekse sevilen; O hayat herşeye bedeldir.
• Aşk; görmekten çok özlemeyi sever, dokunmaktan çok düşlemeyi.. Ve aşk öyle haindir ki; nerde imkânsız varsa gider onu sever.
• Gemilerin çoğu, bir insan yüzünden batmıştır. Denizin yüzünden değil.
• İnsanı bedenen ameliyat etmek için bayıltmak gerekir, ruhen ameliyat etmek için se ayıltmak.
• İnsanın büyüdükçe mi artıyor dertleri, yoksa insan büyüdükçe mi anlıyor gerçekleri?
• Son isteğin nedir? sorusu çok çok kolaydır, ilk isteğin nedir? sorusundan. Çünkü, o soruyu kimse kimseye soramadı korkusundan.
• Bir kadının alnı dudaklarından daha değerlidir. Çünkü dudaklarından dökülecek olan ''seni seviyorum'' sözü, önceden alnına yazılmıştır
• Yanına kadar koştuktan sonra, bir adım daha atamayacaksan eğer; oraya kadar sakın koşma. Sana değil, bekleyene yazık olur.
• Konuşmak susmanın kokusudur. Ya sus-git, ya konuş-gel, ortalarda kalma. Yalan korkaklığın tortusudur. Dürüst kaba ol, eğreti saygılı olma.
• Ne zaman nereye gitmedimse, hiç kimseyi de incitmesem de, konular birikti kendiliğinden; ben ne kadar biriktirmesem de..
• Aynı günde dört mevsime şahit olmak gibi bir şey bu. Önce özlüyor, sonra ağlıyor, akşamları küsüyor, geceleri çok seviyorum.
• Bana yaşadığın şehrin kapılarını aç. Başka şehirleri özleyelim orada seninle. Bu evler, bu sokaklar, bu meydanlar ikimize yetmez
• Tek kişilik miydi ki bu şehir? Sen gidince bomboş kaldı
• Kendini bir şeye bölmesini bil, bilmezsen, bir şeyi bilmesini bil, onu da bilmezsen, anlatıyorum, olan oluvermez, ölmesini bil.
• Bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın. Bu yılan doğadaki yılandır, toplumdaki değil. Yanlış anlaşılıyor.
• Şu hayvan o kadar vahşî ki Onun üstesinden ancak insan gelebilir.
• Off dudağım acıyor" dediğimde, "Öpeyim de geçsin" diyen sevgili; "yüreğim acıyor" dediğimde çekip gitti…
• Bir insan treni kaçırırsa başka bir tren gelir onu alır. Bir ulus treni kaçırırsa başka bir ulus gelir onu alır.
• Sana bir şiirler olmuş sevgilim. Yüzün-gözün söz içinde. Hangi imla kitabına baksam, benden ayrı yazılıyorsun.
• İki tür nokta var; biri önüne ve ardına bakar, biri ardına bakmaz ardını noktalar.
• Gelmesen önemli değil, gelsen önemli olurdu!.. Gelmemen büyük yalnızlığımı doldurdu.
• Özgürlüğü elinden alınan çocuğa büyük derler.
• Bütün renkler aynı hızla kirleniyordu, birinciliği beyaza verdiler.
• Bir kez geçer, bir insan bir karşı'ya, Ondan sonra artık herşey karşı'dır.
• Yaşamak için bırakılmış bir yön baktım, yoktu: Ben direnmek için elimden gelin yaptım.
• Tutkuların evinde savaş kırıkları var; kül olmuş bir bütün'ün yonga yanıkları var. Eski özlemlilerin yeni bahçelerinde, anı kuyularının suskun çığlıkları var.
• Biri gelir sorarsa Sana beni sorarsa Gitti der misin? Gittiğimi söyler misin Gidiyorum ben sana, benimle gider misin?
• Seni bulmaktan önce aramak isterim. Seni sevmekten önce anlamak isterim. Seni bir yaşam bitirmek değil de, sana hep hep yeniden başlamak isterim.
• Sil ağzının kenarını, yine gülüşünden cennet akıyor
• Sustuğunu bilen olgundur, bildiğini susan değil.
• Ağzında yalan varken konuşma!
• Ne zaman imkânsızı seversen, işte o zaman gerçek seversin.
• Kendi bahçesinde dal olamayanın biri, girmiş bahçeme ağaçlık taslıyor.
• Evlilik, iki kişilik yalnızlıktır.
• Benim söylemek için çırpındığım gecelerde, siz yoktunuz.
• Sevilenin yanlışı görünmez, sevilmeyenin görüntüsü yanlıştır.
• Dünüyle ünlü insanlar bugün gün yüzü görmezler.
• Söylenemiyor çok şey, susmadan..
• Anı bahçelerinde üşümek sıcaktı.
• Ölüm; ben seni utanç ile titrerken gördüm.
• Yolun geleceğini çizdim, geçmiş gibi.
• Açlık insanı öldüren, partileri yaşatan bir olaydır.
• Her seven sevilenin boy aynasıdır. Sevmek sevilenin o aynaya bakmasıdır.
• Bugüne en uzak gün, dün.
• Solan renkleri boyamakta o boyasız boyacı.
• Ölebilirim bu genç yaşımda. En güzel şiirlerimi söylemeden götürebilirim. Şimdi kavak yelleri esiyorken başımda, sevgilim, seni bir akşamüstü düşündürebilirim.
• Dün sabaha karşı kendimle konuştum.
Ben hep kendime çıkan bir yokuştum.
Yokuşun başında bir düşman vardı.
Onu vurmaya gittim ve kendimle vuruştum.
• Her korkan kaçmaz. Ama her kaçan, korkaktır.
• Ona aşığım, çünkü o bana değil.
Mehmet Akif Ersoy (20 Aralık 27 Aralık )
Şevval 'da (Aralık ) İstanbul Fatih'te Sarıgüzel'de doğdu. Babası, küçük yaşta tahsil için Arnavutluk'un İpek kazası Şuşisa köyünden İstanbul'a gelmiş, "temiz" mânasına gelen adının önüne temizlik ve titizliği dolayısıyla ayrıca "Temiz" sıfatı eklenerek anılan, Fâtih Medresesi müderrislerinden Mehmed Tâhir Efendi, annesi aslen Buharalı olup Tokat'a yerleşmiş bir aileden Emine Şerîfe Hanım'dır. Emîr Buhârî mahalle mektebinde ilk öğrenimine başlayan Âkif burada iki yıl okuduktan sonra Fâtih Muvakkithânesi'nin yanındaki ibtidâî mektebine yazıldı (). Safahat'ta, "Hem babam hem hocamdır, ne biliyorsam kendisinden öğrendim" diyerek tanıttığı babası o yıl kendisine Arapça öğretmeye başlamıştı. Aynı zamanda Mühürdar Emin Paşa'nın oğulları İbnülemin Mahmud Kemal ve Ahmed Tevfik'in özel hocaları olan Tâhir Efendi derslerini yazın Emin Paşa'nın Yakacık'taki köşkünde sürdürmekteydi. Ailece köşkün bir dairesinde kaldıklarından Âkif de bir taraftan bu derslere katılmakta, diğer taraftan iki kardeşle arkadaşlık yapmakta ve kardeşlerin büyüğü Mahmud Kemal ile birlikte manzumeler yazmaya çalışmaktaydı.
Fâtih Merkez Rüşdiyesi'nden mezun olan Mehmed Âkif () Mülkiye Mektebi'nin idâdî kısmına yazıldı. Edebiyat hocalığını Muallim Nâci'nin yaptığı bu okulun üç yıllık ilk dönemini tamamlayıp yüksek kısmının birinci sınıfında okurken babasının vefatı üzerine () daha kısa yoldan meslek sahibi olarak hayata atılmak için o sırada yeni açılmış olan Mülkiye Baytar Mektebi'ne girdi (). Aynı yıl çıkan büyük Fatih yangınında evleri yanmasına rağmen Mehmed Âkif bu sıkıntılar arasında okulunu birincilikle bitirdi (). Mektep yıllarında sporla, bilhassa güreşle meşgul oldu ve son iki senede şiire olan ilgisini arttırdı. Mezuniyetinin ardından Ziraat Nezâreti Umûr-ı Baytâriyye ve Islâh-ı Hayvânât umum müfettiş muavinliğiyle memuriyet hayatına başladı. Görev yeri İstanbul olmakla birlikte önce Edirne'de, daha sonra Anadolu ve Rumeli'nin çeşitli bölgelerinde dolaşarak bulaşıcı hayvan hastalıklarıyla ilgili çalışmalar yaptı. Bir ara ordunun ihtiyacını karşılamak için gerekli alımları yapmak üzere Şam ve civarında dolaştı. Bu seyahatlerde köylüyü de yakından tanıma imkânını elde eden, halkın dert ve meseleleri hakkında doğrudan bilgi sahibi olan Mehmed Âkif'in tesbit ve tahlilleri şiirlerine realist ve canlı tablolar halinde aksetmiş, çözüm tekliflerinin isabetli olmasını sağlamıştır. Sekiz on yaşlarında iken başladığı ve zaman zaman ara verdiği hâfızlığı da kendi kendine çalışarak bu sıralarda tamamladı. İstanbul'da bulunduğu yıllarda memuriyeti yanında Halkalı Ziraat Mektebi ile () Çiftlik Makinist Mektebi'nde () kitâbet-i resmiyye hocalığı yaptı. II. Meşrutiyet'in ilânından sonra Ebül'ulâ Zeynelâbidîn (Ebül'ulâ Mardin) ve Eşref Edip'le (Fergan) birlikte devrin ilim ve fikir hayatında önemli yeri ve tesiri olan, hemen hemen bütün şiir ve yazılarının çıkacağı Sırât-ı Müstakîm mecmuasını başyazarlığını da yaparak yayımlamaya başladı (27 Ağustos ). Aynı yıl İstanbul Dârülfünunu Edebiyat Şubesi'nde Osmanlı edebiyatı müderrisliğine tayin edildi. Dönemin aydınları arasında Arapça'yı en iyi bilenlerden olan Âkif, bir taraftan da İttihat ve Terakkî'nin Şehzadebaşı Kulübü'nde cemiyetin Hey'et-i İlmiyye üyesi olarak Mu?alla??t ve Lâmiyyetü'l-?Arab gibi eserleri okutup Arap edebiyatı ve tercüme usulü dersleri verdi. Dârüledeb adlı bir özel okulda da fahrî hocalık yaptı. Baytar Mekteb-i Âlîsi Me'zûnîni Cemiyeti başkanlığında bulundu (). Dârü'l-hilâfeti'l-aliyye Medresesi'nde Türkçe-edebiyat muallimi oldu ().
Mehmed Âkif, Balkan Savaşı sırasında kurulan ve ileriki yıllarda Millî Mücadele'nin teşkilâtlanmasında önemli rol alacak olan Müdâfaa-i Milliyye Cemiyeti'ne bağlı Hey'et-i Tenvîriyye'ye (Hey'et-i İrşâdiyye) katıldı. Burada halkı edebiyat yoluyla uyandırmak ve aydınlatmak için Abdülhak Hâmid, Recâizâde Mahmud Ekrem, Süleyman Nazif, Hüseyin Cahit (Yalçın), Mehmed Emin, Abdülaziz Çâvîş, Cenab Şahabeddin ve Hüseyin Kâzım Kadri'yle beraber heyetin kâtib-i umûmîsi olarak çalıştı. Süleyman Nazif, bu çalışmalar esnasında heyetin başkanı olan Recâizâde'nin, Âkif'in sanatını ve seciyesini takdir ederek ona milletin millî bir destana ihtiyacı bulunduğunu, bunu ise ancak kendisinin yazabileceğini söylediğini nakletmektedir. Nitekim Mehmed Âkif, Balkan savaşları sonunda memleketin içine düştüğü vahim durum karşısında yeise düşmemek, birlikten ayrılmamak ve orduya yardım gibi konularda Fatih, Beyazıt ve Süleymaniye camilerinde metinlerini bu sırada adı Sebîlürreşâd olarak değişen dergisinde yayımladığı vaazlar vermiş ve Hakkın Sesleri'ndeki şiirleri yazmıştır.
Haksızlıklara tahammül edemeyen şair, müdürünün haksız yere vazifesinden alınması üzerine memuriyetten istifa etti (11 Mayıs ). Bu yılın sonunda, İttihat ve Terakkî'nin merkez-i umûmî üyesi olan, aynı zamanda şiir ve yazılarıyla İttihatçılar'ın fikir babası sayılan Ziya Gökalp'in ileri sürdüğü kavmiyetçi düşüncelere ve aynı merkeze bağlı yazar ve aydınların din karşıtı yayınlarına karşı çıkmasının hükümet tarafından tasvip edilmediğinin bildirilmesi üzerine İstanbul Dârülfünunu'ndaki görevinden de ayrılmak zorunda kaldı. Çıkarmakta olduğu Sebîlürreşâd da aynı sebeplerle İttihatçı hükümetler tarafından birkaç kere kapatılmıştır.
Mehmed Âkif, yılı başlarında Abbas Halim Paşa'nın maddî desteğiyle Mısır ve Medine'ye iki aylık bir seyahate çıktı (Safahat: Beşinci Kitap: Hâtıralar'daki "el-Uksur'da" şiiri bu seyahatin mahsulüdür). Harbiye Nezâreti tarafından istihbarat çalışmaları yapmak üzere kurulmuş olan Teşkîlât-ı Mahsûsa'nın verdiği görevle yılı sonlarında Berlin'e gitti. Batı'yı yakından tanımasına imkân veren ve üç ay kadar süren bu gezi sırasında Almanlar'a karşı savaşırken esir düşmüş İngiliz, Fransız ve Rus tebaası müslüman askerlerin kamplarını ziyaret etti. Onlara savaştan sonra bağımsızlıklarını kazanmak için faaliyet göstermeyi telkin eden konuşmalar yaptı (Hâtıralar kitabındaki "Berlin Hâtıraları" adlı uzun manzumesi bu gezinin intibalarıyla yazılmıştır). Aynı teşkilâtın verdiği diğer bir görevle, Arabistan'da başlayan Şerîf Hüseyin isyanına karşı devlete bağlı kabilelerin desteğinin devamını sağlamak amacıyla teşkilât başkanı Eşref Sencer'in (Kuşçubaşı) idaresindeki bir heyetle Necid bölgesine (Riyad) gitti (Mayıs-Ekim ). Bu seyahatin devamında ikinci defa ziyaret ettiği Medine ve Ravza-i Mutahhara'nın uyandırdığı duygularla, Cenab Şahabeddin ve Süleyman Nazif gibi edebiyatçıların bir şaheser olarak nitelediği "Necid Çöllerinden Medine'ye" manzumesini kaleme aldı.
Temmuzunda Mekke Emîri Şerîf Ali Haydar Paşa'nın daveti üzerine İzmirli İsmail Hakkı Bey'le birlikte Lübnan'da (Âliye) bulundu. Dönüşünde şeyhülislâmlığa bağlı dinî-akademik bir kuruluş olan Dârü'l-hikmeti'l-İslâmiyye'nin başkâtipliğine tayin edilen Mehmed Âkif (Ağustos ) daha sonra kuruluşun aslî üyesi oldu (Ocak ). Müessesenin yayın organı olan Cerîde-i İlmiyye'nin idaresini de üstlendi. Bu arada İstanbul Dârülfünunu'nda Maarif Nezâreti'ne bağlı olarak kurulan K?mûs-ı Arabî Heyeti üyeleri arasında yer aldı. I. Dünya Savaşı'nın Osmanlı Devleti aleyhine sonuçlanması, ağır mütareke şartları ve yurdun işgaliyle Yunanlılar'ın İzmir'e çıkması üzerine başlayan Millî Mücadele hareketine fiilen katılma kararıyla Şubatında Balıkesir'e giden Mehmed Âkif burada Kuvâ-yi Milliyeciler'le görüştü. Zağanos Paşa Camii ile çeşitli yerlerde halkı birliğe davet ve direnmeye teşvik maksadıyla vaaz ve konuşmalar yaptı. Bu sırada İstanbul'da yüksek maaşlı bir görevde bulunmasına rağmen Balıkesir'e, oradan döndükten sonra da Ankara'ya gitmeye karar vermesi onun vatan severliğinin açık bir göstergesidir. Ayrıca halkın sevip saydığı bir müslüman aydın sıfatıyla Millî Mücadele'ye katılması, bu hareketin İttihatçılar'ın yeni bir macerası olduğu şeklindeki şüpheyi büyük ölçüde gidererek Kurtuluş Savaşı çalışmalarına önemli bir güç katmıştır. Nitekim bu sebeple ona "Millî Mücadele'nin mânevî lideri" sıfatı verilmiştir. Balıkesir'den İstanbul'a gelmesinin ardından işgal altında çalışmanın daha da zorlaşıp sansürün gitgide şiddetlenmesi yanında Ankara'dan Hey'et-i Temsîliyye adına gelen davet üzerine on iki yaşındaki büyük oğlu Emin'i de yanına alıp 10 Nisan 'de gizlice yola çıktı. Ali Şükrü Bey'le buluşarak Geyve'ye ulaştı. Buradan Büyük Millet Meclisi'nin açılışının ertesi günü Ankara'ya vardı (24 Nisan ). Hacı Bayram Camii'ndeki ilk vaazının ardından vazifesinden izinsiz ayrıldığı gerekçesiyle Dârü'l-hikmeti'l-İslâmiyye'deki görevinden azledildi. Büyük Millet Meclisi Reisi Mustafa Kemal Paşa'nın teklifi üzerine Burdur mebusu seçildi (5 Haziran ). Haberi olmadan en yüksek oyu alarak Biga'dan da seçilmesine rağmen daha önce Burdur mebusluğunu kabul ettiğinden mecliste bu sıfatla bulundu. Zaman zaman Eskişehir, Burdur, Sandıklı, Dinar, Afyon, Antalya, Konya, Kastamonu gibi şehirlerde halka ve diğer bazı mebuslarla beraber cephelerde askerlere hitaben Millî Mücadele'yi teşvik eden konuşma ve vaazlarını sürdürdü. Bunların en önemlisi meclis kararıyla gittiği Kastamonu'da Nasrullah Camii'ndeki ünlü vaazıdır. Bu vaaz, son derece ihatalı bir bakışla dünyanın siyasî vaziyetini tahlil edip Sevr Antlaşması'nın bizim için nasıl bir felâket olacağını izah eden, onu yırtıp atmayı ve Batılı sömürgecilerin karşısına iman ve silâhla dikilmeyi hayatî bir mecburiyet olarak telkin edip Millî Mücadele'yi büyük bir heyecanla teşvik eden önemli bir belgedir. Bu vaaz ve diğer konuşmalar, Âkif'in İstanbul'dan ayrılırken arkasından gelmesini söylediği Eşref Edip'in Kastamonu'da tekrar çıkardığı (25 Kasım) Sebîlürreşâd'ın üç sayısıyla (sy. ) Ankara'da neşredilen (3 Şubat ) ilk sayısında yayımlanmıştır. Ayrıca bu sayılar ve risâle haline getirilen vaazlar birkaç defa basılarak Anadolu'nun her tarafına ve cephelere dağıtılmıştır.
yılının son aylarında Erkân-ı Harbiyye Riyâseti'nin isteğiyle Maarif Vekâleti millî marş güftesi için bir yarışma açtı. Yarışmaya 'den fazla şiir gelmesine rağmen nitelikli bir manzume bulunamayınca konulan maddî mükâfat sebebiyle yarışmaya katılmayan Mehmed Âkif'in de bir marş yazması ısrarla istendi. Mükâfat şartının kaldırılması üzerine Âkif şiirini tamamlayarak teslim etti. Meclisin 12 Mart tarihli oturumunda okunan şiir ittifakla İstiklâl Marşı güftesi olarak kabul edildi (bk. İSTİKLÂL MARŞI). Ancak meclis kararı olduğu için kazanana verilmesi zaruri hale gelmiş bulunan nakdî mükâfat Âkif tarafından alınıp Dârü'l-mesâî adlı bir hayır cemiyetine bağışlanmıştır.
Millî Mücade
le'nin zaferle sonuçlanmasının ardından Büyük Millet Meclisi'nin aldığı seçim kararı üzerine yeniden teşekkül eden ikinci dönemde muhalefet grubuna mensup diğer millet vekilleri gibi Mehmed Âkif de aday gösterilmedi. Ekim 'te Abbas Halim Paşa'nın daveti üzerine Mısır'a giden Âkif'in bu daveti kabulünde, kazanılan Millî Mücadele'den sonra ümit ettiği İslâm birliği ve bu birlikte Türkiye'nin önemli rol oynaması idealinin gerçekleşememesinin doğurduğu hayal kırıklığının büyük tesiri olmuştur. İki yıl kışları Mısır'da geçirip yazları Türkiye'ye döndüyse de 'in sonundan itibaren sürekli Mısır'da kaldı. Bunda da hak kazandığı emekli maaşının bağlanmamasından doğan geçim sıkıntısı ve hükümetin muhalif kabul ettiği birçok fikir ve siyaset adamı arasında kendisinin de polis takibine alınmasının ağırına gitmiş olması önemli rol oynamıştır. Ayrıca bu yılın başında çıkan Şeyh Said isyanı vesilesiyle hükümet muhalifler üzerine baskı kurmuş, aralarında Sebîlürreşâd'ın da yer aldığı pek çok dergi ve gazeteyi kapatarak sahiplerini ve bazı yazarlarını İstiklâl mahkemelerine sevketmiş bulunuyordu.
Türkiye Büyük Millet Meclisi'ndeki bütçe müzakereleri sırasında alınan bir karar üzerine (21 Şubat ) Diyanet İşleri Reisliği, Kur'ân-ı Kerîm'in tefsiri için Elmalılı Muhammed Hamdi'ye, tercümesi için de Mehmed Âkif'e teklifte bulundu. Âkif, yapılacak çalışmanın dinî ve ilmî sorumluluğunu düşünerek uzun bir tereddütten sonra tercüme yerine meâl denilmesi ve Elmalılı M. Hamdi'nin hazırlayacağı tefsirle birlikte basılması şartıyla teklifi kabul etti. yılları arasında yoğun bir mesai sarfedip tercümeyi bitirdiyse de vefatına kadar üzerinde çalışmaya devam etti. Ancak ezanın kanun zoruyla Türkçe okutulduğu o yıllarda namazların da devlet zoruyla Kur'an'ın Türkçe tercümesiyle kıldırılacağı endişesini taşıdığından yaptığı anlaşmayı feshedip avans olarak aldığı bir miktar parayı geri verdi ve çalışmasını teslim etmedi. Âkif'in, hastalanarak Mısır'dan Türkiye'ye geldiği sırada geri dönmediği takdirde tercümenin yakılmasını vasiyet ettiği ve yıllar sonra () vasiyetin Kahire'de yerine getirildiği anlaşılmaktadır (bk. MEHMED İHSAN EFENDİ).
Mehmed Âkif'in Mısır yıllarında Kur'an meâlinden sonraki en önemli meşguliyeti, Kahire'deki el-Câmiatü'l-Mısriyye'nin Edebiyat Fakültesi'nde Türk dili ve edebiyatı dersleri vermesi oldu (). On yıldan fazla süren Mısır dönemi geçim sıkıntısı yanında eşinin müzmin bir asabî rahatsızlığa müptelâ olması, başı boş kalan çocuklarını arzu ettiği gibi yetiştirememesi, vatan hasreti, İslâm âleminin perişan halinin kendisinde doğurduğu büyük ıstıraplarla geçti. Kahire'de bulunduğu yıllarda Mehmed Âkif, kendisini daima himaye eden Abbas Halim Paşa ile ailesi ve orada tahsilde bulunan Türk talebelerle teselli bulmaya çalıştı. Abdülvehhâb Azzâm gibi Mısırlı ilim ve fikir adamlarıyla dostluklar kurdu. Bu arada yılı sonlarında Safahat'ın yedinci ve son kitabı olan Gölgeler'i Kahire'de bastırdı.
'te rahatsızlanan Mehmed Âkif, hava değişimi için bir aylığına Lübnan'a ve o sırada Fransız idaresinde bulunan Antakya'ya gitti. Hastalığının ağırlaşması üzerine 17 Haziran 'da İstanbul'a döndü. Nişantaşı Sağlık Yurdu'nda tedavi gördükten sonra yaz aylarında Said Halim Paşa'nın Alemdağ'daki Baltacı Çiftliği'nde oğlu Prens Halim tarafından misafir edildi. Son günlerini de aynı ailenin Beyoğlu'ndaki Mısır Apartmanı'nda kendisine ayırdığı dairede geçirdi ve orada vefat etti (27 Aralık ). Resmî şahıs ve makamların ilgi göstermediği İstiklâl Marşı şairinin cenazesi, Beyazıt Camii'nden üniversite gençliğinin ve halkın katıldığı büyük bir cemaatle Edirnekapı Mezarlığı'nda dostu Babanzâde Ahmed Naim'in kabrinin yanında toprağa verildi. yılındaki yol inşaatı sebebiyle her iki mezar Süleyman Nazif'in kabriyle birlikte Edirnekapı Şehitliği'ne nakledildi. Mehmed Âkif yılı olarak ilân edilen vefatının ellinci senesinde () Kültür Bakanlığı tarafından kabrinin üzerine yeni bir lahit yaptırıldı.
Âkif'in ölümü üzerine yakın dostlarından Fatin Gökmen, "Çıktı kırklar bir ağızdan dediler târîhin / İçimizden vatanın şairi Âkif gitti"; Yusuf Cemil Ararat da, "Cevherîn târîhi ahlâfa eder keşf-i nik?b / Âh gitti tercümân-ı efsah-i Ümmü'l-Kitâb" beyitlerini tarih düşürmüşlerdir.
Mehmed Âkif'in yetişme yıllarında şahsiyetinin teşekkülünde rolü bulunan kişilerin başında kendisine ilk dinî bilgileri veren, Arapça'sının, fıkıh ve akaid bilgilerinin gelişmesine yardım eden babası Tâhir Efendi gelmektedir. Ayrıca "Abdülhamid devrinin hürriyetperver şahsiyetlerinden" Fâtih Merkez Rüşdiyesi'nde Türkçe muallimi Mehmed Kadri Efendi, hâfızlık hocası Mehmed Râsim Efendi (Arap Hoca), Mes?nevî ve Gülistân derslerini takip ederek Farsça'sını ilerlettiği mesnevîhan Mehmed Esad Dede, Arapça hocaları olarak kendisinden Müberred'in el-Kâmil'ini okuduğu Hersekli Ali Fehmi Efendi ile Mu?alla??t hocası Hâlis Efendi zikredilmelidir. Bu arada ders ve müzakere arkadaşları Mehmed Şevket ve Babanzâde Ahmed Naim ile daha Baytar Mektebi'nde talebeyken kendisini klasik eserleri okuyacak kadar Fransızca'sını ilerletmeye ve Batı edebiyatını takip etmeye yönelten Ispartalı Hakkı Bey, memuriyetinin ilk yıllarında yanında bulunarak Fransızca çalıştığı Baytar Miralay İbrâhim Bey sayılabilir. Doğu ve Batı edebiyatlarından zengin bir birikimi olan Âkif'in okudukları arasında çoğu yazıldığı dillerden olmak üzere Mu?alla??t, Dîvân-ı ?âfı?, Gülistân, Mes?nevî, Fuzûlî Divanı gibi eserlerle Doğu'dan İbnü'l-Fârız, Feyzî-i Hindî, Muhammed İkbal; Batı'dan W. Shakespeare, Milton, Victor Hugo, Ernest Renan, Anatole France, Alfred de Musset, Lamartine, J. J. Rousseau, Alphonse Daudet, Emile Zola, Alexandre Dumas Fils, Sienkiewicz gibi şair ve yazarların eserleri vardır.
İçindeki en eski şiiri tarihli olan Safahat ile tanınan Mehmed Âkif'in bu tarihten çok daha önce şiir yazdığı, yayımlanmış ve yayımlanmamış pek çok manzumesinin bulunduğu bilinmektedir. Âkif'in bugün elde bulunan ilk şiiri, Halkalı Baytar Mektebi'ndeki öğrenciliği sırasında kaleme aldığı () "Destur" başlıklı bir terkibibend parçasıdır. Hazîne-i Fünûn, Mekteb, Resimli Gazete gibi bazı dergilerde, dostlarına yazdığı mektuplarda ve şahsî hâtıralarda rastlanan ilk şiirlerinin genellikle Ziyâ Paşa, Muallim Nâci ve Abdülhak Hâmid tesirinde olduğu görülmektedir. Gerek bunlar gerekse Safahat'ın ilk kitabında yer alan benzer şiirleri, Âkif'in bu yıllarda şiirde yapı bakımından değişik şekil arayışları içinde olduğunu, muhteva bakımından Ziyâ Paşa ve Abdülhak Hâmid'de görüldüğü gibi birtakım metafizik meselelere meylettiğini göstermektedir. Bir ara Recâizâde Mahmud Ekrem ve Tevfik Fikret gibi tabiat tasvirlerine merak sardığı da kendi ifadesinden anlaşılmaktadır. Yayımlanmış en eski şiirlerinden biri, hâfızlığını tamamladığı sırada yazdığı ve hayatı boyunca bağlı kalacağı, ahlâk ve seciyenin temelini teşkil eden Kur'ân-ı Kerîm hakkındaki manzumesi olup 'te "Kur'an'a Hitap" başlığıyla Mekteb mecmuasında çıkmıştır.
Şiir yayımlamadığı yılları arasında geçen sürede sanatta takip edeceği yol hakkında önemli kararlar vermiş olmalı ki o zamana kadar sevdiği ve taklit ettiği tarzı bırakarak hayalden uzak, yalnız içinde yaşadığı toplumun meselelerine çözüm arayan bir şiiri benimsemiş, hatta eski şiirlerinin elinde kalanlarını ortadan kaldırmıştır. Bu görüşünü Süleymaniye Kürsüsünde adlı kitabında, "Budur cihanda benim en beğendiğim meslek / Sözüm odun gibi olsun, hakîkat olsun tek" mısralarıyla açıklar. Böylece şiirde hayalperestliği reddetmiş, ancak buna tepki olan Batı tarzı parnasyen şiiri de benimsememiştir. Gerçekleri dile getiren, takdir ettiği Batılı yazarların roman sanatındaki realist/natüralist anlayışını yansıtan bir şiir tarzını tercih etmiş ve Türk şiirinde toplum meselelerine en çok eğilen şair olmuştur. Âkif'in şairliği üzerinde tartışıp tereddüt edenler, manzumeci olduğunu ileri sürenler, onun manzum hikâyelerini ve gerçekten ahlâkî öğüt veren didaktik şiirlerini örnek gösterirler. Ancak bütünüyle incelendiğinde şiirinin didaktik olmaktan ibaret kalmadığı görülür. Aslında sanatkâr ruhlu, şair yaratılışlı bir insan olan Âkif, yaşadığı toplumun bir ölüm kalım savaşı içinde bulunduğu gerçeğinden hareketle toplumdan yana, ahlâkçı ve idealist bir yolu seçmiştir. Bu ikilem dikkate alındığında en toplumsal özellikteki şiirlerinde bile yer yer lirizme ve bir çeşit mistisizme yükseldiği görülmektedir. Özellikle son yıllarında Mısır'da iç kırıklığı, vatan hasreti, yalnızlık ve hastalık gibi bedbin duygularla yüklü olarak yazdığı Gölgeler kitabındaki şiirlerin lirik vasfı öncekilere göre daha da yüksektir.
Mehmed Âkif'in makaleleri ve tercüme yazıları gibi Safahat'taki şiirlerinin çoğu da Sırât-ı Müstakîm ve Sebîlürreşâd dergilerinde yayımlanmıştır. Onun ilk Safahat'tan beri takip ettiği yol dikkate alındığında şiirinde muhtevanın ön plana çıktığı belli olur. Bununla beraber sanatkâr mizacıyla şiirlerinin formunu ve estetik yapısını da ihmal etmediği görülmektedir. Daha ilk Safahat'ta nazımda ulaştığı rahatlık ve ustalık, onun bu yıllara gelinceye kadar uzun bir şiir tecrübesi geçirdiğini ortaya koymaktadır. Bilhassa bu kitabındaki şiirlerinin nazım tekniği üzerinde kendisinden önce Edebiyât-ı Cedîde şairlerinin denedikleri, şekille muhteva arasında estetik bir uyum sağlamak için başvurdukları formları başarıyla uygulamıştır. Aynı şiir içinde konunun ve duyguların değişmesine göre veznin, nazım şeklinin, hatta dil ve üslûbun da değişmesi bu denemelerden bazılarıdır. Özellikle manzum hikâyelerde bu teknik daha da belirgindir: Tasvirlerde aruzun tempolu vezinlerine, daha eski ve sanatkârane bir dile ve sentaks bakımından beyitlerde tamamlanan cümlelere mukabil aynı şiirin tahkiye bölümünde daha hareketli vezinlerin, daha sade ve konuşma diline yakın bir dilin ve anjambmanların kullanılması gibi. Tevfik Fikret'le başlayan, aruzun imâlesiz, ârızasız kullanılması çığırı da Mehmed Âkif'in şiirleriyle zirveye ulaşır. En metafizik meselelerden sokaktaki insanın konuşmasına kadar çok rahat bir Türkçe, o zamana kadar uygulanmamış bir şekilde Âkif'in şiirleriyle aruzun hemen her kalıbında ifadesini bulmuştur.
Aktif bir siyaset ve ideoloji adamı olmayan Âkif İslâmî an'aneye uygun, danışmaya ve hürriyete dayalı meşrutî bir rejim taraftarıdır. Bu yönüyle II. Abdülhamid'in sıkı yönetiminin aleyhinde bulunmuş, ancak 'den önce dönemin aydınları arasında yaygın olan gizli komite faaliyetleriyle bir ilişkisi olmamıştır. Ayrıca Meşrutiyet'in ilânından kısa bir süre sonra Fatin Hoca (Gökmen) tarafından İttihat ve Terakkî Cemiyeti'ne kaydedilirken üyelerin cemiyetin bütün kararlarına kayıtsız şartsız uyacakları şeklindeki yemin cümlesinin değiştirilmesini şart koşması onun seciyesini ortaya koyan en dikkat çekici anekdotlardan biridir. Ancak bu üyeliği de İttihat ve Terakkî'nin Şehzadebaşı İlmiye Mahfili'nde bir süre Arap edebiyatı dersleri vermekten ibaret kalmış, cemiyetin maceracı iç ve dış siyasetiyle İslâm'a karşı çıkan aydınların tesiri altında hareket etmesi üzerine kısa süre sonra muhalefete geçmiştir.
Mehmed Âkif'in en verimli şiir ve yayım faaliyetinin görüldüğü arası Osmanlı Devleti'nin en buhranlı, siyasî istikrarsızlığın ve savaşların en yoğun olduğu bir dönemdir. Aydınların bu buhranı aşmak için gösterdikleri gayretlerin ürünü olan ve II. Meşrutiyet'in ardından gelişme alanı bulan siyasî ve ideolojik akımlar arasında Âkif, adına sonraları İslâmcılık denilen cereyanın içinde yer almıştır. Çocukluğundan beri aile muhitinde, mekteplerde, arkadaş çevresinde tam bir İslâm kültürüyle beslenmiş, inancı, ahlâkı ve yaşayışıyla İslâm'dan tâviz vermemiş olan Mehmed Âkif, İslâm'ın ruhuna aykırı olmamak şartıyla diğer fikir sahipleriyle iş birliği yapabilecek bir karakter göstermiştir. Safahat'ta "kavmiyet" ve "milliyet" kavramlarını birbirinden ayırmış, bunlardan "ırkçılık" mânasını verdiği ilkine İslâm'a aykırı olduğu ve devletin parçalanmasına sebebiyet vereceği için karşı çıkmıştır. Âkif vatan toprağına, bayrağa, milletinin faziletlerine, diline, sanatına son derece bağlı bir insandır. Süleymaniye Kürsüsü'nde vâizin "Kendi mâhiyyet-i rûhiyyeniz olsun kılavuz" derken vurguladığı ruhî mahiyet, parçanın bütününe göre milletin mânevî cevherinden başka bir şey değildir. Mehmed Âkif'in, ülkeyi idare eden hükümetlerin siyasetlerini çok defa tasvip etmediği halde onların verdiği millî vazifeleri kabul etmesi veya memleket çeşitli sıkıntılar içindeyken aleyhlerinde açık, sert ve yıpratıcı bir muhalefete girişmemesi bu bağlılığının tezahürüdür. İttihat ve Terakkî hükümetine ve İstiklâl Savaşı'ndan sonra uğradığı mağduriyete rağmen Mısır'da iken Ankara hükümetine karşı takındığı olgun tavır bu anlayışının örneğidir. Ayrıca Batı'da gelişmekte olan bilim ve tekniğin yanında pek çok ahlâkî davranışın da hayranı olan Âkif siyasî İslâmcılar arasında kendine mahsus bir terkibin sahibi olarak görünmektedir.
İlk Safahat'ta daha ziyade "Tevhid yahut Feryat" şiirinde olduğu gibi metafizik duyguların veya "Durmayalım" ve "Dirvas"ta görüldüğü gibi bazı dinî hikmetlerin didaktik ifadeleriyle "Hasta", "Küfe", "Meyhane"de olduğu gibi sosyal dertler yer almaktadır. Ancak daha sonraki tarihleri taşıyan "Acem Şahı", "İstibdat" ile bilhassa "Köse İmam" şiirlerinde siyasî, fikrî meseleler de işlenmeye başlanmıştır. Bunların kuvvetli bir İslâmî ideal haline dönüşmesi, II. Meşrutiyet'in ardından siyasî akımların ve toplumun genel yapısındaki ahlâkî bozulmanın tehlikeli bir hal alması üzerinedir. "Süleymaniye Kürsüsünde" şiiri, böyle bir tehlikeye karşı İslâm milletlerinin uyanması ve bir birlik teşkil etmesi felsefesine dayanan uzun bir manzume olarak ortaya çıkar. Türk ve İslâm ülkelerini dolaşmış, müslümanları her bakımdan uyandırma gayreti içinde otantik bir şahsiyet olan Sibiryalı Abdürreşid İbrahim'i temsil eden vâiz, kürsüde bir taraftan İslâm'a ilgisiz hatta karşı olan aydınları tenkit ederken daha acı tenkitlerini, hicivlerini birçok bakımdan bilgisiz ve geri kalmış müslümanlar için yapmıştır.
Mehmed Âkif'in itikad dışında bir dünya nizamı olarak ele aldığı İslâm'ı daima çağındaki meselelere en isabetli çözümler üretecek şekilde takdim etmesi dikkati çekmektedir. Dinin cevherinde olan ebedîlik dünün, bugünün olduğu kadar yarının insanına da hitap etmeyi gerektirir. "Böyle gördük dedemizden" demenin mânası yoktur. "Doğrudan doğruya Kur'an'dan alıp ilhâmı / Asrın idrâkine söyletmeliyiz İslâm'ı" mısraları bu konudaki kanaatlerini ifade eden bir formüldür. Süleymaniye Kürsüsünde adlı kitabında fikirlerini sistemleştiren Âkif daha sonra bu sistemin yaşama tarzı, ahlâk, insanın kendi çevresiyle ve başka insanlarla olan ilişkileri, ilim ve teknik karşısındaki tavrı gibi teferruata inen meselelere çeşitli vesilelerle çözüm getirmeye çalışır. Bazan doğrudan doğruya Kur'an ve hadis gibi dinin temel kaynaklarından hareket ederek bazan da yine bu temellere dayanıp daha çok kendi döneminin problemleriyle iç içe bir ifade tekniği kullanmıştır. İlkine Hakkın Sesleri ve Hâtıralar'daki âyet ve hadislerin serbest tefsirleri, ikincilere de Fatih Kürsüsünde ve Âsım ile Hâtıralar'daki "Berlin Hâtıraları" örnek olabilir. Âkif'in İslâmcılığının esasını inançta, emir ve nehiylerde kaynağını İslâm'dan alan bir hayat tarzı ile çağdaş medeniyetin İslâm'a aykırı olmayan güzelliklerinin telifi teşkil eder.
Doğu ve Batı mûsikisine ciddi derecede ilgi duyan, ney üfleyen, yüzme, taş atma (bir çeşit gülle atma), güreş ve uzun yürüyüş gibi sporlara meraklı, hoşsohbet, çevresindekilerle şakalaşmayı seven, zeki ve nüktedan bir insan olan Mehmed Âkif, kendisini yakından tanıyan dostları arasında verdiği sözleri her şartta tutmasıyla tanınan bir kişidir. Nitekim Baytar Mektebi'nde okurken bir arkadaşı ile, birinin önce ölmesi halinde diğerinin onun çocuklarına bakacağına dair sözleşmeleri buna örnektir. Yirmi yıl sonra Âkif, geçim sıkıntısı içindeyken bile sözüne sadık kalarak vefat eden arkadaşının çocuklarını evine almış ve kendi evlâtlarıyla birlikte okutup yetiştirmiştir. Ayrıca yazdıklarıyla hayatı arasında tam bir uyum vardır ve buna aykırı davranışları affetmeyen bir karakter âbidesi olarak bilinir. Mehmed Âkif'in, şiirini ve sanatını çok takdir etmesine rağmen daha sonra "Târîh-i Kadîm" ve "Târîh-i Kadîm'e Zeyl" manzumeleriyle dinî ve insanî değerlere saldıran Tevfik Fikret'i, "Berlin Hâtıraları"nın doksan sekiz mısralık bölümünde (metni için bk. SR, 25 Ağustos , sy. ; "Safahat Dışında Kalmış Şiirler", Safahat [nşr. M. Ertuğrul Düzdağ], İstanbul , s. ) şiddetle eleştirmekten çekinmemesi de bu özelliğinin açık bir göstergesidir.
Eserleri. A) Manzum Eserleri. Mehmed Âkif'in sağlığında yedi ayrı kitap halinde bazıları birkaç defa basılan, ölümünden sonra tek cilt olarak yayımlanan ve tamamı aruzla yazılmış mısralık manzumeden ibaret külliyatının genel adı Safahat'tır. Birinci kitabın dışında diğerlerinin ayrıca birer adı da bulunmaktadır.
1. Safahat: Birinci Kitap (İstanbul ). Bazıları İslâm tarihinden alınmış vak'alar üzerine kurulmuş, çoğu sosyal dertleri konu edinen kırk dört şiirden oluşur. Bunlardan "Tevhid yahut Feryad", "Ezanlar", "Cânan Yurdu", "İstiğrak", "Hasbihal" mistik ve felsefî konularda yazılmış lirik şiirlerdir.
2. Safahat: İkinci Kitap: Süleymaniye Kürsüsünde (İstanbul ). Âkif'in İslâm dünyası, müslümanlar ve İslâm ideali konusundaki fikirlerini yansıtan mısralık tek bir manzumedir.
3. Safahat: Üçüncü Kitap: Hakkın Sesleri (İstanbul ). Balkan savaşlarındaki mağlûbiyetler sebebiyle çekilen ıstırapların dile getirildiği on şiirden oluşur. Bu şiirlerin sekizi bazı âyetlere, biri bir hadise dayanılarak yazılmıştır. Sonuncusu "Pek Hazin Bir Mevlid Gecesi" başlığını taşıyan on mısralık bir şiirdir.
4. Safahat: Dördüncü Kitap: Fatih Kürsüsünde (İstanbul ). mısralık tek bir manzumedir. İslâm'da çalışmanın ve terakkinin önemiyle kader-irade meselesi üzerinde durulan şiirin ilk yarısında İslâm dünyasının perişanlığı tembelliğine, kurtuluşu da çalışmasına bağlanmaktadır.
5. Safahat: Beşinci Kitap: Hâtıralar (İstanbul ). On şiirden meydana gelen kitaptaki ilk yedi şiirin dördü âyetlerin, ikisi hadislerin açıklaması olup bunlar arasında yer alan "Uyan" başlıklı manzume bütün müslümanları ikaz eden bir sesleniştir. Sondaki üç uzun manzume ise şairin Mısır, Berlin ve Medine seyahatlerinin intibalarından yola çıkarak İslâm dünyasının dertlerini dile getirdiği fikrî ve lirik şiirlerdir. Bunlardan "Necid Çöllerinden Medine'ye" adlı şiir için Cenab Şahabeddin, "Bir hadisedir, bundan sonra Âkif'e erişilemez" demiş, Süleyman Nazif de bildiği Şark ve Garp lisanlarında bu kadar güzel, pürüzsüz ve kusursuz şiir okumadığını, bunu yazmak için Âkif kadar şair olmanın yetmeyeceğini, onun kadar da dindar olunması gerektiğini, hiçbir sanatkârın bu şiirin benzerini yazamayacağını ifade etmiştir.
6. Safahat: Altıncı Kitap: Âsım (İstanbul ). mısralık tek bir manzumeden meydana gelir. Memleketin içtimaî ve ahlâkî dertleri hakkındaki bu manzumenin tamamına yakın bölümü, Mehmed Âkif'in eserlerinde canlandırdığı en önemli tip olan ve müslüman halkın iman ve irfanını temsil eden muhafazakâr ve tenkitçi Köse İmam ile yenilikçi ve müsamahalı Hocazâde (Mehmed Âkif), hakperest ve heyecanlı bir genç olan Âsım (Köse İmam'ın oğlu) arasında geçen konuşmalardır. Şairin "Çanakkale Şehidlerine" adıyla bilinen ünlü şiiri de diyalogun bir parçasıdır.
7. Safahat: Yedinci Kitap: Gölgeler (Mısır /). Mehmed Âkif'in eski harflerle Kahire'de bastırdığı, bir kısmı daha önce yazılmış kırk bir şiirinden meydana gelen son kitabıdır. Buradaki bazı şiirler, gerçekleşmeyen bir idealin verdiği üzüntü ile vatandan uzak ve işgal edilmiş bir İslâm diyarında yalnızlık hâlet-i rûhiyesinin doğurduğu kırgınlıktan kaynaklanan tevekkül ve teslimiyetin mistik duygularıyla kaleme alınmıştır. Kitaptaki son şiir olan mısralık "Sanatkâr" adlı manzume, Âkif'in bütün Safahat'ı boyunca göstermediği şahsiyetinin en mühim tarafı olan sanatkâr ruhunu ortaya koyar ve hayal kırıklıklarını, acılar içinde geçen ömrünü, İslâm dünyasının yürek yakan halini içli bir dille mısralara döker. Safahat'ı teşkil eden yedi kitap, Mehmed Âkif'in sağlığında onun tashihinden geçerek sonuncusu hariç birkaç defa eski harflerle basılmıştır (geniş bilgi için bk. TDEA, VII, ). Eserin tamamını ilk defa yeni harflerle Ömer Rıza Doğrul, devrin siyasetine uygun düşmeyeceği mülâhazasıyla yapılan birkaç çıkarma ile neşretmiştir (İstanbul ). Bu haliyle yılına kadar yedi defa basılan Safahat yedinci baskısından itibaren M. Ertuğrul Düzdağ tarafından tamamıyla gözden geçirilip tashih edilerek yayımlanmıştır. Safahat, eski ve yeni harflerle bir şiir kitabı olarak Türkiye'de en çok basılan eser olduğu gibi birçok dinî halk kitabının ulaştığı baskı sayısını da aşmıştır (ayrıca bk. SAFAHAT).
Mehmed Âkif'in gerek 'den önce gençlik devrinde gerek sonraki yıllarda yazdığı, ancak Safahat'a almadığı, kendi ifadesiyle "Safahat hacminde" şiirleri olduğu bilinmektedir. Önemli bir kısmını bizzat kendisinin yok ettiği bu şiirlerden devrin dergilerinde ve dostlarına yazdığı mektuplarda kalmış veya bazı kişilerin hâtıralarıyla ortaya çıkmış olanları birkaç bin mısraı bulmaktadır. Bunların önemli bir kısmı M. Ertuğrul Düzdağ'ın hazırladığı Safahat neşirlerine eklenmiştir (bk. s. ). Mehmed Âkif, Millî Mücadele'den sonra "İkinci Âsım", "Haccetü'l-Vedâ", "Selâhaddîn-i Eyyûbî" (manzum piyes), "İslâm Tarihinden Menkıbeler", "Çocuk ve Mektep Şiirleri" gibi bazı eserler yazmak istediğini dostlarına söylemişse de bunları gerçekleştirememiştir.
Âkif'in bazı şiirleri daha sağlığında Arapça'ya tercüme edilmeye başlanmıştır. yılında Mısır'da çıkan el-Ma?rife dergisinde "İstiklâl Marşı" ile "Bülbül" şiirleri Arapça'larıyla birlikte yayımlanmış, bunları "Çanakkale Şehidlerine" ile "el-Uksur'da" şiirleri takip etmiştir. Yakın arkadaşı Abdülvehhâb Azzâm, "Kör Neyzen" ile "Küfe" şiirini mensur olarak (er-Risâle), "Süleymaniye Kürsüsünde"nin bazı bölümlerini de nazmen (es?-S?e??fe, sy. , s. 35) tercüme etmiştir. Son Osmanlı şeyhülislâmlarından Mustafa Sabri Efendi'nin oğlu şair İbrâhim Sabri, Âkif'in vefatından on yıl kadar sonra Gölgeler'i manzum olarak Arapça'ya çevirmiştir (e?-?ılâl min dîvâni ?afa?ât li'ş-şâ?iri't-Türkî el-kebîr Mu?ammed ?Âkif, Kahire, ts.). Ekmeleddin İhsanoğlu iki şiirini eş-Şi?r dergisinde Arapça neşretmiştir. Mehmed Âkif hakkında Arapça bir monografi hazırlayan Abdüsselâm Abdülazîz Fehmî, Mekke'de yayımladığı kitabında "el-Uksur'da" ile "Necid Çöllerinden Medine'ye" şiirlerinin tamamına yakınını ve incelemesine konu aldığı bazı parçaları kısmen manzum olarak Arapça'ya çevirmiştir. Yaşayan Arap şairlerinden aynı zamanda Türkçe divanı da bulunan Hüseyin Mücîb el-Mısrî, "Çanakkale Şehidlerine" adlı şiiri nazmen Arapça'ya tercüme etmiştir (metni için bk. İslâmî Edebiyat, sy. 8 [İstanbul ] s. ). Cemal Muhtar da "İstiklâl Marşı" ile (MÜ İlâhiyat Fakültesi Dergisi, sy. 3, İstanbul , s. ) "Âsım" ve "Hâtıralar"dan küçük birer parçayı (İslâmî Edebiyat, sy. 7 [], s. ) Arapça'ya aktarmıştır.
Mûsikiyle yakın ilgisi olan Mehmed Âkif'in bazı şiirleri sanatkâr dostları tarafından bestelenmiştir. Ali Rıfat Çağatay, Zeki Üngör, Ahmet Yekta Madran, Muallim İsmail Hakkı, M. Zâti Arca, Kâzım Uz, Mustafa Sunar, İsmail Zühtü tarafından bestelenen "İstiklâl Marşı"nın dışında Ali Rıfat Çağatay "Ordunun Duası", "Köse İmam", "Bülbül"; Sadettin Kaynak "Çanakkale Şehidlerine"; Şerif İçli "Ezelden Âşinanım"; Ali Nihat Karamemişoğlu "Lâmekânlarda mısın?"; Ali Kemal Belviranlı "Allah'a Dayan Sa'ye Sarıl" gibi manzumelerini bestelemiş olup notaları eldedir.
B) Mensur Eserleri. Telifleri. a) Tefsirler. Mehmed Âkif'in on sekizi manzum olan ve Safahat'a alınmış bulunan elli yedi tefsir yazısının tamamı Sebîlürreşâd'ın sayısından itibaren muhtelif nüshalarında "Tefsîr-i Şerif" başlığı altında yayımlanmıştır. Bunlar, dönemin güncel meseleleriyle ilgili âyetlerin ele alındığı yazılardan meydana gelmektedir (listesi için bk. Düzdağ, Mehmed Âkif Ersoy, s. ). Dergide "Hadîs-i Şerif" başlığı altında çıkan dört yazısı da günün meselelerine çözüm olabilecek hadislere dayalı makalelerdir. İlk defa Ömer Rıza Doğrul tarafından Kur'an'dan Âyetler adıyla, bazı müdahale ve eklemelerle kitap haline getirilen bu yazılar arasında makale ve vaazlarından da seçmeler yer almıştır (İstanbul ). 'da dikkatsizce yapılmış ikinci baskısı yanında Ömer Rıza Doğrul'un neşrinden aynen aktarılarak gerçekleştirilmiş bir baskısı daha bulunmaktadır (nşr. Suat Zühtü Özalp, Ankara ). Sadece tefsir yazılarının Abdulkerim ve Nuran Abdulkadiroğlu tarafından Sebîlürreşâd'dan aktarılarak hazırlanmış bir baskısı ise Diyanet İşleri Başkanlığı yayınları arasında neşredilmiştir (Mehmed Âkif'in Kur'an-ı Kerim'i Tefsiri: Mev'iza ve Hutbeleri, Ankara ). b) Vaazlar. Mevâiz-i Dîniyye: Birinci Kısım (İstanbul ). Mehmed Âkif'in bu vaazı, İttihad ve Terakkî Hey'et-i İlmiyyesi âzası iken Şehzadebaşı Kulübü'nde yaptığı "İttihad Yaşatır, Yükseltir, Tefrika Yakar, Öldürür" başlıklı konuşmasının metni olarak önce Sırât-ı Müstakîm'de çıkmış, ardından bu kitabın içinde tekrar yayımlanmıştır (s. ). Balkan Savaşı sırasında Beyazıt, Fatih ve Süleymaniye camilerinde yaptığı vaazlar ise Sırât-ı Müstakîm'de neşredilmiştir (IX/ [20 Şubat ], s. 6, 11). Balıkesir Zağanos Paşa Camii ile (metni için bk. İzmir'e Doğru, Balıkesir, 1 Şubat , sy. 24; SR, 12 Şubat , sy. ) Kastamonu Nasrullah Paşa Camii'ndeki vaazı Sebîlürreşâd'ın Kastamonu'da basılan sayısında çıkmış, gördüğü rağbet dolayısıyla bu sayı birkaç defa bastırılarak Anadolu'ya ve cephelere gönderilmiştir. Ayrıca el-Cezîre Kumandanı Nihad Paşa tarafından müstakil bir risâle halinde neşredilip (Diyarbekir ) bölgenin Elaziz, Diyarbekir, Bitlis ve Van gibi belli başlı vilâyetlerinde ve cephelerdeki askerlere dağıtılmıştır. Mehmed Âkif'in Kastamonu'da bulunduğu süre içinde civar kaza ve köylerde yaptığı konuşmaların özetlerini de Eşref Edip kaydedip derginin sayılarında yayımlamıştır. Bazıları yeni yazıyla birkaç defa basılan bu sekiz vaazın ilki hariç diğerleri, Abdulkerim ve Nuran Abdulkadiroğlu tarafından hazırlanan ve yukarıda adı geçen eserin ikinci kısmında yeni yazıya aktarıldı.