infak ile ilgili hikaye / Bir Şükretme Yöntemi: İnfak - Fevzi Zülaloğlu

Infak Ile Ilgili Hikaye

infak ile ilgili hikaye

İnfâkla İlgili Hrika bir Hikâye: Yusuf'un Devesi...

Çok eski bir web tarayıcısı kullanıyorsunuz. Bu veya diğer siteleri görüntülemekte sorunlar yaşayabilirsiniz..
Tarayıcınızı güncellemeli veya alternatif bir tarayıcı kullanmalısınız.

İnfâkla İlgili Harika bir Hikâye: Yusuf'un Devesi...

YUSUF’UN DEVESİ



Maddi ve mânevi ihtiyaçlar ağıyla örülmüş insan, sosyal bir varlık olması sebebiyle, hem bireysel kimliğini geliştiren, hem de yaşadığı toplumda sosyal dokuyu sağlamlaştıran, yardımlaşma, dayanışma, paylaşma gibi vasıflara sahip olmak durumundadır.

İnsanın bu yönünü “Zekât” ve “İnfâk” ile sistemleştiren İslâm dini; “Veren eli, alan elden üstün olarak” tanımlamış ahlâk-ı Muhammedî’nin bir tezahürü olarak emir ve tavsiye etmiştir.

Allah için vermenin sayısız hikmetlerini idrakimizin üstünde tutarak, infâk sırrına bir misal olması bakımından bir doktor yakınımızın uzun seneler evvel Anadolu’da çalışırken tanımış olduğu Yusuf’un hikayesini ibret nazarınıza sunmak isteriz:

Yusuf, Diyarbakır’lı varlıklı bir âilenin oğlu. Yaşlı doktorla tanışıp dost olduklarında yirmi sekiz yaşında. Sık sık sohbet ediyorlar. Doktor amcamız birgün kendisine başından geçenleri sorunca, anlatıyor Yusuf:

“Benim babam çok zengindi. Evimizde yirmiden fazla hizmetkâr çalışırdı. Birgün mahallemize bir derviş geldi. Yıkık bir duvar kenarına, tahtadan bir kulübe yaptı ve orayı kendisine mekân tuttu. Babam çok dindar bir adamdı. “Bu derviş mahallemize geldi. Biz de hamd-ü senâlar olsun, hali vakti yerinde bir âileyiz. Bu dervişe bakmak bizim borcumuz. En güzel yemekleri hazırlayın. Yalnız dervişe saygı için hizmetkârlar götürmesin oğlum Yusuf götürsün.” dedi. O zamanlar ben altı-yedi yaşlarındaydım. Hakikaten sonradan anladım, ben götürmesem yemeği kabul etmeyecekmiş. Çünkü pek çok kişi yardım etmek istemiş ama derviş kabul etmemiş.”

Yusuf’un, mekânın en zengin âilesinin biricik oğlu olduğunu ve kendisine saygıdan dolayı çocuğun yemek getirdiğini gören derviş onu kırmayıp kabul etmiş. Yavaş yavaş ahbaplık peyda etmiş küçük Yusuf’la.

Bir gün Yusuf’a:

“Yusuf, sana bir deve yapayım ister misin?” demiş.

“İstemez olur muyum derviş amca” demiş Yusuf.

“Öyleyse sen bana, evden kendi yediklerinden artırdığın çerezden getireceksin. Ama kimse bilmeyecek. Yalnız sen kendine âit olan çerezden bana vereceksin. Çerezi baban gönderirse deveyi babana yaparım” demiş.

Bunun üzerine Yusuf, hakikaten kendi yediklerinden artırarak, derviş babaya her gün çerez, üzüm vs. getirmiş. Devamlı da soruyormuş devemin bitmesine ne kadar kaldı diye. Bu deve inşası için altı ay geçmiş. Birgün derviş baba demiş ki:

“Müjde! Deven yarın tamam olacak. Sadece iki gözü kaldı. İki tane badem getir gözünü de yapayım, deve tamamlanacak.”

Yusuf sabaha kadar uyuyamamış sevinçten. Sabah olunca ilk iş, cebine iki badem koymuş, koşmuş derviş babaya. Kapıdan girmiş, bir de ne görsün! Derviş baba dünyasını değiştirmiş. Yusuf için altı ayın ümidi bir anda sönüvermiş. Bir yanda çok sevdiği derviş babasının kaybı, diğer yandan özlemle beklediği devesine kavuşamaması küçük kalbini hayli yaralamış. Yusuf bademleri yere attığı gibi babasına koşmuş. Derviş Baba’nın ölümüyle herkes seferber olmuş. Dini merasimler yapılmış. Küçük Yusuf’un sevgili dostu gözyaşlarıyla defnedilmiş.
Aradan on iki - on üç sene geçmiş. Yusuf ciddi olarak hastalanmış. Babası önce Diyarbakır’daki doktorlara, sonra İstanbul’daki doktorlara götürmüş, hepsinden aldığı cevap aynı:

Şizofreni bu. Tedavisi imkânsız.

Bu olay elli sene evvel geçmiş bir olaydı ve gerçekten o zaman şizofreninin hiç tedavisi yoktu. Buna rağmen Yusuf’un babası Paris’te meşhur bir psikiatrist olduğunu duymuş. Ona gitmişler.

Doktor:

“Benim yapabileceğim bir şey yok. Sen kalkıp Türkiye’den geldiğine göre varlıklı birisisin. Bu gibi hastalara yapılacak şey, çok iyi bakılması için birini tutmak. Çünkü böyle hastalar kendilerine bakamaz. Yemek yiyemez, soğukta soyunur oturur. Genellikle de üşütüp zatüreden ölürler. Sen buna ne kadar iyi baktırırsan o kadar uzun yaşar” demiş.

Yusuf’un babası İstanbul’a gelince onu akıl hastanesine yatırmış. Ona bakması için ayda iki altına bir adam tutmuş. Adam ayda iki altını kaybetmemek için, Yusuf’a gözü gibi bakmış ve onu ölüme götürecek her türlü yanlıştan alıkoyan bir bakıma tâbi tutmuştu. Ama günün birinde Yusuf’un ateşi çıkmış ve o belli meş’um âkıbet onu bulmuş ve zatüre olmuştu.

Bundan sonraki olayları yaşlı doktora şöyle anlatıyor Yusuf:

“Bundan sonrasını iki postada dinlettireceğim sana:

Bunlardan birincisi benim halimi gören doktor ve hasta bakıcıların anlattıkları.
İkincisi de ondan sonraki ben. Onlar benim ateşimin yükseldiğini ve komaya girmek üzere olduğumu belirtiyorlar. Komaya girişimi seyrediyorlar. O zamanda ağırlaşmış hastaların etrafına yataktan düşmesin diye tahta çakarlardı. O zamanın hastaneciliği bu.”

“Fakat!” diyor Yusuf:

“Bana bakan adam çok müteessir. Çünkü bir nevi ekmek kapısı kapandı gibi. Memlekete, babama telgraf çekmişler. ‘Oğlun dünyasını değiştirdi, gel al.’ diye.”
Çünkü zatüre komasından çıkması o günkü tıbba göre imkânsız.

“O sırada ben bir rüyâ görüyorum. Zaten her şeyi o rüyâdan itibaren hatırlıyorum. Çünkü rüyâmdan önceki şizofrenik devrimi hatırlamıyorum” diyor.
“Bir çöldeyim, o ateşin de tesiriyle nasıl yanıyorum. Hem susuzum, hem de güneş tepeme değdi değecek. Böyle bir sıcaklığın içerisinde artık can çıkmak üzere diye düşünüyorum. Hiçbir umudum yok, su denilen şeyin esamesi görünmüyor çölde” diyor.

“Fakat uzaktan bir süliet farkediyorum. Bir deve önünde bir adam bana yaklaşıyor. Derhal tanıdım, Derviş Baba! Bir devenin yularından tutmuş geliyor.
‘Yusuf deveni getirdim’ diyordu. Beni tuttu ve deveye bindirdi. Fakat bir şeyi unutamıyorum, devenin gözleri yoktu. Yani bana, senin getirdiğin çerezlerden yaptım demek için gözsüz deve getirmişti. Devenin üzerine bindiğim an gözümü açtım. Etrafı tahtalarla çevrili demir bir yataktayım. Etrafımda doktor ve hasta bakıcılar. Ateşim düştüğü için terden sırılsıklam olmuşum. Neden orada olduğumu hiç hatırlamıyorum.

Doktorların hayret ettiği şey, benim normale dönmem. Zatüre komasından çıkmak mümkün değildi, çıktım. Peki şizofreniyi nasıl atlattım? Herkes hayretler içinde kaldı. ‘Böyle bir hadiseye biz ne rastladık, ne gördük. Olacağı varmış oldu.’ dediler.”

Yusuf’un cenazesini almaya gelen babası, rahatlıkla onu alıp evine götürmüş. Hikayeyi babasına da anlatmış.

Yusuf diyor ki:

“Derviş baba o kadar ince bir mimari ile kaderimde yer aldı ki, ben yanına hizmet etmeye gittiğim zaman kaderimdeki şizofreniyi gördü. Bana bir iyilik yapmak istedi. Ama bu iyilik, kaderimi değiştirmek şeklinde olamazdı. Fahr-i Kâinat sırrında “Sadaka ömrü tezyid eder.” emrini alıyor ve çocuğa sadaka verdiriyor. Sadaka sırf çocuğa âit olsun diye:

‘Kendi yediklerinden artır, baban göndermesin.’ diyor.

Kader ekranında ömrü tezyid ediyor. Bambaşka bir aleme döndürüyor.”

Yusuf der ki:

“Ah benim devem! Ona bindiğim anda nasıl bir değişim oldu. Bunu anlamak mümkün değil. Ben o olaydan sonra hayatta bir gün namazı terk etmedim.”

Derviş baba, Yusuf’un maddesiyle beraber mânâsını da değiştiriyor.

Hikayemiz, bir tek emri veya sünneti sırrına vâkıf olmadan da olsa hayata tatbik etmenin, insanın madde ve mânâ dünyasında bildiğimiz ve bilemeyeceğimiz, ne büyük kapılar açtığına dikkatlerimizi çekiyor.

Hazret-i Allah cümlemizi, sünnet-i seniye ve Hadis-i şerif’leri hayatına tatbik etme güzelliğini yaşayanlardan etsin.

Âmin.


Kaynak: http://www.hakikat.com/anabuay.html

 

Allah’a Verilen Karz-ı Hasen (Güzel Borç – İnfak)

2002 – Kasim, Sayı: 201, Sayfa: 032

Bu kâinat, kudret eli ile kurulmuş binbir nakışla tezyin edilmiş umûmî, fânî bir ikâmetgâhtır. Bir imtihân âlemi olan şu dünyâda geçireceğimiz günler, ciddiyet ve ince bir şuur, derin bir idrâk ile tefekkür ister. Çünkü bizim için asıl kalıcı olan nîmetler, bâkî ikâmetgâha, yâni sonsuz hayata götürebildiğimiz güzelliklerdir. Kullarının böyle ebedî güzellikler ile huzuruna gelmesini arzu eden Cenâb-ı Hak, kendi katındaki yüce mükâfatı ve rızâsı istikametinde yapılacak amel-i sâlihlere verdiği değeri Kur’ân-ı Kerîm’de sık sık beyân buyurur. Allâh Teâlâ, bilhassa lutuf ve kerem, cömertlik ve ihsân gibi ulvî sıfatlarının tezâhürü olan sadaka ve infak hakkında ısrarlı teşviklerde bulunur. Öyle ki, yüce rızâsı için verilecek her sadaka ve yapılacak her infakı kendisine verilmiş bir borç (karz-ı hasen) olarak kabul eyler ve bunun karşılığını kat kat ödeyeceğini vadeder. Âyet-i kerîmede buyurulur:

“Allâh’a güzel bir borç verecek olan kimdir? Artık Allâh, bunu kendisi için kat kat arttırır. Onun için oldukça üstün ve onurlu (kerim) bir ecir vardır.” (el-Hadîd, 57/11)

Buna göre sadakalarımız, muhtaçtan ziyâde birgün ansızın karşımıza dikilecek olan ölüme karşı bir son nefes selâmet ve teminatı da olabilir.

Bilmeliyiz ki, bu dünyada sıkıntı veya ferahlık, Allâh’ın takdirine bağlıdır. Gerçek mü’minler, Allâh kendilerine nimet verdikçe kibirlenip şımaran, Allâh’ın lutfettiği nimeti O’nun rızası için sarfetmeyen gâfillerden olamazlar. Onlar karz-ı haseni her iki mânâsıyla idrâk ederek tatbik ederler. Yâni:

1. Hem ihtiyaç sahibi kullara borç verirler,

2. Hem de infakta bulunmak suretiyle Allâh’a borç verirler…

Evet karz-ı hasenin bir mânâsı da, Kur’ân-ı Kerîm’de bahsedilen şekliyle Allâh’a borç vermektir. Bu da ihtiyaç sahiplerine infak etmek sûretiyledir ki, Allâh Teâlâ bu ameli; terviç, teşvik ve mükâfatını beyan sadedinde kendisine verilen bir borç olarak ifadelendirir. Yâni infakı Cenâb-ı Hak, bizzat borç olarak kullarından istemektedir:

“Namazı kılın, zekâtı verin, Allâh’a gönül hoşluğuyla ödünç (karz-ı hasen) verin. Kendiniz için önden (dünyada iken) ne iyilik hazırlarsanız Allâh katında onu bulursunuz; hem de daha üstün ve mükâfatça daha büyük olmak üzere. Allâh’tan mağfiret dileyin, şüphesiz Allâh çok bağışlayıcı, çok esirgeyicidir.” (el-Müzzemmil, 20)

Cenâb-ı Hakk, yüce rızâsı istikametinde kulun infakını karz-ı hasen (güzel bir borç) olarak isimlendirmekle insanoğluna lutufta bulunmaktadır. Tabiî, halis niyetle ve bu dünyada şahsî hiçbir menfaat beklemeden, gösteriş ve şöhret niyeti olmaksızın verilmesi şartıyla… Bunun için verildikten sonra teşekkür beklenilmemeli ve sadece Allâh rızası için sarfedilmelidir. Hazret-i Ali ve Hazret-i Fâtıma -radıyallâhu anhumâ-’nın Kur’ân-ı Kerîm’de buyurulan:

“Onlar kendi canları çektiği halde, yiyeceği yoksulla, yetîme ve esire yedirirler: «Biz sadece Allâh rızâsı için yediriyoruz, sizden bir karşılık ve teşekkür beklemiyoruz. Biz, çetin ve belâlı bir günde Rabbimizden (O’nun azâbına uğramaktan) korkarız.» (derler). İşte bu yüzden Allâh, onları o günün fenâlığından esirger; (yüzlerine) parlaklık, (gönüllerine) sevinç verir…” (el-İnsân, 8-11) şeklindeki güzel ahlâka riayet edilmelidir.

Bu âyet-i kerîmelerde infak ile ilgili nükteler şöyledir:

1. Mü’min kardeşini tercih etmek; îsâr,

2. Fânî ve dünyevî gâyeler için değil, Allâh rızâsı için infâk etmek,

3. Kıyâmetin şiddetinden infâk ile korunmak,

4. İhlâsla yapılan infâkın Hak katında makbul olacağı ve sahibinin yüzünü ak edeceği,

5. Mü’minlerden bu nevi sâlih ameller işlenmesinin istendiği…

İşte Allâh’a bu şekilde verilen borç için Cenâb-ı Hak onun kat kat karşılığını bahşedecektir.

İbn Mesud’un rivayet ettiğine göre Ebû Dehda el-Ensari, Allâh’a güzel borç verme hakkındaki ayet nazil olduğunda Rasûlullâh’a:

“–Ya Rasûlallâh! Allâh bizden borç mu istiyor?” diye sordu

Rasûlullâh -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-:

“–Evet, ya Ebâ Dehda, Allâh borç istiyor!” diye cevap verdi.

Bunun üzerine Ebu Dehda, Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’den elini uzatmasını istedi ve O’nun elini alarak:

“–Ben bağımı Allâh’a borç (Karz-ı Hasen) olarak veriyorum!” dedi.

İbn Mesud, Ebu Dehda’nın bağında 600 hurma ağacı olduğunu ve O’nun bağı içindeki evinde, ailesiyle birlikte oturduğunu söyler. Bu infaktan, Allâh’a borç verme sözünden sonra Ebu Dehda evine gelir ve hanımına:

“–Ey Dehda’nın annesi! Bu bağı ve evi boşaltacağız. Çünkü ben bu bağı Allâh’a borç verdim…” der.

Hanımı da ona:

“Ya Ebâ Dehda! Çok kârlı bir alış veriş yaptın!” diye cevap verir.

Daha sonra da eşyalarını ve çocuklarını alarak bağdaki evi boşaltırlar. (İbn Ebî Hatim)

Bu şuur ve fazîletin zirvede olduğu her devirde mü’minler topluluğu dâima huzur ve saadet içinde yaşamışlar hem dünyalarını hem de âhıretlerini korumuşlardır. Şu hâdise de bu hakîkatin göz kamaştırıcı bir tezahürüdür:

Elie Kedourie’nin kaleme aldığı, Osmanlının son döneminde İngiltere’nin Orta Doğu politikasına dair kitabın bir ekinde anlatıldığına göre 19. yüzyıl sonlarında Doğu Anadolu’da müthiş bir kıtlık başgöstermişti. Bunun üzerine İngilizler kıtlıktan hareketle bölgede Osmanlıya karşı bir isyan çıkarıp çıkaramayacaklarını tespit için oraya bir casus gönderdiler. Casusun yaptığı araştırma neticesinde müşahede ettiği gerçek son derece şaşırtıcı idi. Raporda deniliyordu ki:

 “Burada kıtlık var, ama açlık yok! Herkes birbirini gözetiyor, yardımda bulunuyor. Bu yüzden de kıtlık, açlığa dönüşmüyor. Sonuç olarak böyle güçlü bir ictimâî yapı içinde kıtlıktan hareketle isyan üretmek imkânsız!..”

Hiç şüphesiz bu yüksek seviye, ihtiyaç ve yoksulluğun had safhaya ulaştığı anlarda ve bir de zor zamanlarda infakın değerine dikkat çeken âyet-i kerîmenin muhtevâsı içerisinde yaşayabilmenin dünyevî bir mükâfât ve bereketidir. Cenâb-ı Hak bu hususta gevşeklik ve gaflet gösterilmesini istemeyerek kullarını îkâz ile buyurur:

“Size ne oluyor ki, Allâh yolunda infak etmiyorsunuz? Oysa göklerin ve yerin mirası Allâh’ındır. İçinizden, fetihten önce infak eden ve savaşanlar (başkasıyla) bir olmaz. İşte onlar, derece olarak sonradan infak eden ve savaşanlardan daha büyüktür. Bununla beraber Allâh, her birine en güzel olanı va’detmiştir. Allâh’ın, yaptıklarınızdan haberi vardır.” (el-Hadîd, 10)

Yâni Cenâb-ı Hak, bilhassa İslâm’ın ve müslümanların zor zamanlarında kullarından fedâkârlık istemektedir. Kulların bu fedakârlıklarına da Kur’ânî ifade ile «karz-ı hasen» demektedir. Nitekim Çanakkale ve İstiklâl Harblerindeki fedakârlıklar da kullardan bir «karz-ı hasen» hâlinde tecellî edice Cenâb-ı Hak bunun mukâbili olarak galibiyyet ihsân eylemiştir.

Unutmamalıyız ki bize emanet olarak verilen bu beden, can ve mal, elimizde ebedî kalacak değildir. Muhakkak bir gün âniden hepsi ile vedâlaşacağız ve her şey mülkün gerçek sahibi olan Allâh’a kalacak, yâni ona dönecektir. Dolayısıyla şimdiden, yani hayatta iken bu emanetleri Allâh yolunda yerlerine teslim etmeliyiz ki ebedî mükâfata nâil olabilelim. Biz teslim etmesek bile asıl sahibi zaten dünyaya veda anında bizden her şeyi geriye teslim alacak. Ancak arada büyük bir fark olacak. Birinci şekilde, yâni infak ettiğimiz takdirde Allâh Teâlâ, bunu kendisine verilmiş bir borç olarak kabul buyuracak ve karşılığını kat kat ihsân eyleyecek. İkinci şekilde, yâni infak etmediğimizde ise elimize hiçbir şey geçmeyecek, mes’uliyetini yüklenmiş olacağız. Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-, ömrünü infaktan uzakta kalarak geçirenleri şöyle îkâz buyurur:

“Âdemoğlu: «malım, malım…» deyip duruyor… Ey âdemoğlu! Yeyip tükettiğin, giyip eskittiğin veya sadaka olarak verip sevap kazanmak üzere önden gönderdiğinden başka malın var mı ki?!.” (Müslim, Zühd, 3,4; Tirmizî, Zühd, 34)

 Hesabı ilk sorulacak hususlardan biri de: «Malını nereden kazandın, nereye sarfettin?» suâli olacaktır. Gerçek şu ki, kâinatın, yerlerin ve göklerin hazîneleri Allâh’a aiddir.

Dünyâ malından bir musibet hâlinde zuhur ederek gönlün âhengini tahrip eden fânî ve nefsânî alâkalardan uzakta kalabilmek, ancak cömertlik ve diğergâmlığın  feyzi ile mümkündür.

Cenâb-ı Hak, insanoğlunun dünyâya veda ânında hasret duyacağı ibadetler arasında sadakayı bilhassa zikreder ve onu ihmâl edenlerin ölüm geçidinde iken:

“Rabbim! Beni yakın bir süreye kadar ertelesen de, sadaka verip sâlihlerden olsam..” (el-Münâfikûn, 10) dediklerini beyan buyurur.

Bu hakîkati en güzel şekilde idrâk eden ecdâdımızın infak hususunda sergilediği gayretler ve faaliyetlerdir ki, tarihe muazzam bir «vakıf medeniyeti» hediye etmişlerdir. Onlar âdeta bir hayır yarışı içerisine girmişler ve bu yarışta her çeşit varlığa ve her türlü ihtiyaca cevap verecek mâhiyette müessseseler, vakıflar kurmuşlardır. Bunların yanında iffet ve utancından dolayı kimseden bir şey isteyemecek olanların şahsiyetlerini zedelememek ve onları istemek zorunda bırakmamak için eski İstanbul’un bazı semtlerine koydukları sadaka taşları pek meşhurdur.

Bu sadaka taşlarından Üsküdar Doğancılar Caddesi boyunca yol ayırımında evlendirme dairesi karşısındaki kaldırımın yanında yaklaşık bir metre yüksekliğinde ve otuz santim çapında olan tarihî hatıranın dışındakiler bugün yerlerinde değiller.

Oysa bunlar, bir zamanlarne büyük bir hizmete ve hayır yarışına şahid idiler. Hâli vakti yerinde olanlar:

“Sağ elin verdiğini sol el görmeyecek şekilde” infakta bulunabilmek için gece karanlığında sadakalarını bu taşın tepesindeki çukura bırakırlardı.

Daha sonra semtin fazîletli fakirleri de ihtiyaçları kadar oradan alırlar, fazlasına ilişmezlerdi. Bilhassa ihtiyacı olmasına rağmen dilenmekten çekinenler gecenin geç saatlerinde taşın yanına para almaya gelir, ihtiyaçları kadar alırlardı. 17. yüzyıl İstanbul’unu anlatan bir Fransız gezgin,

üzerinde para bulunan bir taşı tam bir hafta boyunca gözetlediğini, ancak oradan sadaka almaya gelen kimseyi göremediğini yazmaktadır.

Rivayete göre İstanbul’un dört yerinde sadaka taşı vardı: Üsküdar’da Gülfem Hatun Camii’nin avlusunda, yine Üsküdar Doğancılar’da Karacaahmet’te ve Kocamustafapaşa’da…

Şanlı ecdâdın, böyle bir hizmeti niçin yaptığı mâlûm. Ancak her toplumda ve her devirde düşkünler ve muhtaçlar daima mevcut olacaktır. Dolayısıyla âyet-i kerîmede buyurulan:

“Zenginin malında fakirin hakkı vardır.” düstûrunu  gönlümüzün şiarı edinmeli ve “sadaka taşlarındanvakıflara” uzanan hayır yarışını devam ettirmeliyiz ki, iffetli muhtaçların haysiyetlerini koruyalım. Dünkü kâh vermek kâh almak için sadaka taşına uzanan ellerdeki samimiyeti ve ihlâsı muhafaza etmeliyiz… Gönlümüz bir sadaka taşı hâline gelmelidir. Muhtaç, bizlere bir tebessüm ve ana kucağı sıcaklığı hissederek yaklaşabilmelidir. Bizler de lutfen ve keremen «Rezzâk» olan Rabbimizin bir kulu olarak şükür secdesinde bulunmalıyız. Dünyevî ve uhrevî ölçümüz:

“İnsanların hayırlısı, insanlara faydası olandır.” beyanı ile,

“De ki: Rabbim, kullarından dilediğine rızkı yayar ve ona tekrar rızkı kısar. Siz Allâh için ne infak ederseniz, Allâh onun yerine başkasını verir. O rızk verenlerin en hayırlısıdır.” (Sebe: 39) âyet-i kerîmesidir.

Netice olarak gerek infak gerekse karz-ı hasen şeklinde yapılan güzel ibadet ve davranışlar, aslında Cenâb-ı Hakk’ın bizlere lutfeylediği nimetler sayesinde yapılabilmektedir. Yâni Allâh Teâlâ bizlere bahşettiği nimetler ile yapacağımız hayır ve hasenâtı bizden kendisine borç olarak telâkkî buyurmaktadır. Bir bakıma bu tecellî, Cenâb-ı Hakk’ın bizlere bahşettiği nîmetleri yine nîmetlerle taçlandırmasıdır.

Yâni hakîkatte sayısız nimetleri veren Allâh, onları alıp istifade eden kullardır. Buna göre de asıl borçlu olan taraf insan, alacaklı olan da Cenâb-ı Hak’tır.

Hazret-i Mevlânâ buyurur:

“Göklerde ve yerde bulunanlar, her şeyi O’ndan isterler. Çünkü tüm varlıklarını O’na borçludurlar.”

Bu meyanda bilhassa insanoğlu, kendilerine verilen varlıkların en şereflisi olma sıfatı, daha sonra İslâm ve îmân nîmetine mazhariyet, Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’e ümmet olma lutuf ve ikrâmına nâiliyyet ve daha sayılamayak nice ihsan ve ikrâmlar karşısında Cenâb-ı Hakk’a borçludur. Ayrıca her gönül, yaratılışının vesîlesi ve ebediyyet yollarında yegâne hidâyet rehberi olan Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’e borçludur. Onun zâhir ve bâtın insanlığa hediye ettiği ibâdet, muâmelât, davranış mükemmelliği ve güzellikleri yıldızlar misâli gönüllere yansıtan ashâb-ı kirâma ve bütün İslâm büyüklerine borçludur. Ana-babaya borçludur. Âilesine borçludur.

Bu borçların ödenmesi ise, Allâh -celle celâlühû-’nun ve Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’in ahlâkı ile ahlâklanmak sûretiyle canlı bir Kur’ân olarak yaşamak ve sünnet-i seniyye iklîminde yeşeren bir gül olarak vuslat âlemine adım atmakla mümkündür. Ayrıca Allâh’a şükretmek de her kulun boynunun borcudur.

Bilmelidir ki Cenâb-ı Hakk’ın bu kadar sayısız nimet, lutuf ve ihsanına mukabil gönüller, şayet O’nun ve rızasının dışında kalan, yâni nefsânî ve fânî tuzaklarda ziyan edilirse insanlık şeref ve haysiyetini yitirmeye başlar. Bu şekilde ilâhî ölçülerin dışında yaşayarak gelip geçici güzellikleri gözlerinde büyütenler, daima aşağılara, düşkünlüklere râm olurlar. Bir bakıma özlerindeki ahsen-i takvîm sırrını unutarak kendilerinden çok daha aşağıda, daha fakir, daha muhtaç ve âciz varlıklardan borç isteyen zavallılar durumuna düşerler. Neticede farkında olamadıkları aslî cevherlerini helâk ederler. Böyle kimselerin hâline son derece şaşıran Hazret-i Mevlânâ -kuddise sirruh- şöyle buyurur:

“Bu ne şaşılacak şey? Güneş, bir zerreden borç ister mi? Zühre yıldızı küçücük bir küpten bâde diler mi?”

“Sen ne olduğu bilinmeyen bir ruhsun, vasıfları tam anlamıyla bilinmez bir cansın. Keyfiyet ve sıfatlar âlemine hapsedilmişsin. Sen bir güneşsin, bir ukdeye tutulup kalmışsın; yazık sana!.”

Bu beyitlerde Hazret-i Mevlana insanı, bir manevî güneşe benzetmektedir. Âlem de, o güneşin ışığı ile parlayarak yansıyan, titreşen zerreler gibidir. Dolayısıyla insanın Allâh’tan feyz almayı düşünmeden dünyada fanî zevkler peşinde koşması, neşe araması, bir bakıma güneşin zerreden borç istemesini temsil etmektedir. Güneş nasıl olur da zerreye muhtaç olur?

İnsan ruhu da, Cenâb-ı Hakk’ın Kur’ânî bir ifadeyle «Kudretimden bir sır üflediğim.» buyurduğu rabbanî bir nurdur. Fakat insanların çoğu ruhun yüceliğini, kıymetini bilmeyerek, onun hakîkatinden habersiz yaşarlar. Bunlar kendilerine bahşedilen azîz ve mukaddes nîmeti, o ilahî emaneti, maddî ve fânî zevklere feda ederek, sadece ten plânında yaşama sevdasındadırlar. Hiddetin, şehvetin, şöhretin, cismanî zevklerin girdabına düşmüşlerdir. Nefis gıdaların, eğlencelerin meftunu olmuşlardır. Sanki mana güneşi, semavî bir hadiseye uyarak “ukdei zenb” (=günah düğümü) ile bağlanmış, tutulmuş, ışığını saçamaz olmuştur. Bu durumda her kul:

Kendi mertebesini bilmeli! Allâh’ın lutfettiği sayısız nimetlerden, bilhassa “ahsen-i takvîm” (en güzel yaratılış) sırrından haberdar olmalı! Gelip geçici ve bir türlü tatmin edilemeyen zevklere esir düşmemeli! Neşeyi nefsânî arzularda ve fanî sevgililerde aramamalı! Her şeyi kendinde, kendi gönlünde aramalı!

Bunun için de, teşrîfi ile şereflendiğimiz Ramazan-ı Şerîf’i, o feyizli bir hayatın yaşandığı mübarek mükâfat ayını da müstesnâ bir nîmet ve ganîmet bilmeliyiz. Zîrâ sayısız nîmetlerle kadrini hatırlatan bu ayda fânî lezzetlerden vazgeçip bakî ve ruhânî lezzetlere nâil olmanın yanısıra, Hak Teâlâ’nın emir buyurduğu oruç nimetine kavuşulur.

Orucun bizlere verdiği diğer büyük bir lutuf da, acıma ve merhamet eğitimidir ki, yüreğimiz muhtaçlara uzansın, onların yanıbaşında olsun…

Oruçluda nefs engelinin tasallutundan kurtulan rûhun fetihleri başlar. Rûh nefs musîbetini bertaraf eder, ötesine geçer ve başka muzdarip rûhlara uzanır…

Hâsılı uzun bir gurbet ve derin bir yalnızlık yurduna doğru akıp gitmekteyiz. Orada güneşimiz îmân, dostlarımız enbiyâ ve sâlihler, saâdet bahçemiz amel-i sâlihler olmalıdır. O hâlde dünyâdan cebrî olarak çıkarılmadan evvel Rabbimizin lutfuyla îmân emniyeti ve irademizle ukbâ yolcuğuna çıkmalıyız…

Yâ Rabbî! Yüce zâtına verilen bir borç olarak kullarından istediğin infak ibadeti ve karz-ı hasen fazîleti hususunda gönüllerimize senin kerem deryandan sonsuz nasibler ihsân eyle! Bununla birlikte maddî ve mânevî üzerimizdeki bütün mesûliyetleri ve borçları edâ etmeyi hepimize müyesser kıl!

Yâ Rabbî! İçinde bulunduğumuz Ramazan-ı Şerîf hürmetine yetimlerin, muhtaçların, yalnızların sessiz çığlıklarını duyabilecek kulak ve hissedebilecek bir gönül ihsân buyur.

Âmîn!..

BİRİNCİ HİKÂYE

Mansur Bin Ammar (R.A.) Hazretleri bir gün cemaata vaaz ve sohbet ederken, bir fakir gelip çok ihtiyacı olduğunu arzederek dört akçe istedi. Mansur Bin Ammar'ın kendisinde olmadığı için, her kim bu fakire dört akçe sadaka verir ve ihtiyacını giderirse, ben de ona dört dua ederim, diye cemaata hitab etti.

Mescidin köşesinde, bir yahudinin siyah bir kölesi olup, yanında da dört tane akçesi varmış. Hemen o akçeleri o fakire verir. Şeyh Mansur o köleye: «Ne için dua edeyim söyle.» demesi ile köle:

— Ya Şeyh! Evvelâ benim âzad olmaklığım için, ikincisi de sahibim olan yahudinin müslüman olması için, üçüncüsü benim kimseye muhtaç olmayacak kadar zenginliğim için, dördüncüsü de Cenabı Hak'kın beni af ve mağfiret buyurması için dua ediniz, der.

Hz. Şeyh de kölenin arzusu gibi dua eder ve meclis dağılır.

O köle evine gittiği zaman efendisi, nerede olduğunu sual eder. O da vaaz meclisinde olduğunu ve oradaki duanın mahiyetini anlatır. Bu, efendisinin de hoşuna giderek:

— Ey kul, seni âzad eyledim. Şimdiye kadar ben senin efendin idim, bundan sonra sen benim efendimsin, deyip can u dilden kelime-i şehadet getirip müslüman olur. Zengin olduğu için malının yarısını da O'na vererek: «Dördüncü duan elimden gelmez. O da elimden gelse idi, bütün günahını afvederdim.» deyince: «Muhakkak ikinizi de cehennemden âzad edip, Mansur ile beraber hepinizi afvettim.» diye bir nida işitirler.

İşte böylece, ihlas ile sadaka vermek, kişinin rahmet ve mağfiretine sebeb olmaktadır.


İKİNCİ HİKÂYE

Rasûlüllah (S.A.V.) Efendimiz Hazretlerinin kabr-i şeriflerine bir ârabî gelip: «Ya Rabbî! Bu kabr-i şerifin sahibi Rasûlün ve sûre-i ihlas hürmetine bana dört bin akçe ver.» diye tazarrû ve niyaz ederken, Ebâ Eyyûb El-Ensârî (R.A.) bunu işitir. Ve:

— Ya Ârabî! Allahu Teâlâ Hazretlerinin Rasûlü hürmetine and verip, dünya mı istiyorsun, deyince ârabî:

— Ey kişi, ihtiyacımın ne derece olduğunu bilmezsin, diye cevap verir.

Hz. Eyyûb (R.A:) ihtiyacından sual edince ârabî şöyle anlatır:

— 1000 akçe borcum var. Elbisem yoktur, ibadetime yardımcı olmak bakımından elbise alacağım. 1000 akçe ona ve 1000 akçe de evimin nafaka ihtiyacı için lâzım. 1000 akçeye de bir at satın alıp gazaya gitmek istiyorum. Onun için 4000 akçeye son derece ihtiyacım olduğundan, Cenabı Hak'tan istiyorum, der.

Bunun üzerine Hz. Eyyûb, evinde olan bazı eşyasını 12 bin akçeye satarak, 4000 akçesini o ârabîye verir. 4000 akçesini komşularına dağıtır ve 4000 akçesini de Medine fakirlerine tasadduk eder. Ve kendilerine bir akçe bile bırakmaz.

Ertesi gün mescide gidip namaza durduğu zaman, mihrabta üç akçe görür. Namaz bitince bakar ki, her bir akçenin altında mühürlü bir kese ve içlerinde dörder bin altun var. Ve mühürlerde kudret eli ile: «Her hangi şeyden Hz. Allah'ın rızası için infak ederseniz, sizin için hayır ve kalacak odur» diye yazılmış. Keseleri kaldırdıkları zaman, altlarında birer de kağıt bulurlar ki, onlarda da: «Ya Ebâ Eyyûb! Bu altunlar, dünyada verdiğin sadakanın karşılığıdır. Âhirette verilecek ecir ve sevab da zayi olmaz. Cenabı Hak rızık vericilerin en hayırlısıdır.» yazılmış idi.

Hz. Eyyûb, o keseleri alıp Cenabı Hak'ka hamd ve şükürler etti.

Tasadduk etmenin hem dünyada ve hem de âhirette faydası olmakla insan, gaflet etmeyip, gücü yettiği kadar sadaka vermeye çalışmalıdır.

* * *
ÜÇÜNCÜ HİKÂYE

Hz. Şeyhden şöyle rivayet edilir:

Nişabur'da Ebu Amr isminde bir kimse ilk zamanlarında çok fakir imiş. Anne ve babasının haklarına çok iyi riayet edip, onlara son derece hizmet ettiği için, anne ve babası oğullarının zengin olması için dua etmişler ve o -zengin olmuş. Zengin olduktan sonra da fakirlere bol bol sadaka vermiş. Malı o derece çoğalmış ki, kendisinden sonra bütün nesline bile kâfi gelmiş. Evlatları da kendisi gibi sadaka vermeyi ihmal etmemişler.

Çok karlı ve soğuk bir günde, Ebû Amr'n kapısına bir dilenci gelir. Ebû Amr, hemen bir ekmek alır, yalın ayak kar üzerinde yürüyerek götürüp o dilenciye verir.

Nihayet Ebû Amr vefat ettikten sonra, salih bir kimse, O'nu rüyasında görür ve kendisine: «Ya Ebâ Amr! Rabbin sana nasıl muamele etti?» diye sorar. O da:

— Rabbim bana, ikram ve rahmet edip,makbul kullarından eyledi, diye cevap verir.

O zat tekrar: «Çok tasadduk ederdin, onun için mî?» deyince, Ebû Amr:

— Hayır, o sadakalar sebebiyle değil. Ancak bir karlı günde yalın ayak, kar üzerinde yürüyerek bir fakire vermiş olduğum ekmek sebebiyle mağfiret olundum, diye cevap vermiştir.

* * *
DÖRDÜNCÜ HİKÂYE

Hz. Davud Aleyhisselâm zamanında bir kadının iki teneke buğdayı olup, öğütmek üzere değirmene götürmeye niyetlenir. Yolda giderken yemek üzere de yanına üç tane ekmek alır. Biraz gittikten sonra karşısına bir dilenci çıkar. Kadın da ekmekleri O'na vererek kendisi oruç tutmaya niyetlenir. Nihayet değirmende buğdayını öğütüp ve bir torbaya koyarak evine dönerken yolda, unu başı üzerinden rüzgâr alıp götürür. Kadın, başka yiyeceği kalmadığı için çok üzülür ve rüzgârı şikayet etmek üzere keyfiyeti Davud Aleyhisselâma arzederek, muhakeme olmak istediğini bildirir. Davud Aleyhisselâm da: «Ya hatun, rüzgâra hüküm vermek müşkildir.» deyip kadına 1000 akçe verir ve gönderir. Dışarı çıkınca, Süleyman Aleyhisselâm «Rüzgâra hüküm iste.» diye, kadını tekrar döndürür. Davud Aleyhisselâm 1000 akçe daha verir. Kadın dışarı çıkınca, Süleyman Aleyhisselâm tekrar gönderir ve bu vaziyet 10 defa tekerrür eder. Ve her defasında Davud Aleyhisselâm 1000 akçe vererek 10 bin akçeye tamamlanır. Onbirinci defasında Davud Aleyhisselâm «Ya hatun! Sana bunu kim öğretti.» diye sorar. O da «Oğlun Süleyman Aleyhisselâm» deyince, hemen Süleyman Aleyhisselâmı huzuruna çağırır ve niçin öyle yaptığını sorar. Süleyman Aleyhisselâm:

— Ey benim kıymetli babacığım, bütün eşyaya hükmün geçer. Hüküm vacibdir. Sadaka vermek ise nafiledir. Vacibi icra etmek evla ve efdaldir. Bu kadın rüzgârdan şikayet etti ve hüküm için size geldi. Siz ise sadaka ihsan ederek men ediyorsunuz, dedi.

Daha sonra Davud Aleyhisselâm rüzgârı çağırdı ve kadının başından unu niçin aldığını sual etti. Rüzgâr: «Ya Nebiyyallah! Ben memurum ve bunun için da ma'zurum. Bana rüzgârların muhafızı emretti. Onun emri ile alıp götürdüm" dedi. Bundan sonra rüzgârların muhafızını çağırttı. O da Cebrail Aleyhisselâma havale etti. Cebrail Aleyhisselâm da Mikâil Aleyhisselâma havale etti. Keyfiyet kendisine sorulunca, bunun Cenabı Hak tarafından emredildiği için böyle yapıldığını söyledi.

Hz. Davud Aleyhisselâm Cenabı Hak'ka teveccüh eyledi ve o esnada Hz. Cebrail gelip: «Ya Davud! Cenabı Hak'kın selâmı var. Şöyle buyurdu:

— Biz hikmetsiz hiçbir iş yapmayız. Filan denizde fareler bir gemiyi delip içindeki insanlar helak olmak üzere idiler. Gemideki insanlar çok çalıştılar fakat buna bir çare bulamadılar. Kemâl-i kudret ve azametim iktizasınca o kadının başındaki unu rüzgâra aldırıp, o gemiye bıraktırdım. Gemideki kimseler de o un ile deliği kapattı ve helak olmaktan kurtuldular. O kadını gemiye götür ve gemidekiler, mallarının üçte birini o kadına versinler, diye emretti.

Hz. Davud Aleyhisselâm, kadını gemiye götürdü. Gemi ahalisi de

rüzgârın un getirmesine zaten hayret etmiştik, diyerek mallarının üçte birini ayırdılar ve 300 bin akçeyi kadına verdiler. Davud Aleyhisselâm kadına: «Ya hatun, ne amel işledin ki bunca lütuf ve nimete mazhar oldun?» diye sorunca, kadın değirmene giderken, kendi yiyeceği olan üç ekmeği Allah rızası için sadaka verip, kendisinin de oruç tutmaya niyetlendiğini ifade etmesi üzerine, Davud Aleyhisselâm:

— Ya hatun! Doğru söylüyorsun deyip «Allahu Teâlâ Hazretlerinin rızası için tasadduk etmekle ticaret edin.» mealindeki âyet-i kerimeyi okudu ve ticaret eden zarar etmez, belki dünyada kat kat ecirle mükâfatlandırılır ve âhirette de nice nimetlere nail olur, buyurdu.

* * *
BEŞİNCİ HİKÂYE

Süleyman Aleyhisselâm zamanında bir kimsenin evinde bir ağaç olup her sene üzerine bir güvercin yavruluyordu. O kimse de devamlı olarak yavruları almayı kendine âdet edinmişti. Bir gün güvercin Süleyman Aleyhisselâma gelerek:

— Ya Nebiyyallah! Ben ihtiyarladım, ölümüm de yaklaştı. Dilerim ki benden sonra bir evladım kalsın ve Allahu Teâlâ Hazretlerini zikretsin. Halbuki ev sahibi her sene çıkardığım yavruları almaktadır. O kimseyi bu işten men etmeni niyaz ediyorum, diye hem şikayet hem de ifade-i hal eder.

Süleyman Aleyhisselâm, o kimseyi huzuruna çağırır ve bundan sonra yavruları almamasını tembih eder. O kimse: «Ya Nebiyyallah! Muhtacım alırım.» diye cevap verir.

Bunun üzerine Süleyman Aleyhisselâm iki tane cinne, her ne zaman bu adam, güvercin yavrularını almaya çıkarsa, ağaçtan aşağıya atın, diye emir verir.

O kimse yine yavruları almak üzere ağaca çıkmak murad ettiği zaman, kapısına bir fakir gelir ve sadaka ister. O da hemen verir. Daha sonra ağaca çıkar. Cinniler de hemen O'nu ağaçtan aşağıya atmak isterler. O anda iki tane melek gelir ve cinnilerden birisini şarka, diğerini de garba atarlar. O adam yine yavruları alıp aşağıya iner.

Güvercin de tekrar Hz. Süleyman Aleyhisselâma şikayete gelir. O da cinnileri çağırır. Cinniler gelip keyfiyeti haber verirler. Hz. Süleyman Aleyhisselâm da o adamın sadaka verdiğini ve ondan dolayı, cinnilerin aşağıya atamadığını anlar. «Sadaka, gelecek belayı def eder ve ömrü uzatır.» mealindeki hadis-i şerif de bu hadiseyi te'yid etmektedir.

* * *
ALTINCI HİKÂYE

Hz. İsa Aleyhisselâm, bir gün eshabı ile giderken bir çamaşır yıkayıcı kimse selâm verip geçer. İsa Aleyhisselâm, eshabına biraz evvel selâm verip geçen adamın cenazesine hazır olmalarını söyler. Öğle namazı vakti, o kimsenin çamaşır yıkadığı yere gittikleri zaman, bir de bakarlar ki, adam ölmemiş. Çamaşır yıkamaya devam ediyor.

Bu vaziyet karşısında Hz. İsa Aleyhisselâm hayrete düşer. Tam o esnada Hz. Cibril gelip selâm verir. İsa Aleyhisselâm «Ya Cibril! Bu adamın öleceği bana keşfolmuş ve eshabıma haber vermiştim. Halbuki adam ölmemiş. Bunun sebebi nedir?» der. Hz. Cibril:

— Ya İsa! O kimsenin çamaşırları içerisinde siyah bir yılan vardı ve O'nu zehirleyip öldürmesi geçici takdiri idi. Halbuki o zat, Allahu Teâlâ'nın rızası için üç tante ekmek sadaka verdiği için Hak Celle ve Âlâ Hazretleri bu belâyı O'ndan kaldırdı, der.

Bunun üzerine o kimsenin çamaşırları arasını açıp bakarlar ki, hakikaten siyah bir yılan ağzı bağlanmış halde yatmaktadır.

«Sadaka belâyı def eder ve ömrü uzatır.» hadis-i şerifi mucibine herkes kudreti yettiği miktarda sadakayı eksik etmeyip vermesi lâzımdır.

* * *
YEDİNCİ HİKÂYE

Bir padişahın Ebû Ali isminde bir arkadaşı vardı ve padişah O'nu çok sever ve hiç yanından ayırmazdı. Havanın çok soğuk olduğu bir günde Ebû Ali «Padişahım'ız bugün sarayından dışarı çıkmazlar» düşüncesi ile kendi evinde aile efradı ile oturmayı ihtiyar eder.

Bir müddet sonra Ebû Ali'nin kapısı çalınır. Fakir bir komşusunun bir erkek evladı dünyaya geldiğinde, hiç de dünyalık malı olmamakla, Allah rızası için sadaka talebinde bulunur. Ebû Ali, derhal evinde mevcud olan, ekmek, et, yağ ve bal ile diğer bazı ihtiyacı olan şeylerden, o fakire sadaka vererek gönderir

Ertesi gün padişahın huzuruna gittiğinde padişah: «Ey Ebû Ali Dün niçin gelmedin?» buyurur. O da:

— Efendim, havanın gayet soğuk olması münasebeti ve sizin de hanenizden dışarı çıkmazlar düşüncesi ile gelemedim. Fakat sizi hiç bir zaman hatırımdan çıkarmış değilim, diyerek mazeret beyanında bulunur.

Biraz sonra padişah hizmetçisine: «Sana söylediğimi getir.» demesi üzerine, hizmetçi üzeri örtülü bir tepsi getirip Ebû Ali'ye verir. O da açıp bakar ki, bir tarafında altun, bir tarafında gümüş, bir tarafında misk ve bir tarafında da çok kıymetli elbiseler var. Ebû Ali bu vaziyet karşısında kendisini tutamaz ve ağlamaya başlar. Padişah sebebini sorduğu zaman, o komşusuna verdiği sadakayı ifade ederek, «Cenabı Hak için sadaka veren asla ziyan etmez. Belki dünya ve âhirette faideler görür,» der.

Buna padişah da çok sevinir ve: «Muhakkak ki, Allahu Teâlâ ihsan edicilerin ecrini zayi etmez.» mealindeki âyet-i kerimeyi okur.

* * *
SEKİZİNCİ HİKÂYE

Şeyh Ebû Hafs Ömer'den rivayet edilmiştir:

Aziz bir kimse, dervişi ile beraber bir vadide nice günler riyazet ettikten sonra çıkıp: «Cenabı Hak güzel bir kimse gönderse de bizi rızıklandırsa.» diye dua ederler. Zira hadis-i şerifte «Sizler hayırlı ve güzel olan kimselerden isteyiniz.» buyurulmuştur.

O aziz dervişi ile beraber böylece konuşarak Küfe çarşısına girerler. Çarşıyı gezerlerken bir de bakarlar ki, güzel yüzlü bir genç, dükkânın birinde oturmuş ve etrafına da bir takım kimseler toplanmışlar. Her biri hacetlerini o gence arzediyorlar. Fakat o gencin alâmetinden, kendisinin nasranî olduğu anlaşılıyor. Lâkin güzel yüzlü olduğu için, o aziz kimse de diğer insanlar gibi hallerini O'na ifade etmeyi uygun bulurlar ve anlatırlar. Mezkûr nasranî:

— Ey Şeyh, ona da gücümüz yeter, biraz sabredin, diyerek bir hizmetçisini evine gönderir ve yemek hazırlığı yapılmasını söyler.

Bir müddet sonra şeyh ve dervişini yanına alarak evine götürür. Çok nefis yemekler ikram ettikten sonra, bir kese içinde bulunan 30 altunu da şeyhe verir ve:

— Ya Şeyh! Derdinize bizim elimizden gelen budur. Dervişinizle beraber harcayın, der.

Şeyh altunları alıp evden dışarı çıkınca, kapının halkasına yapışarak: «Ya Rabbî! Sen bütün sırlara vakıfsın. Bütün eşyayı da hare-icet ettiren sensin. Ya Rabbî, ne olur bu güzel nasranî'ye hidayet nasib eyle, diye ilticada bulunur.

Bunun üzerine, o nasranî'nin kalbi iman nuru ile dolar ve kapıyı açarak: «Ya Şeyh, duan dergah-ı izzette kabul olundu, bana hidayet ve inayet yetişti, gel İslâm'ı arzeyle, der. Ve can-u dilden İslâm'a dahil olur.

İşte böylece sadaka bir kâfirin küfrüne bile derman olup hidayetine vesile olmaktadır. Halbuki mü'minlerin verdiği sadakaya Cenabı Hak'km neler ihsan edeceğini ancak kendisi bilir.

* * *
DOKUZUNCU HİKAYE

Şeyh Ebû Nasr Semerkandî'den rivayet edilmiştir:

Salih bir kimse ölünce, geride iki oğlu bir ailesi kalır. Kadın, kocasından kalan mallarını 100 akçeye satar ve başka bir yere yerleşmek üzere çocuklarının elinden tutarak yola düşer. Yanlarına da yolda yemek üzere üç tane ekmek alırlar. Giderken yolda bir fakire tesadüf ederler ve o kendi nafakaları olan üç ekmeği de O'na verirler. Bir müddet gittikten sonra bir kurt gelip büyük oğlunu alır ve oradan uzaklaşır. Kadın çok feryad edip ağlar ise de kurdun elinden alamaz. Ve "Oğlumu Allah'a emanet ettim.» der.

Yolları bir denize tesadüf ettiği için bir gemiye binerler. Fakat denizde meydana gelen bir kaza neticesi gemi batar ve bütün insanlar ile beraber küçük oğlu da sulara gömülürler. Her nasılsa o kadın eline geçen bir tahta parçasına yapışarak sahil-i selâmete çıkar. Yanında kalan üç akçesi ile yakında bulunan bir kasabaya gidip ekmek almayı düşünür. Ekmek almak üzere fırına giderken, bir de görür ki, bir kimse küçük oğlunu elinden tutmuş götürüyor. Hemen arkasından koşar ve evladına yapışarak, bu oğlan benimdir diye feryad etmeye başlar. O kimse de, bu benim oğlumdur diyerek vermek istemez ve münakaşa ederler. Nihayet iş mahkemeye kalır. Hakim huzuruna çıkarlar. Hakim kadına hitaben sorar:

— Ey kadın, sen bu oğlanı nerede kaybettin?

— Filan denizde gemi ile giderken, gemi battı. Herkes kendi derdine düştü. Ben de bir tahta parçasına yapışarak kurtuldum. Fakat oğlumu bulamamıştım. Elhamdülillah şimdi buldum.

Bu sefer hakim o kimseye hitaben sorar:

— Sen bu oğlanı nereden buldun?

— Ben gemiciyim. Filan denizde bir tahta parçası üzerinde buldum.

Bu ifadeler neticesinde hakim, bu çocuğun kadına ait olduğunu ânlar ve kadına teslim eder. Kadın son derece sevinir ve oğlunu bağrına basar. Tekrar ekmekçi dükkanına ekmek almak üzere gelirken, bakarki bir atlı büyük oğlunu almış gidiyor. Hemen O'nun da arkasından koşar ve bu oğlan benimdir diye feryad etmeye başlar. O kimse de hayır bu benim oğlumdur, diyerek vermez. İş yine mahkemeye kalır. Hakim kadına sorar:

— Bu oğlanı nerede kaybettin?

— Filan yerde giderken, bir kurt elimden alıp gitmişti. Ben de Hz. Allah'a havale etmiştim. Çok şükür Cenabı Hak şimdi bana geri gönderdi.

Daha sonra hakim o kimseye bu oğlanı nerede bulduğunu sorar, O da:

— Benim sanatım avcılıktır. Filan yerde giderken, gördüm ki bir kurt bunu almış götürüyor. Hemen köpekleri salıp kurdun elinden kurtardım.

Bunun üzerine hakim, bu çocuğun da kadının olduğuna hükmeder ve kadına verir. Kadın yine son derece sevinerek yavrularının elinden tutarak ekmekçi dükkanına gider. Elindeki üç akçeden birisine bir tane ekmek alır. Bir akçeye de iki tane balık alıp, kalan bir akçesini de bir fakire sadaka verir.

Balığı pişirmek üzere karnını yardığı zaman, bir de bakar ki kaybettiği 100 akçe balığın karnından çıkar. İkinci balıktan ise çok kıymetli bir cevher çıkması üzerine, bu cevheri de 30 bin akçeye satar. Böylece evvelki halinden çok daha fazla zenginleşir. Cenabı Hak'ka şükürler eder. O gece rüyasında kendisine:

— Ey kadın, bu sana verilen devlet ve nimet ancak evinden çıktığın zaman sadaka olarak verdiğin üç ekmek içindir. Dünyada bu kadar ihsan olundu. Bundan sonra büyük ve hayırlısı ise Hz. Allah indinde zayi olmayıp ihsan ve ikram olunacaktır, diye nida olunur. Uyandığı zaman Cenabı Hak'ka şükür secdesinde bulunur.

* * *
ONUNCU HİKÂYE

Benî İsrail zamanında, salih bir ekinci çift sürmekle meşgul olurken, ailesi de kendisine yemek getirmek üzere bir miktar ekmek ve küçük oğlunu da yanına alarak yola düşer. Fakat ekmeğin yanına katık almayı unuttuğu için, oğlunu orada bir yere bırakır ve kendisi tekrar eve döner. Katık alıp geri geldiği zaman bakar ki, oğlunu bir kurt alıp götürmektedir. Arkasından koşar, fakat yetişemez.

Bir müddet üzülüp ağladıktan sonra efendisine ekmeğini getirir. Fakat meseleyi hiç söylemez. Oturup beraberce yemeklerini yerler, tam lokmayı ağzına koyacağı zaman, bir fakir gelir ve hemen o lokmayı fakire verir.

Nihayet akşam olur ve evlerine dönerlerken kadın bir de bakar ki, çocuğu koyduğu yere, kurt tekrar getirerek bırakır ve açık bîr lisanle:

— Ey kadın, o sadaka ettiğin son lokman sebebi ile Cenabı Hak, oğlunu bize yedirmedi. Muhakkak Allahu Teâlâ Hazretleri ihsan ediverir, dünya ve âhirette ecir ve sevabını zayi etmez, der.

Kadın da evladını bağrına basar ve şükürler eder.

* * *
dua

  • Tweet
  • Paylaş
  • I. Kıssa
    Avrupa'nın ünlü sanat merkezilerinden birinde, çocuğun biri, vitrinde çok
    hoş bir tablo görür. Tablonun bedeli oldukça yüksektir. Çocuk bu tabloyu bir sonraki sene abisinin doğum gününe almayı ister ve bir iş bulup kıt kanaat geçinerek biriktirdiği tüm para ile mağazaya gider.

    Şanslıdır, tablo hala satılmamıştır. İçeri girer, tabloyu bir süre yakından
    izledikten sonra resmi yapan sanatçıyı bulur ve; "Abimin doğum günü için bu
    resmi satın almak istiyorum, tüm param da bu kadar" der.

    Ressam bir süre düşündükten sonra resmi paketler ve çocuğa satar. Çocuk
    paketini alır ve teşekkür ederek çıkar.Mağazada adamın arkadaşları da vardır
    ve şaşkın şaşkın sorarlar: "Sen ne yaptın, o resmin değeri milyonlar ederdi.
    Neden bu kadar düşük bir rakama sattın?"

    Ressam cevap verir: "Evet, ben bu resme milyonlarını verecek bir sürü insan
    bulabilirdim, ancak tüm servetini bu resme verecek kaç kişi bulabilirdim?..."

    Sözün Özü: Günümüzde insanlar her şeyin fiyatını biliyor, fakat hiçbir şeyin
    değerini bilmiyorlar.


    II. Kıssa
    Hz.Ali'nin ağabeyi Cafer b. Ebu Talib'in oğlu Abdullah, sıcak bir günde, bir
    kabilenin hurmalığına inmişti. Abdullah burada dinlenirken, hurmalıkta çalışan köleye, yemek vakti üç parça ekmek geldiğini gördü.

    Adam ekmeklerden birini ağzına götürmek üzereydi ki, birden önünde açlığı her halinden belli bir köpek belirdi.

    Köle elindeki ekmeği köpeğin önüne attı. Köpek ekmeği derhal yedi. Köle
    ekmeğin ikinci parçasını da attı. Köpek bunu da bir kerede sildi süpürdü.
    Köle bunun üzerine üçüncü parçayı da köpeğe verdi. Kalkıp, yeniden işine
    dönmek üzereydi ki, olup biteni uzaktan seyreden Abdullah, yaklaşıp sordu:

    - "Ey köle, bugünkü yiyeceğin ne kadardı?" Köle sıkılarak cevap verdi:
    - "İşte bu üç parça ekmek."
    - "O halde neden kendine hiç ayırmadın?"
    - "Baktım ki, hayvan çok aç. O halde bırakmak istemedim."
    - "Peki sen ne yiyeceksin şimdi?"
    - "Oruç tutacağım."

    Bunun üzerine, Abdullah b. Cafer, köleden sahibini, evinin nerede olduğunu
    sordu. Sonra da gidip adamdan bu hurmalığı içindeki köleyle birlikte satın
    aldı. Sonra döndü, köleye bu tarlayı ve onu sahibinden satın aldığını
    söyledi ve ekledi:

    "Seni azad ediyorum. Bu hurmalığı da sana hediye ediyorum." Cömertliğiyle
    meşhur Abdullah b. Cafer, kendisinden daha cömert birini tanıyıp tanımadığı
    sorulduğunda, bu olayı anlatır ve: "Ama o köpeğe topu topu üç parça ekmek
    vermiş; sense ona koskoca bir hurmalığı ve hürriyetini vermişsin"
    dediklerinde, şu karşılığı verirdi: "Ama o elindeki herşeyi verdi; ben ise
    elimdekinin bir kısmını...
     




    OYUN BİTİNCE ŞAH DA, PİYONDA AYNI KUTUYA KONUR......

    nest...

    batman iftar saati 2021 viranşehir kaç kilometre seferberlik ne demek namaz nasıl kılınır ve hangi dualar okunur özel jimer anlamlı bayram mesajı maxoak 50.000 mah powerbank cin tırnağı nedir