ipek yolu doğal mıdır / İpek Yolu nedir? İpek Yolu nasıl ortaya çıkmıştır? İpek Yolu güzergahı - Tarih Haberleri

Ipek Yolu Doğal Mıdır

ipek yolu doğal mıdır

İpekyolu ve Anadolu’da Kervan Yolları

        İPEK YOLU VE ANADOLU’DA KERVAN YOLLARI

        Orta Çağ’da doğu ile batıyı birleştiren dünya ticareti, Çin’den başlayarak bütün Asya’yı boydan boya geçip, Anadolu ve Akdeniz aracılığıyla Avrupa’ya kadar uzanan ve dünyaca ünlü ticaret yolu olan “İpek Yolu” ile yapılmaktaydı.

         “İpek Yolu” adını ilk defa yılında Alman coğrafyacı Ferdinand Freiherr von Richthofen kullanmıştır. Çin ile Anadolu ve Avrupa arasında yapılan bu ticaretin ana metaını ipek teşkil ettiğinden bu yola “İpek Yolu” adı verilmiştir.

        İpek Yolu, tarih boyunca hem geçtiği bölgeleri iktisadi açıdan kalkındırıp halkın refah seviyesini yükseltmiş hem de Doğu-Batı kültür ve uygarlıkları için bir köprü olmuştur. Böylece farklı pek çok ulusun birbiriyle tanışması, ticaret yapması ve kültürel zenginliğin alışverişine de olanak sağlamıştır.

        Milattan yüzyıllar önce Mısırlılar, daha sonra da Romalılar, Çinlilerden satın aldıkları zengin ipekli kumaşların ulaşımını Çin’den başlayarak Anadolu ve Akdeniz aracılığıyla Avrupa'ya kadar uzanan, dünyaca ünlü bir ticaret yolu olan ve adını, taşıdığı ipekten alarak İpek Yolu olarak adlandırılan bu güzergâhı izleyen kervanlarla sağlarlardı. Kervanların en büyük yük taşıyıcısı, hiç kuşkusuz, iki hörgüçlü "Baktriyan develeri" idi. Yoğun bir şekilde ipek, porselen, kâğıt, baharat ve değerli taşların taşınmasının yanında, kıtalar arasındaki kültür alışverişine de imkân sağlamıştır.

        İpek Yolu, Orta Çağ’da, Çin’in Xian (Şian) kentinden başlayıp, Doğu Türkistan, Moğolistan, Kazakistan, Özbekistan, Kırgızistan, Türkmenistan’ı geçip Hazar Denizi’ne; İran üzerinden, bir kolu Suriye'nin Lazkiye Limanına ulaşır, diğer bir büyük kolu ise Karakurum Dağlarını aşarak İran üzerinden Anadolu topraklarına girerdi.

        Asya ile Avrupa arasında doğal bir köprü durumunda olan Anadolu, coğrafi ve jeopolitik konumunun doğal bir sonucu olarak, tarihin ilk döneminden itibaren uluslararası ulaşımda önemli bir rol üstlenmiş, önemli ticaret yollarının geçtiği bir merkez konumunda olmuştur.

        İpek Yolu, Anadolu Selçuklu döneminde doğu-batı, kuzey-güney yönünde Anadolu’yu hiçbir ülkede olmadığı kadarıyla bir ağ gibi dolaşır, doğuda Erzurum, Sivas, Kayseri ve Konya'da düğüm oluşturan bu yollar kuzeyde Sinop, güneyde Antalya’ya kadar uzanırdı.

        XIII. yüzyılda Anadolu kervan yolları, önemli ticaret merkezlerini birbirine bağlarken, Başkent Konya’da düğümleniyor, böylece başkentin her yöne ilişkisini sağlıyordu. XI. yüzyıldan itibaren Anadolu’yu ziyaret eden Nasır-ı Hüsrev (XI. yy.), Marco Polo (), William de Rubruquis (), Marco Polo (), Mevlana (), İbn Bibi (), Rahip Odoric (), Francesco Balducci Pegolotti (), Hamd Allah Al- Mustavfi (), Ruy Gonzales de Clavijo () gibigezginlerden Anadolu’nun İpek Yolu güzergâhını öğrenmekteyiz.

        Kervansaray, kelime olarak Farsça kârban (kervan) ve saraydan türetilmiştir. Kervansaraylar şehirlerarasında inşa edilen, kervanların ve yolcuların konaklamaları için ana yollar üzerinde yapılan hayır kurumlarıdır[1]. Ribat adı verilen ve Asya’da Türklerden kalan ilk kervansaraylar, Gazneliler ve Karahanlılar dönemine aittir. Bunların mimarisi ve planları, daha sonra Büyük Selçuklular döneminde yapılan kervansaraylara örnek olmuştur[2].

        Özünü yardımlaşma ve insanlık duygusundan alan, vakıf sistemi sayesinde günümüze kadar oluşan kervansaraylar, yollar üzerinde kurulan ve kamu yararına çalışan ticaret yapılarıdır. Kervansaraylar genellikle yaya yürüyüşü ile 8 saatlik (35–40 kilometrelik) uzaklıklarda kurulurlardı.

        Sultan, vezir ve büyük devlet adamları tarafından yaptırılan kervansaraylar, kale gibi sağlam, anıtsal, kesme taştan yapılmış, döneminin süsleme özellikleriyle bezeli, kitabeli veya kitabesiz ticaret, sosyal yardım ve bir kültür müesseseleri idi. Kervansarayların duvarları kalın olup, duvarların her iki yüzü yonu taşı ile kaplıdır. Kapalı mekânların üzeri genellikle tonozla örtülü olup, sanatkârane olarak yapılan taş işçiliği taç kapılarda en üst düzeydedir. Kervansaraylar içerisinde veya yanında insan ve hayvanlarının her türlü ihtiyacını karşılayacak, yiyecek içecek, bol su, mescit, hamam, her çeşit tamir ustası, rehber gibi donanım bulunmaktaydı. Kervansaraylarda yazın kapalı mekânlarda hayvanlar, açık mekânlar da insanlar ve arabalar kalırdı.

        İpek Yolu’nun Türkiye topraklarından geçen güzergâhı için T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı'nca UNESCO’da Dünya Miras Listesi’ne önerilmiş ve Dünya Miras Merkezince yılı içinde onaylanan Geçici (Endikatif) Listede Selçuk Kervansarayları Denizli - Doğubeyazıt Güzergâhı ( yy) yer almıştır.

        Anadolu Selçuklu yapılarında önemli bir yere sahip olan kervansaraylar, XII. yüzyılın son çeyreğinden sonra yapılmaya başlanmış, Selçukluların yıkılışına kadar devam etmiştir. Son araştırmalara göre bu dönemden günümüze kadar gelen kervansaray sayısı civarındadır.

        Osmanlı imparatorluğu döneminde Selçuklu kervansaraylarının kullanılmasının yanında ihtiyaca göre yenileri de yapılmıştır. Bunlardan şehir merkezlerine yapılanların işlev ve planları değişime uğramıştır. Şehir hanları, genellikle iki katlı olup, avlulu ve revaklıdır. Ayrıca kentlerin gelişmesiyle kentlerde ticaret hanları ortaya çıkmıştır. Yerleşim yerleri dışında yapılan menzil hanları eski geleneği sürdürerek, Selçuklu kervansarayları gibi yapılmışlardır. Bunlar etrafında zamanla şehirler oluşmuştur.

        Günümüzde ulaşım kolaylığı, modern otelcilik anlayışı ve karayollarındaki dinlenme tesislerindeki yenilikler ve yeni karayolu güzergâhları gibi nedenlerle, hanlarımızın ve kervansaraylarımızın geçmişteki fonksiyonları kalmadığından, bu evrensel nitelikteki çok önemli anıtlarımız, kullanılmadığı için, gün geçtikçe harap olmaktadır.

                    Bugün çoğu Vakıflar Genel Müdürlüğümüzce onarılmış bulunan bu tarihi yapılarımızı otel, restoran, dinlenme tesisi, hediyelik eşya satış merkezi gibi işlevlerle nostaljik turizm merkezleri hâline getirmek, bu anıtsal eserleri günümüz koşulları altında ayakta tutarak ve kültürel miras olarak gelecek kuşaklara emanet etmek gerekmektedir.

        UNESCO Dünya Miras Listesi’ne girmiş olan tarihî İpek Yolu üzerinde bulunan han ve kervansaraylarımızın dünyaya tanıtılmasının zamanı gelmiştir.

        Aşağıda; Halil Ethem (Eldem)’in ’de Türk Yurdu’nda yayımlanmış "Anadolu'da Selçuki Hanları" yazısı, günümüz Türkçesine aktarılmıştır.

         

        ANADOLU’DA SELÇUKİ HANLARI[3]

        Halil EDHEM

        Bugünkü Dile Aktaran: Gökçe GÜNEL

        Efendiler,

        Ocağa bağlılık, kurumlarına karşı saygı ve sevgi duygularıyla kayıp olmakta olan geçmiş eserleri gösterip tanıtmak arzusu beni karşınıza çıkardı. Ve Galatasaray Yurdu’nda söylenilen sözleri tekrar ettirmeğe sevk etti.

                    Sevgili Anadolu’muzda biraz gezenler, kale gibi sağlam bununla beraber bir özel zarafete sahip olan koca Selçuklu hanlarına rastlamışlar ve bunların gösterdikleri mimari tarz ile iç düzenlemelerine hayran oldukları kadar, son derece harap ve yıkık bir hâlde bulunduklarına da hayret ve üzüntülerini bildirmişlerdir. Gerçekten bu büyük binaların hemen tümü acınacak bir manzara göstermektedir.

                    Deprem, hava etkileri gibi doğal güçlerden başka kayıtsızlık, geçmiş eserlere hürmetsizlik, tecavüz ve işlenmiş taşlarını sökmek ve çalmak bu hâlin ispatındandır. Yalnız bu hanlar değil ne kadar böyle sahipsiz ulusal binalarımız varsa hemen hepsi birer taş ocağı olmuşlardır. Bu hâl elvermemiş gibi bir de o muhteşem cephelerine ve içerlerine çirkin ve kümes gibi bir takım kulübeler yapıştırılarak kirletilmekte kısacası insanın hiç de görmesini istemediği bir sefalet içinde bulunmaktadırlar. Bunlar da ne sağlamlık, ne dayanıklılık var ki, her türlü tahribata dayanarak bugüne kadar kendilerinin az çok koruyabilmişlerdir. Gerçekten bu da şaşılacak bir durumdur.

                    Büyük yol üzerinde yolcuların geceyi geçirmelerine ve gerek kendilerini, gerek hayvanlarının dinlendirmeye veyahut hayvan değiştirmeye ve ticari malların konulmasına özgü olmak üzere kurulmuş olan hanlar, Selçukilerin buluşları değildir. Onlardan pek çok zaman evvel Anadolu’da böyle konak yerleri vardı. Daha Hicretten 11 yüzyıl önce tarihçi Herodot, İran’dan gelip Anadolu’nun içinden geçerek Akdeniz kıyılarına kadar uzanmış olan bir büyük yolun üzerinde mesafeden mesafeye böyle hanların bulunduğunu söylüyor. Sonra Romalılar ve Bizanslılar zamanında dahi bu geçerli usul olmuş ve hatta fethi İslam’dan sonra pek büyük bir önem kazanarak gelişmiştir. Fakat bu adet yalnız Anadolu’yla sınırlı kalmayıp bütün Müslüman ülkelerinde Suriye’ye, Filistin’e, Mısır’a ve İspanya’ya kadar ve yine Afrika’nın kuzeyinde, Irak’ta, İran’da kısacası her tarafta geçerliydi. Ancak ülkelere göre bu hanların yapım tarzı az çok değiştiği gibi bunlara başka başka isimler dahi verilmiştir. Ezcümle Merakeş’ten Suriye’ye kadar bunlara Kayseriya tesmiye denilirdi ki, Latince veya Rumca olan Kesaray kelimesinden alınmadır. Merakeş’teki Kayseriya'yı eski yazarlar söyleye söyleye bitiremiyorlar. O kadar büyük idi ki, adeta şehir içinde ikinci bir şehir gibiydi. On iki kapısı vardı. İhtimal ki, Müslümanlıktan önce bu hanların Bizans İmparatorları tarafından verilmiş bazı izinleri vardı ki, bunlara Kesarea sıfatı verilmiştir. Dikkat edilecek bir şeydir ki, Anadolu’nun Selçuki hanlarının kapıları üstünde bazen celi hat ile (es-sultani) kelimesi kazıldığını görürüz. Bu da o zamanlar hanlara verilen önemin anlayışıdır. Bazı araştırmacılar kışla manasını ifade eden (kazerun) kelimesinin dahi Kayseriyeden alındığını iddia ediyorlar. Yine Müslüman ülkelerin bazısında, en çok Mısır’da "vekale" tabiri kullanılmıştır. Avrupalılar bu kelimeden yanlış olarak (okul veya evkal) tabirini husule getirmişlerdir. Tunus ve Trablusgarp’ta bir de fındık deyimine rastlarız ki, Rumcada han demek olan pandohiyundan alınmadır. Adı geçen ülkelerin çöllerinde görülen fındıklar adi çamur veya kerpiçlerden yapılmış dikdörtgen planlı ve dört duvardan ibaret yerlerdir. Yalnız kapısının yanlarında birkaç odası vardır. Çöllerin o müthiş kum fırtınalarında kervanlar ve kafileler için bunlar iyi bir sığınak teşkil eder. İtalyanların (fundaku) tabiri fındıktan alınmıştır. Anadolu’da ve hatta bugün Osmanlı ülkesinin her tarafında yalnız han tabiri geçerlidir. İran’da kerbansaray derler. Şah Abbas’ın bütün İran ülkesinde inşa ettirdiği hanlar çok beğenilen eserlerdir.

                    Osmanlılar hanların gerekliliğinin faydasını gereği gibi takdir ederek fethettikleri geniş ülkelerde gerek en eski mevcut olanları korumak, gerek uygun gördükleri yerlerde yeniden hanlar ve menzilhaneler (konaklanacak yerler) kurmak suretiyle Selçukilere hayırlı oğul olmuşlardır. Bazen bu binaları Mimar Sinan gibi en büyük ustalara yaptırmış olduklarından bunların da mimari önemi ve sanatı bilinirdi. Osmanlıların, şehir ve kasabalarda dahi ticaret yeri olmak üzere vücuda getirdikleri hanlar, hakikaten dikkatimizi çeker. Uzaklara gitmeye ne hacet, İstanbul’da Valde Hanı, Tavukpazarında Ali Paşa Hanı, Simkeşhane ve esasen (aslında) mizan mahalli (tartı yeri) fakat yine han ve ticaretgah manasını da ifade eden (Kapan),Yağ Kapanı, Bal kapanı gibi, işte bunların her biri muhteşem birer binadır. Evliya Çelebi Valde Han’ı ahırının at alabildiğini söylüyor. Sonra Çemberlitaş’ta ve şimdi Osman Bey Matbaası’nın bulunduğu mahalde (Elçi Hanı) var idi ki, eskiden olağanüstü sefaretle gelen elçiler hep buraya inerlerdi. Bu gibi hanlara mihmanhane (misafirhane) dahi derlerdi.

        Burada konumuz olan Selçuki hanları plan ve kesitleri açısından iki büyük gruba ayrılabilir. Bir takım yekdiğerine bitişik iki kısım binadan oluşmaktadır ki, genel görünüşü dikdörtgen planlıdır. Bu tür hanlara örnek olarak Konya ile Aksaray arasındaki Sultan Hanı gösterilebilir. Bu han Birinci Alaaddin Keykubad tarafından ’da inşa olunmuş ve yandıktan sonra ’de III. Gıyaseddin Keyhüsrev tarafından tekrar imar edilmiştir.

        Bu gibi hanların girişi daima enine olan cephededir. Bu girişler ekseriya çeşitli geometrik süsleme ve arabeskler ile fevkalade bir surette işlenmiştir. Kapıdan girilip yüksek bir dehlizden geçildikten sonra geniş bir avluya gelinir. (şek 4) Bunun sağ ve sol tarafında ikamete ve bunların vazına (konulma) mahsus odalar, mağazalar ve bodrumlar bulunur. Avlunun ortasında da çok kere küçük ve fakat fevkalade bir itina ile yapılmış bir taş mescit görülür. Büyük girişin karşısındaki duvarın ortasında büyük ve müzeyyen (süslü) bir diğer giriş daha vardır. İşte buradan hanın arka kısmına geçilir ki, burası gayet metin (sağlam) kemer ayaklarına dayandırılmış tonozlar, kavisler ve kubbeler ile yapılmıştır. İçerisi oldukça karanlıktır. Yalnız mazgal deliği gibi birkaç pencere ile kubbenin etrafındaki açıklıklardan ışık alır. Bu yerin ahırları ihtiva ettiği sanılır. Sultan Hanı’nın uzunluğu metre ve cephede eni 61 metredir.

        Böyle bir hanı dışardan dolaşacak olursak köşelerinde ve mesafeden mesafeye duvarlara bitişik kuleler görürüz. Fakat bunların içi boş olmayıp doludur. Duvarları tutmak için yapılmıştır. Bu durum hanlara adeta bir kale manzarasını verir. Fakat sanılmasın ki, bu Selçuklu mimarlarının yapmak istedikleri şey yalnız bir etkiden ibarettir. Bilakis bu hanların askeri harekât esnasında pek önemli görevleri de yaptıkları ve çok kereler düşmana karşı hakiki bir kale, bir müstahkem mevki olarak kullanıldıklarını, tarihten biliyoruz.

        İkinci grup hanlara gelince bunların kesiti kare planlıdır. Konya’nın yakınında bulunan Horozlu Han bu gruba örnek olarak gösterilebilir. (şek. ) Bu çeşit hanlar iki kısımdan oluşmaz. Bunlarda avlu yoktur. Doğrudan doğruya kapalı kısma girilir ki, buranın yapım tarzı ve düzeni birinci grubunkilere benzer.

        Hanların yapım malzemesi ekseriya bulundukları yerin yakınında çıkan kireç taşı, kum taşı gibi taşlardan ibarettir. Bazen mermer de kullanılmıştır. Nitekim Denizli’nin bir saat kadar doğusunda bulunan Ak Han’ın cephesinde (şek 9), Sivas ile Kayseri arasındaki diğer bir Sultan Han’ın camisinde (şek 10) mermer levhalar görülür. İslami yapılarda kullanılmış olan bu mermer bölümlerin eski binalardan alındığını Avrupalılar ileri sürerler. Fakat herkes bilir ki, o muhteşem putperest tapınaklar yıkılarak kiliseler yapıldı. Bundan dolayı böyle bir hanın, bir medresenin yahut bir caminin inşaatında civarda bulunan harabelerden alınan aksamın bundan beş altı yüz sene evvel kullanıldığına şaşmamalıdır. En çok, o büyük İslam mimarlarının vücuda getirdikleri eserlerde eskileri kadar bir kıymeti haizdirler. Fakat tabii bugün bu gibi şeyler uygun görülemez. Bugün bize memleketimize maziden ne kaldı ise korumaya borçluyuz. Onların hepsi artık Osmanlı tarihine geçmiş, yabancı olmaktan çıkmıştır. Bugünkü uyarlık da bunu gerektirir. Gerçekte Osmanlıların elinden çıkmış olan geniş ülkelerde bıraktığımız binlerce büyük yapılar ve kutsal yerler, her bir Türk Medeniyeti için birer kıymetli vesika idi. Yani camilerimiz, tapınaklarımız, türbelerimiz, saraylarımız vb. İşte bunları o memleketlerin yeni sahipleri o derece bir surette tahrip ettiler ki, şimdi bazı yerlerde bunların birazına bile tesadüf edilemez. Bu hâle karşı kadirbilmez Avrupa'nın bu durumu protesto etmeleri tarafsızlıktan başka bir şeye mahmul (yüklenmiş) olamaz.

        Selçuklu hanlarının yapım tarzı gayet sadedir. Bütün duvarlar dışardan ve içerden kesme taşlar ile kaplanmış ve ara yerleri harçla ve horasanlı bir beton ile doldurulmuştur. Kemerler ve kubbeler serapa som kesme taştandır. Bazen beyaz ve siyah taş sırayla kullanılmıştır. Aksaray yolu üzerinde vaki Zazadin Han’ın girişi böyledir. (şek 11)

        Selçuklu Türkleri binalarında çini kullanmayı pek sevdikleri hâlde hanlarda bu cihet hemen ihmal olmuş gibidir. Yalnız girişlerin süslemesinde bazı nakışların oyuklarını doldurmak suretiyle çini sarf olunmuş ise de bundan şimdi ancak bazı eserler görülebilir. Mamafih aynı tesiri yapmak üzere renkli mermerler kakılmıştır. Sultan Hanı’nın giriş hücrelerinde bunlar gözlemlenir. (şek 12)

        Hanların çoğunda kimin tarafından ve hangi sultan zamanında ve hangi tarihinde inşa olundukları büyük mermer levhalar üzerinde Selçuki hattı isimlendirdiğimiz bir çeşit celi nesih ile kazılmıştır. (şek. 13)

        Ümeradan Sadeddin Köpek’in inşa ettirdiği ve bugün Sadeddin isminden yanlış olarak Zazadin olarak isimlendirilen hanın kapısındaki kitabeyi gösterir. Bazı hanlara mimarın ismi dahi kazılmıştır ki, bu da tarihi mimari açısından ayrıca bir öneme haizdir.

          Velhasıl bu güzel yapıların üslubundaki sadelik bununla beraber boyutlarındaki oran ve ölçü ve kayıtlarının nakışlarındaki zenginlik ve zarafet, hem insana heybet, hem ruha ferahlık verir. İnsan bunlara baka baka doyamaz. Anılan yapılar herhangi bir devrin ve her hangi bir büyük mimarın eserlerine eşittir ve onlara güzel yönleriyle rekabet edebilir. Herhâlde genel olarak İslam ve özellikle Selçuklu Türklerinin güzel sanatlar tarihi için sonsuz birer araştırma kaynağı ve araştırmalar teşkil ederler. Bundan dolayı biz bunlardan saygımızı esirgememeliyiz ve bunları her türlü vasıtalarla tahripten korumalıyız. Bu abidelerin korunması durumu ise büyütülecek bir mesele olmayıp elde bulunan kanun hükümlerinin uygulanmasıyla, yani kasten vuku bulmakta olan devam eden tahribatı şiddetle men etmek suretiyle mümkündür.  

        Halil Ethem Bey Eldem ()

        Sadrazam İbrahim Ethem Paşa’nın oğlu, Osman Hamdi Bey'in küçük kardeşidir.

         yılında İstanbul’da doğmuştur. İlköğrenimini Kaptan İbrahim Paşa Rüştiyesi’nde orta öğrenimini Berlin’de, yüksek tahsilini ise Zürih, Viyana ve Basel’de tamamlamıştır. Basel Üniversitesi Felsefe Fakültesi’nde doktora yapmıştır. ’te İstanbul’a döndükten sonra çeşitli memurluklarda bulundu. Sırasıyla Bab-ı Seraskeri Fabrikalar Nezareti, Erkan-ı Harbiye Dairesi, Darüşşafakati’l-İslamiye, Mekteb-i Mülkiye, Dârülmuallimin, Darülfünun, Asar-ı Atika Müze-i Hümâyunu, İstanbul Şehreminliği, İstanbul Asar-ı Atika Muhipleri Cemiyeti, Asar-ı Atika Encümeni, Tarih-i Osmani Encümeni, Türk Tarih Kurumu gibi kurum ve kuruluşlarda çalışmıştır. ’de Müze-i Hümayun (bugün Arkeoloji Müzeleri) müdürü olan ağabeyi Osman Hamdi Bey’in yardımcılığına getirildi. tarihleri arasında İstanbul şehreminliği (belediye başkanı) yaptı. ’da Osman Hamdi Bey’in ölümü üzerine Sanayi-i Nefise Mektebi ve Müze-i Hümayun müdürlüğü görevlerine atandı. Sanayi-i Nefise Mektebi müdürlüğünü ’ye kadar sürdürdü. Müze müdürlüğü sırasında ’de Eski Şark Eserleri Müzesi açıldı. ’te Süleymaniye Külliyesi’nde kurulan Evkaf-ı İslamiye Müzesi ’de yeniden düzenlenerek Türk ve İslâm Eserleri Müzesi adını aldı. Topkapı Sarayı’nın müze hâline getirilmesi çalışmalarını yönetti. ’da Türk Tarih Kurumunun kurucu üyeleri arasında yer aldı. ’de asbaşkan seçildi. 1 Mart ’de emekli olan Halil Bey, aynı yıl içinde İstanbul’dan milletvekili seçilerek iki dönem bu görevi sürdürmüş ve 17 Kasım ’de vefat etmiştir.

        Halil Ethem Bey, Osmanlı döneminin sonları ile Cumhuriyet döneminin başlarında faaliyet göstermiş Türk kültür tarihinin önemli bir şahsiyetidir. Asarı Atika Müzesi’nin başında bulunmasından dolayı daha çok ilkçağ eserleriyle ilgilenmiş, fakat bunun yanında Türk-İslam kitabe ve sikkeleriyle de uğraşmıştır. Nitekim Tarih-i Osmani EncümeniMecmuası ve Türk Tarih Encümeni Mecmuası’nda yayımlanan makalelerinin birkaçı hariç hepsi kitâbeler hakkındadır. Türk müzeciliğinin gelişmesinde önemli katkıları olan Halil Bey’in, Anadolu’daki yüzlerce kitabenin toplanıp yayımlanması, Türk mimari eserlerinin korunması ve ihyası konusunda göstermiş olduğu gayret takdire şayandır.

        Tarih-i Osmani Encümeni, Türk Tarih Encümeni, İstanbul Şehri Muhipleri Cemiyeti ve Sanayi-i Nefise Encümeni gibi kurul ve derneklerin üyesi olan Halil Ethem Bey, İstanbul’da bir resim ve heykel müzesi kurulması için de çaba harcadı. Bu amaçla hazırladığı Elvah-ı Nakşiye Koleksiyonu (; yb) adlı eser, müzenin resim koleksiyonunu tanıtmaktadır. İstanbul müzelerindeki eserlerin kataloglarının hazırlatılması yolunda başarılı çalışmalar yaptı. Arkeoloji ve tarih alanında çoğu makale olarak yayımlanmış incelemeleri bulunan Eldem’in İstanbul’a ait başlıca eserleri şunlardır: Müze-i Hümayun (), Das Osmanische Antiken-museum in Konstantinopel (İstanbul’daki Osmanlı Eski Eserler Müzesi, Leipzig, ), Topkapı Sarayı () bu kitabın Fransızca çevirisi La Palais de Topcapou (), Yedikule Hisarı (), Camilerimiz (), İstanbul’da İki İrfan Evi-Alman ve Fransız Enstitüleri ve Bunların Neşriyatı ().

         

         


        [1] Oktay Aslanapa, Türk Sanatı, MEB Yay., C. 2, Ankara , s. 32; Komisyon, Türkçe Sözlük, TDK. Yay., C. 2, Ankara , s. ; 

        [2] Cengiz Bektaş, Selçuklu Kervansarayları, Yapı-Endüstri Merkezi Yay., İstanbul , s.

        [3] Halil Ethem (Eldem): "Anadolu'da Selçuki Hanları", Türk Yurdu, Yıl 5. Cilt Sayı , 1 Nisan (), s. Türk Ocağı Konferansları: 3

         

         

İpek Yolu, Baharat Yolu, Eflak-Boğdan, Erdel, Podolya Gibi Tarih Derslerinde İsmi Geçen Kavramlar

Ünlü yazar Stefan Zweig, Macellan’ın yaşam öyküsüne &#;Başlangıçta baharat vardı.” cümlesiyle başlar. Dünyanın kaderini değiştiren kâşiflerin en önemlilerinden biri olur Macellan. Keşiflerin amacı, Doğu’ya, Hindistan’a giden bir yol bulmaktı. Zira Avrupa’nın yaşamsal derecede önem verdiği malların, baharatların, ipeğin ve daha pek çok ticari ürünün kaynağıydı Doğu. Bu yollardan en önemlisi İpek Yolu’ydu.

İpek Yolu

İpek Yolu: İki büyük uygarlık olan Çin ve Roma İmparatorluğunu birbirine bağlayan bir yol olarak ortaya çıkmıştı İpek Yolu. Bu bağ yoluyla iki devlet arasında hem mal, hem de fikir alış verişi yapılabiliyordu. Bu alış veriş sırasında Doğu’ya yün, altın ve gümüş, Batı’ya da ipek gönderiliyordu. Bu yolun tek özelliği yalnızca mal alış-verişinin yapılması değildi. Bu yolla Nasturilik ve Budizm&#;de, Çin’e taşınıyordu. Harita üzerinde doğu-batı arasında adeta bir kuşak gibi görünen bu yol, tarihte büyük savaş ve rekabetlerin yaşandığı bir coğrafyayı kapsar. Bu nedenle, İpek Yolu üzerinde birçok askeri ve siyasi olaylar olmuş, bu durum da ticaret ve ekonomiyi doğrudan etkilemiştir.

Zheng Baizhong, A New Chapter of the Maritime Silk Road,

Zheng Baizhong, A New Chapter of the Maritime Silk Road,

İlk görkemli çağını, Çin&#;de MÖ MS yılları arasında hüküm süren Han Hanedanı zamanında yaşar İpek Yolu. Han Hanedanı&#;nın önce Fergana kentini ele geçirmesi, küçük prenslikleri birleştirerek imparatorluğa katması bu bölgede istikrarın hakim olmasını sağlar. Böylece Çinli tüccarlar ipeklerini kervanlarla korkusuzca Pamir Dağlarının eteğindeki Taş Kule&#;ye getirirler. Romalı tüccarlar onları burada beklemektedir. Değerli ipek, Antiochia’ya (Antakya) doğru çıkacağı yola burada başlar. Sian kentinden başlayan yol, km uzunluğundadır. Çin Seddi’ni kuzeybatı yönünde izledikten sonra Taklamakan Çölü’nün yanından ilerleyip Pamir dağlarını geçer. Kervanlar bu yolu aştıktan sonra Afganistan’ı da geçer ve Doğu Akdeniz kıyılarına ulaşırlardı. Mallar burada gemilere yüklenirler ve deniz yoluyla Batı kentlerine ulaşırdı. İpek Yolu’nun tümünü geçen yolcular çok az sayıdaydı. Mallar genellikle aracılar arasında aktarılarak taşınırdı. Günümüzde de İpek Yolu’nun geçtiği yerlerde seyahat edildiğinde, o dönem insanlarının seyahatleri, taşıdıkları mallar ve emtia hakkında izler bulunabilmektedir.

İpek Yolu Hakkında Kitap

Çin’i, Orta Asya’dan batıya bağlayan tarihi kervan yoluna İpek Yolu ismini ilk veren Alman Coğrafyacı, Wolfram Karl Ludwig Moritz Hermann Freiherr von Richthofen&#;dir. Çin kaynaklarına nispetle, oldukça geç döneme ait kaynaklar olmalarına rağmen İpek Yolu tabirinin yalnız Avrupalı kaynaklar tarafından kullanılmış olması, Haçlılar ve İpek Yolu kavramlarının arasındaki ilişkiye dikkatleri çeker. Çinliler bu yolu hiçbir zaman bu adla anmamıştır. Richthofen’in öğrencisi Sven Hedin, Çin hakkında kaleme aldığı bir yazısında İpek Yolu’ndan ve Makedonyalı ipek taciri Marinus’un İpek Yolu haritasından söz etmektedir. İpek Yolu’nu ilk geçen kişi, bilindiği kadarıyla Makedonyalı tacir Maies Titianus olup, Yunan coğrafyacılarından Tyrus Marinus (M.S. ) ve sonra Ptolemaeus (M.S ) İpek Yolu’nu, Titianus’un tariflerine göre tanıtmışlardır. Kısacası, bu yol boyunca en çok taşınan ticaret malı Çin’den getirilen ipek olduğu için yola bu ad verilmiştir.

Baharat Yolu

Baharat Yolu: Baharat günümüzden binlerce yıl önce Doğu ülkelerinde kullanılıyordu. Orta Çağ Avrupası&#;nda, soyluların sofralarına da girince çok önemli bir ticaret ürünü haline geldi, ama pahalı olması nedeniyle ancak varlıklı kimseler satın alabiliyordu. Baharatlar Avrupa’da yetişmediğinden ticaret yolları aracılığıyla Avrupa’ya getirilirdi. Oldukça pahalı olduğundan genellikle zenginler, soylular tarafından tüketilirdi. Etin bozulmasını önlemek , yemeklere tat katmak için kullanılmasının yanı sıra eczacılık, parfüm yapımında da kullanılmaktaydı.

Aslında tarçın, kakule, zencefil ve zerdeçal satışına dayanan baharat ticaretine Çinliler; milattan önce başlamıştı. Baharat, Doğu’dan Avrupa&#;ya iki ayrı yoldan gelirdi. Bunlardan biri Orta Asya üzerinden geçen İpek Yolu&#;ydu; ancak İpek Yolu asıl olarak ipeğin taşındığı yoldu. Diğer yol ise, Hindistan ve Seylan&#;dan (Sri Lanka) Kızıldeniz&#;deki Akabe Körfezi&#;ne, Yemen kıyılarına ya da Basra Körfezi’ne gelen Baharat Yolu&#;ydu. Hindistan’dan başlayan Baharat Yolu&#;nun, bir kolu Basra Körfezi üzerinden Akdeniz’e, diğer kolu ise Kızıldeniz-Mısır üzerinden Akdeniz’e uzanır. Akdeniz’e gelen ürünler, limanlarda gemilere yüklenerek Avrupa’ya taşınırdı. Bu kıyılardaki limanlarda gemilerden boşaltılan baharat, kara yoluyla Fenike ve Filistin kıyılarına, Mısır&#;da İskenderiye&#;ye ve Karadeniz&#;e ulaştırılırdı. Sonra yine deniz yoluyla Avrupa&#;ya taşınırdı.

seafoodplus.info

Yavuz Sultan Selim döneminde &#;de Mısır fethedilerek, Baharat Yolu’nun kontrolü Osmanlı Devleti’ne geçer. İpek ve Baharat yollarının Osmanlı kontrolünde olması nedeniyle Avrupalı devletler doğuya uzanan kendi kontrollerinde ticaret yolları bulmak için ve yüzyıllarda Coğrafi Keşifleri başlatırlar. Keşifler sonucu Avrupalıların yeni ticaret yolu bulmasıyla, İpek ve Baharat yolları ve Akdeniz limanları önemini kaybeder. tarihinde Süveyş Kanalı’nın açılması sonucu, Akdeniz ve Kızıldeniz arasında deniz yolu bağlantısı sağlanmasıyla Hindistan’a ulaşım zaman ve mesafe kısalır. Avrupalı devletlerin bu yolu kullanmasıyla Akdeniz tekrar önem kazanır.

Ribat_ı Şerif Kervansarayı

Ribat-ı Şerif Kervansarayı (/ tarihli kervansaray, Selçukluların Merv valisi Abu Tahir bin Sadeddin bin Ali el-Kumi tarafından İran Nişabur-Serahs yolu üzerinde yaptırılır.)

Bu yollarda seyahat her zaman zor olmuştur. Özellikle İpek Yolu’nun geçtiği bölgedeki çöller, kervanların yolculuklarını daha da güçleştiriyordu. Kervanlar yolculuk sırasında yazın sıcaktan kaçınmak, diğer mevsimlerde ise konaklanması gereken yere gündüz varmak için, gündüzden çok gece yol alırlardı. Geceleyin ortaya çıkan korkunç çöl cinleri söylentisi her zaman kervanlarda kulaklara fısıldanırdı. Ne var ki, Asya çöllerinin korkunç sıcağı, cinlerden daha ölümcüldü. Bu yüzden tüccarlar korkularını unutur, geceleri yol alırlardı. Bunun yanında, çölde çıkan kum fırtınaları kervanların durmasına neden olurdu. Tüccarların geçtiği yolda yaşanan tehlikeler yalnızca doğal tehlikeler değildi. Yol üzerinde pusuya yatmış hırsızlar, yağmacılar, çeteler her zaman bulunurdu. Taşıdıkları ipek, değerli taşlar, baharat, tütsüler, porselen gibi değerli mallarını bu tehlikeden korumak için tüccarlar kalabalık olarak yolculuk ederlerdi.

Kervanlarda insanları ve yüklerini at, deve ve katırlar taşırdı. Ancak genellikle, zor koşullarda yük taşıyabilen çölleri geçerken dayanıklı yapısıyla tüccarlara güven veren develer tercih edilirdi. Kervanlar genellikle kervansaraylarda konaklamayı tercih ediyorlardı. Kervansaraylar, eşkıyalara karşı sağlam, kale gibi binalardı. Ancak her yerde kervansaray yoktu. Dışarıda konaklamak gerektiğinde, su kenarları tercih edilir ve yolcular çadırlarda veya ağaç altlarında açıkta konaklardı.

Eflak-Boğdan Prenslikleri Haritası

Eflak-Boğdan: Eflak günümüzde Romanya sınırlarında, Boğdan ise bugünkü Moldova sınırları içerisinde yer alır. Balkanlar ve Doğu Avrupa bölgesinde yer alan Eflak-Boğdan, gerek siyasi ve stratejik gerekse ekonomik, iaşe ve lojistik açından Osmanlı Devleti için önem taşıyan bir bölgeydi. Tahıl, et, yağ, daha sonra da zeytinyağı, sabun, pirinç Eflak-Boğdan eyaletleri, Tuna iskeleleri, Karadeniz’in Rumeli yakası, Trakya, Anadolu’nun Kocaeli ve Karesi vilayetlerinden gelirdi. Buralarda bir aksaklık olursa Kırım, hatta Mısır’dan sağlandığı bilinir.

Eflak; Tuna ile Karpatlar arasında, Boğdan ise; Tuna ile Karadeniz arasında kalan ovalık bölgeler için Osmanlı döneminde kullanılan yer isimleridir. Devlete ait kayıtlarda bu iki yer için &#;Memleketeyn&#; (iki devlet, iki ülke) ifadesi de kullanılmıştır. Eflak’ın Osmanlılarla ilk teması yılında Vidin meselesi sırasında olmuştur. Bu dönemde Tırnovo Bulgar Çarı ve Osmanlı’nın müttefiki olan Ivan Aleksandır, Türk kuvvetleriyle beraber Vidin’e saldırsa da alamaz. yılında, Eflak voyvodası olan Ulu Mircea olarak bilinen Mircea Cel Mare, Osmanlılarla uzun bir mücadeleye girişir. yılında Kosova Savaşı’nda, Sırplara yardımda bulunan Mircea’yı cezalandırmak için Yıldırım Bayezid yılında yaptığı seferde Mircea’ı yenerek onu tahtını terk etmek zorunda bırakır. Daha sonra Macarların yardımıyla tahtını geri alsa da, Niğbolu Savaşı’ndan sonra tekrar Osmanlı hakimiyetini kabul eder. Ancak Mircea, Osmanlı&#;nın tüm düşmanlarına destek olur. Timur’a karşı yapılan Ankara Savaşı’na katılır; Fetret Dönemi&#;nde kendisine damat olan Musa Çelebi’ye büyük destekler verir daha sonra Düzmece Mustafa isyanına yardımda bulunur. Nihayet yılında, Çelebi Mehmed’in Eflak üzerine yaptığı seferden sonra, yeniden Osmanlı hakimiyetini kabul eder.

Boğdan bölgesiyle Osmanlıların ilk teması ise yine Çelebi Mehmed zamanında olur. Eflak vergiye bağlandıktan sonra Boğdan topraklarına girilir, Akkirman kuşatılır fakat alınamaz. Bu bölgede ilk müstakil devleti kuran voyvodanın isminden dolayı Osmanlılar bu bölgeye Boğdan demişlerdir. Voyvoda; Eflak, Boğdan ve Erdel beyleri için kullanılan unvan olup, Slavca “asker” anlamındaki &#;voy&#; ile (voyska) &#;sürmek&#; anlamındaki &#;voda&#;dan (vodity) sözcüklerinden meydana gelir; asker sürücü anlamındadır.

Çelebi Mehmed

Çelebi Mehmed (seafoodplus.info),  yüzyıldan kalma bir el yazmasından minyatür

Bu tarihlere kadar bölgede hüküm süren bağımsız Eflak ve Boğdan, bu süreçten sonra Osmanlı Devleti’ne bağlı haraç ödemek suretiyle itaatlerini bildiren imtiyazlı birer beylik olurlar. Çoğu zaman Avusturya başta olmak üzere Avrupalı devletlerle ittifaklar yapan bu beyliklerin, Osmanlı Devleti’nden defalarca ayrılma girişimleri söz konusudur. Osmanlı Devleti, siyasi, toplumsal ve dini yapılarını muhafaza etmelerine izin verdikleri bu beyliklerin başındaki voyvoda unvanlı yöneticileri, yerli aristokrat aileler arasındanseçerek göreve getirmiştir. Ancak yüzyılın başlarında yaşanan siyasi gelişmelere paralel olarak, Eflak ve Boğdan voyvodalarının Avrupalı devletlerle gizli işbirliği kurmaları sebebiyle, bu usul uzun bir dönem kesintiye uğramıştır. Osmanlı Devleti yöneticileri bölgedeki gelişmelerin, hakimiyeti sağlama konusunda bir tehdit oluşturabileceği kaygısıyla, Eflak ve Boğdan’ın yönetimi için yerli voyvodalar yerine, İstanbul’un Fener semtinde oturan itibarlı ailelerden seçtikleri kişileri bu göreve getirmeye başlar.

Boğdan

Kırım Savaşı sırasında önce Rusya (), ardından da Avusturya () birliklerince işgal edilen prensliklerin güvenliği, yılında Paris Antlaşması ile Avrupalı büyük devletlerin garantisi altına alınır. Osmanlı Devleti&#;nin egemenliği resmi olarak devam ediyor olsa da, ordusu her türlü müdahale hakkını yitirmişti. 24 Ocak &#;da Eflak ve Boğdan birleşerek tek bir ülke haline gelirler. Daha sonra bu birlik &#;da Romanya adını alır. Romanya, Osmanlı-Rus Savaşı&#;na (93 Harbi) Rusya&#;nın yanında katılmasının bir ödülü olarak, Berlin Antlaşması ile Osmanlı Devleti&#;nden resmen ayrılarak bağımsız bir ülke olur.

seafoodplus.info

Podolya (Kamançe): Günümüzde Ukrayna&#;nın güneybatı ve orta batısını kapsayan tarihi bir bölgedir. Leh dilinde Kamieniec Podolski, Ukraynaca Kamjanec’ Podil’s’kyj, Rusça’da Kamenets-Podolski adlarıyla anılır. Dinyester nehrinin sol taraftan aldığı kollarından biri olan Smotriç suyunun kıyısında kurulmuştur. Tarihi XI. yüzyıla kadar gider; XIV. yüzyılda Litvanyalılar tarafından alınan Kamaniçe yılında Polonya Krallığı’na dahil edilir.

’da Ukraynalı Petro Doršenko’yu, himaye altına aldıktan sonra IV. Mehmed’in (Avcı Mehmed) başında bulunduğu Osmanlı ordusu Lehistan seferine çıkar. 27 Ağustos &#;de Podolya’nın merkezi olan Kamaniçe dokuz gün süren kuşatmadan sonra zapt edilir; böylelikle Osmanlı Devleti egemenliğinde Podolya Eyaleti kurulur. Bu fetih, Osmanlılar’a Boğdan ve Kırım Hanlığı üzerindeki kontrollerini güçlendirme imkanı verir. Böylece Kazaklar’ın, Karadeniz’e saldırılarının da önüne geçilmiş olur. 18 Ekim ’deki Bucaş ve 17 Ekim tarihli İzvança Antlaşması, Osmanlı&#;nın Podolya üzerindeki hakimiyetini tesis eder. Ancak tarihli Karlofça Antlaşması ile Podolya Osmanlılar tarafından Lehistan&#;a bırakılır.

Osmanlı Haritası

Besarabya: Prut ve Dinyester nehirleri arasında yer alan bölge, bugünkü adıyla Moldovya. Besarabya terimi bölgeyi yöneten Eflaklı Basarab ailesinden gelir. Bu terimi ilkkullananlar yüzyılda bölgeyi ele geçiren Osmanlılardı. Besarabya, Osmanlılar zamanında Boğdan Prensliği&#;nin bir parçasıydı. yılında Rusya, bu bölgeyi egemenliğinin altına alınca Besarabya adını kullanmaya başlar. Besarabya, yılında Rusya&#;dan ayrılarak Romanya&#;ya katılır. Ancak yılında SSCB, Besarabya&#;yı tekrar ele geçirir ve Moldova Cumhuriyeti haline getirir. yılında ise Moldova Cumhuriyeti, SSCB&#;den bağımsızlığını kazanır.

Erdel Haritası

Erdel (Transilvanya): Ağzı kuzey-batıya doğru açık bir V şeklindeki Karpat dağları, Romanya’yı böler. Bu silsilenin batı tarafındaki topraklar Transilvanya’dır. Bugün Romanya’nın kuzeybatısında Transilvanya denilen bölgenin Osmanlılar dönemindeki adı Erdel&#;dir. Türk kaynaklarında Erdil veya Erdelistan şeklinde de geçer. Gerek bu adlandırma gerekse Romence’ye geçen Ardeal veya Ardealul kelimesi Macarca asıllı olup &#;orman ötesi&#; anlamına gelen erdely kelimesine dayanır. Bugün Romanya’nın kuzeybatısında yer alan bir eyalet durumunda bulunan bölge uzun yıllar Macaristan&#;ın idaresinde kalır ve yılında Romanya&#;ya katıldıktan sonra Latince &#;ormanlar ötesi ili&#; demek olan Transilvanya adını alır.

Transilvanya Romenler bakımından, daha çok Avusturya-Macaristan çekişmeleri ile anılan bir bölge olmaktadır. Aynı şekilde bölge Osmanlı-Macaristan ilişkileri bakımındanda mutlaka göz önünde bulundurulması gereken bir yerdir. Erdel&#;in Osmanlı akınlarına hedef olması, Osmanlı-Macar ilişkilerinin ilk devresine rastlar. I. Murad dönemindeki  ilk mücadeleler I. Bayezid ve I. Mehmed zamanında Erdel&#;e kadar uzanır. Bundan sonra Erdel&#;in Macar yöneticilerinin, Eflak beyleriyle ittifak kurmaları, Osmanlı padişahlarının da Erdel ve Eflak beylerini birbirine karşı kullanmaları gibi birtakım siyasi manevralar söz konusudur.

Erdel, yılında Kanuni Sultan Süleyman&#;ın Mohaç Muharebesi ile Osmanlı&#;ya bağımlı hale gelir ve yılına kadar Erdel Prensliği adıyla iç işlerinde serbest, dış işlerinde Osmanlı İmparatorluğu&#;na bağlı özerk bir devlet olarak yaşar. yılında Osmanlı&#;nın II. Viyana Kuşatması&#;nda yenilmesinin ardından yılında Macaristan ile birlikte Avusturya Arşüdüklüğü&#;nün eline geçer. Filliyatta olan bu durumun resmileşmesi ise yılında yapılan Karlofça antlaşması ile gerçekleşir. Muhtariyeti kaldırılarak, Avusturya’nın bir parçası haline getirilir. Habsburg ailesinin prensliği şeklinde, bir vali tarafından idare edilen bir eyalet olur. Bu durum, on dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısına kadar devam eder. ihtilalleri sebebiyle Erdel meclisi, Erdel&#;in Macaristan&#;a ilhakına karar verir. yılında Avusturya-Macaristan Devleti kurulunca; Erdel&#;de bu devletin bir parçası olur. &#;da ise Erdel&#;in Rumen halkı, Romanya ile birleşmeye karar verir ve bu durum yılında yapılan Trianon Antlaşması ile kesinlik kazanır.

Lehistan

Lehistan: Osmanlıların, günümüzdeki Polonya&#;ya verdiği isimdir. Zaten Polonyalılar da bazen kendileri için Lechia adını kullanırlar. Baltık’dan Karadeniz’e uzanan sahada, XIV. yüzyıldan itibaren kuvvetle varlığını hissettiren, Lehistan, Altınordu’nun batı kanadının mirasçısı olarak Doğu Avrupa tarihinde büyük bir rol oynamıştır. Lehistan ile Osmanlılar arasında özellikle Ukrayna ve Eflak – Boğdan sınırlarında hâkimiyet kurma amaçlarında ciddi bir rekabet yaşanmıştır. İki taraf birbirleriyle genellikle doğrudan savaşı değil, dolaylı araçları kullanmışlardır. Bu bakımdan, Lehistan’ın Osmanlı politikasında Kazaklar, Osmanlı’nın Lehistan politikasında ise Kırım Hanlığı temel unsurlar olarak yer aldılar. Osmanlılar ile Lehistan arasında bu siyasi rekabetin yanı sıra, her türden ticaret ve teknik işbirliği de gerçekleşmiştir. Bu işbirliği, iki ülkenin jeopolitiğinin ortaya çıkardığı zorunluluk idi. Osmanlı’ya tabi Eflak – Boğdan prenslikleri ile bunlara sınır konumundaki sancaklar ve Lehistan Osmanlı ile ticaretinde büyük bir yer tutmuşlardır. Türkler büyük tarihin yükünü omuzladıkları dönemlerde Lehistan ile siyasi, askeri, iktisadi ilişkilere girmişlerdir. Lehistan’ın Özü (Dinyeper) ve Turla (Dinyester) hattı boyunca Karadeniz’e kadar uzanan alanda hakim olduğu süreçte bu ilişkiler en dinamik boyuta tırmanacaktır. Lehistan ilk dönemlerden beri bu bölgelerden her türlü emtiayı ithal ediyor ve karşılığında kendi kıymetli taşlarını ihraç ediyordu. Sedef bunlar arasında idi. Lehistan ile Osmanlı arasındaki ticaret, antlaşmalarla kurallara bağlanmıştı. Bu kurallar günümüzde arşiv kayıtlarından ayrıntılarıyla takip edilebilmektedir.

Osmanlı-Lehistan İlişkileri

Türk–Leh ilişkilerinin iktisadi ve ticari boyutu, yapılan yetersiz araştırmalara rağmen, siyasi ilişkilerin de önüne geçmektedir. Bahis konusu jeopolitik sistem, Küçük Asya’yı Kuzey alemi ile tarihin her döneminde aktif ticari ilişkilere maruz bırakmıştır. Eski Doğu Roma zamanında kurulmuş bulunan bu iktisadi–ticari bağ, Osmanlılar zamanında da güçlü bir şekilde sürdürülmüştür. Türkiye ile Lehistan arasındaki ticaret, dolaylı, dolaysız; karadan, yani Balkanlar yolu üzerinden ve XVIII. yüzyılın ikinci yarısında da,Karadeniz limanlarının ticarete açılmasıyla denizden ve karadan yapılır. Ticareti yapılan mallar: Kumaşlar, şallar, arap atları, meyva, tatlı, şekerleme, kokular, merhemler, oymalı ve kakmalı eşyalardı. Büyük bir hayranlık uyandıran bu mallar çok beğenilir. Doğu&#;dan gelme bu eşyalar, Avrupa&#;da yeni moda olan koleksiyon merakını Lehistan&#;da başlatır. O zamana kadar silah ve koşum takımları toplamakla yetinen kültürlü asilzadeler, Türkiye&#;den ithal edilen porselen ve lake eşya, arkeolojik değeri olan başka eşyalar, örneğin Türk mezar taşları, Türk paraları, Türk minyatürleri, muskaları ve özellikle el yazmaları kitapları bu koleksiyonlarda yer almaya başlar.

Buradaki ticareti, bu bölgenin asli ülkeleri olan Eflak, Boğdan ve onlara yakın olan güney ve kuzey şehirlerinin ürünleri oluşturuyordu. Bu ürünler, buğday, balık, havyar, sığır, deri ve balmumundan oluşuyordu. İkinci kategoriyi, Bursa, Ege Denizi ve diğer Türk hâkimiyet alanlarına ait ürünler oluşturuyordu. Bunlar Bursa’nın ipekli kumaşları, pamuk, halı ürünlerinden oluşuyordu. Üçüncü kategoriyi Flanders, İngiltere, Floransa, Silezya, Polonya gibi batı ülkelerine ait pamuklu kumaşlar, merkezi Avrupa ve Güney Almanya’ya ait metal işlemeli ürünler oluşturuyordu.

Prusya

Prusya: Prusya bugünkü Almanya’nın kökeni olan bir devlettir. Günümüzde Kuzey Almanya toprakları çevresinde kurulmuş olan Branderburg Dükalık&#;ı, Kutsal Roma Cermen İmparatorluğu&#;nun bir parçasıydı. Başkenti bugün Polonya ile Litvanya arasında yer alan Kaliningrad&#;dı. yılları arasındaki İspanya Veraset Savaşı sırasında; İngiltere, Kutsal Roma Cermen İmparatorluğu, Hollanda, Portekiz, ve Savoya Dükalık&#;ı ile birlikte savaşa katılır. Bu ittifak, Fransa karşısında zaferi kazanan taraf olur. Ardından imzalanan Utrecht Barışı ile Brandenburg Dükalık&#;ı krallık statüsü kazanır. Bu tarihten itibaren hem ismi, hem de başkenti değişir. Başkenti Berlin olurken, ülkenin ismi de Prusya Krallığı olarak anılmaya başlar.

Prusya Devleti bu dönemde, Osmanlı Devleti’nin beylikler üzerinde hâkimiyet kurup güçlenmesine benzer şekilde, Avusturya’nın, Alman Devletçikleri üzerindeki üstünlüğünün zayıfladığı yıllarda, Fransızlarla savaşarak Alman topraklarında düzeni sağlayarak Alman Konfedarasyonu&#;nu kurar. Alman Konfederasyonu yılına kadar devam eder. Yerine Prusya’nın aynı tarihte savaşa giriştiği Avusturya’yı yenmesiyle, Kuzey Alman Konfederasyonu (Norddeutscher Bund) kurulur. /71’de Fransa’ya karşı yapılan savaştan zaferle çıkılmasının ardından, 18 Ocak ’de Prusya Kralı I. Wilhelm’in Alman Kayser’i ilan edilmesiyle ulusal birlik nihai aşamada tamamlanır. Aynı yıl yürürlüğe giren anayasada, 25 devlet tek tek sıralanarak devletin federal niteliği kayıt altına alınır.

Birinci Dünya Savaşı’nın neden olduğu iç huzursuzluklar, 9 Kasım tarihine gelindiğinde II. Wilhelm’in başında bulunduğu Hohenzollern Hanedanı’nın yönetimden uzaklaştırılmasına ve Alman tarihinde ilk defa cumhuriyet rejiminin kurulmasına yol açar. Yeni devlet, 19 Ocak ’da yapılan seçimlerin ardından Ulusal Meclis’in ilk oturumunu, Berlin’deki Reichstag yerine Türingiya eyaletinin Weimar şehrinde gerçekleştirmesinden dolayı sembolik olarak Weimar Cumhuriyeti resmi olarak Alman İmparatorluğu adını kullanır.

Standportrait der Kaiser Wilhelm I., 1

Standportrait der Kaiser Wilhelm I.,

İkinci Dünya Savaşı sadece Hitler iktidarına son vermekle kalmayıp aynı zamanda Almanya’nın yazgısını yeniden şekillendirmiştir. İlk etapta ülke, merkezi Londra’da bulunan Avrupa Danışma Komisyonu’nun 12 Eylül ’de imzaladığı bir protokolle üçe bölünür; Yalta Konferansı’nda ( Şubat ) Fransa’nın da işgal güçlerine dahil edilmesi ve bu bağlamda 26 Temmuz ’de çıkartılan bir ek protokolle bu sayı dörde çıkar. Alman Ordusu’nun  8 Mayıs ’te kayıtsız şartsız teslim olmasının ardından da 5 Haziran’da imzalanan Berlin Deklarasyonu ile ülkenin yönetimi resmen müttefiklerin eline geçer. Hem Federal Almanya Cumhuriyeti hem de Demokratik AlmanCumhuriyeti’nin temelleri yılları arasını kapsayan bu işgal döneminde yatar.

Osmanlı Devleti&#;nin gücünü giderek yitirmeye başladığı yüzyılda, Avrupa&#;da güçlenmeye çalışan Prusya Krallığı münasebette olduğu Batılı devletlerden biri olur. Osmanlılar önceleri Avusturya, Fransa ve Rusya&#;nın tepkisini üzerine çekmemek için, Prusya ile bir ittifak yapmaktan kaçınmakla beraber, 27 Temmuz tarihinde imzalanan dostluk ve denklik anlaşması ile yüzyıllardır pek çok devlete tanıdığı imtiyazları Prusya Devletine de tanır ve bu tarihten itibaren iki devlet arasında ekonomik, siyasi ve kültürel etkileşim geniş kapsamlı olarak başlar. &#;te Kırım&#;ın kaybedilmesinden sonra ise, Osmanlılar, daha yakın temasta kalabilmek için Prusya’dan askeri yardım sağlama yoluna giderler.

Osmanlı-Prusya ilişkilerini sıralarsak; yılında, Prusya Elçisi Kont Carl E. Rexin ile Osmanlı Sadrazamı Koca Ragıp Paşa arasında İstanbul’da ilk Dostluk ve Ticaret Antlaşması imzalanır. Bu antlaşma uzun bir süre  sonra, Sultan Abdülmecid döneminde 22 Ekim tarihinde güncellenir. 20 Mart ve 27 Eylül tarihli antlaşmalar ile de Osmanlı-Prusya ticari münasebetleri gelişerek devam eder. Tüm bu antlaşmalardan daha kapsamlı olarak parafe edilen 27 Eylül Ticaret Antlaşması, Osmanlı İmparatorluğu’nda Alman ticari etkinliğini mutlak hale getirir ve Almanya’yı diğer devletlerden bir adım öne taşır.

Kaynak
Haçlılar ve İpek Yolu , Baharat Yolu, İpek Yolu, Kral Yolu, Doğudan Batıya Ticaret Yolu, İpek Yolu, 15 ve Yüzyıllarında İran İpek Yolu&#;nda Kervanlar, Bâb-ı Âlî’nin Avrupa’ya Çevrilmiş İki Gözü: Eflak ve Boğdan’da Fenerli Voyvodalar, Türkiye İle Romanya Arasında Siyasi İlişkilerin Kurulması, Sultan IV. Murad&#;ın Erdel Prensi I. George Rakoçi&#;ye Yazdığı Berat, Osmanlı-Lehistan İlişkilerinde Savaş, Diplomasi Ve Ticaret, XVIII: Yüzyılda Lehistan Uygarlığında GFörülen Türk Etkileri, Alman Federalizminin Tarihsel Süreçte Gelişimi, Osmanlı-Prusya Münasebetleri ()

nest...

batman iftar saati 2021 viranşehir kaç kilometre seferberlik ne demek namaz nasıl kılınır ve hangi dualar okunur özel jimer anlamlı bayram mesajı maxoak 50.000 mah powerbank cin tırnağı nedir