karadağ ne zaman kuruldu / Tüseafoodplus.info "Türk Dünyasının İnternet Sitesi"

Karadağ Ne Zaman Kuruldu

karadağ ne zaman kuruldu

Zafer Gölen

Anahtar Kelimeler: Karadağ, İstanbul Protokolü, Düvel-i Muazzama, Bosna Hersek, İşkodra

Giriş

Herhangi bir devletin uluslararası alanda tanınması ve meşru kabul görmesi için evvela belli sınırlara sahip olması gerekir. Sınırları belirlenmiş toprak parçası millî, siyasî, askerî, kültürel veya dinî anlamlar ifade eder[1].Devletin coğrafî sınırlarının diğer ülkeler tarafından tanınması oradaki siyasî iradeye saygılı olmaları demektir. Bu yüzden tarih boyunca devletlerin hassasiyetle üzerinde durdukları en önemli husus kendi egemenliklerinin nişanesi olan sınırların tespiti ve o sınırları korumak olmuştur. Özellikle XIX. yüzyılda millî devletlerin kurulmasıyla, devletler sınırlarını belirleme ve koruma hususunda daha hassas davranmışlardır. Bu gelişmeye paralel olarak Osmanlı Devleti de sınırlarını denetlemeye eskiye oranla daha fazla önem vermeye başlamıştır. Mesela 5 Muharrem /27 Şubat ’de “Men-i Mürûr Nizâmnâmesi” çıkarılarak ülke içi seyahat kontrol altına alınmıştır[2]. Karadağ’ın komşusu Bosna Hersek’e, yılından itibaren “mürûr tezkiresi”, ’den itibaren ise “pasaport”olmayan kimselerin girmesi yasaklanmıştır[3].

Osmanlı Devleti’nin sınırlarını etkin kontrolüyle Karadağ’ın bağımsızlık istekleri aynı zamana denk gelmiştir. Karadağ’ın ’lere kadar Osmanlı Devleti içinde herhangi bir siyasî etkisi yoktu. Karadağ’la ilgilenmek Bosna Hersek ve İşkodra Paşalarının göreviydi. Ancak Danilo Petroviç Nyegoş’un[4] vladika[5] olmasıyla bu durum değişmiştir. Zira o tüm gücüyle yaşadığı topraklar üzerinde bağımsız bir devlet kurmak için çabalamıştır.

A- SINIR DÜZENLEMESİNİ HAZIRLAYAN ŞARTLAR

1- Karadağlıların Eşkİyalık Faaliyetleri

Karadağlılar Osmanlı idaresine girdikleri andan itibaren hiç durmaksızın çevrelerindeki bölgelere saldırmışlardır. Onlara göre, eşkıyalık Karadağlılar için kahramanlık göstergesi, özgürlük mücadelesi demekti. Gerçekte ise eşkıyalık onların en önemli geçim vasıtası idi. Mesela ’da Karadağlılar önce Nikşiç’e saldırarak Nikşiçlilerin otlarını biçmişler, kendilerine engel olmak isteyen üç kişiyi öldürmüşler, ardından da Derbenak ve Gaçka’ya saldırmışlardır. Gaçka saldırısına Karadağlı katılmış, saldırıda bölge halkının koyun ile sığırı çalınmış, üçer yaşında iki çocuk ise katledilmiştir. Avusturya ve Rusya’nın müdahalesinden çekinen Osmanlı idaresi ise Karadağ saldırılarına doğrudan cevap vermek yerine Kotor ve Dalmaçya’da bulunan Avusturyalı devlet görevlileri vasıtasıyla saldırılara engel olmaya çalışmıştır. Ancak Avusturyalı memurlar Osmanlı idarecilerinin bu yöndeki taleplerine çoğu zaman cevap dahi vermemişlerdir[6].

Osmanlı Devleti’nin çabaları Karadağ’la çatışmaya engel olamamıştır. Zira Karadağlılar resmî veya gayri resmî hiçbir anlaşmaya uymamışlardır. Mesela ’da İşbuzi kazası halkı Karadağlılarla birbirlerine saldırmayacaklarına dair “besa”[7] yemini etmişler[8], ancak Karadağlılar yeminlerini hiçe sayarak İşbuzi Kaza Müdürü Süleyman’ın evini yakıp, köyünü yağmalamışlardır. Yine aynı yıl 2 Mart ’da ise Nikşiç’e saldırarak altısı Müslüman, ikisi gayrimüslim sekiz kişiyi öldürmüşlerdir[9]. İlerleyen günlerde de saldırılar artarak devam etmiştir[10].

Özellikle ’de başlayan Bosna Hersek isyanı sırasında saldırıların yoğunlaşması Karadağ’a dolaylı destek veren Avusturyalıları dahi rahatsız etmiş, Avusturya’nın Dalmaçya valisi Danilo’ya bir protesto telgrafı göndererek onu Hersek’teki huzur ve barışı bozmakla suçlamıştır[11].

2- Büyük Devletlerin Tutumu

Büyük devletlerin[12] esas amacı Karadağ’ın bağımsızlığını elde etmesi idi. Böylece hem kendilerini rahatsız eden bir gaile ortadan kalkacak hem de bölgede kendi güdümlerinde bir devlet kurulmuş olacaktı. Osmanlı Devleti’nin müttefiki görünen İngiltere için dahi aynı durum geçerliydi. İngiliz kamuoyu tamamen Osmanlı Devleti’nin aleyhindeydi. Çoğu gazete ve mecmuada ülkelerinin Karadağ politikasını eleştiren sert yazılar yayınlanıyordu. Ancak kamuoyu tepkisine rağmen Rusya’ya karşı denge politikası güden İngiliz politikacılar Osmanlı Devleti’ni desteklemeyi sürdürüyorlardı.

Ruslar ise yıl boyunca Karadağlıların bağımsızlık arzularını istismar ederek onları canlarının istediği gibi kullanmışlardır. Ne zaman bir Osmanlı-Rus savaşı çıksa veya anlaşmazlığı yaşansa sadık müttefik Karadağlılar isyan etmişler ve Bosna gibi asker kaynağı olan bölgelerin askerlerinin savaş alanlarına gitmesini engellemişler, bölgedeki Osmanlı kuvvetlerini oyalama görevlerini başarıyla yerine getirmişlerdir. Böyle bir kozu elinden kaçırmak istemeyen Ruslar gerektiği zaman Karadağlıları kullanmışlar, işleri bitince de oyalama taktikleri ile durumu idare etmişlerdir. Vergi toplanamayan Karadağ’da Ruslar tüm vladikaları maddi olarak finanse ettiklerinden, vladikalar bu duruma fazla ses çıkaramamışlardır[13].

Her vladika döneminde olduğu gibi, Danilo’nun da en büyük destekçisi yine Ruslar olmuştur[14]. Vladika olduktan sonra Çar onu prens statüsünde kabul etmiştir. Tabii olay İstanbul’da tepkiyle karşılanmış ve Bâbıâlî bu oldubittiyi kabul etmeyeceğini açıklamıştır. Gelişmeleri “çirkin” olarak niteleyen Osmanlı yetkilileri, Karadağ’ın Osmanlı toprağı olduğunu vurgulamışlardır[15].

Karadağ’ı doğrudan destekleyen bir diğer devlet Fransa, bir taraftan Osmanlı Devleti’nin müttefiki görünürken diğer taraftan Balkanlardaki milliyetçi hareketlere her türlü desteği vermiştir. Bu yüzden Fransızlar Karadağ’la ilgili en küçük bir anlaşmazlıkta dahi aktif rol almışlardır[16]. Özellikle Paris Barış Antlaşması sonrasında bu durum bariz bir şekilde kendini göstermeye başlamış, neredeyse Karadağ’ın hamiliğini üstlenmişlerdir. Hatta Henri Delàrue adlı bir dış politika uzmanını Karadağ’a göndermişlerdir. Delàrue, Danilo ölene kadar onun özel sekreterliğini yapmıştır. Delàrue, Karadağ’ın en sıkıntılı anlarında sık sık Paris’e gitmiş, aldığı direktifler doğrultusunda hareket ederek, Paris’te geliştirilen stratejileri Karadağ’da uygulamaya koymuştur. Sekreterliği döneminde o Karadağ’ı ilgilendiren her konuda mutlak karar mercii olmuştur[17]. Danilo ’de Paris’e davet edilmiş ve Fransız Hükümeti onu prens statüsünde ağırlanmıştır. Bu geziyle ilgili her türlü organizasyonu bizzat Fransa’nın İşkodra konsolosu yapmıştır[18]. Ancak o kendisinin Danilo’yu İstanbul’a gitmesi için ikna etmeye çalıştığını, fakat Rusların bağladıkları maaşı kesmekle tehdit ettikleri için Danilo’yu ikna edemediğini yazar. Böylece o, Osmanlı Devleti’nin dostu rolünü oynamış, tüm suçu zaten kendisinden her şey beklenen Ruslara atmıştır[19]. Danilo’nun 10 Mayıs’ta Karadağ’a dönmesinin hemen akabinde ise onu ziyarete gitmiştir [20]. Fransızlar Hersek isyanıyla başlayan süreçte Karadağ’a doğrudan silah yardımı yapan tek ülke konumundadır[21]. Sınır tespit komisyonu başkanı ve Bosna Teftiş Memuru Kemal Efendi’nin[22] sekreteri Murad Efendi Fransa’nın Karadağ üzerindeki politik etkisini şu cümlelerle anlatır[23]: “Karadağlı çetecilerin Hersek’e yaptıkları geleneksel akınları Kırım Savaşı’ndan sonra ve III. Napolyon’un Rusya ile rekabete girerek belli ölçüde doğudaki Slav halkların koruyuculuğuna bürünmesinden beri, sık sık tekrarlanan bir olay olmaktan çıkıp, oldukça büyük bir genişleme göstermişti. Bu koyun hırsızlığı akınlarının karakteri değişti; ulusal ekonomik amaçlarının yanı sıra savaş ve intikam ihtiyaçlarını da karşılayan bu akınlar artık politik amaçlar taşımaya başladı.”

Avusturyalılar ise Karadağlıların kadim dostu ve koruyucusudur. Ne zaman Karadağlılar zorda kalsa Avusturyalılar onları kurtarmayı kendilerine görev edinmişlerdir. Danilo’nun Osmanlı Devleti ile ilk çatışmaya girdiği ’te de durum değişmemiştir. Karadağlıların Jabyak’ı 24 Kasım [24]gecesi ele geçirmeleri üzerine başlayan çatışmada, Avusturya hükümeti Osmanlı Devleti’ne ültimatom vererek Şubatında Osmanlı askerî harekâtının durmasını sağlamışlardır. Askerî harekâtı durdurmakla yetinmeyen Avusturyalılar yanlarına Rus ve Fransızları da alarak Danilo’nun prensliğinin kabulü ve Grahova’nın Karadağ’a bırakılması için Osmanlı Devleti’ne baskı yapmışlardır[25].

B- SINIR TESPİT ÇALIŞMALARI

1- Sınır Tespit Fikrinin Ortaya Çıkışı

Osmanlı Devleti ile Karadağ arasındaki sınırın tespit edilmesi fikri ilk defa Paris Barış Konferansı müzakereleri sırasında gündeme gelmiştir. Bu maksatla Paris’e gelen Danilo, konferansa katılan büyük devletlerin temsilcilerine başvurarak ülkesinin sınırlarının tespitini istemiştir. Danilo, Kırım Harbi sırasında tarafsız kaldığını, bu hareketinin karşılığı olarak Karadağ’ın bağımsızlığının tanınmasını talep etmiştir[26].

Karadağ meselesi, Paris müzakerelerinin 25 Mart’taki 14 ve 26 Mart’taki protokollerin görüşüldüğü sırada gündeme gelmiştir. 25 Mart’ta Avusturya Dışişleri Bakanı Kont Boul, Osmanlı heyetinin başkanı Mehmed Emin Âlî Paşa’ya Osmanlı Devleti’nin Karadağ hakkındaki düşüncelerini sormuştur. Âlî Paşa, “Osmanlı Devleti’nin Karadağ’ı ayrılmaz bir parçası olarak gördüğünü ve zaten bu durumu deklare ettiğini, ancak iyi niyetinin bir göstergesi olarak mevcut durumu değiştirmek niyetinde olmadığı” cevabını vermiştir[27]. Büyük devletlerin temsilcileri de Danilo’ya taleplerini Osmanlı Devleti ile görüşmesi tavsiyesinde bulunarak konuyu kapatmışlardır[28]. Osmanlı Devleti de bu konuda daha hassas davranmış, Paris görüşmelerinden sonra, “Teb‘a-i saltanat-ı seniyyeden olan işbu ahâlî ve reâya” ifadeleri sık sık resmî kayıtlarda yer almaya başlamıştır[29].

Tüm çabasına rağmen antlaşmaya Karadağ ile ilgili bir madde dâhil ettiremeyen Danilo, Paris’ten ayrılarak Karadağ’a dönmüş ve 31 Mayıs’ta tepkisini bir protesto ile konferansa katılan bütün ülke temsilcilerine iletmiştir. Danilo’nun protestosunu Karadağ ve Brda prensi sıfatıyla imzalaması manidardır. Aynı gün büyük güçlere hitaben bir de manifesto yayınlayarak isteklerini dört maddede özetlemiştir[30]:

1- Karadağ’ın bağımsızlığı uluslararası diplomasi tarafından tanınmalıdır.

2- Hudutlar Hersek ve Arnavutluk taraflarında genişletilmelidir.

3- Karadağ ile Türkiye arasında olan sınır Karadağ ile Avusturya arasındaki hudut gibi tespit edilmelidir.

4- Bar (Antivari) Karadağ’a bırakılarak, ülkenin denize çıkışı sağlanmalıdır.

Danilo, Paris’ten dönerken onun Osmanlı tabiiyetini kabul ettiği şayiaları yayılmıştır[31]. Gerçek ise tam tersidir. Zira o Osmanlı tabiiyetini kabul etmek bir yana, var gücü ile Hersek’teki isyancıları desteklemiş; açık açık Nikşiç, Gaçka, İşbuzi, Podgoriça, Trebin, Kolaşin ve Gusine’ye saldırmıştır.

Danilo Paris’te istediğini alamamış olsa da büyük güçleri sınır tespiti yapılması gerektiğine ikna etmeyi başarmıştır. Bu sırada Paris Sefiri Mehmed Cemil de İngiltere, Fransa ve Avusturya konsoloslarının Karadağ lehine bazı düzenlemelere gidilmesini istediklerini dost tavsiyesi olarak kendisine ilettiklerini yazmaktadır[32]. Paris’teki gelişmelere paralel olarak İşkodra’daki Avusturya ve Fransa konsolosları, Karadağ hudutları boyunca tarıma elverişli arazileri tespit için bazı çalışmalar yapmıştır. Gelişmeler üzerine Bâbıâlî de Hersek ve İşkodra Mutasarrıflarına bir emir göndererek, yapılabilecek bir sınır tespit çalışmasında Karadağ’a bırakılması muhtemel yerlerin belirlenmesini istemiştir[33].

2- Sınır Düzenlenmesine Karar Verilmesi

Avrupa devletlerinin olaylara müdahil olmaları Osmanlı yetkililerini çok rahatsız etmiştir. Bâbıâlî, Karadağ saldırılarının sebebini yoksulluğa bağlayarak, Karadağlılara tarım yapabilecekleri ve hayvanlarını otlatabilecekleri bir parça toprak verildiği takdirde meselenin hallolacağını düşünmüştür. Bu amaçla Bâbıâlî, meseleyi çözmek için harekete geçmiş ve İngiliz, Fransız ve Avusturya konsolosları ile gayri resmî olarak “Karadağ sınır tanzimnâmesi” üzerine müzakerelere başlamıştır. 2 Şubat ’de İngiltere’nin İstanbul elçisi Stratford de Redclife Canning, Dışişleri Bakanı Clarendon’a gönderdiği bir raporda, Fransa ve Avusturya temsilcileri ile Karadağ’la ilgili bir uzlaşmaya vardığını, bu konuda bir düzenlemenin yapılmasına Sadrazamın da destek verdiği yazılıdır. İngiliz diplomat raporunda mevcut statükonun korunması temelinde bir düzenlemeyi Danilo’nun da kabul edebileceğini belirtmiştir. Hatta Karadağ’ın denize çıkışı sağlanabilir ve Dalmaçya kıyısındaki Spezzia liman olarak verilebilirse Karadağ gerçek anlamda yönetsel bir bağımsızlık kazanacağı için Sultanın hükümranlığını kabul etmesinin sorun olmayacağı kanaatindedir. Her ne kadar Redcliffe, bu son teklifinin İngiliz hükümetinin iznine tabi olduğunu söylese de İngilizlerin sınır düzenlemesinden ne anladığı kendiliğinden ortaya çıkmaktadır[34]. Ancak ’de Bosna Hersek’te patlak veren isyan tüm planları alt üst etmişseafoodplus.info olarak Osmanlı Devleti tüm enerjisini isyanı bastırmaya harcamıştır ve bu yüzden sınır tespit çalışmaları bir yıl gecikmiştir.

Kış sebebiyle Hersek’teki isyanın hafiflemesini değerlendiren Bâbıâlî, Bosna Hersek valisi ve İşkodra mutasarrıfına gizli birer emir göndererek sınır bölgelerinde Karadağlılara bırakılabilecek niteliklere sahip mirî arazinin tespitini istemiştir[35]. Ancak Osmanlı yetkilileri küçük düzenlemeler haricinde kesinlikle bir sınır çizgisi çekilmesinden yana değillerdir. Nitekim 14 Şubat ’de toplanan Meclis-i Mahsûs’ta, yılında konsoloslarla varılan uzlaşma yeniden gündeme geldiğinde Osmanlı Hükümeti aşağıdaki kararları almıştır[36]:

1- Karadağlıların ve Karadağ reisinin (vladika) Osmanlı hâkimiyetini kayıtsız şartsız tanıması karşılığında kadim Karadağ’ın iç idaresi kendilerine bırakılacak.

2- Karadağ idaresini üzerine alan reisin Osmanlı Devleti’nin verdiği unvanı kullanması ve reisliğinin bir fermanla tasdik edilmesini kabul etmesi karşılığında, kendisine bir rütbe verilecek ve münasip miktarda bir maaş bağlanacak.

3- Karadağlıların eşkıyalık faaliyetlerine son vermesi karşılığında, onlara devletin her yerinde ticaret yapabilme ve her yere rahatlıkla seyahat edebilme hakkı tanınacak.

4- Karadağ halkı Karadağ’a sınır olan bölgelerde ziraata elverişli mirî arazi ve otlaklardan istifade edebilecek, bunun karşılığında sadece öşür verecekler.

5- Mekteb-i Şahane, Karadağ’dan gelen çocuklara da açık olacak. Bunların karşılığında Karadağ metropolitliği Rum Patrikhanesi’ne tabi olacak.

6- Hersekle İşkodra (İşbuzi-Nikşiç yolu[37]) arasındaki yol daima emin ve açık olacak.

7- Karadağ’dan vergi alınmayacak, toplanması halinde yine Karadağ için harcanacak.

Yukarıdaki ifadelerden de anlaşılacağı gibi Osmanlı Devleti’nin sınır düzenlemesi olarak kastettiği husus, Karadağ sınırındaki mirî arazilerin Karadağlıların kullanımına bırakılmasından ibarettir.

Tanzimnâmenin yürürlüğe konulması için Şubatı’nda bir sınır tespit komisyonu oluşturulmuş ve başkanlığına Bosna Teftiş Memuru Kemal Efendi getirilmiştir. Aynı Meclis-i Mahsûs’ta Kemal Efendi’ye verilmek üzere bir de talimatnâme hazırlanmıştır. Talimatnâmede yukarıdaki maddelere ek olarak çalışmaların nasıl yapılacağı da kararlaştırılmıştır. Kemal Efendi evvela Bosna’ya gidip Bosna valisi ve Hersek mutasarrıfı ile görüşerek aralarında uygun bulacakları bir yöntemle vladika Hersek’e davet edilecek, o veya adamlarından birinin gelmesi durumunda yukarıdaki istekler ve imtiyazlar kendisine veya temsilcisine aktarılacaktı. Kabul edilmesi halinde vladikaya Osmanlı memuriyetini kabul ile kuruş maaş önerilecek, teklif kabul edilirse Karadağ’a sınır bölgelerde yer alan arazilerin bir kısmı onların kullanımına verilecekti. Kemal Efendi’ye de sıkı sıkı tembih edildiği gibi, Karadağlılara en küçük bir toprak terki söz konusu olmayacaktı. Hatta o, Karadağlıların kullanımına açılacak topraklar için İstanbul’a sormadan veya İstanbul’un onayını almadan söz söyleme hakkına sahip değildi. Kemal Efendi yabancı konsolosların bilgi talepleri karşısında da dikkatli olacaktı. Hâlihazırdaki tanzimnâme İngiliz, Fransız ve Avusturya konsoloslarıyla birlikte hazırlandığı için onlara bilgi verilecekti. Ancak Rus konsolosunun tanzim müzakerelerine karışması kibarca engellenecek ve bilgi talepleri reddedilecekti[38]. Kemal Efendi 13 Mart ’de İstanbul’dan ayrılmıştır[39].

Konunun yeniden gündeme gelmesi Danilo’yu da harekete geçirmiş, o 28 Şubat ’de İngiliz Dışişleri Bakanı James Howard Harris’e (The Earl of Malmesbury’e) bir mektup göndererek mevcut Osmanlı-Karadağ sınırını ayırt etmenin zor olduğunu, iki taraf arasındaki sınırın ’de belirlenen Avusturya-Karadağ sınırı gibi tespit edilmesi gerektiğini ifade ederek, bu konuda ondan yardım istemiştir. Harris ise 22 Nisan ’de verdiği cevapta, İstanbul’un kararlı bir şekilde sınır tespit çalışmalarına başladığını hatırlatarak, ona provakatif eylemlerden uzak durması tavsiyesinde bulunmuştur[40].

Sınır tespit tartışmaları devam ederken Osmanlı Devleti’ne Avusturya’dan beklenmedik bir destek gelmiştir. 2 Mart ’de Ost Deutsche Post gazetesinde yayınlanan bir makalede Karadağ için “devlet denilen” ibaresi kullanılmış, Karadağ’ın Osmanlı Devleti’nin bir parçası ve Sultan’ın hükümranlığı altında olduğu açıkça deklare edilmiştir. Aynı destek 5 Mart’ta tekrarlanmıştır[41].

3- Grahova Meselesi ve Savaşı

Sınır düzenlemesi yapılması planlanırken en önemli meseleyi Hersek sınırındaki küçük Grahova kazasının statüsü oluşturmuştur. Osmanlılar Grahova’yı Hersek’in bir parçası, Karadağlılar ise kendi kadim toprakları kabul ediyorlardı. Grahova’yı ele geçirmek için iki taraf arasında yüzlerce çatışma meydana gelmiştir. Oldukça kanlı cereyan eden çatışmalar sonucu iki tarafın da birbirine üstünlük sağlayamaması üzerine, mücadele 20 Ekim ’de Grahova’nın statüsü üzerine bir akitle sonuçlanmıştır. Bosna Valisi Mehmed Vecihi Paşa, Hersek Mutasarrıfı Ali Paşa ve Karadağ Vladikası Petar arasında imzalanan akde göre Grahova tarafsız bölge olarak kabul edilmiştir[42].

Ali Paşa ile Petar arasında Grahova’nın statüsü üzerine 24 Eylül ve 9 Kasım ’de iki anlaşma daha yapılmıştır. Her iki anlaşma da sınırların belirlenmesi ve saldırıların önlenmesine ilişkindir[43]. İstanbul bu anlaşmaları hiçbir zaman tanımamıştır. Grahova’da yaşayan klan reisleri ise vladikaya itaate devam etmişlerdir. ’de Ali Paşa ve Petar’ın ölmesiyle taraflar arasında kabul edilen yerel anlaşma böylece hükmünü yitirmiştir. /53 Karadağ askerî harekâtı sırasında Derviş Paşa Grahova’ya girmiş ve klan reislerini dize getirmiş, çatışma sırasında ’de voyvoda tayin edilen Yako Dakoviç de hayatını kaybetmiştir. Ancak Osmanlı kuvvetlerinin geri çekilmesiyle bölgedeki idari boşluk aynen devam etmiştir[44].

’de Hersek’te başlayan isyanda asilerin en önemli sığınıklarından biri yine Grahova olmuştur. Bu yüzden Osmanlı ordusu ilkbaharında Grahova’ya girmiştir. Ancak Rus ve Fransızlar Grahova’nın tarafsız statüde olduğunu iddia ederek askerî harekâta şiddetle karşı çıkmışlardır. İngilizler, büyük devletler ve Osmanlı Devleti temsilcilerinden oluşan bir komisyon kurularak sınırların tespit edilmesi fikrini ortaya atmışlardır. Buna karşı Alman ve Avusturyalılar ise isyancılarla anlaşılmasını, müzakereler sonucu Grahova asiler tarafından tahliye edilmez ise askerî harekâta devam edilmesini tavsiye etmişlerdir[45].

Durumu değerlendirmek üzere 27 Ramazan /11 Mayıs ’de Tophâne-i Âmire’de toplanan Meclis-i Has’ta konu etraflıca tartışılmıştır. Tartışmalar sonucu[46]:

1- Karadağ sınırının tespitine

2- Uluslararası komisyon kurulması önerisinin reddine

3- Tespit çalışmalarının Osmanlı memurları aracılığıyla yapılmasına

4- Bosna Valisi Kani Paşa aracılılığıyla Karadağlılara Grahova’yı tahliyeleri için sekiz gün süre verilmesine

5- Grahova’nın tahliyesi halinde askerî harekâtın durdurulmasına

6- Grahova’nın tahliyesi ile birlikte orada ileri gelenlerden oluşan bir meclis kurularak yerel idarenin o meclise devrine

7- Eğer Grahova’ya girilmiş ise birliklerin çekilerek Grahova sınırında münasip bir yere konuşlanılmasına, karar verilmiştir.

Osmanlı kabinesinin üyeleri toplantı yaptıkları gece ordularının Grahova’da yenilmek üzere olduğundan habersizdiler. Bu yüzden hâkim bir dil kullanmışlar, ya güzellikle ya da zorla Grahova’nın boşaltılacağından bahsetmişlerdir. Ancak savaş yukarıda alınan kararları boşa çıkarmış, Osmanlı ordusunun Grahova’daki yenilgisi tüm planları alt üst etmiştir[47].

Grahova Savaşı başladığı gün 11 Mayıs’ta Fransa’da yarı resmî olarak neşredilen Moniteur Gazetesi’nde “Karadağ’ın bağımsız olduğu ve Osmanlıların müdahalesinin haksız olduğuna” dair bir manifesto yayınlanmıştır. Zira manifesto Karadağlıların yenileceği üzerine kurgulanmıştı. Fransızlar Karadağ kuvvetlerinin bozguna uğrama ihtimaline karşı, Karadağ’ın mevcut statü kosunu korumaya yönelik bir hamle yapmışlardır[48]. Ancak savaşın seyri hiç de beklenildiği gibi olmamış, Mayıs’ta gerçekleşen savaşta Karadağlılar kesin bir galibiyet kazanmışlardır[49]. Bu beklenmedik gelişme karşısında Fransızlar, bu kez de muhtemel Osmanlı tepkisini engellemek için 20 Mayıs’ta Amiral M. Jurien de la Gravière komutasında “Algesiras” ve “Eylau” adlı iki savaş gemisini Adriyatik’e göndermişlerdir. Gemiler Raguza’ya bir mil uzaklıkta bulunan Gravosa limanına demirlemiştir. Fransız gemilerini müteakiben “Danube” ve “Bellocca” adlı iki Avusturya firkateyni de limana gelmiştir. Fransız gemileri 30 Mayıs’ta Karadağ’a en yakın nokta olan Budva’ya[50] hareket etmişlerdir. Amiral Gravière ise ülkesinin İşkodra konsolosunun eşliğinde Danilo’yu ziyarete gitmiştir[51]. Fransa’nın faaliyetleri Amerikalıların dahi dikkatini çekmiş, New York Observer and Chronicle’de çıkan bir yazıda, “Fransa’nın desteği ile Karadağ’ın bağımsızlığının yakın olduğu” belirtilmiştir[52].

Grahova sonrasında endişeye kapılan yerel idareciler, merkeze ardı ardına yardım taleplerini içeren arzlar göndermişlerdir[53]. Bunun üzerine Karadağ sınırını kontrol etmek üzere Raguza üzerinden bölgeye asker sevk edilmiştir. Yedi buharlı gemiyle taşınan Osmanlı askeri 31 Mayıs ’de Raguza’ya çıkmıştır. Askerler Haziran ayı ortalarında Trebin’e ulaşmışlardı. Bu tepki büyük devlet temsilcileri ve Karadağ vladikasını ürkütmüş, muhtemel bir Karadağ askerî harekâtının önlenmesi için Osmanlı Hükümeti’ne baskı yapmışlardır. Baskılar karşısında geri adım atan Osmanlı Hükümeti sadece Hersek’teki asi nahiyeleri kontrol altına almak ve Karadağ saldırılarını engellemekle yetineceğini açıklamak zorunda kalmıştır[54].

4- Grahova Savaşı Sonrasında Sınır Tespit Çalışmaları

Grahova savaşı Karadağ sınır çalışmalarına engel olmamış, ancak çalışmaların seyrini değiştirmiştir[55]. Osmanlı yetkilileri Paris Barış Antlaşması’nın yedinci maddesinden bahisle, büyük devletlerin Karadağ meselesine dâhil olmamaları gerektiği konusunu sefaretlere hatırlatmıştır. Devamla Osmanlı Hükümeti, “Saltanat-ı seniyyenin istiklâl-i âlîsi ve tamamiyeti mülkiyesini muhafazaya müteahhid olan düvel-i muazzama tarafından böyle bir teklifin zuhuru nazar-ı memnûniyetle görülemeyeceği” cümleleriyle sınır tespiti konusunda kendilerine yapılan baskıların yakışıksız olduğunu açıkça ifade etmiştir. Osmanlı Hükümeti’nin itirazına rağmen, İngilizlerin sınırların beş devletin temsilcilerinden oluşan bir komisyon aracılığıyla belirlenmesinde ısrarcı olmaları hükümeti zorda bırakmıştır. İngilizler Karadağ’ın denize çıkışının sağlanması ve Dalmaçya kıyısındaki Spezzia’nın liman olarak verilmesini istiyorlardı. Osmanlı idarecileri ise İngilizlerin isteklerinin kabulünün Karadağ’ın bağımsızlığını tanımak demek olacağını düşünüyorlardı. Bu sırada geçmişte yapılan bir ihmal Osmanlı Devleti’ne zaman kazandırmıştır. Araştırmalar sonucu devletin elinde kadim Karadağ topraklarını gösteren bir harita olmadığı anlaşılmıştır. Osmanlı yetkilileri İngiliz teklifinin bu durumda geçersiz olacağını, önce kadim Karadağ topraklarının tespit edilmesi gerektiğini ileri sürmüşlerdir. Gelişmeler karşısında Fransız konsolosu devreye girmiş ve bir orta yol formülü üzerinde uzlaşılmıştır. Osmanlı Hükümeti’nin de “ehven” olarak görüp kabul ettiği bu formüle göre, kadim Karadağ toprakları beş devletin temsilcilerinden oluşan bir mühendisler komisyonu ile tespit edilecek, tespit edilen harita İstanbul’da tartışılarak nihaî sonuca varılacaktı[56]. Fakat Osmanlı Hükümeti’nin bu çözümden memnun olmadığı, Fransız teklifine sadece zaman kazanmak için evet dediği anlaşılmaktadır. Osmanlı stratejisine göre, gönderilen kuvvetlerle Bosna ve Hersek’teki isyan kısa sürede bastırılacak, böylece hükümet tüm mesaisini Karadağ meselesine harcayabilecekti[57]. Hükümetin tercihi,

1- Karadağ sınırını kendi memurları aracılılığıyla düzenlemek

2- Sınır düzenlemesi yapılırken Karadağlılara ziraat yapabilecekleri bir parça toprak vererek, Karadağlıların Avrupalılar gözündeki mağdur imajını ortadan kaldırmak

3- Sınırların belirlenmesinden sonra Karadağ tarafından sınır bölgelerine bir saldırı yapılması halinde, sınır düzenlemesine atıfta bulunarak Avrupalılar nezdinde de meşru olarak Karadağ’a müdahale etmek ve bölgeyi (vladikayı) kontrol altına almak; yönündeydi.

Osmanlı yetkilileri sınır düzenlemesi hayata geçirilse dahi Karadağlıların sözlerinde durmayacağından emindiler. Mesela Bosna teftiş memuru Esseyyid Ahmed Aziz yapılacak bir düzenlemenin hiçbir işe yaramayacağını, “Karadağlular sözünde durur millet olmadığından ve kendü işlerine geldiği vakt cüz’î bir sebeble olacak mukaveleyi bozacakları ve fesaddan gerü kalmayacakları cihetle bunların sözüne ve senedine ber-vechle emniyet ve i‘timâd olunamayacağından..” sözleriyle açıkça dile getirmektedir[58]. Ancak büyük devletlerin sınır tespiti konusundaki kararlılıkları ve Bosna Hersek’teki isyanın bastırılamaması yüzünden Osmanlı Devleti kendi planını uygulayamamış, tüm mahzurlarına rağmen sınır tespitine razı olmak zorunda kalmıştır[59].

5- Mühendisler Komisyonu ve Çalışmaları

Sınır tespiti konusunda beş devlet arasında da tam bir fikir birliği yoktu. Rusya ve Fransa bloğunun hedefi Karadağ’ın bağımsızlığını sağlamak, bu olmaz ise yılında mevcut olan durumun korunmaktı. Avusturyalılar çalışmalara muhalifti. Prusyalılar ise tarafsız kalma düşüncesindeydiler. Hiçbir ülke diğerine güvenmiyordu. Mesela İngiltere’nin Petersburg büyükelçisi 17 Haziran ’de Londra’ya çektiği telgrafta, Rusların sınır çalışmalarına katılacak İngiliz ve Fransız mühendislere güvenmedikleri, alınacak kararlardan şüphe duyduklarını yazmaktaydı. Avusturya’nın Dalmaçya Ordu Komutanı General Mamula ise Danilo’nun Fransızların elinde kukla olduğu kanısındaydı. Yani Avusturyalılar da Fransızlara güvenmiyor veya onların Danilo üzerindeki etkilerinin kendileri için tehlikeli olacağını düşünüyorlardı[60]. Ülkeler arasındaki çıkar çatışması Mühendisler Komisyonu’nun toplanmasına da yansımıştır. Zira her ülke kendi mühendisini göndermek için son ana kadar beklemiştir. Mesela Rus Mühendis Yüzbaşı Vlangaly 8 Temmuz’da Raguza’ya gitmek için Odessa’dan yeni ayrılırken, İngilizler ise 13 Temmuz’da İstanbul tarafından Kemal Efendi’ye verilen emirlerin yapıcı ve açık olmadığından şikâyetle komisyondan çekilebileceklerini ima etmeye başlamışlardı. Nihayet yaşanan tartışmaların ardından Alman mühendis Yüzbaşı Stein ve Avusturyalı mühendis Yüzbaşı İvanoviç’in Raguza’ya ulaşmasıyla Mühendisler Komisyonu 15 Temmuz’da Raguza’da toplanmıştır. Toplantı sonucunda yılındaki “de facto statüko” üzerinden sınırları belirleme kararı almışlardır. Özellikle İngilizler, komisyonun görevinin sınırlarını belirlemek olduğunu sıkça vurgulamaktan geri kalmamışlardır[61].

Komisyon toplanmadan önceki bir başka anlaşmazlık konusu ise, komisyonda Karadağ’ı temsilen bir üyenin olup olmayacağıyla ilgilidir. Osmanlı Devleti ve Avusturya-Macaristan, Karadağlıların komisyonda temsiline karşı çıkarken, diğer üyeler Karadağ komiserinin de komisyonda yer alması yönünde tavır almışlardır. Prusyalılar ise bir Alman mühendisin Karadağ adına müzakerelere katılmasını önermişler, hatta bu mühendisi Çetine’ye göndermek için hazırlık dahi yapmışlardır. Tartışmalar devam ederken Karadağ’ı temsil etmek üzere Raguza’ya gelen Danilo’nun Yaveri M. Vukoviç’in varlığı Avusturya komiseri İvanoviç ile Fransız ve Rus komiserler arasında sert tartışmalar yaşanmasına sebep olmuştur. Tartışmada, Karadağ komiserinin varlığı karşısında sessiz kalması emredilen Osmanlı delegesi Kemal Efendi, Avusturya temsilcisini desteklemiştir[62].

Osmanlı Devleti, 28 Temmuz’da Karadağlıların komisyonda bir komiserle temsil edilmesine dair çekincelerinden vazgeçmiş, ancak Avusturya delegesi protestosunu sürdürmüştür. Buna karşı diğer büyük güçler Karadağ delegesini kabul ettiklerini açıklayınca, Avusturya Dışişleri Bakanı Kont Boul da kendi komiserine protestoyu geri çekmesine dair bir emir göndermiştir. Bir gün sonra da Osmanlı Hükümeti iki taraf arasındaki sınırın statükosu üzerinden tespitini kabul etmiştir[63]. Karadağ’a dair bir karara varılabilmiş olması İstanbul’u rahatlatmış, bu yüzden daha evvel bölgeye sevk edilen askerler yanlış bir kararla geri çekilmeye başlanmıştır[64].

Komisyon, 30 Temmuz’da senesi de facto sınır üzerinden çalışmalarına başlanmıştır[65]. Saha çalışması başladığında Osmanlı Devleti komiserlere yeterli miktarda çadır ve 60 koruma vermiş, ilâve olarak bölgeyi bilen çok sayıda kişi ise komisyona yardım etmekle görevlendirilmiştir. Sınırın hangi statüye göre tespit edileceğinin belirlenmesiyle Mirliva Hüseyin Edib Paşa[66] Osmanlı mühendislerine başkan tayin edilmiş ve gerekli teknik araçlar kendisine gönderilmiştir[67].

Mühendisler komisyonunda Osmanlı Devleti’ni Mirliva Hüseyin Edib Paşa, Fransa’yı M. Hecquard, Rusya’yı Kurmay Yüzbaşı Vlangaly, İngiltere’yi Henry Churchill, Avusturya’yı Kurmay Yüzbaşı İvanoviç, Prusya’yı von Stein, Karadağ’ı ise Vukoviç temsil etmiştir. Yedi kişilik komisyonda dört tavır ortaya çıkmıştır[68]:

1- Fransız ve Ruslar Karadağ tarafını desteklemişler

2- İngiliz temsilci Fransız ve Rusların aldığı kararlara katılmış

3- Prusya temsilcisi tarafsız kalmış

4- Karadağ’ın fazla büyümesini istemeyen Avusturyalı temsilciler ise Osmanlı Devleti’ni desteklemişlerdir[69]. Özellikle Grahova’nın Karadağ’a bırakılmasına kesinlikle karşı çıkmışlardır. Avusturyalı temsilciler çoğu konuda kendi topraklarıymış gibi Osmanlı Devleti’nin haklarını savunmuşlar, hatta Sırpça bildikleri için diğer temsilcilerin Karadağlılardan aldıkları mahrem bilgileri Osmanlı temsilcisi Hüseyin Paşa’ya aktarmışlardır. Bu sebeple Avusturya temsilcileri Osmanlı Devleti tarafından ödüllendirilmiş, memurlara rütbelerine göre nişanlar verilmiştir.

Komisyon, öncelikle haritası çıkarılacak bölümleri sahalara ayırarak işe başlamıştır. Daha sonra komisyon iki gruba ayrılmıştır. Osmanlı ve büyük devletlerin temsilcilerinden oluşan gruplar birbirinden bağımsız olarak kendi çalışmalarını yapmışlardır[70]. Ardından yanlarında Karadağlı bilirkişiler bulunan diğer devletlerin komiserleriyle, Osmanlı temsilcisi sınırın tespit edilen bir yerinde buluşarak tespit ettikleri sınırı müzakere ediyorlardı. Fransız ve Rusların Karadağ iddialarına gerçekleştirmek istediği anlarda, Avusturya desteği ile bu engellemeler aşılmaya çalışılmıştır. Ancak Fransız komiser kendi tespit ettikleri sınırlar konusunda ısrarcı olmuş, neredeyse her seferinde onun dediği olmuş, böylece sınır Karadağlıların dediği yerden geçmiştir. Uygulamanın nasıl yapıldığını Ahmed Cevdet Paşa şöyle anlatmaktadır[71]:

“Koç nâhiyesi zîr ve bâlâ deyu iki kısma münkasemdir. Muhtelit komisyon ma’rifetiyle Karadağ hatt-ı imtiyazının ta’yin ve tahdidinde tarafeyn ahalisinin şehâdetleri esas ittihâz olunup ol vakit ise Koçlular Karadağ’a tâbi’ olarak hâl-i isyanda bulunduklarından Podgoriça ahâlisi hudûd üzerine gelemedikleri cihetle yalnız Karadağlılar ile anlara tâbi’ olan Koçluların ifâdeleri üzerine kat’-ı hudûd olarak Koç-i bâlâ Karadağ’a tarafında ve Koç-i zîr beri tarafta kalmıştır. Fakat Devlet-i aliyye komiseri bunu tasdik etmemiştir.

Vasovik nahiyesi zîr ve bâlâ deyü iki kısıma münkasemdir. Karadağ’a hatt-ı imtiyâz olmak üzere komisyon-ı muhtelit ma’rifetiyle tahdid-i hudûd olundukta Vasovik-i bâlâ Karadağlu tarafında ve Vasovik-i zîr hâricinde bırakılmıştır. Ancak ta’yîn-i hudûdda tarafeyn ahalisinin şehâdetleri esas olduğu hâlde Gusine ahâlisi hudûd üzerine gelemediklerinden yalnız Vasoviklilerin ifâdesi üzerine kat’-ı hudûd olunmuş idüğüne mebni hududun bu parçası Devlet-i aliyye komiseri tarafından tasdik olunmamıştır…”.

Ahmed Cevdet Paşa’nın gayet güzel anlattığı gibi sınır tespiti birçok noktada yeni çatışmalara sebep olmuştur. Mesela sınırın İspiç tarafındaki bölünme yüzünden senesinde çatışmalar hâlâ devam etmekteydi. Çünkü İspiç’teki Suzina merasının yarısı Karadağlılara yarısı İşkodralılara verilmişti. Ancak Karadağlılar İşkodra tarafında kalan araziyi ele geçirmek için aralıksız saldırmışlar, bu şekilde bölge halkını ürküterek tüm meraya el koymayı amaçlamışlardır. Hatta “Suzina tamamen Karadağ’a bırakılacak” türünden dedikodularla halkı rahatsız etmişler, dedikodulara inanan Suzinalılar bu durumun önüne geçmek için İstanbul’a dilekçeler dahi vermişlerdir. Halkı teskin etmek ve söylentilerin gerçekle ilgisi olmadığını ortaya çıkarmak Ahmed Cevdet Paşa’ya düşmüştür[72].

Oldukça tartışmalı geçen müzakereler sonucu Ağustos ayı başında sınırın en zor bölümü olan Grahova-Benan arası belirlenmiştir. 10 Ağustos’ta Zupa, 11 Ağustos’ta ise Derbenak sınır çalışmaları bitirilerek Taşlıca istikametine geçilmiştir[73]. Bu bölge gerçekten tartışmalıydı. Zira Nikşiçli Müslümanlar, Zupa Karadağ’a bırakılırsa kendi varlıklarını tehlikede görmekteydiler. Nikşiçli Müslümanlardan Mujo Ajvazoviç ve Ago Ljuca “Nikşiç’le Zupa arasına sınır çekmek istemiyoruz” diyerek halkın tepkisini dile getirmişlerdir. Fakat Zupa’nın Karadağ’a bırakılmasına mani olamamışlardır[74].

Sınır tespit komisyonu 24 Ağustos’ta saha çalışmalarını bitirerek komisyon ofisinin bulunduğu Raguza’ya dönmüştür. Ancak Raguza’da da nihaî bir harita üzerinde uzlaşılamamıştır[75].

Karadağ hududunda yapılan işler önce “tanzimnâme” iken, Eylül ayında “tahdid” ifadeleri kullanılmaya başlanmıştır[76]. Resmî yazışmalarda kullanılan bu ifade dahi Osmanlı Hükümeti’nin altı ayda geldiği noktayı göstermesi bakımından önemlidir. Osmanlı Hükümeti’ndeki bu dönüşümde devletin içinde bulunduğu malî bunalım ve “Memleketeyn Meselesi” gibi daha önemli sorunların rolü büyüktür. Problemleri halletmek için Osmanlı Hariciye Nazırı Mehmed Fuad Paşa her konuda Osmanlı Hükümeti’ne muhalif tavır sergileyen Fransa’ya gitmiş, orada Fransa Hariciye Nazırı Kont Valewski[77] ve İmparator III. Napolyon ile görüşmüştür. Ancak görüşmeler başarılı geçmemiştir. Zira Kont Valewski, Fuad Paşa’dan Grahova ve Kolaşin olaylarının pek büyütülmemesini isterken, İmparator Paşa’yı sadece dinlemekle yetinmiştir. Fuad Paşa’nın raporundan anlaşıldığına göre, Fransızlar her iki olayı da Osmanlı yetkililerinin büyüttüğü kanısındadırlar. Buna karşı Fuad Paşa, Grahova sonrasında bölgedeki yerel halkın ve Kolaşinlilerin olayları büyüttüğü kabul edilse dahi, Karadağlıların esir olan askerlerin kulak ve burunlarını kesip gönderdiğini, bunun dahi başlı başına Karadağlıların vahşetine örnek teşkil edeceğini ifade etmiştir. Ancak Fransızlar, Karadağlılar hakkındaki kanaatlerini değiştirmemişler, tam tersine Danilo’ya Frank yardım yaparak onu Paris’e davet etmişlerdir[78].

C- İSTANBUL KONFERANSI ve KARADAĞ HUDUT PROTOKOLÜNÜN İMZALANMASI

Çalışmalar boyunca Grahova, Zupa ve Kuçi Drageli’nin hangi tarafta yer alacağı büyük sorun teşkil etmiştir. Bunun üzerine Fransız Kurmay Yüzbaşı M. Gélis tarafından bir harita hazırlanmış, bu haritada Boşnak iddiaları yeşil, Karadağ iddiaları ise kırmızı ile işaretlemiştir[79]. Hazırlanan harita 4 Eylül’de komisyonun yedi üyesi tarafından imzalanmış ve 15 Eylül’de Osmanlı Hükümeti’ne sunulmuştur[80]. Fakat Fransızlar, Gélis’e iki taraf arasında orta yol formülünü içeren üçüncü bir haritayı daha hazırlatarak İstanbul’a göndermişlerdir. Fransız haritasında Grahova, Zupa konusunda Karadağ iddiaları, Kuçi Drageli konusunda ise Osmanlı iddiaları dikkate alınmıştır. İngiliz, Fransız, Rus ve Prusyalı temsilciler de Gélis’in ikinci haritasında belirtilen sınırları desteklemişlerdir[81]. Osmanlı Hükümeti, müzakerelerin başında bu bölgelerin Karadağ’a bırakılmasını önlemek amacıyla sınırın tarihli statükoya göre düzenlenmesi gerektiğine dair görüşünü yinelemiştir. Ancak statükosunun reddi durumunda Fransa ve Rusya’nın Karadağ’ın istiklâlini tanıyacakları, hatta onlara deniz tarafında bir çıkış verebilecekleri baskısı karşısında, Osmanlı Hükümeti istemeyerek statükosunu kabul etmek zorunda kalmıştır[82].

Osmanlı Hükümeti’nin statükosunu kabul etmesinin ardından konferans, Sadrazam Mehmed Emin Âlî Paşa başkanlığında, Hariciye Nazırı Mahmud Nedim Paşa yardımcılığında 14 Ekim ’de başlamıştır[83]. Osmanlı temsilcileri sınır hattında Karadağ’a bırakılacak toprakların yanında, Karadağ üzerindeki hükümranlık haklarını içeren maddelerin de protokole dâhil edilmesi için çok uğraşmışlar, ancak başaramamışlardır. Tartışmalar esnasında Avusturya delegesi Ludolf Osmanlı tarafını desteklerken; İngiliz ve Alman delegeler çekimser kalmış; Fransız ve Rus temsilciler ise Osmanlı önerisine şiddetle karşı çıkmışlardır. Rus ve Fransızların şiddetli muhalefeti nedeniyle görüşmeler kopma noktasına gelmiştir. Rus ve Fransızların tartışmaların uzaması halinde Karadağ’ın bağımsızlığını tanımaya hazır olduklarını açıklamalarının ardından, Âlî Paşa Osmanlı Devleti’nin hükümranlık hakları konusundaki beyanını geri çekmiş, bu konu dondurularak, hazırlanan metinde sadece sınırla ilgili hükümler yer almıştır[84].

Protokol metnini hazırlama çalışmaları 4 Kasım’da bitmiş ve Osmanlı tarafının onayı beklenmeye başlanmıştır[85]. Metin Fransızların isteği doğrultusunda kaleme alınmış, Grahova ve Zupa Karadağ’a bırakılmıştır. Osmanlı Hükümeti’nin Fransız teklifini kabulüyle 21 Rebiülahir /8 Kasım ’de konferans sona ermiş ve Karadağ sınır protokolü imzalanmıştır. Protokolü Osmanlı tarafı adına Sadrazam Mehmed Emin Âlî Paşa, Hariciye Nazırı Mahmud Nedim Paşa, Meclis-i Tanzimat Reisi Mehmed Rüşdü Paşa, Avusturya adına Ludolf, Fransa adına Thouvenel, İngiltere adına Bulwer, Prusya adına Eichmann ve Rusya adına Butenef imzalamışlardır. Üzerinde uzlaşılan metin aşağıdaki gibidir[86]:

“Zat-ı şahaneleri Sultanın olurlarıyla bir tarafta Sadrazam, Bâbıâlî’nin Hariciye Nazırı ve Meclis-i Tanzimat Reisi ve diğer yanda ise, Avusturya, Fransa, İngiltere, Prusya ve Rusya devletlerinin temsilcileri, hükümetlerinin bu amaçla, karşılıklı olarak kendilerine verdiği talimatlar çerçevesinde; bir araya gelerek Arnavutluk, Hersek ve Karadağ sınırlarının Mart ayından beri devam eden statükonun sürdürülmesi konusunda görüşmelerde bulunmak üzere bir araya gelmişler ve bu konu ile ilgili yerel bir komisyonun toplanması kararı almışlardır.

Bu görüşmenin sonunda, toplantıya katılanların imzalarıyla hazırlanmış olan tutanağa, söz konusu sınırları kırmızıçizgilerle belirleyen bir haritanın eklenmesinin uygun olacağına karar verildi. Bâbıâlî’nin Hariciye Nazırınca resmî olarak onanan birer örneği de her bir temsilciye verilecektir.

Aynı zamanda, sınırların belirlenmesinde, büyük güçlerin hükümetlerince oluşturulacak bir mühendisler komisyonunun bizzat, Arnavutluk, Hersek ve Karadağ sınırlarına giderek, yerleştirecekleri sınır taşlarıyla, gelecek ilkbahara kadar, sınırları sabitleyerek tespit etmeleri, tespit edilen sınırların ilişikteki harita üzerinde çizilerek belirtilmesi konusunda da anlaşmaya varılmıştır.

Bununla birlikte bu komisyon, istemesi ve gerek görmesi halinde bu memleketlerin yaşlılarıyla da görüşerek buralar topraklarında (sınırlarında) yaşanan değişmeler hakkında karara varabileceklerdir. Böyle yapılması durumunda özellikle, Yukarı Vasovik ile Aşağı Vasovik[87]arasındaki sınırı ve Kolaşin’in asıl yerini harita üzerinde işaretleyerek belirleyeceklerdir. Gayet net bir şekilde anlaşılmalıdır ki bu taksimat hiçbir şekilde sınırın her iki tarafında yer alan ne kişilerin ne köylerin özel mülklerine müdahale etmeyecektir. Bu konu hakkında ortaya çıkabilecek farklılıklar ve ilgili taraflar tarafından çözüme ulaştırılamayanhususlar incelenecek ve sınır taşlarının yerleştirilmesinden sorumlu olan komisyonun takdirine havale edilecektir. Gerçek mal sahipleri belirlenen süre içerisinde tıpkı yerel halk gibi bütün vergi ve cezaları vermek suretiyle kendi mülklerinin ve haklarının tasarrufuna devam edip etmemeyi istemekteserbest olacaklar ya da mülklerini ve haklarını bahsi geçen komisyonun hakkaniyetli kararına bırakacaklardır.”.

Metinden anlaşılacağı gibi Büyük Devletler, Karadağ’ı “de facto (fiilî)” olarak tanırken, “de jure (yasal)” olarak tanımamışlardır[88].

D- HUDUT PROTOKÜLÜNÜN UYGULANMASI

Protokolün imzalanmasının ardından ilk olarak yeni sınırı ihtiva eden haritalar bastırılmıştır. Bu haritalar başta askerî kurumlar olmak üzere ilgili birimlere gönderilmiştir[89]. Ardından İstanbul’da alınan karar gereği yeni bir komisyon kurularak ilkbaharında sınır taşlarının dikimine geçilmiştir. Harita çizim komisyonunda görevli olan Mekâtib-i Harbiye Nazırı Hüseyin Paşa, 7 Mart ’da sınır taşlarının dikimiyle ilgili komisyona da Osmanlı delegesi olarak tayin edilmiştir[90]. Onun komiser olarak atanmasıyla diğer ülkeler de kendi atamalarını yapmışlardır[91]. Hüseyin Paşa’ya , yardımcılarına , paşaya refakat edecek Anton Efendi’ye de kuruş harcırah tahsis edilmiştir[92]. Sınır taşlarının dikimi içinse kuruş bütçe ayırmıştır. Ancak devlet bütçesi bu meblağı karşılayamadığından kredi alınmasına karar verilmiştir[93]. Hatta Hüseyin Paşa ilk göreve başladığında kendisine ödeme yapılamadığı için o, Raguza’da bulunan Osmanlı şehbenderi Mösyö Persiç’den Macar altını borç almak zorunda kalmıştır. Gerekli para Galata bankerlerinden Komodo’dan borç alınarak ödenmiştir[94]. Hüseyin Paşa’nın tayiniyle ilgili bürokratik işlemlerin bitmesinin ardından Hersek Ordu Komutanı İbrahim Derviş Paşa, sınır tespit komisyonu başkanı ve Bosna Teftiş Memuru Kemal Efendi ile İşkodra ve Hersek mutasarrıflarına yeni sınırları belirten birer Karadağ haritası gönderilerek, bölge idarecileri yapılacak çalışmalar hakkında bilgilendirilmişlerdir[95]. Hüseyin Paşa başkanlığındaki komisyon üyeleri 18 Nisan ’da toplanarak nihaî sınır çizgisini belirleme çalışmalarına başlamışlardır. Aynı tarihte İbrahim Derviş Paşa da sınır çalışmalarının sağlıklı yürütülebilmesi için emrindeki kuvvetlerin bir kısmını Bleke’ye kaydırmıştır[96].

Çalışmalar hızlı ilerlemediği için Temmuz ayında ilk komisyon lağvedilerek[97], Ağustos ayında yeni bir komisyon kurulmuştur. Bu komisyona da her ülke birer komiser vermiştir. Avusturya komiseri İvanoviç, Fransa komiseri Hecquard, İngiliz komiseri Cox görevlerine devam etmişler; Osmanlı, Rus, Alman ve Karadağlı temsilciler ise değişmiştir. Osmanlı temsilciliğine Sefvet Bey, Rus temsilciliğine Pedroviç, Prusya temsilciliğine ise von Lichlanberg getirilmiştir[98]. Osmanlı Devleti kendi delegesi Safvet Bey’e kuruş harcırah[99] ve sınır belirleme çalışmalarında kullanmak üzere de kuruş tahsis etmiştir[]. Hüseyin Paşa’nın tayininde olduğu gibi, Hersek ve İşkodra mutasarrıflarına birer emir gönderilerek Safvet Bey’e de her türlü yardımın yapılması istenmiştir[]. Safvet Bey 10 Eylül ’da Trebin’e ulaşmış, 12 Eylül’de Derviş İbrahim Paşa ile görüşerek önceki sınır tespit çalışmaları hakkında bilgi almış, 13 Eylül’de ise Koryaniçe’ye giderek fiili çalışmalara başlamıştır[].

Safvet Bey’e verilen emirde[];

1- İki tarafta şahıslara ait mülklerin hiçbir şekilde sınır tespitine mani olmaması

2- İstanbul’da imzalanan protokole harfiyen uyulması

3- Sınır çizilirken ortaya çıkan problemlerin hemen mahallinde çözülmesi

4- Memleket asayişini bozacağı tahmin olunan bütün meseleler ve bunları önleyecek çözümlerin komiserler aracılığıyla yazı ile bildirilmesi

5- Sınır üzerinde bulunan arazilerle ilgili herhangi bir dilekçe gelmez ve memleketin asayişini doğrudan ihlâl edecek bir hal ortaya çıkmaz ise sınır tespiti ve komisyon işlerinin bitmiş kabul edileceği, yer almıştır.

Yeni komisyonun çalışması ise şöyleydi: Evvela altı komiser bir araya geliyor, daha önceki komisyon tarafından çizilen haritaya göre taşın dikileceği noktaları belirliyordu. Sınır taşının nereye dikileceği tespit edildikten sonra taşın bulunduğu mevkiin enlem ve boylamı çıkarılarak tutanak altına alınıyor, sınır taşının hangi bilgiye dayanılarak oraya dikildiği, kimlerden bilgi alındığı bir rapor halinde ilgili yerin yanına not ediliyordu. Bu çalışma her sınır taşı için aynı titizlikle yürütülüyordu[]. Kararlar ittifakla alınıyor, bu da işlerin uzamasına sebep oluyordu. Tartışmalı bölgelerde ise sınır işaretlenmeden, problem gelecekte halledilmek üzere bir sonraki çalışma sahasına geçiliyordu. Özellikle stratejik öneme haiz bölgeler ciddi tartışma konusu oluyordu. Mesela Klobuk civarının sınırı belirlenirken Safvet Bey sınırın Klobuk Kalesi’nin 3 km uzağından, Rus ve Fransız temsilciler m uzağından geçmesini sağlamaya çalışmışlardır. Sınırın kalenin m uzağından geçmesi Klobuk Kalesi’nin Karadağ top menzilinde kalması, yani kalenin işlevini yitirmesi demekti. Safvet Bey’in karşı çıkmasına rağmen Rus ve Fransız komiserler geri adım atmayınca Safvet Bey de durumu protesto etmiştir. Buna karşı Fransız komiser Safvet Bey’i sınır çalışmalarını engellemekle suçlamış, onu İstanbul’a şikâyet etmekle tehdit etmiştir. Özellikle Nikşiç’in tek ikmal yolu olan Duga Boğazını çevreleyen bölgenin sınırlarının belirlenmesinde Rus ve Fransız komiserlerin tutumu daha da uzlaşmaz bir hal almıştır. Zira her iki komiser bir yıl önce bölgenin haritası çıkartılırken havanın yağmurlu olduğunu, bu sebeple haritasının gelişigüzel çizildiğini ileri sürerek, kendi söylediklerine riayet edilmesi konusunda ısrarcı olmuşlardır. Onlar Karadağ sınırını mümkün mertebe Duga Boğazı’na yaklaştırmayı hedeflemişlerdir. Böylece zaten Karadağlılar tarafından sık sık saldırıya uğrayan Duga Boğazı, istenildiği zaman kapatılacak ve Nikşiç’in konumu tehlikeye düşecekti. Rus ve Fransız komiserlerin tutumundan anlaşılacağı gibi onlar, Klobuk, Nikşiç, Kolaşin ve İşbuzi gibi her iki taraf için de stratejik öneme haiz bölgelerin dolaylı yoldan Karadağlıların eline geçmesine zemin hazırlayacak veya gelecekte yeni çatışma alanları yaratacak müdahalelerde bulunmuşlardır[].

Çalışmalar sona ermek üzereyken Karadağlılar, İşbuzi ile Podgoriça arasındaki araziyi ele geçirmek için harekete geçmişlerdir[]. Karadağlılar, iki şehir arasında bulunan Mali Berdo ve Veli Berdo dağlarında Karadağlı Piperi kabilesine ait bazı yerler olduğunu iddia ederek, bu bölgenin Karadağ’a bırakılmasını istemişlerdir. Karadağ teklifinin kabul edilmesi halinde Podgoriça ve İşbuzi arasındaki bağlantı kesileceğinden, dolaylı yoldan Karadağ’a dâhil edilmiş olacaktı[]. Karadağlıların taleplerinin İşbuzi’de duyulması üzerine halk sınır tespit çalışmalarını protesto etmiş ve endişelerini dile getirmiştir[]. Sonuçta Osmanlı-Karadağ sınırı İşbuzi’ye sadece adım mesafeden geçmiş, İşbuzililerin baltalık ormanları Karadağ tarafında kalmıştır[].

Sınır tespit çalışmaları tabii olarak bölgede yaşayan Müslüman halkı ziyadesiyle tedirgin etmiştir[]. Hatta Nikşiç, Trebin, Kolaşin ve Taşlıca halkı tedirginliklerini Mahmud ve Mehmed adlı iki kişiyi İstanbul’a göndererek dile getirmişlerdir. Bunun üzerine Bâbıâlî sınırdan yaşayan halka yönelik olarak kimsenin mağdur olmayacağına dair bir beyanname yayınlanmıştır. Mahmud ve Mehmed Ağalara da ikişer bin kuruş harcırah verilerek memleketlerine gönderilmiştir[]. Müslümanlar tedirgin olmakta haklıydılar. Zira komisyon genellikle onların aleyhine karar veriyordu. Mesela Karadağ saldırısı sonrasında 57 Müslüman 12 Ortodoks hanenin kaldığı Koryaniç’te 84 kişinin arazisi komisyon kararı ile Karadağ’a bırakılmıştır[].

Sınır çizgisinin çekilmesi esnasında en önemli problemi Karadağ tarafında kalan Müslümanlara ait arazi ve taşınmaz mallar oluşturmuştur. Bu durumun halk nezdinde sıkıntı yaratmaması için o bölgelerdeki her türlü malın ücreti peşin olarak ödenmiştir. Tartışmalı alanların ürününün ise İşkodra Mutasarrıfı, Vladika ve konsolosların tayin ettiği üç kişilik bir komisyon ile tertip edilecek mezatlarda satılması düşünülmüştür. Ancak bu konu duyulur duyulmaz Karadağlılar tartışmalı alanları yağmalayarak problemi başlamadan bitirmişler, devlet ürün sahiplerine tazminat ödemek zorunda kalmıştır[]. Karadağ saldırıları konusunda oldukça müsamahalı olan yabancı temsilciler, Osmanlı görevlilerine en küçük bir hoşgörü göstermemişlerdir. Mesela sınır belirleme çalışmalarının sona ermesi sebebiyle Osmanlı memurlarının kutlama amacıyla attıkları toptan rahatsız olan Fransa’nın İşkodra konsolosu, olayı büyütüp Osmanlı hariciye nazırına bizzat şikâyette bulunmuştur. Ona göre bu hareket Karadağlıları tahrik ederek yeni çatışmalara yol açabilirdi[].

Sınır tespit çalışmaları Kasım ayı başında bitmiş ve komiserler 10 Kasım ’da nihaî haritayı çizmek üzere Raguza’ya gitmişlerdir[]. Safvet Bey Raguza’da komiserlerle harita üzerinde çalışırken, Fransa konsolosu Hefar, Safvet Bey’in Osmanlı Devleti’nin çıkarlarını korumada hassas davranmasından rahatsız olmuş, onun azledilmesi için İstanbul’la görüştüğünü, başvurusunun kabul gördüğünü ve yerine başka bir komiserin gönderileceği dedikodusunu yaymıştır[]. Hefar bu şekilde Safvet Bey’i tedirgin ederek onun direncini kırmayı denemiş, ancak başarılı olamamıştır[]. Her temsilcinin uzlaştığı haritanın hazırlanması 2 Şubat ’da bitmiş ve komiserler tarafından onaylanmıştır[].

Komiserler Raguza’da Mart ayı başlarına kadar çalışmış ve 6 Mart ’da beş ülke komiseri İstanbul’a bir telgraf göndererek görevlerinin sona ermek üzere olduğunu, geriye sadece ihtilaflı arazilerin kaldığını, bu problemin de İşkodra Mutasarrıfı Abdi Paşa tarafından çözülmesi gerektiğini ifade etmişlerdir[]. Talep, 26 Mart’ta Fuad Paşa’nın başkanlığında beş ülke konsolosunun katılımıyla incelenmiş ve komiserlerin görevini layıkıyla yerine getirdiği sonucuna varılmıştır. 17 Nisan ’da ise beş ülke konsolosları İstanbul’da bir araya gelip, 6 Mart kararlarını esas alarak komisyonun görevine son verme kararı almışlardır. Konsolosların kararı her ülke parlamentosunda ayrı ayrı onaylanmış, böylece komisyon fiilen sona ermiştir. Mesela komisyonun sona ermesine dair karar 9 Mayıs’ta İngiltere parlamentosunda onaylanmıştır[]. Böylece Karadağ sınırının belirlenmesi sona ermiştir. Harita 3 ve 4’de görüleceği gibi kesin sınır tespiti yapılırken 83 yere sınır işareti konulmuştur[].

Tüm çalışmalar boyunca Osmanlı delegelerine doğrudan destek veren tek ülke Avusturya olmuştur. Bu yüzden Osmanlı Hükümeti daha önce yararlılık gösteren Avusturya memurlarına olduğu gibi, sınır tespit komisyonunda görevli Avusturya komiseri Jel Kristiyanoviç’e de dördüncü rütbeden bir nişan vermiştir[].

E- TEFRÎK-İ ARAZİ ve EMLÂK KOMİSYONU'NUN TEŞKİL EDİLMESİ

Sınır değişikliği hem maliyetli hem de hassas bir konuydu. Mesela Nikşiç’teki sınır tespiti sırasında hanenin arazisi Karadağ tarafında kalmıştı. Sadece bu toprakların tazmini için kuruş gerekmiştir. Nikşiç’te kalan Müslümanlar ise kendilerini güvende hissetmedikleri gerekçesiyle, bazı Nikşiçli aileler Bosna’ya göç etmiştir. Böylece sınır boylarında yaşayan Müslüman nüfus güç kaybetmeye başlamıştır[].

Sınırdaki araziler iki taraf için de sıkıntı yaratınca, İşkodra Mutasarrıflığı’nda görevli hükümet tercümanı Pasko Vasa Efendi[] Ekim ayı başında Çetine’ye gönderilmiştir. Vasa Efendi’nin görüşmeleri sonucu Vladika Nikola da sınır problemini halletmeye istekli olduğunu belirtmiş ve bunun üzerine sadece sınır anlaşmazlıklarını gidermek üzere yeni bir komisyon kurulmuştur[]. Komisyona iki taraf da beşer kişi vermiştir. Komisyonda Osmanlı tarafını Ordu-yı Hümâyûn Altıncı Şişhaneci Taburu Binbaşısı Ali Efendi, Ülgün Müdürü Raif Efendi, Vasa Efendi, yerli halktan Hafız Bey ve Mahmud Ağa; Karadağ tarafını ise Kapudan Maşo Vrbiça, Kapudan İlya Menaç, Serdar Povo Yuçavik, Serdar Bro Stanovik ve Pol Dimitriyevik temsil etmiştir. Komisyonun teşkilinin ardından komisyon üyelerine nelere dikkat edeceklerine dair bir talimatnâme gönderilmiştir. Talimat, daha sonra Osmanlı Devleti ile Karadağ arasında 3 Mayıs ’de imzalanan Çetine Mutabakatı ve 26 Ekim ’da imzalanan İstanbul Protokolü’ne de temel teşkil etmiştir []. Söz konusu talimatnâme aşağıdaki gibidir[]:

1-a- Daha önce tespit edilen sınırın değişmesi söz konusu değildir.

b- Sınırın iki tarafında kalan kişi veya köylerin emlâkına dokunulmayacak.

c- İki taraf arasında ortaya çıkacak tartışmalı alanlar geleneklere göre çözülemezse, bir mülkün hâlihazırdaki sahipleri o mahallin diğer halkı gibi vergilerini vermek kaydıyla mülkünü muhafaza edebilecek veya tasarruflarında bulunan mülkleri komisyon tarafından hakkaniyetle tayin olunacak bir bedel mukabilinde terk edebilecekler. Bu arazilerin durumu hakkında kesin karar komisyon tarafından incelendikten sonra verilecek.

2-Emlâk ve arazisini komisyon tarafından belirlenecek bedel ile terk edenler sınırın beri yakasında emlâk alabilecek veya eğer devlete ait sahipsiz emlâk var ise bedelini karşılayıp karşılamadığına bakılmaksızın bunlara verilecektir. Ancak bu cümleden Karadağ tarafında kalan arazi ve emlâkın bedelsiz olarak onlara bırakıldığı sonucu çıkarılmamalıdır. Emlâk sahiplerinin zarara uğramamasına özellikle dikkat edilecek. Ancak Karadağ dâhilinde kalan arazilerini satmak isteyenlere öte taraftan verilecek bedelin miktarı ve o kimselere sınırın bu tarafında verilecek elverişli araziler araştırılacak, durum İstanbul’a bildirilecek ve alınacak cevaba göre hareket edilecek.

3-a-Taraflar komisyonda eşit sayıda temsil edilecek.

b- Komiserler sınır boyunu birlikte tetkik ederek, tartışmalı alanları bizzat gidip görecekler.

c- Komisyon faaliyetlerine yabancı ülkelerin müdahale etmesinin önüne geçmek amacıyla Padişahın lütfunun Karadağlılar için de geçerli olduğu ilân edilecek.

d- Tartışmalı alanlarda mülkü olan kimselerin komisyona başvurmaları halinde davalar hak ve adalet ölçülerinde görülecek.

4- Hudud boyunda tartışmalı arazi ve emlâkın hangi taraf ahalisinin tasarrufunda olduğunu tespit için taraflardan bilirkişiler (erbâb-ı vukuf) komisyona çağırılacak. Ancak bu durumda şahitlerin mümkün mertebe tarafsız olmalarına dikkat edilecek.

5- Komisyon üyeleri aldıkları kararları çevredeki idareciler ve Karadağ tarafına bildirecek. Bu mazbatalar Karadağlılar Türkçe bilmedikleri için Türkçe ve Fransızca hazırlanacak. Mazbataların altında tüm komiserlerin imzası olacak.

6- İki taraf halkı da rahat durur kimseler olmadığından ve eskiden beri aralarında sürtüşme olduğundan sınır düzenlemesi iki tarafın rahatı için yapılmıştır. Devlete ait arazinin bir bölümü Karadağlılara terkedileceği için çıkacak sıkıntılar güzellikle çözülecek ve konu merkeze bildirilecektir.

7- Emlak ve arazisini satanlar ile diğer tarafta kalacak arazinin ürün bedelleri, baltalık, çayır gibi yerlerin ise yıllık bedelleri tayin olunarak defterleri hazırlanacak ve vergiler buna göre alınacak.

8- Mallarını satmayıp kendisi işletme niyetinde olanlar, mülkleri hangi tarafta kalırsa vergisi o tarafın kaidesine göre alınacak.

9- Komisyon üyelerine devlet tarafından harcırah verilecek, halktan ücretsiz bir şey talep edilmeyecektir.

İki taraf arasında yapılan görüşmeler neticesinde komiserlerin güvenlikleri sağlanmıştır. Ancak gerektiği hallerde kaza müdürleri tarafından yanlarına üç beş kişi refakatçi olarak verilebilecektir.

Yapılacak çalışmalarda devletin çıkarı ve haysiyetinin korunmasına azami dikkat gösterilecek.

Komisyon, 21 Ekim ’da Vir Köyü’nde bir araya gelerek çalışmalarına başlamıştır[]. Fakat daha ilk toplantıda Karadağlıların tartışmalı arazileri Karadağ’a dâhil etme, Osmanlı komiserlerinin de buna yanaşmaması üzerine iki taraf komiserleri arasında tartışma çıkmıştır. Bu yüzden çalışmalar daha başlangıçta sekteye uğramıştır[]. Komisyonun başarısız olması üzerine, Karadağlılar Nikşiç ve İşbuzi gibi tartışmalı sınır bölgelerini ele geçirmek üzere saldırılarını arttırmışlardır. Karadağlıların 21 Şubat ’de kişilik bir kuvvetle İşbuzi’ye giden zahire konvoyuna saldırmalarıyla yeni çatışmaların fitili ateşlenmiştir. Daha evvelki saldırılarda mülkî ve askerî yetkililerden dikkatli olunması veya savunmada kalınması istenirken, İşbuzi saldırısından sonra yapılacak saldırılara derhal karşılık verilmesi emredilmiştir[]. Ağustos ayında ise Karadağ’a askerî bir harekât yapılması konuşulmaya başlanmıştır[].

SONUÇ

İki taraf arasına kesin bir sınır çekilmesi gerçekçi değildi. Zira günümüz Karadağ’ında Podgoriça’dan Çetine veya Nikşiç’e doğru yapılacak bir seyahatte görüleceği gibi ovalar, göller, nehirler Osmanlı tarafında, Kotor’dan Nikşiç’e kadar uzanan dağlık arazi ise Karadağ tarafında kalmaktadır. Karadağlıların bu sınırları kabul etmeyecekleri daha sınır taşları yerleştirilirken çevreye yaptıkları saldırılardan anlaşılmaktadır. Yine de Karadağlılar düzenlemeden çok karlı çıkmış, topraklarını km2 artırarak km2’ye ulaşmış[], ’de belirlenen sınırlar dâhilinde Osmanlı Devleti’nden tamamen bağımsız bir politika icra etmiş, kendi hukuk ve askerî sistemini kurmuş ve nihayet ’de Osmanlı Devleti’ne savaş ilân edebilmişlerdir. Bu yüzden düzenlemesi ile siyasî değil fakat fiilî bağımsız bir devletin ortaya çıktığını iddia etmek yanlış olmayacaktır.

Osmanlı yetkilileri kabul etmese de sınır çizgilerini belirten haritanın çizilmesiyle yeni bir devletin temelleri atılmıştır. Zira tarihli Gotha Almanach’da Karadağ Meksika’nın hemen ardında bağımsız bir ülke olarak gösterilmiş, ülke tarihi hakkında iki sayfalık kısa bir de not düşülmüştür[]. Hâlbuki bir önceki yıla kadar Karadağ, Türkiye başlığı altında Petroviç ailesi tarafından idare edilen bir bölge olarak geçmekteydi [].Kiepert tarafından ’de hazırlanan haritada ise Karadağ prenslik olarak gösterilmiştir[]. Vladika Nikola da kendinden prens olarak bahsetmeye başlamıştır[]. Bu yaklaşımın izlerini Osmanlı Devleti tarafından hazırlanan Karadağ haritasında da görmek mümkündür[]. Statü tartışmaları Osmanlı askerî harekâtı sonucu imzalanan İşkodra Antlaşması’na kadar devam edecektir. askerî harekâtı sonrasında, Gotha Almanach’da daha evvel bağımsız bir ülke olarak gösterilen Karadağ yeniden Osmanlı Devleti başlığı altına dâhil edilmiştir. Almanak hazırlayıcıları Karadağ’ı önceki yıllarda bağımsız bir ülke olarak gösterdiklerini, fakat bölgenin Osmanlı Devleti’nin bir parçası olduğunu belirtmişlerdir[]. Ancak hem İşkodra Antlaşması hem sonrasında Osmanlı Devleti ve diğer ülkeler sınırlarına saygılı olacaklardır. Bizzat Osmanlı belgelerinde dahi ’den Karadağ’ın bağımsızlığını kazandığı ’e kadar bölgeden Karadağ Hatt-ı İmtiyazı olarak bahsedilecektir.

KAYNAKLAR

A- Arşiv Vesikaları

1- Haritalar (HRT. H.)

47, ,

2- Hariciye Nezâreti Mektubî Kalemi (HR. MKT.)

/63, /78, /32, /22, /33, /93, /99, /65, /34, /40, /51, /4, /91, /64, /41, /, /50, /4, /16, /62, /78, /2, /43, /2, /71, /24, /72, /15, /77, /33, /70, /83, /51, /61, /30, /97, /59, /46, /8, /94, /14

3- İrade Dâhiliye (seafoodplus.info)

/

4- İrade Hariciye (seafoodplus.info)

89/,89/, /

5- İrade Meclis-i Mahsûs (seafoodplus.info)

/, /

6- İrade Meclis-i Vâlâ (seafoodplus.info)

/

7- Sadâret Amedi Kalemi Evrakı (seafoodplus.info)

38/92, 39/48, 73/1, 73/30, 77/1, 79/25, 82/94, 90/17, 90/31, 90/73, 94/80

8- Sadâret Mühimme Kalemi Evrakı (seafoodplus.info MHM.)

/18, /42, /15, /77

9- Sadâret Müteferrik Evrakı (A.M.)

18/1, 15/55

Sadâret Umum Vilâyet Evrakı (seafoodplus.info UM.)

/14, /49, /86, /16, /64, /35, /36, /4

Tanzimât-ı Hayriye Defteri

B- Gazeteler

Takvim-i Vekâyi, Def‘a, 5 Muharrem /27 Şubat

C- Yayınlanmış Arşiv Vesikaları

Archives Diplomatiques , Recueil de Diplomatie D’Histoire, Tome I, 7. Année, Librairie Diplomatique D’Amyot, Éditeur, Paris.

Baron I. De Testa, Recueil des Traités de la Porte Ottomane, Tome: VI, Muzard, Éditeur, Place Dauphine, Paris

British and Foreign State Papers, Volume: L, William Ridgway, London

Brunswik, Benoit, Recueil De Documents Diplomatiques Relatifs Au Monténégro Avec Une Introduction, Chez M. S. H.-H. Weiss, Libraire A Péra, Constantinople

Burdett, Anita L. P., The Historical Boundaries Between Bosnia, Croatia, Serbia: Documents and Maps , Archive Editions,

Clercq, M. De, Recueil des Traités De La France, Tome: VII, Amyot, Éditeur Des Archives Diplomatiques, Paris

Çadırcı, Musa, “Tanzimat Döneminde Çıkarılan Men’-i Mürûr ve Pasaport Nizâmnâmeleri”, Belleten, seafoodplus.info, Sa, Türk Tarih Kurumu, Ankara , s

Destani, Beitullah, Montenegro Political and Ethnic Boundaries , Volume 1: , Archive Editions

Hertslet, Edward, The Map of Europe by Treaty; showing the various political and territorial changes wich have taken place since the general peace of with numerous maps and notes, Volume: II-III, Butterworths&Harrison, London

D- KİTAP VE MAKALELER

Ahmed Cevdet Paşa, Tezâkir , Yayınlayan: Cavid Baysun, Türk Tarih Kurumu, 3. Baskı Ankara

Almanach de Gotha. Annuaire Diplomatique et Statistique Pour L’année , , ,Justus Perthes, Gotha.

Ali Suavi, Monténégro, Imprimerie Victor Goupy, Paris

Andrijašević, Ž. M. –Š. Rastoder, The History of Montenegro, Montenegro Diaspora Centre, Podgorica

Coquelle, P., Histoire De Monténégro Et De La Bosnie Depuis Les Origines, Ernest Leroux, Éditeur, Paris

Danişmend, İ.H., İzahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi, seafoodplus.info, Türkiye Yayınevi, 2. Baskı İstanbul

Delàrue, Henri, Le Monténégro, Benjamin Duprat, Paris

Denton, W., Montenegro Its People and Their History, Daldy, Isbister &Co., London

Drobnjak, S. - Šabotić, Sait Š., Müslümansko/Bošnjačko Stanovništvo Onogoškog-Nikšićkog Kraja , Almanah, Podgorica

Durgun, Sezgi, Memalik-i Şahane’den Vatan’a, İletişim Yayınları, İstanbul

Engelhard, E. P., Türkiye ve Tanzimat Devlet-i Osmaniyye’nin Tarih-i Islâhatı –, Mütercimi: Ali Reşad, Kanaat Kitabhânesi, İstanbul

Ergirili Ahmed Hilmi İbni Resul, Osmanlı-Karadağ Muhârebâtı Tarihçesi, İstanbul Üniversitesi Yazma Eserler Kütüphanesi, nr

Frilley, G. –J. Wlahovitj, Le Monténégro Contemporain, E. Plon et Cie, Imprimeurs-Éditeurs, Paris

Gölen, Zafer, “ Karadağ Askerî Harekâtı ve Sonuçları”, History Studies, Volume:1, , s

__________, “ Bosna Hersek İsyânı”, Belleten, seafoodplus.info, Sa, Ankara , s

__________, “ Karadağ Askerî Harekâtı ve Sonuçları”, Belleten, seafoodplus.info, Sa, Ankara ,

Hertslet, Edward, The Foreign Office List, Forming a Complete British Diplomatic and Consular Handbook, Harrison, London

Karal, E. Z., Osmanlı Tarihi, seafoodplus.info, Türk Tarih Kurumu, 5. Baskı Ankara

Lenormant, F., Turcs et Monténégrins, Didier & Ce , Libraires –Éditéurs, Paris

Murad Efendi, Türkiye Manzaraları, Çeviren: Alev Sunata Kırım, Kitap Yayınevi, İstanbul

Münif Efendi, “Karadağ”, Mecnû‘a-i Fünûn, Birinci Sene, nr:1, Mâh-ı Muharrem, Cerîdehânede Tab‘ Olunmuşdur, İstanbul , s

Özcan, Uğur, II. Abdülhamid Dönemi Osmanlı-Karadağ İlişkileri, Türk Tarih Kurumu, Ankara

Özdem, Ali Gökçen, Karadağ’ın Osmanlı Egemenliğine Karşı Mücadelesi ( ), Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Basılmamış Doktora Tezi, Elazığ

Pasco Wassa, Esquisse Historique sur Le Montenegro D’Après Les Traditions de L’Albanie, Imprimerie du Courrier D’Orient, Constantinople

Stevenson, F. S., A History of Montenegro, Jarrold & Sons, Warwick Lane, E.C., London tarihsiz.

Temizer, Abidin, Karadağ’ın Sosyal ve Ekonomik Yapısı (), Ondokuz Mayıs Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Basılmamış Doktora Tezi, Samsun

Tuncer, Hüner, Yüzyılda Osmanlı-Avrupa İlişkileri, Ümit Yayıncılık, Ankara

Vak’a-nüvis Ahmed Lûtfî Efendi Tarihi, Yayına Hazırlayan: M. Münir Aktepe, seafoodplus.info, Türk Tarih Kurumu, Ankara

Zinkeisen, Johann Wilhelm, Osmanlı İmparatorluğu Tarihi, C.V, Çeviren: Nilüfer Epçeli, Yeditepe Yayınevi, İstanbul

Zlatar, Zdenko, Njegoš’s Montenegro. Epic Poetry, Blood Feud and Warfare in a Tribal Zone , East European Monograps, Boulder, New York

E- İnternet Kaynakları

seafoodplus.info

Dipnotlar

  1. Latincede de bu kavramlar tamamen birbirinden ayrılmıştır. Terra sadece toprak demekken, aynı kökten gelen territorium içine girilmesi izne tabi olan bölge, territory ise ülke anlamına gelir. Bakınız, Sezgi Durgun, Memalik-i Şahane’den Vatan’a, İletişim Yayınları, İstanbul , s
  2. Takvim-i Vekâyi, Def‘a: , 5 Muharrem /27 Şubat , s. ; Değerlendirme ve transkripsiyon için bakınız, Musa Çadırcı, “Tanzimat Döneminde Çıkarılan Men’-i Mürûr ve Pasaport Nizâmnâmeleri”, Belleten, seafoodplus.info, Sa, Türk Tarih Kurumu, Ankara , s
  3. B.O.A., Tanzimât-ı Hayriye Defteri, s; seafoodplus.info, nr, 15 Zilkade /9 Ağustos tarihli Meclis-i Vâlâ mazbatası.
  4. Doğumu 25 Mayıs Ölümü 13 Ağustos (Vladikalığı: –).
  5. Karadağlı piskopos idarecilere “vladika” veya “ladika” denmekteydi. yılına kadar vladikalar klan şeflerinden oluşan bir konsey tarafından seçiliyordu. Vladika seçilen kimse hem dünyevî hem de ruhânî yetkiyi temsil ediyordu. ’de Nyegoş klanına mensup Petroviç ailesinden Danilo vladikalık makamını ele geçirdi ve bu makamı soy esasına dayalı bir sisteme dönüştürdü. Ancak vladikalar din adamı oldukları için evlenemediklerinden vladikalık amcadan yeğene geçmeye başladı. Bakınız, Pasco Wassa, Esquisse Historique sur Le Montenegro D’Après Les Traditions de L’Albanie, Imprimerie du Courrier D’Orient, Constantinople , s
  6. B.O.A., HR. MKT., nr: /63, 5 Cemaziyelevvel /13 Ocak tarihli Avusturya sefaretine verilecek hülâsanın müsveddesi.
  7. Söze dayalı saldırmazlık anlaşmasına verilen addır. Kosova Salnâmesi’nde besa hakkında şunlar yer almaktadır: “Arnavutlar aralarında cârî olan besa usulüne fevkalade ri‘âyet eder ve besayı namus ile te’min olunmuş ve senetten daha i‘tibarlı bulunmuş bir söz olarak telakki eylerler. Bu hale nazaran Avrupa’da, ez-cümle Fransa’da görülen ‘parol d’honneur’ gibi namusla te’min olunan sözlerin pek yeni olmadığı belki kurun-ı ûlâ yadigârlarından bulunduğu cây-ı tereddüd olmamalıdır.”. Salnâme-i Vilâyet-i Kosova, Def’a VII, Vilâyet Matbaası, Üsküb , s
  8. B.O.A., seafoodplus.info, nr/30, tarihsiz tezkire.
  9. B.O.A., HR. MKT., nr: /78, Lef:3, 29 Cemaziyelahir /7 Mart tarihli İşbuzi Kaza Müdürü Süleyman’ın arz tezkiresi; HR. MKT., nr: /78, Lef:4, 29 Cemaziyelahir /7 Mart tarihli İşbuzi Kaza meclis mazbatası.
  10. B.O.A., HR. MKT., nr/32, 10 Zilhicce /12 Ağustos tarihli İşkodra Sancağı Meclis mazbatası.
  11. Beitullah Destani, Montenegro Political and Ethnic Boundaries , Volume , Archive Editions ,
  12. Düvel-i Muazzama veya Düvel-i Hamse olarak da geçer. Bu ülkeler İngiltere, Fransa, Rusya, Avusturya-Macaristan, Prusya’dır.
  13. Rusların Karadağ Vladikalarına tahakkümleri Danilo Petroviç Nyegoş’un ’de iktidara gelmesiyle başlamıştır. O iktidarı ele geçirdikten sonra Petersburg’a giderek Çar’a itaatini bildirmiştir. İtaati ve kayıtsız şartsız desteği karşılığında Çar’dan yüklüce bir meblağ para ve bir takım hediyeler koparmayı başarmıştır. Paralar, sözde fakir olan halka dağıtılacaktı. Fakat vladika bu desteği kendi iktidarını pekiştirmekte kullanmıştır. Ancak Ruslar temelde Karadağ’ın sıkıntıları ile uğraşmaya istekli değildi. Onların maksadı Karadağlıların bağımsızlık isteklerini istismar ederek, Osmanlı Devleti ile yapılan mücadelede özellikle savaşçı Bosna askerlerini oyalayacak bir müttefik edinmekti. Her defasında hayal kırıklığı ile dağlarına dönmelerine rağmen, Karadağlılar yıl boyunca bu görevlerini fazlasıyla yerine getirmişlerdir. Ne zaman bir Osmanlı-Rus savaşı olsa Rus saflarının en önlerinde Osmanlıya karşı savaşmışlardır. Bakınız, Münif Efendi, “Karadağ”, Mecnû‘a-i Fünûn, Birinci Sene, nr:1, Mâh-ı Muharrem, Cerîdehânede Tab‘ Olunmuşdur, İstanbul , s; Ergirili Ahmed Hilmi İbni Resul, Osmanlı-Karadağ Muhârebâtı Tarihçesi, İstanbul Üniversitesi Yazma Eserler Kütüphanesi, nr, varak:4a; Johann Wilhelm Zinkeisen, Osmanlı İmparatorluğu Tarihi, C.V, Çeviren: Nilüfer Epçeli, Yeditepe Yayınevi, İstanbul , s
  14. B.O.A. seafoodplus.info, nr: /, Lef:4, 6; seafoodplus.info, nr/, Lef:9; İ. HR., nr/, 25 Şevval /12 Ağustos tarihli İşkodra Mutasarrıfı Osman Mazhar Paşa’nın tahriratı; P. Coquelle, Histoire De Monténégro Et De La Bosnie Depuis Les Origines, Ernest Leroux, Éditeur, Paris , s
  15. B.O.A., seafoodplus.info, nr/92, 10 Şevval /28 Temmuz tarihli tezkire; seafoodplus.info, nr/48, 23 Zilkade /8 Eylül tarihli tezkire.
  16. B.O.A., seafoodplus.info, nr/22, 1 Safer /1 Ekim Sabık Bosna Valisi Mehmed Hurşid Paşa’nın tahriratı.
  17. Destani, a.g.e., s
  18. Danilo 9 Şubatta Karadağ’dan ayrılmış, 10 Mayıs’ta ise dönmüştür. Bakınız, B.O.A., seafoodplus.info, nr/40, 13 Cemaziyelahir /8 Şubat tarihli özel görevle İşkodra’da bulunan Sırrı Efendi’den gelen tahrirat.
  19. B.O.A., seafoodplus.info, nr/14, 17 Cemaziyelahir /12 Şubat tarihli İşkodra Mutasarrıfı Mustafa Tevfik’in tahriratı.
  20. B.O.A., seafoodplus.info, nr/65, 19 Ramazan /13 Mayıs tarihli İşkodra Mutasarrıfı Mustafa Tevfik’in tahriratı.
  21. B.O.A., seafoodplus.info, nr/14; Enver Ziya Karal, Osmanlı Tarihi, seafoodplus.info, Türk Tarih Kurumu, 5. Baskı Ankara , s.
  22. Berlin’de büyükelçilik yapmış ve yabancılar nezdinde büyük sempati toplamıştır. Bakınız, Murad Efendi, Türkiye Manzaraları, Çeviren: Alev Sunata Kırım, Kitap Yayınevi, İstanbul , s.
  23. Murad Efendi, a.g.e., s.
  24. Ali Suavi kalenin ele geçiriliş tarihini 23 Aralık olarak verir. Bakınız, Ali Suavi, Monténégro, Imprimerie Victor Goupy, Paris , s. 14, 20; Coquelle, a.g.e., s.
  25. askerî harekâtı ve gelişmeler hakkında ayrıntılı bilgi için bakınız, Zafer Gölen, “ Karadağ Askerî Harekâtı ve Sonuçları”, History Studies, Volume:1, , s.
  26. Uğur Özcan, II. Abdülhamid Dönemi Osmanlı-Karadağ İlişkileri, Türk Tarih Kurumu, Ankara , s.
  27. Ali Suavi, a.g.e., s; Edward Hertslet, The Map of Europe by Treaty; showing the various political and territorial changes wich have taken place since the general peace of with numerous maps and notes, Volume:II, Butterworths&Harrison, London , s. ; Francis Seymour Stevenson, A History of Montenegro, Jarrold & Sons, Warwick Lane, E.C., London tarihsiz, s. ; Karal, a.g.e., seafoodplus.info, s. Paris Konferansı’nda Karadağ hakkında ayrıntılı bilgi için bakınız, Le Monténégro, Chez Tous Les Libraires, Paris , s. ; Özcan, a.g.e., s.
  28. B.O.A., seafoodplus.info, nr/1; 77/1.
  29. B.O.A., seafoodplus.info, nr/
  30. Henri Delàrue, Le Monténégro, Benjamin Duprat, Paris , s; Hertslet, a.g.e., Volume: II, s; Benoit Brunswik, Recueil De Documents Diplomatiques Relatifs Au Monténégro Avec Une Introduction, Chez M. S. H.-H. Weiss, Libraire A Péra, Constantinople , s; Baron I. De Testa, Recueil des Traités de la Porte Ottomane, Tome: VI, Muzard, Éditeur, Place Dauphine, Paris , s. ; Ali Suavi, a.g.e., s. ; Coquelle, a.g.e., s. ; Stevenson, a.g.e., s; Karal, a.g.e., seafoodplus.info, s. 74; İsmail Hami Danişmend, İzahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi, seafoodplus.info, Türkiye Yayınevi, 2. Baskı İstanbul , s; Özcan, a.g.e., s
  31. B.O.A., seafoodplus.info, nr/99, 11 Ramazan /5 Mayıs tarihli İşkodra Mutasarrıfı Mustafa Tevfik’in tahriratı; seafoodplus.info, nr/34, 18 Ramazan /12 Mayıs tarihli Hersek Mutasarrıfı Hafız İshak Hakkı Paşa’nın tahriratı.
  32. B.O.A., seafoodplus.info, nr/93, 10 Receb /6 Mart tarihli Paris Sefiri Mehmed Cemil’den gelen tahrirat.
  33. B.O.A., seafoodplus.info, nr/33, 23 Cemaziyelahir /18 Şubat tarihli özel görevle İşkodra’da bulunan Sırrı Efendi’ye gönderilen tahrirat.
  34. Destani, a.g.e., s.
  35. B.O.A., HR. MKT., nr: /51, 8 Cemaziyelevvel /25 Aralık tarihli şukka.
  36. B.O.A., seafoodplus.info, nr: /, Lef:1, varak, 29 Cemaziyelahir /14 Şubat tarihli Meclis-i Mahsûs mazbatası; Destani, a.g.e., s.
  37. Karadağ ana bölümü Crnagora ile Brda’yı tam ortadan ikiye ayıran yoldur. Yaklaşık 36 km uzunluğundadır.
  38. B.O.A., seafoodplus.info, nr/, Lef:2, varak, 29 Cemaziyelahir /14 Şubat tarihli Kemal Efendi’ye verilecek Meclis-i Mahsûs mazbatası.
  39. Destani, a.g.e., 25, 57
  40. Destani, a.g.e., , 68,
  41. Destani, a.g.e., ; Makalenin Türkçe çevirisi için bakınız, Ali Gökçen Özdem, Karadağ’ın Osmanlı Egemenliğine Karşı Mücadelesi (), Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Basılmamış Doktora Tezi, Elazığ , s.
  42. Brunswik, a.g.e., s. ; Delàrue, a.g.e., s. ; Zdenko Zlatar, Njegoš’s Montenegro. Epic Poetry, Blood Feud and Warfare in a Tribal Zone , East European Monograps, Boulder, New York , s.
  43. Brunswik, a.g.e., s. ; Delàrue, a.g.e., s. , ; B.O.A., seafoodplus.info, nr: /, Lef: 1, varak: 2, 1 Şevval /15 Mayıs tarihli Meclis-i Mahsûs mazbatası; Zlatar, a.g.e., s.
  44. Gölen, Karadağ Askerî Harekâtı, s.
  45. B.O.A., seafoodplus.info, nr/, Lef
  46. B.O.A., seafoodplus.info, nr/, Lef
  47. B.O.A., A.M., nr/1, 21 Şevval /4 Haziran tarihli Avusturya Sefiri Refet’in tahriratı.
  48. Brunswik, Testa ve Ali Suavi manifestonun tarihini 11 Mayıs, Delàrue ve İngiliz diplomatlar 12 Mayıs olarak verirler. Bakınız, Brunswik, a.g.e., s. ; Ali Suavi, a.g.e., s. , 11; Destani, a.g.e., s. 95; Manifesto metni için bakınız, Testa, a.g.e., s. ; Destani, a.g.e., s. ; Delàrue, a.g.e., s. ; Karal, a.g.e., seafoodplus.info, s Manifestonun Türkçe tercümesi için bakınız, Özdem, a.g.t., s.
  49. Grahova Savaşı hakkında ayrıntılı bilgi için bakınız, Destani, a.g.e., s. , , , ; Zafer Gölen, “ Bosna Hersek İsyânı”, Belleten, seafoodplus.info, Sa. , Ankara , s. ; Karal, a.g.e., seafoodplus.info, s. 75; Coquelle, a.g.e., s.
  50. Bugün Çetine’nin sahil ile bağlantısı hâlâ Çetine-Budva arasındaki devlet karayolu ile sağlanmaktadır. Budva ile Çetine arası 25 km’dir. İki şehir arasında sadece Lovçen Dağı’nın da içinde bulunduğu yüksek dağ silsilesi vardır. Dağın deniz kıyısı Budva, zirvesi ise Çetine’dir.
  51. Destani, a.g.e., s. ,
  52. Özcan, a.g.e., s.
  53. B.O.A., seafoodplus.info, nr: /49, 27 Şevval /10 Haziran tarihli İşkodra Mutasarrıfı’nın arz tezkiresi.
  54. B.O.A., seafoodplus.info, nr: 82/94, 2 Zilkade /14 Haziran tarihli tezkere.
  55. Birçok seyahatname ve çalışmada Osmanlı-Karadağ sınır tespitinin Osmanlıların Grahova Savaşı’nı kaybetmesi sonucu gerçekleştiği yazılıdır. Fakat yukarıda da görüldüğü gibi bu bilginin gerçekle herhangi bir ilgisi yoktur. Bu bilginin kaynağı seyyahlar üzerindeki Karadağ propagandası ve bu kaynakları doğru kabul edip kullanan araştırmacılardır. Bakınız, W. Denton, Montenegro Its People and Their History, Daldy, Isbister & Co., London , s. ; G. Frilley, Jovan Wlahovitj, Le Monténégro Contemporain, E. Plon et Cie, Imprimeurs-Éditeurs, Paris , s. ; Stevenson, a.g.e., s.
  56. Destani, a.g.e., s. ; Özdem, a.g.t., s.
  57. B.O.A., seafoodplus.info, nr: 82/
  58. B.O.A., seafoodplus.info, nr/86, Lef: 2, 22 Zilkade /4 Temmuz tarihli Bosna teftiş memuru Ahmed Aziz Efendi’nin tahriratı.
  59. Slobodan Drobnjak-Sait Š. Šabotić, Müslimansko/Bošnjačko Stanovništvo OnogoškogNikšićkog Kraja , Almanah, Podgorica , s.
  60. Destani, a.g.e., s. ,
  61. Destani, a.g.e., s. , , , , ; Özdem, a.g.t., s.
  62. Destani, a.g.e., s. ; Drobnjak- Šabotić, a.g.e., s.
  63. Destani, a.g.e., s. , ; Drobnjak- Šabotić, a.g.e., s; Özdem, a.g.t., s.
  64. B.O.A., A. MKT. MHM., nr/42, 18 Zilhicce /30 Temmuz tarihli tezkire. Osmanlı askerleri geri çekilirken Karadağlılar Koryaniçe ve Kolaşin’e saldırmışlar Bu saldırılarda yüzlerce kişi ölmüştür. Bakınız, B.O.A., A.M., nr: 18/55, 25 Zilhicce /6 Ağustos tarihli Bosna teftiş memuru Ahmed Aziz Efendi’nin tahriratı; seafoodplus.info, nr: /86, Lef:1, 22 Zilkade /4 Temmuz tarihli Bosna teftiş memuru Ahmed Aziz Efendi’nin tahriratı; Ali Suavi, a.g.e., s. ; Gölen, Bosna Hersek İsyânı, s. Avrupa’daki Osmanlı karşıtı kara propaganda ise tüm hızıyla sürüyordu. Mesela Viyana’da yayınlanan “Fremden Blatt” gazetesinde Osmanlı genelkurmayına bağlı düzenli ve başıbozuk birliklerin Karadağ’a saldırdığı yazıyordu. Bakınız, Destani, a.g.e., s. , , , ,
  65. Drobnjak- Šabotić, a.g.e., s.
  66. Ahmed Lûtfî Efendi bu atamayı eleştirir. O eleştirisini şu cümlelerle yazıya döker: “O vakitlere kadar Karadağ, Devlet-i Aliyye me’mûrları tarafından kimesnenin gördüğü yerler olmadığı misüllü, harita-i sahihası bile elde olmadığından böyle gayet mühim bir mes’elenin hâlli bu tarafda bulunan ve Karadağ’ın yalnız ismini işidip, ma’lûmât-ı mahâlliyesi olmayan ve tedkik-i mes’ele için mahâlli ile muhâbere edilmesine tenezzül olunmayan iki me’mûra havâle-i maslahat edilmesini şâyân-ı te’essüfdür.”. Bakınız, Vak’a-nüvis Ahmed Lûtfî Efendi Tarihi, Yayına Hazırlayan: M. Münir Aktepe, seafoodplus.info, Türk Tarih Kurumu, Ankara , s.
  67. B.O.A., A. MKT. MHM., nr/18, 15 Zilhicce /27 Temmuz tarihli tezkire; Özdem, a.g.t., s.
  68. B.O.A., HR. MKT., nr: /91; Drobnjak- Šabotić, a.g.e., s. ; Harita:1; Özdem, a.g.t., s.
  69. ’te Karadağ’ı koruma gayesiyle Osmanlı Devleti ile savaşı dahi göze alan Avusturya’daki radikal politik değişimin sebebi Kırım Savaşı’dır. Avusturya Kırım Savaşı sırasında tarafsız kalmanın bedelini ağır ödemiş, ’a kadar Avrupa devletler sistemi içinde yalnızlığa itilmişti. Bu yüzden sınır çalışmaları sırasında Osmanlı tarafını desteklemiştir. Ancak onların esas sıkıntısı, Fransız ve Rus desteği ile kurulacak bir Karadağ’ın kendileri için problem olacağını düşünmeleriydi. Dolayısıyla bunu engellemek için hareket etmişlerdir. Bakınız, Hüner Tuncer, Yüzyılda Osmanlı-Avrupa İlişkileri, Ümit Yayıncılık, Ankara , s.
  70. B.O.A., HR. MKT., nr: /91, 29 Zilhicce /10 Ağustos tarihli Mirliva Hüseyin Paşa’nın tahriratı
  71. Ahmed Cevdet Paşa, Tezâkir , Yayınlayan: Cavid Baysun, Türk Tarih Kurumu, 3. Baskı Ankara , s.
  72. Ahmed Cevdet Paşa, Tezâkir , Yayınlayan: Cavid Baysun, Türk Tarih Kurumu, 3. Baskı Ankara , s.
  73. B.O.A., HR. MKT., nr: /91, 29 Zilhicce /10 Ağustos tarihli Mirliva Hüseyin Paşa’nın tahriratı.
  74. Drobnjak- Šabotić, a.g.e., s.
  75. Destani, a.g.e., s. , ; Harita: 1.
  76. B.O.A., seafoodplus.info, nr/4, 29 Muharrem /8 Eylül tarihli tezkereler.
  77. Count Alexandre Joseph Colonna-Walewski (4 May – 27 October ). Napolyon Bonapart’ın metresi Kontes Marie Walewska’dan doğan gayrimeşru oğludur.
  78. B.O.A., seafoodplus.info, nr/, 18 Muharrem /28 Ağustos tarihli Hariciye Nazırı Mehmed Fuad Paşa’nın tahriratı; Destani, a.g.e., s. ,
  79. Bakınız: Harita
  80. Destani, a.g.e., s. ,
  81. Bu harita İstanbul Komisyonu tarafından kabul edilmiştir. Bakınız: Harita
  82. B.O.A., seafoodplus.info, nr: 90/17, 3 Rebiülevvel /11 Ekim tarihli Mahmud Nedim Paşa’nın tahriratı.
  83. Ali Suavi, a.g.e., s. 29; Destani, a.g.e., s. ; Özdem, a.g.t., s.
  84. F. Lenormant, Turcs et Monténégrins, Didier & Ce , Libraires –Éditéurs, Paris , s. LXXX.
  85. B.O.A., seafoodplus.info, nr: 90/31, 27 Rebiülevvel /4 Kasım tarihli tezkire.
  86. Belge:1; Harita:2; Brunswik, a.g.e., s. ; Testa, a.g.e., Volume: VI, s. ; M. De Clercq, Recueil des Traités De La France, Tome: VII, Amyot, Éditeur Des Archives Diplomatiques, Paris , s. ; British and Foreign State Papers, Volume: L, William Ridgway, London , s. ; Hertslet, a.g.e., Volume: II, s. ; Ali Suavi, a.g.e., s. 29; E. P. Engelhard, Türkiye ve Tanzimat Devlet-i Osmaniyye’nin Tarih-i Islâhatı –, Mütercimi: Ali Reşad, Kanaat Kitabhânesi, İstanbul , ; Destani, a.g.e., s. ; Danişmend, a.g.e., s.
  87. Vasovik bölgesinde tarihine kadar bir problem yoktu. Ancak bu tarihte bölgeye giden İngiliz konsolos Nikola’nın tahrikiyle tartışma başlamıştır. Bu tarihten sonra Vasovik iki taraf arasında problemli bir hal almıştır. Bakınız, Destani, a.g.e., s.
  88. Özcan, a.g.e., s.
  89. B.O.A., HR. MKT., nr: /41; /; /
  90. B.O.A., HR. MKT., nr: /16, 2 Şaban /7 Mart tarihli seraskerliğe yazılan tezkere; HR. MKT., nr: /62; seafoodplus.info, nr: /
  91. Mesela İngiliz komiser Major Francis Edward Cox’un atanma tarihi de Marttır. Bakınız, Edward Hertslet, The Foreign Office List, Forming a Complete British Diplomatic and Consular Handbook, Harrison, London , s.
  92. B.O.A., HR. MKT., nr: /2, 25 Şaban /30 Mart tarihli Maliye Nezâreti’ne yazılan buyruldu; HR. MKT., nr: /71, 5 Şevval /8 Mayıs tarihli Maliye Nezâreti’ne yazılan buyruldu; HR. MKT., nr: /42, 3 Zilhicce /4 Temmuz tarihli Maliye Nezâreti’ne yazılan tezkere.
  93. B.O.A., HR. MKT., nr: /2, 4 Ramazan /7 Nisan tarihli Maliye Nezâreti’ne yazılan yazı.
  94. B.O.A., HR. MKT., nr: /72, 25 Şevval /28 Mayıs tarihli Maliye Nezâreti’ne gönderilen buyruldu.
  95. B.O.A., HR. MKT., nr: /43, 29 Şaban /3 Nisan tarihli bölge idarecilerine gönderilen emir.
  96. B.O.A., HR. MKT., nr: /24, 15 Ramazan /18 Nisan tarihli Hersek Ordu Komutanı İbrahim Derviş Paşa’nın tahriratı.
  97. Hertslet, The Foreign Office, s.
  98. Harita: 3.
  99. B.O.A., HR. MKT., nr: /15, 17 Muharrem /16 Ağustos tarihli Seraskerliğe gönderilen tezkere; B.O.A., HR. MKT., nr: /77, 23 Muharrem /22 Ağustos tarihli Seraskerliğe gönderilen tezkere.
  100. B.O.A., HR. MKT., nr: /70, 29 Muharrem /28 Ağustos tarihli Safvet Bey’e gönderilen tahrirat.
  101. B.O.A., HR. MKT., nr: /33, 25 Muharrem /24 Ağustos tarihli İbrahim Derviş Paşa ile İşkodra ve Hersek mutasarrıflarına gönderilen emir.
  102. B.O.A., HR. MKT., nr: /83, 12 Safer /10 Eylül tarihli Safvet Bey’in tahriratı.
  103. B.O.A., seafoodplus.info, nr: /64, 21 Ramazan /24 Nisan tarihli İşkodra mutasarrıfına gönderilen emirnâme.
  104. Anita L. P. Burdett, The Historical Boundaries Between Bosnia, Croatia, Serbia: Documents and Maps , Archive Editions, , s.
  105. B.O.A., HR. MKT., nr: / İngiliz temsilcisi de Fransız ve Rus komiserlere destek vermiştir. Ona göre Nikşiçliler tamamen haksızdır ve problem çıkarmak için bahane aramaktadırlar. Bakınız, Destani, a.g.e., s.
  106. B.O.A., seafoodplus.info, nr/4, 5 Cemaziyelahir /8 Aralık tarihli Nikola’ya yazılan cevap.
  107. B.O.A., seafoodplus.info, nr: /64; Harita
  108. B.O.A., HR. MKT., nr: /30, 15 Rebiülahir /11 Kasım tarihli İşkodra Mutasarrıfı Abdi Paşa’nın tahriratı.
  109. B.O.A., seafoodplus.info, nr: /97, 11 Cemaziyelevvel /6 Aralık tarihli Safvet Bey’in tahriratı.
  110. Abidin Temizer, Karadağ’ın Sosyal ve Ekonomik Yapısı (), Ondokuz Mayıs Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Basılmamış Doktora Tezi, Samsun , s.
  111. B.O.A., seafoodplus.info, nr: /15, 7 Şevval /10 Mayıs tarihli Serasker Paşa’ya yazılan tezkere; seafoodplus.info, nr: /77, 19 Şevval /22 Mayıs tarihli Hersek Mutasarrıfı’na yazılan tezkere.
  112. 2B.O.A., HR. MKT., nr: /
  113. B.O.A., HR. MKT., nr: /64; seafoodplus.info, nr: 90/
  114. B.O.A., HR. MKT., nr: /
  115. B.O.A., HR. MKT., nr: /61, 12 Cemaziyelevvel /7 Aralık tarihli Safvet Bey’in tahriratı; HR. MKT., nr: /
  116. B.O.A., HR. MKT., nr: /59, 12 Saban /5 Mart tarihli Hersek Teftiş Memuru Şefik ve Hersek Ordu Komutanı İbrahim Derviş Paşa’nın tahriratı.
  117. B.O.A., seafoodplus.info, nr: /97, 23 Cemaziyelahir /17 Ocak tarihli emir.
  118. Bakınız, Harita
  119. B.O.A., seafoodplus.info, nr: /
  120. Hertslet, a.g.e., Volume: II, s; Drobnjak- Šabotić, a.g.e., s. ; Harita
  121. Bakınız, Harita
  122. B.O.A., seafoodplus.info, nr: /27, 22 Zilhicce /11 Temmuz tarihli Maliye Nezâreti’ne gönderilen buyruldu.
  123. B.O.A., seafoodplus.info, nr: /35; Drobnjak- Šabotić, a.g.e., s.
  124. Vasa Efendi ’de İşkodra’da doğmuş, 29 Haziran ’de 10 yıldır vali bulunduğu Lübnan’da vefat etmiştir. Bakınız, seafoodplus.info
  125. B.O.A., seafoodplus.info, nr/8, 26 Rebiülahir /11 Kasım tarihli İşkodra Mutasarrıfı’na gönderilen emir.
  126. Adı geçen antlaşmalar hakkında ayrıntılı bilgi için bakınız, Zafer Gölen, “ Karadağ Askerî Harekâtı ve Sonuçları”, Belleten, seafoodplus.info, Sa, Ankara , s. ; Archives Diplomatiques , Recueil de Diplomatie D’Histoire, Tome:I, 7. Année, Librairie Diplomatique D’Amyot, Éditeur, Paris, s. ; Edward Hertslet, The Map of Europe by Treaty; showing the various political and territorial changes wich have taken place since the general peace of with numerous maps and notes, Volume: III, Butterworths&Harrison, London , s. ,
  127. B.O.A., seafoodplus.info, nr: /14, Talimatnâme.
  128. B.O.A., seafoodplus.info, nr: /94, 24 Rebiülevvel /10 Ekim tarihli İşkodra Mutasarrıfı Abdi Paşa’nın tahriratı.
  129. B.O.A., seafoodplus.info, nr: /14, 14 Rebiülevvel /30 Ekim tarihli İşkodra Mutasarrıfı Abdi Paşa’nın tahriratı.
  130. B.O.A., seafoodplus.info, nr: /36, 25 Şaban /8 Mart tarihli İşkodra Mutasarrıfı’na gönderilen emri.
  131. B.O.A., seafoodplus.info, nr: 94/80, 29 Muharrem /6 Ağustos tarihli tezkere.
  132. Živko M. Andrijašević-Šerbo Rastoder, The History of Montenegro, Montenegro Diaspora Centre, Podgorica , s. ; Drobnjak- Šabotić, a.g.e., s.
  133. Almanach de Gotha. Annuaire Diplomatique et Statistique Pour L’année , Justus Perthes, Gotha, s.
  134. Almanach de Gotha. Annuaire Diplomatique et Statistique Pour L’année , Justus Perthes, Gotha, s.
  135. Bakınız, Harita: 6.
  136. B.O.A., HR. MKT., nr: /46, 16 Ağustos tarihli Nikola’nın mektubu; HR. MKT., nr: /94, 24 Eylül/6 Ekim tarihli İşkodra Mutasarrıfı Abdi Paşa’ya gönderilen mektup.
  137. Bakınız, Harita: 5.
  138. Almanach de Gotha. Annuaire Diplomatique et Statistique Pour L’année , Justus Perthes, Gotha, s.
Osmanlı Mimarisinin Şaheserler Yurdu Prizren Raif Vırmi&#;a Osmanlı’nın Bosnası Friedrich-Karl Kıenit T&#;rk’&#;n B&#;y&#;k &#;ilesi Yavuz B&#;lent B&#;kiler Batı Trakya'da Mahzun T&#;rk Yurdu: İske&#;e İrfan &#;zfatura Rumeli’nde İdealist Bir T&#;rk Muallim: Abd&#;lhakim Hikmet Prof. Dr. Hamdi Hasan T&#;RK YURDU BALKANLAR Prof. Dr. Osman Kemal Kayra Balkanların M&#;kus Talihi: G&#;&#; H. Yıldırım Ağanoğlu Balkan Savaşı’nda Son Şanlı Savunma Hattı: &#;atalca Stephan Lauzan Balkanlardaki Anadolu: Kır&#;ova İrfan &#;zfatura Balkan Savaşından Hazin Bir Hatıra Y&#;zbaşı Selahattin Tuna Vilayeti Rahim Er T&#;rk'e Hasret Topraklar M. Ozan Semerci Osmanlının Dobrucası Nuredin İbram Osmanlı İdaresindeki Başarının Manevi Sebepleri Zekeriya Yıldız Osmanlılar Bosna’yı Nasıl Fethetti? Zekeriya Yıldız Suyun &#;te Yanı Meryem Aybike Sinan Azmin Zaferi: Kanije Yavuz Bahadıroğlu Macaristan’da T&#;rk İzleri Altan Araslı Rumeli Hasreti Hafız Hakkı Paşa Batı Trakya Nasıl Elden &#;ıktı? Prof. Dr. Ekrem Buğra Ekinci Rumeli'deki Osmanlı G&#;zileri: Evl&#;dı F&#;tih&#;n Prof. Dr. Ekrem Buğra Ekinci Balkanlar'ın &#;&#; Alaca Camii Rahim Er &#;sk&#;p Diyarbakır Hattı Rahim Er Dimetoka'dan Yanya'ya Taha Kılın&#; Fatih'in Mirası: Bosna Hersek Prof. Dr. Ahmet Şimşirgil T&#;rk Akıncıları Avrupa İ&#;lerinde Yılmaz &#;ztuna Eski Vatan İbrahima Tenekeci Arnavut sadrazamlarımız Arnavut vatandaşlarımız Yavuz B&#;lent B&#;kiler Bosna’ya Peyzaj Seyretmek, Fotoğraf &#;ektirmek İ&#;in Gidilmez Ahmet Doğan İlbey Balkanlar Kuşatma Altında Prof. Dr. Ebubekir Sofuoğlu Taştan Dantel:"Po&#;itel" İrfan &#;zfatura Balkan Harbi'nde İsimsiz Bir Kahraman: Kırcaalili Murat Ağa Fuat Balkan Ge&#;en Asrın Sonunda Bosna’da Neler Oldu? Prof. Dr. M. Şerefettin Canda Plevne Kahramanı Gazi Osman Paşa'nın Esareti Mahmud Talat Bey Unuttuğumuz Osmanlı Diyarı: Karadağ İrfan &#;zfatura &#;ıkayım Gideyim Urumeli’ne Prof. Dr. Haluk Dursun Balkanlardan G&#;&#;leri Nedim İpek Rumelili Dostlarımızı Tanıyalım Ayhan Demir Rumeli’de Rus Mezalimi ve “Harmanlı Katliamı” Nedim İpek Yahya Kemal’in Kaleminden “Tarih&#;e-i Vak’a-i Zağra” Yahya Kemal Beyatlı Elveda Balkanlar İsmail Bilgin Bir Tabiat Ve Tarih Harikası: Mostar Zekeriya Yılmaz Unuttuğumuz Mora T&#;rkleri Do&#;. Dr. Ali Fuat &#;ren&#; Y&#;cel Şehitleri Unutulmamalı Ayhan Demir Kosova’da T&#;rk K&#;lt&#;r&#; seafoodplus.info Ahmet Haluk Dursun T&#;rk &#;ınarının Balkanlar’daki Yaprağı: Pomaklar Hakkı Din&#;

Ş

u zümrüt ormanların örttüğü, berrak derelerin serinlettiği toprak parçasında kendine göre bir hayat tarzı kuran, bir kültür oluşturan bu insanlar, kimdi?Osmanlı’dan bir – bir buçuk asır önce buralara gelip yerleşmiş olan bu insanların geçmişine bir göz atalım:

Tarihçilere göre bunlar, Kıpçak (Kuman) Türkleridir. Kıpçak adı Oğuz Destanı’nda geçen “kapçak” tan gelmektedir. “Kapçak” “ağaç kabuğu” anlamındadır. Kıpçaklar, Batı Göktürklerin bir koludur. Asıl yurtları Orta Asya’daki Balkaş ile İrtiş arasındaki bölgeydi. Siyasi ve iktisadi sebeplerle batıya geç ettiler. Karadeniz’in kuzeyinde, geniş bir bölgeye hakim oldular. – yılları arasında hüküm süren Kıpçak Hanlığı’nı kurdular.

Sert mizaçlı, ciddi insanlardı. Ruslarla savaşarak Tuna ağzına kadar yayıldılar. Rusların Karadeniz kısına inmelerine mani oldular, soğuk Sibirya topraklarına adeta seafoodplus.infoan’a girdiler. Rus, Bizans ve Gürcistan topraklarına akınlar yaparlardı. Büyük Selçuklu ve Harzemşahlar ile münasebet kurmuşlardı.
 Kıpçak çocukları on üçüncü yüzyılda Mısır’a getirilip askeri kışlalarda yetiştirilerek Eyyübi ordusunda vazife aldılar. Ordu kumandanlığına kadar yükselenler oldu.Kıpçakların hakimiyetine, doğudan gelen Moğollar yılında son seafoodplus.infoniz kıyıları, Macaristan ve Romanya’da yaşayan Kıpçakların dili Türkçe’dir. Kıpçak Türkçesi (Lehçesi) ile konuşurlardı. Kıpçakça çok yaygın bir dildi. Romen devletinin kurucusunun adı olan “Basar-aba” Kıpçakça’dan kalmadır.

İtalyan ve Alman misyonerlerin hazırladığı Codeş Cumanicus, Kıpçakça sözlük ve dilbilgisi kitabıdır. İçinde ilahiler de vardır. Kıpçak Türkçesinin çok kıymetli bir eseridir. Bu sözlük Venedik’te Saint Marcus Kütüphanesi’nde bulunmaktadır.Kıpçak, on birinci yüzyılda Müslüman olmuşlardı. Müslüman olmadan önce eski Türk inanışı olan Şamanizm’e inanıyorlardı. Şamanist idiler.

Kıpçaklar, aslında büyük bir Türk koludur. Tatarların bir kısmı, Kazaklar, Nogayar, Kırgızlar ve Özbekler, Kıpçak halkları olarak kabul edilmektedir. Özbekistan’ın doğusunda yer alan Fergana Vadisi’nde yaşayanlar, halen kendilerine “renkli, sarışın” anlamında “Kuman” demişlerdir.

Moğal baskısı ile hakimiyetini ve eski gücünü kaybeden Kumanlardan bir kol, Balkanlar’a, Rodop Dağları’nın güneyine gelip, orasını vatan seafoodplus.info konu ettiğimiz Drama civarındaki Leştan ve etrafındaki köylülerin Osmanlı’dan önceki hayat hikayesi kısaca böyledir. 

Orhan Bey zamanında Rumeli’ye ayak basan Osmanlı Devlet’inin, artık asırlar sürecek olan batı maratonu başlamış oldu. Aslında bütün Türk tarihinin özeti iki kelime ile ifade edilebilir:

I. Murat Han, Gazi Evrenos bey’i Gümülcine ve ona bağlı yerlerin zaptı için görevlendirdi. Gazi Evrenos Bey, buyruğu yerine getirdi. yılında Gümülcine ve Vardar’ı zaptetti. 

Osmanlı askeri, Balkanlar’da yayıldıkça eskiden beri orada yaşayan Türklerle (Kumanlarla) karşılaştılar. Bu buluşma, kurumuş toprak ile yağmurun kavuşup kaynaşması gibi teklifsiz, kendiliğinden ve bir o kadar da bereketli oldu. Oradaki Türkler, sanki yeniden can buldu. Bir sinerji oluştu.

Osmanlı ordusuna hiçbir yardımı esirgemeyen Müslüman Kuman Türkleri, daha sonraki yıllarda Türkiye’den buralara gelip iskân edilen Yörük Türklerine de çok yardımcı oldular.

Kumanlar, gerek Osmanlı askerine ve gerekse Yörüklere devamlı yardım ettikleri için Bulgarlar ve Sırplar bunlara “yardımcı” lakabını taktılar. Sırpça’da “pomaga” “yardımcı” demektir. “Pomaga” zamanla “Pomak” şeklinde söylendi.  Böylece, o bölgedeki Kuman Türklerinin adı “Pomak” oldu. 

Pomaklar, beş yüz elli yıldan çok süren Osmanlı döneminde, her hal ve durumda Osmanlı’ya sadıkane hizmet etmişlerdir. 
Rodos'da Namaz Prof. Dr.A. Hal&#;k Dursun Teknemiz tarihi limanından içeri girip demir atınca gözlerimle Rodos’un camilerini aradım, minarelerini bulmaya çalıştım. Ama hayret, Rodos’ta benim bildiğim çok cami olmasına  rağmen, şehrin siluetinde minare göze çarpmıyordu. Karaya çıkıp, öğle namazı vakti minaresiz bir caminin avlusuna girdim. Avluda turist  oldukları kıyafetlerinden belli olan insanlar dolaşıyor, resimler çekiyorlardı. Camiin açık  kapısı önünde bir adam oturmuş, gelenleri karşılıyordu. Ben de adama, yöneldim ve doğrudan,
-  ‘‘Selamün aleykum’’ dedim. Adam, hararetle selamımı aldı ve hemen arkasından  sordu:
- ‘‘Nerelisiniz?’’ İstanbul’dan geldiğimi duyar duymaz yüzündeki ifade yumuşadı ve kendini tanıttı: 
- ‘‘Ben de bu camiin imamıyım ve Gümülcineliyim.’’ Camiin ibadete açık ve cemaatin olup olmadığını, ezan okunup okunmadığını sordum. 
- ‘‘Cami, turistlerin ziyaretine  serbest, müezzin de ben de burada bekliyorum. Namaz kılacak cemaat bulursak, kılıyoruz.’’  dedi. 
Öğle namazı vaktinin geldiğini, büğün ne olacağını sorduğumda aslında sadece cuma namazlarını cemaatle kıldıklarını; ama bazen Türkiye’den ve Müslüman ülkelerden ziyarete  gelen türistlerin isteği olursa cemaatle vakit namazı da kılabileceklerini söyledi. Biz  konuşurken yeni abdest almış olduğu anlaşılan çok yaşlı bir kişi de yanımıza yaklaştı. O da  müezzin efendiymiş. Evet, artık imam, müezzin ve ben üç kişi olmuştuk. İstersek bir küçük  cemaat yapabilirdik. Bu teklifimi onlara aktardım. 
Müezzin efendi, 
- ‘‘Şimdi bir Arap geldi  abdest alıyor, belki o da kılmak ister.’’ dedi. O Arap kardeşimizi de bekledik. Sonra ben  müezzin efendiye çekinerek, 
- ‘‘Eğer mahzuru yoksa ezanı dışarıda yüksek sesle okuyup okuyamayacağını’’ sordum. Yüzüme bakıp, 
- ‘‘Müezzinin vazifesi ezan okumak, hazır cemaat  de bulduktan sonra okumaz mıyım?’’ dedi. Sonra da yaşından beklenmeyecek kadar gür bir  sesle ‘‘Ezan-ı Muhammedi’’yi Rodos semalarında yankılattı. 
Tüylerimiz diken diken olmuştu. Turistler şaşkınlıkla bizi izliyorlardı. Gümülcineli Türk bir  imam, Rodos’un yerlisi bir müezzin, İstanbul’dan gelme bir cemaat ve onlarla beraber bir  Arap. Hep birlikte namaza durduk. Arkamızdan flaşlar patlıyor, turistler geri planda bizi seyrediyordu. İmam efendi namazdan sonra uzunca bir süre Kur’an- ı Kerim okudu ve  sonunda Türkçe bir dua yaptı. Birbirimizi tebrik ederken, Arap kardeşimize,
- ‘‘Sen  nereliydin?’’ diye sorduk. 
- ‘‘Dimyatlıyım. Dimyat’ı bilir misiniz?’’ dedi. Aman Allah’ım,  Dimyat’ı bilmez miyiz?.. Hem de Rodos’ta, Dimyat’ı bilmez miyiz?..
Osmanlı, Rodos’a sefer yapacağı zaman donanmanın bir kısmı Mısır’ın Dimyat Limanı’ndan, diğer kısmı da İstanbul’dan sefere çıkardı. Aman ya Rabb’im şu işe bak! Aradan yüzlerce yıl geçmiş, şimdi Rodos Camii’nde iki Müslüman cemaat olmuş. Biri Dimyatlı biri de İstanbullu
Ben ki, Kızıldeniz’den Adriyatik’e kadar Osmanlı coğrafyasını dolaşmış ecdad yadigarı nice  mabedde namaz kılmışım. Hatta sadece camide değil, Tuna kıyısında, Estergon Kal’asının  burcunda bile namaza durmuşum. Fakat şu Rodos’taki namaz var ya, Rodos’taki cemaatin  havası var ya bir tarihçi olarak bana neler yaşattı; beni nerelerden nerelere götürdü Balkan Harbinde Bulgarların T&#;rkleri Hıristiyanlaştırma Politikası Prof. Dr. Justin McCarthy Balkan savaşları boyunca Bulgarlar, zapt ettikleri bölgelerin halklarını zorla Bulgar Ortodoks Kilisesine bağlamak politikası güttüler. Müslümanlar için din değiştirmek çok daha zordu. Bir Türk Müslümanı dinini değiştirmekle atalarını reddetmiş oluyor, âdetlerinin birçoğundan vazgeçiyor, eski diniyle birlikte etnik kimliğini ve ailesini de inkâr etmiş oluyordu. Vaftiz edilmek, inançlı bir Müslümanın nazarında, sonsuza dek lanetlenmek demekti.  Bu sebeple Müslümanların din değiştirmesi tamamen zora dayanıyordu. Yahudi ve Müslümanların yüzyılda İspanya'da başlarından geçtiği gibi, Balkan Müslümanları da zorla din değiştirmek ihtimalinden kurtulmak için ellerinden geleni yaptılar. Elbette en çok başvurdukları çare kaçmaktı, fakat Bulgar birliklerinin gerisine düşmüş olanlar, dinini değiştirmekle ölüm arasında seçim yapmaya zorlanıyorlardı. Bulgarlar birçok Türk'ü dinini değiştirmeye zorladılar. Mesela Eski Kavala'nın bazı yörelerindeki zorla din değiştirtmek gayretleri, Türklerin kitle halinde Kavala şehrine göçmesine sebep oldu. Osmaniye'de ise sadece dinini değiştiren Türkler ölümden kurtuldular. Bulgarların dinini değiştirmeye özel gayret gösterdiği topluluk ise Rodop Dağlarında yaşayan Pomaklar oldu. Pomaklar yüzlerce yıl önce İslamiyet'i kabul etmiş, Slav dili konuşan Müslümanlardı. Fakat Bulgar komşularıyla ortak olan âdetlerinin çoğunu muhafaza etmişlerdi. Onları, Bulgar kimliğinden ayıran sadece İslamiyet olduğuna göre, din değişimine zorlanmak için adaydılar. Pomak halkını Hristiyanlığı kucaklamaya teşvik etmek için" Pomak köylerine silahlı asker ve komitacılar eşliğinde Bulgar Ortodoks papazları yollandı. İşte din değiştirtmek için kullanılan yöntemlerden birisi: Maléche yaylasındaki Pechtchévo'da özel bir komite kuruldu. Bu komitenin başkanlığına Bulgar kaymakam yardımcısı Chatoyev getirildi. Üyeleri arasında Bulgar okulların müdürü John İngilisov ve kaymakam yardımcısının kardeşi olan Papaz Chatoyev bulunuyordu. Bu komite, Maléche'nin bütün Müslümanlarına Hristiyanlığı kabul ettirmekle görevlendirildi. Eski mavzerler ve sopalarla silahlandırılan yerli halktan köylü, bu komitenin emriyle, komşu köylerdeki Türklere saldırıp onları zorla Verovo'daki kiliseye tıktılar. Bu insanların hepsi, hapsedildikleri kilisede vaftiz edildiler. İşte bir başka örnek: Müslümanlar gruplara ayrıldılar. Bu grupların her birine, genellikle Bulgar tarihinde veya kilisesinde önem arz eden değişik isimler, vaftiz isimleri olarak tahsis edildi. Sonra bir piskopos yardımcısı {exarchist} bu grupların birinden diğerine dolaşarak, eşi emsali görülmemiş biçimde Hıristiyanlığın temel ilkelerini henüz öğrenmekte olan öğrencilerini birer birer önüne çekerek, bir eliyle alınlarına kutsal sudan serpip onları diğer eliyle ağızlarına soktuğu sosisi ısırmaya zorladı. Kutsal su vaftiz olunduğunu işaret ediyordu, sosis ise bu insanların Müslümanlığı inkâr ettiğini; çünkü Kur'an domuz eti yemeyi yasaklar. Din değiştirme töreni, ellerine tutuşturulan bir belgeyle son buluyordu. Fiyatı Frank arasında değişen bu belge, İsa'nın vaftiz oluşunun resmi ile süslenmişti. Bugün Trakya'dan gelen bir arkadaşım bana, Makedonya'da gördüklerimin aynısının orada da yapıldığını söyledi ve yanında getirdiği iki adet vaftiz belgesini gösterdi. Arkadaşım bana, dini değiştirilen erkeklerin fes takmayı bırakmaya ve kadınların da sokakta yüzü açık olarak dolaşmaya zorlandığını da ilave etti.[1] Pomaklar ve Türklerin kendi dinlerine bağlılığı devam ettiğine göre, bu zoraki din değiştirmelerin uzun vadede başarılı olduğu söylenemez.
[1] Times gazetesinin Atina muhabirinin, 21 Ağustos tarihli mesajı (Carnegie, s ve ’da yayınlanmıştır).  Osmanlılar Balkanlardan &#;ekilirken… Jerome ve Jean Tharaud Fransız gazeteci Jerome ve Jean Tharaud kardeşler, Balkan Savaşı sırasında, Aynaros Manastırlık Cumhuruyeti’nin başkenti Karyes’de idiler. Yunan ordusu bölgeye geliyor, Osmanlılar ise burayı terk ediyordu. Fransız gazeteciler burada yaşayan ortadoks Hristiyan ihtiyarları ve Osmanlı kaymakamından duyduklarını şöyle dile getiriyor:

“Bu akşam ihtiyarlar korosunu ateşli bir sabırsızlık sarmış. Yunan ordusu Selanik’e girdi! Donanma yakınlarda bir yerde! Yoksa gelirken Kunduriotis’in gemilerini mi gördüm? Yakında Aynaroz’a varacaklar mı? Esir dağ bugün mü yoksa yarın mı kurtarılacak? Birkaç gün içinde, birkaç saat içinde, beş yüz yıllık Türk egemenliği korkunç bir kabustan ibaret kalacak. ‘Beş asır!’ diye bağırıyor. Dini Meclis’in başkanı ve o esnada beni daha iyi ikna etmek için büyük değneğiyle yere vururken yüzü soluk pembe bir parıltıyla aydınlanıyor.

‘– Beş asırdır acı çekiyoruz! Bu kutsal toprağın, Juda ile beraber dünyanın en kutsal toprağının bir Osmanlı memurunun idaresi altında olmasının ayıbını taşıdığı beş asır! Bu Kutsal Dağ’ın Muhammed’e  haraç ödediği beş asır!.. Ama Bakire Meryem bizi korudu. İmtihan olma vaktimiz sona erdi. İslam’ın hakimiyeti bitti. Hristos Kazandı! Böyle olması gerekiyordu beyler! Ve onun gücüne bakın: Beş yüz yıl süren köleliği silmeye bir saat yetti!’

Bu düşünceyle ihtiyar keşişin yüzü bir tür vecd ile aydınlanıyor. Divanda oturan diğer yaşlılar, tasdik etmek için başlıklarını sallıyorlar ve gözlerinde parıldayan ümit ışığı bütün o yüzlere bir sarhoşluk ifadesi ve ağarmış sakallara hafif bir ahiret mutluluğu veriyor.

Hür olacaklar, bundan sonra daima azat edilmiş olacaklar! Peki ama kimden, Tanrım! Kutsal Dağ’daki varlığının bile hakaret addedildiği ve benim gidip konseyin çıkışında göreceğim meşhur Osmanlı yöneticisinden!

Ve ben, geçen gün Dulcigno kumsalında müezzinin okuduğu ezanı dinlediğim gibi burada bu kaymakamı ve daha sıradan ama onun da kendince bir asaleti olan şikayetini dinliyorum…”

Konuşmasının anlamı aşağı yukarı şöyle:

“Bakın bana. Yeteri kadar sefil miyim! Sultan’ın hâkimiyeti bu yörelerde sadece benim gibi zavallı sefiller tarafından temsil edildi! Etrafınıza bir göz atın; şu binlerce dindarı görün; manastırlarını ziyaret edin, onları bizzat kendiniz sorgulayın. Gerçekten şikayet edecekleri ne var ki? Onların kurallarına dokunduk mu, topraklarına el koyduk mu, haç çıkarmalarını yasakladık mı? Yüzyıllardır sürüp giden anayasalarında herhangi bir değişiklik yaptık mı?.. 

Batı’da hep söylenir. Türkler çok aşırı fanatiklerdir diye! İyi de hangi halk, sorarım size, hangi fatih burada yaşayan zavallı insanlara daha çok insanlık, hoşgörü ve dini müsamaha gösterdi? Bizim hukukumuz altında, Bizans imparatorlarının hukuku altındaki kadar hür, hatta daha da hür yaşadılar. Daha uzağa gitmeyelim, bizim egemenliğimiz altındayken, sizin Fransa’daki keşişlerinize, Avusturya’daki Katolik keşişlere ve şu çok Hristiyan İspanya’nın keşişlerine verdiğiniz sıkıntıdan yüz kez daha az sıkıntı çektiler… Haydi oradan mösyö! Onlar bizi arayacaklar. Yunan, Rus, Sırıp, Romen, Bulgar bütün bu keşişler birbirlerinden ölümüne nefret ediyorlar. Onları birleştiren yegane bağ, islam’a duydukları nefrettir. Biz buradan gittikten sora, birbirlerini yiyecekler. Ve bu bizim intikamımız ve haklılığımızın teyidi olacaktır, şayet buna ihtiyaç duysaydık…”

Kaymakam işte böyle söylüyor. Ve acaba haklı mı? Ama sözleri o kadar boşuna ki! O konuşuyor, ama donanma da yaklaşıyor. Mesele bu, inkar etmek mümkün değil. Ve günün birinde bugün olanın olması gerekmiyor muydu? Ne cevap vereceğimi bilemiyorum. Ona, İslam’ın bu evladına, artık kabullenmek zorundasınız demek bana mı düşüyor? O ise bunu benden daha iyi biliyor. Giderken, eliyle yerden bir avuç toz alarak kalbinin üstüne götürmek tarzındaki hoş selamını veriyor.

– Elveda mösyü, gezintinizin sonunda tekrar Karyes’ten geçerken beni artık göremeyeceksiniz.

Altında bütün bir alemin sona erişinin titreşimleri duyulan bu son derece sade sözler şüphesiz insanoğlunun bu en zarif veda hareketi, yüreğimin derinine işliyor. Ve birden bu zavallı memur, mağlub olmuş, güçsüz ve boyun eğilmiş asil Türkiye’nin bir hayali gibi görünüyor gözüme…

Ondan ayrılıyorum; O bu mavi odada daha kaç sigara içecek Yukarıda beş asırdır dalgalanan İslam’ın bayrağı daha kaç saniye akşam rüzgarında titreyecek?
Rumeli'de İlk T&#;rk Cumhuriyeti Ayhan Demir OBatı Trakya’nın yiğit evlatları, Karadağ, Bulgaristan, Sırbistan ve Yunanistan’ın hep birlikte Osmanlı Devleti’ne kefen biçtikleri, yılları arasında dört Türk Hükûmeti kurdular.  Bu hükûmetlerin ilki, Rodop Türkleri Hükûmetiidi. ’de Çirmen Kasabası’nda kurulan bu hükûmet, 20 Nisan ’ya kadar yaşayabildi.  İkinci hükûmet, Batı Trakya Geçici Hükûmeti’nin (Garbî Trakya Hükûmet-i Muvakkatesi)idi. 31 Ağustos ’te kurulan bu hükûmetin ömrü, sadece 55 gün oldu. Fakat çok önemli işlere imza attı. 15 Ekim ’da Fransız himayesinde kurulan Batı Trakya Hükûmeti ise 23 Mayıs ’ye kadar devam etmişti. Yunanlıların idareyi ele almasından sonra Hemetli Köyü’nde kurulan dördüncü hükûmet dekısa ömürlü oldu. Fakat bu hükûmette Harbiye Vekili olarak görev alan Yüzbaşı Fuat Balkan, Yunanlıların başına olmadık işler açmıştı. Fuat Balkan’ın başarılı işlerini bir başka yazıya bırakıp, Batı Trakya Türk Cumhuriyeti’ne geri dönelim.   Osmanlı’nın Balkanlar’dan çekilmesi, diğer yerel Müslüman unsurlar gibi, Batı Trakya’daki ahaliyi de sahipsiz ve savunmasız bıraktı. Yunan ve Bulgar çeteleri, meydana gelen boşluğu yağma ve katliamlar eşliğinde, ‘fırsata’ dönüştürme gayretine girdiler. Bulgarlar, Birinci Balkan Harbi’nde, her ne kadar Çatalca önlerine kadar gelseler de, sonrasında işin şekli değişti. İkinci Balkan Harbi’nde, Balkan devletlerinin menfaat çatışmaları, Osmanlı birliklerine nefes aldırdı.  Edirne, Kırklareli ve Meriç Nehri’ne kadar olan topraklar, 23 Temmuz ’de geri alındı. Fakat Meriç’in batı yakasında kalan ve yüzde ’ı Batı Trakya Türk’ü olan nüfusun durumu düşündürücüydü.  Yapılacak tek şey, bölgenin yönetimini yeniden ele almaktı.  Yeni hükûmetin temelleri, Koşukavak (16 Ağustos), Mestanlı (18 Ağustos) ve Kırcaali’nin (19 Ağustos) geri alınıp, yerel hükûmetler kurulmasıyla atıldı. Gümülcine de (31 Ağustos) geri alınınca, Batı Trakya Geçici Hükûmeti (Garbî Trakya Hükûmet-i Muvakkatesi)hayata geçirildi. Başkenti Gümülcine Başkenti Gümülcine olan Batı Trakya Türk Cumhuriyeti Cumhurbaşkanlığı’na Hoca Salih Efendi ve Genelkurmay Başkanlığı’na Piyade Kurmay Binbaşı Süleyman Askeri getirildi. Yönetimde, 9 kişi daha yer alıyordu. Fakat asıl yetkili, Süleyman Askeri’de idi.  25 Eylül ’de tam bağımsızlığını ilan eden Batı Trakya Bağımsız Hükûmeti (Garbî Trakya Hükûmet-i Müstakilesi), Güneybatı Kafkas (Kars) Cumhuriyeti’nden 5 yıl ve Türkiye Cumhuriyeti’nden 10 yıl önce olmak üzere, tarihteki ilk ‘Türk Cumhuriyeti’ unvanına da sahip oldu.  Gelişmeleri yakından takip eden Atina yönetimi, Osmanlı’nın Bulgaristan ile yakınlaşmasını engellemek adına, 2 Ekim ’de Batı Trakya Türk Cumhuriyeti’ni tanıdı ve Dedeağaç’ı geri verdi.  Sofya yönetimi de, Batı Trakya Türk Cumhuriyeti’ni hızla tanıyarak Yunanistan’a cevap verdi. Ayrıca Sırbistan, Karadağ, Avusturya-Macaristan, Arnavutluk ve İtalya da bu hükûmeti tanıdı. Fakat Osmanlı Devleti, Batı Trakya Türk Cumhuriyeti’ni tanımadı. Hükûmet, ilk iş olarak devletin sınırlarını belirledi: Doğuda Meriç, Batıda Makedonya, Kuzeyde Bulgaristan ve Güneyde Ege Denizi olmak üzere bütün Batı Trakya… Böylece, bugün Yunanistan ile Bulgaristan sınırlarında kalan, Kırcaali, Ortaköy, Mestanlı, Gümülcine, İskeçe, Dedeağaç, Koşukavak ve Mestanlı yeniden Türk toprağı oldu. Bütün resmi binalara, yeşil-beyaz-siyah zemin üzerine hilal ve üç yıldızlı bayrak çekilmişti. Süleyman Askeri’nin kaleme aldığı bir milli marş da vardı: “Şanlı şehitlerin sarılmış kurtuluş bayrağına / Bu ne ulvi şereftir gömülmek ecdad toprağına / Yurtta hürriyetin, istiklalin rüzgarı esiyor / Kahraman mücahitler şu pis esareti deviriyor.” Devletin, 6 bini Osmanlı neferi olmak üzere, 30 bin askeri vardı. İstanbul’dan, 3 bin tüfek ve sandık mermi de getirilmişti.  Ekim ayında devlet bütçesi hazırlandı, gümrük kapıları kuruldu, pasaport uygulamasına geçildi. Bağımsızlık nişanesi olarak basılan Cumhuriyet pulları sonrasında, Yunan ve Bulgar posta pulları tedavülden kaldırıldı. Ne var ki, bütün bunlar devletin devamlılığını sağlayamadı. Osmanlı Devleti ile Bulgaristan arasında imzalanan İstanbul Anlaşması (29 Eylül ), ilk Türk Cumhuriyeti’nin idam fermanı oldu. Batı Trakya Türk Cumhuriyeti, Edirne’nin Osmanlı’da kalması karşılında, 25 Ekim’de feshedildi. Müslüman Türk kuvvetleri, gözleri yaşlı, geri çekildiler. Sonrası, hepimizin malumu   Bütün bunları neden anlattık?..  “Atalarımızın destanları, bebek uyutmak için değil, adam uyandırmak içindir!”  Balkanlar’da Sırp Zulm&#; Aziz &#;stel Bize karşı uygulanan toplu katliamlar o kadar çoktur ki… Yıl ’tür. Başkaldıran Sırplar, Kara Yorgi diye birini reis seçer. Kara Yorgi’de Sırp Millet Meclisi (Skupçina) toplar. Meclis Kara Yorgi’ye, Sırp bağımsızlığını sağlayıncaya değin Osmanlıyla savaş yetkisi verir. Kara Yorgi, aslında bildiğiniz yol kesen, adam kaçırıp fidye isteyen, gözüne kestirdiği genç kızların ırzına geçen, Avusturya ordusunda da bir dönem askerlik yapmış bir eşkiyadır. Yeniçerilere karşı vur-kaç yöntemleri uygular, “Padişahın sadık bir kulu olduğunu” ilan ederek bir ara, yeniçeri dayılarından yaka silken Müslüman milletinin bile desteğini sağlar. Kara Yorgi ve tayfasının asıl marifeti Rus’un Eflak ve Boğdan’a girmesiyle başlar. Drimna’yı geçen Sırp eşkiya, Yadar, Rodiyavana derken Kuzey Bosna’daki Böğürtlen Kalesinde bulunan Müslümanların topunu hunharca öldürür,çoğunu kazığa oturtur. Bunların arasında kadınlar yaşlılar ve çocuklar da vardır. Bu sırada Karadağ ve Sırbistan’da yaşayan çok sayıda Müslüman Bosna’ya sığınır. İlk başlarda Kara Yorgi’yi dost sanan Müslümanlar, gaddarlığı görünce Bosna’da örgütlenip direnişe geçer. Travnik’te toplanarak Vali Mehmet Hüsrev Paşa’ya, Bosna’yı ve dinlerini sonuna kadar savunacakları konusunda yemin ederler. Bu yemine de bağlı kalırlar ama binlerce Müslüman öldürülmüş, binlercesi de topraklarından sökülüp göçe zorlanmıştır Yunan mezalimine hiç girmiyorum sadece ünlü tarihçi W. Allison Phillips’in şu sözleri bile yeterlidir Yunan’ın Türk ve Müslümanlara uyguladığı katliamı anlatmak için: “Yunanistan’da Türk ve Müslümanları telef edilmesi savaş zamanının  olağan telefatı değildir. Müslüman Türklerin hepsi, kadınlarla çocuklar dahil, Yunan çetelerince dağa kaldırılıp öldürülüyordu. Sadece güzel genç kızlarla, parlak oğlanlar köleleştiriliyordu.” Onun için ikide bir kalkıp “Yahu biz de az çektirmedik onlaraOsmanlı dediğin habire zulmetmiş, talana soyunmuş Başka ne yapmış ki!” cehaletini ve yobazlığını bir yana bırakın da Tahmiscizade Mehmed Macit’in “Girit Hatıraları” adlı kitabından şu satırı okuyun önce: “Türklere ait koyun sürülerinin yayıldığı yeşil otlakların arasında neşeyle akıp giden derelerin fısıltılarında, acımasız Girit palikaryalılarının öldürdüğü, diri diri yaktığı Türk kızlarının, beşikteki yavruların yürekleri dağlayan iniltileri bugün hala dağlarda, ormanlarda yankılanıyor” Eğer bulursanız Şeyh Müşir Hüseyin Kaydavi’nin İslam’a Çekilen Kılıç (İstanbul Matbaası )  adlı kitabını okuyun lütfen Balkanlar'da Osmanlının &#;ekilişinden Katoliklerin B&#;y&#;k Endişesi Jerome ve Jean Tharaud Balkan Savaşı sırasında, Fransız gazeteci Jerome ve Jean Tharaud kardeşler, Osmanlının bölgeden çekilmesiyle hakimiyetin Ortodokslara geçeceğini, her yerde kuralları Ortodoksların koyacağını, bundan dolayı Türklerin gittiğine pişman olacaklarını, çünkü Sultan'ın hakimiyeti altındayken sahib oldukları hoşgörüyü artık bulamayacaklarını ifade ederek günlüklerine şöyle devam ediyorlar: Doğu dünyasının bütün Katolikleri, Türklerin bozgununa üzüntüyle şahit oluyor. Sicilyalı cahil bir papazın cesaretli ve içten duyguları aslında gelecek korkusunun işareti; Ortodoksluğa karşı duyulan nefreti, bu derin endişeyi dile getiriyordu. İşte, size İstanbul'dan, bir Hristiyan okulundaki görevli papazdan o sırada gelen ve daha geniş ifadesini bulan mektubu hiç değiştirmeden aktarıyorum: “…Sevgili ebeveynlerim, sizler beni çok Türksever buluyorsunuz. Nasıl olmam ki! Türklerin arasında yirmi üç yıldır yaşıyorum, bu milletin ruhunu, yüreğinin vasıflarını, büyük hoşgörüsünü, Tanrı'ya büyük inancını, otorite ye saygısını, yiğitliğini, vatanseverliğini anlamaya başlıyorum. Fransa'daki bütün gazeteler haçın hilale karşı duruşundan bahsediyor olabilirler, ama o haçın ne kadar Yunan olduğunu söylemeyi unutuyorlar. Ve gerçekten de yıllardır Türklerin, din adamlarımıza Fransa'nın esirgediği ekmeği verdiğini ziyadesiyle unutuyorlar. Satılmış ya da yanlış bilgilendirilmiş basının yalanlan bunu asla değiştiremeyecektir. Türkler askerce savaşıyorlar, Balkanlılar haydutça Gazeteler Türk zulmünden bahsediyor olabilirler ama Ortodoks devletlerin zulümlerinin yanında, Türklerinkinin esamesi bile okunmaz. Selanik'ten ve Sakız Adası'ndan kardeşlerimizin yazdığı ve ebeveynlerinin okullarımızda okuyan, çocuklarına gönderdikleri mektuplar, Hristiyan olduklarını iddia eden bu küçük ülkelerin sözde medeniyetine örnek teşkil edecektir. Türkiye'de yerleşik çok sayıda din adamı, Cizvit, Lazarist, Kapüsen, Fransisken, gazetelerimizin Türk karşıtı kampanyasını beğenmiyorlar ve ileride bu bölgelerde dinimizin gelişimine engel teşkil edeceğini görüyorlar. Slavizmin girdiği yerde Katolikliğe savaş açılıyor. Bulgarlar Tanrısız bir halktır, Yunanlar hırsız, baştan çıkmış, ikiyüzlüdürler ve dini inançları yüzeyseldir. Sırplara gelince, bizim kültürümüzü kendi ülkelerinde yasaklıyorlar. Bütün Sırp ülkesinde, biri Belgrad’taki Avusturya hastanesinde olmak üzere sadece iki Katolik papaz var. Sofya'da, din kardeşlerimiz gettolarda yaşayan Yahudiler gibi özel bir mahallede yerleşmişler. Yunanistan'da her türlü tacize tabi tutuluyorlar. Katolik ve Ortodoks ayrı ayrı olayların kurulduğu Karadağ'da da tedirginlik yaşanıyor. İşte size Balkan ittifakının meşhur kurtarıcı hap! Bütün bu dinden sapmalar Kutsal Ruh'a karşı işlenmiş günahlardır. Onlar annelerinden süt emerken Katoliklerden ve özellikle Latinlerden nefreti de emmişler” Kaynak: İşkodra’da Savaş 11 Temmuz.. İnsanlık Tarihinde Kara Bir Leke Mehmet Ko&#;ak Kimileri aç ve susuz bırakılarak, kimileri öldürülüp Peruçats Gölü’ne ya da Drina Köprüsü’nden nehre atılarak, kimileri kendi evlerine hapsedilip topluca yakılarak, kimileri tecavüz edildikten sonra kurşunlanarak, kimileri
Kısacası akla hayale gelmeyecek kadar vahşi işkencelerle katledildiler.
İşte her 11 Temmuz’da değil, 11 Temmuz’u hatırladığım her zaman burnum sızlar, gözlerim yaşarır, acılarım depreşir, duygularım kin ve nefrete dönüşür.  İçime sığmaz olurum, dua ederim, lanet okurum.
Bu kinim ve nefretim; bu insanlık faciasını gerçekleştiren sadist ruhlu Sırp canilere olduğu kadar, buna zemin hazırlayan ve müsaade eden Birleşmiş Milletler-GK, NATO, AB gibi kuruluşlar ile ABD öncülüğündeki Batı emperyalizminin uygulayıcılarınadır.
Çünkü:
Müslüman Boşnak’ın sistematik bir şekilde katledildiği Srebrenica, 16 Nisan ’te Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi kararıyla “güvenli bölge” ilan edilmişti. Bu kararlarına sahip çıkmadılar ve “küresel sistem”in Balkan politik çıkarları uğruna o kanlı cehenneme bilerek müsaade ettiler.
Kadın, yaşlı, hasta, çocuk, bebek demeden soykırım gizli değil, tüm dünyanın gözleri önünde gerçekleşti.
Her ne kadar egemen güçlerin güdümündeki “Lahey Savaş Suçluları Mahkemesi” bir tiyatro olsa da, İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana, Avrupa’da gerçekleşmiş en büyük toplu insan kıyımı olan Srebrenica vahşetinin “SOYKIRIM” olarak kabul edilip hukuksal olarak tescil edilmiş olması bakımından önemlidir.
Fakat bütün bunlar içimizdeki acıyı dindirmeye yetmedi, yetmez
Çünkü; yüreklerimizin parçalanmasını önleyemedi, kalplerimizdeki burukluğu gideremedi, zihnimizdeki fotoğrafı silemedi, zulmün dehşetini unutturamadı.
Bugün yılında Srebrenitsa Soykırımında şehit düşenleri rahmetle, minnetle yâd ederken, bu vahşetin canilerini ve bu canilerin önünü açanları, onlara destek verenleri binlerce kere lanetliyorum.
Ey Srebrenitsa! Sen içimizdeki dinmeyen acının adısın. Seni unutmadık, unutmayız ve asla da unutmayacağız.
Rusya’nın vetosu ve Batılıların timsah göz yaşları..
Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nde (BMGK) bir kınama metni oylandı. Oylama sonucunda 15 Güvenlik Konseyi üyesinden 10’u Srebrenitsa katiamını soykırım olarak tanımlayan ve kınayan metni onayladı. Çin, Venezuela, Angola, Nijerya çekimser oy kullandı. Konseyin daimi üyesi Rusya ise metni veto etti.
Elbette Rusya vetosunu kınıyorum ama bu metni hazırlayıp sunan Batılı ülkelerini de aynı derecede kınıyorum. Çünkü asıl onlar bu vahşetin baş sorumlularıdır. Şimdi ise her zaman yaptıkları oyunu tekrarlayarak çirkin yüzlerini gizlemek için timsah gözyaşları döküyorlar.
Kınamak yetmez. “Küresel güçler” yaptıkları ihaneti kabul edip önce özür dilemeli sonra ailelerine tazminatlar ödenmeli ve daha sonra Bosna Hersek’teki kirli ve çıkarcı politikaları ile Müslümanları asimile etme girişimlerine son vermelidirler.
“Srebrenica Soykırımı” konusunda siyasilerimizin ortak tavrını seafoodplus.infoşbakan Sayın Davutoğlu’nun 20 anma merasimine katılmak üzere Türkiye adına katılıyor olması takdire şayan bir olaydır. 
Başkanı İsmet Yılmaz’ın  yönettiği  TBMM’de mecliste 4 siyasi parti temsilcileri  söz alarak  Srebrenitsa Soykırımı’nı kınadı. Bu gün yapılacak anma törenine yine tüm partilerin katılma kararı almış olması çok anlamlıdır.
Böylece HDP ilk defa bir ortak tavra katılmış oldu. Dileriz bu olumlu tavrını sürdürerek terör örgütü ile de alınacak kararlara benzer yaklaşımın içinde olur.
Srebrenitsa’yı düşünürken bugüne bakıyorum
“İnsanlık Tarihinde Kara Bir Leke Srebrenica Soykırımı” adlı kitabın o günleri düşünen yazarı olarak bu günlerde yaşananlara bakıyorum. Görüyorum ki; insanlığın unutulduğu bu tip facialardan ders çıkarılmadığı gibi gafletten kurtuluşa, uykudan uyanışa doğru bir yönelme de yoktur. En büyük dersi alması gereken İslam dünyası, beklenen uyanışı ve dirilişi gerçekleştiremediği gibi, etrafını kuşatan ihanet çemberini kıramamıştır. Maalesef kendi içinde Srebrenica’yı yaşayarak ibretlik durumlara düşmüştür.
Çünkü sığındığı kavramlarla kurtuluşa ereceğine inandığı gibi o beynelmilel kuruluşlara hâlâ güvenmeye devam ederken, gerçekte ise intihar ettiğinin farkında bile değiliz.
Bunca vahşet, bunca katliam, bunca zulüm, nasıl anlatılabilir bilemiyorum? Hâlâ Srebrenica ve Hocalı soykırımlarını anlayamamışız. Öyle acınası bir haldeyiz ki; Doğu Türkistan’da, Filistin’de, Keşmir’de, Suriye’de, Irak’ta tezgâhlanan emperyalist güçlerin oyununu göremiyoruz ya da görmek istemiyoruz.
Maalesef şer güçlerin entrikalarına oyuncak olduk, birbirimize düştük, yılgın, bitkin ve biçareyiz. Rabbim içinde bulunduğumuz şu mübarek günlerin hatırına bizi kurtuluşa erdirsin, ufkumuzu açsın, irademizi güçlendirsin, gafletten uyandırsın, aklımızı kullanmayı lütfetsin. Âmin Yunan Mezalimi: &#;amerya Soykırımı Ayhan Demir Osmanlı Devleti’nin Balkanlar’dan çekilmek zorunda kalması, Boşnaklar ve Arnavutlar için de göç, sürgün, tecavüz, katliam ve soykırım dolu yılların başlangıcı oldu.  Srebrenitsa Soykırımı, bu acıların en büyük ve en bilineni olsa da, ne ilk, ne de tektir. Sırp ve Karadağlı Çetniklerin Plav, Gusinye, Şahoviçi ve Syeniçe’deki diğer katliamları da hâlâ hafızalardaki yerini koruyor. Bir de Yunan mezalimi, Çamerya Soykırımı var.  Birçok kişinin adını bile bilmediği Çamerya’da, binlerce Arnavut kardeşimiz, sürgün, tecavüz, soykırım ve asimilasyona maruz bırakıldı, bırakılıyor. Arnavutluk’un güneyi ve Yunanistan’ın kuzey batısını kapsayan Çamerya’daki hızlı nüfus değişimi bile, olan ve bitmeyeni izah için yeterli.  Çamerya nüfusu, ’deki Osmanlı sayımına göre, 73 bin kişiydi. Nüfusun yüzde 92’si Arnavut, geri kalanı Yunan, Ulah ve Çingene idi. Birinci ve İkinci Dünya Savaşları öncesinde bu oran yüzde 84’e geriledi. (Çamerya Soykırımı, Berna Türkdoğan Uysal, Sayfa 74) Yunanistan, nüfus dengesini değiştirmek ve Arnavutları asimile etmek adına, birçok girişimde bulundu. Arnavutların yoğun olduğu bölgelere Yunan, Ulah ve Çingeneleri yerleştirdi. Arnavutça yasaklandı ve yerleşim yerlerinin adları Yunanca’ya çevrildi. Mülklere el konuldu, camiler kapatıldı. Keyfi tutuklama, sürgün ve sınırdışı etmeler gerçekleştirildi.  Baskılardan bunalan yaklaşık 85 bin Çameryalı Arnavut, ’teki Türk-Yunan Mübadelesi’nde, Anadolu’ya göç etti. (Çamerya Soykırımı, Sayfa 69) Buna rağmen istediğini elde edemeyen Yunan polisi, ’de Çamerya Arnavutlarının lideri Davut Hoca’yı şehit etti.  İkinci Dünya Savaşı ve İtalyan işgali öncesinde, Arnavutlar da Yunan Ordusuna dahil edildi. Fakat cepheye değil, amele taburlarına gönderildiler. İtalyan işgali esnasında, 14 yaşın üzerindeki erkekler, Midilli, Sakız ve Korint Toplama Kamplarına götürüldüler.  Yunanistan, Ortodoks Arnavutları da rahat bırakmadı. Onları da “Yunan kültürünün alt mensupları” olarak tanımlayıp, asimile etmeye çalıştı. Yunan İç Savaşı’nda anti-komünist cepheyi oluşturan ve önce cumhuriyetçi, sonra kralcı çizgide yer alan Yunan Demokratik Milli Birliği-EDES ve başındaki General Napoleon Zervas, Arnavutlara yönelik soykırım uyguladı. Çamerya Arnavutları, 27 Haziran ’ten itibaren, büyük bir soykırıma maruz bırakıldılar. Sadece Paramiti’de, bir günde ’den fazla insan katledildi. Mart ’e kadar Filat’ta bin , Gümenice bölgesinde , Margelliç ve Parga’da ise kişi katledildi. Haziran ’ten Mart ’e kadar 68 köyde, 5 bin ev ve cami yakılıp, yıkıldı. ’ü kadın ve 96’sı çocuk olmak üzere, toplam 3 bin sivil katledildi. kadına tecavüz edildi, 76 kadın kaçırıldı ve üç yaşından küçük 32 bebek katledildi. (Balkanlar El Kitabı Cilt II, Murat Hatipoğlu, Sayfa )  Ocak ’deki, Lahey’de Temsil Edilmeyen Milletler ve Halklar Örgütü 4. Genel Kurulu’nda; “Çamerya halkına; vatanlarına dönme müsaadesi verilmesi ve vatandaşlık haklarının iade edilmesi, mülklerini geri alma hakkı verilmesi, uluslararası anlaşmalardan doğan haklarının tanınması, Yunanistan’ın; Çamerya sorununu kabul etmesi, haklar ve çözümler için ciddi adımlar atması” yönünde kararlar alındı. Yunanistan, üzerinden yıllar geçmesine rağmen, bu kararları ve Çamerya Soykırımı’nı kabule yanaşmıyor. Çamerya Arnavutlarının, yaklaşık 2,5 milyar dolar değerindeki mal varlığını da iade etmiyor. Yunan toplumundaki Arnavut düşmanlığı da, halen tazelediğini koruyor.  Bugün Yunanistan’da bin Arnavut, zorlu şartlarda yaşam mücadelesi veriyor. Aslen Müslüman olan bu insanlar, baskı ve şantajla, Yunanca isimler almak ve kendilerini Ortodoks olarak tanıtmak mecburiyetinde bırakılıyorlar. BM Uluslararası Araştırma Komisyonu raporlarına göre, mal varlıklarına el konulan 35 bin Arnavut vatanına dönemezken, bin Çameryalı Arnavut Arnavutluk’ta yaşıyor. ABD’de örgütlü Demokratik Çamerya Ligi, Yunanistan’da, bin Çameryalı Arnavut bulunduğunu ifade ediyor. Tiran merkezli Çamerya Yurtsever-Siyasal Derneği de, Temmuz tarihli bildirisinde, bin Arnavut’tan bahsediyor.  Arnavutluk Halk Meclisi, 30 Haziran ’de, 27 Haziran’ı “Çamerya Soykırımını Anma Günü” olarak kabul etti.  Arnavutluk’taki Çameryalılar, her 27 Haziran’da Yunanistan sınırına yürüyerek, bir gün ana vatanlarına dönüş umutlarını tazeliyorlar. Çamerya Arnavutları, intikam değil, adalet; kan değil, vatandaşlık hakkı; ırkçılık değil, ana vatanlarında özgürce yaşamak istiyorlar. Hal böyle iken bize düşen tek bir şey var: Kardeşlerimizin derdiyle dertlenmek!  Mesela, TBMM Çamerya Soykırımı’nı tanısa, TRT canlı yayınlar ile sınıra yürüyüşü ve soykırımı ekrana taşısa, ne güzel olur değil mi? &#;ıkayım gideyim Urumeline Prof. Dr. Haluk Dursun "Çıkayım gideyim Urumeline” diye başladığımız bu kaçıncı sefer saymadım bilemem ki… Bu defa yolculuğumuz Osmanlı tarihindeki istikamet üzere oluyor. Aslında; orta kol adı verilen İstanbul’dan Edirne’ye, oradan Belgrad’a; Belgrad’dan Budin’e; Budin’den Viyana’ya uzanan çizgiyi, doğrudan takip etmiyoruz. Uçakla kolayca Üsküp’e iniverdik. Bizi oradan karşılayan Sırpça bilen dostlarımızla beraber bir otomobile binerek Kumanova yoluyla Makedonya’yı terkedip Sırbistan’a girdik. Üsküp-Belgrad arası km, uzunca bir yol sayılır. Bizi ilk şaşırtan ama tatlı bir sürprizle karşılayan Preşova’nın o ince zarif minareli Müslüman köyleri oldu. Sırbistan’da Kosova ve Sancak dışında Müslümanların bulunduğunu ve bir bölgede yoğunlaştığını görmek şaşırtıcıydı. Arkamıza Makedonya’yı, solumuza Kosova’yı alarak kuzeye doğru çıkmaya başladık. Bir tarafımızda Güney Morova nehri bizi takip etti. Viranje’yi geçtik Leskofça’ya (Leskovaç) ulaştık ve oradan Niş’e doğru devam ettik. Niş Osmanlı – Edirne – Sofya – Belgrad yolu üzerinde çok önemli bir konaktır. Bir Sırbistan şehri olduğu halde Sofya’ya daha yakındır ( Km). Şehir merkezinde sadece Cuma günleri açık olan Hicri tarihli bir camii var. Kare planlı, tek minareli, beyaz badanalı, minaresi sarı renk olan bir cami. Öyle yol kenarında kalakalmış garip. Niş’in esas görülecek yeri kalesi. Nişova Nehri’nin yanı başına kurulan Niş Kalesi’ne girer girmez, sağdan bir Osmanlı yapısının sergi olarak kullanıldığı görüyoruz. Biraz ilerleyince de çok şirin, çok mütevazı, çok tenasüplü bir cami karşımıza çıkıyor; Kale Meydan Camii. Üç sütunlu son cemaat yeri, kırık minaresi ve içeride mihrabı duvarlarla örülü bir cami. O da sergi alanı olmuş. Ama yeşil çimenlerin sarı sonbahar yaprakları altında öyle güzel, öyle mahzun bir duruşu var ki. Onu gerimize boynu bükük bırakıp yine Morova Nehri’ni takip ederek, Pasarofça’yı, Semendre’yi (Pozarevac, Smederova) hiç görmeden geçiyoruz. Çünkü hedefe kitlenmişiz. Önümüzde Tuna “Dar’ül Cihad” olan Belgrad var. Evliya Çelebi “Alman kâfirin Belgrad’a inmek haddi değildir” demiş o zamanlar. Şimdi biz Belgrad’a vardık, bırakın sahip olmayı, dünya gözüyle bir gördük diye, sevinçli bir telaş içindeyiz. Hani son zamanlarla Avrupa’da, indirimli satışlarda kapı açılır açılmaz içeriye seller gibi akan insanlar var ya aynı öyle. Hemen kaleyi sorup, kale kapısından hem de adı İstanbul olan kapısından ve Saat kapıdan fırtına gibi geçip kale Meydanı’na ulaşıp, hiç olmazsa orada Şehit Ali Paşa’ya bir Fatiha okumak için bile durmayıp, kalenin bedenlerinden aşağıya sarkıyoruz. Çünkü, “gözümüzde daim hayali Tuna ve dahi Sava”. İki sevgili kollarını açmışlar, birbirine kavuşmuşlar ve vuslatı orada yaşamışlar. Aşağıda Tuna’nın en büyük kollarından Sava Nehri Tuna’ya katılıyor. Sessizce, ama heyecanlı bakışıyoruz. Sonra yılında Alman kâfirinin Belgrad’a inmek densüzlüğünü göstermeye başladığı günlerde Petervaradin’de şehid olan Mora fatihi Ali Paşa’nın türbesine yöneliyoruz. Paşa yine Tuna kışında Voyvadina’da şehid olmuş, getirilip “Dar’ül Cihad” olan, “Dar’ül Eman” olan Belgrad’a yatırılmış. Amma Belgrad da iki sene sonra bir kere daha düşürüldüğü için orada garip kalmış. Sultan II. Murad “Belgrad; Üngürüz (Macar) vilayetinin kapısıdır” diyip yola çıktığında () fetih nasip olmamıştı. ’da fatih karadan ve dahi denizden geldiğinde yine Belgrad düşmedi. Fatih’in yaralandığı bu seferden sonra üçüncü büyük seferde Belgrad’ın fethi müyesser olur Muhteşem Süleyman’a. Hem Ramazan, hem Cuma, hem de Kadir Gecesi’nde. Tabii bu arada kanuni Sultan Süleyman’ın Zigetvar seferinde ’da şehid olduktan sonra ikinci cenaze namazının Belgrad’da kılındığı ve oğlu II. Selim’e de orada biat edildiğini hatırlatalım. Bir başka padişah Avcı Mehmed de tam gün Belgrad’da oturup Viyana muhasarasının sonucunu ve fetih haberini beklemiştir. Amma ne çare. ’de Belgrad ilk defa düşer. ’da Köprülüzade Fazıl Mustafa Paşa geri alır. ’de bir daha düşer, ’da da İvaz Mehmed Paşa ve Hekimoğlu ali Paşa tekrar bir daha geri alırlar. Sırp milliyetçilerinin Belgrad’da hâkimiyetleri yılında Kara Yorgi ile başlar ve Tanzimat döneminden sonra Belgrad tamamiyle elimizden çıkar. Şair Ziya Paşa Belgrad’ı teslim ettiği için Âli Paşa’yı tenkit ederken: “Belgrad Kal’asın ihsan ile Sırbistan’aDevletin kıldı tamamiyetini istikmal” der. Yani Belgrad Osmanlı için mütemmim cüzdür. Ana parçayı tamamlayan, olmazsa olmaz bir bölüm. Bütün bu tarihi bilgileri gözden geçirmek, hatırlamak bir yana eğer günümüze dönersek, kale dışında Belgrad’ın bayraklı Camii yerli yerinde duruyor. Sıkışıp kalmış apartmanların arasında. Yerinde bir Kur’an kursu, dini eğitim yapan bir medrese yeni inşa edilmiş. Kadrolu 4 tane imamı var. Bir tanesi Türkçe biliyor. Yatsı namazında ancak bir futbol takımı kadar cemaat çıkıyor. Tam 11 kişiydi, hepsi genç. İmam efendi namazdan sonra Kur’an-ı Kerim’in mealini Sırpça anlattı. Çünkü cemaat Türkçe bilmiyor. Saraybosna'dan S&#;leyman Doğan Saraybosna benim için hem hüzün hem de huzur şehridir. Bir taraftan Avrupalıların Müslüman Bosnalıları katlettikleri aklıma geldikçe hüzünlerinim. Diğer yandan Saraybosna’da başta Gazi Hüsrev Camii olmak üzere içinde huşu ile namaz kıldıkça huzur bulurum. İşte Saraybosna âdeta zıtlıkların şehridir.
yılında Fatih Sultan Mehmet Han, bütün Bosna'yı fethetti. Türklerin Avrupa’da kurduğu en büyük şehir hâline gelen Saraybosna hâlâ bu özelliğini korur. yılına kadar Osmanlılara bağlı kalan şehir, daha sonra imzalanan Berlin Anlaşması’yla Avusturya-Macaristan yönetimine bırakılır. ’de Yugoslavya Krallığı’na, ’de de bir referandumla Yugoslavya’dan bağımsızlığını ilan eder.
Bosna Savaşı sırasında, yılları arasında, dünya modern savaş tarihindeki en uzun kuşatmaya maruz kalmış ve çocuklar dahil on binlerce insan hayatından olmuş, çok daha fazlası da yaralanmış veya sakat kalmıştır. Kurşun izleriyle dolu binaları savaşın izlerini gösterir. Şehrin içindeki birçok parkta, bu şekilde beyaz mezar taşları göreceksiniz.
Şehirde birbirinden tamamen farklı üç mimari bölge var. Bir tarafı sosyalist dönemden izler taşır. Bazı yerlerde Türkiye’de bir kasabada, bazı yerlerde de bir an için kendinizi Balkanlar yerine Batı Avrupa’nın gelişmiş ülkelerinde hissedebilirsiniz. Kafanızı biraz kaldırıp şehri çevreleyen yemyeşil tepelere bakınca da, dik çatılı şirin evleriyle kendinizi Alpler’deki herhangi bir kasabada sanırsınız.
Saraybosna, birçok açıdan Türkiye'ye benzer. Türk kahvesi, börek, tarih, mimari, sosyal yapı gibi yönlerden Türkiye'ye yakınlığı belli olan bir şehirdir. Özellikle Başçarşı civarında, kendinizi Bursa veya Konya’da olduğunuzu sanırsınız. Şehrin nüfusu Boşnaklar (Bosnalı Müslümanlar), Sırplar (Ortodokslar) ve Hırvatlardan (Katolikler) oluşur. Kiliselerin önünden geçerken ezan sesi, camilerin önünden geçerken çan sesi duymak mümkündür. Zaten Saraybosna, bir zamanlar, Müslüman, Hıristiyan ve Yahudilerin birlikte uyum içinde yaşamasından dolayı, "Avrupa’nın Kudüs’ü" olarak görülürdür.
Arkadaşım Caner Taslaman, Ali Çaksu ve Metin Boşnak ile Osmanlı’dan kalan Başçarşı’yı gezerken bu şehrin manevi yönden ne kadar insana huzur verdiğini birlikte müşahede ettik. İnsanı sarıp sarmalıyor ve insanın tekrar gelmesi için bizden bir şehir olduğunu size fısıldıyor. Şehri yukarılardan seyretmekte bir başka güzellikte. Osmanlı’dan kalma birçok cami ve birbirinden güzel eserler var. Yerel lezzetlerin tadına bakabileceğiniz küçük, salaş lokantalar da var Başçarşı’da. Fatih Sultan Mehmet’e hediye olarak yapılan, Saraybosna’nın en eski camisi olan, Başçarşı’nın karşı tarafında, Miljacka Nehri’nin hemen kıyısında bulunan, Hünkar Camii, görülmeye değer enfes bir eser.
yılında Avusturya Arşidükü Ferdinand’ın bir Sırp tarafından öldürüldüğü ve I. Dünya Savaşının başladığı yer Saraybosna’dır. Bu acı olay işte Saraybosna’da, Latin Köprüsü üzerinde gerçekleşmiş. Saraybosna’ya gelen Türkler öncelikle Başçarşı’yı görmeyi tercih etse de, Avrupalı turistler ilk olarak Osmanlı döneminden kalma Latin Köprüsü’nü görmeye gider.  
Osmanlı yapısı olan Saat Kulesi de şehrin sembollerinden. Başçarşı’da yer alan kule, Gazi Hüsrev Bey Vakfı tarafından yy’da yaptırılmış. Farklı noktalardan görülen kuleyi, çarşıda kaybolmamak için işaret noktanız yapabilirsiniz. Hâsılı Saraybosna’yı yazmakla bitmez; gidip görmek lazım Karadağ'ın Kara G&#;nleri J&#;rome ve Jean Tharaud F ransız savaş müşahidleri rome ve Jean Tharaud kardeşlerin kaleminden, Balkan savaşı sırasında eski bir Osmanlı şehri ve bu günkü Karadağ Devleti’nin başkenti olan Podgoriça’daki Türklerin hazin hallerini ibretle okuyacaksınız: …Podgoriça’da bulunan bir handa, ilk muharebeler sırasında esir edilen üç bin Türk’ün geleceğini öğrendim ve onları görmek istiyorum. Kırk yıl ya var ya yok, bu şehir Sultan’a aitti ve bugün de yarı yarıya Müslüman. Geçen hafta Kral Nikola, Dieçiç, Çipçanik ve Tuzi kalelerine, dünyanın her yerinde bir dakika süreyle isimleri yankılanan sonra tamamen unutulan bu gözden ırak, bu biçare Türk kalelerine saldırmak üzere ordusunun başında buradan hareket etti. Oraya vardığımda neredeyse gece olmuştu ama, geçen akşam Cattaro’da olduğu gibi bütün şehir ışıklandırılmıştı. Neşeli bir kalabalık, yağmurlarla yükselmiş olan Ribiniça Nehri’nin sahilinde ağaçlara asılmış kâğıt fenerlerin altında geziniyordu. Nehrin diğer sahilinde sadece birbirinden uzağa yerleştirilmiş birkaç gaz lambası, oranın da bozkır olmadığına tanıklık ediyordu. Orası gölgeye ve sessizliğe gömülmüş eski Türk mahallesiydi. Gecenin bu ilerlemiş saatinde, mağlupların gelişini sabırsızlıkla bekleyen, bu şenlik içindeki şehrin coşkusuyla o sessiz mahalle tam bir tezat teşkil ediyordu. İşte oradalar! Karanlık kırsalın dibinden üç gün süren muharebenin heyecanıyla geliyorlar. Uzun, kasvetli erat sıraları gezi yerine varıyor. Önde, elinde beyaz zemin üstünde kırmızı kartal resimli Karadağ bayrağıyla bir süvari ilerliyor. Arkasından koşumlarının üzerine eğilmiş, dizginleri serbest bırakmış, elleri eyerin topuzunda, altı Türk subayı geliyor. Sonra ağır hareketli bir kalabalık; kırmızı, sarı ve yeşil ışıklı fenerlerin üzerlerine tuhaf ışıklarını yansıttığı ve gecenin karanlığında siyahımsı görünen uzun sarımtırak üniformalı asker sürüsü. Hepsi silahsız, firar ederken götürülen, onlar için hazine değerinde olan adı bilinmeyen âlet ve edevatla yüklü. Her sınıftan, her ırktan, her ülkeden askerler var aralarında: sarı benizli, genellikle tüyü bitmemiş nizamîler; yaşlarında redifler; Anadolu, Suriye Arap, hatta Sudan zencisi askerler çocuksu bir bakışla onları seyredenlere bakıyor, gülümsüyorlar; yanlarında taşıdıkları demir eşyaların takırtısından başka gürültü çıkarmadan sessizce yürüyorlar. Bu güruhun içinde, eşek üstünde giden ve kürk kaftanları altında kaybolan, rehine olarak alınmış civar kasaba eşrafı ve sakallı müezzinler var. Onları, çağların gerisinden geliyor sanılan uzun bir araba kuyruğu, şu çok yüksek, çok geniş ve devasa göbekli tekerlekleri olan, uzun boynuzlu öküzlerin çektiği, Balkanlardan İstanbul’a kadar her yerde görülen arabalar takip ediyor. Bunların üstüne bir kadın yığını oturmuş. Peçeleri çok kapalı olan bazıları insandan ziyade arabaların üstüne atılmış balyalara benziyor; ama aralarından biri ara sıra peçesini aralıyor ve meraklı gözlerini kocaman açarak ışıklandırmalara dikiyor. Heyecanlı, saygılı kalabalık hiçbir şey söylemeden önünden geçen bu uzun kafileyi seyrediyor. Basit görünüşlü kalabalık, yol boyunca karşılaştığım penceresiz, bacasız köy evlerinden daha hüzünlü, tuğladan yapılmış tek katlı modern ama sefil banliyö evlerinin bulunduğu dar sokaklara dağılıyor. Gezi yerinde kâğıt fener ışık saçmaya devam ediyor ya da sönerek hayata veda ediyor. Ve şimdi, birkaç kamp ateşi olmasa üç bin Türk askerinin orada yattığına ve ağaçların onların hapishanesi olduğuna inanmak mümkün değil. Türk mahallesi, nehrin diğer tarafında Avrupa tarzında inşa edilmiş olan Podgoriça kadar basit görünüşlü. Ama tarzı çekici! Orada, büyük mülk sahipleri ya da İşkodra paşasının eski teğmenlerinin eşraf evleriyle daha fakir halkınkiler karmakarışık. Ama gene Şark’ta olduğu gibi saraylar ve viraneler uyum içinde: aynı ağırbaşlılık, aynı kucaklayıcı, rüstik ve samimi hava ve aynı harabe, dar sokaklarında, sivri taşlarla döşeli çıkmazlarda, ne bir ışık, ne bir ses, ne de bir köpek havlaması var. Bu kapalı evlerde, hiçbir ışığın sızmadığı bütün bu duvarların ardında var olan, ama şüphesiz Ribiniça’nın öteki yakasına, çok renkli fenerlere kafeslerin arasından bakmakta olan birçok göz akıllarından neler geçiriyorlar? Çok yükseklerde, bulutların arasında hilal parıldıyor. Gururlu Sultan Murad’ın bayrağındaki hilalin yanına işlettiği söz geliyor aklıma: “Donec impleatur” (Dolunay olmasını beklerken). Bu rüyâ tamamen sona erdi. İslamîn hilali asla dolunay olmayacak…Ölü Şehir Burada her şey yıkıma doğru gidiyor. Bu toprak parçasının Türklerin elinden alınmasından itibaren, bahçelerdeki çökmüş evlerin sayısının da gösterdiği gibi, birçok Müslüman aile buraları terk etti. Geri kalanlar da neredeyse ölü gibi. Birkaç yıl sonra bu tepenin üstünde, Podgoriçalı duvarcıların, taşlarını almak için gelecekleri harabeden başka bir şey kalmayacak. Eski Müslüman hayatı her taraftaki şehirlerden işte böyle kaybolup gitti. Geçen gün Karadağlıların hücum ettikleri yamaçlara, bugün, taşların hareketsizliği ve çöken akşamın sükûneti hâkim. Daha bir haftadan az zaman önce birbirlerinin boğazlarına sarılmış, ölümde buluşmuş cesetlerle dolu olan çukurların yer aldığı bu huzur dolu tepeden gözlerimi ayıramıyorum. Orada Türk katledildi; geri kalanlar kayaların arasından ve yarıklardan kaçtılar. Canlı renkli giysileriyle küçük bir çocuk grubu, taşların arasında galip tarafın tüfek ateşi altında, Türklerin Tuzi istikametinde kaçarken terk ettiği mühimmat ve silahları arıyor. Küçük çocuklardan biri birçok şey arasında neye benzediği belli olmayan bir şey getiriyor. Bana sunuyor. Tamamen kan ve çamura bulanmış bir Kur’an. Refakatçim olan Karadağlı bana “Bırakın o pisliği!” diyor. Gene de onu birkaç kuruşa satın alıyorum. Çocuk sefil kalıntıyı bana verince elimde yaralı bir hayvan, hâlâ sıcaklığını koruyan bir kuş, az önce ölümcül bir yara almış canlı bir düşünce tuttuğum duygusuna kapılıyorum… Arabalar sessizce çamurlu yolda ilerliyorlar. Sona ermekte olan günde uzun katır, koyun, araba ve kadın kervanı geri çekilen bir ordu kadar, bir bozgun kadar hüzün verici. Hiç ilginç bir yanı olmayan bu kasabada sonsuza dek benimle dolaşmaktan sıkılmış olacak ki refakatçi subayım nihayet bir an için benden ayrılıyor. Tarlalar ve bahçeler arasından, gecenin içinde pencereleri kasvetli biçimde ışık saçan yeni binaya koşuyorum. Orada, Dieçiç ve Tuzi’de yaralanmış yüz kadar Osmanlı askeri, beş ya da altı hemşire ve beni milletinin asil nezaketiyle karşılayan yaşlı bir binbaşıya rastlıyorum. Beni odadan odaya, salondan salona gezdiriyor, hatta aralarında on beş yaşında birçok bulunan, on yaralının ayakta veya çömelmiş hâlde durduğu küçük bir odaya götürüyor. Yüzlerinde çarpı işareti şeklinde pansuman var; vücutlarında başka hiçbir yara izi yok ama hepsinin burunları ve kulakları kesilmiş. Korkunç, ama geleneklere uygun! Karadağlı, askerî değerini daima savaştan dönerken getirdiği kesilmiş başlarla ölçmüştür. Her kesik Türk kafası için prensinden prim alır, tıpkı bizim köylümüzün idareye getirdiği her yılan ve kurt başı için ödül alması gibi ve bu onuru gözler önüne serilsin diye piskopos, savaşçının takkesine bir tüy takar. Altmış yıl kadar önce II. Pierre tüy âdetini kaldırdı; ama otuz küsur yıl önce 77 Harbi’nde, rütbeler, kesilip getirilmiş burun ve kulak adedine göre verilmişti. Bugün de, zengin bir tacın süsleri gibi Osmanlı kafataslarının dikildiği Çetine kulesinin etrafında aralıksız kargaların uçuştuğunu görüyorum. Günümüzde askerî yönetmelik kesindir: Düşmanı sakatlamayacaksın ve yaralı da olsa canlı da olsa kafasını kesmeyeceksin… Ama böyle geleneksel antrenmana nasıl hayır denebilir? Alışkanlıklar daima galebe çalar! Geçen gün Podgoriça’da Tuzi’nin alınmasını müteakip ellerinde iki sepet taşıyan iki jandarmanın geldi görüldü; bütün halk çevrelerinde toplandı. Sepetlerde elli kadar burun, birkaç düzine kadar da şekli az çok bozulmuş kulak vardı. Karadağ’da medeniyet işte böyle ilerliyor: Daha dün, şehir meydanında sepetlerin içinde halkın görmesi için bırakılmış olurdu bu uzuvlar. Mahzun Ezanlar…Şimdi kargaların, güneş batarken sahildeki burunlardan ayrılarak minarenin çevresinde çığlık çığlığa tur attıkları saattir. Buraya yüzlercesi geliyor. Akşam ezanı için minareye çıkan müezzin hepsini kovuyor. Zayıf sesi kumsalda kırılan dalgaların sesine ve dönerek uçuşan kargaların çığlıklarına karışıyor. Bu saatte, kırlaşmış sakalından çıkıyormuş gibi okunan bu zarif ezanın tabiatın gürültülerine karışması ne kadar duygulandırıcı! Sona eren günde mağrur ve mütevekkil İslam’ın serzenişini ne kadar da güzel anlatıyor! Diyor ki: “Ben istirahatim, rüyayım, derin düşünceyim, alçak gönüllülüğüm, bilgeliğim; ben geniş alanlarım, İran’ın gülleriyim, kumdaki bahçelerim, avlulardaki selvilerim. Ben ölümdeki hayatım. Beni yok etmek için ölüm makineleri icat edin! Dünyanın size ait küçük köşesinde yenildiysem de başka yerde çiçek açarım, kalabalık Çin’de, alev alev yanan Hindistan’da ve kara Afrika’da. Sizin dinleriniz ancak sislerin içinde serpilir. Benim yaşadığım yer güneşin var olduğu yerdir ve siz ne suyu, ne palmiyeleri, ne gül ağacının çiçeğini ne de servinin gölgesini yok edebilirsiniz”Birden ses kesiliyor, ihtiyar kayboluyor, minareden iniyor ve sanki bütün bir Doğu onunla beraber ortadan kayboluyor. Denizin gürültüsü, ihtiyarın şikayetini ya da dinlerden, insanlardan sonra da yaşayacak başka bir ebedi şikayeti sonsuza dek uzatarak devam ediyor. Karga sürüsünün uçuşu sona eriyor ve şimdi devasa bir güvercinlik, büyük bir kuş yuvasına dönüşen minareye seafoodplus.info arada, mor cübbesi içinde çok gururlu, kar beyazı sarığının altındaki yüzü çok zarif olan müezzin camiden ayrılıyor! Ah! Bu Karadağ denilen yerde, bu güçlü adamlar ormanında, böylesine ince bir dal yetiştirmek için asırlar geçmesi gerekir!..  Kaynak: İşkodra'da Savaş - Jérome ve Jean Tharaud Balkanlar'dan Ka&#;ış İsmail Bilgin B alkanlar, bir dağ silsilesi, bir dağ yumağıdır. Omuz omuza vermiş her bir dağ, başka bir dağın dizine koyar dumanlı başını. Balkanlar’ın geçitleri zordur, aşılmaz. Dereleri coşkulu, kayaları sert ve keskindir. Korku bu dağlarda bütün heybetiyle gezer. Bir zirveden diğer bir zirveye atlayarak daima büyür. İnsanların yüreğine zehirli yılan misali çöreklenir ve artarak insanı esir alır. Korku, burada her ıssız taşın altına, dikenli çam yapraklarına, derin uçurumlara siner. Güneş nazlı bir şekilde Balkan Dağlarının göğsüne yaslanarak altın sarısı rengine bürünür. Gün, dağların ve nice korkunun üzerine buralarda hep telâşla doğar. Gece, Balkanlar’da daha karanlıktır. Zulme isyan edercesine başını kaldırmış zirvelerin üzerine bir perde misali iner. Dağların eteklerine yayılır, derelere çöker. Korku, karanlıkla daha da büyür. Çiçeklerin en yabanisi Balkanlar’da ayrı bir güzel açar. Er çiçeğin vahşi bir cezbesi, dağların sırtlarını kaplayan çimenlerin bir başka yeşili, gülün ayrı bir rengi ve kokusu, papatyaların ayrı bir sarısı ve beyazı vardır. Dağların bir kuşak boyunca çarpışıp yükselmesiyle oluşan o müthiş kırılganlık her yerde kendini kolayca belli eder. Bu kırılganlık insanlarda da gözle görülür. yılında, işte bu dağlarda başlayan kavga artık bir saldırıya dönüşmüş, Osmanlı’nın Plavne önlerinden çekilmesiyle artmış; yılına gelindiğinde bu dağlarda her Türk’ün endişesini mayalayarak büyümüş, o dağ silsilelerinde kin, bir kasırga olmuştur. Köknarların âdeta gizlediği küçük bir köyün bacalarından yükselen dumanlar, gamsız bir şekilde geceye karışırken, sert esen rüzgârın uğultusu camları sarsıyor, tahta kapıları gıcırdatıyordu. Uzakta havlayan köpekler, çöken bu kasvetli havayı dağıtmak istercesine gecenin sırrını ısırıyordu. Köylüler kapılarına sürgü üstüne sürgü vurmuş, kepenkleri sıkıca kapatmış, yüreklerindeki heyecan ve endişe her dem giderek büyümüştü. Yastık altındaki altıpatlarlar, piştovlar yağlanmıştı. Duvarlarda asılı tüfeklerin bakımı yapılmış, iğneleri gözden geçirilmiş, fişekleri doldurulmuş ve hepsi er an kullanıma hazır hale getirilmişti. Dışarıda bırakılan bazı eşyalar rüzgârla birlikte kâh taş avlulara, kâh ahşap evlerin duvarlarına çarpıyor, bu gürültüden dolayı köylülerin yürekleri ağızlarına geliyordu. Bir süre soluksuz kalarak, ne olup bittiğini anlamaya çalışan köylüler, neden sonra rüzgârın ve köpeklerin sesini duyunca yatışır gibi oluyorlardı. Ancak içlerinde yer eden endişe bir türlü yakalarını bırakmıyordu. Çakan şimşekler köyün girişindeki taş köprünün kemerlerini teşhir ediyordu. Türk köylüleri, Bulgar çetecilerini takip etmek üzere gönderilen Osmanlı askerlerinin geçişinden ne kadar güven duyuyorlarsa, Bulgar askerlerinin, bugünlerde sınıra doğru ilerleyip kendi köylerine varmalarından da o kadar korkuyorlardı. Onlar her şeye rağmen Osmanlı askerine güveniyorlardı. Son zamanlarda, Bulgaristan’a yakın Türk köylerine, Bulgar askerlerinin ve çetelerinin saldırısı başlamış, özellikle Türklere yapılan zulümler gittikçe artmış, iki devletin savaşa tutuştuğu yönünde haberler dört bir yana hızla yayılmıştı. Köylüler bu haberleri ilk önce önemsememiş, Bulgarların nasıl olsa yenileceğini düşündükleri için endişe etmemişlerdi. Zamanla çetelerin artan baskınları karşısında büyük bir korku duşmuşlar, çok sevdikleri ormana ne odun kesmeye ne de mantar toplamaya gidebilmişlerdi. Sınırdaki ve sınıra yakın köylüler evlerinden dışarı çıkamıyorlardı. Duyulan nal sesleri, atılan bir el silah, acı acı yankılanan bir çığlık tedirgin olmalarına yetip artıyordu. Artık bıçak sırtında yaşayan köylüler bir şey yapamamanın şaşkınlığı ve sıkıntısı içindeydiler. Köyün ileri gelenlerinden bazıları, yıllardır beraber yaşadıkları Bulgar komşularına mallarını ucuz, pahalı demeden satıyor ve köyü terk etmek için hazırlık yapıyorlardı. Türklerin tarlalarını ve evlerini çok ucuza alan Bulgarlar ise binbir şayia çıkararak Türkleri korkutuyor, mallarını daha da ucuza almanın hesabını yapıyorlardı. Halen Türk, Bulgar, Rum ve Ermeni halklarının birlikte yaşadığı köylerdeki papazlar ise Türk ahaliye gitmelerinin çok yanlış olacağını söylemelerine ve kalmaları için kendilerine güvence vermelerine karşın çok sayıda zulüm haberini işitenler kalıp kalmamak konusunda büyük kararsızlık yaşıyorlardı. Bir yangının rüzgârla yayılması gibi Bulgar çetelerinin yaptığı zulümler de sınırdaki köylere bir bir sıçramaya başlamıştı. Bu sıçrayış bazen o kadar hızlı oluyordu ki bir gecede beş on köyün yakıldığı, talan edildiği haberleri duyuluyordu. Köylerdeki Türk ahali Bulgaristan’ın kedi cürmüne aldırmadan Osmanlı Devleti’ne savaş açmasını hayretle karşılıyordu. Bugüne dek balkan içlerine doğru giden Osmanlı askerlerinden haber alınamamıştı. Üstelik Bulgarların; Yunanlar, Karadağlılar ve Sırplarla birleştiği yönündeki haberler her yerde dalga dalga yayılıyordu. Çetecilerin bıçakla ağaçlara astıkları bildirilerde “İstanbul’a kadar sizi kovalayacağız! İstanbul’u ele geçireceğiz!” şeklindeki tehditler okunuyordu. Köylüler ne yapacaklarını bilemiyor, bir süre daha beklemeyi düşünüyorlardı. Nasıl olsa Osmanlı askerlerinin zafer haberlerini yakında alacaklardı. Daha düne kadar, büyük bir devletin tebaası durumunda olan Bulgarlara koskoca Osmanlı yenilecek değildi ya! Daha düne kadar Yunanistan, Sırbistan, Karadağ birer Osmanlı eyaleti değil miydi? Ancak son yıllarda dağdan yuvarlanan kayalar misali bu eyaletler bir bir Osmanlı’dan kopmuş, Osmanlı’yı yenme hülyaları görür hale gelmişti. Bu olacak bir iş miydi? Beyhude bir heves, ham hayal ürünü işlerdi işte… Makedonya'da T&#;rk Varlığı Dr. Ali Dikici 1 9. asrın ikinci yarısında birçok Makedon şehrinde nüfus olarak çoğunluk Türklerden oluşmaktaydı. Ancak Balkan Savaşları ve Birinci Dünya Savaşı yıllarında Türklere yapılan baskılar sonucunda söz konusu yerlerde Türklerin nüfusu iyice azalarak bazı yerlerde azınlık durumuna düştüler. Birinci Dünya Savaşı’nın neticesinde kurulan Sırp-Hırvat-Sloven Krallığı'nın 'de yaptığı nüfus sayımında Makedonya'da , Yugoslavya'da ise Türkün yaşadığı tespit edilmiştir. yılları arasında Türkler, Yugoslavya'dan özellikle Vardar Banlığı adı verilen Makedonya'dan Türkiye'ye göç ettiler. İkinci Dünya Savaşı yıllarında İtalyanlar tarafından işgal edilen Batı Makedonya, Arnavutluk'a devredildi. Arnavut idarecilerin buralarda yaşayan Türklere eğitim, kültür, ekonomik ve benzeri alanlarda uyguladıkları haksızlık ve baskıların neticesinde Türklerin bir kısmı Arnavutlaştırıldı. İkinci Dünya Savaşı'ndan sonraki yıllarda Yugoslavya idarecileri Türklere dil, din, eğitim, kültür, sosyo-ekonomik ve siyasi baskılar yaptılar. Bu baskıların neticesinde onbinlerce Türk, Türkiye ye göç etti. Komünist bir Balkan federasyonu kurma hayaline kapılan Tito ve yandaşları, Arnavutluk'u yanlarına çekmek için Makedonya'nın Batı kesiminde yaşayan Türkleri Arnavutların ellerine teslim ettiler. Bu fırsattan yararlanan Arnavut idarecileri, yılları arasında Türkleri tamamen eritme politikası gütmeye başladılar. Bütün bu baskı ve eritme haksızlıklara maruz kalan Türklerin bir kısmı nüfus sayımında kendini Arnavut göstermek mecburiyetinde kaldı. Bu nüfus sayımında Makedonya'da toplam Türkün yaşadığı tespit edildi. Bu sayıma göre Türklerin çoğu Üsküp’te ve Makedonya’nın Doğu kesiminde yaşıyordu. Ancak bu tespit doğru değildi, çünkü Makedonya’nın batı kesimindeki birçok şehir, kasaba ve köylerin nüfusunun büyük bir çoğunluğu Türkler oluşturuyordu. Batı Makedonya Türklerinin azınlık durumuna düşürülmesine Makedonya hükümeti tepki göstermeyerek seyirci kaldı. Ancak, Yugoslavya’nın Mart ’de Sovyetler Birliği’yle arası açılınca devlet, Arnavutluk’a ve Makendonya Arnavutlarına karşı tavrını değiştirdi. Bu sırada Türkler biraz rahatladı. ders yılından itibaren birçok Batı Makedonya şehrinde Türk ilköğretim okulları açılmaya başlandı. Böylece o güne kadar çeşitli sebeplerden dolayı kendilerini Arnavut olarak gösteren Türkler yeniden kimliklerine sahip çıkmaya başladılar. nüfus sayımında, Makedonya’da Türk’ün yaşadığı ve bu sayının Makedonya nüfusunun %15,6’lık önemli bir kısmını oluşturduğu görülmektedir. ’lerin başında Makedonya Türlüğü büyük bir tehlikeyi atlatmak üzereyken Türkiye Cumhuriyeti ve Yugoslavya arasında “Serbest Göç Anlaşması” imzalandı. Buradaki Türk varlığına büyük darbe indiren bu anlaşmanın imzalanmasıyla Makedonya Türklüğü çözüldü. /60 yılları arasında Makedonya’dan Türkiye’ye onbinlerce Türk göç etti. Birçok aile parçalandı, kalanlar ise perişan oldular. Balkan savaşları kadar feci sonuçlar doğuran bu göç yüzünden Makedonya Türkleri geleceklerine ait tüm umutlarını kaybederek, bir ölüm kalım savaşı vermeye başladı. nüfus sayımında Batı Makedonya’da yaşayan Türklerin sayısında bir artış kaydedildi. Ancak bu artış, Makedonya’nın bu kesiminde yaşayan bazı Arnavutların Türkiye’ye göç etmek için kendilerini Türk olarak göstermelerinden kaynaklanıyordu. Bu nüfus sayımı Makedonya’da Türkün yaşadığını ve bunun Makedonya nüfusunun %9,4’ünü oluşturduğunu gösterdi. yılında Makedonya’da hızlanmaya başlayan Arnavut milliyetçiliğinden Türkler de nasibini aldı. Bu olaylardan sonra bazı Arnavut aydınları “Makedonya’da Türk yoktur. Türkçe konuşan veya Türkleşmiş Arnavutlar vardır” tezini öne sürmeye başladılar ve dil, eğitim, kültür, sosyo-ekonomik ve siyasî haksızlıklar yaparak Türkleri eritmeye çalıştılar. Bunun neticesinde Türk nüfusunun, nüfus sayımında kişilik bir azalmayla ’ye düştüğü görüldü. Bu göçler olmamış olsaydı, şu anda Makedonya’daki Türk nüfusunun sayısı veya toplam sayının %%22’si olacağı tahmin edilmektedir. Makedon Komünist idarecileri söz konusu yıllarda bazen Türkleri, çoğu zamanda ise Arnavutları destekleyerek, bu iki Müslüman unsuru birbirine kırdırma siyaseti uyguladılar. Aslında Makedonların gözünde Arnavutlarla Türklerin çok fark yoktu. Tarih boyunca Arnavutlarla beraber “ortak düşmanları” Türklere karşı savaştıkları tezini öne sürerek, Arnavutları kendilerine bağlamaya çalıştılar. Ancak uygulanan politikalardan en büyük zararı gören sadece Türkler oldu. Nitekim nüfus sayımında Türklerin sayısı ’e düştü. yılları arasında son günlerini yaşayan Makedon totaliter rejimi Türklere ve Arnavutlara her zamandan daha çok baskı yaptı. Makedon idarecileri bu yıllarda Müslüman olan herkese kuşkuyla baktılar. Devlet dairelerinde, eğitimde ve bilim alanında Türk ve Arnavutlara birçok kısıtlamalar getirdiler. Başta Türkler olmak üzere Makedon olmayanların temel hak ve hürriyetlerini esirgeyerek onlara yabancı muamelesi yaptılar. Bu etnik unsurların sayılarını olduğundan çok daha az ve istedikleri kadar gösterdiler. Günümüzde Türklerin Durumu yılında gerçekleştirilen nüfus sayımına göre Makedonya’da Türk yaşamaktadır. Ancak bu resmî rakamlara karşılık Türk topluluğu önderleri bu rakamın bin dolayında olduğuna inanmaktadır. Üsküp, Manastır, Gostivar, Kalkandelen, Ohri, Resne gibi şehirlerde yoğun olarak yaşayan Türkler genellikle tarım, hayvancılık ve ticaretle uğraşmaktadırlar. Türklerin kurduğu birçok siyasi partinin yanı sıra Türkçe yayın yapan radyolar da mevcuttur. Makedonya’da Türkler arasında eğitim Türkçedir. Türklerin yoğun olarak yaşadığı bazı şehirlerde Türkçe eğitim verilen ilkokul ve liseler mevcuttur. Ancak Makedon Üniversitelerinde Türklere çok az bir kontenjan ayrılmıştır. Buralarda eğitim gören Türk öğrencilere zorluk çıkartılmakta, özellikle Türk toplumun geleceğini ilgilendiren ekonomi, tıp, mimarlık, siyaset gibi bölümlerde okuyan öğrenciler bir elin parmaklarıyla sayılacak kadar az bir yekün teşkil etmektedir. Binbir zorluğa rağmen, mezun olmayı başaran öğrenciler de iş bulma konusunda zorluklar yaşamaktadırlar. Makedonya’yı bugün Makedon ve Arnavut partilerinden oluşan bir koalisyon hükümeti idare etmektedir. Hükümete bağlı bakanlıklarda veya müesseselerde çalışan Türk bulmak neredeyse imkansızdır. Her alanda Türkleri dışlayan Makedon-Arnavut Hükümeti ülkede Türkler yokmuş gibi hareket etmektedir.   Deliorman Hatıraları Ahmet Davutoğlu Deliorman, Bulgaristan'ın kuzeydoğu kesiminde Rusçuk ile Varna arasında bir bölgedir. Kuzeyinde Tuna nehri, batısında Razgırad, güneyinde Şumnu, Yenipazar ve Pravadi kasabalar'ı, doğusunda Dobruca havalisi bulunmaktadır. Toprağının mahsuldarlığı ile meşhurdur. Vaktiyle burada balta girmedik ormanlar varmış. Bölge ismini bunlardan almıştır. Hâlen yer yer semaya yükselen ormanları mevcuttur. Eskiden suyu yoktu. Halk günlük su ihtiyaçlarını köyce kazdıkları gölcüklerden görürlerdi ki, bu hâl görülmeye değerdi. Gölcüklerde bir taraftan kaz, ördek sürüleri yüzer, bir taraftan iri ufak bütün ev hayvanları sulanır; bir taraftan da içilecek su alınırdı. İmkânı olanlar bir iki saatlik mesafelere giderek arabalarla temiz çeşme veya dere suyu getirirlerdi. Bu hâl senelerce böyle devam etmiştir. Nihayet yılından itibaren Bulgar Kralı Boris'in gayretiyle bölgeye yetecek kadar içme suyu getirildi. Deliorman'ın ahalisi hemen hemen kâmilen Türk`tür. Bulgar ve diğer unsurlar pek azdır. Bizim küçüklüğümüzde birçok köylerde yalnız birer hane Bulgar dükkâncı bulunurdu. Çünkü Türkler dükkancılık yapmaz "Sen terazi tutma da kim tutarsa tutsun!" derlerdi. Türkler vaktiyle Anadolu'nun muhtelif yerlerinden hicret ettirilerek buralara yerleştirilmiş tır. Onun için birbirine komşu köylerin, hatta bir köyün mahallelerinin konuşmalarında ufak tefek telaffuz farkları hâlâ göze çarpar. Meşhur Pehlivanlar Deliorman Türkü sağlam yapılı, dinç, kuvvetli ve mert insandır. Merhum Koca Yusuf; Yörük Ali, Hergeleci, Filiz Nurullah ve Kızılcıklı Mahmud gibi nice meşhur pehlivanlar Deliorman'dan yetişmişlerdir. Bölgenin havasına diyecek yoksa da, susuzluğu dillere destan olmuştur. Buna rağmen büyük cihangir pehlivanların hep buradan yetişmesi zannımca bir tesadüf değil, vaktiyle kuvvetli ve seçkin adamların serhat bekçisi olarak buralara yerleştirilmiş olmasındandır. Deliorman Türkü dindardır. Namazını kılar, orucunu tutar. Yalan söylemez, dolandırıcılık bilmez, hele içki, kumar, fuhuş gibi yasaklardan son derece kaçınır. Küçüklüğümüzde içki içen bir kimse dinden dönmüş sayılırdı. Bir köyde oruç yiyen bir kimseden şüphe edilirse, artık onunla kimsenin bir münasebeti kalmazdı. Kıyamet Alameti 'den sonra yeni açılan Türk mekteplerine hükümet lisan muallimi Bulgarlar göndermeye başladı. Türkler kendi mekteplerinin bütün masraflarına katlandıkları gibi, bu muallimlerin ücretlerini vermeye de mecburdular. Hiç unutmam, komşu köye Bulgar muallimi gelmiş, bir kocakarı namaz kılıyormuş. Bunu işitince aniden kendinden geçmiş ve namazı bozarak yanındakilere olanca avazı ile seslenmiş: "Evlatlarım tövbe edin! Dünyanın sonu gelmiştir. Bu kıyamet alametidir!.." Biz yakın zamanlara kadar Hora oyununun Türklerden alındığını bilmezdik. Onu Bulgarlara mahsus zannediyorduk. Hattâ Türkiye'ye güreşlere gelen bir pehlivan dönüşünde bir düğünde arkadaşlarına bu oyunu oynatmış. Artık görenler, duyanlar pehlivanın ve arkadaşlarının altlarını, üstlerini bırakmadılar. Onların dinden döndüklerine hükmettiler. Deliorman Türkü terbiyelidir, misafirperverdir, çalışkandır. Köylerde hemen herkesin evinden birkaç adım uzakta misafir odaları bulunur. Bu odaların ekserisinde yaz kış ateş eksik olmaz. Misafir gelir diye dayalı döşeli temiz tutulur. Çok adamlar bilirim ki, yatsıyı cemaatle kılmadan akşam yemeği yemezler, misafir beklerlerdi. Zengince ağaların koyun ve keçi sürüleri bulunurdu. Bunlar büyük fıçılara peynir doldurur fakat kimseye bir kuruşluk mal satmazlardı. Köylünün istihsal ettiği katık ve yemiş kabilinden bir şeyi satmak görülmüş şey değildi. O büyük fıçılar gelene gidene, fakire fukaraya bile yetmiyordu. Köylünün satılık malı, hayvanlarıyla ekin arpa gibi mahsulat idi. Bütün komşular birbirleriyle iyi geçinirlerdi. Büyüklere hürmet, küçüklere şefkat kaidesine son derece riayet ederlerdi. Gece ve sabah namazlarında cemaati camiler almaz, cemaate gelemeyenlerin hâli sorulur; icap ederse hemen yardımına koşulurdu. Kış günleri kır işi kalmadığı için köylüler serbestçe istirahat eder, akşamları odalara toplanarak sohbette bulunurlardı. Bu sohbetleri yaşlılar ekseriyetle yatsı namazından sonra caminin veya mektebin odasında yaparlardı. Merhabalar Küçüklüğümde ihtiyarların sohbetini pek severdim. Babamla camiye gider; oradan çıkınca hep beraber cemaat odasına giderdik. Camiden çıkan ihtiyarlar birer birer oraya gelir. Her biri mertebesine göre hürmetle karşılanarak münasip yerlere oturtulurdu. Artık her gelene ayrı "Merhabalar!" denirdi. Her birinin hatırı sorulurdu. Artık sohbet başlardı. Ekseriya biri konuşur hattâ konuşturulur, diğerleri dinlerdi. Büyüklerin huzurunda gençlerin konuşması ayıp sayılırdı. Sohbetin konusu malumdu. Evvela günlük olaylardan bahsedilir, sonra avcılığa, daha sonra askerliğe ve muharebelere geçilir; bazen de ibretli hikayeler anlatılırdı. Gençlerin sohbet yerleri ayrı idi. Onlar malum bazı odalarda toplanır masallar söyler; şarkı ve türküler okur eğlenirlerdi. Bu maksatla köylerin delikanlılarının sık geldikleri ve bizimkilerin de onlara misafir gittikleri görülürdü. Deliorman Türkünün dünya zevki hemen hemen düğünlere münhasırdı. Gerek evlenme gerekse sünnet düğünlerine büyük ehemmiyet verilirdi. Düğünler Güz mevsimi geldi mi Deliormanlılar erkekli kadınlı kasabalara koşar, düğün pazarlığı görürlerdi. Nişanlı kızı veya oğlu bulunanlar, karşı tarafın büyük küçük bütün fertlerine bohçalar hazırlarlardı. Evlenmeler görücülük usulûyle yapılırdı. Ve bundan bugün iddia edildiği gibi hiçbir geçimsizlik, boşanma ve ayrılma meydana gelmemiştir. Nişanlılar düğünden önce katiyen birbirleriyle görüştürülmezdi. Komşu köye gelin gidecek bir kızın düğünü köyünde iki akşam, yani çarşamba ve perşembe geceleri yapılır. Perşembe günü gelin alınarak o gece güveği kapatırdı. Güveği kapamak gerdeğe girmektir. Düğün, güveğinin köyünde de iki akşam yapılırdı. Bu münasebetle çalgılar tutulur. Misafirlere ahenkler yapılırdı. Gece düğünlerini daha ziyade kadınlar yapardı. Düğünün ilk akşamına "kına gecesi" denir. Köyün kadınları, kızları büyük bir salona toplanır; türküler söyleyip oynarlar. Nihayet dağılma zamanı gelince genç kızlar, gelinin yanında kalarak hep beraber kına yakınırlar, yaşlılar evlerine giderler. İkinci gece hem gelinin hem güveğinin evlerinde takı yapılır. Takıdan maksat hediyelerin verilmesidir. Gelinin takısı başının üzerinde tutulan bir bohçaya konur. Güveğinin takısı daha mutantan olur. Yatsı zamanı çalgılar, sokaklarda dolaşarak ahaliyi takıya davet eder. Millet güveğinin evine toplanır. O zaman sırtlarına birer cübbe atılır. Artık babasından başlayarak bütün hısım ve akraba, konu komşu hediyelerini getirerek güveğinin önüne bırakırlar. Güveği ile sağdıcının ellerine de paralar koyarlar. Buradaki hediyelerin ekserisi kap kacaktır. Takının bittiği silah sesleriyle ilan edilir ve güveği ile sağdıcının sırtlarından cübbeler alınır. Kendileri de hızla oradan uzaklaşırlar. Bu arada güveğinin önüne bir bakır içine biraz su konur. Güveği bu bakın devirerek gider. Takıdan sonra o akşamki düğün bitmiştir. Ertesi gün perşembedir. Gelin alıcı günüdür. Gelinle güveği aynı köyden iseler gelin almanın fazla merasimi yoktur. Ayrı köyden iseler iş değişir. Gelinin bineceği araba çeşit tentelerle süslenerek üzeri kubbevari örtülür. Bu arabaya mümtaz hanımlar ve güveğinin yakınları biner. Artık kimisi kadınlara kimisi erkeklere mahsus olmak üzere birçok at arabası meydana çıkar ve tıklım tıklım dolar. Bazen araba gelin alıcı kafilesi yola revan olur. Yürükler Yollarda çalgıcılar muhtelif havalar çalar. Gelinin köyüne birkaç kilometre yaklaşınca haberci mahiyetinde birkaç at yarışarak köye gider. Bunlara "yürük" derler. Hangisi birinci gelirse ona gelinin cihazından (çeyiz) bir gömlek; ikinciye peşkir, üçüncüye çevre (yemeni) vesaire verilir. Bu arada gelin alıcı kafilesi beklenmektedir. Yürükler dönüp gelince tekrar yola revan olurlar. Köye vardıklarında bütün arabalar köylüler tarafından taksim edilir. Zaten düğün gününden önce köylüler toplanıp kimin ne kadar misafir alacağı kararlaştırılır. Buna "kavil" derler. Bakarsınız bazı ağalar beş araba, bazıları üç araba misafir almış evlerine götürüyorlar. Bu misafirlere türlü yemekler ikram olunur. Yemekten sonra delikanlılar soyunarak güreş yaparlar. Nihayet çalgılar arasında gelin arabaya bindirilerek köye dönülür. Köyde yapılacak başka merasim yoktur. O akşam, yatsı namazından sonra güveği kapanır, yani gerdeğe girer. Deliorman Türkünün en büyük zevki, eğlencesi at koşuları ve güreşlerdir. Bunlar ekseriyetle sünnet düğünlerinde yapılır. Koşu atlarına "yürük" denir. Bu hayvanları birçok köylü, sırf zevk için besler ve davet olunca düğünlere giderek koşulara iştirak ederler.  Osmanlı Valisi Avusturya Kralı'nı Nasıl Korkuttu? Şaban Er Sultan III. Ahmet zamanında Viyana’ya giden elçilik heyetinde bulunan Osmanlı alimlerinden Nahifî Süleyman Efendi bu seyahat esnasında Budin şehrinin Osmanlı valisi ile ilgili bir hadiseyi şöyle anlatmaktadır:    …Delî Seyyidî Pâşâ, Budim (Budin) Vâlîsi imiş. Gayet ile behâdır devletli ve gâzî imiş. Ammâ vaktinde Budim’den Beç’e (Viyana) bir bâzer-gân giderken Nemçe’nin toprağında mâlını gâret etmişler. Ol bâzer-gân gerü gelüp merhum Seyyidî Pâşâ’ya arz-ı hâl edüp ahvâli bildirdi. Ol dahî Beç Kralı’na bir Buyuruldı gönderdi. Ve yazmış ki “Buradan giden bâzer-ganın mâlını senin toprağında gâret etmişler. Buyuruldu’m  vusulünde bâzer-gânın mâlını buldurup tarafıma irsâl eyleyesin! Ve bulunmadığı hâlde, yanından tahsil edüp gönderesin! ‘Yok, yok’ dersen, tâc ü tahtın elinden gider!” Demiş. Buyruldı dahâ krala vusul buldukda, kral dahî “Be hâydi!” Dedi diyü cevâb etmiş. Seyyidî Pâşâ’ya bu haber gelince kırk dâne âdemi tebdil-i suret edüp Beç’e göndermiş. Ol kırk âdem Beç’e dâhil olup ve kal’anın içinde bir kiliseden bir keşiş çıkarup ve çalup Budim’e Seyyidî Paşâ’ya getürürler. Ammâ eğer kralın ve gayrının bu keşiş çalınduğundan haberleri olmadı. Gelelim Seyyidî Paşâ’ya: Ol keşişin boynunı urmak istedi. Recâ etdiler; buynunı urmadı, afv etdi. Tekrâr krala haber gönderdiler. “Kal’a içinde, fülân kiliseden fülân keşiş çaldırup getürdi. Boynunı urmak istedi. Recâ edüp afv etdirdik. Bilmiş olasın ki, tâc ü tahtın elinden gider. Hemân mâlı göndermeğe sa’y edesin!” Demiş. Kral dahî bu ahvâli işitdikde, kralın şapkası başına dar olup ol keşişi kilisede yoklatdı; Yok!.. Su’âl eder ki “Bu ahvâl ne şekl oldı ki bu keşiş zâyi’ oldı?!” Cevâb verürler ki “Kırk âdem geldi ve keşiş gâ’ib oldı.” Hemân aklı başına geldi. “Ol ki Beç’in içinden ve kiliseden keşişi çıkardı;Beç elimden gideceğini aklım kesdi.”  Hemân bâzer-gânın gâret olan mâlını kendü yanından gönderir. Bâzer-gân       : Tüccar
Gâret etmek   : Soymak, çalmak
Buyruldı         : Emir
Vusul              : Vasîl olmak, ulaşmak
Tebdil-i suret : Kıyafet değiştirme
Kaynak          : Nahîfî Sülaymân Efendi Külliyâtı- Şaban Er, Kutupyıldızı Yayınları. K&#;kl&#; Tarih, Sıcak İnsanlar, Muhteşem Coğrafya: Ohri İrfan &#;zfatura Bir şehri arabayla gezen kavanoz üzerinden reçel yalar. Çekeceksin çarıklarını, vuracaksın kamerayı omzuna. Sokak sokak dolanacak, deklanşöre basacaksın yüzlerce defa. Kaleleri, camileri türbeleri atlamayacaksın elbet, bir sürü de detay toplayacaksın ayrıca. Kapı tokmakları, yosunlu kiremitler, saksı çiçekleri, kapı önünde oturan çocuklar, hamur açanlar, odun kıranlar, semaver yakanlar…Eh üç bin kare fotoğraf çektiğiniz bir beldeyi tekrar görmek istemezsiniz bir daha. Öyle ya, dünya büyük, hayat kısa. Git başka bir yere, ne diye zaman kaybedeceksin ki tekrarla…Ama…Ohri başka. Üç kere gittim, haydi deseler yine giderim güle seafoodplus.infom burası köklü bir şehir. Değişik kavimler gelip geçiyor. Hristiyan dünyasının önde gelen merkezlerinden biri. Hatta bir ara “var mısınız” diyorlar, “ tane kilise kuralım. Her gün birinde ayin yapalım sırayla…”Gerçekleşmiyor tabii ama kırk civarında kilise ve şapel bulunuyor sokak aralarında.Yabancı Olduk Şimdi!Biliyor musunuz Kiril alfabesi buradan yayılıyor dünyaya. Kiril ve Metodius iki kardeş, artık neden ihtiyaç duydularsa oturup yeni bir alfabe geliştiriyorlar. Bu harfler bir anda Ortodoks dünyasına yayılıyor. Ki halen Rusya, Ukrayna, Bulgaristan Makedonya ve Sırbistan’da kullanılıyor. Keyif kendilerinin ama Asya’daki Türklere de dayatılması hoş seafoodplus.infoüz Latin harflerinin sancısını çektiğimiz yıllarda Kazak, Türkmen,  Özbek,  Azeri, Tacik, Kırgız, Tatar, Başkırt ve Yakutlar Slav harfleri ile yazmak zorunda kalıyor. Ne biz onları okuyabiliyoruz ne onlar bizi, irtibatımız seafoodplus.info alfabesinin tersliği okudum sanıyorsunuz ama başka manalar çıkmıyor. Misal “Hap” yazıp “Nar” “PoMaH” yazıp “Roman” seafoodplus.infonlara sorarsanız Ohri’nin 6 bin yıllık mazisi var. Frigler, Kral Filip filan… Sonra tabii ki Roma.Muhkem KaleOhri üç adet surla çevrili, birini aşsanız bile düşmüyor.  Bundan bin yıl önce Çar Samoil tarafından inşa edilen içkale muhkem bir hisar, surların yüksekliği yer yer 16 metreyi aşıseafoodplus.info, Murat Han-ı evvel devrinde Çandarlı Hayrettin Paşa tarafından alınıyor.Yıl , İstanbul’un fethine 68 yıl vardır daha… Ohri Rumeli Eyaletinin üç sancağından biri. İlk sancak beyi Aydınlı Cüneyd Bey şehri çok seviyor, büyük bir aşkla hizmet ediyor…Osmanlılar Ohri’deki kiliselerinin tamamını Hristiyanlara bırakıyorlar, bir tek Ayasofya’yı (ki o da silahlı direnişte bulundukları için) cami olarak kullanıyorlar. Mimari üslubünü değiştirmiyor kubbenin kenarına küçük bir minare ekliyorlar.  Minber ve mihrap koyuyor, levhalar asıseafoodplus.infoya’ların akıbetine bakın, şimdi o da müze… Müşteri bekliyor sabıseafoodplus.infoya’ların akıbetine bakın, şimdi o da müze… Müşteri bekliyor sabırla.  Ne hikmettir bilinmez mutasavvıflar Ohri’ye ayrı bir ilgi gösteriyor. Tekke ve zaviyelerde güler yüzlü, kul hakkından korkan, samimi müminler yetişiyor, yerli halkın gönlünü kazanmasını biliyorlar. Unutmadan söyleyeyim Ohri tekke kültürünün yaşadığı nadir yerlerden biridir hala. Her gün sabah namazını müteakip Zeynel Âbidin Paşa Camisinin bitişiğindeki Pir Muhammed Hayâtî Baba tekkesinde zikr yapılıyor. Ecdad YadigârlarıHasılı Osmanlılar Ohri’yi kubbelerle donatıyorlar. Ohri’deki en önemli eserimiz Hünkar Camii.Büyük alim Ohrizade Sinanüddin Yusuf Efendi tarafından yaptırılıyor ve Fatih Sultan Muhammed’in adını taşıyor. Sadece camii değil koca bir külliye. Etrafında mektep, zaviye, aşevi ve kervansaray da seafoodplus.infoddin Yusuf Efendi mal mülk sahibi bir hayırsever, yetimleri dulları gözetiyor kimsesizleri evlendiriyor. İmarette Müslim gayrimüslim ayırd edilmiyor, tasını uzatan aşını alıp seafoodplus.info ama külliye (tapusu meşihatın elinde olmasına rağmen) işgal edilmiş, şimdi üzerinde Ortodoks Üniversitesi yüseafoodplus.info Çelebi merhum Ohri’de 17 mahalleden söz açıyor ki onunda Müslümanlar oturuyor. 17 yy’da Ohri’de 17 mescid 17 cami 7 mekteb, 3 han  iki hamam, dükkan ve bedesten bulunuyor. 7 kıraathanesinin yedisinde de ilim sahipleri toplanıyor, sohbete katılanlar bilgi ile donanıyor.Süleyman Han, Zeynel Abidin, Ahmet Şerif Bey Siyavuş Paşa ve Hamza Bey medreselerinde hem din hem fen ilimleri okutuluyor, nadide gençler yetişseafoodplus.info-ül Kurra’da tedrisat veren Hafız-ı kurralar ki (İbn-i Ömer onlardan biridir) Kıraat-ı hafs üzerine kaari ve hafız yetiştiriyor. Muslihiddin ve Ahmed Efendilerin talebeleri gittikleri yerlerde meşale seafoodplus.infoı zamanında Ohri’nin nüfusu 10 binmiş, 6 bini Türk.Şimdi nüfus olmuş 60 bin yine 6 bini Türk (Türk derken Müslümanı kastediyorum tabii, Arnavut’u, Torbeşi, Boşnağı, Çingenesi hepsi bir arada)Evimizde gibi denir ya Ohri kendinizi evinizde gibi hissedeceğiniz nadir yerlerden biri. Ben gidip de pişman olanı görmedim daha Biz K&#;lt&#;r Yolcuları: “Rumeli’den G&#;&#;ler" Belgeseli Metiner Sezer Sirkeci Garı; trenlerin durup kalktığı, yolcu indirip bindirdiği bir istasyon olmanın çok ötesinde bir gar. Tarihî misyonu var bir kere. yılından sonra Avrupa’ya iş için giden vatandaşlarımız binbir ümitle bu gardan bindiler trene. Bir de Balkanlar'dan gelen göç dalgaları var. Yüz binlerce Osmanlı vatandaşı hürriyetine bu garda kavuştu.
“Türk insanı” ile “göç” birlikte anılan iki kavram. Bundan bin yıl önce Anadolu’ya ayak basan Türkler, dura kalka Torosları aşıp da Söğüt’e kadar geldi. Osmanlı yılında Bursa şehrini beylik merkezi yaptı. ’de ise Edirne fethedildi ve Osmanlı İmparatorluğu’nun başkenti oldu. Bin üç yüzlü yıllar Osmanlı’nın Balkanlar'da fetih yılları. yılında Makedonya Osmanlı sınırları içine girdi.
Osmanlı fethettiği Balkan ülkelerini Konya ve Karaman civarından getirdiği Türk nüfus ile güçlendirdi ve bu ülkeler sene Osmanlı yönetiminde kaldı.
yıllarında yaşanan Balkan Savaşları ile Osmanlı Rumeli'deki topraklarını kaybetti ve Rumeli’de yaşayan Türk ve Müslüman nüfus Anadolu’ya göç etmek zorunda kaldı. Bu göçün başlama noktası Üsküp Garı idi. sene efendisi oldukları insanlar tarafından hakarete uğrayan, taciz edilen, evleri yakılan Osmanlı’nın göçüydü bu. Acı ve elemin had safhaya çıktığı, kan ve gözyaşının sel gibi aktığı bir göç başlamıştı. Anadolu’dan göç eden Türkler ile Osmanlı gelir gelmez Müslüman olan Boşnak ve Arnavutların göçü yani.
Kosova Prizrenliler her sene mayıs ayında Sirkeci Garı'nda “Bir kofer, bir sandık” etkinliğini kutluyorlar. Kofer malum, bavul demek. Sandığına doldurduğu eşyası ve bavuluna koyduğu giysilerinin dışında tüm eşyalarını, evini, tarlasını ve en önemlisi de doğup büyüdüğü toprakları geride bırakıp canını trene atan insanların öyküsü bu.
Ünlü belgeselci Nebil Özgentürk, Can Dündar ve Coşkun Aral “Biz Kültür Yolcuları” başlığı altında bir belgesel hazırladılar. Denizbank’ın sponsor olduğu bu belgeselde Rumeli göçleri ele alınıyor. On bölümden oluşan belgeselin birinci bölümünü, göçün başladığı Üsküp’te seyrettim.
Ayşe Kulin de o göçü yaşayan bir ailenin mensubu. Belgeselde günleri anlatırken “Ailem, göçten asla bahsetmezdi” diyor. “O acıyı tekrar yaşamak onlara zor geliyordu. sene efendisi olduğu insanlar tarafından yerlerinden edilmeleri, hakarete maruz kalmaları onlara çok ağır gelmişti.”
“Biz Kültür Yolcuları” belgeseli önümüzdeki günlerde yayınlanacak. Tavsiye ederim, seyredin. “Biz” kelimesinin içi gayet güzel doldurulmuş. Rumeli göçmenlerine “Suyun Öbür Tarafı”ndan gelmiş muamelesi yapmanın ne kadar yersiz olduğunu, onların yaşadıkları acıyı ve buna rağmen nasıl ayakta kaldıklarını görüp anlama fırsatı veren bir belgesel bu.
Bulgaristan'dan Bir Zindan Hatırası Osman Kılı&#; Osman Kılıç Bulgaristan Türklerinden ilim ve irfan sahibi bir kimsedir. Bulgarların büyük zulmüne uğramış, ölüme mahkum edilmiş, uzun müddet hapishanelerde kalmıştır. Hapiste iken Bulgaristan'ın son asır alimlerinden olan kayınpederi Hocazade Mehmet Muhiddin Efendinin kendisini ziyaretiyle ilgili hatırasını aşağıda sunuyoruz:Son görüşmemizde eşim, müteakip ziyaret gününde büyük Efendi Peder Hocazade Efendi'nin de geleceğini söylemişti. Bu yüzden görüşme gününü büyük bir merak ve heyecanla bekliyordum. Günler geçmek bilmiyordu. Bir taraftan kendisiyle görüşüp başıma gelen bu görülmez belanın hikmet ve manasını sormak isterken, diğer taraftan da onu bu yaşta buralara sürüklemiş olmaktan büyük bir üzüntü duyuyordum. Nihayet görüşme günü geldi, çattı. Sabahın erken saatlerinden itibaren, pencere önünde dikilmeye başladım. Devamlı, karşıki sokağa bakıyor, gelip geçenleri seyrediyordum. Bir anda gözlerime bir fayton ilişti. Aynı saniyede Efendi Peder' in beyaz sarığı ile siyah cübbesini gördüm. Fayton hızla gözden kayboldu. İçinde başka kimlerin olduğunu fark edemedim. Artık pencereden çekilip her an kapının açılmasını bekliyordum. Vücudumu korkunç bir heyecan sarmıştı. Kalbim hızla çarpıyordu. Kara tâlihimin zalim cilvesine bakınız. Ben böyle, beklenmedik bir şekilde idam hükmüyle zincirlere vurulup ölüm hücrelerine atılacağım, doksanlık ulu çınar, fadıl-ı muhterem, tek seçimle Bulgaristan'da başmüftü olmuş, zamanın âlimi, Fıkıh ilminde rüsuh sahibi Hocazade Efendi, hapishaneye, beni görmeye gelecek! Çok geçmedi, kapı açıldı. – Ziyaretçilerin var, dediler. Hemen zincirimi kavrayıp dışarı çıktım. Bir yandan kalbimin vuruşlarını, diğer yandan da zincirimin çangırtısını dinleyerek ziyaret salonuna yardım. Yakınlarımız girmeden evvel, biz yerlerimizi aldık. Benimle beraber başka mahkumlar da aynı anda, aynı sırada yakınlarıyla görüşebilirlerdi. Yer buna müsaitti. Fakat o takdirde beni de görecekleri için bu mümkün değildi. Ben yalnızca salona alındım. Başkalarını görmemeliydim ben. İdamlıktım ben. Harici âlemle alâkamın, kelimenin tam manasıyla kesilmesi gerekiyordu. Zincirimi hafifçe yere yatırdım. Ta ki görüşme esnasında yakınlarımız bu eziyet halkalarını görmesinler. İki tarafıma, Türkçe bildiklerini zanneden gardiyanlar gelip yerleştiler. En sonunda salonun kapısı açıldı. Efendi peder, elinde bastonu, vakur adımlarla içeriye girdi. Arkasından da eşim, gözyaşlarını silerek gelip, onun yanı başında yerini aldı. Konuşmaya başladık. İlk olarak sabırsızlanan eşim söz aldı. – Bak, bugün Efendi Babam da seni görmeye geldi. – Bak, bugün Efendi Babam da seni görmeye geldi. Ben kendilerini evvela "Hoş geldiniz" diyerek selâmladım ve hemen konuya girdim. – Başıma gelen bu görülmedik belâya, siz ne dersiniz Efendi Baba? Cevabı şu oldu: – Başına gelen bu felâketi, iki şekilde izah etmek mümkündür. Ya Cenab-ı Allah'ın bir sevgili kulusundur, hasbelbeşerş günahların kefaretini, daha dünyada iken ödüyorsun ya da çektiğin bu eziyet ve ıstıraplar karşılığında, dünya ve ahrette yüksek mertebelere ulaşacaksın. Bu ancak böyle izah edilebilir. Tek kurtuluş yolu Salah-ı hal, ibadet ve taat, dua ve istiğfar. Taat ve ibadet için şartlar müsait değil diyecek oldum. Çok yerinde olarak beni derin bir gafletten uyandırdı ve yol gösterdi. – Duvarlar, duvarlar. Şartlar ne kadar ağır olursa olsun, taat ve ibadetten geri kalma. Teyemmüm için zindanlarda yatanlara, duvarlar tek elverişli vasıtadır. Zikrü fikre, taat ve ibadete, teybe ve istiğfara devam! Sonu hayırdır inşaallah. Nice büyükler, yer altında, karanlık zindanlarda, en kötü şartlar altında yine taat ve ibadete devam etmek imkânlarını bulmuşlardır. Kalbime bir ferahlık geldi. İçime bir huzur çöktü. Derin ve manalı bakışlarıyla sanki bana kuvvet ve cesaret veriyordu. Kendime gelir gibi olmuştum. Zaten her zaman onun yüksek şahsiyetinde büyük fazilet ve ahlâk örnekleri müşahede etmişimdir. O anda da onun yüksek maneviyatından kuvvet alıyordum. Önümde yüksek bir cesaret ve sabır abidesi olarak dikilmiş, beni ihya etmişti. Bu kadarı yeterdi artık benim için. Bir iki söz de eşimle teati ettikten sonra ayrılmak mecburiyetinde kalmıştık. Süremiz bitmişti çünkü. Ziyaret saati dolmuştu. Beş dakika nedir ki. Baktım ki eşim ziyaret salonundan çıkmakta pek acele etmiyor. Ayağımdaki eziyet bağını görmek istiyordu. Ben de hemen yerden zinciri kaldırıp geriye, kapıya doğru ilerleyiverince, görüş açısı biraz genişledi ve o anda ayağımdaki yılankavi zinciri görüverdi. Bütün çıplaklığıyla benim yürekler acısı hâlimi, kuşbakışı seyretti. Ne kadar nahoş bir şekilde, ağır ağır adım attığımı, o idam hükmünün sembolü zulüm ve eziyet halkasını, dehşet nazarlarıyla görüp üzüldü. Onlar dışarıya, Bulgaristan denilen büyük, açık hava hapishanesinin Şumnu sokaklarına çıktılar. Ben ise tekrar ölüm hücresinin soğuk köşesine, kaderimle baş başa kalmak üzere geriye doğru adımladım. Çoktan beri beklediğim mühim ziyaret, çabucacık bitivermişti. Gök kapısı açılır gibi, bir anda her şey olup bitmişti. Ama zihnimde derin izler kaldı. Bu takviye ile bir hayli müddet devam edebilirdim. Kaderin sillelerine uzun bir süre dayanabilirdim. Moralim tazelenmişti. Bu tatlı hatıralarla göğüs gerebilirdim ölüm hücresinin dayanılmaz çilelerine. Üzülmemek elde değil. Hücreye döndükten sonra bir süre bu olağanüstü ziyaretin tesirinden, kendimi kurtaramadım. yılını da yarılamıştık. Zor da olsa, günler geçiyordu. Dışarıda olup bitenlerden hiç haberimiz yoktu. Hadiseler hızla gelişiyordu.  Blagay Alp Erenler Tekkesi ve D&#;ş&#;nd&#;rd&#;kleri Ahmet Yasin G&#;rkan Uçsuz bucaksız Türkistan bozkırlarında Yesi isimli bir şehir ve ismini o şehirden alan büyük bir mutasavvıf, Türkistanların “Hâce” dedikleri büyük bir Mürşid, Pîr-i Türkistan Hoca Ahmed Yesevî Dergâhında binlerce dervişi olan bu büyük Mürşid en yakın halifelerinden Saru Saltuk’u yanını çağırır ve ona, o zamanlar Diyâr-ı Rûm olarak bilinen Anadolu’ya, oradan da Balkanlara geçmesini, din-i mübin-i İslâm’ı oralarda yaymasını ve İslâm dinine girenlere “irşad” faaliyetlerinde bulunmasını emreder. Şüphesiz Yesevî Hazretlerinin bu emri sofilerini şaşırtmıştır. Çünkü henüz Türkistan ahalisinin tamamı Müslüman olmamışken, Türkistan’a binlerce kilometre uzaklıktaki diyâr-ı Rûm’a gidip İslâm’ı tebliğ etmenin “hikmet”ini merak etmektedirler. Neticede bu dervişler Yesevî Hazretlerinin dervişleridir, “işittik ve itaat ettik” diyerek, hazırlıklara girişirler. Hoca Ahmed Yesevî Hazretleri, huzuruna çıkan Saru Saltuk’a kılıcını vererek, nasihat eder ve üzerindeki vazifesinin ne kadar mühim olduğunu bir kez daha hatırlatır. İşte Yesevî Hazretlerinin manevî himayesinde yola çıkan bu kafilenin Balkanlardaki son durağı Blagay’dır. Blagay, Bosna’nın Mostar şehrine yirmi kilometre uzaklıkta bir yerdir. Saru Saltuk buraya bir tekke kurar. Tekkeyi kurduğu yerin manası derindir. Büyük bir kayalık dağ ve o dağın altından kaynayıp bir nehiri besleyen coşkun bir su ve sırtını o dağa yaslamış, suyun kaynağını tutmuş bir tekke… Dağ Kur’an-ı Kerim, dağın altından kaynayan su Kur’an-ı Kerim’den süzülen, İslâm’ı meydana getiren her şey, sırtına dağa yaslamış, kaynağın başını tutmuş olan tekke ise “Tasavvuf”, yani Kur’an’a dayanan, Kitabullah’dan beslenen ve o kitabın getirdiği dinin bulanmadan, donmadan, tıkanmadan akmasına vesile olan, en son dini en güzeliyle yaşama ve yaşatma dâvasının ismi olan Tasavvuftur. İşte eşyaya, maddeye mânâ kazandıran, coğrafyayı derinlemesine işleyerek, toprak parçasını vatan mefhumuna istihâle ettiren muhterem ecdadımız, Fatih Sultan Mehmed Han Hazretleri bölgeyi zahiren fethetmeden asırlar evvel mânâ planında fethetmiş ve oralara Türk-İslâm mührünü vurmuştur. Saru Saltuk ve Yesevî dervişlerinin birkaç satırla ifade ettiğimiz bu seyahati bundan yedi asır evvelini düşündüğümüz zaman çok büyük bir hadisedir. Türkistan ile Blagay arası, Saru Saltuk kafilesinin geldiği yola göre hesapladığımızda takriben on bin kilometreye tekabül etmediktedir. Yolların olmadığı, asayiş bakımından tehlikeli topraklarda geçen bu seyahati gerçekleştirmek, hatta böyle “dönüşü olmayan” bir seyahate çıkmayı kabul etmek, bugünün yapılan bir programa yahud sohbete gelmeye dahi kırk dereden su getiren insanının havsalasının dışında olsa gerek diye düşünüyoruz. Ecdadımız ile bugünün neslinin manevî gerilimi, ihlâsı, hizmet aşkı arasındaki farkı bu misalden yola çıkarak herkes düşünmeli ve kendine düşen payı almalıdır. Yukarıda ifade ettiğimiz gibi ecdadımız topraklardan evvel gönülleri fethetmiştir. Toprağın fethi zahir planındaki iştir ve diğerine göre kolaydır, güçlü bir ordun varsa tepeler geçersin, tıpkı Cengiz Han’ın yaptığı gibi ama o tepelediğin topraklarda gönüllerin fethini gerçekleştirememişsen bir insan ömrü kadar bile o coğrafyada kalamazsın. Yakın uzak geçmişte bunun misalleri çoktur. asırlar boyunca gerçekleşen bu manevî fetih bize çok şey anlatmalıdır. Bizim ecdadımız, ismini, cismini, toprağını bilmediği yerlere giderek oraların insanının gönlünü kazanmıştır. Biz ise bugün bırakınız böyle bir gönül kazanmayı, böyle bir şeyi aklımızın, ruhumuzun gâyesi haline getirmeyi, kendi içimizde birbirimizi boğazlamanın derdindeyiz. Balkanlar, Kafkaslar gibi yetmiş iki milletin yaşadığı yerlerde asırlarca huzuru tesis etmiş olan Türk milleti bugün kendi içinde birçok müşterek paydasının bulunduğu grupları dahi bir arada tutmakta güçlük çekmektedir. Dün ecdadımız o birlikteliği nasıl tesis etti, bugün biz niye sürekli bölünme senaryoları tartışıyoruz? Sualini kendimize sormalıyız. Türk milletinin bütün fertleri olarak partizanlığı bırakmalı ve “büyük ülkü”ye odaklanmalıyız. Partiler, siyasîler birer araçtır ve “gün”e yönelik politika yaparlar, yaptıkları politikanın temelinde ise aritmetik hesaplar vardır. “Demokrasi” dedikleri ne idüğü belirsiz, nereye çeksen oraya gidecek ve bugün adeta siyasi bir put haline dönüştürülen ucube mefhumu bir kez daha düşünmeliyiz. Biz Türkler o devasa devletlerimizin idaresini, ilk çağ Yunan filozoflarından öğrenmedik, bugünde idaremiz için onların torunlarından kopyala-yapıştır yapmanın bir mânâsı yoktur. Göktürk Hakanı Bilge Kağan’ın, asırlar evvelinden “Ey Türk titre ve kendine, dön” hitabını, slogan bayağılığına saplamadan iyi tefekkür etmeliyiz. O günki Türkler kendinde olsaydı böyle bir hitap gelmezdi, demek ki Türklerde kendinden, özünden bir kopuş meydana geldi ki ecdadımız o sözü söyleyip o taşlara kazıtmak ihtiyacını hissetti. Bugün de bizler için o söz tazeliğini korumaktadır. Hoca Ahmed Yesevî Hazretleri, Saru Saltuk’u, Çin, Hindistan, hatta İslâm olmamış Türkistan bölgeleri varken niye Anadolu’ya, Balkanlara gönderdi? Osmanlı nasıl kuruldu? “ Asır Anadolusu”nu Moğol fırtınasından muhafaza eden manevî dinamikler ne idi ve o maneviyat erleri, Osmanlı’yı nasıl kurdu, İstanbul’un fethi nasıl gerçekleşti? Sakarya nehrinden Tuna’ya, Nil nehrine nasıl gittik ve Viyana’dan Sakarya’ya nasıl geriledik? Bütün bu sualler birbiriyle bağlantılıdır, derinlemesine tefekkür edilmelidir ve Râd Sûresi Âyeti olan “Allâh (celle celalühü) bir kavmi- tağyir etmez- değiştirmez o kavim kendi nefsini, halini değiştirmedikçe.” ile alâkası olsa gerektir.   Bulgaristan’ın Son Devir Osmanlı Ulemasından Hocazade Mehmet Muhiddin Osman Kılı&#; Hocazade Mehmet Muhiddin Efendi, yılında Şumnu’da doğmuştur. Babası Hacı Hüseyin Efendi de Şumnu’da Eski Cami Müderrisidir. Aynı zamanda uzun yıllar, Şumnu Müftüsü olarak hizmet görmüştür. Oğlu Mehmet, babasının yolunda yürümüş, evvelâ Şumnu’da, sonra da İstanbul’da tahsil görmüştür. İstanbul’da medresede tahsiline devam ederken, Şumnu’ya bağlı büyük bir Türk köyü olan Yankova’da ramazan hocalığı yapmış, senelerce burada halka vazu nasihatte bulunmuştur. Daha sonra İstanbul’dan İcazetini alıp memlekete dönmüştür. Babasının makamına oturmuş, Şumnu Müftüsü olmuştur. Aynı zamanda Eski Cami Müderrisi sıfatıyla ders okutmuş, büyük küçük Müslüman halkın Hocası olmuş, herkesin sevgi ve hürmetini kazanmıştır. ’lerde Başmüftü Kaymakamı olarak Sofya’ya gelmiştir. Gerek şahsi hayatında, gerekse memuriyet makamında, halk ve adalet yolundan zerre kadar inhiraf etmemiş, siyasî büyükler önünde, çizgisinden kıl payı ödün vermemiştir. İlmiyle âmil büyük bir din ve ilim adamıdır. Yüksek bir salabet’i dînîyye sahibi olan bu zatın, bazı çevrelerce tutucu olarak gösterilmek istenmesi ne yazık ki, kabrinde bile onu rahatsız edecek kadar haksız ve yersizdir. Yine bazı, Bulgaristan’la ilgili son çıkan eserlerde, merhumun fotoğraf çektirmeyecek kadar tutucu olduğunu söyleyenlere rastlanmaktadır. Bu da bir haksızlıktır. Fotoğraf çektirmeyen bir adamın, kitaplarımıza aldığımız resimleri nereden geliyor acaba? Bu hususta da yaptığımız gibi herkesin eline, eteğine, omzuna basarak ileri çıkıp poz vermiyor, sırf bazı gazete ve kitapçılarda görünebilmesi için, objektif karşısına çıkmaktan hoşlanmıyordu, o kadar. Hocazade Efendi’nin Başmüftü olarak Sofya’da bulunduğu zamanlarda, balkan harbinde esir düşen Türk askerlerine de çok büyük yardımları dokunmuştur. Başmüftülüğün öncülüğünde toplanan aynî ve nakdî yardımların, Türk esirlerine dağıtımı işlerinde, büyük ve hayırlı faaliyetleri olmuştur. Gerek o zamanlarda İstanbul’daki Meşihat’a bağlı olan başmüftülük makamında gösterdiği mesleki başarılar, gerekse Türk esirlerine yapılan yardımlarda oynadığı müspet role karşılık kendisine Babı Meşihat tarafından “Edirne Payelesi” rütbesi tevcih edilmiştir. Başmüftülükten ayrıldıktan sonra bir süre “Divan-ı Ali-i Şeri Reisliği”nde de bulunan hoca, Nüvvab’ın kuruluş heyetinde de bulunmuş ve sonra emekli olarak Şumnu’ya döndüğünde bir müddet Mekteb’i Nüvvab’ın Ali Kısmında “Usul-ü Fıkıh” dersleri okutmuştur. Fani dünyanın geçici değerlerine bel bağlamayan, şeriat hukukundan ayrılmayan, yakını ve sevdiği de olsa, yine adalet üzere fetva ve hüküm veren bir dînî otorite sıfatıyla, bütün Müslüman Türk halkının sevgi ve hürmetini kazanmıştır. Cenazesinde, arkasında yürüyen bu kalabalık bunun en canlı bir delilidir. Bu arada, merhumun üstün meziyet ve faziletlerine delil olarak bazı hâdise ve hususları zikretmeden geçemeyeceğim. 1. Bulgaristan Türk halkının ruhani reisi olarak Başmüftülük makamını işgal ettiği yıllarda, koltuğunu hakkiyle doldurmuş ve hiçbir zaman Hariciyye ve Mezahip Nezaretinin elinde oyuncak olmamıştır. Dışişleri bakanlığı ondan habersiz bir müftü tayini yaptığı zaman, sarığı ve cübbesiyle, bir Müslüman Türk Reis-i Ruhanisine yakışır bir şekilde gitmiş, Mezahip müdürünün masasına Başmütülük mührünü bırakıvermiştir. Şahsına ve makamına yaraşır bir şekilde: “Madem bana sormadan iş yapıyorsunuz, o hâlde burada benim işim kalmamış, bana ihtiyaç yok”, diyerek hiç kimseye veda etmeden Dışişleri Bakanlığı’nın kapısını vurup çıkıvermiştir. Böyle bir Başmüftü, Bulgaristan’da seyrek görülmüştür. Ondan sonra rica minnet, kendisinden özür dilenilmiş ve ancak onun inhası ve malûmatı ile tayinler yapılacağı hususunda teminatlar verilerek makamında kalmasına ikna ve razı edilmiştir. 2. Bankada muhafaza ettiği bir miktar servetinin faizinin tamamını, her bayram fakir fukaraya, ehline tesadduk ediyordu. 3. Merhumu ancak öğle yemeğinde görebiliyorduk. Sabah ve akşam yemeklerini eşim, odasına götürüyordu. Öğle yemeğinden sonra, eşimin pişirdiği kahveleri içerken kedisiyle sohbet ediyorduk. Genellikle “havadisler nasıl, ne var ne yok” diyerek ahval-i âlemden haberdar olmak isterdi. İşte o zaman biz de kendisine dünyanın siyasî durumu hakkında bazı bilgi ve haberler aktarıyorduk. Yani kendisi bu ileri yaşına rağmen inzivaya çekilip dünyadan bihaber yaşamıyordu. Bir gün, yine öğle yemeğinden sonra yaptığımız sohbet esnasında, bize şöyle demişti: – Memleketin bu tarafından hayır yoktur! Bu sözleriyle Bulgaristan’ı kastediyordu. Merhum ne kadar da haklıymış. 4. Geceleri sabahlara kadar taat ve ibadetle meşgul olurdu. Çok az yemek yer fakat tatlıyı çok severdi. Eski tıbba rağbeti vardı. Ufak tefek hastalıklarda, birçok tıbbî kitabı karıştırır ve nebati tedaviyi tercih ederdi. Gecenin geç saatlerine kadar Kur’an okurdu. Herhangi bir tarikat ehli değildi. Selefi Salihin mezhebi üzerine amel ederdi. Bilhassa Fıkıh ilminde rusuh sahibiydi. Şeriat hukukunda bir benzeri yoktu. 5. Son zamanlarda ancak Cuma namazları için camiye çıkabiliyordu. Çünkü çok ihtiyarlamıştı. Buna rağmen, Cuma namazından eve hiçbir zaman boş elle dönmezdi. Bir kasap ya da bir manava uğrar, mendilinde eve muhakkak bir şeyler getirirdi. Bu da İslâmda, bir aile reisinin, efradı ailesini, kendi eliyle, helal maldan beslemesinin ibadet sayılmasından ileri geliyordu. 6. İsraftan, şiddetle sakınıyordu. Oldukça bir serveti olmasına rağmen, sadece iki kat elbisesi vardı. Bir kat adamlık, bir de her günlük. Bir arefe günü, camiden gelirken para cüzdanını düşürmüştü. Rahmetli Hami nine, Polise haber verelim efendi, bir araştıralım, deyince şu cevabı vermişti: – Bize kısmet değilmiş, dünya malının ne ehemmiyeti var hanım, bulunursa bulunur, bulunmazsa ne gam, boş ver. Bir gün köylüler kendisine şöyle bir sual sormuşlar: – Hoca efendi, bu tütünü israf diyorlar, ne dersiniz? O anda sigarasını içmekte olan hoca, cevap vermeye acele etmez, devamlı sigarasını çekiyormuş. Artık parmaklarını yakacak kadar bir küçük izmarit kaldığı zaman, cevabı yapıştırmış. – İşte böyle, benim gibi içerseniz, israf değildir. Merhum H. İsmail Ezheri’den dinlemiştim. yıllarında, Türkiye’ye gelmezden evvel, rahmetli H. Ahmet Davutoğlu ile Hocaya gelirken maksatları hem veda etmek, hem de hicret konusunda onun fikrini ve iznini almak. – Biz hicrete niyet ediyoruz, acaba ne dersiniz, Hoca Efendi? derler. Bunun üzerine Hoca hemen Kur’an-ı Kerim’den iki ayet okur ve onları Türkiye’ye uğurlar. Yanından çıktıktan sonra iki arkadaş kendi aralarında şöyle konuşurlar: – Sanki biz bu ayetleri bilmiyor muyduk, neden Sorduk? Keşke sormasaydık. Ne kadar da büyük bir gaf yaptık. Pot kırdık. En sonunda bir hususu daha belirterek Hocanın hakikî şahsiyet ve karakterini çizmek isterim. Hoca, Şumnu’da müftüdür. Büyük bir devlet adamı şehri ziyarete gelmiştir. Bu arada şöhretini duyduğu Müftü Efendi’yi de ziyaret etmek ister. Müftülükte gerekli hazırlıklar yapılmıştır. Türk halkının ileri gelenleri, bütün eşraf müftülükte toplanmıştır, yüksek misafir bekleniyor. Bir ara, “geliyor” haberi verilir. Herkes dışarı çıkar. Büyük devlet adamını karşılayacaklar. Fakat hoca hiç yerinden kıpırdamaz. Halk telâş içinde. Hele mahzur, bir aşağıya, bir yukarıya koşar durur. Adam geliyor, bizim Müftü Efendi hiç oralı değil. Rezil oluyoruz. Acaba nasıl söylesek, yoksa unuttu mu? Nihayet devlet adamı gelir. Mahkemeye girer Hoca Efendi bütün vakar ve heybetiyle makamında oturmaktadır. Yerinden kalmaz bile. Biraz konuşup görüşürler, ziyaret biter. Misafir kalkıp gider. Hoca uğurlamak için yine yerinden kalkmaz, kılı bile kıpırdamaz. Sonra halk iki büklüm, hocaya sorarlar: – Niçin kalkmadınız, niçin bu yüksek misafiri dışarıda karşılamadınız? Hocanın cevabı: – O, beni değil, makamımı, Şeriat mahkemesini ziyarete geldi. Mahkemenin üzerinde bir kuvvet tasavvur edemiyorum. Evime gelseydi, o zaman durum değişirdi. Şahsi misafirim olarak onu ta sokakta, kapının önünde karşılardım. Makedonlar T&#;rk Tarihini Tahrip Ediyor Ayhan Demir Ancak Makedonların, Türk tarihine verdiği zararların hangi birini anlatalım?seafoodplus.info Nehri’ne doğru dönüp derin bir nefes aldığınızda, ciğerleriniz Osmanlı tarihi ile dolar. Şehrin iki yakasını birleştiren Fatih Sultan Mehmet Köprüsü, bunlardan sadece bir tanesidir. Bu köprü, yılından itibaren, bir dizi restorasyondan geçti. Ancak Şehir Anıtları Koruma Kurulu’nun restorasyon çalışmalarındaki tüm yazışmalarda, köprünün adı “Justinyen Köprüsü” ve “Taş Köprü” olarak kullanıldı.
 Restoran çalışmaları kapsamında, köprü mihrabiyesinin karşı tarafına bir plaket yerleştirildi. Üzerine; “ yılında bu köprüde, Kumanova dükü Karpoş’un asıldığı” iddiası yazıldı.
 Osmanlı’ya başkaldıranlar kervanının bir mensubu olan ‘İskender Bey’in, Türk Çarşısı’nın orta yerinde yer alan, at sırtındaki heykelini de listeye ilave etmeliyiz. 
Şehrin batı yakasındaki, Burmalı Camii ise başlı başına bir hüzün sebebidir.
Karlızade Mehmed Bey tarafından yılında yaptırılan Burmalı Camii, yılında, dönemin Sırp rejimi tarafından yıktırıldı. İki yıl sonra, yerine subay ordu evi inşa edildi. Ancak Burmalı Camii’nin ahı tutmuş olacak ki, yılında meydana gelen depremde yerle bir oldu. Kısa süre öncesine kadar yeşil alan olarak kullanılan bu arazi, son birkaç yıldır, yeniden tartışmaların odak noktası oldu. 
Makedonya Hükümeti, buraya Ortodoks Kilisesi inşa etmeyi planlıyordu. Ancak Makedonya’daki Türk, Arnavut ve Boşnak Müslümanlar, koordinatörlüğünü Ramadan Ramadani’nin yaptığı, Burmalı Camii Platformu ile kuvvetli bir ‘dur’ ihtarında bulundular.
Her ne kadar kilise inşaatından vazgeçilse de, Burmalı Camii’nin “Üsküp ” projesine dâhil edilmesi sağlanamadı. Tartışmalar parlamentoya kadar ulaştı. Ancak Makedon yetkililer, bildiklerini okumaya devam ediyorlar. Sessiz sedasız, Burmalı Camii arazisine yeniden ordu evi inşa ediyorlar.
Geçen hafta, “Üsküp Skopje’ye devşirilirken, Türk politikacılar ne yapıyorlar diye bir sual aklınıza gelmiş olabilir” demiş ve ilave etmiştik: “Türk partileri, Makedon partilerine angaje olmuşlar.”
Yalnızca Türk Demokratik Partisi-TDP değil, Erdoğan Saraç liderliğindeki Türk Milli Birlik Hareketi-TMBH ve Adnan Kahil liderliğindeki Türk Hareket Partisi-THP için de benzer şeyler rahatlıkla söylenebilir.
TDP, Cumhurbaşkanı Gjorge Ivanov ve Başbakan Nikola Gruevski’nin; THP ve TMBH de, Sosyal Demokratlar Birliği-SDSM lideri Zoran Zaev ve Cumhurbaşkanlığı adayı Stevo Pendarovski’nin elinden tutup Türk köylerini gezdirdiler.
Arnavut cephesinde faklı bir şey yok. Menduh Thaçi liderliğindeki, muhalefetteki Arnavutların Demokratik Partisi-DPA ve Ali Ahmeti liderliğindeki, iktidardaki Demokratik Bütünleşme Birliği-DUI, Arnavutların çıkarlarından ziyade, kendi çıkarlarını önceliyorlar.
Üsküp Meydanı, at meydanına dönüşürken seyretmekten başka bir şey yapmadılar. Burmalı Camii’nin yerine kilise ya da ordu evi yapılması umurlarında bile olmadı. Nüfusun neredeyse yüzde 40’ı Müslümanların olan Makedonya’da, Müslüman bir Cumhurbaşkanı ya da Başbakan talep etmek gibi bir dertleri de olmadı.
Makedonyalı Arnavutların, Besa isimli yeni bir siyasi oluşumu daha var. Besa Hareketi’nin kurucu ve ideologları arasında Afrim Gaşi ve Zekeriya İbrahimi gibi önemli isimler bulunuyor. Ancak hareketin ölü doğduğunu, şimdiden söseafoodplus.infonya’daki bu tablonun tek sorumlusu elbette ülkedeki Türk ve Arnavut siyasetçiler değil. Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri de üzerine düşen vazifeyi yeterince yerine getiremedi. Ne “Skopje ” projesinin hayata geçirilmesi önlenebildi, ne de Burmalı Cami’nin bu projeye dahil edilmesi sağlanabildi.
Sadece Üsküp değil, Pirlepe, Manastır ve Ohri şehirlerindeki, bir çok Osmanlı Türk eseri ilgi bekliyor. Üsküp’teki Sultan Murat Camii, Pirlepe’deki Çarşı Camii ve Manastırdaki Yeni Cami, eski ihtişamlı günlerinden çok uzaktalar. Ohri’deki İmaret Camii yıkılıp yerine kilise yapılalı da tam 12 sene oldu. 
Sayın Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun Dışişleri Bakanı olduğu dönemde yaptığımız çağrıyı tekrarlayalım: Türkiye, bir an evvel “Skopje ” projesine müdahil olmalı.Burmalı Camii’nin yeniden inşa edilmesi sağlanmalı.
Sözlerimizi, halen Üsküp’te yaşayan Türk edebiyatçısı Avni Engüllü’nün,Üsküp’ün Ortasında Burmalı Camii isimli şiirinden birkaç mısra ile noktalayalım:
Her şey geri geri döndü bir anlığına Önümde göklere değen o güzel minaresiyleBurmalı cami gene doluydu şadırvan kurnalardan sular şırıl şırıl herkes namaza durdu  Üsküb’ün ortasında burmalı camide hâlâ yaşayan o eski hisle.
Deliorman Bir Zamanlar Hafızlar ve Pehlivanlar Diyarıydı Osman Kılı&#; Bulgaristan Türkünün milli benlik ve dini ruhunun muhafazasında en mühim rol oynayan amillerden biri de "Hafız Duaları"dır. Bilindiği gibi dört büyük semavi kitaptan "Kur'an-ı Kerim" son Peygamber Hazreti Muhammed (Sallallahü Aleyhi Vessellem)'e verilmiştir. Bu mübarek kitap âhir zaman Peygamberinin en büyük mucizesidir. Kur' an-ı Azımüşşanın birçok hususiyetleri vardır. "Hıfz", işte bunlardan biridir.Müslüman halkıyla meskun olan beldelerde, hafız yetiştiren hocalar vardır. Kendileri de hafız olan bu kimseler, yaşındaki çocukları hafız çıkarırlar. Hele Deliorman'da bu âdet çok yerleşmiş, şöhret bulmuşseafoodplus.info şunu da ilave edelim ki, bu çok ağır bir iştir. Arapça olarak nazil olan Kur'an-ı Kerim, Türkler için yabancı bir dil olmasına rağmen, kolayca ezberlenir. Henüz kendi ana dilini bile lâyıkiyle öğrenmemiş olan bu genç ve körpe dimağlar, bülbüller gibi şakıyarak mihaniki bir şekilde de olsa, Kur'an-ı Kerim'i ezberlerler ve sonunda büyük halk kitleleri karşısında baştan aşağıya, merasimle seafoodplus.infoman'da oğlunu bir başpehlivan olarak görmek isteyen köylüler olduğu gibi, hafız olarak yetiştirme arzusunda bulunan Türk köylüleri de pek çoktur. Kızlarını da hafız yapmak isteyenler vardır. Erkeklerin yanında, kızlardan da hafız olanların sayısı hiç de az sayılmaz.Çocuğunu hafız yetiştirmek isteyen köylü, evvela bir hoca hafız bulur. Eski zamanlarda hafız yetiştiren hocalar pek boldu. Çocuk hocanın evine götürülür, hoca-hafıza teslim edilir. Tabiî ki, bu iş için hoca-hafiza bir ücret ödenmektedir. Bir ya da azami iki yıl zarfında çocuk, bu hocanın evinde, usulüne uygun bir şekilde çalışır ve Kur'an-ı Kerim'i, baştan sona ezber eder.Hıfz işi tamamladıktan sonra, eğer hoca başka bir köydeyse, çocuğun babası evvela kendi köyünde komşularını evine davet eder. Buna Deliorman halk dilinde "danışıklık" denir. Davetlilere sofralar kurulur, yemekler verilir. Yemekten sonra hane sahibi, davetli komşularına:—“Komşular, ben bir cemiyet yapma niyetindeyim. Çok misafirlerim olacak. Kendilerini karşılama ve ağırlamakta bana yardımcı olur musunuz?" seafoodplus.infoşular da eğer mevsim müsaitse:— "Sana yardım etmeye hazırız." derler.Böylelikle bir hafız duası yapılmasına karar verilir. Bir gün tayin edilir. Ekseriyetle iş ve hasat zamanları haricinde yapılır bu gibi cemiyetler. Bütün köylüler, merasimle, at arabaları ile hafızı alıp kendi köylerine getirmek için, hocanın köyüne giderler. Uzun bir at arabası kervanı kurulur. Kervanın önünde Yeşil Sancak-ı Şerif dalgalanmaktadır. Etrafa dini bir atmosfer çöker. Her tarafta ilâhi sesleri duyulur. Ezanlar, kuranlar okunur. Âdeta yer yerinden oynar. Dini ve ilahi duygular coşar. Kalpler Allah aşkıyla çseafoodplus.info köyler duaya davet edilmiştir. Kadın erkek, çok misafir gelir.   80 — köyün davet edildiği vakidir. Bin-iki bin hanelik köyler pek çoktur. Dua yapılan köye bu yüzden binlerce halk toplanır. Her köyden gelen yabancılar, belli bir aileye verilir. Davet edilen bütün köyler, ayrı bir hanenin misafiri sayılır. Her köy, misafir kalacağı haneyi, organizasyon komitesinden öğseafoodplus.info, öğle ve ikindi namazlarında sonra kalabalık bir cemaat huzurunda, küçük hafız, hocasının önünde, cüz okur. Cemaat da küçük hafızı, bülbüller gibi şakıyan bu yavruyu, huşû içinde dinler. Kadın ve erkekler aynı yerde bulunmaz. Kadınlar için ayrı yerler vardıseafoodplus.info namaz vakti girmezden evvel, tekbir sedalarıyla hafız, evinden camiye getirilir. Her defasında Sancak-ı Şerif çekilir. Sancak önde, büyük bir kalabalık, tekbir sedalarıyla etrafı çınlatarak, küçük hafıza refakat eder. Sonra yine evine sancakla götürülür. Dört gün boyunca köyde ilahi ve kutsi bir hava eser. Gönüller dini vecd ile coşup taşar. Etraftan gelen Müslümanlar arasında bir kaynaşma ve bağlantı kurulur. Dini dayanışma duyguları kuvvetlenir. İslami duygular şahlanır. On binlerce Müslüman Türk, tekbir sedalarıyla İslâm'ın vahdetini, Kur'an-ı Kerim'in azametini ilân eder.Dördüncü gün nihayet son cüz'e gelinmiştir. "Nebe" süresiyle başlayan Kur'an-ı Kerim'in bu cüz'ünün okunması, âdeta bir dini merasim manzarası arz eder. Dört günden beri hocasının önünde Kur'an-ı Azimüşân'ı baştan başa ezbere okuyan küçük ve genç hafıza yardım olmak üzere, ondan evvel duası buyurulan hafızlar bugün ona yardıma gelmişlerdir. Hepsi küçük hafızın etrafında halka olurlar ve onun hocasının önünde son cüz'ü beraber okurlar. Sırası geldikçe her hafız bu cüz'ün bir süresini okur. Böylelikle Kur'an-ı Kerim baştan aşağıya, büyük bir cemaatin huzurunda okunmuş olur. Bundan sonra merasimin ikinci kısmına geçilir. Memleketin meşhur âlimleri tarafından vaaz verilir. Kadınlara ve erkeklere ayrı ayrı olmak üzere, iki hoca kürsüye çıkar ve halka vaaz ederler. Bu vaazlarda Müslüman halkı ilgilendiren konular, özellikle Kur'an-ı Kerim ve ona mahsus olan hıfz etme olayı hakkında bilgi verilir, bu mukaddes kitabın ebediyet ve kutsallığı vurgulanıseafoodplus.infon sonra da güzel sesli bir hafız tarafından bir Aşr-i Şerif okunur, dua yapılır. Böylelikle genç hafız, resmen halk önünde verdiği imtihan sonunda Hafız-ı Kur'an olarak ilân edilmiş seafoodplus.infoı buyurulan genç hafızlar yeşil hırkalar giyer. Kız hafızlar ise başörtüsü olarak yeşil bir voal örtünürler. Oğlanın başında yeşil sarık, kızın da yeşil türbanı bulunur. En nihayet bütün cemaate de şerbetler ikram edilir. Kosova-Prizren Hattı H&#;seyin &#;zt&#;rk Kosova denildiğinde hepimizin yüzünde tatlı bir tebessümle birlikte, hafif de bir burukluk belirir. Tebessümün sebebi; tarihi, kültürel ve ekonomik olarak bağlarımızın her geçen gün artarak devam etmesi, burukluğumuzun ise son yüzyıldır Kosova'nın kendi içinde yaşadıklarıdır. Pasaportla gidip gelsek de Kosova'nın başşehri “Priştine” ve tarihi dokusunu halen koruyan “Prizren” başta olmak üzere hangi şehrine gitsek, sanki Türkiye'de herhangi bir vilayete gitmişiz gibi bir duyguyla dolaşılır oralarda. Kosova'nın her noktasında mutlaka Türkçe konuşan "Evlad-ı Fatihan"lara rastlarsınız. "Biz Karaman’dan, biz Manisa'dan, biz Denizli'den, biz Adana'dan, biz Niğde'den gelmişiz" diye vilayetler sayılır dökülür. Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan'ın, Başbakan iken Kosova ziyaretinde söylediği, "Kosova Türkiye'dir, Türkiye Kosova'dır" ifadesini bulursunuz. Kosova ve diğer şehirlerinde ticari olarak neler yapılabilir meselesine kısaca değinmeden önce Türkiye'den Kosova'ya giden herkesin uğramadan gelmediği, Sultan I. Murad Türbesi hakkında kısaca bilgi paylaşmak isterim. "Kosova Sultan Murad ile Sultan Murad Kosova ile anılır" ve Avrupa içlerine "İpek Yolu"nu Sultan I. Murad açar. Sultan I. Murad Hüdavendigâr Türbesi, Priştine—Mitroviça yolunun 6. kilometresinde, Mazgit köyünde bulunur. Balkanlar'daki en eski Osmanlı eserlerinden birisi olan ve Kosova'nın en çok ziyaret edilen tarihi, dini ve kültürel mekânların başında gelir. Türbenin bulunduğu yer, "Meşhed-i Hüdavendigâr" olarak anılır. Meşhed-i Hüdavendigar, şehid olunan veya şehidlerin bulunduğu yer anlamına gelir. Yine kısaca o günlere bir yolculuk yapalım. Osmanlı ve Sırp orduları arasında 10 Ağustos tarihinde Kosova Ovası'nda meydana gelen savaşı Osmanlı ordusu kazandı. Sultan I. Murad Hüdavendigar savaşın ardından savaş meydanındaki askerlerinin durumunu incelerken, Sırp Miloşobiliç'in saldırısı sonucu şehid oldu. Sultan I. Murad'ın şehid edildiği bu yerde iç organları gömüldü, oğlu Sultan Yıldırım Beyazıt tarafından türbesi yaptırıldı. Sultan'ın tahnit edilen naaşı ise Bursa'ya getirilerek Çekirge'deki türbesine defnedildi. Türbe yılında Türkiye Diyanet Vakfı tarafından restore edildi. Türbe kompleksi içerisinde atıl durumda bulunan "Selamlık" binası ise Türk İş Birliği Koordinasyon Ajansı (TİKA) Başkanlığı tarafından "Sultan I. Murad, Kosova Savaşı ve Balkanlar'da Osmanlı Mirası" konulu bir "Kültür ve Tanıtım Evi"ne dönüştürülerek, 4 Kasım tarihinde Başbakan olan Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan tarafından hizmete sokuldu. Bu tarihten itibaren gelen ziyaretçilere daha iyi hizmet verilmesi amacıyla Sultan I. Murad Türbesi'nin işletmesi ve bakımı TİKA'nın katkıları ile Meşhed-i Hüdavendigar Derneği tarafından yapılıyor. Kosova'nın Türkiye ve insanımız için öneminin başında, elbet yüzyıllardır süren ortak değer yargılarımız gelir. Son 10 yılda ise ticari ilişkilerimizle kültürel ve sosyal münasebetlerimiz, sadece Kosova'da değil, Balkanlar'ın tümünde arttı ve artmaya da devam ediyor. Balkanlar'ın her yerinde hem büyük hem de ortak ölçekli firmalar için ciddi iş sahaları bulunuyor. Turizm, gıda, tekstil ve inşaatın önde geldiği söylenebilir. Kosova ve Makedonya bir üzüm sahrasıdır. Önümüzdeki yılların yükselen değeri pekmez olacaktır. Buralarda ise pekmez ve kuru üzüm pek bilinmiyor ve ticari olarak değerlendirilememiyor. Turizm açısından ise Kosova ve diğer Balkan ülkelerinde keşfedilmeyen pek çok mekan olduğu ifade ediliyor. İnşaat meselesine gelince; otel, konut ve işyerleri hususunda büyük boşluklar olduğu sıkça dile getiriliyor. Bu sahalarda Alman firmalarının hızlı bir şekilde Kosova'da iş yaptıklarını da hatırlatalım. Balkanlar ile ortak değerlerimizden birisi de türkülerimiz, deyimlerimiz ve atasözlerimizdir. Hepimizin bildiği şu deyimle mesajlarını aktarıyorlar: "Burada un var, şeker var, yağ var, sadece helva yapacak adama ihtiyaç var. Haydi buyurun" diyorlar. Sözün özü; Kosova ve Balkanlar, I. Murad Hüdavendigâr'ın bir emanetidir. Camiler Ve Mezarlıklar Beldesi Bosna H&#;seyin &#;zt&#;rk Cennet ve Cehennemin tarifi, her insanın kendi inanç çerçevesine göre değişebilir ve algılaması farklı olabilir.
Mesela bana; “Cenneti tarif etseniz, nasıl anlatırsınız” deseler, Saraybosna’nın merkezi hariç, doğusundan batısına, kuzeyinden güneyine kadar bütün coğrafyasının, Cennet’ten bir parça olduğunu söylerim.
Evet, bizim ülkemizde de öyle güzel yerler vardır. Karadeniz’in doğusu da batısı da böyle Cennet misali güzelliklerle doludur ama Saraybosna başka.
Atalarımız Osmanlı, İslam’a dayalı olarak kurduğu medeniyette, sadece insanı ele almamış. Dağlara, taşlara, sulara, ovalara, ormana, yer altındaki ve üstündeki hayvanlara kadar her ayrıntıyı düşünmüş ve ona göre bir sistem kurmuş.
Belki ne demek istediğim tam olarak anlaşılmayabilir. Ben de net olarak ifade edememişimdir.
Anlamak ve algılamakta zorlananlar varsa, kabahati bana yükleyip, kendilerini yormasınlar. Çünkü anlatmak istediklerim yazıyla değil, bizzat yaşayarak anlaşılabilir.
Bütün Bosna’nın, içinden veya hemen kıyısından su geçmeyen tek il, kasaba ve köy yoktur desem abartmış olmam.
Azınlıkta veya çoğunlukta Müslüman Boşnakların yaşadığı köy, kasaba ve illerde ise beyaz minareli camilerle, beyaz mezarlıklar gösteriye çıkmış gibidir.
Ve şu iddiada da bulunmak isterim ki, yine yeryüzünün en masum Müslümanları Boşnak’lardır.
Tabi bütün Boşnak’ları kastetmiyorum. Nasıl dünyanın her yerindeki Müslümanlar içerisinde bir sürü “arızalı Müslümanlar” varsa, oralarda da vardır.
Boşnaklar İslam’ı gözlerini kapatıp hiç sorgulamadan tertemiz iman etmiş bir millettir. Bosna’nın köylerini, ilçelerini dolaşıp konuştuğunuzda böyle olduğu görülecektir.
Büyük şehir merkezlerinde bu safiyet biraz bozulmuş ve bozulmaya devam etmektedir. Sebeplerden ikisi önemlidir.
Birincisi; dünyanın her yerinde Müslümanların içine bir virüs gibi giren Selefiler’dir.
İkincisi, Türkiye’den giden “vicdan sömürücüsü cüzdan tapıcısı” tiplerin, “Müslüman kisvesi” altında yaşadıkları ve yaşattıklarıdır.
Sadece Bosna’da değil, Bütün Balkan Müslümanları, bu iki gruptan bir hayli çekmektedir.
Eğer bodoslama iman edip; imanlarını ayet ve hadislerle muhafaza etmemiş ve tasavvuf geleneğine uymamış olsalar, çoktan İslam’a veda etmişlerdi.
Selefilerin, mezarlık ve türbe gibi dine bir zararı olmayan ve aksine birlik beraberliklerini sağlayan müesseseleri yok saymaları, Boşnakları şaşırtmış ve ürkütmüş.
Bizden giden bazılarının da kendilerini “kurtulmuş, seçilmiş, seçkin,” kabul edip, sanki batan, çöken, yok olan birileri varmış gibi oradakileri “kurtarma” kılıfı altında; “cüzdanlarını doldurup, nefislerini doyurarak dünyalıklarını halledenler” ürkütmüş.
Masum Boşnaklar elbette öncelikle Allah’a güvenmekte ve iman etmekteler. Kendilerine sahip çıkacak tek ülkenin de Türkiye, dolayısıyla Cumhurbaşkanı ve hükümet olduğuna inanmaktalar.
Velhasıl; Camiler, mezarlıklar, türbeler, bir İslam toplumunun yaşadığı vatanlarının tapusudur. Bunlara sahip çıkıldıkça o coğrafyada Kelime-i Şehadetin sancağı hep dalgalanacaktır. Osmanlı Coğrafyasında Kurulan En Son devletlerden Karadağ’ın D&#;n&#; Bug&#;n&#; Mehmet Can Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılışından sonra, Balkanlar’da kurulan Yugoslavya Devleti ’lı yıllarda komünizmin çöküşüyle dağılmaya başladı. yılında Karadağ-Sırbistan birliği kuruldu. yılında yapılan referandumla Karadağ bağımsızlığını kazanarak Birleşmiş Milletlerinin Üyesi oldu.

Karadağ’ın nüfusu Osmanlı’nın fethinden önce Hristiyandı.  Fetihlerden sonra on dokuzuncu yüzyıla  kadar İslamiyet sür’atle yayıldı. Hristiyan Hanedan ailesi İvan Crnoyeviç’in oğulları İslamiyeti en erken kabul edenlerin arasındaydılar.  İvan Crnoyeviç’in en küçük oğlu Stanişa İslamı kabul edip, İskender bey adını aldı. 

İslamiyeti kabul eden meşhur kişiler ve nesiller Osmanlı hükümetinin çok önemli mevkilerinde bulundular. Onlardan bazıları: Bosna başbuğu olan İskender Bey, Hersek Sancak Beyi olan Vraneşalı Ahmed Bey Vareşeviç, Mehmed Bey Obrenoviç, Hasan Bey Mihailbegoviç,  Ali Bey Pavloviç, Ahmed Paşa Hersegoviç vs.

yılında Karadağ’da yedi Rüştüye vardı. Lise seviyesinde olan bu medreselerde hem dini, hem de ilmî dersler okutulmaktaydı. 

Facia Yılları

Osmanlı devletinin bölgeden çekilmesinden sonra Müslümanlara karşı çok sert hareketler oldu. Cami, mescid, medrese, misafirhane, hamam gibi tarihi ve kültürel eserler tahrip edildi. Karadağ Müslümanları soykırım ve manevi kültürlerinin de yok edilmesiyle karşı karşıya kaldılar. Kendi hayatlarını kurtarmak için atalarından kalan evlerini terk edip Bosna, Sancak ve Arnavutluk’da daha güvenli bölgelere yerleşmeye başladılar. yıllarında Karadağ’dan 25 bin Müslüman, yani Karadağ’da yaşayan bütün Müslümanların % 80’i göç etti. 

Balkan savaşının olduğu yıllarında Karadağ’ın kuzeyindeki Müslümanlar tekrar soykırıma uğradı, sürgüne zorlandı ve tarihi eserler yok edildi.

yılında birinci cihan savaşı çıktı ve yine pek çok Müslüman öldürüldü. Osmanlı döneminde Karadağ’ın muhtelif köy ve şehirlerinde cami inşaa edilmişti. Bu camilerin 88 i savaş, isyan, yangın ve depremden dolayı yıkıldı. 

İstatistiklere göre ’den yılına kadar Karadağ’daki Müslüman nüfus %80 azaldı. Bu dönemde yaklaşık 90 bine yakın Müslüman Türkiye’ye göç etti. 

yılında Kovren vadisinde Müslümanlara Sırp ordusu tarafında akıl almaz bir soykırım yapıldı, çok cami yıkıldı. 

yıllarında eski Yugoslavya’nın dağılmasıyla, özellikle Bosna-Hersek, Kosova’da  meydana gelen savaş Karadağlı Müslümanların güvenliğini tehdit ediyordu. Bu sebeple binlerce Müslüman geçmişteki faciaları düşünerek bu defa da batılı ülkelere göç ettiler. Göçemeyip bölgede kalan Müslümanlar pek çok zulüm ve işgenceye maruz kaldılar. yılında birçok cami Sırplar tarafından yakıldı, yıkıldı. 

Günümüzde Karadağ

yılında yapılan referandumla Sırbistan’dan ayrılarak bağımsızlığına kavuşan Karadağ’da son yıllarda meydana gelen sükunet ortamında kültürel yönden çok güzel gelişmeler görülmeye başladı. 

Bugün, Arnavutluk, Bosna-Ersek, Hırvatistan ve Adriyatik yoluyla İtalya ile komşudur. Yüzölçümü km, nüfusu (1) Nüfusun %24’ü Müslümandır. Başşehri Potgorisya’dır. 

Uygun coğrafyası, deniz, karayolu, demiryolu ve hava yolu imkanları ile Karadağ, Akdeniz ile Avrupa arasında bir köprü gibidir.  

Son yılda kırk cami yapıldı veya onarıldı. Bir kısmının da inşaatı devam etmektedir. İkinci dünya savaşı sırasında yılında bombardımandan büyük zarar gören Osman Agiça camii TİKA tarafından restore edilerek ibadete açıldı. 

Balkanların En Büyük Külliyesi

Adriyatik denizi kıyısındaki Bar şehri yılında II. Sultan Selim zamanında, Pertev Paşa tarafından feth edildi. O tarihte Bar kalesi içinde Osmanlı Padişahının ismini taşıyan ilk cami olan Selimiye inşaa edildi. 

Osmanlı devletinin Bar’daki hükümranlığı senesine kadar devam etti. Bu müddet zarfında Osmanlılar bölgede maddi ve manevi manada kıymetli pek çok eser bıraktılar. 
Günümüzde Bar şehrinin nüfusu 45 bin olup, 15 bin kadarını Müslümanlar teşkil etmektedirler. Bar kalesi içerisindeki tarihi Selimiye camii zamanla harabeye dönmüş, sadece temelleri kalmıştı. On dokuzuncu yüzyılda  Fatima Omerbaşiç tarafından vakf edilen arazi üzerine 28 Temmuz yılında Selimiye camii ve külliyesinin temeli atıldı. 

İnşaatın tamamlanmasında TİKA’nın büyük rolü oldu. Uzun süre imkansızlık sebebiyle yavaş devam eden inşaat TİKA’nın finansmanı ile kısa zamanda tamamlanarak 30 Mayıs tarihinde hizmete girdi. 

Kültür merkezi, cami ve ek binaları ile tam olarak bir külliyedir. Camide iki bin kişi namaz kılabilmektedir. Kütüphane, Konferans salonu, misafirhane, restoran, okuma ve tercüme odaları, gasılhane, çocuk bahçesi gibi sosyal bölümleri de bulunmaktadır. İslam Kültür Merkezi, muhtelif yönleriyle sadece Bar’ın değil, bütün bölgenin  her türlü dini hizmetine cevap verebilecek çok büyük bir külliyedir. Eşsiz mimarisi, inşaat kalitesi, modern ekipman ve malzemeleri bakımından örnek bir yapıdır.

(1) yılı sayımı.

Kaynak: Islamska Zajednıca U Crnoj Gorı- Bajro Agovıc

Devlet-i Aliyye’ye İlk İsyan Eden Balkan Milleti: Sırplar Mustafa Durdu Balkanlarda Türk demek hâlâ Müslüman demektir. Mesela Boşnaklar yani Bosnalılar Müslüman oldukları için Slavlığı kabul etmiyorlar bilakis kendilerini Türk kabul ediyorlar. Bu gerçek maalesef Cumhuriyet ile birlikte Türkiye'de değişmiş durumda. Bunun yanında Sırp demek Ortodoks demeye gelir. Yani bir Sırp Müslüman olduğunda Sırplıktan da çıkmış oluyor. Anlayacağınız işin manevî boyutu ön planda. Sırplar son derece Ortodoksluk mutaassıbı insanlar. Fakat ilk bakışta bunu fazla belli etmezler. asırdan itibaren Osmanlının başını ağrıtan Balkan isyanları işte bu Ortodoks-Slav milliyetçiliğine dayanmakta idi. Tarihçi Kemal Karpat'ın dediği gibi Balkanlardaki milliyetçilik Ortodoksluk temeline dayanan bir milliyetçiliktir. Balkanlarda Slavların tarihi fazla  eskiye gitmez. Sırplar Balkanlarda ilk devletlerini asrın sonunda kurmuşlar. Bu devletlerin en güçlüsü yılında Stefan Duşan tarafından kurulan Sırp Krallığıdır. Osmanlıların Sırplarla ilk karşılaşmaları asır ortalarında olmuştur. 'de Sultan Birinci Murad'ın kumandanı Lala Şahin Paşa önderliğindeki Osmanlı ordusu Sırp ve Bulgar ittifakından oluşan kalabalık bir Haçlı ordusunu mağlup ettiler. Bu savaşa Sırpsındığı savaşı denir ki anlamı "Sırp kırımı" demektir. yılındaki Kosova savaşı da Osmanlılar ile Sırplar arasında cereyan eden ve zaferle neticelenen bir savaştır. Bu savaşta Sultan Birinci Murad şehid edilmiştir. Sırp Kralı da aynı savaşta ölenler arasındadır. Sırbistan'ın büyük bölümü Osmanlıların eline geçmesine rağmen Belgrad ancak  8 Ağustos 'de Kanunî tarafından fethedilebilmiştir. Belgrad Osmanlılar tarafından imar edildi. Şehre pek çok Türk ve diğer Müslüman unsurlar yerleştirildi. Sırplar daha çok kırsal kesimde yaşamaktaydı. Viyana kuşatmasındaki başarısızlığı fırsat bilen Avusturya önderliğindeki Haçlı ittifakı şehri yılında kuşatıp işgal etti. Bu işgal ancak iki yıl sürdü.  Belgrad ve yılları arasında fasılalarla Avusturyalıların eline geçti. Bu işgallerde ciddî oranda yağmalanan Belgrad'da pek çok cami de tahrip edilmiştir. Sırbistan'da cami tahribatı yakın dönemlere kadar sürmüş. Vaktiyle camili bir şehir olan Belgrad'da bugün sadece Bayraklı camisi var. Uzun yıllar Osmanlının  adil yönetimi ile varlığını sürdüren Sırplar, Rusların kışkırtması ile isyan etmişler. yılında Osmanlıların Kara Yorgi, Cermenlerin Karageorge, Sırpların ise Kara Corcev veya Sırnı Corcev dedikleri sıradan bir çobanın liderliğinde isyan eden Sırplar, 'de Belgrad'ı işgal etmişler. Bu işgal altı yıl sürmüş. Şehir nihayet yılında geri alınmış. Kara Corcev de kaçmış. Bundan birkaç yıl sonra Miloş Obrenoviç liderliğinde yeniden ayaklanan Sırplar yine mağlup olmuşlar ama Osmanlılar onlara bazı imtiyazlar vermiş ve nihayet yılında resmen özerk Sırp Prensliği kurulmuştur. Miloş Obrenoviç de bu prensliğin ilk prensi olmuş. Bununla birlikte Belgrad, Semendire (Smederevo), Böğürdelen (Şabac) kalesi gibi Sırbistan'daki bazı kalelerde Osmanlı askerleri kalmaya devam etmiştir. Osmanlılar Sırplara belli sayıda asker besleme hakkı da vermiş; fakat her zaman olduğu gibi bu iyilikten maraz doğmuş ve Sırplar şehirdeki Müslümanlara karşı katliama başlamışlar ve hatta kaledeki Osmanlı askerlerine hücuma yeltenmişlerdir. Neticede Müslümanlar şehirden göç etmişlerdir. Daha sonra Batılı ülkelerin baskısı ile Sultan Abdülaziz, Nisan tarihinde Belgrad'da bulunan son Osmanlı taburunun da oradan ayrılması için irade çıkarmıştır. Berlin Antlaşması ile Sırbistan Prensliği tam bağımsız hâle gelmiş. Bu tarihten sonra ülkede Karacorceviç ve Obrenoviç hanedanları hüküm sürmüştür. Bugün Kalemegdan parkının girişinde yer alan bir taştaki yazıtta Nisan tarihinde Belgrad'daki son Osmanlı askerlerinin çekilmesine dair Sultan Abdülaziz'in hattıhümayununun Sırp tarafına teslim edilişi yazılıdır. Ayrıca bu olay taşa kazınarak resmedilmiştir. Bugün Sırplar 19 Nisan tarihini ilk bağımsızlık günü olarak kutluyorlar. Balkan savaşlarında galip gelerek Üsküp ve Manastırı işgal eden Sırplar Birinci Dünya Savaşının başlamasına da sebebiyet verdiler. 28 Haziran tarihinde Gavrilo Princip adında bir Sırp Avusturya-Macaristan veliahtı Arşidük Franz Ferdinand'ı bir saldırı sonucu öldürünce Osmanlının yıkılmasıyla neticelenen Birinci Dünya Savaşı başlamış olur. Savaş sonunda yani 'de Hırvat ve Slovenleri de yanlarına alan Sırplar Yugoslavya Krallığını kurmuşlardır. yılında Belgrad, Nazi Almanyası tarafından işgal edilmiş, Yugoslavya toprakları İtalya, Bulgaristan ve Almanya arasında paylaşılmıştır. İşgale karşı iki grup direniş göstermiş. Bunlardan biri Bosna soykırımında adlarını sıkça duyduğumuz Çetnikler, diğeri de Sovyet destekli Partizanlar. Çetnikler faşizan bir yol takip etmişlerdir. Partizanların lideri Josip Broz Tito idi. Partizanlar Sovyetlerin de desteği ile Ekim 'te Belgrad'ı ele geçirmiş ve daha sonra Çetnikleri de bertaraf etmiştir. Böylece ülke 'te Demokratik Yugoslavya Federayonu, 'de Yugoslavya Federal Halk Cumhuriyeti, son olarak da 'de Yugoslavya Sosyalist Federal Cumhuriyeti adını almıştır. Saraybosna’da Sakal-ı Şerife Sevgi Seli Yılmaz &#;ztuna yılının başında 4 tabur hassa askeri İstanbul’dan hareket etti. Bosna-Hersek eyaletimize gidiyordu. Savaş için mi? Hayır! Hâkan-Halîfe Abdülaziz Han, eyalet merkezi Saraybosna'ya Efendimiz’in Sakal-ı Şeriflerinden birkaç kıl gönderiyordu.  Alay gibi büyük bir askerî birlik, kutsal emanete saygı gösterisi olarak eşlik ediyordu. Sakal-ı Şerîf, Kâbe örtüsünden bir parçaya sarılmış olarak askerimizin başları üzerinde taşındı, Bosnasarayı’na ulaştı. Müslüman halk, Türkler, Boşnaklar, Arnavutlar, ayağa kalmıştı. Çevre illerden Hâkan-Halîfe’nin mukaddes hediyesini ve askerini karşılamak için gelenler çoktu. Bosna’daki Osmanlı askeri, saf tutmuştu. pâre top atışıyle Sakal-ı Şerîf selâmlandı. Gazi Hüsrev Bey’in türbesine tekbirler getirilip ilâhîler okunarak sakal ulaştırıldı. Türbenin penceresi ile kapısı arasında duvara bağlı vitrinin içine kondu. Ziyaret etmek isteyenler, kilometrelerce kuyruk oluşturmuşlardı.  Ziyaret ancak birkaç günde bitti. Her Müslüman, yaşlı genç, elinde ve kucağında çocuk  anneler, türbeye girerek tâzim resmini yerine getirdiler. ’dan ’ya kadar her yıl Kadir Gecesi, terâvihten sonra, akıl almaz bir kalabalık, ertesi güne de taşarak, huşû içinde bu ziyareti yaptı. Hacca gidemeyen her Boşnak, hayatında en az bir defa mutlaka bu törende bulundu. ’da Yugoslav hükûmeti Kadir Gecesi ziyaretini yasakladı. O zamandan bu yana Gazi Hüsrev Bey türbesindeki kutsal emanetler, sadece alelâde günlerde ziyaret edilebiliyor. Balkanlarda T&#;rk İslam Eserleri Feridun Ay Balkanlar, Anadolu'daki birçok bölge ve ilden daha fazla Türk İslam eserini bünyesinde bulunduran bir coğrafyadır. Bu eserlerin neredeyse tamamının devlet, vakıf ve tarikatlar eliyle yapılmış olması bölgeye ayrı bir önem kazandırır. Eserlerin çoğunlukla vakıf ve devlet eliyle yapılmış olması her birinin gerekli özellik ve bilgileriyle kayıt altına alınmasını da sağlamıştır. Eserlerin geçmişten günümüze durumunu öğrenmek adına bu kayıt ve belgeler değeri ölçülmez bir kıymet taşımaktadır. Günümüzde Osmanlı Devleti'nin beş yüz elli yıla yakın süre hâkim olduğu Balkanlardaki mimari yapıların bulunması ve değerlendirilmesi için baktığımız "Başbakanlık Osmanlı Arşivi, Vakıflar Genel Müdürlüğü ve Tapu Kadastro Genel Müdürlüğü Arşivlerinde" bulunan kayıtlar ışığında inşa ettiği mimarilerin tespiti yapılmıştır. Prof. Dr. Mehmet Z. İbrahimgil'in, bu arşivleri araştırması ve bölgede uzun yıllar yapmış olduğu inceleme çalışması sonucunda Balkanlar'da Osmanlı hâkimiyeti döneminde vakıf ve resmi eserinin inşa edildiği tespit edilmiştir. Buna Türkiye dışında kalan veya kaybolan arşiv kayıtlarını ilave edecek olursak bu sayının daha da artması mümkündür. Onbir Balkan ülkesinde, günümüze kadar ayakta kalabilen eserlerin istatistiki olarak genel durumu şu şekildedir:    Balkan Ülkeleriİnşa EdilenAyakta KalanOran Arnavutluk 19% Bosna-Hersek 18% Bulgaristan 14% Hırvatistan 52 22% Karadağ 95 42% Kosova 61% Macaristan 41 6% Makedonya 34% Romanya 38% Sırbistan 18% Yunanistan 20% Genel Toplam21% Yukarıdaki tabloda vermiş olduğumuz belgeli veriler ışığında eserleri değerlendirdiğimizde Osmanlı Devleti'nin fethettiği toprakların öz kaynaklarını yine hâkimiyetindeki topraklara yatırım ve kültürel değer olarak aktarmış olduğunu görmekteyiz. Aksi halde günümüze kadar Balkan Müslümanları ile zamanın yıkıcılığına rağmen ortak bir duygu ve payda da buluşmamız ayakta durmamız imkânsız olurdu. Zamanın aktörleri, yıpratıcılık ve asimile etme gayretine rağmen "bölgenin sahip olduğu askeri, ticari, ekonomik, kültürel ve sosyal önemden dolayı Osmanlılar Balkanlar'da yoğun bir imar faaliyeti yürütmüşlerdir. Mevcut şehirler yeni bir anlayışla imar ve ihya edilirken, yeni şehirler ve yerleşim yerleri de kurulmuştur." İdaresi altındaki bölgelerin öz kaynaklarını yine ait olduğu yere yatırım olarak aktarmışlar. Osmanlı Devleti döneminde Balkanlara yapılan imar türlerini araştırdığımızda yapılan eserlerin bölge halkına hizmet edecek eserlerden oluştuğunu görmekteyiz. Bu yapıları kendi içerisinde sınıflandıracak olursak; dini yapılar (cami-mescit, tekke, türbe, zaviye, namazgâh, hazire, hanikâh, külliye), eğitim yapıları (medrese, mektep, darül-kura, darül hadis, okul, kütüphane), sosyal yapılar (imaret, hamam, şifahane, matbaa, şadırvan, çeşme, su kemeri, sebil, sarnıç, köprü),  ticari yapılar (han, bedesten, arasta, kervansaray, debbahane, değirmen, çuha fabrikası), askeri yapılar (kale, hisar, kule-ocak, tabya, kışla, debboy, tophane, cephane, baruthane, zindan, redif), idari yapılar (hükümet konağı, vali konağı, şeriat mahkemesi, telgrafhane, saray, belediye binası, postahane, hastane, ıslahhane, trafo, saat kulesi, köprü, çeşme, hamam), sivil yapılar (konak, kule-ev, köşk, saray) olarak sayabiliriz. Balkanlardaki Türk İslam eserleri vakıf, devlet ve devlet büyüklerinin şahsi desteğiyle olduğu gibi tarikatlar vesilesiyle imar edilmiştir. Osmanlı döneminde iskân edilen tarikatların Anadolu halkının değerlerini koruması ve bölge halkının İslam'ı tanıması bakımından çok etkili olduklarını görmekteyiz. Kitabeler-Mezar Taşları Balkanlarda bir başka Türk İslam eseri olan mirasımız da cami, medrese ve mezarlık kapılarının üzerinde bulunan yazılı tablet taşlar, mezarlar ve mezar taşlarıdır. Balkan coğrafyasındaki Müslüman kardeşlerimizin ve ecdadın mezarları ortak mirasımızın bir tapusu olarak muhafaza edilmesi gereken eserlerdendir. Özellikle günümüze kadar gelebilmiş mezar taşlarının üzerlerindeki metinler veya şekiller, yapıldıkları dönemi yansıtmaları bakımından tarihi belge niteliğindedir ve kültürümüzün birer temsilcisidir. Türk İslam eserleri olarak ele alınıp her açıdan değerlendirilmesi gereken bir husus da yazılı kaynaklardır. Osmanlı Devleti'nin her kademesinde ve en tepe makamlarda vazife-yetki almış binlerce Balkan menşeli şahsiyet bulunmaktadır. Bu kişiler görevlerinin yanında yüz binlerce Osmanlı Türkçesi ve mahalli ilim dillerinde eserler yazmıştır. Yüz binlerce el yazması ve modern hayatın ürünü olan matbu eserler günümüze kadar devlet kütüphaneleri veya dini vakıflarca muhafaza edilmeye çalışılmaktadır. Ancak günümüze kadar gelebilen Türk İslam eseri vasfındaki bu kitaplar ne yazık ki muhafaza edilememiştir. Devletimizin ve Balkanlardaki Müslümanların çeşitli kayıt ve arşiv dökümlerinde bulunan eser sayısı ile mevcut olanlar karşılaştırıldığında elde bulunanların üç katı kadarının ne yazık ki yok olduğu tespit edilmiştir. Balkanlardaki yerel yöneticiler ve yeni yetişen nesil elde olmayan siyasi ve ekonomik sebeplerle bu yazılı eserlere sahip çıkamamaktadır. Yugoslavya sonrası oluşan devletlerin iç savaşlarında, ilk saldırının bahsettiğimiz eserlerin bulunduğu mekânlara veya kütüphanelere yapıldığını, kundaklanarak yok edilmeye çalışıldığına şahitlik ettik. Bosna savaşında yazılı eserlerin bir kısmı sistemli olarak eldeki imkânlarla korunaklı mekânlara taşınmış, bir kısmı bombalanma riski her zaman mümkün olduğu için tekrar toplamak şartıyla bölge halkına dağıtılmış. Ancak bu koruma yöntemi neticesinde çoğunluğu el yazması beş bine yakın eser kaybolmuş. Daha bu yıl şubat ayı içinde Saraybosna şehrinde istikrarsız yönetim ve ekonomik bunalıma tepki amaçlı yapılan eylemlerde göstericiler eylemleriyle uzaktan yakından ilgisi olmayan Balkanların en büyük resmi Osmanlı devlet arşivini ateşe vererek yok etmeye çalıştı. Ne yazık ki kasıtlı yapılan bu saldırıda arşivin büyük bir kısmı yandı ve incelenip, kayıt altına alınmadan yok oldu.  Selanik'te Osmanlı İzleri Rahim Er G azi Evrenos Bey, Oğuzların "Bozok" kolundan bir akıncı beyidir. Uzun ömründe dört padişahın emrinde fetihler yapmış, Arnavutluk, Makedonya ve Yunanistan'ın alınmasında çok  büyük kahramanlıklar göstermiştir.  Yenice-i Vardar şehrini kurma tarihi ise 'dir. Türbesi, dışı ve içiyle klasik türbelerimizden biriyken, yıkılmaya yüz tutunca Yunan kültür bakanlığı burayı küçük bir müze gibi bir şekle sokmuş. Eser, böylece yıkılmaktan kurtulmuşsa da hem asliyeti kaybolmuş ve hem de  kemikleri bir kenara nakledilerek üstü mermerle örtülmekle mahiyetinden uzaklaşmıştır. Gazi Evrenos Camii de ayakta olan kıymetli eserlerimizden biridir. Uzun seneler çırçır atölyesi olarak kullanılmıştır. Bugün avlusu halen oto tamirhanesidir. Bir de Gazi Evrenos Bey, torunlarından Şerif Ahmed Beyin yaptırdığı saat kulesi vardır. Vakfiye olduğu, duvar kitabesindeki Osmanlı Türkçesinden okunmaktadır.    Eminzâde Hacı Ahmed Ağa Camiî ise Karaferye'nin en büyük camiîdir. Kitabesi yoksa da vakfiyesinden asrın başlarında inşa edildiği anlaşılmaktadır. Bugün de mevcut olan minaresi ve kubbesiyle bildiğimiz orta dönem Osmanlı mimariînden bir şâheserdir.  Metropolitlik desteğiyle tamir edilmiş, fakat içi kiliseye çevrilmiş, mihrab ve minber örtüyle kapatılmıştır. Camide namaz kılınmasına izin verilmemektedir.  Kubbe içinde karşılıklı hatla yazılmış kelimei tevhidler -biri zedelenmiş olsa da- bugün de olanca güzelliğiyle okunmaktadır. Cami yakınındaki namazgâhın mihrab ve minberi bir Hıristiyanlık efsanesine hizmet adına yıkılmıştır. Yakındaki Müslüman Mezarlığı da bugün yoktur. Camiîn hemen yanında bulunan ve şimdilerde eski Türk okulu denen mekteb ise Selanik'te de görüldüğü gibi İttihadçılar dönemi eseridir. Şimdi de okul olarak kullanılmaktadır. Bu okulun Selanik’tekinin adı Yâdigâr-ı İttihad'tır. Camiîn sokağa bakan dış duvarındaki  oluklu çeşme hâlâ gürül gürül akıyor.   Bir günlük bir ziyarete çok yer sıkıştırılmıştı. Bu yüzden hızlı bir tur oldu. Mesela Alatini Köşkünü gezecektik. Abdülhamid Han, 3 yıl hapis yaşayacağı bu köşkün avlusundan girip merdiven basamağına ilk adımını attığında akşam ezanı okunmaya başlamış, bunun üzerine durup "aziz Allah!" demişti.  O ânı yaşamayı çok istemiştim. Gittiğimiz yerlerde âlimlerin, velilerin, sultanların, kumandanların ruhaniyeti sanki elle tutulmaktaydı. Gazi Evrenos Bey'in türbe defterine yazdıklarımla bu zâta hitab ederken geçmişlerimizin cümlesine seslendik. İşte oradan bir cümle: "Sizlere minnettarız, daima kalbimizde ve dualarımızdasınız." Ziyaretlerimizden sonra 21 Temmuz akşamı MET otelde iftar için buluştuk. Selanik belediye başkanı, Yunanlı din adamı ve misafirler de vardı. İmam Efendi orada başında sarıklı fesi ve üstünde cübbesi olduğu halde ezan okudu, yemekten sonra sofra duası yaptı.  Hamdi Topçu'dan sonra, başkan Yannis Butaris konuştu. Bağımsız seçilmiş, liberal ve zeki bir siyasetçi. O'nun gayretleriyle THY Selanik'e haftada 14 sefere başlamış. Başkan, gerçekçi. Türk-Yunan dostluğunun yeşermesiyle bundan en evvel Yunanlıların kazanacağının farkında. O akşam iki sözü dikkatimizi çok çekti. "Biz Avrupalılarla ortak, Türklerle kardeşiz" dedi  ve ilave etti: "Selanik ve İzmir, İstanbul’un ikiz kızlarıdır." Şunu hiç unutmamalı ki Suriye ve daha niceleri gibi Yunanistan’la da hudutlarımız sun'i. Yunanistan bugün zorda, maaşlar yarıya inmiş, insanlar köylerine dönmekte, manzara durgun.   İş adamlarımız, izimizin ve özümüzün olduğu yerlere gitmeli. Rumeli’den Anadolu’ya Prof. Dr. Sabahattin Zaim
Rumeli Beylerbeyliği Osmanlı Devleti’nde Anadolu’dan önce gelirdi. Çünkü Anadolu Kök, Rumeli ise ileriye, atiye, “Kızılelma”ya uzanan yol idi. Akıncılar, Anadolu’dan, Kafkaslar’dan, Maveraünnehir’den gelir, Rumeli’ye akarlardı.  Maalesef, yeni nesillere Osmanlı Devleti, Osmanlı dili ve kültürü unutturulurken şu anda insanlarıyla, eserleriyle, kültürleriyle Türkiye Cumhuriyeti sınırları dışında kalan, bu yerler de unutturulmuştur. 

Bugünkü nesiller son Bosna hadiselerine kadar Rumeli’deki eyâletlerden habersizdi. Tıpkı Kafkaslar, İdil-Urallar ve Türkistan’dan habersiz olduğu gibi. Rahmetli Ekrem Ayverdi Balkanlar’daki medeniyetimizi mimari sahadaki eserleriyle yeniden fethedip, ilim ve medeniyet tarihimize hediye ederken, Samiha Hanımefendi de Balkanlar’ın ve Rumeli’nin kültürünü ve sosyal hayatını eserleriyle bize yeniden kazandırmıştır. Ruhları şad olsun.

Son yıllarda belli kalemler bizlere bu unutturulan yerlerimizi yeniden tanıtıyor. Yavuz Bülent Bakiler’in hazırladığı “Balkanlardaki Türk İzleri” adlı televizyon serisini hüzün duymadan seyretmek mümkün mü? İftiharımız olan eserleri muhafaza edememenin hüznüdür bu. Elin oğlu İngiliz, bir harp yaptığı ülkesinden binlerce km. uzaklıktaki Çanakkale’de, ölen askerlerine mezarlık yaptırıp, mülkiyetini de alıp, park gibi bakıyor ve baktırıyor da biz asırlarca yaşadığımız diyarlardaki eserlerimize sahip çıkmak şöyle dursun takip etmek, varlıklarından haberdar olmak zahmetine bile katlanmıyoruz. 

Kendimizi Anadolu’ya hapsedip, bunun dışındaki bizim olan her şeyle ilgilenmeyi Turancılık sayan, ilgilenenleri suçlayan, hatta hapislere koyan bir zihniyetin sonu budur. Yurdumuzun içinde milletimize karşı, yurdumuzun dışında hem milletimizin bakiyelerine, hem de kültürüne ve hatırasına yabancı bir zihniyet. 

İnşâllah demokratik sistem içinde devlet-millet bütünleşmesiyle birlikte, Türk-İslâm dünyasıyla da kaynaşma hareketleri hızlanacak “Adriyatik’ten Çin’e” bir siyasi slogan olmaktan çıkarılacaktır. Bugün Makedonya denince, birçoklarımızda sanki yabancı bir ülkeden bahsediliyormuş hissi halâ mevcuttur.

Ailem

Dedem keresteci Hacı Mustafa Efendi diye bilinirmiş. Baba tarafı ilmiye sınıfına mensup olduğu için “Efendi” diye anılırlardı. Annemin ceddi’nin bir kolu da yine Asırlarda Kafkasya’dan kalkıp Rumeli’nin fethine iştirak etmişler. Köprülü’ye ilk gelen ve yerleşen Ayan Ahmet Ağa’dır. Mal mülk sahibi olarak, ticaret ve çiftçilik yaparak üç asır buralarda yaşamışlar. Annemin babasına sakallı Ali Bey derlermiş. Annemin ailesi eşraftan sayıldığı için “Bey” diye anılırmış. O zamanlar “bey”lik aileden tevarüs edilen bir unvan, “Efendilik” ise ilim ile elde edilen bir haslet olarak ifade edilir, her ikisine birden sahip olana da “Beyefendi” denirmiş. Sakallı Ali Bey’in oğlu olan dayım İbrahim (Vardar) Bey, İstanbul’da Fatih Koleji’ni yaptıran vakfın beş kurucusundan biri olup, gazeteci Ahmet Vardar’ın da babasıdır. Ailemin her iki tarafı da dindardı. Ailede sigara içen yoktu. Ana tarafı da baba tarafı da Nakşibendi tarikatına mensuptu. 

Babam, Cihan harbine gönüllü katılıp, Kafkas Cephesi’nde harbe katılmış, Erzurum’un Ruslar’dan geri alınışında şehre giren ordu içinde yer almış. Balkan harbinde bütün aile her şeyini yüzüstü bırakıp Selanik’e kaçmış, harbi müteakip tekrar yurtlarına dönmüşler. Birinci Cihan harbinden sonra Anadolu’da Türkiye Cumhuriyeti kurulurken Rumeli’de Yugoslavya kurulmuş.

Tasavvuf Ocakları Tütüyordu

Balkanlar’da ve İştip’te tekkeler kadim şekilde faaliyetlerini sürdürüyorlardı. Camiler açıktı, Yani dinî faaliyetler kesilmemişti. Dinî müesseseler ve hayrât vakıflar tarafından yönetilirdi. Türkleri’in hizmetinden sonra vakıflar. Bahsettiğim Nakşibendîlik bağları falan hep orada olan şeyler. Burada başlamış şeyler değil, Rumeli’de tekkeler İslâmî tebliğde çok önemli roller oynamıştır. 

Fetihlere önce iki uç gidermiş. Biri manevi öncüler, diğeri maddi öncüler. Manevi öncülere “derviş” denirmiş. Maddî öncülere de “akıncı” denirmiş. Bu ikisi gider, ortamı hazırlarmış. Biri manevi sahada sevgi bağları uyandırır, öbürü de maddi sahada devletin ihtişamını belirtir, korku salarak ortamı sağlarlarmış. Sonra ordu gelir, bu hazır zemin üzerinde çok zorlanmadan sistemini kurarmış. Onun için Rumeli’nde bu tasavvuf ocakları o zamanlar hâlâ tütüyordu. Oradaki meşayıh ve diğer elemanlar kayboluncaya kadar bu hareket devam etmiştir. Hâlâ devam etmektedir. 

Bosna’da çarpışan, Manastır’da diğer yerlerdeki İslâmî hareketlerin temelinde hep bu zevatı görürsünüz. Yani yanan ışıklar, mumlar hep oralardandır.  Aynı şey Türkistan’da da öyledir. Özbekistan’da İslamiyeti tutan nakşibendî tarikatıdır. Nakşibend hazretlerinin yaktığı ışık orada komünizme rağmen İslâmiyeti ayakta tutmuştur. Ama ibtidai, ama klasik, ama halk seviyesinde, ne olursa olsun tasavvuf içerisinde İslâmiyet bekasını muhafaza etmiştir. Ne kitap var, ne tahsil var ama o tekkeler ve dervişler, o şifahi bağlantılar İslâm’ın ruhunu devam ettirmiştir. İşte Rumeli’de de aynı şeyleri görüyoruz. Zaten o Maveraünnehir’den başlayan dalga oralara aynen gelmiştir. Kültürüyle, kelimeleriyle, âdetleriyle, davranışlarıyla hep gitmiştir. 

Yörük köyleri vardı. Buradan götürülen koloniler bunlar. Yörük köyleri hâlâ dururdu. Yine göçebe halinde dağlarda yaşarlar idi. Ofçabol, Kumanova gibi, Kuman Türkleri’nin geldiği yerin adı Kumanova olmuş yani. Ciddi sosyolojik araştırmalar yapılsa böyle tarihi izleri görürsünüz. Büyük hazineler yatmaktadır orada. Bu tasavvufi bağlar orada, Türkiye’de olduğu gibi kanuni bir sekteye uğramadığı için, bir de azınlık şuuru içindeki kenetlenmeyle ma’şeri vicdanındaki yapısını, devam ettirdi. Tabi o insanların imkanları, kapasitesi ve müktesebatı nisbetinde. 

Türkler Asya’ya…

Babam, hali vakti yerinde mal mülk, çiftlik, değirmen, bahçe sahibi bir tüccardı. Aile efradı ile kalan Türk vakıflarının da mütevellisi durumundaydılar. Fakat Yugoslavya’da Türklere zulüm devam ediyor, vergilerle, iktisaden Türk Müslüman unsurunu ülkeden kaçırtma politikası uygulanıyor; “Cita Tursi Azia” (Türkler Asya’ya) şarkıları söyleniyordu. Dikkat buyurunuz yıl ’lar. Balkan Paktı’nın yapıldığı Türkiye’nin kuvvetli olduğu dönemler.

Türkiye’deki yöneticiler, Türkiye dışındaki Türkler’le ilgilenmezken (bilhassa ’den sonra bu ilgisizlik son haddine varmıştır), Yugoslavlaya’daki yöneticiler de oradaki Türkleri Asya’ya geri gönderme politikasını, yerine göre resmi-gayriresmi, ama milli bir politika olarak uygulamaktadır. Tıpkı Yunanistan, Bulgaristan’ın ve Romanya’nın orada ki Türklere uyguladığı gibi. 

Yani; Balkanlar’daki devletler milli politika olarak Türkleri Asya’ya geri gönderme siyaseti uygulamışlar. Çünkü, devletler küçük, Türkler kalabalık, nüfusun önemli bir oranına sahip ve toprak sahibi olup, arazideki payı büyük, Kıbrıs’ta olduğu gibi. Bu yüzden asimile etme imkânları yok. Çünkü Türkler köylerde, tarım kesiminde yaşıyor ve bir bütünlük arz ediyorlar.

Anadolu’ya Hicret

 İşte bu dönemde, yani ’lerde babam kereste ticareti ile uğraşmasına rağmen baskılar karşısında Türkiye’ye hicreti düşünüyor. Fakat oradaki varlıklarını İslâma borçlu olan ve hergünkü hayratlarında Hilâl-Salip mücadelesi veren bu insanlar, Türkiye’den de İslâmi açıdan güzel haberler almıyorlar. Türkiye’de bu dönem tek parti rejimi içinde “Deislâmizasyon” uygulamalarının en şiddetli devresini yaşamaktadır. 

Yugoslavya’da (şimdiki Makedonya’da) arazi Türkler’indi. Sırplar, Bulgarlar ırgatlık yapardı. Onlar bilhassa kilisenin teşviki ve değişmeyen Ortodoks politikasıyla Türkleri sırf Müslüman oldukları için, İslâm düşmanlığı politikasıyla kovmaya çalışırlardı. Yugoslavya, bu işi sureti Hak’tan görünerek en demokratik biçimde, fazla gürültü çıkartmadan uygulamaya muvaffak olan ülke idi.

Yugoslavya’daki Türkler, İslâmi bakımdan böyle bir baskı altında iken, Anadolu’daki Türkler kendi yönetimleri tarafından lâiklik etiketi altında, baskı altında tutularak İslâmi kimliğinden uzaklaştırılmaya çalışılıyordu. Toplumun İslâmi hüviyeti silinmek isteniyordu. Bu haberler de Rumeli’de Türkler tarafından dikkatle takip ediliyordu. 

’te babam, Reisul Ulema’ya müracaat edip danışıyor ve şu suali soruyor:“Burada İslâmi kimliğimiz, istikbalimiz tehlikede, Türkiye’ye gitmek istiyoruz. Fakat oradan da İslami bakımdan iyi haberler gelmiyor. Ne yapalım?” 

Reisül Ulema’nın cevabı: “Orası Türkiye’dir. İslâm ülkesidir. Rejimler değişir. Bugün böyledir, yarın başka türlü olur. Çünkü orası Türkiye’dir. Burada ise ilerde çocuklarınızı Türk ve müslümanla evlendirme imkânı bile azalabilir. Gitmeniz hayırlıdır” diyor. 

Paraya çevrilebilen mallar yok pahasına satılıyor. Çünkü takip edilen milli politika icabı, fiyatlar düşük tutuluyor. Alıcı çıkmıyor. Türkler zaten almıyor. Öbürlerinde esasen para da yok. Böylece satılabilen satılıp, altına çevrilip (paranın dışarı çıkarılması yasak) gizli yollardan, daha ziyade ordaki ve İstanbul’daki Yahudi tüccarlar vasıtasıyla ve yüksek komisyonlarla Türkiye’ye naklediliyor. 

Kalan araziler ve mallar Tito döneminde el konularak üç asırlık hikaye noktalanmış oluyor. Oradaki vakıflar da sahipsiz kalıyor. Halen de öyledir. 
Ve S&#;z&#;n Bittiği Tarih 11 Temmuz Mehmet Ko&#;ak
Srebrenica, Bosna Hersek’in doğusunda Sırbistan sınırına 10 km uzaklıkta Müslüman Boşnakların çoğunlukta olduğu bir şehir. İsmini gümüş anlamına gelen “srebren” kelimesinden alan bu şehir çok bilinmezken, bugün tüm dünya tarafından hem biliniyor hem de vahşetin, acının, gözyaşının sembolü olarak anılmaktadır.İçimizde dinmeyen acının adı oldu Srebrenica. Bundan tam 19 yıl evvel Bosna Hersek genelinde sürdürülen ve yakın tarihin en büyük insanlık faciası olarak tarihe geçen “Soykırım”ın finali bu şehirde gerçekleştirildi. 19 yıl geçmiş olmasına rağmen Srebrenica’da ağıtlar hâlâ dinmedi. Sırp caniler “Büyük Sırbistan” hayali uğruna ve uluslararası toplumun ihanetiyle bütünleşmesi sonucu beş gün içinde Müslüman Boşnağı işkenceyle katletmişti.  Her yıl olduğu gibi bu yılda yıl münasebetiyle yine 10 binlerce insan Srebrenica’ya doğru yollardaydı.  Potoçari Anıt Mezarlığı’nda düzenlenen törende soykırım kurbanı gözyaşları ve dualar eşliğinde defnedildi. Bu definle birlikte katledilen kurbandan kimlikleri tespit edilerek defnedilenlerin sayısı 6 bin ’e yüseafoodplus.info yaştan kurbanların gömülü olduğu Potoçari şehitliğinde yine hüzün ve gözyaşı vardı. Okunan Kur’an ve yapılan toplu dualarla şehitler rahmetle anılırken, bu facianın failleri ve onlara müsaade eden, seyirci kalan, ihanet eden…, siyasiler ve Uluslararası Toplum lanetlendi. Srebrenica’da 19 yıl önce neler olmuştu?Bundan tam 19 yıl önceydi ve takvim yaprakları 11 Temmuz tarihini gösteriyordu. Bu tarihte tüm Bosna Hersek genelinde devam eden katliamların bir soykırıma  dönüştüğü ve kelimenin tam anlamıyla bir insanlık faciası yaşanmıştı. Sırp canilerinin “Büyük Sırbistan” hayali uğruna ve uluslararası toplumun ihanetiyle bütünleşmesi sonucu, beş gün içinde Müslüman Boşnak işkenceyle katledilmişti. Halbuki; 16 Nisan tarihinde gerçekleşen olağanüstü toplantıda ve no’lu kararları alan BM- Güvenlik Konseyi, Saraybosna, Tuzla, Jepa, Gorajde ve Bihac ile Srebrenica’yı “Güvenli Bölge” ilan etmişti. Bu karara rağmen gerekli önlemleri almayan BM’ye bağlı “Barış Gücü” (UMPROFOR) Sırp Çetniklerin “Soykırım” yapmasına engel olmadı.Bosna-Hersek’te yaşanan ve binlerce insanın ölümüyle sonuçlanan savaş hâlâ dünya kamuoyunun hafızalarından silinmemiştir. Avrupa’nın tam ortasında yaşanan bu insanlık faciasının failleri olan Sırp Çetniklerinden daha çok, görevlerini yapmamak ya da kötüye kullanmak suretiyle soykırımın işlenmesine müsaade eden, kışkırtan ve seyirci kalanlar suçludur. Bu gerçeklerden hareketle altını çizerek ifade etmeliyim ki; Srebrenica Soykırımı’nın baş sorumlusu Uluslararası Toplum adına BM ve AB ile NATO’dur. Unutulmaması gereken bir önemli husus şudur; tüm bilgi ve belgelere rağmen Srebrenica’da yaşanan bu insanlık suçunun asıl sorumluları yani bu oyunun perde arkası hiç görüntülenmedi ve ‘Beynelmilel hukuk’ Srebrenica için hiç işletilmedi. Önemle iki hususun altını çizmek isterim; Birincisi soykırım sadece Srebrenica’da yapılmadı. Bosna genelinde sürdürülen soykırımın finali Srebrenica’da yapıldı. Diğer bir ayrıntı şu; Srebrenica Soykırımı Müslüman Boşnak halkına yönelik tarihten bugüne yapılan soykırımların 10’uncusudur.  İçimizdeki dinmeyen acının adı;  SREBRENİCA Seni unutmadık, unutmayacağız ve unutturmayacağız   Kosova'da Ramazan Ayhan Demir
Arnavut, Türk ve Boşnakların birlikte yaşadığı Kosova, bütün sıkıntılarına rağmen, on bir ayın sultanı Ramazan’ı, coşkuyla kutluyor. Ancak minareler şehri Prizren’de, Ramazan bir başka…

ADRİYATİK'TE OSMANLILAR
KARADAĞ SEYAHAT NOTLARI

Binlerce yıllık tarihe sahip, ama dünyanın en genç devletlerinden biri Karadağ’da, 5 asırlık Osmanlı hâkimiyetinin izleri hala yaşıyor.

Türkçe ismi olan ülkelerden Karadağ (Çerno Gora, Montenegro), Türkler için kolay, ucuz ve emniyetli bir seyahat rotası. Hem Osmanlı’ya ait izlerin bolca bulunduğu; hem de tarih ve tabiatın bir arada emsalsiz güzelliklere sahip bir memleket. Tabiat bâkir; tarihi eserler iyi muhafaza edilmiş. Halkın ekseriyeti Sırp ve Hırvat; bunların da ekseriyeti kuzeyde yaşıyor. Sonra Müslüman Arnavutlar geliyor. Onlar da ekseri güneyde. Memlekette Slav, İtalyan, Avusturya ve Osmanlı tesiri göze çarpıyor. Trafik muntazam; her taraf temiz tertipli; mutfağı iyi. Kaçamak (tereyağlı mısırlı patetes) yemeden dönmemeli.

Kazâ’dan Devlete

Karadağ, İtalyan hâkimiyetinde bir Arnavut Prensliği iken, Sultan Fatih devrinde fethedildi; ama mahalli beylerin idaresine dokunulmadı. Hanedanın son prensleri Müslüman olup Osmanlı hizmetine girince, Sultan Kanuni, mevkii sarp ve geliri de ehemmiyetsiz olduğu için Karadağ’ı maktu bir vergi karşılığında İşkodra Sancağı’na bağladı. Ama iç işlerinde muhtar bıraktı. O zaman merkezi Çetine olan, 5 nahiye ve 9 köyden müteşekkil 17 bin nüfuslu bir kazâ idi.

Osmanlı hükümeti, senesinde, Karadağ’ın idaresini, Danilo adında Ortodoks Sırp râhibine verdi. Fener Patriği’ne bağlı bu râhibe vladika deniyordu. Böylece Çetine’de Osmanlı Devleti’ne bağlı otonom ve teokratik Karadağ Vladikalığı kurulmuş oldu. Ülkeyi aynı aileden gelen vladikalar idare etti. Vladika, üst rütbeli bir ruhban olduğu için evlenemiyor; yerine yeğeni geçiyordu. Modern Karadağ’ın çekirdeği böylece teşekkül etmiştir.

 

Padişah yaveri prens

’de amcasının yerine tahta çıkan Danilo Herakoviç Nyegoş, vladika sıfatını bırakarak yalnızca prens olarak anıldı. Etraftaki Arnavut, Türk ve Boşnaklarla sık sık savaşarak arazisini büyüten Karadağ, fiilen Rusya’nın himayesine girdi. ’de Berlin Antlaşması ile km2 arazisi, km2’ye çıkarılarak istiklâlini kazandı. Karadağ Krallığı kuruldu. Ülgün iskelesini elde ederek Adriyatik’e çıkma imkânı buldu.

Rusya, Avusturya ve İtalya’nın iştahlı gözlerini diktiği Karadağ, yine de İstanbul ile irtibatını koparmamaya dikkat etti. Prens, fırsat buldukça İstanbul’a gelip padişahı etekler; yüklü bahşişini alarak merasimlerde boy gösterirdi.

Balkanlarda muvazeneye çok dikkat eden Sultan Hamid’in düşüşünden sonra, Karadağ, Balkan Harbi’nde Osmanlıların karşısına dikildi. Böylece sınırlarını genişleterek 15 bin km2’ye ulaştı. ’da Sırbistan Krallığı ile birleşerek istiklâlini kaybetti; son kralı sürgüne çıktı. Sultan Vahideddin’in de son günlerini geçirdiği San Remo’da yaşayıp öldü.

Yugoslavya dağılınca, Karadağ evvela Sırbistan’la beraber kaldı. Sırbistan Rusya’nın kontrolünde olduğu için, Rusya’nın Akdeniz’e inişini kesmek adına Batı devletleri Karadağ’ın istiklalini destekledi. ’da % 55,5 evet reyi çıkan referandumla Karadağ müstakil oldu.

İstiklalden sonra başşehir Podgoriça oldu. Harb esnasında neredeyse yerle bir olan Podgoriça’da Osmanlılardan kalma Hacı Mehmed Paşa Camii ile saat kulesi asırlara meydan okurcasına ayakta.

Sultan Fatih devrinde fethedilen ve Karadağ’ın Osmanlı izlerini en çok taşıyan şehri Ülgün. Kale içinde harab camiler, yıkık minareler, susuz çeşmeler ve eski sokaklarda taş evleriyle bir Osmanlı kasabası. Bir liman ve sayfiye merkezi. Adriyatik manzarası harika (b). Denizciler ve Namazgah Camii faal.

a

b

Sahildeki Stari Bar da buram buram Osmanlı kokan bir kasaba. Ömer Paşa Camii bahçesinde koca selviler altında asırlık Osmanlı mezartaşları ve Kadı Hasan türbesi maziye şahitlik ediyor gibi (a). Cuma geceleri dervişlerin hala toplandığı Nakşibendi Tekkesi (b).

Budva, Karadağ’ın Rivyerası. Limandaki Avrupa zenginlerinin yatlarından anlamak mümkün. bin nüfuslu şehir, yazın bin kişiyi ağırlıyor. Bilhassa İtalyanların ve Rusların gözdesi. Ortaçağ şehirlerinin hepsinde olduğu gibi kalesi ve labirent gibi eski sokaklarından ziyade, denizi alaka çekiyor. Budva, sadece 1 sene Osmanlı hâkimiyetinde kaldı. Karadağ’ın buradan yukarısı, artık Osmanlı beldelerinden değil. Asırlarca Venedik toprağı olduğu için, Slav değil, Venedik tesiri fazla. Budva’nın en güzel yeri de Aziz Stefan adası. Sahile yakın olduğu için toprak bir yolla karaya bağlanmış. Adadaki eski manastır şimdi otel.

a

b

Kotor, Balkanların; belki Avrupa’nın en güzel şehirlerinden. UNESCO dünya mirasına girmiş. Bir koy kenarında tepeye yaslı eski evlerden müteşekkil. Deniz, orman ve tarih bir arada. Avrupa’nın en büyük fiyorduna sahip (a). Tarih şuuru tam. Sokaklar kazılırken, parke taşları numaralandırılıyor, sonra aynen döşeniyor. Bizim Bursa’da Molla Fenari’ye çıkarken parke taşlı yola asfalt döktüğümüz aklıma geliyor (b).

  a

Kotor’un önünde iki küçük adasıyla Perast köyü görmeye değer (a). Adalar, batık gemilerin taşla doldurulmasından teşekkül etmiş suni adalar (b). Bizi gezdiren teknenin sahibi Sırp bir baba ile Hırvat bir anneden doğmuş. Aynı dili konuşan halkın, Ortodokslarına Sırp, Katoliklerine Hırvat, müslümanlarına Boşnak deniyor malum.  Karadağ da üçünden de var.

Hersek Novi, denizden dağa doğru uzanan ve tarihi ve turistik bir kasaba. Yılın günü güneşli olduğu için Avrupalı turistlerin gözdesi. Osmanlı-Venedik harblerinin en kanlı sahneleri burada geçtiğine Kanlı Kule şahitlik ediyor.

nest...

batman iftar saati 2021 viranşehir kaç kilometre seferberlik ne demek namaz nasıl kılınır ve hangi dualar okunur özel jimer anlamlı bayram mesajı maxoak 50.000 mah powerbank cin tırnağı nedir