kiehls powerful strength line reducing concentrate süslü / En İyi Göz Çevresi Kremleri - OGGUSTO

Kiehls Powerful Strength Line Reducing Concentrate Süslü

kiehls powerful strength line reducing concentrate süslü

Kiehl&#;s

abartıldığını düşündüğüm marka. çok fazla ürününü kullandığımı söyleyemem ama yok cilt testi yapılıyor yok cilde göre ürün kısmı bence abartıseafoodplus.inforda yapılan övme hareketi sonucu akmerkez mağazalarına gittim¸ önlüklü bir bey doktor edasıyla (bknz: önlük etkisi) cilt tipinize bi bakalım dedi. Bende o kadar övgünün üzerine zannediyorum ki bilgisayarla ultra süper sonik aletlerle yakın kameralarla bakacak falan. adam aldı bi kağıdı yanağıma bastırdı¸ yağ lekesi olmadığını görünce cildiniz normal dedi. halbuki benim cildim tereddüt barındırmayacak şekilde yağlıdır. kağıtta yağ lekesi kalmamasının sebebi yeni makyaj yapmış olmam ve pudra kullanmamdır. adama yok benim cildim yağlıdır bu test yanlış heralde dedim olabilir¸ diyip yağlı cilt için önerilerde bulundu ben de kağıt bastırma yöntemini gördükten sonra gerisini yav he he diye dinledim zaten¸ demem o ki test¸önlük¸tester üçlemesine kapılmayıseafoodplus.info arada bi kere de eczanede cilt analizi yaptırmıştım kamera gibi bişiyi (hiç anlamadığım konular) cildimde gezdirip ekrana yansıtmıştı. ozaman siyah noktalar beyaz noktalar nemsizlikten pul pul olan yerler çok net belli olmuştu. tavsiyem böyle bi analiz yapan yere gidip doğru sonucu öğrenmenizdir.

En İyi Göz Çevresi Kremleri

Yaşlanma karşıtı göz bakım ürünlerinden göz altı torbalarına kadar her ihtiyaca uygun en iyi göz kremlerini sizler için derledik. Daha canlı ve daha genç görünen gözler için en iyi bakım rehberini inceleyin.

Aynaya baktığınızda karşınızda sağlıkla parlayan bir cilt, yaş almaya savaş açmış bir yüz görmek istiyorsanız sadede gelelim: Cilt bakımı cephanenizde gerçekten özel bir göz kremine ihtiyacınız var. Göz çevresi, yüzün diğer bölgelerine göre daha hassastır ve bu neden gereğinden fazla dikkat ister. İhtiyacı olan ilgiyi görmezse, UV ışınlarına, yıllara meydan okurken verdiği mücadeleye yenik düşer. Bu da kurumaya, tahrişe hatta daha hızlı yaşlanmaya yol açar.

Göz Kremi Kullanmanın Faydaları

Tam olarak bu nedenden dolayı göz çevrenize uygun göz kremi kullanmak şart. Göz kremleri bu hassas cildi nemlendirmek, şişkinlikle savaşmak ve genel olarak sekiz saatlik uykunun aza indiği zor günlerde sizi daha az yorgun, canlı ve sağlıklı için olmazsa olmazlardır. Genel olarak aramanız gereken ilk temel göz kreminin göz çevrenize yeteri kadar nemlendirmesi. Tabii bu problem odaklı değil günlük kurtarıcı kriteriniz olmalı. İhtiyacınız olan göz kremini bulmak söz konusu ise yoğun nemlendiricili göz kremleri dışında hedefe odaklı gitmek gerekiyor. Göz çevresi bakımıyla ilgi detaylı bilgi için bu rehbere bakabilirsiniz.

Hangi Göz Kremini Kullanmalı?

Hangi göz kremi kullanmanız gerektiği aslında göz çevresinde nasıl bir problem yaşadığınızla alakalı. Söz konusu göz ve göz çevresi bakımı olduğunda göz altı torbaları, morlukları başta olmak üzere birçok konuda sizlere yardımcı olacak birçok ürün var. İşte göz altı problemlerine göre uygun göz kremleri…

Göz Altı Morlukları için Krem Önerileri

Estée Lauder Advanced Night Repair Eye Supercharged Complex

Estée Lauder Advanced Night Repair Eye Supercharged Complex, güçlendirilmiş formülü ile göz kremleri arasında 10 kat daha etkili bir göz çevresi kremi. Uykusuzluk, güneş ışınları, kirlilik ve geceleri mavi ışığa maruz kalma da dahil benzer etkenlerin neden olduğu, göz altı morluklarını 3 hafta içerisinde azaltmayı hedefler. 24 saat boyunca göz çevresinde yoğun nemlendirme sağlayarak, çizgiler, şişkinlik ve kuruluk dahil olmak üzere göz çevresindeki yaşlanma belirtilerinin görünümünü azaltmaya yardımcı olur.

SkinCeuticals AOX Eye Gel

SkinCeuticals AOX Koyu Halka Karşıtı Göz Serumu, kafein içeren formülü ile göz altında oluşan koyu renk görünümünü en aza indirir, gözlere daha canlı bir görünüm kazandırmak için yorgunluk belirtileriyle savaşır.

{}

Valmont DETO2X EYE

En İyi Göz Çevresi Kremleri

Göz çevresindeki koyu halkaları ve yorgunluk belirtilerini etkili bir şekilde onarmak için Valmont&#;un göz çevresi bakımı DETO2X EYE çok etkili. &#;ten beri kozmetik araştırmalarında uzman olan ‘’Zaman Sihirbazı’’, baharından itibaren benzersiz etkinlik için yeni, ustaca bir formülasyonu gün yüzüne çıkarır. Oksijen yüklü krem şanti dokusu ile halkalar ve belirgin hatlarla donuklaşan gözleri canlandırır.

Vichy Liftactiv Supreme Göz Kremi

Yatıştırıcı ve rahatlatıcı Vichy Termal Suyu içeren Vichy Liftactiv Supreme Göz Kremi, göz altında oluşan koyu halkalara karşı etkili bakım sağlarken, göz altı torbaları, göz çevresinde oluşan kaz ayağı çizgilerini engellemede yardımcı olur.

Caudalie Vinergetic C+ Aydınlatıcı Göz Bakım Kremi

Caudalie Vinergetic C+ Aydınlatıcı Göz Bakım Kremi, göz altındaki koyu halkaların görünümünü azaltır, göz çevresini pürüzsüzleştirir ve nemlendirir. Yorgun görünen göz altı için canlanmış ve enerjik bir görünüm kazandırır.

Glamglow Brighteyes Illuminating Anti Fatigue Göz Kremi

Glamglow Brighteyes Göz Kremi içeriğindeki kafein ve yoğun miktarda bulunan hiyalüronik asit ile göz çevresindeki koyu halkaları anında aydınlatarak yorgun görünümün azalmasına yardımcı olur. Yalnızca 4 haftada cildin nem bariyerini güçlendirerek ince çizgi, kırışıklık ve yorgunluk izlerinin silinmesini sağlar.

{}

Shiseido White Lucent Anti-Dark Circles

Shisedio, White Lucent Anti-Dark Circles göz kremi, göz çevrenizi aydınlatmak için iki yoldan çalışan bir formül barındırır. Bu ürün göz çevresindeki pigmentasyon problemini iyileştirirken mikrosirkülasyona yardımcı olarak göz altında oluşan koyu halkaları kökten temizlemeye yardımcı olur.

Kiehl&#;s Powerful-Strength Line Reducing & Dark Circle-Diminishing Vitamin C Göz Serumu

Kiehl’s&#;ın C vitamini uzmanlığıyla geliştirilen bu yeni formül göz çevresi problemlerine çözümler sunuyor. Kiehl’s uzmanlığıyla formüle edilen Powerful-Strength Line-Reducing & Dark Circle-Diminishing Vitamin C Eye Serum Tri-Peptid Kompleksi, hyalüronik asit ve saf C Vitamini ile zenginleştirilmiş formülünün klinik olarak göz çevresindeki e koyu halka görünümünü düzeltmeye yardımcı olur.

Dermalogica Stress Positive Eye Lift

Stres kaynaklı yaşlanma izlerine karşı oluşturulan Dermalogica Stress Positive Eye Lift göz kremi, göz çevresindeki şişlik ve koyu renk halkaların görünümünü azaltırken, göz çevresinin çok daha aydınlık, gergin görünmesini sağlamaya ve cilt bariyerini korumaya yardımcı olur.

Origins Ginzing Refreshing Göz Kremi

Yenilenmiş Ginzing Göz Kremi, koyu halkaları gözle görülür şekilde azaltmaya yardımcı olmak için C Vitamini ve Niasinamid içerirken, aynı zamanda göz çevresini anında aydınlatır ve nemlendirir.

{}

La Roche – Posay Pigmentclar Göz Kremi

La Roche – Posay Pigmentclar Göz Kremi, koyu kahverengi göz altı halkalarının azalmasına yardımcı olmak için melanogenesisi düzenler. Ayrıca, mavi halkalarla savaşmak için göz çevresindeki tıkanıklığı açarak cildin nefes almasını sağlar.

The Ordinary Caffeine Solution 5%

En İyi Göz Çevresi Kremleri

Özellikle sosyal medyada bir anda ün salan The Ordinary markasının Caffeine Solution göz bakımı, göz çevresindeki şişkinlik ve koyu renkli halkaların görünümünü azaltmaya yardımcı olur. Sabah ve gündüz bakım rutinlerinde kullanıldığı takdirde göz çevresi pigmentasyonunu düzenler.

Göz Altı Torbaları İçin Krem Önerileri

Vichy Mineral 89 Göz Çevresi Bakımı

İçeriğindeki yüzde 89 oranında Vichy mineralli termal suyu, doğal kaynaklı hyalüronik asit ve saf kafein sayesinde Vichy Mineral 89 Göz Çevresi Bakımı, göz çevresindeki koyu halkaların, göz altı torbalarının ve ince çizgilerin görünümünü azaltır.

La Mer The Eye Balm Intense-Göz Bakım Kremi

La Mer Eye Balm Intense, göz çevresindeki şişliği gözle görülür şekilde azaltır ve göz çevresindeki ince çizgilerin ve kırışıklıkların görünümünü düzeltir. Cildi soğutmak ve temas halinde mikro dolaşımı iyileştirmek için özel olarak tasarlanmış, gümüş uçlu aplikatörü sayesinde, çizgiler ve kırışıklıklar gözle görülür şekilde en aza iner, cilt daha sıkı ve daha kalkık görünür.

{}

Dior Capture Youth Göz Serumu

Advanced Eye Treatment göz serumu göz altındaki şişliği, koyu halkaları aza indirmeye yardımcı olurken, ince çizgileri ve kırışıklıkları hedef alarak göz çevresini canlandırır.

Lancôme Absolue Revitalizing Eye Cream

Gül özü ile zenginleştirilmiş formülüyle Lancôme Absolue Revitalizing, günlük kullanımda göz altındaki şişlik ve yorgunluk belirtilerine azaltırken, göz çevresini daha dinlenmiş ve canlı gösteriyor.

Origins No Puffery Ferahlatıcı Etkili Göz Çevresi Kremi

Şişkinliği azaltan ve koyu halka görünümünü gideren roll-on göz bakımı kremi Origins No Puffery, göz çevresindeki şişkinliği azaltır ve koyu halka görünümünü aydınlatır.

Clinique All About Eyes Yoğun Göz Çevresi Kremi

Nem açısından zengin göz kremi Clinique All About Eyes, göz çevresini yatıştırır, şişkin görünümü ortadan kaldırmaya katkı sağlar ve göz altı halkalarının, gölgelerin ve ince çizgilerin görünümünü azaltmaya yardımcı olur.

LIERAC Dioptipoche Puffiness Correction Smoothing Gel

Göz altı şişkinliklerine karşı etkili formüle sahip olan bu göz kremi, üst ve alt göz kapağı estetik ameliyatı tekniğine dayanan 3 tip göz çevresi torbalarına karşı yoğun tedavi uyguluyor.

BIODERMA Sensibio Eye Contour Gel

Cildin tolerans seviyesinin yükseltilmesini amaçlayan BIODERMA Sensibio Eye Contour Gel, göz çevresindeki gerginlik ve rahatsızlık hissinin yatıştırılmasına, şişliklerin ve ince kırışıklıkların görünümünün azaltılmasına, cildin nemlendirilmesine ve rahatlatılmasına yardımcı oluyor.

{}

Kiehl’s Creamy Eye Treatment with Avocado

Avokado yağı ile formüle edilmiş bakım kremi, göz çevresinde anında canlı bir görünüm sağlıyor. Vitamin ve mineral bakımından oldukça zengin bir meyve olan avokado tazeliğini göz çevresinde hissettiren bu göz kremi, göz altının günlük nem ihtiyacını karşılarken yoğun kremsi dokusu ile göz çevresini daha enerjik ve genç göstermeye yardımcı oluyor.

Yorgun Görünen Gözler İçin Canlandırıcı Krem Önerileri

Drunk Elephant C-Tango Multivitamin Eye Cream

Aydınlatıcı özelliğiyle bilinen C Vitaminin 5 formuna sahip Drunk Elephant C-Tango Multivitamin, zengin formülüyle göz çevresindeki pigmentasyonu eşitliyor, salatalık özleriyle detoks sağlıyor ve peptid karışımıyla kırışıklıklara iyi geliyor.

Keihl’s Midnight Recovery Eye

Sabah uyandığınızda daha dinç ve genç görünümlü bakışlara sahip olmak istiyorsanız Keihl’s Midnight Recovery Eye tam size göre. Cildi gece boyunca onarıp güçlendiren bu bakım kremi, göz çevresi şişkinliklerin ve ince çizgilerin görünümü gözle görülür şekilde azaltıyor. Göz çevresine daha yumuşak bir his kazandıran Midnight Recovery Eye, koyu halkalar ve şişkinlikler için de göz çevrene yenileyici bir bakım sunuyor.

La Roche-Posay Hyalu B5 Yeux Göz Çevresi Bakım Kremi

İki çeşit hyalüronik asit ve B5 vitamini içeren formülü sayesinde La Roche-Posay Hyalu B5 Yeux Göz Çevresi Bakım Kremi, kırışıklık ve ince çizgilerin görünümünü azaltır. Güne, rahat ve dinlenmiş bir göz çevresi ile başlamanıza yardımcı olarak, cilt bariyerini güçlendirir.

LIERAC Sunissime Energizing Eye Stick SPF 50

Maruz kalma süresi artıkça cildi olduğundan daha yorgun gösteren, yaşlanma belirtilerini göz görülür bir şekilde hızlandıran en büyük etkenlerden biri tartışmasız ki güneş ışınları. Lierac Sunissime Energizing Eye Stick SPF 50, içeriğindeki global güneş koruması teknolojisi sayesinde, göz çevrenizi güneşten gelen bütün ışınlara karşı yüzde korur. İçeriğinde bulunan; pro taurin ile serbest radikallerin enerjiye dönüşmesine ve daha kaliteli bir göz çevresine sahip olmanıza yardımcı olurken, hassas göz çevresi için uygun olan % mineral filtresi ile göz çevresini rahatlatırken ürünün içerisindeki parçalanmış koruyucu melanin ile göz çevresinde oluşabilecek renk farklılıklarını önler.

Yaşlanma Karşıtı Anti-Aging Göz Krem Önerileri

Estee Lauder Advanced Night Repair Eye Matrix Onarıcı Göz Kremi

Hızlı onarım teknolojisi ve gençliği ortaya çıkaran yenilenen formülü ile Estee Lauder Advanced Night Repair Eye Matrix Onarıcı göz kremi, tüm göz çevresindeki çizgilerin görünümünü azaltmayı hedeflerken, kaz ayağı ve kaşlar arasındaki çizgilerinin ve kırışıklıkların görünümünü azaltır. Göz altında oluşan sıkılık kaybı, şişmiş gözler ve koyu halkalar gibi birden fazla göz çevresi sorununu onarmayı hedefler, gözleriniz daha genç daha canlı ve sağlıklı bir görünüm kazanır.

{}

Vichy Liftactiv Serum 10 Göz ve Kirpik

Yaş aldıkça sadece göz çevresi değil kirpikler de incelmeye başlıyor ve canlılığını kaybediyor. İşte tam olarak bu nedenden dolayı anti-aging göz bakımı tercihi yapılırken göz ve kirpik bakımını aynı anda savaşan ürünleri mercek altına almak iyi bir seçenek olabilir. Kirpikler yaşlandıkça inceliyor, kopuyor ve canlılığını kaybediyor. Vichy Liftactiv Serum 10 Göz ve Kirpik tam olarak bu iki bölgeye bakım uygulamak için geliştirildi. Yaşlanma belirtileri gösteren göz çevresini yenilemeye, zayıflayan kirpikleri güçlendirmeye yardımcı oluyor. Rhamnose, seramid ve anında ışık yansıtıcı içerikleriyle daha genç ve belirgin bir görünüm için göz çevresini sıkılaştırır, ışıltı verir.

La Prairie Skin Caviar Eye Lift

Skin Caviar Eye Lift, göz çevresini yeniden canlandırarak, toparlanmış ve sıkılaşmış bir görünüm kazanmasına yardımcı oluyor. Düzenli kullanıldığı takdirde düşük göz kapakları daha kalkık görünür, göz çevresi sıkılaşmış ve toparlanmış hale getirir. Kaz ayakları gözle görülür şekilde azalırken, göz altı torbaları ve şişkinlik azalırken aynı zamanda tüm göz çevresi toparlanmış ve sıkılaşmış görünür.

La Mer The Lifting Eye Serum

Gözlerde canlı ve yenilenmiş görünüm sağlayan La Mer The Lifting Eye Serum, cildinizi gözle görülür bir şekilde canlandırır ve gençleştirir. Doğal göz hatlarını sıkılaşmasına yol açarken, tüm göz çevresinin görünümünü göz kapağından kaşlara kadar yukarı kaldırır.

Clarins Concantrate Zone Eye Regard

Komple yaşlanma karşıtı göz çevresi bakım sağlayarak, şakaklardan tüm göz çevresine kadar gözle görünür şekilde yayılarak gençleştirmeyi hedefleyen Clarins Concantrate Zone Eye Regard, daha yumuşak ve aydınlık bakışlara sahip olunmasını sağlar. Hormonel değişiklikler sebebiyle cildi zayıflayan ve şakaklarından göz çevresine gözle görülür yaşlanma belirtilerinden endişe duyan tüm kadınlar için göz kapaklarında sarkma, göz altında kalıcı şişkinlik, koyu halkalar ve konforsuzluğa karşı göz çevresini sıkılaştırır, tazeler, aydınlatır.

Dermalogica Biolumin C Eye Serum

Dermalogica Biolumin C Eye Serum, içeriğinde bulunan C vitamini sayesinde dış etkenlere karşı göz çevresine bariyer kurarak cildin hızlı yaş almasını engeller. Aynı zamanda günlük göz hareketleri ve çevresel stres ile oluşan zamansız yaşlanma izlerini azaltmaya yardımcı olurken, Vitamin C Kompleksi ile göz çevresini aydınlatmaya ve sıkılaştırmaya yardımcıdır.

{}

Shiseido Ultimune Power Infusing Eye Concentrate

Yaş alırken endişe duyulan 5 ana probleme karşı göz çevrenizi tam koruma altına alan Sheseido Ultimune Power Infusing Eye Concentrate, yenilenmiş förmülüyle, göz çevresindeki nazik cilt dokusunu yorgunluk ve yaşlanma belirtilerine karşı göz çevresini güçlendirerek koruma altına alır. Daha nemli, pürüzsüz ve esnek bir göz çevresine kavuşturur. Aynı zamanda makyaj temizleme, göz ovalama, çevre kirliliği ve ekran yorgunluğunun neden olduğu sorunlardan göz çevresini korur; ince çizgilerin oluşumu, koyu halka görünümü, kuruluk, şişkin görünüm ve esneklik kaybına karşı koruma kalkanı görevini üstlenir.

Drunk Elephant Shaba Complex Eye Serum

Göz çevresinde başlıca yaşlanma belirtileri için güçlü bileşenlerle formüle edilmiş bu göz serumu; ince çizgiler, kırışıklıklar ve güneş ışınlarınındın dolayı oluşan hasarlara karşı oluşturuldu. Göz çevresinde daha pürüzsüz, daha genç bir görünümü desteklemek için güçlü dozlarda siyah çay fermenti, niasinamid, bakır peptitler ve edelvays kök hücreleri içeren Shaba Complex Eye Serum, daha dinlenmiş ve daha genç bir görünümde göz çevresine sahip olmanıza yardımcı oluyor.

Kiehl’s Powerful Wrinkle Reducing Eye Cream

Göz çevresinde en çok şikayet edilen sorunlardan; çizgi ve kırışık görünümünü en aza indirmek için formüle edilmiş Kiehl’s Powerful Wrinkle Reducing Eye Cream, bakır, kalsiyum, kafein ve seramitler içeriğiyle göz çevresindeki kırışıklık görünümünün ve pürüzlerin azalmasına yardımcı oluyor. Kafein içeren formülü ile göz çevresindeki şiş görünümü azaltıyor. Kaz ayağı görünümü için de etkili olan bu göz bakım kremi, cilt elastikiyetini artırarak göz çevresini yaşlanmaya karşı güçlendiriyor.

Caudalie Resveratrol-lift Sıkılaştırıcı Jel Göz Bakım Kremi

Göz çevresindeki kırışıklıkların görünümünü azaltmaya yardımcı olan Caudalie Resveratrol-lift Sıkılaştırıcı Jel Göz Bakım Kremi, patentli resveratrol, hiyalüronik asit ve vegan kolajenin birleşimleriyle göz çevresindeki koyu halkaları ve şiş görünümü azaltarak göz çevresini pürüzsüzleştirir. Kinoa özü içeren zengin formülüyle yaşlanma belirtileri ile savaşır. Göz çevresine daha genç ve canlı bir görünüm kazandırır.

Lancome Rénergie Multi-Lift Eye

Rénergie Multi-Lift Göz Kremi kırışıklıkların, koyu halkaların ve göz altı torbalarının görünümünü azaltır. MultLift teknolojisi sayesinde göz çevresi daha sıkı görünürken, aynı zamanda daha aydınlık ve genç bir görünüme sahip olur.

Gizem Burcu İncircioğlu

Gizem Burcu İncircioğlu

editörün tüm yazıları

kiehl&#;s powerful strength line-reducing concentrate

2. Ürün açıklaması şu şekilde:

*% stabilize edilmiş konsantre C vitaminiyle formüle edilmiştir.

*Yüksek konsantrasyonda C vitamini içeren bu güçlü formül çizgi ve kırışıklıkların görünümünü azaltır.

*Cildin yaşlanma sürecini yavaşlatarak fark edilir şekilde daha pürüzsüz, canlı bir cilt dokusu sağlar.

*Düzenli kullanım sonucunda bu bakımın ağız ve göz çevresindeki çizgiler dahil ciltteki tüm çizgilerde sürekli artan bir düzeltici etkisi olduğu ispatlanmıştır.

Bu ürününü deneme 7 ml boyunu sevgili (yazar: berronimu ) ile takas yaparken yanında gönderdiği birkaç hediye ile tanıştım (kendisine kalp kalp). Normalde kullandığım estee lauder Perfectionist [CP+R] serumum bittiği için denemek istedim. Yaklaşık 1 haftadır kullanıyorum ve gerçekten çok beğendim. Yüzünüze ilk sürdüğünüzde hafif bir ısınma hissediyorsunuz, birkaç saniyelik bu durumdan sonra normale dönüyor, lekeler ve kırışıklıklar üzerindeki etkisini bilmiyorum ama ciltte yarattığı doku ve yatışma oldukça iyi, nemlendirmesi de yerinde. gündüz kullandığım için üzerine yüksek faktörlü bb krem kullanıyorum, kapalı alanda olduğum için de sorun yok. Fakat gece serumu olarak kullanmak daha mantıklı sanki. Zira c vitamini güneş ile birleşince cildinizde lekeye sebep olaiblir. Estee Lauder serumlarına alternatif olablir bana göre, elimdeki bittikten sonra satın alabilirim.

XOXO The Mag

FASHIONMUSICARTDESIGN

ARALIK ÜCRETSİZDİR

NICOLA FORMICHETTI () CÉSAR BALDACCINI (14) HELNWEIN (22) JANE BIRKIN (44) LISA MARIE FERNANDEZ (48) BIZARRE () GIFT () MONARCHY () FLORENCE + THE MACHINE ()


E v Ery r ol E x i s m ad E for g r E atnE s s . thE Cosmog r aph day ton a , i n t r o d u C E d i n 19 6 3 , w a s d E s i g n E d t o m E E t t h E d E m a n d s o f pr ofE s s ion a l r aCEC a r d r i v Er s a nd qui Ck ly E a r nEd it s i ConiC status. with its patEntEd Chronograph mEChanism and bEzEl with ta C h o m E t r i C s C a l E , i t a l l o w s d r i v E r s to p E r f EC t ly m E a s u r E E l a p s E d C i r C u i t t i m E a n d C a l C u l at E av E r a g E s p E E d .

t he cosmogr aph day tona





EDITO NEWS best of ALBUMS OF THE YEAR BIZARRE NICOLA FORMICHETTI I LOVE ALL THE GIRLS, I GET ALL THE GIRLS GIFT MUSIC GAMES MÜHİM OLAN İÇ GÜZELLİK forecast parısparıs desıgn agenda party pıcks

photographer branislav jankic

İmtiyaz Sahibi CO Prodüksiyon Yayıncılık adına Cihan Şerbetcioğlu [email protected] Genel Yayın Yönetmeni Olga Toraman [email protected] Yönetici Editör Sarp Dakni [email protected] Yazı İşleri Müdürü Gözde Eyibilir [email protected] Sorumlu Müdür Ruşen İnceoğlu Editörler Gazali Görüryılmaz, Sedef Kırdök, Dinçer Şirin, Adnan Yıldız, Samra Zeller İdari İşler Vadi Gengüç Grafik Tasarım Yavuz Aydın, Güneş Engin Fotoğraf Editörü Sezer Arıcı, Emir Sarısaç Katkıda Bulunanlar Erkan Altunay, Aslı Arduman, Mahizer Aytaş, Uğur Babürhan, Belkıs Boyacıgiller, Oben Budak, Onur Büber, Gökhan Çalışkan, Emre Doğan, Emre Doğru, Öykü Doğan, Gizem Dölçel, Can Duna, Murat Ekşi, Başak Dizer Fransez, Gökçe Gökçeer, Gökçe Gökçeer, İris Işık, Ayşecan İpek, Harun İzer, Branislav Jankic, Zülal Kalkandelen, Bahar Kongel, Seden Mestan, Seda Niğbolu, Beren Özel, Arda Savcı, Ziya Şanlı, Tuba Şatana, Yiğit Turhan, Arda Tümer, Erman Ata Uncu, Emre Ünal, Gökhan Ünal, Onur Yazıcı Reklam [email protected] İletişim @seafoodplus.info / +90 Baskı ve Renk Ayrımı Mas Matbaacılık San. ve Tic. A.Ş. Hamidiye Mahallesi Soğuksu Caddesi No:3 Kağıthane. İstanbul, Türkiye XOXO The Mag’de yayınlanan yazı ve fotoğraflar kaynak belirtilmeden kullanılamaz.

SÜLEYMAN SEBA CAD. ACISU SK. NO 7/1 MaÇka İstanbul T:+



3 Kasım Sevgili günlük Fark ettim ki edito yazılarım tahmin ettiğimin çok daha üzerinde bir okuyucu kitlesine sahip. Şaşkınım; ne tuhaf! 4 Kasım Sevgili günlük Ofiste anlamlandıramadığım bir kalabalık var. Galiba önümüzdeki günlerde başımıza geleceklerin habercisi. 8 Kasım Sevgili günlük Seni çok ihmal ediyorum, biliyorum. Ama sana yazmaktan daha önemli işlerle uğraşıyorum. Aralık sayısını sayfa yapmaya karar verdim. 11 Kasım Sevgili günlük Dün akşam çok güzel bir yemekteydik, sonrasında da fazla partilemeden eve döndüm. Yarın biraz alışveriş yapacağım. Biraz 12 Kasım Sevgili günlük Yazılarımız bir bir akıyor. Herkes tatildeymiş duyduğuma göre. 14 Kasım Sevgili günlük Cidden çok bunaldım. Ofistekilere kılım! 16 Kasım Sevgili günlük Solo bugün çok huysuzlanıyor. Derginin de baskıya hazır hale gelmesi lazım. Hediye seçtirmek ne kadar zormuş. 17 Kasım Sevgili günlük Zafer sarhoşuyuz. İşlem tamam. 18 Kasım Sevgili günlük Edito yazmam lazım. Bir kopyasını üzerinde deneyeceğim izninle. Sevgili okurlar sayımızda, size ’e nasıl baktığımızı anlatmakla uğraşmak yerine, klişeler içinde farklı olmaya çalışmakla meşgul oluyoruz. Kasım ayının intergalaktik bereketi, tüm yakın çevremiz üzerinde çok olumlu planlar peşinde. Size şimdi tek tek bunlardan bahsedemeyeceğim ama pozitif enerjinizi eksik etmeyin. Malum sene sonu geldi, ne kadar iyi düşünürseniz, o kadar iyi karşılanırsınız. Neyse, kapak konuğumuz Nicola Formichetti. Nokta. ’ye hoşgeldin, ’e hoşçakal diyerek, Ocak molamızdan sonra Şubat sayımızda görüşmek üzere. P.S. I LOVE NICOPANDA. OLGA TORAMAN


seafoodplus.info


news THEATRE

WAR HORSE

Kaybetme Korkusundan Görsel Şölen yazı uğur babürhan

En son yılında ünlü yönetmen Harold Prince’in (Broadway’deki lakabıyla, The God) ancak filmlerde gerçekleşebilecek kadar inanılmaz iş daveti için geldiğim halinden çok farklı değil Times Square. Bizim sektörün fuarı olarak nitelendirdiğim 15 günde 17 oyun izleme olimpiyatının beşinci günündeyim. Sardi’s Restaurant’ta yenilen erken bir akşam yemeğinden hemen sonra göreceğim oyun ise, West End tiyatrolarında uzun yıllar başarıyla sergilendikten sonra, Broadway izleyicisini de halen büyülemeyi sürdüren War Horse. yılında çocuklar için yazdığı bu romanın, geleceğin başarılı bir tiyatro metni ve usta yönetmen Steven Spielberg’ün yeni filminin senaryosu olması, eminim yazarı Michael Morpugo‘nun zamanında kafasını yastığa koyup, uykuya dalmadan önce kurduğu hayalleri arasındadır. Şimdi hepsi gerçek oldu. Daha önce bir köpekbalığı sayesinde tüm dünyayı uzun yıllar denize girip girmeme konusunda kuşkuya düşürmeyi başaran Spielberg, hiç şüphesiz War Horse’daki oldukça duygusal ‘at ve çocuk’ ilişkisini de akıllarımıza kazıyacak ve filmi izlerken, tıpkı tiyatroda olduğu gibi gözyaşlarımızı tutamadığımız anlar yaşamamıza sebep olacak. Gelelim oyuna; 1.Dünya Savaşı’nda bir milyondan fazla atın Fransa’nın güneyindeki cephelerde savaşta olması ve sadece 65 bin tanesinin evlerine dönebilmesiyle başlıyor öykü. Hatta yaralı olanlar kasaplara satılıyor. Kurulan at pazarında açık artırmada satın alınan yaralı at Joey ve alkolik bir babanın küçük oğlu Albert ana karakterlerimiz. Albert rölünde daha önce Gravity, Private Romeo, How To Kill A Mockinbird ve Blessed Is The Match gibi filmlerde izlediğimiz Seth Numric, sinemanın akustik versiyonu olan tiyatro sahnesinde kalbe

dokunan bir oyunculuk performansı sergiliyor. 16 yaşında The Juiliard School’un Drama Bölümü’ne kabul edilen en genç öğrenci olmasının bu günlerdeki meyvelerini toplamaya başlamış bile. Onu bu oyundan hemen önce, Broadway’de Al Pacino’nun başrolünü oynadığı Venedik Taciri‘nden War Horse’a transfer ettiren başarının sırrı, belki de bir röportajında söylediği gibi iyi bir tecrübe gözlemcisi olmasıdır. “Her gece kulisten yaptığı işi nasıl yapabildiğini anlamak için gözümü kırpmadan Al Pacino’yu izliyorum”. Bu yıl Tony Ödülleri’nde, En İyi Kostüm Tasarımı ödülünü alan Adrian Kohler ve Basil Jones, dev maketleri altı aylık yoğun bir çalışma sürecinde, bir atın tüm hareketlerini inceleyerek tasarlamışlar. Oyun sırasında geçen diyaloglarda, maket bir atın tepkisel olarak cevap verdiği tek bir kulak hareketinden dahi etkilenmemek neredeyse imkansız. Hatta atlarla oyun çıkışı fuayede karşılaşsak, içimizden gelen şeker verme dürtüsünü durdurmak oldukça güç. Lion King müzikalinden beri Broadway sahnelerinde bu kadar iyisine rastlamadığımız ve gerçeğini bize aratmayan hareketli hayvan kuklalarının akıl almazlığı, tasarımındaki büyük dehaya tanık olmak başlı başına bir keyif. Güney Afrika merkezli kukla ve maket tasarım şirketi Handspring Puppet Company, ileride daha birçok oyunda bizleri şaşırtmaya devam edecek gibi görünüyor. Hatta içimden kendilerine çok yetenekli, çok güzel, aynı zamanda çok zeki ve dakik bir star oyuncu maketi siparişi vermek geçmedi desem yalan olur. Müzikallerin büyüleyici dünyasından bir akşamlık vakit ayırıp Marianne Elliott and Tom Morris’in yönettiği bu önemli oyunu Lincoln Center‘da izlemek ve sevgiyi besleyen en önemli duygu olan kaybetme korkusunun nasıl bir görsel şölene dönüştürüldüğünü görmek isteyenlere keyifli seyirler.

XOXO The Mag



news TECHNOLOGY

iPHONE 4S SIRI

Bundan Sonra Adın Serena yazı yiğit turhan illüstrasyon güneş engin

Annem iki çocuğu olduğundan öyle emindi ki ben üç kardeş olduğumuzu her iddia ettiğimde bana bilgisayarı bir hafta boyunca yasaklardı. Çocuk aklımla uzun süre anlayamadım annemin Mario’yu neden bu kadar dışladığını. Üveydi hani belki ama sonuçta yediğimiz içtiğimiz ayrı gitmez, sabah gözlerimi onla açar, akşam yine onunla kapatırdım. Az mı mantarlarla besledim Mario’yu da boyu uzadı keratanın, az mı kaplumbağa öldürdük beraber? Prensese ulaşacaktı da, günlerce gücü yetmedi ejderhayı öldürmeye. Kim koştu yardımına? Kim kırpmadı gözünü? Yine ben. Mario Kardeşler diye anılmıyorduk boşuna. Sonra aramız açıldı biraz, değişti Mario. Ben büyüdüm o çocuk mu kaldı nedir bilmiyorum. Ben hayal dünyamı Amiga’ya taşıdım, o Nintendo’da kalmayı tercih etti. Amiga bambaşkaydı. Yarış arabalarının vızır vızır etrafımdan geçtiği, süper kurbağanın dünyayı kurtarmaya çabaladığı, duvar ustalarının bombalarla duvar parçaladığı, askerlerin UFO peşinde koşuşturduğu ve gürültülü tilt makinelerinin gözümü kamaştırdığı bir dünyaydı. Küçükken sürekli anjin olan ben, annem ateşimi düşürene kadar dur durak bilmeden bu oyunlarda kaybederdim kendimi.

dilinden konuşmam lazım yani, hani İtalya’dayız, bir ‘ciao bella’ diye selamlayamayacağım ben Siri’yi. ‘‘İsmini beğenmedim, kaçak göçmen gibisin Siri; bundan sonra adın Serena olacak’’ diyemiyorum yani. ‘‘Siri Siri, söyle bana, en yakışıklı kim?’’ diyorum; o kadar para baydık, yağ çeksin istiyorum ama yok ‘‘Google’da bakmamı ister misin?’’ diye karşılık veriyor. ‘‘Ne oldu, beğenemedin mi?’’ diyeceğim, susuyorum. Tüm ajandam belleğinde, hayatımı bundan sonra o düzenleyecek, kavga etmeye gelmez, çirkefleşir diye korkuyorum. İkinci gece tersledim. Yolumu şaşırmışım, kaybolmuşum, soğuktan mı öleceğim bilmiyorum, ‘‘Nasıl eve giderim?’’ diye seslendim ‘‘İtalya’daki haritalara bakamıyorum’’ demez mi? O zaman Amerika’da kalsaydın be canım. Küfürü bastım basmasına ama kulağı bende ‘‘Lütfen diline dikkat et, hemen şu an!’’ diye çıkışmaz mı? Ah be George, ’de yazdıklarının önce Biri Bizi Gözetliyor’larla, şimdi de bu telefonlarla birer birer gerçekleştiğini görsen ne şaşırırdın… Kitabını okuduğumuz vakit lisede, sınıf arkadaşlarımızdan biri el kaldırmış, Orwell’in hangi uyuşturucuya bağımlı olduğunu sormuştu da gülmüştük. Meğer hakkı varmış rahmetlinin.

Sonrasında Commodore 64 geldi. 64 KB RAM belleği vardı, hatırlıyorum. En son aldığım iPhone’un belleği 64 GB. Yani yeni asistanım Siri, Commodore’la konuşmaya çalışsa kesin ‘Gerizekalı, sus da dinle’ diye çıkışacak. Babası Steve Jobs, malum. Araları da hızlı sardım hani; Alcatel’e geçiş, Nokia’ları elbise değiştirir gibi değiştirdiğimiz dönemleri es geçtim. Ellerimiz boş, özgürce büyümedik biz. Benim yaşıtlarımın elleri genelde ya telefonla ya kumandayla dolu, dikkatleriyse herhangi bir ekrana bağlıydı. Sessiz sakin bir ilişki içindeydik etrafımızdaki teknolojiyle. Ta ki Steve giderayak bize bu sekreter Siri’yi bırakana kadar. Kendisiyle geçen akşam tanıştım. Kibar gibi göründü önce, fakat baktım hava atıyor; sadece İngilizce, Almanca, Fransızca dinliyor beni. Onun

Öyle bir nesil olarak büyüdük ki, artık birbirimizle görüşmek yerine elektronik cihazlarla konuşmayı adet ediniyoruz. Zamanında kağıdı kalemi seçip, mektuplar yazıp yollayan biz artık Siri ve benzerlerine ‘‘Anneme de ki…’’ diye emirler yağdırıyoruz. Zamanımız daralıyor, işlerimiz çoğalıyor. Hükmetmek lüks olmaktan çıkıp ihtiyaca dönüyor. Ben düşünüyorum, Siri yapıyor ve böylece düzenli ve pratik fakat bir o kadar da hüzünlü bir ilişki içinde yaşlanıyoruz. “Merhaba” demek için sesimizi değil, harfleri hatta kendi yazdıklarımızı bile değil, dikte ettirdiğimiz harfleri kullanıyoruz. Yani böyle devam ededuralım, bir gün aynadaki aksimiz bile bize yabancı gelmeye başlayacak. Yazım bitti. Siri’ye rica etsem, Jobs’un mezarına bir çelenk yollayıp, ucuna da bu yazının İngilizcesini iliştirir mi ki?

XOXO The Mag



news BRAND

SHAVE YOUR STYLE

Stil Olmayınca Ne Yapsın Sakal

caption for pictures by ulrich grill

Uzun, çok uzun zaman önce Dünya adlı bu gezegende bir gün metroseksüel tabir edilen erkekler sakallarını stillerinin bir parçası haline getirdiler. Peki, sakalın ilginç hikayesi nasıldı? Binlerce yıldır Antik Yunan’dan Roma’ya, Hinduizm’den İslam’a, Yahudilik’ten Rasta felsefesine kadar sayısız din ve kültürün simgesi haline gelmiş olan sakal, Avrupa’da yüzyıla kadar değişen politik rejimler ve onların bağlı bulundukları kiliselerin etkisiyle inişli çıkışlı bir periyod geçirdi. yüzyılda erkekler onu yeniden keşfettiler ve yavaş yavaş bir stil tamamlayıcısı haline geldi. Derken yüzyılda boyut değiştirdi ve erkeğin gündelik hayatının ayrılmaz bir parçası oldu. Unutmadan eklemeli, Greko-Roman kültüründe bir filozofun karakteristik özelliği sakaldı. Dolayısıyla sakal bırakan herkes filozof sanılırdı. Zaman içinde bu trajikomik durum kendi içinde metamorfoza uğrayarak ‘her sakallıyı dede sanma hali’ne dönüşmüş olmalı. Bugün yüzlerce farklı şekliyle sakal, artık dinsel ya da tarihsel bir motif olarak anılmaktan çok modern erkeğin ayrılmaz bir parçası oldu. Yani artık her sakallıya ‘dedeciğim!’ diye seslenmediğimiz gibi, stili olmayan bir sakalı da diğerinden rahatlıkla ayırabiliyoruz. Günümüzde sakalınızı basit birkaç hamle ile tarzınızın gerçek bir bütünleyicisi haline getirebilirsiniz. Mesela, Nick Burns ve Allan Peterkin’in imzasını taşıyan ‘The Style Guide to Shaving Face’ adlı minicik rehber kitapta işin sırları tüm basitliği ile anlatılıyor. Çoğu genç erkeğin okul ve askerlik gibi dış etkenler yüzünden ortalama 25/26 yaşına kadar sakal bırakamadığını söyleyen ikili, genç erkeklerin sakal bırakma deneyiminden mahrum

kalmaması adına kolları sıvayarak ellinin üzerinde sakal stilini bu cep kitabında detaylarıyla açıklıyor. Dahası Keanu Reeves, Jim Carrey, Brad Pitt, George Clooney ve Justin Timberlake gibi ünlüler dünyasının en güçlü yıldızları, film çekmekten fırsat buldukları anda sakal bırakıyor; ödül törenlerine çekinmeden sakallarıyla katılıyor ve belki de sinekkaydı imparatorluğuna bir son vermeyi amaçlıyorlar. Eğer sakal bırakmaya karar verdiyseniz yüzünüzün şekline, sakalınızın yoğunluğuna, cildinizin tonuna göre bir sürü farklı modeli uygulamanız ve bundan nefis sonuçlar almanız mümkün. Fu Manchu’dan The Horsehoe’ya, The Lampshade’den Soul Patch’e kadar tüm modellerin birbirinden cazip isimleri de var. Dolayısıyla dilediğiniz güzel ve genç hanımefendiye sakalınızın adıyla caka satabilirsiniz, ama bunu onların da artık bu modelleri yakından takip ettiğini unutmadan yapın. Bugün yüzlerce farklı tıraş makinesi, yüzlerce farklı tıraş stilini evde rahat rahat uygulayabilmenizi sağlıyor. Kitaplar, dergiler ve web siteleri sizi dünya erkeklerinin takip ettiği son trendlerden haberdar ediyor. Braun’un seafoodplus.info adlı bir web sitesi bile var. Günlük takip edebileceğiniz, hareketli bir blog mantığında işletilen bu sitede, sakal dünyasından son haberleri anında takip edebiliyor ve sakallı ünlülerle yapılan röportajları okuyabiliyorsunuz. Yani bir dijital sakal gazetemiz bile var, daha ne isteriz? Atalarımızdan kalan meşhur bir başka cümle daha vardır: Akıl olmayınca ne yapsın sakal? Torunlarımız onu, bundan sonra bambaşka bir şekilde söyleyecekler muhtemelen: Stil olmayınca ne yapsın sakal!?

XOXO The Mag



news ART

César Baldaccini

Modern Yağmacı yazı seda niğbolu

Yaşamı boyunca hakettiği saygınlığı kazanamadığından şikayet etse de bugün Fransa’dan çıkmış en büyük heykeltıraşlardan biri olan César’ın bu ay ölüm yıldönümü. İşlerini bilmeyenler bile, Fransa’nın en mühim sinema ödülüne verilen ismini duymuştur. yılında bu ödülü tasarlaması istendiğinde, ülkesinde çoktandır kabul görmüş bir heykeltıraştı César. İki yıl sonra da şövalye olarak onurlandırıldı. Ezilmiş arabalarıyla, hurdadan yaptığı heykellerle, fantastik yaratıklarıyla herkesin görsel hafızasının bir köşesinde yer etmişti. Bugün Paris sokaklarında gezerken karşınıza çıkabilecek belki de en ünlü heykeli ‘Le Pouce’ ile devasa bir başparmak yaratacak kadar esprili ve iddialı; hurdaları her yerde bedava olarak bulunduğundan dolayı kullandığını söyleyecek kadar mütevazi ve tasasızdı. Provokatif işleri ve iddiası kimi sanat eleştirmenlerince yanlış anlaşıldı; ilgi meraklısı olarak topa tutuldu ama tüm bunlar sanat tarihinde kendine edindiği yerin önüne geçemedi. yılında Marsilya’nın fakir bir işçi mahallesinde doğan César’ın şarap fıçıcısı babasına yardım etmek için sonlandırdığı okul hayatı, annesinin teşvikiyle bir sanat kursunun gece derslerine katılmasıyla sürmüş. Önce çizim, sonra heykelle ilgilenmeye başlayan César’ın hayatındaki esas dönüm noktasıysa ‘40’ların başında Paris’e yerleşmesi olmuş. Orada Pablo Picasso ve Germaine Richier ile kurduğu dostlukların ve hatta bir dönem stüdyosunda yaşayıp hayatına dahil olduğu Alberto Giacometti’nin etkisini; Pablo Gargallo ve Julio González’in hayalgücünü, tuhaf hayvan, insan ve yaratık figürlerinde görmemek mümkün değil. İlk dönemlerinde alçı, kurşun, demir, seramik gibi alışılagelmiş malzemeler kullanan ve ‘50’li yıllarda artık yavaştan yerini sağlamlaştıran César’ın, sesini asıl duyurmasını sağlayan, hatta daha ileri gidersek heykele bakışını da değiştiren, sıkıştırmalar olarak adlandırdığı metal heykelleri

oldu. Parasızlıktan hurda toplayarak ve hatta çöpleri kaynatarak ortaya çıkardığı eserlerdi bunlar. senesinde Paris’te sergilediği ezilmiş arabaların ardından artık herkesin tanıdığı César’ı, modern yaşamın fenomenlerini düşlerine katan Yeni Gerçekçiler’in, Arman, Klein, Restany ve Tinguely’nin arasına sokan da bu heykellerdi. Aynı dönemde bir sanat eleştirmeni tarafından ‘modern folklorun yağmacısı’ olarak tanımlanmasına neden olan da… Klasik eğitimini bir yana bırakıp kendi deyişiyle malzemenin diline bıraktı kendini César. Metal heykellerinin ardından hayalgücü de mizahı da iyice genişledi. ‘Genişletme’ dediği teknikle yaptığı, poliüretandan renkli heykellere akışkan formlar denedi. Ve ‘çoğaltma’ tekniğiyle insan uzuvlarının devasa kopyalarını yaptı. Kocaman bir göğsün erotizmi de; paten kayan bir tavuğun absürdlüğü de aynı zihnin eseriydi. Her ne kadar kendi düşleri dadaizme yakın bir yerden kaynaklansa da dönemin Amerika’dan akın akın gelen dalgası pop-art’ın renkli ve fetiş objelerine de kayıtsız kalmadı César. Klein ve Tinguely ile sergiler verdi, pop-art’çıların, Yeni Gerçekçiler’i kendilerine yakın bulmasından yararlandı. Yaşamının son demlerinde kimi sanat eleştirmenlerince hiçbir zaman kabul görmediği Fransa’yı, Venedik Bienali’nde hurda arabalarıyla temsil etti. Ölümünün hemen öncesinde Fransa’da ilk retrospektifi sergilendi. Restany, yeni gerçekçiliğin sosyolojik gerçekle ilişkisinin herhangi bir tartışma yaratma içgüdüsünden uzak olduğunu söylese de César için geçerli olmadı bu. Kanserden öldüğünde Le Monde’da, hem sevildi hem tiksinildi yazıyordu hakkında. Pek az kişiye nasip olan bir ikilikle uğurlandı ve bugün pek az kişiye nasip olan bir mezarda yatıyor; Montparnasse’da. Üzerinde Picasso’ya adadığı yarı insan, yarı at figürü La Centaure var. Agresifliği ve kabalıklarıyla ürküten, düşselliğiyle büyüleyen yaratıklar, Picasso kadar César’ı da andırıyor.

XOXO The Mag



news SERIES

PAN AM

Retro Hoşluklar Muamelesi yazı erman ata uncu

İkonik bir kuruluşa odaklanmak, o ikonun ortaya çıktığı dönemin hikayesini anlatmaya yeter mi? ABD’li televizyon kanalı ABC’nin dizisi Pan Am, sadece ülkenin değil dünyanın geri kalanının da kafasına havaalanı ve havayolu imgelerini nakşetmiş, ‘Pan Am’ üzerinden erken ’lar ABD’sini perdeye taşıyor. Dönemin dergilerinde ve kartpostallarında 32 dişini birden göstererek sırıtmasına alışkın olduğumuz, çizilmiş gibi duran hostesler, köşeli suratlı ‘her şeyiyle Amerikan’ yakışıklı pilotlar, dönemin yumuşak hatlı uçakları, hepsi Pan Am dizisinin köşe taşı. Tabii hosteslerden birinin gizlice CIA için çalışmasından kaynaklı bir heyecan unsuru da var ama Pan Am’ın iddialı olduğu yer, hikayesiyle yarattığı heyecan değil; izleyicisine erken ’lar atmosferini layığıyla, bir paket halinde sunabilmek. Karakterlerin ve aralarındaki ilişkilerin dinamiklerinin keskin hatlarla çizilmesinden de belli bu. Christina Ricci’nin canlandırdığı ve Beatnik’lerle ‘takılmasından’, kurallarla arasının hiç de iyi olmadığı anlaşılan hostes Maggie, birisi maceraperest, diğeri daha çekingen ama cesarete hevesli kardeş hostesler Kate ve Laura, iflah olmaz romantik pilot Mike Vogel Tüm bu karakterlerin derinliği birkaç kelimeyle çizilebilecek seviyede. Bu yönüyle de Pan Am, örneğin ’ler ABD’sinden kara mizahı ve sinik tavrı çok daha yoğun bir resim çıkartan ‘Mad Men’ yanında daha şekerli şurup kıvamında bir dönem anlatısıyla karşımıza geliyor. Ama zaten dizinin yaratıcılarının, ‘Pan Am’ gibi bir ikona odaklanması nasıl bir dönem hikayesi anlatmak istediklerini de az çok belli ediyor. Pan Am, bir dönemin hikayesini anlatmayı değil, bugünden o döneme bakınca görmek istediğimiz resimlerle, başka bir deyişle ‘retro’ hassasiyetlerimizle şekillenmiş bir atmosfer sunmayı amaçlıyor. Hosteslerin ve pilotların hikayesine Küba Krizi, Vespa’ların cirit attığı, dönemin İtalya manzaraları, hatta eşantiyon babında bir tutam Beatnik karakter gibi fark edilir edilmez ’ları akla getiren unsurların katılması da bundan sebep. Pan Am, şu aralar ‘retro’ hoşluklar muamelesi gören ’lar kartpostallarının hikayeyle desteklenmiş hali gibi. Ve en önemlisi de dizinin yaratıcılarının bunun farkında olması.

‘Gerçekçi bir dönem hikayesi’ anlatmak iddiasıyla ortaya çıkıp o döneme dair klişelere bel bağlayan yapımların düştüğü tuzaklardan da böylece kaçınabiliyor Pan Am. Diziyi seyrederken gerçekçi bir dönem hikayesi anlatılmaya çalışılmadığının bilincine varmamak imkansız. Sadece karakterlerin bilinçli bir şekilde belli şablonlar üzerinden kurulması ya da o döneme dair ne kadar tarihi referans varsa hikayeye doldurma refleksi de değil bu bilincin sebebi. Pan Am, bir kostüm dükkanından fırlamış gibi duran şirinlikteki kostümleri, karakterlerin kişiliklerine göre belirlendiği bariz fiziksel özellikleri (hınzır bakışları, ‘bilmiş’ edasıyla Christina Ricci’nin tabii ki dizinin asi hostesini canlandırmasından da anlaşılacağı üzere), müzik seçimleriyle de ’lardan bir hikaye yerine ’ları konu alan bir ‘tema parkı’ sunduğunu belli ediyor. Tıpkı yine bir başka ABC dizisi olan Desperate Housewives’ın, artık bir şaka olarak kabul edilebilecek denli klişeleşmiş ‘banliyölü ev kadını’ karakterlerden uzun süreli bir dizi çıkarması gibi, Pan Am de ’lara dair bildiğimiz ne kadar klişe varsa onları hiç utanıp sakınmadan seyircisinin üzerine boca ediyor. Pan Am’in de kendi kurduğu dünyayı ele alışında Desperate Housewives’ı anımsatan bir şeyler var. Nasıl ki Desperate Housewives’taki ‘katil kim’ anlatıları sadece olay örgüsünün devamı için gerekli boş ama eğlenceli unsurlarsa Pan Am’deki casusluk hikayesi de bu retro atmosferin tetikleyicisinden başka bir şey değil. Eğer arzu nesnesi olarak kodlanan hostesler, özgürlüklerini kısıtlamaya and içmiş erkek dünyasından intikamlarını böyle alacak, arada da hınzır laflarla karşıdakileri böylece ters köşeye yatıracaklarsa ne ala! Sigara tüketiminin en yoğun olduğu, herkesin elinden düşürmediği ve hatta uçaklarda bile içildiği bir dönem olan ’ları anlatırken sigara içilen tek bir sahnenin olmamasını ise bu ‘tema parkı’nın ’larda çatılmasına bağlayalım. Yeter ki sadece öyle olduğunun bilincini kaybetmesin. Biz her şeye rağmen bu ‘eksiklikleri’ de görmezden gelip olduğu gibi kabul ederek, Pan Am’in eğlencesine varabiliriz.

XOXO The Mag





news GUIDE

BİT PAZARI DEĞİL FLEA MARKET

Bit Sensin O Pazar da Seni Yesin

Bir kentleşme problemi olarak yer değiştirmeler, sürülmeler, renovasyon adı altında şehirden kültürel izleri silmeler, muhit temizlemeler gibi birçok manevraya alışığız. Bunların arasından beliren ve kimi zaman sorumlu tuttuğumuz komünler, örneğin Bobolar, bugünün hipster’ları ile yarışacak duruma geldi. Dünya ölçeğinde birçok büyük şehirde insanların nefret ettiği bu genç insanlar, bir şeylere kızgın değiller; farklı olmak derdinde hiç değiller, sadece bir kent dokusuna uyum sağlamak adına çokça keyif peşindeler. Parayı büyütüp hayatı genişletmek yerine ‘vintage store’da gördüğü o ayakkabının parasını haftasonu bir barın vestiyerinde çalışarak toplamak, küçük işlere kanaat eden hipster’ların hayatlarının yarısı anlamına geliyor. Kulüplere turistlerin olduğu günlerde gitmeyecek kadar keyifleri olması konusunda da bohemler İstanbul’da hipster’ların karşılığını elbette mutenalaşan muhitlerin köşe başlarını tutan insan topluluklarından bileceksiniz. Ama onlar işin sadece başlangıcıydı ve hiçbir zaman bir ‘American Apparel Kuşağı’ olamadılar. Bu ay size kaynaklarda tam tanımına karar verilememiş, genç, girişimci, keyif insanı, Topshop gülü, kesinlikle kentli-bohem hipster olmanın temel kurallarından biri ‘bit pazarları’nda çok işinize yarayacak bir rehber sunuyoruz. Dress Code Daha önce hiç gitmediğiniz bir bit pazarı ise gidip önceden yeri kontrol edin. Giriş ve çıkışların neresi olduğunu iyice kavradıktan sonra oraya gideceğiniz zaman üzerine biraz düşünün. Sabah giderseniz sizin gibi birçok akıllının orada olduğunu göreceksiniz. Daha geç giderseniz bu sefer de iyi bir şey bulamayabilirsiniz. O yüzden ön hazırlık olur mu, demeyin,

hazırlanın. Saha araştırmasını bitirdikten sonra hava durumunu kontrol edin. Havanın iyi olduğu bir gün gidilecek bit pazarından kimseye hayır gelmez. Havanın kapalı olduğu, hatta etinizin morardığı soğuk havaları tercih edin. Böylece gerçek rakiplerinizle de tanışmış olursunuz. Oraya giderken tüm hipster kanıtlarını üzerinizden kaldırın. O yaz sıcağında bile pişik olmaktan çekinmeden taktığınız berenizi çıkarın. V yaka American Apparel’iniz yerine bohemlikte altın madalyaya erişeceğiniz eskilikte bir tişörtü gardırobun derinliklerinden kurtarın. Pantolonunuz ise grunge günlerine geri dönecek kadar eski olmalı ama oduncu gömleği niyetinizden derhal vazgeçin. No Price No Cry Olay yerine vardığınızda ilk olarak tüm alanı dolaşın ve hiçbir şey için çığlık atıp parayı ilk gördüğünüz şey için ezmeyin. İlk turun ardından başa dönüp tüm tezgahları tek tek dolaşın. Alma kararına erdiğiniz yüce mertebede derin bir nefes alın, ama asla fiyat sormayın. Zira fiyatı sorduğunuz an satıcı ile aranızdaki iktidar ilişkisinde siz ne olsa verecek bir pozisyon kazanmış oluyorsunuz. Sadece elinizle gösterin, o size meseleyi bir fiyattan açacaktır. Çok ucuz bulduğunuz bir şey karşısında şaşkınlığa düşmeyin, zira fiyatın bir ikinci emirde fahişlerde sekebileceğine şahit olabilirsiniz. İkincİ El Değİl, Vintage Konuşmanıza dikkat edin. Bir satıcının önünde asla ikinci el demeyin, alınıyorlar. Zaten gittiğiniz yer de ‘bit pazarı’ değil, ‘flea market’.

XOXO The Mag


tehlikesi. Erken terk etmeniz ayrıca sonradan gelecek olan arkadaşların sizi görmemesi anlamına da geliyor. Seçtiğiniz şeylerin kuru temizlemesi aldığınızdan pahalıysa iyi bir iş çıkarmışsınız demektir. Aldığınız şeylerin pahasını ölçmeye yarayan bu vintage kur hesabı alışveriş sırasında aklınızda olsun. Aldıklarınızı gençlik heyecanıyla herhangi bir sosyal medya kanalında paylaşmayın. Yoksa kaybettiğiniz arkadaşlıklar size çağrılmayacağınız partiler, açılışlar, gizli indirim günleri ve kutlamalar olarak geri dönecektir. Biz davet kaybetme korkusu taşımayan bir hipster ile daha önce karşılaşmadık. Varsa böyle bir yiğido ya da yiğida (İtalyan glamour’undan taviz vermeden) çıksın meydana.

Lütfen meseleleri bulandırıp kafaları karıştırmayın. Vintaj bir günde retro tatlara susamış bir kentli birey olarak satıcıya bayramlık ağzını açtırmadan, konuşmanın içine bolca ‘vintage’ ekleyin. Böylece satıcı kendini elinde mühim parçalar olan bir koleksiyoner sanacak ve gönlü indirdikçe indirecek. O indirirken siz de fiyatı indirip istediğiniz şeye sahip olabileceksiniz. Satış süresince arada geçen konuşmanın bu kadar iktidar öğeleriyle bezeli olduğunu hiç düşünmemiştiniz, değil mi? Siyaset giydiğimiz şeye kadar sızmış haberimiz yok. 
 Yalnız Kurt Size karından bağlı olan arkadaşlarınıza gideceğinizi önceden haber vermeyin. Bir gece önce çağrıldığınız her yere ertesi gün erkenden bir devlet dairesi işinizin olduğunu veya ailenizi ziyarete gideceğinizi söyleyerek onları atlatın. Nasılsa eve geç dönen bünyeler erken kalkmayı başaramayacaktır. Bunu başaran hırs dolması arkadaşlarınıza ise işinizi erken bitirdiğinizi belirtip aceleyle bir yere yetişmeniz gerektiği bahanesi ile tereyağda kalitenin altını çizebilirsiniz. Özetle, yalnız hareket edin. Buraya yalnız gitmeniz beğendiğiniz şeylerin üzerinize olmaması ihtimalini değerlendirecek arkadaşlardan kurtulmanızı sağlayacaktır. Bir hipster kuralı: Mazi kalbimde bir yaradır, deyip tüm ayarları ‘modernite acımaz’ konumuna getirip arkadaşlık kavramını bir daha düşününüz.

Aslında Ben Ben Değİlİm Ürünleri seçerken dikkat edeceğiniz bir diğer husus elbette yine kimseyle paylaşmayacağınız gizli işiniz… Asla giyemeyeceğiniz hasarlı bir Yves Saint Laurent elbiseyi nasılsa hasarlı ve bunu giyemem diyerek elinizden bırakmayacaksınız. Çünkü siz bırakırsanız birbirinizi gözlerinizden tanıdığınız diğer vampir ile o an karşılaşmanız olası ve siz karşılaşmalardan pek hoşlanmıyorsunuz. Hasarlı parçayı yapabiliyorsanız, varsa öyle yüksek dikiş maharetleriniz, kendiniz, yapamıyorsanız bir terzi yardımıyla tamir ediniz. Kuru temizleme ünitesinden çıkmış bu elbiseyi gidip asla ve kata ikinci el dükkanı olmayan ama vintaj rüzgarların estiği o kızgın kumlardan serin sulara kavuştuğunuz dükkana gösteriniz. Bir ‘anneannemin elbisesiydi’ hikayesiyle bu dükkana, orası vintage olduğu için, çok vintaj ve fahiş fiyata satınız. Kazandığınız parayı şimdi sizi daha çok hipster yapacak olan yeni bir dövmeye harcayabilirsiniz.

Bİt Pazarı Pİyasaları Kur Hesabı Beğendiğiniz parçaları aldıktan sonra olay mahalini erkenden terk edin. Görüp göreceğiniz bu zaten. Gerisi aslında kullanmayacağınız şeyleri alma 21


news ART

HELNWEIN

Kol Yoksa Donald Duck da Yok! yaz覺 sarp dakni

American Prayer, , cm x cm, mixed media (oil and acrylic on canvas) XOXO The Mag


Mouse VI , , cm x cm

ve kendisi gibi Viyanalı olan dört sanatçıdan derinlemesine etkilendiği bir gerçek. Bunlardan ilki performans sanatçısı Hermann Nitsch. Paramparça edilmiş hayvanlarla insanları tek bedene çeviren hatta onları bir de çarmıha geren Nitsch’in işleri kesinlikle her mideye göre değil. İkincisi ise Helnwein’e doğrudan ilham kaynağı olan hatta bazı işlerini neredeyse birebir kopyalamaktan çekinmediği Rudolf Schwarzkogler. Sadece 29 yaşında gizemli bir şekilde pencereden düşerek ölen Rudolf da tıpkı bir performansında Avusturya Milli Marşı’nı okurken masturbasyon yapan Günter Brus ve Otto Muehl gibi Viennese Actionism’in kurucuları arasındaydı. Bu dört isim ayrı ayrı Helnwein’in sanatının gelişmesinde büyük rol oynadılar. Yani Gottfried için bir çeşit sanatsal mirasyedi de diyebiliriz.

‘Sevgili Tanrım, sana bir kez daha yalvarıyorum. Tek istediğim Donald Duck ile buluşmak. Lütfen ama lütfen onu bana bağışla. Amin…’ Gerçek kolları olmadığı için tahta protezlerini yatağının üzerine dayayarak umutsuzca dua eden bu üzgün çocuk, Helnwein’in tarihli American Prayer adlı çalışmasında sanki kelimesi kelimesine bu duayı ediyor gibi görünüyor. Ona tanrının vereceği cevabın ‘Kol yoksa Donald Duck da yok!’ olmasını beklemek bu karamsar tabloya çok yakışabilir. Çocukluğumuza ters kroşe damgasını vurmuş o pek sevimsiz kurabiye paradoksu, kendi yerini semiyotik bir düzlemde Disney’in en sevimli kahramanlarından birine bırakıyor. Yarı Pinokyomsu bu duacının yüz ifadesindeki kusursuz mutsuzluk ise Helnwein’in tuhaf dehasını bizlere anlatmak için yetiyor hatta artıyor bile.

Elini attığı tüm disiplinlerde aynı başarıyı gösteren, hatta ‘gerçekten daha gerçek’ işler ortaya koyan sanatçının esas malzemesi çocuklar. Ve biraz da kendisi. Bunun üzerinden ortaya koyduğu şey ise acı, karanlık, sonsuz mutsuzluk, ölüm ve kaybolmuş masumiyet. Dünyanın en saf ve iyi yürekli çizgi karakteri Mickey Mouse’un içinde gizlenmiş korkunç canavarı tüm çıplaklığıyla ortaya koymaktan çekinmeyen Helnwein’in önünde ‘Benim de portremi çek!’ diye sıraya giren Marilyn Manson gibi ünlüler de var. Gerçi Manson, Bukowski ve Burroughs gibi ‘tuhaf’lık kavramını varlıklarıyla yeniden tanımlayan

Dünya çapındaki büyük şöhretini kendisine duyulan tiksinti ve nefretin dışavurumuna borçlu olan, Carl Barks, Edgar Allen Poe ve Richard Wagner tutkunu, süper-gizemli/hiper-gerçekçi bir cesur Avusturyalı adam. Doğduğu günü Varyemez Amca’yla bir para yığınına daldığı ilk an olarak tanımlayan Gottfried’in nasıl bir çocukluk geçirdiği hakkında elde kesin veriler yok. Ama kendisinden sadece bir kuşak önce gelen 23


The Disasters of War 7 , cm x cm. mixed media (oil and acrylic on canvas), In Memory of Francisco de Goya

isimlerle olan dostluğu kimseyi şaşırtmamalı. Onu efsaneleştiren ve seriye dönüştürdüğü birçok çalışmasında model olarak kendi çocuklarını kullanması da sanatçının dışarıya oldukça kapalı olan dünyasından çıkmadan kendini korumak istediğini düşündürüyor. Model olarak başka çocukları kullandığında başına neler gelebileceğini önceden düşünüp tartacak kadar da akıllı bir adam. Çoğu sansürlenen, yasaklanan çalışmalarında dünyanın masumiyetinin kayboluşuna dikkat çekmeye çalışan Helnwein’in imzasını taşıyan albüm kapakları hatta tiyatro dekorları da var. Carl Orff’un Carmina Burana’sının bir uyarlaması için kostüm bile tasarladı. Dahası kendiyle özdeşleşen bandajlı otoportresiyle Time Dergisi’ne kapak oldu. ‘70’lerin başlarında Profil adında bir dergiye kapak olduğunda çoğunlukla abonelik sistemiyle yürüyen bu dergi üyelerinin büyük bölümünü kaybetti. Çoğu kişiye göre hastalıklı olan bu çalışmalar, zaman zaman halka açık galerilerde sergilendiğinde saldırıya uğradı ya da polis tarafından ortadan kaldırıldı. Ancak, arada güzel şeyler de oldu. Şair Wolfgang Bauer onun için ‘Song for Helnwein-Boulevard of Broken Dreams’ adlı bir şiir yazdı. Münih’te gerçekleştirdiği halka açık One Man Show performansını bir stadyumda aynı anda on binlerce kişi birlikte izledi. Eserleri en güçlü sanat koleksiyoncuları tarafından kapışıldı. En büyük galeriler onun çalışmalarını sergilemek için yarıştı. Sanatçı aynı hızla üretmeye devam ettiği için bu durum hala değişmiş değil.

Coca-Cola, ordu, gizli servis, nükleer santraller ve McDonalds gibi kendi deyimiyle kirli ve hastalıklı (ilginçtir hepsi Amerikan) olan her şeyi yasaklamak istediğini söyleyen sanatçının, Billy Wilder filmlerinin ve Walt Disney prodüksiyonlarının hastası olması da insanı adeta dehşete düşürüyor. Seneler önce yayınlanan bir röportajında ‘Dünya perilerden, cadılardan, elflerden, meleklerden, büyülü kalelerden ve saklı hazinelerden arındı. Hayal kurmak, bugünlerde çocukların beyni için kimyasal bir dengesizlik olarak görülüyor.’ diyen Helnwein’in evinde çocuklarıyla oynayan, arkadaşlarıyla içip sohbet eden son derece normal biri olduğunu, diğer yandan Nazi Almanya’sında çocukları acı çekmesinler diye yemeklerine zehir koyarak öldüren Dr Heinrich Gross’a adadığı resimleri bulunduğunu bilmek de öyle. Sanatçının belki de istemeden başına gelen en ironik şeyse Michael Jackson’ın ünlü çocuk tacizi davasından seneler önce, Helnwein’in çalışmalarını takıntı haline getirip hatta “HIStory: Past, Present And Future’’ adlı toplama albümünün kitapçığına ve Little Susie single kapağına kadar taşıması oldu. Sean Penn’in ‘Yaşayan en büyük sanatçı’ olarak tanımladığı Helnwein, bildiği yoldan şaşmadan gözlerine batırdığı çatallar ve kafasına doladığı kanlı bez parçaları ile gerçekliğe bir kör gibi yaklaşıp canının istediği tüm imgeleri hiper-gerçekliğe taşımaya devam edecek. Bizlerse geceleri Donald Duck için tanrıya yalvarmaya…

XOXO The Mag


Tarzını yarat. “Hayatı tuvaliniz haline getirin.”

Yeni

Emil Kozak, 29, Sanatçı

Emil‘ın kendini ifade biçimi için tıraş oluşunun, biçimlendirmesinin ve düzeltmesinin ayrıcalıklı görüntülerini seyretmek için tarayın. seafoodplus.info Bu barkodu taradığınızda seçmiş olduğunuz barkod okuyucunun koşulları ve gizlilik politikası geçerli olacaktır.

cruZer

cruZer


news BRAND

BURT’S BEES

Crèmes d’Amouse Bouche yazı oben budak

Hayatım boyunca en çok kıskandığım hikayelerden biridir. İşte efendim, New York’a gidilir, indirim zamanı yakalanır ve hepsi önemli markalardan olmak üzere tanesi 10 Dolar’dan bir sürü tişört, 30’a ceket, 40’a da ayakkabı alınır; bavul doldurulur. Yani evet, Brooklyn’deki ikinci el cennetinden bu dediklerimi çok daha ucuz fiyata almayı ben de başardım ama yağız Amerikalıları aşıp, indirim zamanı 30 Dolar’a önemli bir koleksiyon parçası almayı başaramadım. Nasıl alacaksınız ki zaten; adamlar geceden dükkanların önünde yatıyor. İndirim olması beklenen sabahın önceki gecesinde 5. Cadde’de uyku tulumlarıyla yatanlar bile oluyor. Bu yüzden, ben indirimin ileriki günlerinde mağazalara gidip, yağmadan arta kalanlar arasında değerlendirmemi yaparım; çoğu zaman da başarılı olamayıp bir şey alamam zaten. İndirim şansı olanlardan değilim. Amerika söz konusu oldu mu, başka iki hastalığım daha ortaya çıkar. Birincisi çay dükkanlarını gezip bütün gün ürün deneyebilirim ki; yıl boyu kendi çay tüketimimin, küçük boyutlu bir çayhanenin müşterilerine dağıttığı çayla eşit olduğunu düşünüyorum, fena taktım bu konuya. Diğer bir konu ise tabii ki kozmetik. Amerika’ya gittiğimde de indirim kuyruklarında beklemem ama birçok Amerikan kozmetik dükkanı önünde saatler harcarım. İşte o markalardan biri olan Burt’s Bees artık Türkiye pazarına girdi. Kokladığınızda bir de yeme ihtiyacı duyduğunuz kremleri kolayca bulacak olmak güzel. Yediğimiz domatesten giydiğimiz tişörtün içindeki pamuğa kadar artık doğal olanını bulmak için çok uğraşıyor ve vakit harcıyoruz. İş, kimyasal tarafı bir hayli fazla olan kozmetiğe geldiğinde ise bu konudaki

tutumumuzu sürdürmemiz çok mümkün olmuyor belki ama Burt’s Bees’in yüzde yüze yakın bir oranının doğal içeriklerden oluştuğunu bilmek iç rahatlatıyor. 27 yıl önce markanın temellerini atan arı yetiştiricisi Burt Shavitz, ressam Roxanne Quimby’nin cilt bakım ürülerine ait eski bir formül kitabını keşfedince artık bir efsane halini alan Beeswax dudak kremini yaratmış. O günden sonra Amerika’nın 1 numaralı doğal kişisel bakım ürünleri markası olması çok uzun sürmüyor. Tüm ürünlerinin ne kadar doğal olduğunu sürekli reklamlarında hatırlatmaları ise, başarılı bir taktik. Sonuçta her dönem başka bir şeyle kafayı bozan Amerika halkı, bu ara doğallığa takmış, bunu yemeğinde de kozmetiğinde de görmeyi istiyor. Burt’s Bees de doğallık derecesini iddialı bir şekilde bebeklere kadar indirip güvenilirliğini kanıtlıyor. ‘Bebek Arı’ serisi sayesinde Amerika’da milyonlarca bebeğin bakımı sağlanıyor. Bütün bunlar olup biterken tuhaf gelişmeler de olmuyor değil. Mesela ürünlerin fabrikası Mart ’dan beri üretim sırasında çevreye hiçbir kimyasal atık bırakmıyor. yılına kadar gerçekleştirmeyi planladığı yeni hedefi ise %0 karbon salınımı yapan, çevre korumasına tam destek veren bir marka yaratmak. Ürünlerin hayvanlar üzerinde test edilmediğini söylememe bilmem gerek var mı? Ambalajlarının geri dönüşümlü malzemelerden üretilmesi de cabası. Bu arada adını aldığı arıları da unutmuyor marka. Topluma ve çevreye katkı sağlamak adına arıların neslini devam ettirmekten, ihtiyaç sahibi insanlara yardıma kadar birçok sosyal sorumluluk projesini desteklemekten de geri kalmıyor. Benden size tavsiye, Beeswax dudak kremiyle işe başlayın. Zaten onu birkaç sürüşte ısırma ihtiyacı duyup, hemen diğer ürünlere de geçeceksiniz.

XOXO The Mag



news Book

ALAN MOORE

Çizgi Roman Dünyasında Bir Anarşist yazı gökçe gökçeer

alan moore storyteller / ilex, gary spencermillidge, sayfa

Özellikle anneler evlatlarının farklı olmasından rahatsızlık duyar. Okuduğu kitaplar, dinlediği müzikler, giydiği kıyafetler arkadaşları gibi değilse, büyürken gösterdiği davranışlar sıra dışıysa, bu tip çocuklar eni konu üzüntü kaynağıdır. Anne kafası başkadır çünkü. Çocuğunun ‘alışılmadık’ biri olması, onun mutsuz olacağını işaret eden bir lanet gibidir. Sylvia Moore, oğluna şu soruyu sorarken, yıpranmışlığını hissettiriyor bize: “Alan, neden hep farklı olmak zorundasın?” Bayan Moore’a bir anne serzenişiyle bu soruyu sordurtan şey, bizim için bir laneti değil, bir devrimi simgeliyor oysa. Çizgi roman dünyasına doğan büyük bir devrimciyi; Alan Moore’u… Batman: The Killing Joke, From Hell, Lost Girls, Promethea, The League of Extraordinary Gentlemen, Tom Strong, Top Ten, V for Vendetta ve Watchmen… Bunların arasından en az birkaç tanesini duymamış olamazsınız. Hele ki bir çizgi roman tutkunuysanız, Alan Moore sizin için bir ‘üst insan’dır kuvvetle muhtemel. Beslendiği Beat kültürünü çizgilere taşıyan bir anarşist, sakallarını kesmeye üşendiği için uzatan bir tembel, henüz 14’ündeyken H. G. Wells, H. P. Lovecraft ve Ray Bradbury’yi keşfeden karanlık bir edebiyat tutkunu, araba kullanmayı reddeden müzmin bir yaya O, doğuştan cool! Alan Moore: Storyteller, Moore’un hayatını ve kariyerini ince detaylarla anlatan, incelikli, sıkı bir çalışma olmuş. Yazarı Gary Spencer Millidge, daha önce Alan Moore: Portrait of an Extraordinary Gentleman kitabına da imza atmıştı. Kendisi de bir çizgi roman yaratıcısı; Strangehaven’la tanınıyor. Kitabın önsözü ise, Michael Moorcock’a ait. Yedi bölümden

oluşan kitabın en önemli özelliği ise, Alan Moore’un hayatını okurken, onunla birlikte çizgi roman dünyasındaki gelişmeleri de okuma şansı vermesi. Yani bir biyografi kitabı olmasının yanı sıra bir döneme de ışık tutuyor. Biyografi yazmak başlı başına zor bir işken, bu tatta bir biyografi yazmak, hem iyi bir araştırmayı gerekli kılar, hem de güçlü bir kalem, iyi bir kurgu ve kocaman bir yürek ister. Gary Spencer Millidge bütün bu özellikleri bir araya getirmeyi başarmış bana göre. Storyteller, okuduğunuz en iyi biyografi kitabı olur mu bilemem ama okuyup okuyacağınız en iyi Alan Moore kitabı olacağına bahse girebilirim! Gelelim kitabın bölümlerine: Early Years: Embryonic Genius, British Marvels, UK Futures, American Gothic: In the Big Time, Blues and Taboos: Love, Death and Sex, Return to Glory: Extraordinary Stories, Psychogeographic Eye: Magic, Music, and Performance, Nothing Ever Ends: Alan Moore Knows the Score. İçlerinden hangisi en çok ilginizi çekecek bakalım; seçin, beğenin, alın! İnsan sırasıyla okuyamıyor zaten; daldan dala, konudan konuya atlıyor. Her bölümde başka bir detay ilgi çekiyor. Yine de sırasıyla okumakta fayda var. Okul yıllarında fanzinlerle başlayan ve hiç ilgilenmediği halde Hollywood’a kadar uzayan bir kariyer, hem öfke hem mizah yüklü bir beyin, yıllar içinde eğilip bükülmeyen dimdik bir duruş. 17’sinde LSD kullandığı için okuldan atılan alaylı Alan Moore’un hayatından öğrendiklerimiz bunlarla sınırlı kalmıyor. Gary Spencer Millidge alıntılarla, fotoğraflarla, çizimlerle dolu bir kitap hediye ediyor bize. Her yeni bölümde yeni bir bilinmeyen öğreniyoruz Moore hakkında. Ve bildiğimizi sandıklarımıza şaşırıyoruz. Arka kapağa ilişik duran CD ise, aynı zamanda bir müzisyen olan yazar Moore’dan güzel bir hatıra. Keşke küçük bir sihirbazlık gösterisini izleme şansımız da

XOXO The Mag


olsaydĹ‌


news MAGAZINE

The Plant Journal

Hulk Ruhu

Her şeyin bio’sunu almaya çalışıyoruz. GDO almış başını gitmiş; mısırlar artık mutant, yemiyoruz. Sütümüzü alıp kendi yoğurdumuzu mayalayabiliyoruz. Minicik balkonlarımızda domates yetiştiriyoruz, hiçbir şeyi atmıyoruz, onu permakültürde kat kat, ektiğimiz meyve sebzeye döşüyoruz. Geri dönüşüm için elimizden geleni yapıyoruz. Belki hayatımızı toptan değiştiriyoruz. Hepsi insan sağlığı için diyoruz, her ne kadar burada belli bazı insanların hayatını etkiliyor olsak da. Zira bio marketlerde satın aldığınız domatesin fiyatını bir günde para diye kazananlar var. Bir emeklilik uğraşı olarak değil de artık şehirli olmanın, şehrin defosunu üzerimizden atmanın bir yolu olarak bahçecilik, tüm bu bio yaşam biçiminin arasından sıyrılıp önümüzde parselleniyor. Bazı şehirlerin kullanılmayan, hadi diyelim bir kısım için koşu, bisiklet ve piknik alanı olarak kullanılan alanlarında başlatılan ‘urban gardening’ trendine gönlümüzü kaptırıyoruz. Kimi bir yerlerden bulduğu tahtaları birbirine birleştirip bahçesine çit çekiyor, kimisi kendine Zaha Hadid kesimli bir bahçe kuruyor, üzerine de bayrak dikiyor, bunu ulusal bir temsiliyete dönüştürüyor. Tüm bunun etrafında ise yeni arkadaşlıklar, birtakım bobo hikayeler dönüyor. Günün sonunda doğa ile ilgili öğrendiğimiz bir sürü şey olmuyor mu, oluyor. Dolayısıyla yeni bahçıvan prototipimiz de değişiyor. Desperate Housewife’lardan kendini bahçıvanı ile kaybeden ablayı hatırlayın ya da Douglas Sirk’ün ‘Far from Heaven’ına gidin, Türk sinemasından her şeyi elleriyle yapan Kadir İnanır’a kadar yolu uzatın. Bir an fark ettik de hiç kadın bahçıvan yokmuş TV’den örnek

seçtiğimizde. ‘Urban gardening’ yapan bir sürü kadın var artık oysa. Kısacası durum yeterince ‘neo’ ve ‘bio’. Bu ay da bu indie bahçecilik kültürüne konuşan bir dergiyle karşı karşıyayız. Bazı okulların botanik bölümlerinin çıkardığı bahçecilik yayınlarına ismen benzeyip içerik olarak çok da benzemeyen The Plant Journal, aslında tüm bu saydığımız organik yaşam biçimlerine bakıyor. İçinde bu yüzden yemek kültüründen, geri dönüşüme, hava kirliliğinden, az enerji harcamaya, DIY bahçelere kadar birçok şey var. Onu kentli ve niş bir yayına doğru çeken ise başka disiplinler ile kurduğu ilişki. Peyzajın elbette tasarım ile bir bağı olacaktır diye düşünüyoruz ve derginin içindeki Alman tasarım ikilisi Bless konusunu da anlayışla karşılıyoruz. Bunun yanında fotoğrafçı Jenilee Marigomen’in yeşile olan bağlılığı ve şehir ile doğanın karşılaştığı anların sekanslarını sunduğu fotoğraflarını da görmek, bir sub-genre ve yeni bir isim ile de karşılaşmanın sürprizini taşıyor. Ignacio Moralejo, Yukinori Maeda, Scheltens & Abbenes gibi sanatçıların bitkilerin izini sürerek dergiye özel ürettiği işler, bize derginin bildiğimiz Latince bitki isimleri dışında bugünün sanat ve tasarım ile olan bir aradalığından, tam da ‘urban gardening’ bir dil konuşuyor. Deve tabanına benzeyen ‘Staghorn Fern’ ağacına ise dergide bir monografi döktürülmüş. İyisi mi siz sebzelerin suyunu sıkıp dergiyi alıp koltuğa yayılın. Sebze suyu tadına rağmen sizi toksinlerden arındıracak. Dergi de ruha yararlı yeşil besinler içeriyor. Bu ay ruh sağlığınızı da temizliyoruz. seafoodplus.info

XOXO The Mag



news FASHION

MR. LANVIN: LUCAS OSSENDRIJVER

Elbaz’ın Kuzeyli Oğlu yazı başak dizer fransez

Jeanne Lanvin, yılında halihazırdaki butiğinde yeni markasını kurduğunda, gün gelip Lanvin Homme defileleri yapılacağını ve üstelik başında bir Kuzeyli’nin oturacağını hayal etmemiştir herhalde. Hele ki o kişinin Fransızların sofistike moda kültürüne uzak bir yaşam tarzına sahip olan, hatta özel hayatında sneaker’lar ile dolaşıp, bisiklet kullanan Lucas Ossendrijver olabileceğini hiç düşünemezdi. Masal gibi gelişen bu olaylar dizisine bir de Lucas cephesinden bakalım: ’den beri Lanvin’in yaratıcı yönetmeni olan Alber Elbaz’la yaptığı iş görüşmesi, Jeanne Lanvin’in bir zamanlar ofisi olarak kullandığı, Rue du Faubourg Saint-Honoré’deki Lanvin butiğinin hemen üstünde gerçekleşiyor. Ofis yılında Jeanne’ın ölümünden sonra hiç bozulmadan aynı şekilde korunmuş. Lucas, kimilerinin soluğunu kesecek kadar önemli ve ulaşılmaz olan bu görüşmeyi, Elbaz’a son derece samimi bir dille yazdığı kısacık mektubuyla ayarlamayı başarmış: “Çalışmalarınıza bayılıyorum. 15 dakikanızı ayırıp portföyüme göz atabilirseniz çok sevinirim”. Alber Elbaz görüşme boyunca portföyüne bakmıyor ama bol bol soru soruyor. Lucas da böylece, Hollanda’da lise sonrası Arnhem Sanat ve Moda Okulu’nda okuduğunu, sınıf arkadaşlarının Viktor&Rolf kardeşler olduğunu, hatta o sıralar tezinin bile erkek giyimi üzerine olduğunu anlatma şansı buluyor. O dönemlerde hem okula gidip hem de koleksiyon hazırlıyordu ama Hollanda eninde sonunda ona küçük gelince şansını denemek üzere rotayı Paris’e kırdı. ’de Kenzo’da erkek departmanında işe başladığında gerçek bir tasarımcı olmayı, profesyonel yaşamı ve tam gün çalışmanın ne olduğunu anladı. Üç yıl sonra bir gün, Hedi Slimane, Dior Homme’un henüz ikinci sezonunda, tam da erkek kıyafet anlayışını değiştirmek üzereyken genç Lucas’ı işe aldı. Doğrusu, Dior Homme, genç bir tasarımcı için harika bir başlangıç, ancak Lucas üretimden satışa

uzanan bu prosedüre dahil olamadığını hissettiğinde ’te Dior’dan ayrıldı. İşte bu noktadan sonra şans peşini bırakmadı ve Lanvin macerası başladı. İlk Lanvin Homme koleksiyonu, yılında Paris’te Hotel de Crillon’da sunulduğunda Lucas, kadife ve saten gibi zengin kumaşlar ve rahat kesimlerle antresini yapmış oldu. “Asla tek renk takım giymem ve mağazada satmam” diyen bu adam, Lanvin Homme’da kendi departmanını yarattı. O günlerde Lanvin Homme ise sadece özel dikim klasik takımlar, kravat ve gömlekten ibaret. Jeanne, Fransızları Lanvin Homme ile ’de tanıştırdıktan sonra hep klasik bir anlayış içinde yola devam etmiş. Lucas’ın tarzı ise defilelerinden hemen anlayabileceğiniz gibi bambaşka. Lanvin’in sneaker satışlarının üç sezondur pek sevindirici olması da işte tam bu yüzden. Belki de Kuzeyli ruhuyla Amsterdam’ın rahat ve lükse düşkün olmayan sade kültürünü biraz işin içine katmış olmalı. Alber Elbaz ile sanki bir baba-oğul gibi çalıştıklarını söylüyor. Beni esas şaşırtan ise Lanvin logosunun doğuşu. Jeanne Lanvin bu süreçte ’de doğan kızından aşırı derecede etkilendi ve tamamen ondan ilham aldı. Zaten kısa süre sonra da kendini Avrupalı anne-kızların şıklığına adadığını söyleyebiliriz. Daha o yıllarda bir devrim niteliği taşıyan çocuk ve genç kız koleksiyonları büyük ilgi gördü. Bu sayede uluslararası alanda çok tanındı. Bu derece köklü bir kadın moda markası olan Lanvin’in son 10 sezondur erkek koleksiyonunun da en az bu kadar tutması, sakin, sessiz ve oldukça kibar biri olarak tanınan Kuzeyli Lucas’tan başkasının işi değil. “Alber zaman zaman ofiste olamasa da onu hep yanımda hissediyorum” diyor Lucas. İşte o zaman, Paris’teki bu çarpıcı dünya biraz daha ruhani ve mistik geliyor bana. Bir zaman makinesinden fırlamış gibi görünen, onlarca yıl hiç değiştirilmemiş bu ofiste, Alber Elbaz ve Jeanne’in ruhunun devamlı sizinle olduklarını bir düşünün. Bana hak vereceksiniz.

XOXO The Mag


ceramic case

seafoodplus.info


news People

WALLIS SIMPSON

Lüks ve Savurganlık İçinde ‘Jet Set’ Düşes yazı arda savcı

İngiliz Kraliyet Ailesi için yılı bir hayli hareketli geçti. Açıkçası ben Prenses Diana’nın ölümünden beri gündemi bu kadar yoğun bir şekilde işgal ettiklerini hatırlamıyorum. Bu ilginin en büyük nedeni elbette Prens William’ın halkın bağrından kopup gelen havalı ve elegan nişanlısı Kate Middleton’la olan görkemli düğünü oldu. 29 Nisan’da her zamanki gibi Londra’daki Westminster Abbey’de gerçekleştirilen, son yılların bu en medyatik düğünü ister istemez kraliyet ailesini tüm unsurlarıyla mercek altına aldı. Haliyle akıllara ilk gelen, bu ayarda dikkat çeken son etkinlik olan Prens Charles’la Diana Spencer’ın düğünüydü. Karşılaştırmaların çoğu bu eksende gerçekleşti. Kraliyete dair tüm faaliyetler o kadar organize ve ince hesap ürünü ki, buketteki çiçeklerden gelinin arabadan inişine, sağdıcın mimiklerinden çalınan müziklere kadar hepsi gerçek anlamda ‘analiz’ edilebilir unsurlar olarak ekranlardan bize sunuldu. Kate Middleton’ı içeren bir başka karşılaştırma ya da daha doğru bir tabirle ‘benzetme’ ise bir kraliyet mensubunu halktan biriyle bir araya getiren en tanınmış ve büyük profilli evlilikle yapıldı. Yani Prens Edward’la Amerikalı dul Wallis Simpson’ın evliliğiyle. Kraliyet ailesine ’de rating kazandıran diğer iki gündem maddesi bu popüler ikiliyi dolaylı ve doğrudan bir biçimde beyazperdeye, ekranlara, sayfalara ve sohbetlere taşıdı. İlki bu yıl en iyi film, erkek oyuncu, yönetmen ve senaryo dallarında, Oscar’ın dört büyüğünü kucaklayan King’s Speech oldu. Filmin ana kahramanı Colin Firth’ün canlandırdığı, Kraliçe II. Elizabeth’in babası

VI. George’un, tahta geçiş sürecinde yaşadıkları, sosyal çekingenlikleri ve kekemeliği üzerine yoğunlaşan filmde tabii ki tüm bu olaylar silsilesinin başlamasına vesile olan gelişme Prens Edward’ın Wallis Simpson uğruna tahttan feragat etmesiydi. Dolayısıyla her ne kadar filmde fazla yer almasa da Bayan Simpson tüm bu zorlukların tetikçisi olarak aşina olduğumuz o olumsuz portreyle sinema izleyicisine bir kez daha aktarıldı. Wallis Simpson’ı gündeme taşıyan diğer bir unsur da hikayeyi çok daha farklı bir şekilde ele alarak, sinemada rüştünü tüm inatçılığıyla ispatlamaya çabalayan Madonna’nın W.E. adlı filmi oldu. O, dönemin Amerikan toplumu ve medyasının takındığı tavra paralel bir şekilde, Bayan Simpson hakkında olumlu bir portre çizip hiç bilmediğimiz yönleriyle bize tanıtmayı hedefledi. Madonna’yı birazcık tanıyanlar Wallis’la Edward’ın hikayesi ile kendi deneyimleri arasındaki paralellikleri vurgulamak istemiş olabileceği yönünde ciddi şüpheler taşıyordu. Ne de olsa kendisi de bir Amerikalı dul olarak, İngiltere sinemasının o dönemki prensiyle bir şatoda, görkemli bir düğünle evlenip Londra’da lüks ve sofistike bir yaşam sürmüştü. Hatta aksanına bile az biraz İngilizlik katmıştı. Aradan seneler geçti, Wallis Simpson’ın aksine Madonna boşandı ama onu unutmadı ve yönetmenliğini yaptığı son filminin ana karakteri yaptı. Filmi henüz izleme mutluluğuna erişemedim ancak özellikle İngiliz Kraliyet Ailesi’nin nefret etmekten haz duyduğu bu kaba Amerikalıyı farklı bir perspektiften, Edward’la aralarındaki aşkın perde arkasında

XOXO The Mag


Simpson’la birlikte olmaya başlamış ve boşanma gerçekleştikten bir süre sonra ’da İngiltere’de evlenmişler. Simpson çifti, Londra’da yaşadığı sırada saray çevresiyle içli dışlı olmaya başlamış. Wallis de Prens Edward’la bu esnada tanışmış. Yaşam tarzlarından ötürü ciddi maddi zorluk içine düşen Ernest ve Wallis Simpson’ın ilişkileri de çatırdamaya başlarken Wallis mutluluğu Edward’ın kollarında bulmuş. ’da Kral’ın ölümünü takiben Edward tahta geçerken hem kendi hal ve tavırları hem de Wallis Simpson’la olan aleni birlikteliği ile sadece kraliyet ailesinin değil, muhafazakar İngiliz Hükümeti’nin de tepkisini çekmiş. Kral olduktan sonra Wallis Simpson’la evlenme arzusu bu nedenle dönemin başbakanı Baldwin tarafından anayasal imkansızlıklar öne sürülerek reddedilmiş. Kurallara göre İngiltere Kilisesi’nin başı olan Kral’ın, kilise öğretilerine ters giderek iki eski kocası da hayatta olan dul bir kadınla evlenmesi imkansızdı. Bu nedenle de Edward ya tahtı ya da Wallis’i seçmek zorunda bırakıldı. Bu durumda da sevdiği kadının desteğini almadan krallık görevlerini yerine getirmenin ciddi bir yük oluşturduğunu dile getirdiği meşhur konuşmasını takiben üç kardeşinin huzurunda tahttan feragat belgesini imzaladı. Wallis Simpson ikinci kocasından boşandıktan sonra da ’de mutlu sona ulaştılar.

yaşananlar üzerinden anlattığını pek çok yerde okudum. Bu aktarımın doğruluğu ya da tutarsızlığı üzerine yorum yapabilecek bir noktada değilim ancak şu da bir gerçek ki Wallis Simpson’ın sevimsiz tarafları sevilecek yönlerinden bariz bir şekilde daha fazla. Öncelikle ‘Mrs. Simpson’ titriyle anılıyor olmasının nedeni ortada kanlı ve canlı bir Mr. Simpson olması. Yani sevgili Wallis, Prens Edward’la anılmaya başladığında gayet evli bir kadın kimliğine sahip. Üstelik ikinci kocasıyla. Tabii ki eleştiri oklarını üzerine çekmiş olmasında iki evlilik yaşamış olması yegane etken değil. Kendisi Amerikan Ordusu’nda pilot olarak görev yapan Earl Winfried Spencer’la evliyken Arjantinli bir diplomatla ilişki yaşamış, kocası Uzak Doğu’ya tayin olduğunda onunla gitmemiş, sonra bir Amerikan askeri gemisiyle Çin’e gidip ülkeyi turlamış, bu esnada daha sonra Mussolini’nin damadı olan bir İtalyan kontu ile yakın münasebetlerde bulunmuş. Bu gizemli Çin seyahati, ileriki dönemde Wallis’le ilgili pek çok dedikodunun da kaynağını oluşturmuş. Bunların en çarpıcı olanı Wallis’in Çin’de öğrendiği seks teknikleriyle Edward’ın aksayan cinsel yaşamını harekete geçirdiği ve onun üzerinde bu eksende büyülü bir etki sahibi olduğu üzerine. Tabii, bu ve benzeri dedikodular tamamen Edward’ı masum bir kurban, Wallis’i de hırslı ve para avcısı bir ‘femme fatale’ olarak gösterme yaklaşımının araçları olmaktan öteye gidememiş. Tekrar ilk iki evliliğine dönecek olursak; Spencer’la olan evliliğinin son aşamalarında Wallis, İngiliz asıllı Amerikalı armatör Ernest Aldrich

Bir kralın uğruna tahttan feragat etmesine neden olan Wallis, artık Windsor Düşesi titrini taşıyordu ve Edward’la olan ilişkileri dönemin İngiliz ve Avrupa medyasının yakın markajı altındaydı. İkilinin faşist 35


çevrelere olan yakınlığı ’ların sonlarında Avrupa’nın içinde bulunduğu konjonktürden ötürü özellikle İngiltere’de hem halkın hem de hükümetin tepkisini çekiyordu. Yine de bu, Edward’la Wallis’in lüks ve savurganlık içinde yaşadıkları ‘jet set’ hayatın, merakla takip edilmesine engel teşkil etmedi. Edward’ın ’deki ölümüne kadar Avrupa sosyetesinin önde gelen isimlerinden oldular. Medya tarafından sürekli takip edildiler. Şaşaalı yaşamları, müsriflikleri ve en önemlisi mücevher tutkuları yüzyılın en önemli mücevher koleksiyonlarından birinin de oluşmasına vesile oldu. Windsor Düşesi Wallis’in bunama ve kalça kırıkları nedeniyle gözlerden ırak, inzivada geçirdiği yaşamı ’da son buldu. O güne kadar kocasının birikimleri ve Kraliçe’den aldığı harçlıkla yaşamını sürdürüyordu. Mirasının büyük bir bölümü Pasteur Enstitüsü’ne bağışlandı. Ancak tüm dikkatler mücevher koleksiyonu üzerindeydi. Edward bu koleksiyona o kadar bağlıydı ki Wallis’in ölümünden sonra başka kimse tarafından kullanılmamaları için yok edilmelerini emretmişti. Ancak bu arzusu yerini bulmadı. Koleksiyon ’de Sotheby’s tarafından düzenlenen bir açık artırma ile satışa sunuldu. Beklenen rakamın 7 katına, 45 milyon Dolar’a satıldı. Çiftin yakın arkadaşı Elizabeth Taylor’ın bu müzayedede, yıllardır çok beğendiği bir broşu manevi değerinden ötürü satın alması da olayın magazin boyutunu renklendiren unsurlardandı. Ve işte bu koleksiyon geçtiğimiz günlerde yeniden gündeme geldi. Muhtemelen geçtiğimiz yıla

damgasını vuran Edward-Wallis trendini göz önünde bulundurarak koleksiyonun daha da değerlendiğini düşünen ‘ismi gizli’ sahibi onu tekrar satışa çıkardı ve koleksiyon milyon Dolar’a el değiştirerek yine ‘ismi gizli’ birinin oldu. Malum trend çerçevesinde öne çıkan unsurlardan biri de Kate Middleton’ın Prens William’la nişanlandıklarını açıkladıkları törende giydiği kıyafetti. Brezilyalı tasarımcı Daniella Helayel, Kate Middleton’ın üzerindeki bu mavi elbisenin yer aldığı koleksiyonun ana ilham kaynağının net bir şekilde Wallis Simpson olduğunu açıkladı. Bu açıklama Simpson’la tatlı-ekşi bir ilişki içerisinde olan kraliyet ailesi tarafından ne şekilde karşılandı bilemiyoruz ama Helayel’in düğün günü herkesin merakla beklediği o gelinliğin tasarımında rol almadığını artık dünya alem biliyor. Kısacası yüksek profilli iki kraliyet düğününün gelinleri olarak isimlerini duyuran Wallis ve Kate arasında benzerlikler kurmak ve ileriye dönük kehanetlerde bulunmak bu yılın popüler aktivitelerinden biri oldu. Ancak Kate ya da formal ismiyle Cambridge Düşesi Catherine’in her haliyle dolaylı halefinden çok daha olumlu bir tablo çizdiği kesin. Ne Wallis kadar gizemli ne de onun kadar gösteriş meraklısı. Ancak Wallis kişiliği, davranışları, yaşamı ve sebep olduklarıyla her zaman çok daha anlatılası bir hikayeye sahip olacak. Bizler de okumaktan ve izlemekten bıkmayacağız.

XOXO The Mag



news BEAUTY

FETİŞ

Rengi Kıpkırmızı yazı ayşecan ipek

Konum fetiş. Aslında bu yazıyı Tom Ford’un yazması gerekirdi. Ne de olsa kendisi, moda -ve şimdilerde güzellik dünyasının- en fetişist kampanyalarına imza atıyor. yılında Steven Meisel’le kafa kafaya verip zamanın balıketi ikonası Sophie Dahl’ı (bir insan nasıl bu kadar beyaz olabilir?) simsiyah saten çarşafların üzerine yatırdı ve beş harfli kelimeye yeni bir anlam kazandırdı. İngilizler fazla vakit kaybetmeden kampanya hakkında şikayette bulundu. Opium için hamamda poz veren Karen Elson (o kampanyada parfümü içmeye mi çalışıyor yoksa kendi üzerine dökmeye mi, hala anlamış değilim) ve fazlasıyla sıradan bir iş çıkaran aktris Emily Blunt’a rağmen bugün, Opium dendiğinde akla ilk gelen görüntü yasaklanan reklam kampanyasına ait. Bu yazıyı yazarken Glenmorangie şişesine uzaktan bakmakla yetinmeyip kendime bir adet sek viski ısmarladığımı itiraf etmek isterim, bu vesileyle hepinizin yeni yılını da kutlarım. Şerefinize. Ne diyorduk? Evet, eğer ki fetiş konusunda birileriyle konuşmaya ihtiyacım olsaydı ilk çağıracağım kişi Tom Ford olurdu. Onun hemen yanına ‘Lolita’ gibi, şık ve ızdıraplı kurgusuyla pek çoğumuzun fetişi haline gelen bir roman yazdığı için Nabokov’u, devamında bu romanı benim sek viskim tadında beyaz perdeye yansıtan Adrian Lyne’i, büyük ustaya ve ‘orijinale’ saygıdan Stanley Kubrick’i, yasaklanan erotik kitabı sebebiyle Madonna’yı, -fetişin bünye tarafından kabulü için okkalı bir özgüven ve kendini

kabulleniş gerektiğini düşündüğümden olsa gerek- Gabrielle Chanel’i, Zeki Müren’i ve bir de masada çıkabilecek her türlü atışmayı tek bir cümlesiyle sonlandırması için Freud’u koyardım. Şarkı listemde tesadüf bu ya, ‘Sexual Revolution’ isimli eserini yanık sesiyle icra eden Macy Grey’i de ekleyiverirdim son anda. “Helmut Newton’sız fetiş mi olurmuş” diye de geçirirdim içimden. Fetiş: Bir obje, bir hal, bir tavır ya da vücudun bir bölümünün insanda uyandırdığı seksüel istekten ya da belki tatminden ibaret aslında. Kendine has, komik bir ironisi de var. Kolejli kız üniforması giymiş Japon kızlar, Amerikan erkeklerinin fetiş listesinde üst sıralarda yer alırken, kendilerini Japon erkekleri için arzu edilir kıvama getirmeye çalışan Japon kızlar, estetik üzerine estetikle gözlerini ve göğüslerini büyütmeye, tenlerini koyulaştırmaya, geniş çene kemiklerini daraltmaya çalışıyor. Sevgili Freud, sana soruyorum. Yani kendimizde olmayanın peşindeyiz. Hep aynı mesele. Bir de tabii sen ‘erkekler annelerinde, kızlarsa babalarında gördüğü çeşitli objeleri bir çeşit yumuşak başlı fetişe dönüştürür’ diyebilirsin. Bana göre beşi içinde en fazla fetişist tını taşıyan duyu, koku: Kibrit kokusu, isli puslu, tütsülenmiş, odunsu parfüm kokusu, bir yaz akşamında tenden yükselen tuz kokusu, L’Oréal Elnett saç spreyi kokusu. Sonra işitme: Kalın, buğulu ve karakterli ses. Sonra görme: Gözlük, konuşurken sağa sola hareket eden ve kendini neredeyse kelimelerden daha iyi

XOXO The Mag



ifade eden eller, İtalyan emlakçısı saçı… Sonra dokunma, sonra tat. Ama beni bırakalım da güzellik dünyasına çevirelim yüzümüzü. Gelmiş geçmiş en köklü fetişlerde kırmızıya rastlarız hep. Kırmızı ojeli ayaklar, peçeteye karalanmış telefon numarasının hemen yanında duran kırmızı ruj izi, bir restoranda o ruju uzun uzun, kimseye aldırmadan tazeleyen kadın… Mr. Ford, Private Blend ruj kampanyasında Lara Stone’un (kıpkırmızı) dudaklarının ve tırnaklarının hemen yanına yine kendisinin meşhur ettiği, artık ünlü ve seks sembolü model, Jon Kortajarena’yı yerleştirmişti. Kadraj daracık, dudaklar dolgun, cilt pürüzsüz. Hoşgeldin fetiş. Siz bu yazıyı okurken bir reklam kampanyası daha şikayetlere kurban gitmiş ve kaldırılmış olacak. Marc Jacobs’ın son kokusu Oh, Lola! Dakota Fanning’in bacakları arasında tuttuğu parfüm şişesi, İngilizler’in pek hoşuna gitmeyen bir şeyler ima etmiş olsa gerek… Açık konuşmak yerine ima etmek, tabii ki çok daha kışkırtıcı ve tehlikeli. Bu yüzden Helmut Newton’ın ‘Portraits’ kitabında Catherine Deneuve’ü tartan eteği, kırmızı bebe yaka bluzu, bluzuna uyumlu ruju ve bize bakmayan, kalem çekilmiş gözleriyle görüyoruz. Kendisine silah çekmiş o adama bakıyor çünkü. Tüm o sansürsüz çıplaklığın ve erotizmin arasında seçilmiş kapak fotoğrafı, pek edepli. ’de kendiniz için satın alabileceğiniz en ‘sözüm ona edepli’ parçalara geçelim hemen. Shu Uemura’dan takma

kirpik, Illamasqua’nın Theatre Of The Nameless koleksiyonundan herhangi bir malzeme (hazır siteyi tıklamışken alter ego galerisini de ziyaret edin ve hatta yolunuz Londra’ya düşecekse kendinize bir makyaj kursu ısmarlayın), NARS G-Spot Multiple (pembenin tonunu hayal gücünüze bırakıyorum) ve Dior Velvet Eyes Multi-Wear Adhesive Eyeliner Patches (yapışkanlı eyeliner=pratik fetiş) listenize girsin. Parfüm konusunu unuttum sanmayın, koku fetişlerimin baş müfettişi! Agent Provocateur’ün klasik esansından sıkılanlarınız Byredo markasıyla beni benden alan Ben Gorham’ın, Inez van Lamsweerde & Vinoodh Matadin eşliğinde, artistik ve oldukça fetişist ikilinin favori fotoğraflarından birini referans alarak yarattığı ‘Kirsten, ’ isimli parfümün peşine düşebilir. Into The Gloss’ta okuduğuma göre bu parfüm, fotoğrafçı ikilinin arkadaşlarına ‘sanat eseri’ tadında bir hediyesi olacak ve satılmayacakmış. Alın size yeni yılın ilk fetiş hedefi! Bakalım ele geçirebilecek misiniz? Gerçek hedefimiz ise (başarmış olanlarınız yine parfümün peşine düşebilir) kadınlığımız/erkekliğimiz/ doğamızla barışmak ve onu paşa gönlümüzün istediği her yerde özgürce sergilemek olmalı. Opium kampanyasında mücevher ve stiletto dışında bir şey giymeyen Sophie Dahl da bize katılıyor, merak etmeyin. Kendisi şöyle demiş: “O fotoğrafı çok güzel buluyorum… Kadınlara karşı bir hareket olarak algılandı, oysa ki kadının gücünü simgeliyordu.”

XOXO The Mag



news Brand

MIROIR, MIROIR!

Benden Daha Güzel Kokan Var mı?

Bir kar tanesi kadar saf ve beyaz olan Pamuk Prenses’e yapmadığını bırakmayan Kötü Kraliçe, sihirli aynasına şu fani dünyada “Benden daha güzel olan var mı?” diye sormayı bırakalı çok oldu. Kötü Kraliçe’den uzun zamandır pek haber yok, nereye gittiğini kimse bilmiyor. Kahrolan kadıncağız inzivaya çekilmiş olmalı. Sihirli ayna ise hala yerli yerinde. Diğer yandan, Pamuk Prenses hala dünyanın en güzel kadını mı bilmiyoruz. Onu da kerevetine birlikte çıktığı prens abiye sormak lazım. Ayağında camdan kundura muhtemelen dağ başında bir sarayda çoluk çocuğa karışan kızcağızın hali nasıl acaba? Biz şimdi Kötü Kraliçe’yi de, avcıyı da, prensi de, cüceleri de, zehirli elmayı da bir kenara bırakalım. Zira yapmamız gereken önemli işler var. Şimdi kendinizi keşfedeceksiniz. Sevgili aynaya sorulması gereken soru artık şu, ‘Ayna ayna… Söyle bana! Benden daha güzel kokan var mı?’ Eğer Thierry Mugler’in Miroir, Miroir! serisinden bir parfüm kullanıyorsanız cevap muhtemelen ‘Hayır efendim. En güzel kokan sizsiniz.’ olacaktır. Peki nedir bu koleksiyonu bu kadar farklı ve özel kılan… Doğru formül, tutku, mükemmellik ve cüretkarlık! Yani anlayacağınız eğer gerçekten en güzel kokan ben olmalıyım iddiasında iseniz, kendinizde bu özelliklerin olup olmadığını acil olarak test etmeniz gerekiyor. İçinizden gelen hisleri bir çalkalandırın bakalım ortaya neler dökülecek. Sonra aynanın karşısına geçin ve tıpkı Lewis Carroll’ın devam kitabında Alice’in yaptığı gibi içinden geçmeye çalışın. Eğer kendinizi diğer tarafta bulursanız siz bir ‘A Travers le Miroir’ kadınısınız demektir. Çiçeklerin en kışkırtıcısı ve dişi olanı hangisidir? Elbette sümbülteber. Aromatik ve çiçeksi bu koku güç ve kırılganlığın cinsiyet değiştirdiği bir boyuta yolculuk etmenizi sağlıyor. Kadınsı güçler/

erkeksi kırılganlık. Ya da aynanın arkasındaki gizemi görmeye çalışın. Gözünüze bir şeyler çarpıyorsa o halde kokunuz ‘Miroir des Secrets’ ile tanışın. Domitille Bertier imzalı aldehit bu koku acı/tatlı, heykelsi/havalı ve bir o kadar sofistike. Yok bu ikisi bana uymadı diyenler için üçüncü bir önerimiz daha var. Geçin aynanın karşısına. Kısa aralıklarla başka birini görüyorsanız o halde Dis-Moi Miroir kullanmalısınız. Fabrice Pellegrin’in yarattığı koku zambak, süt ve portakal çiçeği özleriyle besleyici ve çiçeksi. Çünkü siz farklı duygularınızı farklı şekillerde ifade edebilen birisiniz. Eğer gösteriş benim ikinci adım diyorsanız, gece ve gündüz tezatından doğan Miroir des Vanités tam size göre. Alexis Dadier’in ellerinden çıkma bu koku narenciye ve meyankökünün zıtlıklarla dolu birlikteliğinden doğan efervesan etkili odunsu bir havaya sahip. Bitmedi! Aynaya baktığınız an, güneşin altında biraz fazla kaldığınızda her ne kadar canınız yansa da burnumuza gelen o tatlı yanık kokusunu hissedebiliyorsanız Miroir des Envies yani Arzular Aynası’na doğru yönelmelisiniz. Çünkü siz arzularınız uğruna her şeyi göze alabilen birisiniz. Christine Nagel ve Louise Turner imzalı bu koku, tiryakisi olacağınız çiçeksi bir havaya sahip. Yok hala kendime göre olanı bulamadım diyenler için son bir sürprizimiz var: Mirror des Voluptés. Yani Zevkler Aynası. Zevk sarhoşluğu ve gizem girdabında kendinizi oradan oraya bırakmaya hazırsanız doğru yerdesiniz. Parlak cam ayakkabı bu noktada yerini Art Deco kristal bir şişeye, ve içinden süzülen kokuyla şehvet ve baştan çıkmaya bırakıyor. Nathalie Lorson ve Daphne Bugey tarafından yaratılan bu koku misk, sandal ağacı ve portakal çiçeği içeren odunsu bir oryantal. Şimdi lütfen kendinizi toparlayın. Aynanıza dönün ve Harvey Nichols’da satışta.

XOXO The Mag


27


news PEOPLE

kadın dedİğİn

Jane Birkin

röportaj erman ata uncu fotoğraflar galvezo sales, franck laguilliez

Jane Birkin gibi bir figürle röportaj yapınca insan konuya nereden gireceğini şaşırıyor. Serge Gainsbourg’la yaşadığı, etkisi bugüne kadar süren sansasyonel aşk ve dünyayı ‘sallayan’ düetleri ‘Je t’aime… Moi non plus’, Fransa’da Britanyalı bir model, oyuncu, şarkıcı olma durumu, yetenekleriyle parmak ısırtan kızları, Aung San Suu Kyi için sürdürdüğü mücadele, ‘Swinging London’ yılları vs. Buna karşın hiçbir zaman otobiyografisini yazmayacağını beyan edecek, hayatındaki başarıları sürekli çevresindekilere ithaf edecek kadar da alçakgönüllü. ’ların bu mütevazı ikonu, tsunamiden zarar gören Japonya’ya yardım için çıktığı ve Serge Gainsbourg şarkıları söyleyeceği turnesi kapsamında İstanbul’a geliyor. Konser öncesi kendisine bağlandık, 15 dakikalık kısacık telefon röportajı süresince bu yaşayan tarihten nasiplenmeye çalıştık.

XOXO The Mag


Son albümündeki şarkılardan birini Aung San Suu Kyi’ye ithaf etmiştin. Son olarak Aung San Suu Kyi’nin partisinin siyasete tekrar dönebileceği kararı çıktı. Sen ve dünya çapında birçok sanatçının Kyi’nin esaretine vurgu yapmasının bu kararda bir payı olduğunu düşünüyor musun? Bence çok heyecan verici. Aksini söylemek imkansız. Ama üzücü olan tek şey, yeterli olmaması. Şimdi geriye kaç mahkum kaldığını tam olarak bilmiyorum ama biz bu işin mücadelesini verirken 2 bin kadar vardı. Sanırım şimdi sadece birkaç yüzünü serbest bıraktılar. Diğerlerinin de serbest kalması için Aung San Suu Kyi’nin kazanması gerek. Bence o, ülkedeki etnik çeşitliliği en iyi anlayanlardan. Her şey çok komplike. Eğer olaylar yanlış bir yolda giderse, ülke iç savaşa bile sürüklenebilir. Bence bu yüzden de Aung San Suu Kyi’nin tavsiyesini istiyorlar. Herkesin düşündüğünden karmaşık bir durum var orada. Bunu ablukanın kaldırılması için mi yapıyorlar yoksa samimiler mi bekleyip görmek lazım.

Daha önceki görüşmemizde bana ‘Serge Gainsbourg olmasa ben de yoktum.’ demiştin. Gainsbourg’un üzerindeki bu uzun süreli etkisinin sebebi ne sence? Serge Gainsbourg’la tanışmamış olsaydım, İstanbul’a, Hong Kong’a, ABD’ye veya Avustralya’ya davet alamazdım. ‘Je t’aime Moi non plus’ şarkısı ve Serge hayatımı değiştirdi. John Barry de kızım Kate’i bana vererek aynı ölçüde değiştirmişti hayatımı. Jacques Doullion da kızım Lou’yu vermişti. Entelektüel yoğunluğu olan filmlerde oynadım sayesinde. Ama Serge’le dünyanın en tanınan çiftlerinden, dolayısıyla dünyanın en tanınan kişilerinden biri oldum da denilebilir. Serge olmasaydı beni insanların tanıyacağını iddia edemem. Serge Gainsbourg gibi bir hayat arkadaşın vardı. Şimdi Charlotte Gainsbourg gibi bir kızın var. Böylesi bir ailede insanın şaşırma eşiği yükseliyor mu? Hiç şaşırmıyorum. 10’lu yaşlarındayken bile Charlotte’un şimdiki rollerini oynayacak büyük bir oyuncu olacağını biliyordum. Charlotte’un ilk filminde oynamasını ben sağladım, Lou’nun da ilk rolü için ben önayak olmuştum. Çok küçüktü. Gelecek yıl Lou’nun sözleri ve besteleri kendisinin yazdığı ilk albümünü duyunca çok şaşıracaksınız. Artık 27 yaşında ve babasının filminde oynuyor, aynı zamanda bir oyunda sahne alıyor. Bence gelecek sene Lou’nun yılı olacak. Diğer kızım Kate Berry de Fransa’nın en önde gelen fotoğrafçılarından. Bunlara şaşırdığımı söyleyemeyeceğim. Çünkü onların içinde böyle bir şey olduğunu hep biliyordum.

Aung San Suu Kyi’yle yüz yüze tanışmıştın değil mi? Evet, 15 yıl önce tanışmıştık. Bir konser için gitmiştim Burma’ya. Ve ancak Aung San Suu Kyi’yle tanışırsam bu konseri verebileceğimi söylemiştim. Beni tanıyan bir kültürel ateşe bunun mümkün olduğunu söyledi. Burma gazetelerinde ülkenin generallerine hakaret eden birisi olarak çıkmak istemediğimden gizli saklı verdim konseri. Hayatımda yaptığım en korkutucu şeylerden birisiydi. Sonra Aung San Suu Kyi’yle tanışma fırsatı buldum. O da bana yaptığım şeyi yapmaya 45


devam etmem gerektiğini söyledi. Ama bunu asla kendisi için değil, diğer politik hükümlüler için istiyordu. Bundan sonrasında 10 sene boyunca onun için mücadele ettim. Kocasının ikizi olan kayınbiraderi bana, Paris’e ondan mesajlar getiriyordu. Onun için çok mücadele eden insan vardı. Ben de Fransa’da bu mücadeleyi yürütenlerdendim. Çünkü Fransa’da kimse onun hikayesini bilmiyordu. Senin de ikonlarından olduğun ’lara bugünden bakıldığında politik bir bilinçle stil ikonluğunun yan yana gelebilmesi gibi sıra dışı bir durum var. Gayet pahalı ve ulaşılması güç bir Hermès çantasının isminle anılması nasıl bir his? Onun ilginç bir hikayesi var. Bir gün uçakta giderken yanımda şık görünümlü, kibar bir adam oturuyordu. Seyahatlerimde hep dağınık olduğumdan, çantamdaki, ajandamdaki her şey yere dökülmüş, adam da bol cebi olan bir ajanda almamı tavsiye etmişti. Ben de Hermès, öylesini yapmadığı için alamadım, Serge de bana bunu almıştı dedim. O da “Bana şu çantayı uzatabilir misiniz? Hermès benim” diye cevap verdi. Meğer, Hermès’in başındaki Jean–Louis Dumas’mış. “Başka fikriniz var mı?” diye sordu. Ben de bana normal çantadan daha büyük, ama bavuldan daha küçük bir çanta yapsa hiç fena olmayacağını söyledim. Kafamdakini çizip çizemeyeceğimi sordu, uçaktaki kağıtlara bir şeyler çiziktirdim. Bir ay sonrasında taslağını gönderdi, üzerinde birkaç değişiklik yaptım. Bu çantayı sizin adınıza çıkartabilirsek çok memnun oluruz dedi. Daha önce Grace Kelly’nin adıyla çıkan Kelly çantaları vardı. O yüzden Hermès’in adıma çanta çıkaracak olmasından son derece onurlandım. Çanta servet değerinde bir şeye ve bir fenomene, çok pahalı bir nesneye dönüştü. Hatta

ABD’de tanıştığım bazı insanlar “Aaa Birkin, çanta gibi mi?” diye sormaya başlamıştı. Sonrasında Dumas’ya, çantaların satışından benim seçtiğim bir yardım kuruluşuna bağış yapıp yapamayacağını sordum. Böylece çantadan gelecek para da iyi bir yere gitmiş olacaktı. Onlar da gayet nazikçe bu teklifimi kabul ettiler. Çantanın internetteki satışından elde edilen bin Dolar’ın hepsi Japon Kızılhaçı’na gitti. Böylece bir zenginlik sembolü olan bu çanta, iyi bir amaca da yaradı. Bu sene içinde ikinci kez Türkiye’ye geliyorsun. Birkaç ay önce de Antalya Film Festivali’nin onur konuğu olarak geldin ve sahnede Tuncel Kurtiz’in elini öpmeye çalıştın. Nedir bu kadar saygıdeğer yapan Tuncel Kurtiz’i senin için? Bir de Babylon’da daha önce de konser verdin. Böylesi nispeten daha küçük ölçekli konser mekanları izleyiciyle daha da yakınlaşmak için bir şans mı? Yakın bir zamanda duyduğum hayat hikayesi yüzündendi. Ülkesinden uzak, sürgünde yaşadığını biliyordum. Büyük bir aktör olmasının yanı sıra öyle bir insanın karşısına geldiğimde cesaretini, zorluklarla geçen hayatını, ülkenize tekrar geri geldiğinde ne kadar saygı duyulduğunu düşünmeden edemedim. Konser konusuna gelince; hayır, küçük ya da büyük fark etmez, izleyici her zaman iyidir. İstanbul’da verdiğim bir konsere 6 bin civarında izleyici gelmişti ve çok güzeldi. Kuliste torunum vardı. Onun büyükbabası da Fransa’ya gitmek için Rusya’dan İstanbul üzerinden kaçmıştı. Yani zaten çok duygusal bir atmosfer vardı. 6 bin olsun, 2 bin olsun, küçük bir kabare olsun fark etmez. Bazen küçük bir kabareyi de izleyicilere daha yakın olduğum için daha heyecan verici buluyorum. Ama her şey bana da, benimle çalacak Japon orkestrasına da uyar.

XOXO The Mag


To&ether with Bernhard Willhelm seafoodplus.info

İSTANBUL: AKBATI, AKMERKEZ, BEYOĞLU, CAPACITY, CITY’S, ERENKÖY, İÇERENKÖY CARREFOUR, İSTİNYEPARK, KANYON, MARMARA FORUM, PALLADIUM İZMİR: ALSANCAK, AGORA ANKARA: CEPA, PANORA BURSA: KORUPARK ANTALYA: TERRACITY ADANA: ZİYAPAŞA BULVARI


news PEOPLE

LISA MARIE FERNANDEZ

Ünlülerle İlgilenmeyen Ünlü Tasarımcı röportaj gözde eyibilir fotoğraf garance doré

‘Sadece yaptığım işle anılmak istiyorum’ klişesi, ironik bir şekilde Lisa Marie Fernandez’in durumunu oldukça iyi ifade ediyor. ‘Cool’ duruşu onu kısa sürede tüm dünyada bir stil ikonu haline getirse de Fernandez, aslında devrim yaratan mayolara imza atan çok başarılı bir tasarımcı.

XOXO The Mag


Şu anda nasıl bir yerdesin? Hava nasıl? Şu anda yaşadığım yerde, New York’tayım. Hava bugün fena değil. Ilık ve Sonbahar hissi veriyor.

olan şey insanların karakterleri. Çevremdeki ünlü olmayan birçok kişiyi karakter olarak daha ilginç buluyorum. Tasarımlarımı onların giymesi beni çok daha fazla mutlu ediyor.

Formunu nasıl koruyorsun? Malum genetik faktörler yüzünden fazla çaba harcamadığını düşünüyorum. Tabii, genetik faktörlerin de rolü büyük. Yine de klasik bir cevap belki ama yediklerime, içtiklerime dikkat ediyorum. Cildim için de fazla ürün kullanmam. Ama her gün mutlaka vücuduma organik jojoba yağı sürerim. Bu sayede cildimin kurumasını önlemiş oluyorum. Yüzüme de Dr. Alkaitis’in organik yağını sürüyorum.

Moda blog’larının dikkatini çeken bir giyim tarzın var. Kilit parçaların neler bu sezon? Genellikle ne istersem onu alırım. Bunların da sezon trendlerinin gerektirdiği şeyler olması şart değil. Resort koleksiyonlarına baktığımda birçok Céline silueti görüyorum ve koleksiyonların giderek daha iyi hale geldiğine inanıyorum. Yaz sezonu benim her zaman favorimdir. Yaz parçaları gardırobuma çok daha kolay bir şekilde entegre oluyor. Çoğunlukla da defileler için değil de giyilmek için tasarlanmış oluyorlar. Bu söyleyeceğim çok klişe gelebilir ama stili her zaman modaya tercih ederim.

Oldukça kapsamlı bir araştırma yapmamıza rağmen özel hayatınla ilgili çok fazla bilgiye ulaşamadık Nasıl birisin? Kendimle ilgili çok fazla konuşmaktan, kendimi anlatmaktan hoşlanmıyorum sanırım. Şu kadarını söyleyebilirim, gençliğimde olduğum gibi şimdi de oldukça stressiz biriyim. Sakin ve telaşsız bir yapıya sahibimdir genelde.

Peki, bu sezon neler almamızı önerirsin? Gardırobumuzda olması gereken parçalar neler sence? Bence ne kadar baskılı şey varsa alın. Özellikle yeni sezonda harika baskılı parçalar var. Neden olduğunu bilmiyorum ama ben baskılı parçaları genellikle yazın giymeyi tercih ediyorum. Kışın daha minimal bir tutum içine girerim. Sanırım hava koşulları beni en çok etkileyen şey. Örnek vermem gerekirse, Céline’in çok güzel baskılı tasarımları var. Mesela ben şimdiden İlkbahar için Peter Pilotto imzalı, ne kadar kıyafet varsa gardırobuma sıraladım bile. Onunla İlkbahar sezonu için bir işbirliği yaptık. Gerçekten yaptığı işlere bayılıyorum.

Küçük bir kızken çirkin ördek yavrusu muydun yoksa kuğu mu? Şimdi düşünüyorum da gerçekten ikisi de değildim. Belki biraz küçük erkek çocuğu gibiydim. ‘Tom boy’ dediğimiz türden Bir mayo markası yaratma fikri nasıl oluştu? Aslına bakarsan bu bir çocukluk hayali değildi. Hiç aklımda yoktu böyle bir iş yapmak; kazara oldu diyebilirim. Özellikle kendi markamı yaratacağım aklımın ucundan geçmezdi. Farklı olay ve koşullar beni bu noktaya getirdi.

Biraz da kozmetik dünyasından konuşalım. In to the Gloss’da The Top Shelf bölümünde güzellik malzemelerini gördük. Hala aynı ürünleri mi kullanıyorsun? İnan ki hala orada gördüğünüz ürünleri kullanıyorum. Bir şey işe yaradığında, ona bağlanmak gibi ilginç bir huyum var. Aslında listeme eklemem gereken yeni ürünler olacak elbette ama şimdilik neler olduğunu kestiremiyorum. Sadece, eskisi bitmek üzereyken yeni kozmetik ürünü alırım.

Mayolarını neoprene adlı bir kumaştan üretiyorsun. Ve bu kumaştan mayo üreten ilk kişi de sensin, değil mi? Nereden çıktı bu fikir? Evet, doğru. Neoprene kumaşını ilk kullanan benim markam oldu. En azından son 20 yıl içerisinde Çünkü bildiğim kadarıyla ’lerde sörf mayoları üreten bazı firmalar bu malzemeyi kullanıyorlarmış. Fakat mayobikini modası anlamında bakarsak benden başka kullanan yok.

Bir kadını kadın yapan en önemli özellikler nelerdir sence? Dış görünüşün beni çok ilgilendirmediğini söylemek isterim. Bence önce kişiliği sonra da ne ya da kim olduğunu bilmesi kadını kadın yapan en önemli unsur. Başkası olmadığın ve kendine inandığın sürece gerçek bir kadın olabilirsin.

Peki, bu kumaşın ne gibi özellikleri var? Diğer mayo kumaşlarından ne ayırıyor onu? Neoprene kumaşın aslında benim bile bilmediğim birçok özelliği var. Ama en önemlisi vücudu bir kalıba sokması. Yani kumaş vücudu bir heykel gibi gösteriyor. Görüntü anlamında muhteşem bir malzeme. Tasarımlarında fermuar en çok dikkat çeken detaylardan. Bir sonraki koleksiyonunda da görecek miyiz bunu? Evet, kesinlikle! Çünkü artık fermuar benim imzam oldu. Benim artık asla vazgeçemeyeceğim bir detay haline geldi. Doğrusunu söylemek gerekirse birçok kişi mayolarımı bu sayede tanıdı. Şimdi nerede fermuarlı bir mayo ya da bikini görseler benim tasarımım olduğunu anlıyorlar.

Sıradan bir günün nasıl geçiyor? Bu aralar arkadaşlarınla neler yapıyorsun? Nerelere gidiyorsun? Günlerim genellikle çalışmak ve seyahat ile geçiyor. Çok yorulsam da bundan şikayet edemem çünkü seyahatlerim benim en önemli ilham kaynağım. Farklı şeyler görmeye bayılıyorum. Nereye gidersem gideyim araştırmacı biriyim ve tavsiyelere her zaman açığım. Ve hep keyif alınacak, eğlenilecek bir şeyler bulurum. Arkadaşlarım da seyahat eden insanlar. Bu sayede dünyanın birçok yerinden bir sürü arkadaşım var.

Yenilikçi bir mayo koleksiyonu yapmak hazır giyim koleksiyonu yaratmaktan nedense daha zor gibi geliyor bana. Buna katılmıyorum. Mayo koleksiyonu yapmayı, kesinlikle hazır giyimden daha kolay buluyorum. Hazır giyim yaptığınız zaman daha fazla malzemeye ve detaya ihtiyaç duyuyorsunuz. Üstelik her sezon değişmek zorunda olan detaylar bunlar. Mayo koleksiyonu yaparken daha az malzemeyle ve çok daha mükemmeliyetçi bir bakış açısıyla çalışabiliyoruz. Sonuçta fazla detaya gerek kalmayınca hata yapma payı da azalıyor. Ben her zaman tek bir konuya odaklanmayı, onu da mükemmel yapmayı tercih ederim.

İstanbul’u önceden ziyaret ettiğini biliyorum. Ne hissettirdi sana? Ah, İstanbul’a bayılıyorum. Birçok kez orada bulundum ve her seferinde farklı şeyler keşfettim. Böyle bir şehirde yaşamak, inanılmaz bir şans. Denize yakın olmak ve bizim New York’ta yaptığımız gibi sadece denizle iç içe olmak için şehir dışına çıkmaya gerek duyulmaması muhteşem bir şey. Ayrıca İstanbul’un yaratıcı zevkine de hayranım. Harika partilerin olduğu gece hayatı da mükemmel. Ama bence dünyadaki insanlar bunu çok bilmiyor. Birkaç sene önce iki haftalığına Bodrum’dan Göcek’e kadar yatla gitmiştim. Bu da çok etkileyiciydi. Kısacası Türkiye ile aşk yaşıyorum diyebilirim.

Mariah Carey, Rihanna, Katy Perry gibi ünlüler senin mayolarını giyiyor. Başka kimlerde görmek istersin koleksiyonlarını? Açık konuşmak gerekirse ünlülerle ilgilenmiyorum. Benim esas umrumda

Son olarak, bir gün tasarım yapmaktan sıkılırsan ne yaparsın? Büyük ihtimalle kendi otelimi açarım. Muhtemelen Akdeniz’de. Hatta belki de Türkiye’de! 49


news Brand

DIOR L’OR DE VIE

Kadına Yakışır

Sabah uyanırsınız ve gece izlediğiniz filmin bazı sahneleri bir anda gözünüzün önüne gelir. İşte bu durum, o filmden ne kadar etkilendiğinizin kanıtıdır. Genelde bir süre sonra bu his tamamen ortadan yok olur. Fakat bazı filmler, izledikten sonra kaç yıl geçerse geçsin hiç düşünmediğiniz bir zaman ve yerde bir anda sizi yakalayıverir. İşte Death Becomes Her/Ölüm Kadına Yakışır, böyle bir film. Goldie Hawn, Bruce Willis ve her nasılsa ikisinden bile daha komik olmayı başaran Oscar kraliçesi Meryl Streep’in zaman zaman bir slapstick komedisine yaklaşan bu filmde harikalar yarattıklarını söylememize gerek yok sanırız. Filmi izleyen hemen hemen herkesin, (özellikle de kadınların) zamanında bu kadar etkilemesinin tek sebebi, sessiz kahramanı olan küçük cam bir şişe içerisindeki pembe renkli zehirden başkası değil. Tüm ölümlülerin hayali olan şey bu filmde gerçekleşiyor Bahsettiğimiz iksiri içen Helen hiçbir zaman yaşlanmıyor. Bu mucizevi durumu fark eden arkadaşı Madeline ise Helen’in kocası Ernest’i elde etmek için iksirin peşine düşüyor. Güzellik için verilen kavgalar, hayatta kalmak uğruna yapılanlar bir yana filmin, çok önemli bir ana teması var aslında: Yaşlılık karşıtı olmak! Tıpkı Dior L’Or de Vie gibi Bu altın kutu içindeki mucize, her ne kadar pembe iksir gibi ölümsüzlük getirmese de yaşlılığın önüne geçiyor. İnsanlık tarihinin başlangıcından beri önemli bir bitki olan olan asma yaprağının, tam

kalbinde dolaşan öz, L’Or de Vie ile bir antioksidana ve yenileyici güce sahip 10 molekül içeren bir yaşam iksirine dönüşüyor. Sauternes’in yüksek tepelerinde bulunan üzüm bağları, Dior’ın 25 yıllık araştırmaları sonucunda bizi Yquem isimli asma yaprağıyla tanıştırıyor. Sıradan asma yaprağından ne farkı var dediğinizi duyar gibiyiz. Yquem, tıpkı Ölüm Kadına Yakışır’daki gibi zamanın etkilerini tersine çeviren bir güce sahip. Özellikle bin bir mimikle yaşadığımız stres dolu dünyada, kadınların en büyük sorunu olan göz ve dudak çevresi kremi La Crème Contour Yeux et Lèvres ile zaman tam anlamıyla duruyor. Her gece yatmadan önce mutlaka sürülmesi gereken ‘göz kremi tembelliğini’ ortadan kaldıran aplikatörüyle de hayatı resmen kolaylaştırıyor. İleride belki de atasözü haline gelecek ‘yaşlanmak yok yaş almak var’ sözünü kanıtlayan L’Or de Vie’nin en güzel yanı ise, içeriğindeki 10 molekülün etkisini kısa bir zamanda göstermesi. Zaman aşımını yalnızca anılarda değil ciltlerinde de hissettiği yaşlara gelince, kadınlar için makyajın yetersiz kaldığını hepimiz biliyoruz. Tıpkı filmin iyi niyetli ama talihsiz karakteri Helen’in de dediği gibi “Artık makyaj, önemli değil. Hiçbir işe yaramıyor”. Uyandığında, ayna karşısında gördüğü cilde gülümseyen kadın, yaşı sorulduğunda da aynı tepkiyi vererek ‘kadınlara yaşı sorulmaz’ klişesini ortadan kaldırır. İşte o kadının en büyük sırrı başucunda duran altın renkli bu iksirden başkası değil.

XOXO The Mag


seafoodplus.info

seafoodplus.info


news ART

Gaganheim(!) Museum

Bakışlarında Behlül yazı dinçer şirin

Bir Aşk-ı Memnu göndermesi ile başlayalım dedik. Onu da buradan anmış olalım. Kurumsal iletişimde yeni bir bakışma biçimi olarak ‘behlüling’ lügata gireli çok oldu. Bir ‘Küçük Emrah’ filminde görüp, kaşları hafif birbirine yaklaştırıp, yüzüne dram aromalı mağduriyet kazandıran bu bakış, yeni Batı bakışma kültürüne de eklendi. Şu sıralar Orta Doğu coğrafyasında en çok pratik edilen danslardan biri olarak da yeraltı kültürüne katkıda bulunmaya devam ediyor. “Dubai bitti, Abu Dhabi’de var ne varsa” diyenlerden, Sharjah Bienali’nde saç atanlara, delice eğlenenlere ve turizme bu büyük katkılarından dolayı networking’de kraliçe ünvanı alanlara kadar ‘orada bir köy var uzakta’, oraya odaklandık. Gözlerimiz ‘behlüling’, birbirine yaklaşıyor, mutsuzuz ve öğrenmeye açız. Doğu’da olanları anlamak için ilk önce mağduriyet çakrasını açıp oradan empatileyerek meselelere çivileme dalıyoruz. Sanatına sardık, ama önce biraz Beyrut da öğrenmek gerek, herkes soruyor, gitmedim demeyelim diye kalkıp gidelim, ucuzmuş da deyip sıraya girdik. Ne varsa görenin gözünde… Tarihsel olanın derinleştiği, başka yollara doğru uzadığı günlerde sanat turizmi, market ve daha nice iktisadi atılımın başını çektiği mesele ile oraya çapa attık. ‘Emerging market’ diyorlar, artık ne kadar belirecekse ve ayrıca zaten var olan nasıl belirsin, değil mi? Bu girişi neden yağdırdık açıklayalım. 24 bin metrekarelik (gerçekten Fondazione Oharazioni’nin katkılarıyla temiz bir OHA halayı çekmek istiyoruz) Guggenheim Museum’un Abu Dhabi’deki Saadiyat Adası’na yapılması söz konusu olduğundan beri, karşılıklı açık mektuplardan, durumdan haberdar ediliyoruz. Artık durum bir aşk-nefret ilişkisine,

yer yer BBG tadında bir voyörizmin kendinden geçtiği anlara kadar vardı. Mimarı Frank Gehry… Yaptığı Guggenheim Museum’un da meseleyle, adayla, coğrafyayla ilişkisi oldukça ‘Batıcan’ ve ‘Kurumsu’. Bu isimler çağın iki medeni adı olarak pekala sıralamada zirveleri tırmanabilir ya da Everest’e yeni bir kat çıkabilir kanımızca. Lafı dolandırıyoruz, kısacası binanın dış cephesinden de anlaşılacağı gibi kurumun enerjisi ağır. Taşıdığı ‘Ben sizin babanızım, ben ne dersem o olur’ misyonu, bize her şeyi öğretmek için, içindeki değerlerine sahip çıkan öğretmen personası ile de sanat tarihi karar vericileri iş başında. Neyse ki sanat tarihinin ağırlığından bizi kurtaran başka diskurlar üretiliyor bugün. Onları disko diye okuyup playlist’e alanlar, dinledikçe de duymaz olanlarımız da olmuyor değil. Bu kadar sızlanma neden diyeceksiniz, haklısınız. yılındaki Human Rights Watch’un yayınladığı raporda işçilerin çalışma koşullarının ziyadesiyle sömürü kokması sebebiyle bir grup sanatçı hemen bir bildiri yazıp durumu protesto etti, bir kere bu var. Gerisi de çorap söküğü gibi geldi. “Sömürüden yapılmış bir kurumda sanatçılardan işlerini sergilemeleri beklenemez. Sanatçıların hak ettiği saygıyı onlar da hak ediyor” diyerek restin alası çekildi. Sonra da ortalık bir bulandı. Sular durulmadı. Kader Attia, Harun Farocki, Mona Hatoum, Shirin Neshat, Monica Bonvicini, Tania Bruguera, Janet Cardiff, Sam Durant, Sharon Hayes, Thomas Hirschhorn, Barbara Kruger, Matt Mullican, Trevor Paglen, Martha Rosler, Katharina Sieverding, Rirkrit Tiravanija, Andrea Fraser, Hans Haacke ve Alfredo Jaar gibi sanatçıların imzaladığı bildiriye Guggenheim Museum’dan

XOXO The Mag



Nancy Spector ve Richard Armstrong imzalı, ele başları Walid Raad ve Emily Jacir’e seslenen bir cevap geldi. Bir tek onlara hitap eden bu mektupta “Yapmayın, kurumun adını lekeliyorsunuz” meali taşıyan bir atarla kurumsal bazı duyarlılıklar belirtildi. Kimseyi de suçlamamak lazım, kurumlar hangimizi panterden kediye doğru giden bir gelişim sürecine hapsetmiyor ki! Üzerine Birleşik Arap Emirlikleri’nin Tourism Development and Investment Company’si de kendince işçilerin çalışma ve barınma koşullarını ballandıra ballandıra bitiremedi. Sürecin burasında yine bir es verildi ve müteahhit firmalarla ilgili bazı rakamsal karmaşalar ve karşılıklı kamaşmalar sonucunda müzenin açılış tarihi ’ten ’e çekildi. Ama zinhar, müzenin açılışı ertelenmedi, müze açılacak, sadece paranın akışı, dönüşümü ve dolayısıyla bu rakamların devamı olan tarihlerde bazı değişmeler oldu. Bunun dışında mimarlara paralarının ödenmediğine ve onların da işi bıraktığına dair dedikodularını takiben müzenin “Aslında biz orada ne döndüğünü de çok bilmiyoruz” gibi son derece talihsiz bir açıklamayla meseleyi özetlemesi de olimpik boyutlarda bir tebriği alına şaklattı. Bugün alnında ‘Destiny’s Child’ yazan herkes bu şaklamadan nasibini almıştır. Tüm bu detay bilgilerden sonra, sorulacak tek soru Abu Dhabi’nin Guggenheim Museum’a ihtiyacı var mı? Bir müzeye kuşkusuz ihtiyacı olabilir, her ne kadar bugün müzeler öyle çok da güvenilecek kurumlar olmasa da. Zira iş seyirci ile kurduğun ilişkiye bakıyor, ürettiğin serginin, söylediğin sözün kalitesi yerine sıkıcı bir hal alan programını acilen toparlayacak (aynen bir Demet Akalın şarkısı gibi-

gördüğünüz gibi düşük Türkçe pop tınıları, kurumlarda her zaman işe yarıyor) yeni bir direktörün bulup çıkarılması gerekiyor. Bu yüzden tekrar performansa sarmadınız mı ‘afedersin’? Bu yüzden performans sanatçılarının bazılarının, onlar bunun üzerine ‘Kariyerimin Zirvesine Bayrak Açtım’ adında bir romana başladılarsa da, sanat pratiğinin kanı emiliyor olsa da, sonuçta seyirciye karşı sorumluluğunuzu Lady Gaga’ya tercüme edip (Gaganheim Museum), pasta kesmediniz mi? Şimdi bu yüzden bu dilden anlayan kurum insanlarına ihtiyacımız yok mu? Bu öğrendiğimiz yeni seyirci geliştirme dilini de daha öğrenirken ‘deliren’ marketlerden ‘beliren’ marketlere kanalize etmek gerekiyor. Bunun dışında tarihin yazımını kontrol etmenin gerekliliğini de hatırlatmaya gerek yok sanırım. Velhasıl kelam, Abu Dhabi’de bir müzenin, coğrafyanın kendi arşivinden ve kişiselinden çıkaracağı, evet, kendini bireyselliği ile ayıracağı bir müzenin yolu açılabilecekken (Para Konuşur!) şehrin markalanması, paketlenmesi ve ambalaj sürecinden geçerken mutlaka uğraması gereken adresler olduğu ortaya çıktı. Frank Gehry gibi… Önerdiği binanın yağmurlu havalarda bacaklarda bir ağrı, sinirlerde ‘laçka’ adında bir gevşeme olarak belireceği, buram buram egzotizma kokan ağır kaplamaları içimize kan oturtuyor. Bu zehirli kanı da Avustralyalı sanatçı Tracey Moffatt’ın tarihli ‘Doomed’ isimli videosunda yıkılan Guggenheim Museum görüntüsü eşliğinde bünyeden atabiliyoruz. Böylece bu ay menüye siyaseten dolma da eklemiş olduk. Tadından yiyemediyseniz geri kalanını gulflabor. seafoodplus.info’dan tırtıklayabilirsiniz.

XOXO The Mag



news PERFUME

CHANEL N 5 O

Dile Geldi

Coco Chanel’in ’ların sonunda hayal ederek hayata getirdiği, karmaşık ve aykırı düzlemleri olan momentumlar üstü, hiç konuşulmamış duyguları yaşatan zamansız parfüm Chanel No 5’le oturup eski günleri konuştuk, dertleştik…

Merhaba. Hiç beklemeden yılına dönelim mi? Tamam, aslına bakılırsa yazında hazırdım ve Coco’nun beni satışa sunmadan önce güzel bir fikri vardı. Stratejisi herkeste merak uyandırmak ve adımın kulaktan kulağa yayılmasını sağlamaktı. Başlangıçta beni küçük şişeler halinde müşterilerine ve arkadaşlarına dağıtmaya başladı, sanırım amacı, beni adını bile hatırlamadığı küçük bir parfüm dükkanında tesadüfen keşfettiği intibası uyandırmaktı. Diğer taraftan, Chanel çalışanları da gelen müşterilere beni deneterek onların ne derece memnun kalıp kalmadığını gözlemliyordu. Komik olan şu ki, müşteriler Matmazel Coco’dan beni satın almak istediklerini söylediklerinde onlara masumca “Ben parfüm satmıyorum tatlım!”cevabını veriyordu. Haliyle, sonunda iş öyle bir noktaya geldi ki, formülümü bulan Ernest Beaux, ona artık satışa başlamaları gerektiğini söyledi. Gel zaman git zaman, sonunda Paris’te Rue Cambon, Deauville ve Biarritz’de bulunan Chanel butiklerinde satışa sunuldum. Hatırlıyorum da, kısa sürede çok büyük bir ticari başarıya imza attılar. Övünmek gibi olmasın, o günlerden beri zaman ve mekanın çok ötesinde kolektif bir hayalin ürünü olarak yaşamaya devam ediyorum. Hiç değişmedin diyebilir miyiz peki? Hem evet hem hayır. İlk halimle bugün arasında kimliğimde bir farklılık olmasa da dış görüntüm sürekli içinde bulunduğum çağın özelliklerini de taşıdı. Tasarlanan ilk şişem bugün benimle tamamen özdeşleşen bildiğiniz Chanel No 5 şişesi değildi elbette. Söylememe gerek var mı bilmiyorum ama daha yuvarlak hatlarım vardı. yılında daha sağlam ve hava geçirmeyen bir şişe üzerinde çalıştıkları günler hala gözümün önünde. Ah bir de, bu sırada nakliye ve dağıtımda da kolaylık sağlayabilmek adına daha köşeli olan bu aşina olduğunuz kare tasarım ortaya çıktı. Tıpkı bir elmasın üzerindeki köşeler gibi artık benim şişemin de düz hatları vardı yani. Bu şişeyle birlikte ben de bir efsaneye dönüştüm diyebilirim ve sonra New York’ta The MET’te bile sergilendim. Kenarları siyah ve beyaz olan bu kutu, modern ve zamansız bir şekli vurgulamak amacıyla ortaya çıktı. ’larda Andy Warhol seri çalışmalarından birinde beni kullanarak sanat dünyasında da varolmamı sağladı. ’de Chanel, dört adet sınırlı sayıda ürünü tanıttı. Bu ürünlerin kutuları da Warhol’un

kullandığı serigrafi renklerinde sunuldu. O yüzden küçük dokunuşlar dışında çok da büyük değişimler geçirmedim. Yaratıcın Ernest Beaux nasıl biriydi? Doğrusunu söylemem gerekirse, Ernest tüm hayatı zorluklarla geçmiş biriydi ama aynı zamanda gerçek bir beyefendiydi. Hatta işte size bir sır; benden önce bazılarına göre modern zamanların ilk parfümü olarak kabul edilen ‘Bouquet de Catherine’i yaratmıştı. Ama onu yaratmanın mutluluğunu gölgeleyen başka üzücü bir olay yaşamış. Savaşta görev yaparken karısı bu ayrılık sürecine dayanamayıp onu başkasıyla aldatmış. Hay Allah’ım! Neyse, sonra Ernest ondan boşanıp kendini işine vermiş. Bu dönemde, yani laboratuvarında çalıştığı sıralarda, Matmazel Chanel ile tanışmış, şansa bakın ki Ernest o dönemde sentetik bir parfüm üretmenin yollarını arıyormuş. Burada size küçük bir bilgi vereyim; parfüm o yıllarda sentetik fazla kullanılmadığı için çok pahalı ve zor bulunan bir şeydi. Onun disiplini ve yaratıcılığından çok etkilenen Coco ondan hem ucuz hem de kalıcı ve bir o kadar çarpıcı koku yaratmasını istediğinde beni yarattı. Daha sonra da hayatının sonuna kadar çalışmaya ve üretmeye devam etti. Günümüz modern parfüm endüstrisinin ona çok şey borçlu olduğunu düşünüyorum. Evet tam da bunu soracaktık, Coco Chanel seninle ilgili olarak Ernest’a ‘Kadınlara yapay bir parfüm sunmak istiyorum. Yani gerçek anlamda yapay bir parfümden söz ediyorum’ demişti. Sen gerçekten parfümün giysi hali misin? Coco ona ne istediğini açık ve net bir şekilde anlatmış aslında: “O güne kadar hiç yapılmamış bir parfüm. Harika kokan, ona yakışan, karmaşık ve aykırı düzlemleri olan, momentumlar üstü, hiç konuşulmamış duyguları yaşatabilecek, hafif ve aynı ölçüde kalıcı bir koku”. Yani kısaca ‘Kadın gibi kokan bir kadın parfümü’ diyebiliriz. Aynı zamanda lüks ve sınırsızca baştan çıkarıcı diye de eklemiş olmalı ki ben çıkmışım ortaya. Yapay olmasını rica etmesinin sebebi ise, seri üretime çok daha uygun olmamı istemesi aslında. Yani parfüm dünyasında bir devrim yaratmak niyetindeymiş. O dönemin moda koku anlayışı olan ‘tek çiçekli’ parfümlerin tam zıttı olmamı istediğini daha sonraları anladım.

XOXO The Mag




Bu durumda seni kullananların bir yaşı var mı peki? Ne ayıp! Hanımefendilerin yaşı sorulmaz değil mi? O yüzden beni kullananların yaşını bilmiyorum. Ancak şurası bir gerçek, beni kullanan herkes tıpkı benim kadar zamansız, güzel, alımlı ve göz alıcıdır. Bu noktada alçak gönüllülük yapmak hem bana hem de beni kullanan herkese haksızlık olur.

Coco’nun uğurlu sayısından yola çıkılarak adının koyulduğunu biliyoruz. Biraz da fiziksel özelliklerinden bahsedelim mi? Tasarımın, etiketin gibi… Matmazel tarafından özel olarak seçilen gösterişten uzak, sade ve geometrik şişem, tıpkı parfümün özünde olduğu gibi zamanının çok ilerisindeydi. Buna şüphe yok. Bu seçimi yapmasının arkasında yatan tutku, tıpkı daha önce tasarladığı tüysüz ve sade şapkalar ya da sonra ortaya çıkaracağı ‘küçük siyah elbise’ydi. Biliyorsun Chanel’de esas olan genel kodlarımız var. Sadece benim değil, diğer tüm parfümlerin, kıyafetlerin, aksesuarların, çantaların da… Bu yüzdendir, parfümü gölgede bırakmayacak son derece basit ve sade bir şişe tasarımı yapılmış. Anlayacağınız, Coco’nun moda sektörüne büyük bir cesaret örneği olarak getirdiği sadelik şişeye ve şişenin üzerindeki etikete de yansıdı. İnsanlar beni böyle sevdiler. Sade, kolay anlaşılır ama bir o kadar da çarpıcı…

Seni kullanan biri arada başka bir parfüm kullandığında buna alınıyor musun? Beni kullanmaya başlayan biri kolay kolay vazgeçemez. Bu yüzden arada sırada bir kaç gün dinlenip keyif yapmak hoşuma bile gidiyor diyebilirim. Peki yeni çıkan parfümlerle nasıl başa çıkarım diye endişeleniyor musun? Dünyada her 30 saniyede bir şişe Chanel No 5 satılıyor. Sence endişelenmeli miyim?

Söylediğin bir şeye geri dönmek istiyorum, yaratım sürecinde tamamen sentetik olman sana nasıl bir ayrıcalık tanıdı mı? İlk ‘tasarlanmış’ abstrakt parfüm… Bu ayrıcalığı iyi anlatabilmem için parfümün ilk doğduğu zamanlardan da bahsetmek gerekir diye düşünüyorum. Sıkılmazsanız anlatayım!

Bir erkek parfümü olsaydın nasıl kokardın? Bu soruya yanıt vermem oldukça zor. Coco ve Ernest beni tamamen kadınsı duygular üzerine kurguladılar. Kesinlikle bir kadın parfümü olarak kalmayı yeğlerim.

Dinliyoruz… Bugünkü parfüm anlayışına en yakın olan ilk koku için ’lerin ortalarına kadar gitmemiz lazım. Döneminin en ünlü kadınlarından biri olan Macar Kraliçesi Elisabeth von Ungarn’ın yaşlanma korkusu sayesinde parfüm doğdu. İsmi ‘Macar Suyu’ydu. Alkol, biberiye ve gülsuyundan yapılmıştı. yıl sonra, Berlin’de Ferdinant Tiemann’ın laboratuvarında vanilya ve menekşenin sentetiği üretildi. Sonra diğerleri geldi. Ve derken ben… Demiştim ya, Coco, Ernest Beaux’dan tamamen sentetik ve 24 saat kalıcı bir parfüm istemişti. Sonuç ortada… Parfüm ilk önce bir hayalin temeli, bir düşünsel imge ve parfümcünün elinde yavaş yavaş ortaya çıkan bir gerçekliktir. Emin olduğum bir şey var, Ernest Beaux, arasında, yani savaş yıllarının o zor şartlarında, bile geceleri göller ve nehirler müthiş tazelikte kokular yayarken beni zihninde hayal ediyordu. Şurası kesin ki, Gabrielle Chanel’in isteklerine karşılık verebilmek için, baskın doğal bir içerik gözetmeksizin koku duyusuna ait yeni bir yapı inşa etti. Benim tasarlandığım dönem parfümcülük bir zanaattan ibaretken bugün artık gerçek bir endüstri söz konusu. Benimle birlikte az sayıda parfüm bu büyük değişime ayak uydurabildi. Bu başarıyı Ernest Beaux’nun yarattığı sentetik ve aldehitlerden oluşan formülüme borçluyum.

En iyi anlaştığın Chanel parfümü hangisi? Ve ablası olarak Chanel No 19’a ne gibi tavsiyelerin var? Benden yaşça çok daha küçük olmasına ragmen No 19 çok tatlı biri. En az benim kadar cool ve kendine güvenen biridir. Ona bir tavsiyede bulunmama hiç gerek yok. Yeni kuşaklar onu da en az benim kadar sevdi ve benimsedi. Hatta Lisi Harrison’ın yarattığı şahane edebi karakter Massie Block bile her gün onu kullanıyor. Şanslı kız! Baz Luhrmann gibi efsane bir yönetmenin önünde Nicole Kidman’la ‘Diamonds Are A Girls BestFriend’ şarkısını söylemek nasıl bir duygu? Nicole kelimenin tam anlamıyla muhteşem bir kadın. Ama yine de onun gibi yıldızlarla bir arada olmaya alışkınım. Bu reklam filmini Baz, Monroe’ya bir saygı duruşu niteliğinde çekti. ‘Diamonds Are A Girls Best Friend’ şarkısını Marilyn’den sonra söyleyip insanları etkileyebilmek gerçekten zor iş. Çok büyük bir heykelin yapılsa nerede sergilenmesini istersin? Bu gerçekten eğlenceli bir soru. Aklıma sayısız yer geliyor ama sanırım doğduğum yerde Paris’te Palais Royal veya Palais de Tokyo’da sergilenmek isterdim.

Her dönemin en güzel kadını senin yüzün oldu. Carole Bouquet, Catherine Denevue ve Estella Warren. En doğru ismi bulma konusundaki sırrın ne? Ben onları aramıyorum, onlar her zaman beni aradıkları yerde buluyor. ’te Chanel ilk televizyon reklamlarına başladığında, rakipleri oldukça üzüldü. Benim modern ve dinamik görüntüm, diğerlerinin kurumsal kimliğinin tam karşısında duruyordu. ’in başlarında Matmazel Chanel, en gözde modellerinden biri olan Marie-Helene Arnauld’a dergi reklamlarında benim yüzüm olmayı isteyip istemediğini sordu. Bu zamanının en yenilikçi hareketiydi. Bu tarihten sonra döneminin çok sayıda ünlü kadını benimle birlikte anılmaya başladı.

Son olarak reklam filmini çekmek için iki yıl önce İstanbul’a geldin. Sen İstanbul’un kokusu olabilir misin? İstanbul’da inanılmaz güzel vakit geçirdim. Size jenerik bir laf olarak gelebilir ama, ben Paris’te doğmuş olsam da dünyadaki her kadının kokusu olabilirim ama bir şehrin kokusu olup olamayacağım konusunda iddialı laflar etmeyecek kadar da kendimi dizginleyebilen bir yapıya sahibim. Ah size Istanbul’a nasıl geldiğimizden de bahsedeyim. Yönetmen Jean-Pierre Jeunet başından beri Orient Express’i kullanmak ve bu trenin rotası üzerinde çekilecek bir lokasyon arayışı içindeydi. İstanbul diğer adıyla Byzantium bunun için oldukça ideal bir şehir oldu. Açıkçası, Coco Bizans kültüründen etkileniyordu ve sonuçta bu hoş bir tesadüf oldu.

İddialı bir soru olacak ama, sence neden kadınlar seninle bir ‘başka’ güzel? Matmazel Chanel ‘Parfüm kullanmayan kadının geleceği yoktur.’ demişti. Bazı kadınlar yürüyüş, duruş ve ifadelerinin parfümlerinden etkilendiğini söylüyor. Ben bu konuşulmayan dilin açık ifadesiyim. Çünkü, herhangi bir baskın elemente sahip olmayan bir kokunun, kendine özgü karışımı ve her tende farklı hissedilen bir yorumu vardır. Beni kullanan iki kadın bir araya geldiğinde hiç bir sorun yaşanmaz. Çünkü ben herkeste farklıyım. İşte bu da benim en büyük sırlarımdan biridir.

Şu anda neredesin? Ne yapıyorsun? Her yerdeyim ve kokuyorum. Bitirmeden, “normalde çok satan bir şey, çok değerli değildir” denir. Bu tezi nasıl yıktın? Değerin parasal olduğuna inanmıyorum. Bu yüzden ortada bir tez de görmüyorum. 59


DOCKS, FOR YOUR EYES & EARS

Belki de çoktan ihtiyacınız olanı aldınız ve değiştirmeyi planlıyorsunuz, belki de hala almadınız ve birçok üstün model arasında gidip geliyorsunuz, teknikten çok anlamazsınız ama en iyi sesi istersiniz. Tasarımdan çok iyi anlarsınız ve yine de estetik olan önerilere açıksınız. Araştırmacısınız ama vaktiniz yettiği kadar, en iyisini siz biliyorsunuz ama bu kadar çok seçenek olan bir dünyada başkalarının fikrini duymaktan zarar gelmeyeceğine inanıyorsunuz, ya da belki de gerçekten konuyla yakından uzaktan alakanız yok ama müşkülpesentsiniz ve hataya mahal vermek istemiyorsunuz. Ya da en basit haliyle dönemsel hediye bulma krizindesiniz ve akla ihtiyacınız var, hangimizin yok ki? Bunlardan herhangi biriyseniz ya da daha fazlasıysanız, bizim anlatabildiğimiz şekliyle alttaki seçeneklere gömülün, nasıl olsa her yol Roma.

Bower&Wilkins Zeppelin Air

Bose SoundDock 10

Harman/Kardon MS

Beats by Dr. Dre Beatbox

Zaten hepinizin kalpten ezbere bildiği iPod dock’lardan biri olan Bower&Wilkins Zeppelin’in yeni versiyonu bu. Ses sistemleri alanında, birçok rakibinden farklı olarak sadece lüks segmente yönelen bir markadan bahsediyoruz. Dile kolay, ünlü Nautilus ses sistemiyle Urla’da denize sıfır bir mülk edinilebilir. Geri dönersek, yeni modeldeki kablosuz kullanma imkanına sahip olmanız size her türlü platformda yardımcı olacaktır. Kurulumu yapın, sonra iPod, iPhone, iPac, iPad vb. bir aletinizdeki iTunes’dan direkt ne istiyorsanız dinleyin. Kötü yanı kumandasının dizaynı, biraz çirkin sanki.

Harman/Kardon marka imajı itibariyle bu sayageldiklerimizden çok da geride ya da ileride değil. Her zaman iyi ses kalitesi vadeden ama teknik servis konusunda çuvallamış bir marka. Estetik olarak da çok ötede olmadıklarını zaten kanıksadık. Ama bir iPod dock olarak, ve yine yan fonksiyonlarını da cebinde taşıyan bir ürün olarak, kesinlikle değerlendirmeye alınmalı. Kötü yanı, genel anlamda kaba tasarımı.

Hala çevrenizde XOXO telefuzunda yeni yeni harikalar duyuyorsunuzdur. İşte biz de Bose’la ilgili aynı deneyimlemeye maruz kalıyoruz. Nedeni tabii ki basit; Bose’u herkes bilir. İlk iPod dock’lardan birini üretmelerini kenara koyalım, zaten marka olarak da her zaman ses için iyi şeyler yaptılar. Klasik sevenler için birebir, ayrıca çeşit çeşit de seçenekle, fiyat konusunda da baş ağrıtmaktan uzak. Yine de biz en gelişmişini, Bose SoundDock 10’u öneriyoruz. Sevmişken tam sevin. Kötü yanı ise henüz o çok sevdiğimiz Bose ses kalitesinin dock’larda henüz yakalanamamış olması.

Beats by Dr. Dre kulaklıkları şu sıralar en çok rağbet gören ürünlerden; herkes ne de çok sevdi anlatamayız. Eh, ‘bunu sevdiyseniz, bunu da seversiniz’ klişesini kullanmanın tam yeri çünkü Beats by Dr. Dre Beatbox da aynı tepkiyi vermenizi sağlayacaktır. Fiyat-kalite paritesine bakarsak da avantajlı olan sizsiniz yine. Kötü yanı fazla kullanıcı dostu olması. XOXO The Mag


Geneva Sound All-In-One

Bang&Olufsen BeoSound 8

JBL On Stage P

Roth MC4

Bang&Olufsen aşığıyız diye demiyoruz ama bunca iPod dock arasında belki de en gelişmiş sesi verebilen bu. Zaten tasarım inceliğini ve sofistike takririni söylememize bile gerek yok ama son dönemlerin en çok satan ürünlerinden biri olması rastlantı değil, emin olun fiyatına değiyor. Evinizde başka Bang&Olufsen ürünleri varsa da disk kumandasını biblo olarak kullanabilirsiniz, zira biliyorsunuz tek kumanda ile evdeki tüm sistemleri yönetebiliyorsunuz. Unutmadan, bahsettiğimiz bu ürünü diğerlerinden ayıran en büyük özellik, ekstra bir alete gerek kalmadan, ayarlanabilir başlığı sayesinde iPad için de kullanıma açık olması. Kötü yanı, bazen dock’un temassızlık etmesi.

İki sene önce ilk üst sınıf iPod dock’umu alayım niyetiyle süpersonik elektronik alet blogları ve websitelerini gezerken karşılaştım. Yani şöyle bir gerçek var, ses kalitesi çok iyi, tasarımı da zaten minimal duruşları sevenler için birebir. Çevrenizde de oldukça nadir karşınıza çıkar ama hayıflanmadan geçemeyeceğim, internet alışverişinin bu kadar rahatladığı bir dönemde, nasıl olur da İstanbul’a Geneva Sound’un herhangi bir ürününün shipping’i olmaz! Neyse yurtdışına çıktığınızda alırsınız, bizim önerimiz en üst modeli olan All-In-One Stereo, almışken CD çaları olan, line-in özelliği ve en önemlisi radyo dinleme fonksiyonu eklenmiş olanını alın. Kötü yanı mid seslerde bas ve tizler kadar başarılı olmaması.

Çok da bayılmıyoruz bu modele. Bunun belki de bilinçaltı baskısından kaynaklandığını da söyleyebiliriz zira. Ürün gamı bu kadar geniş olan bir markanın çok iyi sistemleri olduğu kadar vasat olanları da bolca ortalıkta. Kötü ses sisteminden kulağı çınlayan kulup gezginleri neden bahsettiğimizi anlar. Neyse, en azından seçtiğimiz ürün size, hem estetik bir görüntü hem de ortalamanın üstünde bir ses deneyimi vadediyor. Ayrıca erişimi de kolay. Kötü yanını ayrıca yazmamıza gerek yok, zaten belirttik.

Roth’u Can Hi-Fi vitrinlerinde birçoğunuz görmüşsünüzdür. Böyle, insanın içindeki vintage duygular kabarıyor, bir yandan da farklı görünümü sevenlere de tek olma imkanı sağlıyor. Biz bu iki grupta da değiliz; Ruth’u daha wok işlevsel kullanımı ve üstün ses tekniğinden dolayı listemize alıyoruz. Sadece iPod, iPhone için değil herhangi bir başka taşınabilir aletle de kullanabiliyor olmamız da paketin diğer bir hediyesi. Yetmez diyorsanız aynen Geneva Sound ALL-In-One Stereo’da olduğu gibi CD player işleviyle tatminkar müşteri sınıfında bir üste geçersiniz. Kötü yanı, arayın ki bulasınız. 61


Boston Acoustics Duo-iPlus

Vestel iBigBoy

Parrot Zikmu by Starck

Arcam RCube

Marka olarak, Boston Acoustics’i, şaşaadan uzak, kendi hamuruyla yoğrulan, piyasaya dengelerini değiştirmekten çok kendini iyi ifade edip ürününü satmaya çalışan mahallemizin sesçi çocukları olarak tanımlayabiliriz. Bu minvalde, iPod dock’ları da tasarımıyla değil işlevselliğiyle ve ses kalitesiyle öne çıkmaya çalışıyor. Üstelik iPod dock demek yerine öncelikle ben bir radyoyum diyor. Sonuçta Cenab Şahabeddin’den alıntı yaparak tanımlamamızı zenginleştirelim: Kadın olsun, kitap olsun, cildine aldanma münserecatına bak. Kötü yanı ise yurtdışı satış fiyatıyla Türkiye satış fiyatı arasında devasa fark olması.

Madem büyüklükten konu açıldı, devam edelim. Veteran tasarımcı, ilham kaynağı ve aynı zamanda İstanbul’a yatırım yapanlar listesinin bir parçası Philippe Starck Parrot için tasarladığı bu sistemle baya övgü kazandı. Her AppleStore’a girdiğinizde bir iç çekerek baktığınız, ateş pahası bu ürünün ses olarak sunduğuyla ya da tasarımsal olarak ne kadar övülmesi gerektiğiyle ilgili konuları geçerek hemen sona geliyoruz, kötü yanı fiyatı.

‘Önemli olan boyu değil’ klişesini kullanmayacağız. İnanmadığımızdan değil, doğru olmadığından. Neyse, Vestel bu klişeyi tersine çeviriyor. Ya da çevirmiyor; kafamız karıştı. En büyüğü benim olsun, sesi iyi olsun, fiyatı da makul kalsın diyorsanız, buyrun. BigBoy, adından mütevelli baya büyük, ofiste değil evde, ve yeterli alana sahip bir salonda kendi halinde su ve yemek olmadan yaşayabilir, üstelik hizmette de kusur etmez. Çokça servis desteği alacağınızı da aklınızın bir köşesine çiziverin. Kötü yanı ise genel anlamda tasarımı.

5 kiloluk bir şaheserle bitiriyoruz. Arcam çok modelle değil, en iyi olabileceklerle piyasada kendine yer buluyor. O yüzden bu markayla henüz tanışmamış olmanız doğal; kendinizde bulmayın suçu. Ama RCube almazsanız belki de suçlu sizsiniz. Çünkü ödüllü bir tasarım olması bir yana, hem düşük hem de en yüksek seste bile aynı ses kalitesini koruyabiliyor. Üstelik tasarımı da tam istediğiniz gibi olabilir; yokmuş gibi yani. Sanki eve girdiğinizde hep varmış gibi. Kötü yanına gelirsek, yine Türkiye satış fiyatı. İnsan sormadan edemiyor; nasıl olur bu trajik fark?

XOXO The Mag


XX


news PEOPLE

JUDY GEIB

Mücevhere Panzehir röportaj iris ışık fotoğraflar dirk vandenberk

Şansın kapıyı çalmasını ya da bir mucize gerçekleşmesini beklerken uzun bir hayatın çoktan geçip gittiğini farketmek oldukça üzücüdür. Hayatındaki beklenmedik işaretlere kulak veren Amerikalı mücevher tasarımcısı Judy Geib, uzun yıllar sanatın farklı dallarında çalışmış olmasına rağmen bir anda kendini bambaşka bir dünyada bulmuş. Plus Alpha adlı çok başarılı bir mücevher markasına sahip olan Geib’le Brooklyn’deki keyifli stüdyosunda tasarım, ilham ve macera dolu hayatı hakkında konuştuk.

XOXO The Mag


İşte bu yüzden de bu geçişi ‘beklenmedik’ olarak tanımladım. Aslına bakarsanız bu durumu başlangıçta bir başarısızlık olarak gördüm ama sonra ona başka bir gözle bakmaya başladım ve şimdi bundan büyük keyif alıyorum.

Günün nasıl geçiyor? Bugün hiç ilginç bir şey oldu mu? Cadde ile Brooklyn’deki Williamsburg Bölgesi’nde her zaman ilginç olaylar olur. Her gün o kadar çok insanla selamlaşıyorum ki, mesela sürekli gülümsemeyi başaran Afro-Amerikan apartman görevlisi ve sokağın köşesinde kahve satın aldığım ilginç Pakistanlı adam ilk aklıma gelenler. Bir de bugün stüdyoya gelirken yolda İtalyan bir adam bana ortada hiçbir neden yokken aniden ‘‘ tıpkı bir lokomotif gibi’’ dedi. Bu tip enteresan olaylar sık sık başıma geliyor. Sonra atölyemde yardımcım Nikollë ile sonsuzluk ve evren üzerine laflayıp bir yandan çalıştım. Bir de kafamda yeni oluşturduğum bir bilezik tasarımını nasıl somutlaştırırım diye düşündüm uzun uzun. Yarın onu yapmaya başlayacağım.

Bu beklenmedik geçişten önce yirmi yıla yakın bir süre resim yapmışsın. Mimarlık ve kitap tasarımı gibi alanlarda da çalışmaların olmuş. Yirmi yıl oldukça uzun bir süre… Takı tasarımına geçişinin sebebi neydi? Kolajlarımda kullanmak için büyük elmaslardan XEROX’lar yapıyordum. Bu kolajlar yavaş yavaş çok büyük takılara dönüştü. Daha sonrasında ise bu çalışmalarımı bizzat kullanmak istediğim küçük mücevher parçaları haline getirmek istediğimi farkettim. Tam olarak istediğim sonucu alabilmek için de bu işi kendim yapmalıydım.

Bir röportajında grafik tasarım okuduktan sonra kurduğun, şu anda bulunduğumuz bu stüdyonun beklenmedik bir şekilde mücevher atölyesine dönüştüğünü dile getirmişsin. Mücevher tasarlayarak hayatımı kazanacağımı hiç düşünmemiştim. Her zaman güzel sanatlarla ilgilenen bir sanatçı olmak istemişimdir. Aslında sanat ve zanaat kavramlarıyla hep sağlıksız bir ilişkim oldu. Sanatı, yoktan var etmek olarak görüyorum ama konu takı olunca bu durum değişiyor. Son zamanlarda bazı değişik deneyler yaptım ama yine de sanat dışında aslında birçok şeyi nedense küçük görüyorum.

Çalışmalarını, lüks ve kaba kavramlarının bir kombinasyonu olarak tanımlıyorsun. Bu zıtlık tasarımlarına nasıl yansıyor? Aniden gelen coşkun dürtülerimi kontrol altında tutmak için zıtlığı kullanmaya çalışıyorum. Vahşi fikirlerim oluyor ama bunları belli bir ayarda tutmak için aynı zamanda çok zarif duracak bir formla da koruyorum. Kontrolsüz fikirlerimi dengelemek ve sonunda şık bir mücevher tasarlamak için zıtlık kavramı bana oldukça yardımcı oluyor. 65


Politikadan olduğu kadar omurgasız hayvanlar ve mimariden de esinleniyorsun. Birbirinden oldukça uzak bu kavramlar arasında nasıl bir bağ var? Aralarında bir bağ olduğundan pek emin değilim ama hepsine ayrı bir ilgim var. Mısırın ana vatanı Pennsylvania’dan geliyorum yani gerçek bir ‘mısır’ kızıyım. Omurgasız hayvanları da seviyorum. Anemon çiçeğinin eriyip gittiğini izlemekten korkmasam, kesinlikle bir akvaryumum olurdu. Politika konusunda ise dünyada olup bitenleri takip ediyorum ve bu sisteme takı tasarımı ile nasıl yardımcı olurum, neresinden girebilirim diye hep düşünüyorum. Henüz bir cevap bulamadım ama başaracağıma eminim. Amerika’nın şu anki politik durumu ve Frank Lloyd Wright’ın mimarisinden esinlenenerek bir tasarım yapsan neye benzerdi? Açıkçası daha önce Bush yönetiminden oldukça rahatsız oluyordum. Şimdi ise her ne kadar kusursuz olmasa da Obama taraftarıyım. Bu görüşleri yansıtacak takılar tasarlardım herhalde. Politika oldukça zor; dünya eşitsizliklerin birbirine geçtiği bir yer oldu. Benim mücevherlerimi satın alacak insanların da paraya ihtiyacı olduğunun farkındayım. Zaten, para kazanmanın düzgün bir yolu var mı? Bu soruyu sorabilirdim. Aynı zamanda tutku ile yapılan el işi çalışmalarının bütünlüğüne inanıyorum.

Frank Lloyd Wright için zaten hali hazırda bir tasarımım var. Yine onun tasarımı olan Johnson Wax Binası’nın içine benzeyen bir çift küpe tasarımı Mücevherlerini rakiplerinden ayıran üç farklı özellik nedir? İlk ve en önemli şey, tüm takılarımı büyük bir tutkuyla, ellerimle yapıyor olmam. İkincisi ise kendime tasarımlarım konusunda sürekli meydan okurum. Sürekli daha farklı ve daha ilginç neler yapabileceğimi araştırıyorum. Üçüncü maddeye gelince; zümrütleri binlerce parça arasından seçerek kendim Kolombiya’dan alıyorum. Diğer taşları Brezilya’da bir maden bölgesinde bulunan küçük bir kasabaya giderek ellerimle seçiyorum. Çok eğlenceli ve ilginç bir deneyim olduğunu söylemeliyim. 18 ayar altın kullanarak ve ezerek yapılan küpe ve bileziklerin; zümrütler, panzehir ve diğer taşlardan yapılan tasarımlardan oluşan oldukça zengin bir koleksiyonun var… Ezerek yapılan küpenin hikayesi şöyle; müşterilerimden biri sıra dışı bir yazardı ve bir gün Filigree Meanderer adlı bileziğimden satın aldı. Kocamla uyumumuzu görünce de bu uyuma benzeyen, aynı zamanda satın aldığı bilezikle birlikte kullanılabilecek bir küpe tasarlamamı istedi.

XOXO The Mag


İnternet sayfanda ‘Mücevher Şiirleri’ adlı bir bölüm var… Aslında onları yazan kişi ben değilim, eşim. Anonim bir şekilde yazıyor. Bir şair olmadığımı farketmem kısa sürdü. Eşim yazmayı çok seviyor ve benim en iyi eleştirmenim.

Kocam gerçek bir entelektüeldir. Yazar, anarşist ve politika/aktivizm ile yakından ilgileniyor. ‘Occupy Wall Street’ harekatını başlatanlardan biri de odur ve aynı zamanda Japon olduğu için ‘Fukushima’ sorunlarıyla da yakından ilgili. İşte bu noktalardan esinlendiğim gibi James Welling’in büyük, birbirine değen dairelerden oluşan siyah-beyaz fotoğrafları da ezilmiş küpelerin ayrı bir ilham kaynağı. Çok yakında tasarımlarımın arkasında yatan hikayeleri internet sayfamdan öğrenebileceksiniz.

Tasarımlarını kullanan biriyle karşılaşsan, aklından geçen ilk şey ne olurdu? Bu inanılmaz bir sürpriz olur benim için. Gerçekten! Ve, biraz küstahca ama ilk düşüneceğim şey ‘harika takılar’ olurdu.

Diğer yandan aksesuarlar da tasarlıyorsun. Deniz kabuğundan yaptığın çantalar oldukça sıra dışı ve hepsinin çok değişik isimleri var. Sadece tek bir çanta için bile çok fazla deniz kabuğuna ihtiyacın olduğunu ve bunun için iyi bir araştırma gerektiğini söyleyebilir miyiz? Evet, çantaların isimleri deniz kabuğu türlerinin Latince isimlerinden geliyor. Deniz kabuklarını önce Coney Island’dan gidip toplamayı denedim ama açıkçası bu yıllar sürerdi. Onun yerine Florida’da bir fabrika ile anlaştım. Doğruyu söylemek gerekirse deniz kabukları bile çevre koşullarından etkilenip kirlenebiliyor. Keşke içindeki canlılar büyüdükten sonra kabuklarını bırakabilseler ama canlılar daha içerideyken kabuklarını toplamaya başladıklarından şüpheleniyorum.

Kiminle birlikte bir tasarım yapmak isterdin? İşlerine bayıldığım Karim Rashid ile çalışmak benim için büyük bir meydan okuyuş olurdu. Geleceğin tasarımı konusunda inanılmaz bir örnek Rashid. İkimizin birlikte yapacağı tasarımların neye benzeyeceğini hayal bile edemiyorum! Ama şundan eminim ki bu tasarımlar çok şaşırtıcı olabilir. Son zamanlardaki en büyük keşfin… Kırmızı biber ve sarımsak kullanılarak yapılan Ayvar. Her gün yediğim sandviç için süper bir malzeme! 67


news FOOD

HAMBURGER YAPTIM

Yer misin? yazı ve fotoğraflar tuba şatana

Hava soğudu diye mi, can bu çeker diye mi, seviyoruz onu diye mi bilmem ama her gün olsa hamburger yiyebilirim! İlla ki bir bahane bulmak gerek mi, hayır tabii ki… Benim kadar gezip, benim kadar yemek yiyorsanız, gerçek hamburgerin özlemindesinizdir Türkiye’deyken. Ama bu çözülmez bir durum değil. Son senelerde yine iyi durumdayız. Eskiden işletmeler hamburger deyince, o ince dondurucudan çıkan hazır köfteleri pişiriverir, o kötü soslarla, o kötü ekmeğe hamburger yapıverirlerdi. Kağıdın tadı bile daha iyidir, o kendini et zanneden şeyin yanında! Şimdilerde bu sadece fast food satan yerlerde kaldı; onlara da hamburger değil, yemek bile degil, gıda hiç değil demek lazım. Kendini yemek sanan bazı maddeler… Gerçek gıda lazım, lezzet lazım bana; etinin nereden geldiğini bildiğim, mayonezi kendim yaptığım, bol hardallı, dilim kırmızı soğanlı, çıtır bir yaprak yeşillik ile… Hem ekmeği öyle kocaman pufidik olmamalı, ekmeğin aslında ilk görevi hamburger köftesini tutmak olmalı, sosları yalayıp yutmak bir de. Ama ısırınca ekmeğin tadı arka planda kalmalı, o az pişmiş, özsuyu içinde, ısırınca elimizden aşağı akan, içinde tüm lezzetleri barındıran et lazım bana. Hamburger lazım! Et lazım da, o eti elde etmek için bir kasap, kasabın da gerçek

kasap olması, etin neresine nasıl bıçak vuracağını, hangi parçanın nasıl hazırlanacağını, eti tarumar etmeden işlemeyi bilen, yaptığı işi seven, gerçek bir kasaptan bahsediyorum. O kocaman, her şeyi satan süpermarketlerden değil, mahalle kasaplarından, işi sadece et olanlardan… Müşterileri kendisinden yaşlı olan, en yeni müşterisi ben yaşta olan, bazen tatlı dilli bazen de dediğim dedik kasaplardan. Ben kasapta vakit geçirmeyi severim, muhabbet etmeyi, sıra beklemeyi, gelen gideni seyretmeyi ve onların kasap ile muhabbetlerine kulak misafiri olmayı da. Sıra bana gelince de çocuk gibi sevinirim, o zamana kadar vitrine göz gezdirmiş, hangi kesimlerde, hangi hayvanlardan et olduğunu öğrenmiş olurum. Zaten ‘bir kilo şu bu’ diye olmaz benim siparişlerim, hem kasabım beni iyi tanır, bakar bana ve o soruyu sorarım, benlik neyin var… Bu soru mühim, bu soru kritik, bu soru ödüllü! Bir şeyler gösteririr, hatta anlayana etleri vardır onun, o parçalardan çıkartır dolaptan. Alacağım etleri nasıl pişireceğimi tasarlarken, bazen sorar, ne yapacaksın bunu diye, anlatırım, beğenir. Yüzü güler. Benim de. Hamburger yapmak için bir kasap lazım, gerçek kasap. Sonra kıyma için kaburgadan et lazım, kuzu. İçine biraz da dana eti karıştırtabilirsiniz, (isteğe bağlı olarak), ama kuzu %70 oranının altına düşmesin bence,

XOXO The Mag


Aynı ızgarada mı ikisi de derseniz, Hecha’nın iki ocak üzerine sığan uzun dikdörtgen döküm ızgarasından bahsediyorum, bir kerede herşeyi pişirebilirsiniz.

bizim kuzularımız gibisi dünyada yok, tadını çıkarmak lazım. Alacağınız kıymanın etini çekilmeden önce görün, onaylayın, sorun kasabınıza, korkmayın, her kasap benimki gibi olmaz nitekim. Biraz yağlı olsun, kuru kuru hamburger olmaz. Madem hamburger yiyoruz, tam olsun!

Aman dikkat! Köfteler bastırılmayacak, ikide bir çevrilmeyecek. Bırakın bir 3 dakika, sonra çevirin, yine 3 dakika, ne kadar pişmiş yiyorsanız dakika o kadar çoğalacak. Ben yemem öyle kuru, çok pişmiş, tadı tuzu kaçmış şey, onun için ben az pişiriyorum, az pişmiş seviyorum. Bir iki dilim soğan, çıtır yeşillik, iyi bir hardal, hamburger ve bunların hepsi kızartılmış ekmeği arasında, yanına bir (kaç?) buz gibi bira ve ayrılmazı patates… Patates o arada zaten fırında pişiyordu, farketmediniz mi? Elde incecik dilimlenmiş, yıkanmış, kurutulmuş ve sonra koca bir kasede, üzerine bol zeytinyağı, bir iki damla limon, deniz tuzu, karabiber, rende sarımsak, bir iki dal taze kekik ile harmanlanmış. Bu patatesleri yağlı kağıda serip, sıcak fırına atmış ve mutfağa, sonra eve o güzel kokuların yayılmasını heyecanla beklemiş, üzerleri kızarmaya başlayınca da biraz daha biraz daha kızarsın diye olmayan sabrıma bir yeni sayfa açmıştım. İşte o patatesler…

Bir döküm tava lazım, oluklu veya bir uzun ızgara. Deniz tuzu lazım, taze çekilecek karabiber de. O güzel kıymaya tuz ve biberi ekleyin, ama etin tadını kapatacak kadar olmasın, kararlı olsun. Ekmek, ya ekmek… Ben klasik hamburger ekmeği yerine ya ekşi maya ekmek ya da ciabatta kullanmayı seviyorum. Çok şekerli olmayan iyi bir unla yapılmış hamburger ekmeği bulabiliyorsanız ve seviyorsanız o da olur tabii ki. Ama endüstriyel paketli ürün ben kullanmıyorum. Etiket hafiyesiyim ben. Tavayı iyice dakika ısıtmak gerekiyor öncelikle, o arada hamburger köftelerine elimizle biçim verebiliriz. Ben kalın, büyük köfteler seviyorum, toplar yapıp avucumda biraz bastırıyorum ama gene de pişince az da olsa toparlanacağı için, en olarak ekmekle uyması lazım ki pişince içinde köfte aramayalım.

Kucağımda koca bir tepsi, içinde hamburger, patates, bira, limonlu salatalık turşusu, ekranda binlerce kez seyredip hiç bıkmadığım bir Hitchcock filmi… Fazla söze gerek yok!

Köfteleri sıcak döküm ızgaranın bir tarafına, ekmekleri de diğer tarafına koyunca, bir cızırtıdır, başlıyor, etlerin suyu ve yağı sıcak tavaya değiyor. 69


Bu bir iland覺r.

erkek raymod weil/ maestro kad覺n raymod weil/noemia


love mind is a state of INTRODUCING RAYMOND WEIL COLLECTION

realization olga toraman photographer emre ünal fashion editor mahizer aytaş fashion editor assistant umut yıldırım hair mehmet menteş saay kuaför make-up ufuk celep photographer assistants erdi doğan, abdullah inal


erkek raymod weil/freelancer kad覺n raymod weil/maestro


raymod weil/noemia


raymod weil/freelancer


erkek raymod weil/maestro kad覺n raymod weil/jasmine



erkek raymod weil/parsifal kad覺n raymod weil/parsifal


erkek raymod weil/parsifal kad覺n raymod weil/jasmine


erkek raymod weil/maestro kad覺n raymod weil/maestro


BEST OF hazırlayan sarp dakni

Aircasette

80’ler döneli çok oldu. Ama bu gidişle bir yere gideceği de yok gibi. Apple Store’dan iPhone’unuza yükleyebileceğiniz bu yeni aplikasyon sayesinde belki de çoktan çöpe attığınız kasetlerinizi mumla arayacaksınız. Bu son derece basit nostaljik aplikasyon sayesinde dinlediğiniz MP3’leri sanki bir kasetten dinliyormuş hissine kapılabilirsiniz. Üstelik kasetin üzerindeki etikete dinlediğiniz sanatçının adını ve şarkısını bile el yazısıyla yazıyor. O kadar gerçekçi ve etkileyici olmuş ki müzik dinlerken ağzınız bir karış açık kasetin usul usul dönüşünü de huşu içinde izleyebilirsiniz. Eh o halde, yeni kasetleriniz hayırlı olsun üstelik evinizde yeni bir plastik yığını da yaratmayacaklar.

adidas Originals Holiday

Son senelerde iyiden iyiye kısalan ve varlığını hissetmekte zorlandığımız sonbahar ve ilkbahara üzülüyoruz. Küresel ısınma yüzünden yakında ilkokulların duvarlarında dört yerine iki mevsim posteri kalacak gibi görünüyor. Biz daha sonbahara merhaba bile diyemedik ama kışı düşünmenin vakti geldi. Arşivi a’dan z’ye bir kez daha yenilemek gerek. Ama önce geçen seneden beri el atmadığınız ve içi Pazar yerine dönen dolabınızın içini iyice düzenleyip, temizlemelisiniz ki yenilere yer açılsın. adidas ekibi de böyle düşünüyor olmalı ‘adidas Originals Holiday ’ koleksiyonunu mağazalarının vitrinlerine gönderdiler. Montlardan botlara kadar her parça tek kelimeyle arşivlik!

Ebony Poker Set

Pokersiz bir hayat düşünülemez! Kadın ya da erkek farketmeden büyük kitleleri peşinde sürükleyen bu efsanevi oyun daha uzun yüzyıllar hatta biraz daha ileri gidersek binyıllar hayatta kalacak bizce. Peki poker oynamanın da bir sanat olduğunu kabul edecek olursak kullanacağımız malzemenin de tasarım işi olması gerekmez mi? Dal Negro imzalı bu şahane poker seti tam da bahsettiğimiz şeyi işaret ediyor. Abanoz ağacından yapılmış zarif bir kutunun içinde farklı tutarlar için farklı renklerde fiş ve elbette dokunmaya kıyamacağınız kadar muhteşem bir his veren iki kart destesi. Ödeyeceğiniz fiyatı göz önüne alacak olursanız, bu setle belki de sadece Woody Allen’la masaya oturmak isteyebilirsiniz.

Poulain Tape Dispenser

Hediye paketlemeye başlayacağınız günler çok yakın. Bazılarınız bundan inanılmaz keyif alıyor ama bazılarınız feci şekilde bunalıyorsunuz değil mi? Kağıdı katla ondan sonra elinle bırakmadan bantın ucunu kaldırmaya uğraş dur… Düşüncesi bile insanı terletiyor. İnanın elalem bunu bile düşünüyor. Poulain Tape Dispenser son zamanlarda rastladığımız en basit ancak bir o kadar eğlenceli tasarımlardan biri. Vintage bir fotoğraf makinesi görüntüsündeki bu bant taşıyıcı ile hediye paketlemek sizin için boğucu bir zaruriyet olmaktan çıkacak. Hatta kendisi o kadar güzel ki bir kağıda sarılıp sevdiğiniz birine yılbaşı hediyesi olarak verilmeyi bile hakediyor.

Hello Kitty, Neivz Jewellery

7’den 70’ye her kadının bitmek bilmeyen tutkusu ‘Hello Kitty’den başkası değil. Sadece yeni yetme küçük kızları değil yaşını başını almış zarif hanımları bile peşinden sürüklüyor. yılından beri tişörtünden çantasına, tokasından ayakkabısına kadar binlerce farklı ürün onun logosunu ve karakterlerini süslüyor. Madem sonu gelmiyor alın size yeni bir tane daha. Los Angeles kökenli mücevher markası Neivz imzasını taşıyan Hello Kitty yüzükleri hazır. Lazer kesimli bu yüzükler, tahta ve laminenin usta bir kombinasyonuyla oluşturulmuş. O kadar cazip görünüyorlar ki sadece bir değil her parmağınıza birer tane takmak isteyebilirsiniz. 35 yıldır milyonlarca kişi yanılıyor olamaz değil mi?

XOXO The Mag


Valentina

Valentino kadını denince aklınıza ne geliyor? Eşsiz, güzel, göz alıcı ve cazibeli İşte tüm bu özellikleri bir şişeye dolduran Valentino’nun parfümünün adı Valentina. Olivier Cresp ve Alberto Morillas ikilisinin yarattığı Valentina, buram buram cüretkar bir güzellik ve geleneklerden sıyrılmış son derece cesur bir feminenlik kokan bir parfüm. Beyaz Alba trüfleriyle yumuşatılmış Calabria bergamutu, yasemin, Amalfi portakal çiçeği… Sedirin asaleti, amberin büyüsü ve yabani çileklerin asiliği… Kısacası gerçekten baştan çıkaran çok özel bir formülle karşı karşıya olduğunuzu bilin. Valentina’nın şişesi de en az kendisi kadar seksi hem de bir o kadar masum.

Geneva Model XS

Büyükannelerimizin baş ucunda duran, içinde bir elmas yüzük var sandığımız kırmızı deri kutunun içinde aslında bir çalar saat vardı. Geneva bu vintage modelden esinlenerek gerçek hi-fi ses kalitesinde ilk taşınabilir saatli audio sistemi geliştirdi. Bir çeşit uzaylı saatli maarif yani. The Model XS, yazının başında bahsettiğimiz küçük tatil saatlerinden esinlenerek oluşturuldu. Kutusunu açıp üst kapağa yaslıyorsunuz hepsi bu. Üstelik üç farklı renk seçeneği de düşünülmüş. Kırmızı, siyah ve beyaz. Bizim kalbimizi çocukluğumuzda uzaktan dikizlediğimiz ama hiç elleyemediğimiz o deri kutudan olsa gerek kırmızı olan çaldı. Siz de sözü bu noktada kalbinize bırakın.

Skullcandy X ROC Aviator Headphones

Eğer Amelia Earheart ya da Antoine de Saint-Exupéry bugün yaşıyor olsaydı muhtemelen bu kulaklıktan birer tane edinirdi. Vintage tasarımlar almış başını gidiyor ama bazıları gerçekten aklımızı başımızdan almaya yetiyor da artıyor bile. Skullcandy’nin Aviator kulaklıkları da onlardan biri. Ray-Ban’ın klasik modelinden ilham alarak oluşturulan bu kulaklıklar için Jay-Z ile bir işbirliğine gidilmiş. Belki de Beats’in Dr. Dre ile yaptığı koleksiyona bir yenisi ekleniyor olabilir. Skullcandy bu işi o kadar büyütmek ister mi bilmiyoruz. Ama bu kulaklığın yılında sadece performansı ile değil görüntüsüyle de tercih edileceği ve yeni bir moda yaratacağı kesin. Anlaşılan o ki, kulaklık koleksiyonumuza bir yenisi daha ekleniyor!

Gingerdead Men Cookie Cutters

Bu ay Best Of sayfalarımızda bol miktarda yılbaşı kelimesi görüyor olmanız son derece normal. Şimdi de yılbaşı gecesini evinde arkadaşlarını davet ederek geçirecekler için bir önerimiz var. Özellikle kurabiye yapmayı sevenler lütfen dikkat! İskeletleri ilk bakışta belli olan bu kurabiye adamların tüm arkadaşlarınızı gülmekten kırıp geçireceğini garanti ediyoruz. Üstelik size tüm ipuçlarını veren ve işinizi son derece kolaylaştıran bir set. Hatta biraz daha ileri giderek her birine isimler verebilir ve uygun olduğunu düşündüğünüz arkadaşınızın tabağına önceden bırakabilirsiniz. Herkes size onları nasıl yaptığınızı mutlaka soracaktır. Sırrınızı ele verip vermemekse tamamen sizin insiyatifinize kalmış.

Hot Rod Heated Travel Mug

Son zamanlarda en büyük eksiklerinizden biri kuşkusuz içinize sinen bir kahve kupası. Bu yılı da onu bulamadan geçirdiniz. Ama yeni yılda şeytanın bacağını kırıyorsunuz. Hot Rod Heated Travel Mug sadece ofis masanızda değil, uzun ya da kısa tüm yolculuklarınızda yanınızda olacak. İçkinin dozunu fena kaçırdığınız bir hafta içi gecesinin sabahını düşünmek bile istemezsiniz değil mi? Ama artık bu acıya son veren pek akıllı bir kupanız var. Arabanızda işe gelirken onu çakmak gözüne bağladığınızda kahvenizi sizin istediğiniz sıcaklıkta tutacak. Ofise girdiğinizde üzerinden dumanlar tüten bu kupa ile arkadaşlarınıza göz kırpıp masanıza gururla oturun.

81


The North Face Etip Gloves

Havalar giderek soğuyor. Hemen üşüyüveren sevgili ellerimiz yakında eldivenlerin içine saklanacaklar. Peki ama dokunmatik telefon kullanan biz faniler kışın o soğukta çalan telefonumuzu nasıl açıp karşımıza ‘Alo?’ diyebileceğiz. Yıllardır çözüm bekleyen bu problem nihayet The North Face tarafından çözüldü. Etip Gloves dokunmatik ekran üzerinde rahatlıkla hareket edip onu komuta edebiliyor. Yani artık eldivenlerimizi çıkarmamıza gerek kalmadı. Artık kışın en soğuk günlerinde ellerimiz donmadan, gelen telefonlara cevap verebilecek, mesaj atabilecek ve biricik sosyal paylaşım ağlarımızdan da uzak kalmayacağız. Çünkü bu eldivenin dokunmatik ekrana duyarlı parmak uçları canınızın istediği her şeyi rahatlıkla yapmanıza olanak veriyor.

Absolut Mode Edition

Absolut elbette yılbaşı gecesi için de boş durmuyor. Hamlelerinden biri Absolut Mode Edition. İlhamını bir moda tasarımından alan bu şişeyi bıraksanız uçacak! Absolut Mode Edition’ın şişesinde moda dünyasını bilim kurgu filmlerine taş çıkaracak tasarımlarıyla sarsan Gareth Pugh imzası var. Pugh’un yılında tasarladığı ve podyuma çıktığında izleyenlerin üzerinde şok etkisi yaratan ‘Hayalet Bombardıman Uçağı’ kollarından ilham alan şişe boyunluğu, onun dehasını bir kez daha gözler önüne seriyor. Absolute Mode Edition’ın Pugh imzalı giydirilmiş şişesinden sadece 75 adet üretildiğini belirtmeden geçmeyelim.

Jack Spade Card Leather Card Holder

Bir zamanlar annelerimizin sadece özel konken partileri için dolabın derinliklerinden çıkardığı o çok pahalı ithal oyun kağıtlarını kim unutabilir? Evde yalnızken yaptığımız ilk iş onları gizlendikleri yerden çıkarıp oynamak olurdu. Bazen bu plastik dokulu kartların kenarları kırılır ve ne yapacağımızı bilemezdik ama her seferinde onlara bulaşmaktan da geri kalmazdık. Artık büyüdük. Oyun kağıtlarına ilgimiz daha profesyonel. Tüm kartların arasında da en çok jokeri seviyoruz. Onu sürekli yanımızda taşımak istediğimizi düşünen Jack Spade, bizler için bu şahane cüzdanı tasarladı. İçinde kredi kartlarınız ve ehliyetiniz için altı cep ve iki büyük para bölmesi var.

I’m Watch

’da yayınlanan Buck Rogers in the 25th Century dizisiyle büyüyen bir kuşak için ‘saat’in gerçekten farklı anlamları var. Ona komutlar vererek yer ve zaman değiştirmenin mümkün olduğunu zannediyorduk. Gün geldi bunun imkansız olduğunu anlayıp üzüldük. Ama ‘I’m Watch’ sayesinde saate bakış açımız tekrar değişiyor. Dünyanın ilk ‘akıllı saati’ ile tanışmaya hazır mısınız? Bundan sonra e-postalarınızı onun üzerinden kontrol edecek hatta sosyal medya hesaplarınıza bile saatinizin üzerinden ulaşacaksınız. Akıllı telefonların işi fazlasıyla zorlaşıyor anlayacağınız. Hey gidi Buck Rogers hey!

Givenchy Printed Handbags

Bu kış hangi çantayı kullanacaksınız? Hala karar veremediniz mi? Eskilere mi döneceksiniz? Yoksa seçtiğiniz üç farklı çantadan birini mi alacaksınız? Kırmızı mı, turuncu mu? Büyük mü, küçük mü? Elde mi yoksa omuzda mı taşınmalı? Şimdi sakin olun ve derin bir nefes alın. Sizi bu büyük dertten kurtarıyoruz. Kasım ayı başında müjdelenen ve Aralık ayında kollarınıza kavuşmayı bekleyen bu çanta Givenchy imzalı. Tüm renklerine, desenlerine ve parçalarına ayrı ayrı bayılacaksınız.

XOXO The Mag


The Toast Strips

Hayatı boyunca önüne gelen tostu ya da kızarmış ekmeği hep bölerek yemiş ve kalanını da sağındakine solundakine ikram etme derdinde olan doğuştan rejimlileri pek mesut edecek bir şeyden bahsedeceğiz şimdi. Artık tostunuzu ikiye üçe hatta dörde bölüp çaresizce çevrenize ikram etmenize gerek kalmadı. Makineye koymadan hemen önce üzerine ‘The Toast Strips’ ile hafifçe bastırmanız yeterli. Böylece hem tuz ve şekerden sonra un’dan da ufak ufak kurtulmaya başlamış olacaksınız hem de canınızın istediği büyüklükte kızarmış ekmeğinizi afiyetle midenize indirebileceksiniz. Üstelik ekmeğin kenarlarını sevmeyenler bile düşünülmüş. Ekmekten asla vazgeçemeyen rejim düşkünleri için

Camouflage Goggles Umbrella

Dedektiflik yapmaktan kendinizi hala koyamadığınızı itiraf edin. Küstüğünüz bir arkadaşınızı ya da kavgalı olduğunuz sevgilinizi yağmurlu bir akşamda uzaktan uzağa takip etmek istemediniz mi hiç… Ama bunu yapmak cesaret işi, yakalanırsanız karizmayı ortadan çok fena çizdirebilirsiniz. O halde ne yapmalısınız; hemen bir adet Camouflage Goggles Umbrella alın. Kafanız içinde kaybolacağı için gönül rahatlığı ile dedektiflik çalışmalarınıza devam edebilirsiniz. 25togo’nun tasarımı olan bu son derece eğlenceli ürün sadece haylazlık yapmak için değil elbet. Yoğun yağmur altında en azından saçlarınız ve omuzlarınız hiç ıslanmayacak.

Steel Ice Cubes

‘Ben buz almiim, buzlu içemiyorum!’ diyenleri bir kez daha düşünmeye davet edecek kadar ‘cool’ bir tasarımdan bahsedeceğiz şimdi. Normalde ya doğrudan buzu bardağınıza doldurursunuz ya da farklı şekillerdeki plastiklere hapsedilmiş suyu buzdolabında dondurarak elde ettiğimiz daha ‘yapay’ olanları da kullandığımız olur. Ama onları artık boşverin… İçi özel bir jel ile doldurulmuş ve paslanmaz çelikten imal edilmiş bu şahane küplerle içkiniz hem buzların erimesi ile suyla karışarak bozulmayacak hem de dışarıdan bakıldığında ışıl ışıl parlayan bardağınızla siz pek havalı görüneceksiniz. Dörtlü set halinde satılıyor. Kaç tane alacağınızı kendiniz hesaplayın artık.

David Yurman The Signature

Mücevher tutkusunun parfümle birleşmesi kaçınılmaz. Özel hayatlarındaki uyumu iş hayatına da başarıyla taşıyan David ve Sybil Yurman ikilisinin imzasını taşıyan ilk parfüm ‘The Signature’ hazır ve bize göz kırpıyor. Dünya çapında ünlenen markalarının kuruluşunu keyifli bir tesadüfe borçlu olan ikili, artık tesadüfler üzerinden ilerlemiyor. Yarattıkları koku da tıpkı mücevherleri gibi lüks ama gündelik hayatta kullanılmaya uygun. Markanın efsaneleşmiş kordon bileziğinden ilham alan usta Harry Fremont’un yarattığı ‘The Signature’, mücevherlerden oluşan akrabalarına son derece uyumlu bir şekilde tasarlandı. Hareket, esneklik ve ihtişamı aynı anda kucaklayan parfüm egzotik ağaçlar ve yumuşak miskten oluşan bir taban üzerine, mandalina, yeşil taç yaprakları ve kuş üzümü özlerinin eklenmesiyle doğdu.

Burton R2D2 Snowboarding Helmet

Kimse kızmasın. Yine ‘Yıldız Savaşları’ dünyasındayız. Zira girdiğimiz bu derinlikten çıkmak elde değil. Bu kez ne yapmışlar dersiniz? Bir snowboard kaskı.. Hem de R2D2’dan ilham alarak. Ortaya çıkan iş o kadar başarılı ki siz çevrenizde kar olmasını beklemeyin. Hatta bir snowboard tahtanız bile olmayabilir. Boşverin. Takın kafanıza sonra salın kendinizi dışarıya. Burton R2D2 Snowboarding Helmet ile olaya o kadar kaptıracaksınız ki, kendinizi Prenses Leia’nın ölümcül önem taşıyan mesajını Obi-Wan Kenobi’ye aktarmaya çalışırken, C-3PO ile kızgın çöllerde nereye gittiğinizi bilmeden umutsuzca dolaşırken ya da Anakin’in hemen arkasına konumlanmış çılgın bir çatışmanın tam ortasında bulursanız hiç şaşırmayın.

83


XOXO The Mag


music

ALBUMS OF THE YEAR BU YIL DA BİZE İLHAM VEREN, AKLIMIZDAN VE KULAĞIMIZDAN ÇIKMAK BİLMEYEN ALBÜMLERİ BİRARAYA GETİRDİK. Sİz Belkİ de Bunları Çoktan Edİndİnİz. Yİne de kulaĞINIZA Küpe olsun İstedİk. Sıncerely yours.


music

Best Of

HARUN İZER Ane Brun - It All Starts With One: Bu kadının sesi beni rahatlatıyor, huzur veriyor, her dinleyişimde daha çok seviyorum

bu albümü.

Destroyer - Kaputt: Yılın başında yayınlanmasına rağmen, ilk andan itibaren yılın albümüdür demiştim, hala da öyle benim için.

Feist - Metals: Bu biraz gözü kapalı bir seçim oldu ama Feist yine çok güzel bir albüm yapmış. James Blake - James Blake: Eğreti elektronik seslerle dolu, çok güzel bir albüm. Benimsemek zaman alıyor ama değer. Metronomy - The English Riviera: Metronomy’nin hafif minimalist, hafif psychedelic bir rock tarzı var. Bu albümde de

iyice olgunlaşmış, seviyorum.

Miles Kane - Colour Of The Trap: Yılın en sıkı rock albümü. Şarkılar yerinde durmuyor ve tabii siz de öyle. My Brightest Diamond - All Things Will Unwind: Belki biraz gözden kaçtı ama Shara Worden yine muhteşem bir folk

albümü yapmış.

Patrick Wolf - Lupercalia: Patrick Wolf çok coşkulu, adeta epik bir müzik yapıyor. Albümü her dinlediğimde yerimden

fırlayıveriyorum.

PJ Harvey - Let England Shake: Güzel şarkılarla dolu, sakin ve kinayeli bir albüm, tam anlamıyla protest rock.

music

ONUR YAZICI Peter Bjorn and John – Gimme Some: Bilindik tarzından bir hayli uzaklaşan grup, garage, punk ve en çok da pop’a

yaklaşarak, bomba gibi hitlerle dolu bir rock’n roll albümü yapmış. Metronomy – The English Riviera: Bir önceki albümleri Nights Out ile kulaklarımın duyduğu en güzel albümlerden birine imza atan İngiliz topluluk, ivme kaybetmeden yükselişe devam ediyor. The Strokes – Angles: Birçok çevrenin de kabul ettiği üzere son on yılda çıkmış olan tek efsane isim The Strokes. On yıllık geçmişlerinin son beş yılını bizim gibi büyük hayranlarına Angles’ı bekleterek geçirdiler. Beklemeye değdi mi? Bence değdi. Friendly Fires – Pala: Grubun ilk albümünden bir gram eksiği olmayan Pala, ritmik yapısıyla kilo verdirecek bir albüm. The Horrors – Skying: İcra ettikleri müziğin ağırlığını ruhlarında taşıdıklarını Skying ile kanıtladılar. Miles Kane – Color of The Trap: Kane, Last Shadow Puppets’ta Alex’in arkasında kalınca bu yükü omzundan atmak için o kadar çok çabaladı ki; bu çabası ve hırsıyla gerçekten muazzam bir albüm çıkarttı. Tom Vek – Leisure Seizure: İlk albümündeki gösterişsiz başarısıyla adından pek söz ettiremeyen Tom Vek, yeni Leisure Seizure’a kadar geçirdiği sürede değişmekte olan indie akımlarını çok iyi gözlemleyerek, modaya uymamış. The Rapture – In The Grace Of Your Love: Geçtiğimiz yıl Phoenix’e can verip, Grammy kazandıran Zdar ile çalıştıklarını duyunca haliyle kendilerinden daha dance-punk bir albüm bekliyordum. Albüm çıktığında ise gördüm ki; sound beklediğimden daha ağırdı ama büründükleri bu yeni hal ise bir hayli tatmin ediciydi. The Wombats – This Modern Glitch: Bu albümü dinlediğinizde fark edebilirsiniz; The Wombats, oldukça başarılı ilk albümlerinin ardından This Modern Glitch ile başından sonuna kadar dinlenilebilir bir işe imza attı. The New Division – Shadows: Los Angeleslı The New Division, son günlerde kendilerinden oldukça fazla söz ettirmeyi başardı. Elektronik müzikle içli dışlı olmayı çok seven grup, post-punk’ı dijital dünya ile harikulade bir şekilde harmanlayarak gönlüme taht kurdu ve fark edildiği üzere listeme girebilen tek yeni grup oldu. XOXO The Mag


ASLI ARDUMAN Bon Iver - Bon Iver: Kalbimdeki yeri bambaşka. İkinci albüm de hayal kırıklığı yaratmadı. Bir numarasın Justin Vernon! Destroyer – Kaputt: Emin olduğum bir şey varsa o da bu albümü yaşlandığımda hala dinliyor olacağım. Dan Bejar su gibi akıp giden bir albüm yapmış, belki Rubies’den de güzel…

M83 - Hurry Up, We’re Dreaming: Daha ilk duyduğumda vurulduğum single ‘Midnight City’nin devamı da bir o kadar

müthiş. Hurry Up, 22 şarkılık, şahane bir double albüm; daha ne isterim ki? The Antlers - Burst Apart: Melankolik, bir o kadar da mutlu eden şarkılar… Cut Copy – Zonoscope: Beni Cut Copy kadar eğlendiren bir başka grup daha yok sanırım. Bir de canlı izlesem Wild Beasts - Smother: Smother, Two Dancers gibi ilk dinleyişte çarpan bir albüm değil zamanla ısındım, daha da çok sevdim. Fleet Foxes - Helplessness Blues: İlk duyduğumdan bu yana sıkı bir Fleet Foxes hayranıyım. Neyse ki Helplessness Blues da ilk albüm kadar güzel. Robin Pecknold’un sesi her daim büyüleyici. WU LYF - Go Tell Fire to the Mountain: WU LYF bu senenin yeni gruplarından. Go Tell Fire to the Mountain bence çok iyi bir albüm. Tuhaf ve anlaşılmaz vokalleri başta yadırgar gibi oldum ama bir iki dinleyişten sonra da çok hoşuma gitti. Wye Oak – Civilian: Yaz boyunca hiç sıkılmadan dinledim. Wye Oak’un şimdiye dek yaptığı en iyi albüm. Florence + the Machine – Ceremonials: Senenin bitmesine yakın Florence Welch muhteşem sesiyle hayatımıza heyecan

EMRE DOĞAN GusGus - Arabian Horse: Kompakt sound’undan kaçışımız yok. Hepimizin duyguları var. Her parça ayrı ayrı hit sayılır ama, sanırım Over birazcık daha önde.

Discodeine - Discodeine: Yılın en iyi çıkışlarından biri olduğu gibi, sağda solda her duyduğumda yüzümde bir tebessüm

bıraktı. Matias Aguayo’lu ‘Singular’ albümün gözdesi. Pollyester - Earthly Powers: Güne başlamak için ideal. Ölçülü bir laubalilik, catchy melodiler, hem de Permanent Vacation ayrıcalığıyla. ‘Concièrge D’Amour’un yeri ayrı. Metronomy - The English Riviera: İhtiyacım olan gitar dozunu hissettirmeden verdi. Ayrıca radyoda bu kadar çalmasına rağmen hala baymaması da önemli. Videosunun yüzü suyu hürmetine ‘The Look’ diyorum. James Blake - James Blake: Bütün seneyi güle oynaya geçirmedik tabii ki. Kafamız düştüğünde James Blake’i kulağımıza fısıldarken bulduk. ‘I Never Learnt To Share’ muhteşem bir polifoni. WhoMadeWho - Knee Deep: Bu Kopenhaglı arkadaşların yaptığı kötü bir şey yok henüz. Depresif, zarif, dokunaklı bir albüm. ‘dan sonraki epik yükselişiyle ‘Checkers’ kesinlikle başı çekiyor. Marian - Only Our Hearts To Lose: Freude Am Tanzen’in en şık pop hareketlerinden birisi. Dinlemesi kolay, sevmemesi çok zor. Empty Room’un çok naif bir hissiyatı var. SBTRKT - SBTRKT: Bir albümde aradığım her şey fazlasıyla SBTRKT’ta bulunuyor. Normalde uzak durduğum Britanya sound’unun en kabul edilebilir örneği. ‘Hold On’ ile ‘Pharoes’ arasında seçim yapamıyorum. Crazy P - When We On: Çok tadında bir house örneği, ’in ruhunu çok iyi yansıtıyor. ‘Your Dark Energy’ favorim. tUnE yArDs - WHOKILL: Müzik yaparken kendini bu kadar özgür bırakan, endişe ve korkularından arınan bir kadın ve inanılmaz tatlı bir albüm. ‘You Yes You’ senenin en sevimli parçası olabilir. 87


music

Best Of

MURAT EKŞİ The Anntlers - Burst Apart: Harika sözler, harika besteler, bunlara en uygun, tabiri caizse cuk oturmuş düzenlemelerle

olgun ve karanlığı seven bir seafoodplus.info Antlers, özlediğimiz klasik söz-beste düzeninde, kalbimizi kırılgan melodileriyle kazandı, dalıp gitmelerimizin yeni tanımı olmayı başardı. Metronomy – The English Riviera: İlk albümüyle zıpır bir bağımsız dans düzeni tutturan gruptan böylesine olgun bir albüm açıkçası bekleniyor muydu, emin değilim. Foster The People – Torches: Aynı anda hem gençlik dergilerine girebilecek kadar pop olmayı başaracak hem de bunu yaparken MGMT zekasına sahip olacaksınız. Pes! Ayrıntıları farketme yeteneğine sahip herkes için Torches’da bir şeyler var. M83 – Hurry Up, We’re Dreaming: Anthony Gonzales, electronic drone-synth sound’uyla düşlerin dünyasından çıkıp geldi yine. Grup, poptan, dansa, oradan dream-pop ve shoegaze’e uzanan çizgide ‘70’ler, ‘80’ler ve ‘90’lardan aldıklarını, yeni hislerle bütün olarak vermekte bir daha böylesine başarılı olabilir mi, söylemek zor. DEUS – Keep You Close: Tom Barman ve tayfası yılların geçip gitmesine aldırış etmeden yine yapacağını yaptı: Bağımsız ve alternatif rock sularında bir caz eseriymişçesine salınan, her anında sürprizler bulunan bir art rock klasiği. Orta Avrupa’nın müzikal duruşunu özlemişiz! Rustie – Glass Swords: Hip-hop, two-step, R’n’B ve pop. Dubstep düzleminde türleri dikkat çekici bir şekilde birleştiren Warp’un yeni yıldızı Rustie, dubstep’in heyecanlı ve hızlı tarafında bize eğlence vadediyor. Friendly Fires – Pala: Indie-dans’ı, sıcak Afrika ritimleri ve iç kaynatan ama Adalı olduğu anında belli olan melodilerle sunan grup, bu ikinci albümlerinde de formülü değiştirmedi. Pop seyreltisinde bağımsız dans ziyafetine hoş geldiniz. She & Him – A Very She & Him Christmas: Folk adamı seafoodplus.info ile ekranların ve beyaz perdenin yeteneklerinden Zoey Deschanel’in She & Him’i, yılbaşı şarkılarından oluşan albümlerini yılın sonlarında(!) bizlere sundular. Bize de tatlı yılbaşı şarkıları eşliğindeki melankoli dalgalarında Deschanel’in sesiyle büyülenmek kaldı. Drive(OST): Nicholas Winding Refn’in yeni yıldızlardan Ryan Gosling’li filminin müzik seçimleri de, eski Red Hot Chili Peppers üyesi Cliff Martinez’in ürettikleri de harikaydı. Uzun zamandır müziklerin görüntüyü beyazperdede böylesine taşıdığına şahit olmamıştık. Wolves I The Throne Room – Celestial Lineage: Washingtonlı black metal grubu, ambient öğelerle süslü dördüncü albümlerinde, etkilendikleri Kuzey Avrupa sound’una nazire yaparcasına karanlık ve mistik melodilerle karşımıza çıktı. Wolves In The Throne Room, çok da belli etmeden gürültünün ve kaosun içinden bir metal başyapıtı çıkarmayı başarmış.

SARP DAKNİ Monarchy – Around The Sun: Dinlerken gerçekten güneşe yaklaştıracak kadar ayağımı yerden kestikleri için. Hercules and Love Affair – Blue Songs: Aerea Negrot’u vokal ekibine kattıkları için. Duran Duran – All You Need Is Now: Gelmiş geçmiş en iyi dönüş albümünü yaptıkları için. Hooverphonic – The Night Before: Yeni solistleriyle de dört dörtlük bir iş ortaya koyabildikleri için. Sophie Ellis Bextor – Make A Scene: Dans ettirmenin kitabını baştan yazdığı için. Class Actress – Rapprocher: Kendine bu kadar harika bir isim seçtiği için. Florence + The Machine – Ceremonials: İmkansız görünse de ilkinden çok daha iyi bir albüm yapabildikleri için. Erasure – Tomorrow’s World: Prodüksiyonu Frankmusik’e emanet ettikleri için. Wild Beasts – Smother: Bir kadeh içki eşliğinde akşamları dinlenebilecek en iyi albümü yaptıkları için. Feist – Metals: İçinde Undiscovered First ve Anti Pioneer adlı birbirinden leziz iki şarkı olduğu için. XOXO The Mag


ZÜLAL KALKANDELEN Deaf Center - Owl Splinters: Karanlık ve karışık bir labirentte keşfedilmeyi bekleyen pek çok sır barındırdığı için. Tam

anlamıyla duvara çarptı beni.

Future Islands - On the Water: ‘80’lerin new wave tarzını punk ve deneysel öğelerle buluşturan müziklerini ve vokalist Sam Herring’in sesindeki tutkulu melankolik hissi çok seviyorum.

PJ Harvey - Let England Shake: PJ Harvey’in hem bilinen sound’unu farklılaştırdığı hem de daha politik olduğu bir albüm. Bon Iver-Bon Iver: Minimalist çizgiden uzaklaşmayan yalın bir sound ve dinleyeni çarpan kırılgan bir romantizm var albümde.

Bon Iver saflığına tutulan bırakamıyor.

James Brewster - As a hovering insect mass breaks your fall: Atmosferik ses tasarımları ve minimalist yaklaşımıyla, sanki hiç bilmediğim bir evrene soktu beni. Doğaçlama seslerle anlattığı öyküler büyüleyici. Brian Eno & Rick Hollland - Drums Between the Bells: Brian Eno’nun dehasını yansıtan, yaratıcı ve yenilikçi bir albüm. Kurduğu ses manzaraları yıl boyunca birçok günüme soundtrack oldu. Other Lives- Tamer Animals: İnsanı içine çektiği yoğunluğunu takdir etmek gerekir. John Maus - We Must Become the Pitiless Cencors of Ourselves: Romantizmi karanlık sözlerle, ince esprileri entelektüel bir bakış açısıyla bir araya getiriyor. Radiohead - The King of Limbs: Grubun en sevdiğim dönemleri olan Kid A ve Amnesiac çizgisindeki bu albüm, dinleyeni çok sayıda farklı olasılıklar öneren, özel ve karışık bir ses dünyasının içine sokuyor. Zomby - Dedication: Beni en çok dans ettiren albüm. Karanlık ve hüzünlü bir sound’u, şaşırtıcı bir güzellikte dans pistine taşıyor.

BELKIS BOYACIGİLLER Jay-Z & Kanye West - Watch the Throne: Watch the Throne’la seneler önce başlayan bir hikayenin sonunu görme şansımız

oldu.

Florence + the Machine – Ceremonials: Florence’ın ilk albümü Lungs’daki dolu ve güçlü tarzı, Ceremonials ile daha da zenginleşmiş. Benim için Florence; kaliteli, fantastik, bazen karanlık bazen karanlığıyla beni yükselten bir power pop. Adele - Senenin en iyi break-up albümü olabilir. ‘Turning Tables’ ve ‘Rolling in the Deep’ birer klasik olmaya aday. James Blake - James Blake: Son yıllarda piyasaya çıkan en yetenekli genç prodüktörlerden biri James Blake. ‘The Wilhelm Scream’ ve ‘Limit to Your Love’ gibi parçalarıyla donmuş kalplerimizi eritti. Feist – Metals: Uzun bir aradan sonra Leslie Feist tekrar bizim için müzik yapıyor. Feist’in içten gelen şarkı sözleri ve albümün genel sound’undan yola çıkarak rahatlıkla söyleyebilirim ki; bu albüm ’de de dinleniyor olacak. Youth Lagoon - The Year of Hibernation: Bu albüm İstanbul’dan Barselona’ya taşınırken yolculuğumda bana eşlik etti. Eski günler için nostalji yaşamak istiyorsanız Girls – Father, Son, Holy Ghost: Father, Son, Holy Ghost en sevdiğim ‘break-up’ albümlerinden biri oldu bu yıl. Vomit’, ‘Alex’, ve ‘Honey Bunny’ ise playlist’imden hiç çıkarmadığım şarkılar. Holy Ghost! – Holy Ghost!: Dans etmek mi istiyorsun? LCD Soundsystem’in yerini kim mi dolduracak? Cevap tabii ki Holy Ghost! Benim için senenin en iyi albümlerinden birine imza attılar. Destroyer - Kaputt: Pazar sabahları uyandığımda bu albümü dinlemeyi seviyorum. ‘Chinatown’, ‘Blue Eyes’, ‘Downtown’ gibi parçalarıyla ‘70’leri günümüze melodik ve sıcak bir şekilde taşıyor Destroyer. Bütün aile bu albümü beraber dinleyebilir. Metronomy - English Riviera: Baştan sona kadar dinleyip, sonra tekrar repeat’e bastığım çok oldu. 89


music

Best Of

BEREN ÖZEL The Mountain Goats – All Eternals Deck: Bu zamana kadar beni hayal kırıklığına uğratmayan tek erkek John Darnielle

olduğu için.

Stephen Malkmus and the Jicks – Mirror Traffic: Kaldırımları genişlettiği, şiir okumanın güzelliğini hatırlattığı, geçmişin karantinaya alınamayacağının tekrar altını çizdiği için. Destroyer – Kaputt: Drinking Game’in tekrar oynanmaya başlandığı, şapkadan her seferinde başka bir tavşan çıktığı için. Stephin Merritt – Obscurities: Mükemmel pop şarkısının ne olduğunu hatırlattığı ama en çok ‘I Don’t Believe You/When I’m Not Looking You’re Not There’ için. Papercuts – Fading Parade: Cam fanus içinde geçireceğimiz günlere ve korunaklı rüya alemlerine taşıdığı için. Wye Oak - Civilian: Üçüncü kişilerin beklentilerinden sıyrılıp, kendi hayat çizgimizi belirleme sürecine girmemizin önemini sene başında gösterdiği için. Fucked Up – David Comes to Life: Aşk ile aşkın tamamlayıcısı trajediyi gürültülü bir şekilde sunduğu, haksızlığa uğrayanları teselli ettiği için. St. Vincent – Strange Mercy: Kadın olmanın özelliğini gözler önüne serdiği ve kırılganlık-güç dengesinin mimarı olduğu için. Parenthetical Girls – Privilege III-IV: Kendi kendini sabote etme becerisine sahip olanın tek ben olmadığımı hatırlattığı, bu senenin Goya tablosu olduğu için. Nirvana – Nevermind: ‘Smells Like Teen Spirit’in video klibini izlememiş, ‘Drain You’yu dinlememiş bir genç, yitik bir ergenlik dönemi geçirmiş bir genç olduğu için. Üzerinden yirmi sene geçti; hala etkisi ilk gün gibi / her seferinde etkisi bambaşka

CAN DUNA Thurston Moore - Demolished Thoughts: Bekarlığa dönüş. Sonic Youth dışında yapmış olduğu projelerdeki o bildiğimiz rock star Thurston Moore yok Tam tersine, bol melodi ve ilginç üçüncü çalgılarla kaplı bir yeni albüm var.

Sonic Youth - Simon Werner A Disparu: Aşk asla ölmez derler, yalan. 27 yıl, bizim mükemmel diye gördüğümüz çift ayrılır

ve böylelikle Sonic Youth sona erer. LP olarak alınsın, e-bay’de satarsınız. J Mascis - Several Shades of Why: Üstat gitarist, yeni albümüyle doner Yenilik dolu mu? Hayır. Ama onun sesi, gitarı yeter. Yenilik sizde kalsın. The Twilight Singers - Dynamite Steps: Afghan Whigs hayranlığı sonucu Greg Dulli fanatiğisiniz. Alın, yine o ses, yine o pop/ arabesk şarkı sözleri. Aman Allaaah. Stephen Malkmus and the Jicks - Mirror Traffic: Senatörler sakso severmiş. Stephen abimiz ise radyoda çalınabilmesi için sakso kelimesini, internet siteleri üzerinden yaptığı bir yarışma sonucunda ‘corn dog’a çevirdi. Şahane insan. Şahane. Jane’s Addiction - The Great Escape Artist: Gitarda öğrendiğim ilk şarkı ‘Jane Says’. Siz okuyuculardan bir kısmı muhtemelen doğmamıştı bile. Dinleyin, öğrenmeye değer. Nirvana - Nevermind: Bu yazıyı okuyup; ‘’Aaaa bunun ne işi var burada, Nevermind yılında yayımlanmamış mıydı?’’ dediyseniz lütfen dergiyi kapatınız ve balkondan atlayınız. Real Estate - Days: Sağ olsun müzik yapma isteği şahsi egolarından büyük de tekrar birleşip konser turnesinden sonra bir de albüm yaptı. Mogwai - Hardcore Will Never Die. But You Will: Hammersmith Appolo ve on binlerce watt’lık ses düzeni. Bir grup çıkar, öyle bir ses yaratır ki ne siz, ne de kulaklarınız bir daha aynı kalır. Albüm yeni, konsept basit. Doğaçlama bir yükseliş ve patlama. Eddie Vedder - Ukulele Songs: Siz de 90’larda İstanbul’da yaşadıysanız, muhtemelen Pearl Jam dinlemişsinizdir. Eddie Vedder kim, biliyorsunuz. Ukulele ne, onu da biliyorsunuz. Susuyorum. XOXO The Mag


ARDA TÜMER Metronomy - The English Riviera: Bu ufak ‘best of’ listemden İngiltere’ye uzanıp, Metronomy adı ile müzik icra eden

arkadaşlara bir soru sormak istiyorum; “Bu nasıl bir albüm, bu ne?” Modeselektor – Monkeytown: Gernot Bronsert, Sebastian Szary, yılın en usta işi. ‘Evil Twin’, ‘Shipwreck’ ve ‘Berlin’i üst üste dinleyin, Monkeytown’da müzik adına her şeyin olduğunu siz de göreceksiniz. Azari & III – Azari & III: Kesinlikle yılın en iyi disco albümü. The Vaccines – What Did You Expect From The Vaccines?: Vallahi pek bir şey beklemiyorduk ama öyle bir albüm var ki ortada, bundan sonra çok daha fazlasını bekleyeceğiz. Ra Ra Ra! Yuck – Yuck: Ben de mütemadiyen Londra havası solusam, Dinosaur Jr. ve Sonic Youth’un tüm pozitif yönlerini almış bir albüm yapabilir miydim acaba? The New Division – Shadows: Yılın en iyi çıkışı. Tycho – Dive: Scott Hansen, ambiyans müzikte gerçekten usta, bu seneki günbatımlarının albümü. M83 – Hurry Up, We’re Dreaming: Listeye girmesindeki en büyük sebep yılın iyi single’larından biri olan ‘Midnight City’. Tyler, The Creator - Goblin: Alternatif hip-hop’un bana göre en iyisi. Tyler Okonma henüz sadece 20 yaşında bir prodüktör ve üretkenliği ile sahne ismini kesinlikle hak ediyor. Crystal Stilts – In Love With Oblivion: Alight Of The Night’dan ‘The Dazzled’ ve ‘Departure’ı ben zaten ömrümün sonuna kadar dinleyecektim. Bir de üstüne bu albüm geldi. Yalnızca ‘Shame The Shackless’i dinlemek için bile edinilebilir.

GÜLŞAH GÜRAY Danger Mouse & Daniele Luppi – Rome: Çünkü Jack White neye elini atsa öper başıma koyarım. Ayrıca Danger Mouse dehasına da selamlarımı iletirim.

The Lost Notebooks Of Hank Williams: Senenin “canım benim” albümüdür. Sakinleşmek için, Bob Dylan’ın elinden geçmiş Hank Williams şarkılarını tavsiye ederim. Albümün hikayesi çok uzun, bir gün karşılaşırsak anlatırım.

dEUS - Keep You Close For Me: dEUS deyince; sevdiğimiz şarkının klibini izleyebilmek için gece yarılarına kadar televizyon

karşısında beklediğimiz saf ve müzikal anlamda eksiksiz günler aklıma geliyor. O yüzden daha ilk şarkısıyla insanı kitleyen dEUS’un yeri, listenin burasıdır. Eddie Vedder - Ukulele Songs: İlk çıktığı zaman bu albümü elimin tersiyle ittiğimi itiraf ediyorum. Demek ki daha baştan tavrını koymayacakmışsın. Ukulele hala favori enstrümanım değil ama Eddie Vedder’a haksızlık yapmamam gerektiğini öğreten acı bir tecrübedir benim için. The Twilight Singers - Dynamite Steps: Senenin karanlığın içinde kalmış, her an patlamaya hazır albümlerinden biri. Arctic Monkeys - Suck It And See: Alex Turner’ın yeni saç modelini çok beğendiğim için bu albümü senenin en iyileri arasına sokuyorum. Yoksa gerçekten aklıma bile gelmezlerdi listelemeyi yaparken. The Kills - Blood Pressures: Alsion Mosshart’ın botlarını ve uzun boyunu kıskanıyorum. Ayrıca kendisi son zamanların en çarpıcı seslerinden birine sahip. Yazdıkları şarkıların basit ama girişken halleri çok hoşuma gidiyor. Viva The Kills. Wanda Jackson – The Party Ain’t Over: Jack White’ın prodüktörlüğünde ve plak şirketi Third Man Records etiketiyle Wanda Jackson’ın eski şarkılarının yeniden yayımlanması, ’in vazgeçilmeyecek değeridir. Cat’s Eyes – Cat’s Eyes: The Horros solisti Faris Badwan’ın sesi, yeni neslin ergenlikten sıyrılamamışlarından çok farklı. Asıl grubu The Horros yerine, yan projesi Cat’s Eyes’ı listeye koymamın sebebi ise, ‘Face In The Crowd’ adlı şarkılarıdır. Santigold – American Dreaming: Arada bir tarzda oynamak iyidir. Tabii, ‘Go’ şarkısına eşlik eden Karen O’nun da hatrı var bu albüme ısınmamda. 91


MINI HOTLINE

BAŞINI BELAYA SOKMANIN

EN HIZLI YOLU.

HIZLI KALP ATIŞI, SIK ARALIKLARLA YUTKUNMA. VE DAHA BİRÇOK YAN ETKİ. Şunu bilmeni isteriz ki, Yeni MINI Coupé herkese göre değil. Test drive için ayrıntılı bilgi tüm Borusan Otomotiv Yetkili Satıcıları’nda. Cesaretliysen seni de bekliyoruz. MINI Cooper S Coupé modelinin CO2 emisyonu gr/km, ortalama yakıt tüketimi ise 5,8 lt/ km’dir. XOXO The Mag


MINI asked:

what is a perfect

adventure? AND HERE ARE The answerS.

XX



Perfect adventure is doing whatever necessary to please yourself and taking smart risks. Sometimes people call it silly. MURAT SĂ&#x;YĂ&#x;R



A perfect adventure happens between real friends and in the wild. Wild is everywhere. EMRE Ă&#x;NAL



Rules? No thank you! Iâ€&#x;d rather dream my perfect adventure. CAMILLA ARMBRUST



AN Adventure is perfect only when you do the unexpected. EMİR SARISAÇ



My perfect adventure starts in the sea, and ends nowhere as long as i have the best company. YAÄžMUR KIZILOK


BIZARRE

nest...

batman iftar saati 2021 viranşehir kaç kilometre seferberlik ne demek namaz nasıl kılınır ve hangi dualar okunur özel jimer anlamlı bayram mesajı maxoak 50.000 mah powerbank cin tırnağı nedir