mehmet baş şair / Mehmet Şamil Baş Şiirleri - Şair Mehmet Şamil Baş

Mehmet Baş Şair

mehmet baş şair

Her insanın tarihi kendi belleğinde başlar ve yine kendi belleğinde biter. İnsan çoğu zaman hatıralar ülkesinde yaşar. Kimi zaman anılar şarjöre sürülmüş bir mermi gibidir. Bir hüznün en kuytusunda tetik düşürür kader. Anılar denizinde fırtınaya tutulanlar için unutuluşların limanına sığınmaktan başka bir çare yoktur. Fakat insan yinede hatıralar ülkesinin sokaklarında dolaşmaktan kendini alamaz.

Bende hafızamın kuytularında dolaşıp o günleri gözümde canlandırıyorum şimdi. Yüzümde çok eski masallardan kalmış bir gülümsenin izi. Fakat çamurla yoğrulmuş bedenim gözyaşlarıyla sırılsıklam. Ölümlü olduğunu bilen biri için yaşamak bir hayalkırıklığı değil de nedir sanki.

Gözümün önünden iklimler geçiyor. Yüzümde bozkır çocuklarına özgü bir mahçupluk.Bütün dağılmışlıkları bir bir toplayıp kendi yöreme dönüyorum. Ve şimdi zihnimde hatıraların resmi geçit töreni başlıyor.

Toprak damlı evlerin önünde elinde bir kirmenle ip eğiren kadınların arasında dolaşıyorum. Ağır kadifeden dikilmiş mavi şalvarıyla çiğdemler arasında annemi seyrediyorum. Annem kır çiçeklerinden daha güzel. Annem şimdi kır çiçeklerinin arasında solmuş bir resimden gülümsüyor bana. Bir mezar taşının gölgesi düşmüş üstüne. Dünya okuldan kaçmış çocuklar gibi dönüyor sanki maviliğin siyaha döndüğü yerlerde. Annem rüyalar denizinde baharı kuşanıp geliyor. Sonra pencereyi açıyorum. Dağlara bakıyorum.

Sahibinin elinden kaçmış bir at hızla koşuyor. Siyah toynaklarının üstünde kahverengi benekler. At birden şaha kalkıyor. Sular toprağın rengiyle boyanıyor. Kara göğün kalbinde telaşlı yıldırımlar çarpıyor. Irmaklar bir türkü gibi akıyor. Telaşlı bir yağmurun altında sessizce ıslanıyoruz.

Çamardı pazarına doğru motor kasasında oturmuş şalvarlı yazmalı teyzeler geliyor gözümün önüne. Gülizar Bacı saçlarımdan bit ayıklıyor. Sonra da bir masal anlatıyor. Tek gözlü devler, dünya güzeli periler geçiyor gözümün önünden.

Hatıralar bir su gibi sessiz ve bir su gibi derinden akıp gidiyor ömür sahnemden. Toprak damlı bir evin önünden gelip geçenleri seyrediyorum. Eşeğin sırtında bir heykel gibi duran heybetiyle mavi bir deniz dalgalanıyor sanki, gözleri bir okyanustan daha derin. Başında elimsağmalar elinde ay ve yıldızlar. Heybenin ağzına kadar ot basılmış ayağında kara lapçın ve deriden bir mest. Beyaz sakalları ve çizgili külahıyla derenin içinden gelip geçiyor Hakkı dedem. Ardı sıra suların şarkısı yükseliyor. Kendisi değirmenci. Su değirmeninde civar köylerin buğdayını hep o öğütüyor. Şimdi yıkılmış su değirmenin taşlarına bakarak Hakkı dedemi düşünüyorum.

Köyün kahvesi çeşmenin hemen yanında tahta sandalyelere oturmuş kasketli emmilerin ağzında yarısı yanmış bir bafra cigarası. Çeşme başında yeni kalaylanmış helkeleriyle su dolduruyor kadınlar. Bakkalın camdan takasını bozuk parayla vuruyor bir çocuk. Yüz gram gofret bir bardak çekirdek alıyor. Gün kendini yarının içtimasına hazırlıyor.

Şaha kalkmış bir atın sırtında zaman doğurgan bir kadının saçlarını savurarak geçiyor. Günler bir yumak gibi sarılmış birbirine.

Bir kadın çocuğunun kırkını saydırmak için beni çağırıyor yanına. Çocuğun kundağını toprakla sımsıkı sarmış. İnsan bir çölün içinde seraptan başka birşey değil. Aynalarda kalmış gülüşler. Şimdi herşey bir suskunluğun ağırlığını taşıyor bağrında.

Çayırda inek güdüyor çocuklar. Kimisi ceviz oynuyor kimisi özde çimiyor. Akşam tüm heybetiyle dağları kızıl bir renge boyuyor. Dağlar bir gelin gibi kızıl duvağını yavaş yavaş indiriyor. İneklerin boynuzuna ipi dolayan çocuklar türkü söyleye söyleye köyün yolunu tutuyorlar. Yollarda keven dikenleri sığırkuyrukları. Suların yanı başında yarpuzlar.

Bir düğün evinin önünde yemek yiyor insanlar. Sofrada mazak, üzümlü, sütlü çorba, sarı burma ağpakla ve pilav var. Düğün mevlütlü. Biri haparlörden "aman çeşme canım çeşme" ilahisini okunuyor. Taksinin üstüne el dokuması bir namazla serilmiş. Para toplanıyor. Yine taksinin üstünde çiçeklerle süslenmiş bir bebek. İnsan sadece seyrediyor ve geçiyor.

Sarı benekli buzağının satıldığı gün gibi kararıyor bulutlar. Buzağı kırmızı burunlu bir bedfordun kasasına bindirilirken ağlayan o çocuk şimdi nerede. Bulutlar sonra bir sele dönüyor. Çocuk karalanmış satırlar arasında geceyi siyah bir tespih gibi çekiyor. Yıldızlar dökülüyor avuçlarından. Dudaklarında henüz söylenmemiş sözler. İnsan kendi rüyasının bir bekçisi değilde ne

Dünya Bizim Kültür Portalı

Türkiye Dil ve Edebiyat Derneği Youtube Kanalı’nda canlı yayınlanan, Olağan Şiir Genel Yayın Yönetmeni Aykut Nasip Kelebek ve Dil ve Edebiyat dergisi Yayın Yönetmeni Zafer Acar’ın sunumuyla gerçekleşen Edebiyat Sohbetleri’ne şair Mehmet Baş konuk oldu. Şiirin tefekkür yönünü anlatan Baş, tasavvufi damarın şiiri besleyen yönlerini ortaya koydu.

EŞYA MI İNSAN MI?

Dijitalleşmenin, yapay zekânın bu derece ilerlediği bir dünyada insan olgusunu tartışmanın birçok meselenin önüne geçtiğini vurgulayan Mehmet Baş, edebiyatın taşra-merkez çekişmesinden ziyade insanın kendi eliyle ürettiği teknolojiye olan yenilgisini konu ettiğini ifade ederek hâlen taşradaki entel yalnızlığına vurgu yapmanın gereksizliğini dile getirdi ve sözlerini şöyle sürdürdü:

“Taşrada sanatın bir alanıyla uğraşan biri, yine sanatla uğraşan birkaç insan bulamıyor. Şehirde ise bu durum farklı ve bir şair için ortaya koyduğu şiirini konuşabileceği, tartışabileceği imkânlar mevcut. Günümüz şiirinde şuur, post-yapısalcı durumlardan ötürü pek görünmüyor. Merkezin ve özün gitmesi buna sebep. Her şeyin merkez iddiasında bulunması, hiçbir şeyin merkez olmaması anlamına geliyor. Eklektik bir şiir var ortada. Günümüz insanında adı konmamış bir şizofrenlik durumu var. Çünkü bölünmüş bir şahsiyet var toplumda. İnsanlar hayatta kalmak için çeşitli rollere bürünüyor ve bir müddet sonra bu rolleri içselleştiriyorlar. Bu şiire de yansıyor. Müslümanların çıkardıkları dergilerdeki şiirlerle daha seküler görünümlü dergilerdeki şiirleri karşılaştırdığınızda söylem aynı. Betonarmede, apartmanlarda can çekişen insan modeli var karşımızda. Aciz ama megaloman. İzlediğimiz filmler ya da diziler insana megalomanlık aşılıyor, kişiye mükemmel olduğu duygusunu veriyor.”

ŞİİRİMİZ MARİFETULLAH ESASLI

Tasavvuf kaynaklı insan tanımının felsefenin de konusu olduğuna dikkat çeken Mehmet Baş, Mevlâna ve Haydeger’in (Heidegger) insanın dünyaya gelişi hakkındaki söylemlerini karşılaştırdı. Varoluşçu filozofların sorununun ontolojik kaygı olduğuna dikkat çeken Baş, şiirdeki şuur kaybının insanın kendi varoluşuna yani ontolojisine dair arayışın sonlanmasından kaynaklandığını ifade etti ve şunları söyledi:

“Yunus Emre’nin, Mevlâna’nın, Fuzûlî’nin, Nedim’in, Mehmed Âkif’in, Necip Fazıl’ın, Sezai, Karakoç’un şiirlerinde ontolojik kaygı yani metafizik gerilim vardır. Neden dünyada var olduğunu sorgular. Gündelik kaygılar, eşyanın insan hayatındaki lüzumsuz ayrıntıları hatta kimi şairlerin cinsellik ve saldırganlık eğilimi günümüz şiirini şekillendiriyor. Çözümlenmesi gereken ana mesele ‘ben neyim?’ sorusudur. Eşyaya dair teferruatlar bu meselenin suyunun suyu durumundadır. Türk şiiri, şahıslar ötesi, mana ve manzumlar üzerine inşa edilmiştir. Cenneti, cehennemi, ezeli, ebedi şifreleyerek vermiştir. Bizim şiirimiz büyük bir okyanusa karışan bir büyük ırmaktır. Okyanus ise, Hacı Bektaş Veli’nin dediği gibi hakikat, hareket, marifet, şeriattır. Hakikat dediğimiz mesele kişinin kendini bilmesidir. Kendini bilen Rabbini bilir denir. Bizim şiirimiz aslında marifetullah esaslıdır. Bu kişinin Allah’ı ve kendini bilmesi durumudur. Sonra muhabbetullah aşaması gelir. Kişi bilecek ve böyle sevebilecektir. Şiirimiz bu yolculuğun isimlendirilmiş hâlidir.”

Yorumunuz Onaylanmak Üzere Gönderildi

nest...

batman iftar saati 2021 viranşehir kaç kilometre seferberlik ne demek namaz nasıl kılınır ve hangi dualar okunur özel jimer anlamlı bayram mesajı maxoak 50.000 mah powerbank cin tırnağı nedir