"Sadece Kubilay döneminde toplam kamu okulu açılır. Evrensel eğitim için doğuda batıda hiçbir ülkenin böyle dev bir projeyi gerçekleştirememiş olduğu düşünüldüğünde Moğolların bu başarısı çok çok şaşırtıcıdır.
Moğollar yüzyıl başlarında Çin’i fethettikleri zaman Çin köylüleri sürünen en alt kesimi oluşturuyorlarmış. Devlet memurları da bunların yaşamlarının her alanına karışırlarmış. Moğollar bu yapıyı değiştirirler. Köylüleri yaklaşık ellişer kişilik aile birimleri şeklinde örgütlerler. Bu birimlere kendi kendilerini yönetmek üzere geniş yetki ve sorumluluklar verirler. Bunlar artık özgürce çiftçilik yapar, toprağı işleme sorumluluğu taşır; su ve diğer doğal kaynaklardan yararlanır, kıtlık dönemleri için yiyecek depolar hale gelirler. Doğrusu bu birimler, Cengiz Han’ın 10’lu örgütlenme sistemi ile Çin Köylü geleneğinin kaynaşmasından doğan birer yerel yönetim kurumları halini alırlar.
Moğollar bir yandan bu yerel yönetim kurumlarını çocuklarına bir çeşit eğitim olanakları sağlamakla görevlendirirlerken, öbür yanda da herkesin yaşam kalitesini artırmak üzere okuryazarlığın artmasına büyük önem verirler.
Kubilay Han köylüler dahil ülkenin tüm çocukları için evrensel eğitim vermek üzere kamu okulları açar. Bu büyük bir devrimdir. Oysa daha önce sadece zenginler çocuklarını okutuyorlar ve bu yolla cahil köylüler üzerinde otorite kuruyorlarmış.
Moğollar köylü çocuklarının öğrenim görmeleri için kış aylarının uygun olduğuna karar verirler. Öğretmenlerden derslerinde klasik Çince yerine yerel dili kullanmaları istenir. Sadece Kubilay döneminde toplam kamu okulu açılır. Evrensel eğitim için doğuda batıda hiçbir ülkenin böyle dev bir projeyi gerçekleştirememiş olduğu düşünüldüğünde Moğolların bu başarısı çok çok şaşırtıcıdır. Batı’da yazarlar bundan ancak bir yüz yıl sonra yerel dilleri kullanmaya, ülkeler de bundan ancak yıl sonra sade insanların çocuklarının eğitim sorumluluklarını üzerlerine almaya başlarlar.
Konfüçyüs’e inanan toplumlarda da yazınsal sanatlar hep, ulusal sınavlarda kullanılan ve bürokrasinin tercih ettiği yazıya yönlendirilmişler. Bu uygulama sanatların ve sanatçıların memurların etkisi altında kalması anlamını taşıyormuş.
O nedenle Moğollar büyük bir okuma-yazma kampanyası başlatır ve yazarların da okuryazarların kullandığı klasik Çinceyi değil yerel halkın dilini kullanmalarını sağlar. Ve ayrıca Moğollar gerektiğinde tercihlerini elitlerden yana değil halk yığınlarından yana kullanırlar. Yeni ve çok daha heyecan verici eğlence türleri üretmek üzere halk kültürü ile hanedan kültürünü birleştirirler.
SANATA DESTEK
Moğollar yılında Cengiz Han’ın tahta çıkışı için yapılan, haftalar süren kutlamalarda binlerce insanla oynanan o görkemli tiyatro oyunlarını destekler. yılında da ordu tarafından sahnelenen bir oyunla zaferlerini kutlarlar. Bu oyun, İmparatorluğun Cengiz Han’dan Monke Han’a kadar uzanan döneminde meydana gelen altı önemli evreyi simgeler.
Halkın dikkatini ve hayranlığını çekmek için Kubilay geleneksel Çin kültüründe önemsenmeyen tiyatro oyunlarına arka çıkar ve hanedanda sık sık tiyatro oyunları sahnelenir. Moğol hanedan çalışanları akrobatik hareketler, duygusal müzik, renkli giysiler vs. ile çeşitlendirilen bu oyunlardan çok keyif alırlar.
Avrupa’da Shakespeare’in yapıtlarında olduğu gibi, Moğol dönemi oyun yazarları da bir yandan güç ile fazilet arasındaki ilişkiye benzer konuları ele alırken, öbür yandan da eğlenceye daha çok önem verirler .Bu arada tarih Kubilay döneminde hiçbir oyunun sansür edilmediği kaydını düşer.
Çin’de sahneye çıkma yürekliliğini gösterebilen oyuncu ve şarkıcı gibi sanatkarlar saygı ve prestij sıralamasında orospu ve cariyeler düzeyindeymişler. Moğallar bunların statülerini profesyoneller düzeyine çıkarır; oyunların pazaryerlerinde, genelevlerde ve meyhanelerde oynanmaması için özel tiyatro oyun alanları inşa ederler. Statüsü yükseltilen Çin tiyatrosu ile üstün Moğol müziğinin karışımı bugünkü Pekin Operasının temelini oluşturduğundan bugün herkes hemfikirdir.
GLADYATÖR YOK
Moğollar güreş ve okçuluktan keyif almalarına rağmen, Romalıların çok sevdiği gladyatörel oyunlara, halkın önünde hayvan doğramalara; boğa güreşi, ayı oynatma ve köpek döğüşü gibi hayvanların birbirleriyle kapıştırılmasına ilişkin Avrupa’nın geleneksel gösterilerinin hiçbirine itibar etmezler.
Üstelik bunlar, Avrupalıların idam mahkûmlarının başlarını uçurma ya da darağacında asmayı işkenceye, gösteriye veya eğlenceye dönüştürmeye benzer uygulamalara kesinlikle izin vermezler. Kiliselerin güçlü olduğu Batı Avrupa’da sık yapılan canlı canlı insan yakmaları da yasaklarlar.
Görüldüğü gibi, Moğolların yönetim anlayışları, uygulamaları ve başarıları bugünlerin sorunları için bile hâlâ hem yol gösterici ve hem de ders verici nitelikte önemlidirler, uygardırlar…
Adil ve sosyal devlet anlayışında, insan ve hayvan hakları konusunda, sanat ve sanatkârlara gösterilen saygı alanında bundan yıl evvel Moğolların ulaştığı düzeyi bugün doğuda batıda kaç devlet yakalamıştır? Daha doğrusu hâlâ o düzeye gelebilenleri var mıdır?
İşte o nedenle Moğolların lideri Cengiz Han büyük bir uygarlık yaratıcısıdır. İşte o nedenle Cengiz Han tüm Asyalı ülkelerin onur duyduğu şanlı bir tarih yapıcısıdır. İşte o nedenle Cengiz Han eşsizdir.
İşte o nedenle Sayın Celal Şengör’ün, “Cengiz Han, ortaçağda doğup ölmüştür, ama ortaçağa ait değildir. O her dahi gibi zaman ve mekânla sınırlanamaz. Bu nedenle ortaçağ tartışmalarının dışında ele alınması gerekir” şeklindeki saptaması çok doğrudur." (Bilim Teknoloji eki - İsmet Taşkale, Cumhuriyet)
seafoodplus.info
In the Middle Ages, states used violent policies to protect their existence. Violence, war, and death were the most common phenomena in this age. The preservation of nations and states was associated with these three phenomena. Mongols, one of the nations of this age with significant military potential, grew stronger in the 13th century under the leadership of Genghis Khan and formed an empire that left violent memories in world history. It was an empire of fear that stood out with its military side. The reason why the name of the empire built by Genghis Khan is associated with the words fear and death is the strategies applied in accordance with the conditions of the Middle Ages. In the Secret History of the Mongols, it is mentioned that the Mongols were subjected to attacks and insults by other nations for centuries and that they were waiting for an inn to save them from this situation. Genghis Khan, who claimed to be the holy inn expected, was successful in using both the fears of the Mongols and the fears of rival nations. The key term at this point is the concept of national honor. The fact that the Mongols were attacked and insulted for centuries is a situation that damaged their dignity. It has also cost society. Genghis Khan's rulings, impressive speeches, and war strategies are also shaped around long-damaged national dignity. He motivated the Mongols to fight, triumph and conquer, in order not to fall into a weak situation as in previous years. The Mongolian nation would grow stronger as it triumphed and not be weak like their ancestors. He designed to frighten his enemies and take advantage of their fears while giving his own nation an unstoppable war potential that motivates and feeds on its fears. Genghis Khan developed many psychological warfare strategies for this purpose and used them in wars. Many of the Mongol khans who ascended the throne after Genghis Khan, just like him, used human psychology effectively to govern this great empire that stretched from the north of the Black Sea to Anatolia, from Iran to China. They applied psychological warfare strategies designed according to the conditions of both the enemy and the war in order to keep the perception of domination strong and to create a culture of obedience. The psychological warfare strategies used by the Mongols, who placed fear at the center of their policies of domination and obedience, brought with them many torture techniques. In this study, the psychological warfare strategies used by the Mongols and the effects of their torture on people were examined and their place in the administration of the empire was evaluated.
Osmanlı döneminde en yaygın ceza yöntemlerinden biri idamdı. İnfaz kararı alınan kişi önce Topkapı Sarayı’nın ana giriş kapısı olan Bâb-ı Hümâyun ile sarayın ikinci kapısı olan Bâb’üs Selâm arasındaki Cellat Çeşmesinin önüne getirilirdi. Siyasi mahkumların infazı da burada yapıldığından bu çeşme Siyaset Çeşmesi olarak da anılırdı. Meydân-ı Siyâset Ustaları infazı gerçekleştirdikten sonra kanlı palalarını, satırlarını bu çeşmede yıkar, kelleleri ise halka ibret olsun Bâb-ı Hümâyun’un nişlerine asıp, üç gün teşhir ederlerdi. Yakalanan eşkıya reislerinin çengele vurulması, kazığa geçirilmesi, çarmıha gerilip at sırtında gezdirilmesi gibi türlü işkenceler Sultan Abdülmecide kadar sürüp giden diğer ceza yöntemleriydi.
Osmanlı döneminde öyle cezalar vardı ki ceza şölen, ölmek kurtuluş demekti.
Eşit aralıklarla düğüm atılan yün ipliği mahkumun burnundan sokup ucunu ağzından çıkararak yapılan işkence yöntemini Evliya Çelebi de Seyahatname’sinde yazdı. Bahadır Boysal ‘Osmanlı İşkenceleri ve Diğerleri’ kitabında bu işkence yöntemini böyle anlattı.
İşkencelerin Kanuni Sultan Süleyman devrinde artığı Osmanlıda kızlarını zorla evlendirmek isteyenler, genç oğlan ve kız kaçıranlar hadım edilerek, ailesinin izni olmadan bir erkeğe kaçan kızlarsa cinsel organları dağlanarak cezalandırılıyordu.
Fermanları ve el yazmalarını taklit edenlerle yalancı şahitlerin kolları dağlanıyor, ev ve harmanları ateşe verenler bir kümese konulup yakılıyor, kimileri de gözlerine kızgın demirle mil çekilerek cezalandırılıyordu.
Kanı kutsal sayılan hanedan mensupları yay kirişi ile, siyasi mahkûmlar ise yağlı kementle boğulurlardı. Bazen idamdan sonra kurbanın başı, ‘şifre’ denilen gayet keskin bir usturayla gövdesinden ayrılır, kelleleri Seng-i İbret (İbret Taşı) ile Bâb-ı Hümâyun’un nişlerine asılıp üç gün teşhir edilirdi.
Osmanlıda eşkiya ve casuslar anadan doğma soyulur, kolları ve bacakları açık şekilde çarmıh üzerine sımsıkı bağlanırdı. Ancak işkence bununla sınırlı kalmaz omuz başları, butları ve kaba etleri bıçakla oyulur buralara gayet iri yağ mumları dikilir ve yakılırdı. Çarmıh üzerindeki mahkûm bir devenin üzerinde dolaştırılarak teşhir edilirdi.
En az on yedi gün can çekiştiren ve eşine az rastlanan bir başka ceza yöntemi de sandal işkencesiydi. Mahkum aynı ölçü ve biçimde iki sandalın arasına başı ve ayakları yanlardan çıkacak biçimde yatırıldıktan sonra zorla yiyecek verilirdi. Kurban yiyecekleri yemeyi reddederse kabul edinceye kadar iğne batırıldı.İkinci aşamada ise bal ve süt karıştırılıp mahkumun ağzına doldurulur ve yüzüne sıvanırdı. Bu halde günlerce güneşin altında bekletilen ve böceklerin saldırısına maruz kalan mahkum çıldırarak ölürdü.
III. Selim zamanında sarayın önünde yüksek sesle türkü söyleyenlerden vergisini zamanında ödemeyenlere kadar pek çok kişi kazığa oturtularak cezalandırılırdı. Daha ilk düşman saldırısında askerden kaçanların önce burunları yarılır, sonra anüslerinden girip ağızlarından çıkacak şekilde kazığa oturtulurlardı. Uygulama esnasında kurbanın ölmemesi esastı. Eğer hemen ölürse cellat da öldürülürdü.
Geniş gövdeli bir çınar ağacının içi, bir insanın oturacağı kadar oyulduktan sonra mahkum buraya zincirlenir, acıktıkça da yemek verilirdi. Dışarı çıkamadığı için tuvaletini aynı yere yapmak zorunda kalan mahkum, biriken dışkının içinde çürüyerek ölürdü.
Tıraş edildikten sonra kafanın üzerine bir parça keçi derisi veya deve işkembesi geçirilen mahkum, kafası açıkta kalacak şekilde toprağa gömülüp, günlerce azgın güneşin altında bekletilirdi. Kurudukça baskı yaratan işkembe veya deri, saç tellerinin dışarıya değil içeriye doğru uzamasına sebep olurdu.
Özellikle devlete isyan eden, disiplinsiz üst düzey kimseler için uygulanan bir ceza yöntemiydi. Saray önüne asılan bir çengele bağlanan ipe asılan suçlu, aşağıdaki bir makara yordamıyla yukarı çekilip çengele yaklaştırıldı. Şayet hırsız şanslı ise; çengel ölümcül bir noktasına temas ettirilerek öldürülür, değilse günlerce kanı akıtılarak orada asılı bırakılırdı.
Bir veya birden fazla suçlu mağaraya kapatılarak içeri duman salınır, böylece ölmeleri sağlanırdı.
Keyif verici maddelere zaafiyetin eziyetsiz kalmadığı IV. Murat döneminde, tütün içenler ağızlarına tütün tıkılarak boğuluyor, ibret olsun diye de kesilen kelleleri kıraathanelerin, kahvehanelerin önüne atılıyordu. içki içenler ise kolları ve bacakları bağlanarak denize atılıyordu.
İçinde yoğun kaya tuzu bulunan balçık kazanına koyulup kızgın güneş altında bekletilen mahkum, belli bir süre sonra aniden balçıktan yukarı çekilip vücuduna mızraklarla vuruluyordu. Eğer eziyet sürecekse suçlu oradan çıkartılıp, buz gibi bir dereye atılıyordu. Ani şok kimi zaman mahkumun felç geçirmesine sebep oluyordu.
Moğol İmparatoru Cengiz Han, mezarını hiç kimselerin bulamayacağı bir yere yaptırmak için iki bin kişi görevlendirmiş, mezar bittikten sonraysa bu görevlileri çöle sürüp hepsinin göz kapaklarını kestirmişti. Bu görevlileri çöle getiren yüzlerce görevli de başı kesilerek öldürülmüştü.
Mahkumun derisi bir bıçakla soyulduktan sonra ya ibret olsun diye ağaca asılır ya da denize atılırdı.
Mahkum çıplak bir şekilde ortası delik olan bir sandalyeye oturtulur sıcak ortamlarda hareketlenen fare, çıkacak bir yer bulamadığı için makat deliğinden kemirmeye başlayarak iç organlara doğru ilerlerdi.
Kıpırdamasını engellemek için uzun bir sopaya bağlanan ayaklara vurularak yapılan bu işkence yöntemine sıklıkla başvurulurdu.
İlk defa hırsızlık yapan kişinin sol eli, ikinci defa hırsızlık yapanın sağ ayağı, üçüncü defa hırsızlık yapanın sağ eli, dördüncü defa hırsızlık yapanın sol ayağı kesilirdi.
Kurbanın ağzından aşağı sokulan bir borudan içine kurşun dökülürdü.