ne olursan ol yine gel kimin sözü / ‘Ne olursan ol, yine gel’ sözü Mevlana’nın mı? - Güncel Haberler Milliyet

Ne Olursan Ol Yine Gel Kimin Sözü

ne olursan ol yine gel kimin sözü

'Ne olursan ol, yine gel' s&#;z&#; Mevlana'ya ait değil iddiası

Her yıl Konya’da 17 Aralık günü düzenlenen ’Şeb-i Arus’ törenlerinin tarihinin yanlış olduğunu öne süren Hz. Mevlana Celaleddin Rumi Torunları Derneği Genel Sekteri ve Mevlevi Postnişini Mehmet Çipan, "Hz. Mevlana’nın yaşadığı dönem, Hicri Takvim vardı. Hicri Takvim’e göre de 5 Cemaziyelahir günü Hakk’a vuslat etmiştir. 5 Cemaziyelahir, bu yıl 21 Şubat’ı 22 Şubat’a bağlayan geceye tekabül ediyor" dedi. Şeb-i Arus törenlerinin de gerçeği uygun yapılmadığını savunan Çipan, Mevlana’nın 7 öğüdü olarak bilinen sözlerin Mevlana’ya ait olmadığını belirtti.


'HİCRİ TAKVİME GÖRE ÖLÜM TARİHİ 17 ARALIK DEĞİL'


Mevlana’nın ölüm yıldönümü nedeniyle her yıl Konya’da Aralık tarihleri arasında anma törenleri düzenleniyor. Bu yıl 7 Aralık’ta başlayan etkinlikler 17 Aralık günü, düğün gecesi anlamına gelen ’Şeb-i Arus’ törenleriyle sona eriyor. Mehmet Çipan, Mevlana’nın hicri takvime göre ölüm tarihinin 17 Aralık günü olmadığını ve bu törenlerin her yıl yanlış tarihlerde düzenlendiğini ileri sürdü. Çipan, şöyle konuştu:

'BU YIL 21 ŞUBAT'I 22'İ ŞUBAT'A BAĞLAYAN GECE'


"Mevleviler her yıl Şeb-i Arus’u, yani ’Düğün gecesini’ kutlar. Mevleviler; Hz. Mevlana’dan bugüne kadar ölümü, şenlik olarak, Allah’a kavuşma olarak, düğün olarak arzulayan yaşayan insanlardır. Bizim dervişlerimizin tamamı ölümü, gülücükler saçarak karşılayan Azrail’e selam vererek karşılayan dervişlerdir. Bu yıl kutlanması gereken tarih 5 Cemaziyelahir’dir. Hz. Mevlana’nın yaşadığı dönem, Hicri takvim vardı ve hicri takvime göre de 5 Cemaziyelahir günü Hakk’a vuslat etmiştir. 5 Cemaziyelahir, bu yıl 21 Şubatı 22 Şubat’a bağlayan geceye tekabül ediyor. Mevleviler kendi içlerinde yılının Şubat tarihlerinde Şeb-i Arus günün zikirlerle, dualarla ve mukabeleyle kutlayacaklar. Aslında yapılması gereken de budur."

Ne olursan ol, yine gel sözü Mevlanaya ait değil iddiası

'ŞEB-İ ARUS ASLINA UYGUN YAPILMIYOR'


Düzenlenen törenlerin aslına uygun yapılmadığını ifade eden Çipan, "Şu an da Kültür Bakanlığı koroları tarafından düzenlenen 17 Aralık Hz. Mevlana ihtifal haftası denen, vuslat yıldönümü törenleri, ağırlıklı olarak sema mukabelesi üzerindedir. Buralarda evrat ve ez kar yoktur. Dolayısıyla salavatın, salanın, zikrin olmadığı, helva ve şerbet ikramlarının olmadığı, ölümü bir düğün gecesi olarak addettirecek mukabelelerin yapılmadığı törenler, ’Şeb-i Arus’ törenleri değildir. Daha çok anma şeklindedir." diye konuştu.

'AZRAİL ALEYHİSSELAM'DAN BAŞKASINA GEL DEMEMİŞTİR'


Çipan, Mevlana’nın 7 öğüdü olarak bilinen sözlerin, Mevlana tarafından söylenmediğini ileri sürdü. Çipan, 7 öğüdün arasında yer alan ’Gel ne olursan ol, yine gel’ sözünün Horasanlı Ebu Said-i Ebu’l Hayr’a ait olduğunu belirterek, şöyle konuştu:

"Hz. Mevlana, Azrail Aleyhisselam’dan başkasına gel dememiştir. Hz. Mevlana’nın, ’Gel ne olursan ol yine gel’ diye bir beyti, divanı yoktur. Böyle bir söz söylememiştir. Bu söz Horasanlı Ebu Said-i Ebu’l-Hayr’a aittir. Hz. Mevlana’ya ait olmadığı kesindir. Ancak, bugün birçok belediye, birçok kamu kurumu, birçok televizyon, gazete, köşe yazarları, bestekarlar, Hz. Mevlana’ya, bize göre tapınakçıların atfettikleri, Mevleviliği, hoşgörü ve dinler arası diyalog safsatalarına uydurmaya çalışanların atfettiği bu gel beytini besteleyip, duvarlarına, kitaplarına, kapaklarına yazıp ortaya koymaktadırlar."

İsmail AKKAYA - Hasan DÖNMEZ / KONYA, (DHA)

“Yine Gel…” Rubâîsine Dair

Mevlânâ’ya Atfedilen “Yine Gel…” Rubâîsine Dair

ÖZET

Mevlânâ’ya Atfedilen “Yine Gel…” Rubâîsine Dair “Gel, gel, ne olursan ol, yine gel” Mevlânâ’ya nispet edilen ve en çok iktibas olunan şiirlerden birisidir. Bununla birlikte, bu dörtlük otantik olarak Mevlânâ’ya nispet edilmemekte ve onun kaynağı tam olarak bilinmemektedir. Araştırmalarımız sonrasında ulaştığımız sonuç, bu rubainin aynı zamanda Ebû Said-i Ebu’l-Hayr ve başka bazı sufi şairlere de nispet edildiğidir. Dolayısıyla bu rubainin yazarının kim olduğuna ilişkin net bir bilgiye sahip değiliz.

Anahtar Kelimeler: Mevlânâ, Ebû Saîd-i Ebu’l-Hayr, Baba Efdal.

ABSTRACT

About a Quatrain Attributed to Mawlana: “Come, come again, whoever you are” “Come, come, whoever you are, come again” is one of the most frequently quoted poems attributed to Mawlana. However, this quatrain is not authentically ascribed to Mawlana and its origin is not known very well. After the results of our research we have reached that this quatrain also attributed to Abu Said Ibn Abi’l-Khayr and some other sufi poets. Therefore we don’t have accurate knowledge about this quatrain who has written by.

Keywords: Mawlana, Abu Said ibn Abi’l-Khayr, Baba Afdal.

Bâz â bâz â her ân çi hestî bâz â

Ger kâfir u gebr u but-perestî bâz â

În dergeh-i mâ dergeh-i nevmîdî nîst

Sad bâr eger tevbe sikestî bâz â

“Yine gel, yine gel! Kim olursan ol, yine gel! Kâfir, mecûsî, putperest olsan da yine gel! Bu bizim dergâhımız ümitsizlik dergâhı değildir. Yüz kere tövbeni bozmuş olsan da yine gel!”

Mevlânâ’nın en önemli evrensel mesajlarından biri olarak nitelendirilen bu meşhur rubâî etrafındaki tartışmaların, ülkemizde en az yarım asırlık bir serüveni var. Bu konu, zaman zaman gündemde yerini alıyor; birçok isim, söz konusu manzûmenin Mevlânâ’ya ait olup olmadığı ve muhtevası üzerine görüş bildiriyor.

Genel kanaat, bu sözün Mevlânâ düşüncesine ters düşmediği, fakat herkesin kendi anlayışına ve mesrebine göre onu yorumladığı şeklindedir. “Gel de olduğun gibi kal” seklinde anlaşılabilecek bir yoruma bizim de katılmamız, mümkün değildir. Ayrıca bu rubâînin diğer ülkelerde bu kadar dikkat çekmediğini de belirtmeliyiz.

Bu yazıda rubâînin muhtevasına daha fazla girmeden, konuyu teknik yönden ele alıp imkân nispetinde kaynaklara inmeye çalışacağız ve onun Mevlânâ’ya nasıl izâfe edildiği üzerinde duracağız.

Mevlânâ’nın eserlerini, bizzat kendisinin yazmadığı, umûmen bilinen bir husustur. Mektupları yanısıra, çeşitli şiirleri, pasajları kendisinin karalamış veya yazmıs olabileceği tabiidir. Mevlânâ Müzesi’nde sergilenen ve Kültür Bakanlığı tarafından tıpkıbasımı yapılan / tarihli Mesnevî nüshasının sonunda eserin, Çelebi Hüsâmeddin tarafından “Mevlânâ’ya okunan” nüshadan temize çekildiğine dair kayıt vardır.

Yaklaşık kırk bin beyitlik Dîvân-ı Kebîr’i meydana getiren siirler için böyle bir denetim söz konusu olamamıştır. Dolayısıyla gerek mahlâs benzerliği, gerek (bilhassa Safevîler döneminde) bazılarındaki Şiîlik gayreti, gerekse başka sebeplerle aslında Mevlânâ’ya ait olmayan birçok şiir, Dîvân-ı Kebîr nüshalarına girmiştir.1

Eserin bilimsel metnini, 9 eski yazmayı karsılaştırarak 8 büyük ciltte ortaya koyan dünyanın sayılı Mevlânâ mütehassıslarından İranlı âlim merhum Bedîuzzaman Furûzanfer (v. ), Dîvân’daki başkalarına ait gazelleri olabildiğince ayıklamıştı.2 Fakat rubâîler için aynı şeyi söyleyemiyoruz. Nâsir, rubâîleri ihtiva eden VIII. cildin önsözünde, nesre hazırlanan rubâîlerin hepsinin Mevlânâ’ya ait olmadığını, bunlar arasında, Mevlânâ’dan önce veya onunla aynı asırda yaşamış başka mutasavvıflara nispet edilmiş rubâîler bulunduğunu, kısmet olursa ayrı bir ciltte manzûmelerin kaynak yönünden kritiğini yapacağını bildirmişse de maalesef, bu değerli hizmeti gerçekleştiremeden Hakk’a kavuşmuştur.

Onun sözünü ettiği problem, başka uzmanların da beyan ettiği üzere bilhassa rubâî yazan veya söyleyenler için geçerli bir durumdur. Çünkü Fars edebiyatında, XIII. yüzyıldan sonra istiklâlini kazanıp umûmun ortak beğenisini kazanan ve “hikmet siiri” haline dönüşen “gazel”den önce hatiplerin, vâizlerin, sohbeti çok seven mutasavvıfların gözdesi, “rubâî” idi. Hatipler konuşmalarını, edipler yazılarını, içerisinde veciz ifadeler, derin manalar taşıyan bu iki beyitlik manzûmelerle süslerlerdi. Fakat içinde mahlâs bulunmadığından, zikredilen hangi rubâînin kime ait olduğu ekseriya bilinmez ve tabii çoğu zaman da söyleyene mâl olur; defterlere, mecmualara öyle geçerdi. Nitekim aynı rubâînin birkaç saire nispet edildiği de görülmektedir. Bunda fikirlerdeki beraberlik ve benzerliğin, ilim ve hikmetin müslümanlar arasında ortak olduğu düşüncesinin de önemli rolü vardı.

Horasan’ın Mihene beldesinden olan ve gerek yasayışıyla, gerekse fikirleriyle Mevlânâ’ya çok benzeyen büyük mutasavvıf Ebû Saîd-i Ebu’l-Hayr’ın (v. ) rubâîleri, konumuz için tipik bir örnektir. Menkıbelerinde verilen bilgilerden anlaşıldığına göre, vaazlarında, sohbetlerinde şiir okumayı ve semâ (yani ilâhiler esliğinde ekseriya toplu ve hareketli zikir) yapmayı bir hayli seven Ebû Saîd’in kendine ait rubâîsi çok değildir. Konuşmalarında genellikle başka mutasavvıfların şiirlerini insâd etmiştir.

Onun şiirlerini çeşitli kaynaklardan derleyip Suhenân-ı Manzûm-i Ebû Saîd-i Ebu’l-Hayr (hs./) ismiyle neşreden değerli âlim Said Nefîsî (v. ), eserde yer alan küsür rubâîden önemli bir kısmının, Ebû Saîd’in kendinden önce ve sonra yasamış başka şairlere de nispet edildiğini söylüyor.3 Bu şairler Hâce Abdullâh-i Ensârî-i Herevî, Ömer Hayyâm, Ferîdüddîn-i Attâr, Necmeddîn-i Kübrâ, Evhadüddîn-i Kirmânî gibi ekseriyetle Horasan bölgesinde veya yakınlarında yasamış mutasavvıflar ve şairlerdir. Nâsir, tespit edebildiği bu tür manzûmelerin numaralarını vermektedir ki orada Mevlânâ’ya nispet edilen otuz adet rubâî vardır.

Ebû Saîd’in durumu biraz farklı olsa da diğer rubâî yazanlar için vaziyet çok farklı değildir. Nitekim İranlı mutasavvıf ve düşünür Baba Efdal’in (v. ) yine Said Nefîsî tarafından Rubâiyyât-ı Baba Efdal-i Kâsânî (hs./) ismiyle yayınlanan rubâîsinden birçoğu başka şairlere de (18 tanesi Mevlânâ’ya) nispet edilmektedir.4

Yine biz detaylı olmayan bir karsılaştırmada Sultan Veled Dîvân’ında yer alan rubâîden on tanesinin; kezâ Mevlânâ’nın torunu Ulu Ârif Çelebi’nin 80 rubâîsinden iki tanesinin Furûzanfer’in nesrettiği Dîvân-ı Kebîr’de de bulunduğunu tespit ettik.5 Bu örnekler çoğaltılabilir. Nitekim Zebîhullah Safâ da meşhur edebiyat tarihinde çeşitli vesilelerle konuya değinmis ve genel olarak bu sorunun varlığına dikkat çekmiştir.6

Yazımıza konu olan rubâî, Rubâiyyât-ı Baba Efdal-i Kâsânî’de 7 numara ile Baba Efdal’in rubâîsi olarak yer almakta, Ebû Saîd’e de nispet edildiği belirtilmektedir. Nefîsî, Baba Efdal’in rubâîlerinin Ebû Saîd’e nispet edilmesini doğru bulmamakta7 (s. 53); ancak rubâî söyleyenlerin ekseriyetle mutasavvıf olduğu için eski ve muteber kaynaklar bulunmadıkça hangi rubâînin kime ait olduğunu teşhisin zorluğunu dile getirmektedir. (s. 85)

Mezkûr rubâî, Suhenân-ı Manzûm-i Ebû Saîd-i Ebu’l-Hayr’da ise 21 numara ile Ebû Saîd’in rubâîsi olarak yer almaktadır. Nâşir, giriş bölümünde (s. 56), rubâînin Baba Efdal-i Kâsânî’ye de nispet edildiğini, Hâce Abdullâh-i Ensârî ve Ömer Hayyâm gibi Baba Efdal’in de Ebû Saîd’in rubâîlerine özel ilgi gösterdiğini, onun rubâîlerinde kullandığı kafiye ve redifleri kendisinin de kullandığını belirtmiştir.

“Bâz â bâz â her ân çi hestî bâz â” manzûmesi için Rubâiyyât-ı Baba Efdal-i Kâsânî’de 8 adet kaynak gösterilmektedir.8 Bunlar, rubâîleri ihtiva eden müstakil eserlerle tezkire türünde kitaplardır ki içlerinde Takiyyüddîn-i Evhadî’nin (v. ) Arafâtü’l-âşıkîn’i, Lutf Ali Beg Âzer’in (v. ) Âteşkede’si, Ziya Paşa’nın (v. ) Harâbât’ı gibi tanınmıs kaynaklar da vardır.9 Suhenân-ı Manzûm-i Ebû Saîd-i Ebu’l- Hayr’da ise 6 adet kaynak zikredilmiştir Eski ve tanıdık müelliflere ait olmayan ve çoğu Hindistan’da basılmış bulunan bu eserleri görme imkânımız olmadı. Ancak yazarlarına, nâşirlerine ve ait olduğu yıllara bakılırsa, rubâînin Ebû Saîd’e nispeti konusunda kuvvetli delil olarak görünmemektedirler. Hâsılı, söz konusu 14 kaynaktan hiçbirisi, bu rubâîyi Mevlânâ’ya atfetmemiştir.

Bazı ilim adamları ve uzmanların da ifade ettiği üzere bu rubâî, Mevlânâ’nın eserlerinde geçmiyor Ebu Saîd ve Baba Efdal’in siirleri arasında yer alan birçok rubâî, çesitli yazma nüshalarda Mevlânâ’ya nispet edildiği halde söz konusu rubâînin gerek Dîvân-ı Kebîr nüshalarında, gerekse diğer eserlerde yer almamış olması dikkat çekicidir.

Bu rubâînin Mevlevî kaynaklarına girişi hususunda ise XVI-XVII. yüzyılın önemli mutasavvıf ve âlimlerinden Galata Mevlevîhanesi şeyhi İsmâil-i Ankaravî’nin (v. ) Mevlevî tarîkatnâmesi olan Minhâcü’l-Fukarâ isimli eserinin rol oynamış olabileceğini tahmin ediyorum. Eserin birinci kısım, altıncı babında rubâînin sadece ilk mısraı, kime ait olduğu belirtilmeden zikrediliyor Buradan hareketle sonraki yüzyıllarda belki bazıları onu Mevlânâ’ya ait sanmış olabilir. Ancak yine de Mevlevî çevrelerince ona temkinli yaklaşıldığını tahmin edebiliriz. Nitekim Mevlevî kültürüne ait meşhur eserlerde bu şiir görülmediği gibi, içlerinde Mevlânâ’ya ait olan veya ona nispet edilen pek çok rubâînin yer aldığı Mevlevî âyinlerinde de ona rastlanmıyor.

Tahminimizce Mevlânâ’nın “Gel, gel” yahut “Gelin, gelin” sözleriyle başlayan birçok manzûmesi bulunduğundan ve eserlerinde sıkça umut asılayan sözlere yer verdiğinden dolayı bu şiir, bilhassa yakın zamanlarda, böylece kendisine yakıştırılmış olmalıdır.

Rubâînin Cumhuriyet döneminde bu kadar çok yayılmasında, belli anlayıştaki kişilerin gayretleri kadar, onu Mevlânâ’ya nispet eden ilim adamımız Abdülbaki Gölpınarlı’nın da rolü olduğu malûmdur. Gölpınarlı, Mevlânâ Celâleddin (İstanbul, ) ve Mevlânâ’dan Sonra Mevlevîlik (İstanbul, ) adlı eserlerinde söz konusu rubâîden bahsetmezken onu, yılında nesrettiği rubâîler tercümesine –çeviriye esas aldığı yazmada bulunmamasına rağmen– katmış ve su açıklamayı yapmıştır: “Bu rubâînin Baba Afdal-i Kâşî’ye ait olduğunu söyliyenler varsa da, onun neş’esine uymadığı gibi çağında yazılmış bulunan ve Nûr-i Osmanî kütüphanesinde bulunan rubâîlerinin arasında da yoktur. Konya Mevlânâ Müzesi Kütüphanesi’nde numarada kayıtlı bulunan ve başıyla sonu sonradan eklenmiş olan, müntehabât diyebileceğimiz Divan nüshasının son yaprağında, son rubâî olarak bu rubâî yazılıdır. Ayrıca, aynı kütüphanede numarada kayıtlı bulunan Muharrem’inde Derviş Muhammed Aliyy-al Mavlavî tarafından yazılmıs olan Minhâc-al Fukarâ’nın ilk yaprağında [şu] iki sekilde kayıtlıdır.”13 Aynı tespit ve kanaat, onun Dîvân-ı Kebîr’den Seçmeler adlı eserinde tekrarlanmıstır

Gölpınarlı, Baba Efdal için mezkûr yazmadan başka kaynak olarak Müctebâ Minovî ve Yahyâ Mehdevî’nin Musannefât-ı Efdalüddin Muhammed-i Merakî-i Kâşânî (Tahran, hs./) adlı eserini zikretmis; Said Nefîsî’nin Ebû Saîd ve Baba Efdal ile ilgili çalışmalarından bahsetmemiştir. Ayrıca yazar, Konya Mevlânâ Müzesi Yazmaları isimli katologunda Minhâcü’l-Fukarâ bahsinde de, “Bu rubâînin iki tarzda intikali de kesinlikle göstermektedir ki rubâî Mevlânâ’nındır” şeklinde kanaatini açıkça belirtmistir

Mevlânâ ve mevlevîlik konusunda ülkemizde yetişen en önemli ilim adamlarından biri olan ve bu alandaki hizmetlerini daima takdirle, şükranla andığımız merhum Gölpınarlı’nın zaman zaman ilmî disiplinden koparak duygusal davrandığını, üslûbuna dikkat etmeyip, yanlış anlamalara sebebiyet verdiğini biliyoruz.

Maalesef bu konuda da öyle olmus, kendisi büyük birikimine ve vukûfuna rağmen iyi bir araştırma yapmadan, zayıf delillerle ve kendi tahminleriyle bu rubâîyi Hz. Mevlânâ’ya ısrarla nispet etmiş, ondan sonra da Mehmet Önder gibi takipçilerinin desteği ile tartışmalar sürüp gitmiş; birçok konuda olduğu gibi, mesele ilmî zeminlerde, serinkanlılıkla ele alınmak yerine kamuoyuna mâl edilmiş, yıllarca çatışma ve polemik konusu yapılmıştır

Sonuç olarak mevcut verilere göre bu rubâî, Mevlânâ ve Baba Efdal’den iki asır önce yasamış olan Ebû Said’in fikirlerine ve üslûbuna daha uygun düşüyorsa da onun, kaynaklar itibariyle Baba Efdal’e nispeti daha kuvvetli görünmektedir.

Mevlânâ’ya ait olması ise çok zayıf bir ihtimaldir. Rubâîlerde özellikle mahlas bulunmamasından doğan karışıklık sebebiyle, güçlü deliller olmaksızın bir rubâî, “kesin olarak şu şaire aittir” denemez.

* Dr., Selçuk Ü. Fen-Edebiyat Fakültesi Emekli Öğretim Üyesi. ([email protected])

1 Bediüzzaman Furûzanfer, Mevlânâ Celâleddin (çev. F. Nâfiz Uzluk), İstanbul: MEB, , s. vd.; Zebîhullah Safâ, Târîh-i Edebiyyât der Îrân, Tahran, hs./, III, s.

2 Bediüzzaman Furûzanfer, Külliyyât-ı Şems yâ Dîvân-ı Kebîr I-VIII, Tahran, hs./

3 Said Nefîsî, Suhenân-ı Manzûm-i Ebû Saîd-i Ebu’l-Hayr, Tahran, hs./, giriş bölümü, s. 56,

4 Said Nefîsî, Rubâiyyât-ı Baba Efdal-i Kâsânî, Tahran, hs./, s.

Ben, Furûzanfer’in Dîvân-ı Kebîr neşri ile yaptığım karsılaştırmada Ebû Saîd’e ait 30 ve Baba Efdal’e ait 18 rubâîden ancak bazılarını bulabildim; buna karşılık nâşirin zikretmediği daha başka müşterek rubâîler gördüm. Çünkü Nefîsî eserlerini yayınladığında, Furûzanfer henüz Dîvân-ı Kebîr’in ilmî neşrini gerçekleştirmemişti.

Dîvân-ı Sultan Veled (nsr. F. Nâfiz Uzluk), Ankara, 26, 34, 50, , , , , , , nolu rubâîler; Ulu Ârif Çelebi’nin Rubâîleri (seafoodplus.info trc. F.Nâfiz Uzluk), İstanbul, , 11 ve 30 nolu rubâîler. Şefik Can merhumun nesrindeki rubâîlere göre ise bahis konusu rakamlar daha fazladır.

6 Safâ, Târîh-i Edebiyyât der Îrân, I, s. ; III, s. ; III, s.

7 Nâşir, diğer eserde bu kanaatini değiştirmiş görünüyor.

Rubâiyyât, s. 86, 87; toplam kaynak sayısı 30’dur.

9 Krs. Lutf Ali Beg Âzer, Âteşkede-i Âzer (nsr. Mîr Hâsim), Tahran, hs./, s. Ziyâ Pasa, Harâbât, İstanbul, /, II, s.

10 Suhenân-ı Manzûm, s. vd. (Bkz. 48, 84, 89, 90, 92, 95 nolu eserler); toplam kaynak sayısı
99’dur.

11 Rubâî, Furûzanfer’in Dîvân-ı Kebîr neşrinde, Veled Çelebi’nin neşrettiği Rubâiyyât-ı Hazret-i Mevlânâ’da (İstanbul, /) yoktur. Şefik Can’ın Hz. Mevlânâ’nın Rubâîleri isimli çalısmasında yer almaktadır (Konya, , I, s. 32, no: 83). Ancak yazar, bu rubâîyi yazma eserlerde bulamadığını belirtmiş ve muhtevasıyla ilgili görüsünü bildirmiştir.

12 İsmâil Ankaravî, Minhâcü’l-Fukarâ, Mısır, /, s. 45; Fakirlerin Yolu (sad. Saadettin Ekici), İstanbul, , s.

13 A. Gölpınarlı, Rubâîler, İstanbul, , s. 23, no: Mütercim, önsözde rubâînin, tercümeye esas olan yazmada bulunmadığını belirtiyor; fakat esere karışmış başka şairlerin rubâîlerinden söz etmiyor. Gölpınarlı’nın Mevlânâ Müzesi görevlilerinden M. Necati Elgin’e (v. ) yazdığı tarihli mektuptan, rubâînin yer aldığı iki kaynağın kendisine, Elgin tarafından haber verildiği anlaşılıyor. (Bkz. Merhaba Gazetesi Akademik Sayfalar, , seafoodplus.info, S, s. , nsr. Ali Işık.) Şefik Can Bey de bir röportajda rubâîyi Gölpınarlı’ya Necati Bey’in haber verdiğini söylüyor.

14 A. Gölpınarlı, Dîvân-ı Kebîr’den Seçmeler, İstanbul, , no: LV (MEB, Temel Eser: 37) Yazar orada bu rubâînin, Zümer Sûresi âyetlerin meâli olduğunu belirterek, “yoksa bazılarının kasıtlı anlayışını vermiyor” demektedir.

15 A. Gölpınarlı, Konya Mevlânâ Müzesi Yazmaları, İstanbul, , II, s. , Yazar, aynı katalogda bu rubâînin, XV. yüzyıl başlarında yazılmış numaralı, öğütler içeren, başı ve sonu noksan, adı bilinmeyen bir kitapta bulunduğu zikrediyor; fakat orada da “Mevlânâ’ya aittir” denilmiyor (II, s. 35). Minhâcü’l-Fukarâ’nın kapak sayfasına şair ismi zikredilmeden bu rubâînin tamamının, iki şekilde yazılmasının sebebi, kanaatimizce eserin içinde geçen “Bâz â bâz â her ân çi hestî bâz â” mısraının, tavzihi ve ikmâli içindir. Yazarın bu mısradan söz etmemesi, onun mezkûr eserde yer aldığının farkında olmadığını göstermektedir.

16 Meselâ bkz. M. Önder, “Bir iddiaya Cevap: Yine Gel, Yine Gel Rubâîsi Mevlânâ’nındır”, I. Milletlerarası Mevlânâ Kongresi-Tebliğler, Konya, , s. ; M. Necati Sepetçioğlu, “Gel Gel Çağrısı Üzerine Tartısmalar”, III. Millî Mevlânâ Kongresi-Tebliğler, Konya, , s. Sayın Önder ve Sepetçioğlu, Ebû Saîd ve Baba Efdal haricinde rubâînin nispet edildiği başka sairlerin isimlerini zikretmişlerse de hiçbirisi için kaynak göstermemişlerdir.

Tasavvuf Dergisi

 

kaynağı değiştir]

Gel, gel, ne olursan ol, yine gel,
İster kafir, ister mecusi,
İster puta tapan ol, yine gel,
Bizim dergahımız, ümitsizlik dergahı değildir,
Yüz kere tövbeni bozmuş olsan da, yine gel
Şu toprağa sevgiden başka bir tohum ekmeyiz biz
Beri gel, beri&#;! Daha da beri&#;! Niceye şu yol vuruculuk?
Mademki sen bensin, ben de senim, niceye şu senlik benlik
Ölümümüzden sonra mezarımızı yerde aramayınız!
Bizim mezarımız âriflerin gönüllerindedir.

Ayrıca bakınız[değiştir

27/09/

Mevlâna'nın diye bildiğimiz rubai şu şekildedir:

"Gel, gel, ne olursan ol yine gel
İster Kâfir, ister Mecusi, ister puta tapan ol, yine gel
Bizim dergâhımız, ümitsizlik dergâhı değildir
Yüz kere tövbeni bozmuş olsan da yine gel"

Bu şiir Mevlâna'ya atfedilir, Mevlâna'nın bilinir. Ancak şiir Mevlâna'nın değil Orta Asyalı ünlü sufi Ebu Said-i Ebu'l-Hayr'a aittir ve "Rubaiyyat-ı Baba Efdal-i Kasani" adlı eserde 7 numara ile "Baba Efdal"'in rubasi olarak yer alır. (Yakup Şafak, Mevlana'ya Atfedilen Yine Gel Rubaisine Dair, Tasavvuf İlmi ve Akademik Araştırma Dergisi, )

İlber Ortaylı, Mevlâna'nın hiçbir kitabında bu dizelerin bulunmadığını, bu şiirin Mevlana'dan sonra ona isnad edildiğini ifade eder. Mevlâna'nın beyitlerinin yer aldığı Divan-ı Kebir nüshalarında bu dizeler başlangıçta yer almışsa da daha sonraki baskılarında hata fark edilerek çıkarılmıştır. Mevlâna'nın ‘'Mesnevi''si altı cilt olup, bu rubai Mevlâna'ya ait olmayıp ona atfedilen Mesnevi'nin yedinci cildinde geçmektedir.

Söz konusu olan rubainin Farsça orijinali şu şekildedir:

"Bâz â! Bâz â! Her ân çi hestî bâz â
Ger kâfîr u gebr u bût-perestî bâz â
În dergâh-i mâ dergâh-i nevmî dî nîst
Sad bâr eger tevbe-şikestî bâz â"

Farsça'da ‘'bâz â''nın mastar şekli, ‘'bâz amadan''dır ve ‘'pişman olmak'', ‘'tövbe etmek'', ‘'yapılan hareketten vazgeçmek'' anlamındadır. Ancak sözcüğü "bâzâ" şeklinde alırsak o zaman bu sözcük Farsça'da "yine, tekrar gel" anlamına gelmektedir. Dolayısıyla rubainin doğru tercümesi de şu şekildedir:

"Vazgeç (tövbe et), vazgeç, her neysen vazgeç,
Eğer Kâfir, mecusi, putperest isen vazgeç,
Bizim dergâhımız umutsuzluğun dergâhı değildir.
Yüz kere tövbeni bozsan da vazgeç."

Aslında önemli olan bu rubainin Mevlâna'ya ya da Ebu Said-i Ebu'l-Hayr'a ait olup olmaması değildir. Önemli olan birliğin, beraberliğin, hoşgörünün, Allah'ın yarattığı farklılığın zenginlik olarak görülmesinin dörtlük haline getirilmiş olmasıdır.

Mevlâna'ya ait olan bu anlama yakın rubai ise şu şekildedir:

''Şu toprağa sevgiden başka bir tohum ekmeyiz,
Şu tertemiz tarlaya sevgiden başka bir tohum ekmeyiz biz
Beri gel, beri ! Daha da beri ! Niceye şu yol vuruculuk ?
Mademki sen bensin, ben de senim, niceye şu senlik benlik''

Görüldüğü gibi Mevlâna'ya ait diye bildiğimiz "Gel, gel, ne olursan ol yine gel'' diye başlayan rubainin Mevlâna'ya ait olmaması onun büyüklüğünden, onun insan sevgisinden, onun Allah'ın yarattığı farklılıklara hoşgörüsünden bir şey eksiltmez.

Nam-ı diğer ‘'Şark Bülbülü'' (ki bu lakabı ona Atatürk takmıştı), Diyarbakır Ulu Camii Müezzini Celal Güzelses'in ‘'Yaş Destanı'' isimli türküsünün son iki dizesi şöyle idi:

"Beni ağlatma ki sen de gülesin,
Hem murada, hem maksuda eresin!.."

Bu sözler Anadolu'nun bin yıllık feryâdı idi, bu sözler Anadolu'nun bin yıllık figânı idi. Hayatın özü de bu sözlerde gizli idi

Şeyh Edebali de Osman Gazi'ye söylemez miydi: "İnsanı yaşat ki devlet yaşasın!"

Ayet de, Mevlâna da, Ebu Said-i Ebu'l-Hayr da, Şeyh Edebali de aynı şeyleri söylüyor aslında: sevgi, sevgi sevgi

Tarihçi Cemal Kutay'ın bir programında anlatmıştı; sadrazamın biri padişaha "Kan döneminin bittiğini bu millete inandırmamız lazım" demiş.

Anadılu'da bugün analar ağlıyor, dul kalmış eşler, gelinler ağlıyor, yetim kalmış bebeler ağlıyor, bir millet kan ağlıyor

Sadrazamın dediği gibi birilerinin kan döneminin bittiğini bu millete inandırması lazım

Nasıl mı?

Cevabı Mevlâna'da gizli, Ebu Said-i Ebu'l-Hayr da gizli, sevgi de gizli sevgi de, insanı yaşatmada gizli, insanları güldürüp, hem murada, hem maksuda ermede, erdirmede gizli



nest...

batman iftar saati 2021 viranşehir kaç kilometre seferberlik ne demek namaz nasıl kılınır ve hangi dualar okunur özel jimer anlamlı bayram mesajı maxoak 50.000 mah powerbank cin tırnağı nedir