nefes vermek tasavvuf / NEFES - TDV İslâm Ansiklopedisi

Nefes Vermek Tasavvuf

nefes vermek tasavvuf

 

“Her nefeste Allah adın de müdam

Allah adıyle olur her iş tamam”

Süleyman Çelebi

Nefes; yâni akciğerlere hava alıp verme ve bu yolla alınıp verilen hava, soluk mânâsıyla canlılığın devâm ediyor olmasında en önemli husûsu ifâde eder. Buna göre nefes alan yaşıyor, nefesi biten ölmüş demektir. Yine nefes yâhud nefeslenmek “rahatlık, ferahlık duyma” mânâsında da gelir. Bir sonraki anlam genişlemesinde ise nefesi şifâ maksadıyle veya nazara karşı bir kimseyi okumak, belli bir işin olması için gönülden duâ etmek” mânâsına da gelir.

Nefes kavramı asıl geniş ve zengin mânâsını ise Tasavvufta ve buna bağlı olarak sûfî anlayışta kazanır. Bu anlayışta nefes, “âşıkın mâşukla, sâlikin Hakk’la ünsiyet hâlinde iken âşıkın yâhud sâlikin ilâhî aşk ateşiyle yanıp tutuşan kalbinin bu ateşin hafiflemesi netîcesinde rahatlığa kavuşması” demektir. İşte bu rahatlama sürecinde hissedilen duygular dile de dökülür ve Dînî-tasavvufî Türk edebiyatında tasavvufî duyuşları dile getiren manzûmeler de “nefes” adını alır. Bunlar günlük dilde olduğu gibi “duâ” olarak da adlandırılır. Bu arada nefes teriminin daha çok Alevî-Bektâşî şiirinde sıkça kullanıldığını, Sünnî gelenekte bu terimin yerini “ilâhî” teriminin aldığını da söylemiş olalım.

Bu kavrama verilen anlamın sûfî telakkîlere göre değişiklik göstermesi konunun önemini azaltmaz. Burada önemli olan bu kavramın taşıdığı mânâdır. O da başta da söylenildiği gibi nefesin kalbi mutmain hâle getirmesidir.

Hacı Bektaş’ın Nefesi

Bilindiği gibi Yûnus Emre’nin hikâyesinde de nefes kavramı önemli bir yer tutar. Hikâyenin başlangıcında Yûnus Emre, Hacı Bektaş’a buğday istemek için gider. Eli boş gitmemek için de dağdan alıç toplayıp götürür. Hacı Bektaş Velî, ondaki bu ruh inceliğini görünce ona buğday yerine nefes vermeyi teklîf eder. Yûnus, nefesin mânâ ve değerini o süreçte bilmediği için “Nefesi ne yapayım bana buğday gerek.” der. Hacıbektaş, bunun üzerine: “Getirdiğin alıcın her tanesine bir nefes verelim.” demesine rağmen Yûnus bunu kabul etmez, çoluk çocuğu olduğunu, nefesin onların karnını doyurmayacağını söyler. Hikâyenin devâmında Hünkâr’ın emriyle öküzünün götürebileceği kadar buğday yüklenir. Yûnus vedâ edip yola koyulur, fakat köyden biraz uzaklaşınca aklı başına gelir. Pişmanlıkla geri dönüp nefese tâlip olursa da artık o teklif geçerli olmaz ve Hacı Bektaş onu “Bundan artık bu iş burada olmaz. Biz onun kilidi anahtarını Tapduk Emre’ye verdik. Varsın nasîbini ondan alsın.” der.

Bu anlatıda “nefes” artık “nasip” kelimesiyle ifâde edilmiştir ki kimi kaynaklar bunu “himmet” olarak da ifâde ederler. Böylece nefes, “Mânevî feyiz, irfânî bilgi” anlamına, “Himmet” olarak da “Mânen büyük kimselerin, ermişlerin dilediklerini yerine getiren mânevî gücü, mânevî yardımı, lutfu” anlamına gelir.

Yûnus’un Şiirlerinde Nefes

Yûnus Emre’nin şiirlerinde nefes en sık kullanılan kelimelerden biri olarak karşımıza çıkar. Yûnus, bu kelimeyi öncelikle “Her gâh ki nefes gelür ol kîsenden eksilür”, “Yüz yıllar hoşlugıla ‘ömrün olursa Yûnus/       Sonucı bir nefesdür geç andan da ötdün tut/Sonucı bir nefesdür geç andan da ötdün tut” gibi söyleyişlerinde bedenin canlılığı için gereken “soluk” anlamında kullanır. Ama onda bu kelimenin asıl kullanılış şekli “Mânevî feyz”, “Mânevî canlılığı sağlayan değer” şeklinde gerçekleşir. Tabi bu nefes “erenlerin nefesi”dir. Zira onlar, nefesleriyle kalbin diriliğini, canlılığını sağlarlar. “Erenler nefesidür devletümüz/Anunçün fitneden olduk selâmet”, “Bî-çâre Yûnus'ı gör derdile hayrân olmış/Anun her bir nefesi şehd ü şekere benzer”, “Bu sohbete gelmeyenler/ Hak nefesi almayanlar/ Sürün anı bundan gitsünTurur ısa çok iş ider”, “Erenler nefesin asa edin sen/Eğer nefsine uyarsan fenasın.”, “Döndürür erün nefesi/Siler gönüllerden pâsı/Yirine nûr toldurmaga/İricegiz Tanrı hâsı” gibi söyleyişler böyle bir nefesten söz etmektedir. Yûnus Emre, yine “nefes” yerine kimi zaman “himmet”i de kullanır. “Erenlerün himmeti yirden göge direkdür”, “Her kim ugrarsa bu derde/Bulur himmeti erde”, “Himmet alan kardaşlar/Tur irte namâzına” şeklindeki kullanışlar bunun bir örneği olarak karşımıza çıkar. Aynı şekilde “nasip” kelimesi de “Nasîbüne senün sen nazar eyle”, “Yeni dirlik yeni nasîb yeni gün” gibi söyleyişlerde bu anlam çerçevesinde de kullanılır.

Nefes’in Toplumsal Bağlamı

Yukarıda verilen örneklerde Yûnus Emre’nin şahsî hayat hikâyesinde “nefes” yâhud “nasip” veya “himmet”i onu gönül olarak diri kılan değerler olarak anmış olduk. Bu nefes, Yûnus’un da söylediği gibi “erenler nefesi”dir. Bu nefese muhatap olmak ve ondan nasiplenmek ise sohbet meclislerinde gerçekleşmektedir. Böylece mürşidin gönlünden diline dökülen her kelâm, dervişin kalbinde ölü bir yeri diriltmekte, onu canlandırmaktadır. Fakat nefesi ister gerçek ister tasavvufî literatürdeki mânâsıyla alalım, onun bir de toplumsal bir bağlamı vardır. Bunu anlamak için de Yûnus’un yaşadığı yüzyıla bakmak gerekmektedir.

Yûnus Emre’nin yaşadığı çağ bilindiği gibi Haçlı, Moğol saldırılarıyla âdetâ “nefessiz” kalmış bir çağdır. Bu zâlimler binlerce insan katlederek onları nefessiz bırakmışlardır. Yûnus’un “Gitti Beyler mürveti/Binmişler birer atı/Yediği yoksul eti/İçtiği kan olusar” gibi mısrâlarında anlattığı işte böyle bir nefessiz kalma tablosudur. Yine bu saldırılar, görünüşte sağ kalanları da kalben ve rûhen nefessiz bırakmıştır. Böylece ölümün, zulmün kol gezdiği, mutluluğun, huzûrun kaybolduğu bir zamanda Yûnus “Ben gelmedim dâvâ için, benim işim sevi için/Dost’un evi gönüllerdir, gönüller yapmağa geldim.” şeklindeki çağrısıyla işte buhran içindeki o toplumu mânevî bir inanç ve düşünce zemînine çekerek rahatlatmak, kısacası millete nefes aldırmak istemiş ve bunu da sağlamıştır. Bu yüzden Yûnus’un nefesini sâdece ferdî bir konu olarak değil toplumsal bir konu olarak da düşünmek gerekir. Başka bir deyişle bu nefesi aynı zamanda bir “duâ”; kalbi gafletinden ve basîretsizliğinden uzaklaştıran mânevî bir nazarın sese, söze dönüşmesi olarak da düşünmek mümkündür.

Yûnus’un Türkçe’ye Kattığı Nefes

Yûnus Emre sâdece topluma değil o toplumla müşterek dili olan Türkçe’ye de nefes üflemiştir. Türkçe onunla bir şiir ve edebiyat dili olmuş; Dîvân, Halk, Tekke şiiri olarak üç kol hâlinde gelişen Türk şiiri Yûnus’u temel almış ve öncü kabûl etmiştir. Daha da önemlisi Yûnus’un Türkçe’yi bir din dili hâline getirmiş olmasıdır. Türkçe, onun kelimeleri kullanma biçimleriyle dînî kavramları, dînî duyuş ve düşünceyi ifâde edebilecek bir anlam zenginliğine ulaşarak Arapça ve Farsça’nın yanında İslâm medeniyetinin üçüncü büyük dili olma seviyesine yükselmiştir.

Yûnus’un Türkçe üzerindeki bu nefesi sâyesinde ortaya çıkan bir önemli husus da o dönemde halkla münevverlerin dilinin hemen hemen aynı olmasıdır. Yâni onun Türkçesi hem halka hem münevvere hitâb eden bir Türkçe’dir. İçinde elbette Arapça, Farsça kelimeler de bulunmaktadır. Ama o bunları meselâ Allah lafzını şiirinde Türkçe Çalap lafzıyla, Cenneti Türkçe Uçmak kelimesiyle birlikte kullanarak diller arasındaki farklı söyleyiş tarzlarını da bir potada eritmiştir.

Yûnus’un Nefesine Duyduğumuz İhtiyaç

Yûnus Emre erenler nefesiyle mânevî dirilik, onların nasîbiyle mânevî bilgi, yine onların nazarıyla mânevî bir iç aydınlığı kazanarak Tapduk ocağında “miskin, çiğ” iken “pişmiş”, olgunlaşmış böylece kendini inşâ etmeyi başarmış bir isimdir. Sonrasında ise her biri bir irşad (aydınlanma) sözü olan şiirleriyle Anadolu’nun dört bir yanında insanlara nefes olmuştur. Bektâşî edebiyatında Yûnus Emre şiirlerine “nefes” denmesi de bu yüzdendir. Bunların Sünnî gelenekte “ilâhî” olarak adlandırılması da yine aynı duruma tekâbül eder. “Allah’la ilgili, O’na seslenme, O’nun verdiği ilhamla söylenen söz” mânâlarıyla birlikte bu kavram da yine aynı mânâyı taşır. Bütün şiirleri Yûnus Emre’nin nefesidir, öyle okunmalı, öyle anlaşılmalıdır.

İşte bugün de bu sese, bu nefese fazlasıyla muhtaç bir çağda yaşıyoruz. Her türlü “izm” felsefelerinin insanlığı “nefessiz” bıraktığı bir zaman bu. Nefessizlik önce sıkıntı, zorluk ardından hayâtın sona ermesi, diriliğin, canlılığın, huzûrun gitmesi demek olduğuna göre izm’ler işte insanlığa sâdece bunları vermiştir. İşte böylesi bir zamanda bütün ümitler kaybolup gitmeden insanın gönlüne doğru bir nefes üflemek gerekiyor. Bilindiği gibi üfleme, sönmek üzere olan bir ateşi harlandırarak sönmesine mânî olma, alevini canlandırma” mânâsı da taşır. İşte kalbe dokunan, oraya üflenen her Yûnus mısrâı oradaki îmân ateşini harlandırır, orada oluşan karanlığı aydınlığa çevirecek bir özellik taşır.

Bu sâdece bir dilek yâhud umut ifâdesi değildir. Yûnus dün Anadolu’ya nefes üflerken biz bugün aynı nefesle buluşacak olursak aynı rahatlama, huzûra erişme olmayacak mıdır? Elbette olacaktır ama bunun için gayrete ihtiyaç vardır. Nitekim Yûnus Emre, o nefesi almak için Tapduk Emre dergâhına gittiğinde ona söylenen söz “hizmet et, emek yetir, nasîbini al” değil midir? Yûnus nefesiyle nasiplenmek için hepimize çok yönlü gayret gerekmektedir. Bu hizmetin muhtevâı ise öncelikle Yûnus Emre’yi tasavvufî anlayış bağlamında doğru anlamak ve ortaya sahîh bir Yûnus portresi çıkarmaktır. Gelenekte olduğu gibi Yûnus Dîvânı önce her eve sonra her gönüle giren bir kitap olmalıdır. Nurettin Topçu’nun dediği gibi “Yûnus’u ancak Yûnuslaşarak anlamak mümkündür” ama en azından onun söylediği dervişlik ahlâkına, kimliğine sâhip olabilmek de bu yolda atılmış kıymetli bir adım olacaktır.

Nisan , sayfa no:

Abone Ol

En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!

İslamda Şeriat ve Tarikat

Nefesteki Huu Sırrı

Şimdi bu konuya tam açıklık getirmek için İlâh ve Allah kelimesindeki Sırra birazcık değineceğiz. Allah’ın izniyle Allah ve ilâh kelimesindeki asıl harf He harfidir. Bu nedenle insan nefes alırken de, verirken de Hı-He-Ha sesi çıkarır. Buna Tasavvuf’ta Sır derler ve Sırrı vukuf tut, yani Nefesini say, şuurunu nefesine ver derler. Bu tabii ve en yüce bir zikirdir. Uykuda uyanıklıkta 24 saat, insan Allah’ı Hu ismiyle zikretmektedir. ‘Zikri daim’ ve ‘Salatı daim’ de budur. Tabiiki o kişinin kalbi de, Ruhu da, Sırrı da, Letaifleri de önceden Allah’ın zikrini yapmış olacaklar, yoksa bir türlü bu yüce zikre vukuf olamaz, başaramaz. Vukuf olmazsa da bu kendi tabii Hu zikrinden gafil olur, ona “zikri gafilin” derler. Gafillerin zikri de Hak katında geçerli değildir. Ancak o tabii bir zikirdir. Rüzgar da Hu diye eser, ses çıkarır, su da, motorlar da hep Huuu diye çalışır ses çıkarırlar. Doğanın tamamı Hu çeker, Hu Hu diye dönerler, aşklarından semah-hareket ederler. İşte bu Allah ve İlâh kelimesindeki He-Hu’dur. Hu-O demektir. Kimlik-Hüviyet yani varlık - Vücut ifade eder. Gerçek Vücut ise Allah’tır, diğer muhdes -sonradan olan şeyler- hep kendi nurundan, Nur’un-Enerjinin tekasüfünden yoğunlaşmasından oluşmaktadır. Kesret-çokluk âlemi, geometrik-şekli âlem de böyle oluşmaktadır. Deniz ve sonradan oluşan köpükler gibi Nasıl ki köpüklerin gerçek varlıkları yoktur, deniz ile vardırlar, Eşya -şeyler- âlemler de Allah ile varlardır. Hakikat varlıkları vücutları yoktur. Allah’ın Vücudu gerçek vücuttur, diğerlerinin varlıkları izafi-geçicidir. Ve Vücud- u İlâhi Nurdur. Ve kenarsızdır. 0 nedenle de eşsiz Birdir, Mutlak Vahiddir. Diğer birler, birbirlerinin eşdeğerlisi benzerleridir, başka birler de vardır. Örneğin 10 rakamında on tane bir vardır. Her bir, mutlak bir değillerdir. Mutlak bir, mutlak mevcut olandır. Zira iki kenarsız var (vücut) düşünülemez Tek İlâh Allah’tır, Hu’dur, Mutlak Mevcut ve Mutlak Bir’dir. İşte Allah kelimesindeki He-Hu Vücut-Varlık, kimlik, hüviyet, zâtiyet ifade ettiğinden, Allahü Taâla’dan, Huu’dan, İlâhtan başkasında gerçek varlık, vücud, hüviyet, kimlik, zâtiyet bulunmaz. Bu nedenle Allahu Taâla kuluna ve nesnelere kendi sıfatlarını vermiştir. Zaten bütün eşya-nesneler Esmâ-i Hüsna’sının mazharıdırlar. Ancak sadece İlahlık(Ulûhiyyet) sıfatını vermez. Olmaz çünkü Hakikat varlık, Ezeli olan varlığa aittir. Allah’dan başka ikinci bir gerçek vücut-varlık olmaz ve düşünülemez. Hakiki Vücut Birdir. Ve ancak vücut sahibi olanın

Ulûhiyyet-Mâbudiyet sıfatı olur. Allah’tan başkasının varlığı-hüviyeti geçicidir. Vücut sahibi olmayanda da Ulûhiyet-Mâbudiyet olamaz. Allah’tan başka ilah yoktur, İlâh Allah’dır, Lâ İlâhe illa huu Kadim-Ezeli Vücut Nurdur ve sınırsızdır. İki sınırsız var ise olmaz, Allah’ın -gerçek varın- varlığı zorunlu olduğu gibi kenarsızlığı nedeni ile Mutlak Birliği de zorunludur. Âlem-Âdem-Ruh-Melek her nesne hakikatta Hu’dur, O’dur. Ama hakikatte, hüviyette değil Allah’ın hüviyeti âlemlerden müstağnidir. Çünkü 0 Ezeli-Ebedi-Dâim-Kadim vardır. Diğer varlar, nesneler, Allah’ın varlığı ile var görünen izafi-geçici nesnelerdir. Denizin üstündeki köpüklerin geçiciliği gibi. Unutulmamalıdır ki köpüklerin aslı da denizdir, hakiki varlıkları yoktur. Allah, Mevcudel Mevcudattır. Varların varı, varların özü, özümüz Hu-O-Bir’dir Allah’ın Birliği de Varlığı gibi zorunludur. Allah Zâtını da hiç kimseye vermez, verilemez. Zât Birdir, kenarsızdır, bölünemez. Ama diğer Esma Sıfatlarından Âleme-Âdeme verir.

“Ve alleme Âdeme’l Esmâe külleha” - Bütün isimleri Âdemeöğrettim-.(Bakara31)

Âdem Allah’ın Zâtının aynası ve Esması’nın - Sıfatının mazharıdır Diğer nesneler ise, bazı isimlerinin (sıfatlarının) mazharıdır. Âdem (İnsan-ı Kâmil), İlâhdeğildir ancak İlâhi vasıflar taşır.

“Allah’ın Huyları (Sıfatları) ile huylanınız” (Hadis-i Şerif).

Sıbğatellah” - Allah’ın Rengi-. En güzel renk Allah’ın Rengidir. Yani Allah’ın Huyu, Allah’ın Sıfatı, Allah’ın Rengi en güzeldir.. (Bakara: )

Tasavvuf, Aşk ve Nefes

 Azerbaycanlı şair, araştırmacı yazar, çevirmen ve gazeteci Ayishe Nebi ile minik söyleşimiz.

Ayishe Nebi: Evrim teorisi mi? Kün fe yekûn mu? Çağlar boyunca Kainatın ve varlıkların yaratılışına çeşitli açıklamalar verilmiştir. Fakat akıllar hâlâ soru işaretinin gölgesindedir. İlk yaratılış ‘ol’ ile, yani harekete bağlı ise, o halde hareket de maddeye özgüdür. Maddî olan yoksa, var olan bir tek Rab ise, o zaman hareketi ifâ eden ve yapan ne idi?

Kevser Yeşiltaş: Yaradan olan Mutlak Allah Ol emri ile ilk hareketi, ilk vibrasyonu, ilk rezonansı, ilk titreşimi sağlıyor. Ve açığa çıkan, yoktan vare gelen ise Allah’ın isimleri yani esmaları ve sıfatları olmakta. İşte bu sonsuzca kendini açığa vuran isim ve sıfatlar hem maddi hem manevi olarak salınımlarına, yaratımlarına devam ediyor. Ve tümü bir olan Yaradan’ın Zat’I olan cevherinden besleniyor. Bir ayrılık yok aslen. Görüntüde bir ayrılık söz konusu. Yaratıcı Ol derken fazlasıyla ikna yeteneğine sahipti ve Orijin denilen Katıksız ve Som olan Harfler ortaya çıkmak konusunda tereddütsüzdüler ve emri alır almaz yaratıma başladılar. Çünkü Sahip, bunun nasıl yapılacağını çok iyi biliyordu. Yoktan varlığa bir çıkış değil, aksine var olanı uyandırmak ve harekete geçirmek arzusu. İknada, çok güçlü bir haber veriş mevcut. İlk hareket, Orijin Harflere “yaratımda özgürsünüz” mesajı. Madem ki isimler ve sıfatlar maddenin tüm özüne inmiş ve yaratımda büyük rolü var. O halde yansımalarını bilmek de gerek. Çünkü Allah isimleri ve sıfatları her zerreye mührünü vurur ve orada maddeye şekil verir. Peki insan da böyle bir yeteneğe sahip mi? Bu sorunun cevabını herkes kendisi verebilir. Yaratım Ol derken varlık sıfatını kullandı. Yoksa ağzı mı vardı Ol diyecek. Varlık sıfatını da insana bahşetti. Daha doğrusu varlık sıfatı insanî idi. Biz de o insan tasarımının yansımalarıyız. Oğullar kelimesi ile kimlik bulanlarız. Ne vakit oğulluk sıfatından insane sıfatına erişmek mümkün olacak, o zaman yaratıma bilinçli bir katkımız da oluşacak. Unutmayalım ki Ol ile her şey en mükemmeli ile varlığa hücum etti. Herşey kusursuz ve en güzel şekli ile. Ve maddi varlıklar olarak hepimiz, her birimiz bu yaratıma ve şekil vermeye bilerek ya da bilmeyerek sonsuzca katkıda bulunuyoruz.

Ayishe Nebi: Ben yaratılışı Aşk ve Ayrılık olarak görüseafoodplus.infoılışa murad etti. Aşk, yarattı. Aşk Ayrılıktır. ”Bilinmek ve sevilmek istedi”. Bu Aşka olan gereksinimdir, bu Aşk`tır. Aşk tamdır, bütündür. Yaratılış gerşekleşince Rab yarattığında kendinden bir parça ayırdı, kendinden kattı ve kendinden koparıp nefesinden üfledi, ayrılık oldu, Rabbin bir parçası ondan ayrıldı ve insan oldu. Ezelde yaratılış öncesi Aşk`tı, yaratılış sonrası Ayrılık oldu. Böylece “şamü seher yanarım” Ayrılıktan Aşka varmak için sızlarım. Sizce nasıl?

Kevser Yeşiltaş: Çok çarpıcı bir konu bu “Nefesinden üfürdü” ayeti. İyi anlaşılmalı ve dikkatlice yorumlanmalı. Hakikat tektir, yansımaları çoktur. Dünya insanlığı iki hakikat ile karşılaştı. Her canlıya isabet eden, canlılığın gerekliliği için ihtiyaç olan iki hakikat: Doğum Hakikati ve Ölüm Hakikati. Hiçkimse, hiçbir canlı ve canlılık bu hakikatten kaçamaz. Bu iki hakikat arasına, Anadolu mistikleri, erenleri, velileri ve arifleri aslında bir hakikat daha ekledi. Biz anadolu insanı olarak, dünya insanlığından bir fazla hakikat bilgisine sahibiz. Nedir bu üçüncü hakikat: Nefes Hakikati. Her insan dünyaya doğarak gelir, nefes alır ve ölerek bu dünyadan geçer. Tüm canlılar, atom ve atom altı partiküller, doğa, hayvanlar aklımıza gelebilecek tüm madde formları nefes alır. Bu nefes bazılarında solunum, bazılarında titreşim, bazılarında ışıma olarak tezahür etse de, hepsi aslında nefestir. Nefesi sadece solunum olarak ele almak eksik olacaktır. Nefes, Hakk nefesidir. Nefes, Hakkın bize yani evrene bahşettiği en muazzam hediyedir. Tüm evren saf bilinç ile, Hakkın bahşettiği nefesi muntazaman icra eder ve vazifesini yerine getirir. Hayvanlar, nebat, yıldızlar, atom ve parçacıkları, taş, toprak, ağaçlar, dağlar, galaksiler herşey buna dahil. Sadece insan, nefs ve akıl sahibi olduğu için nefesi daha doğru ve bilinçli iletmesi gerekir. Çünkü nefes bir emanettir. Hakkın emaneti olan nefes yeryüzüne insandan akmalı, maddeyi beslemelidir. Aşk ile. İşte Nefes aslında Aşktır. Allah nefesi üfürürken aslında Aşkını da bahşetmiş olur. Anadolu erenlerimiz bunu çok iyi bilirler ve nesiller boyu nefes bilgeliğini aktarmışlardır. Nefesin bilgeliği Aşk iledir. Her işi Aşk ile yapmak her söze aşkı katmaktır. Nefesin Hakktan insana emanetinin amacı, Hakk Aşkının yeryüzüne ve alemlere inebilmesi ve toprağı doyurmasıdır. Bu yüzden birtek insan bu emaneti üstlenmiştir. Teklif tüm planetlere ve üzerinde bulunan canlılığa teklif edilmiş olsa da, bir tek insan bu emaneti, öz iradesi ile üstlenmiş, doğru yere doğru zamanda ve doğru şekilde iletmeyi vazife edinmiştir. Her kişi, bunu mutlaka hatırlamalı.

Ayishe Nebi: Allah bütündür, tokdur, doğmaz doğurmaz, yemez-içmez, her daim vardır, ezeldir ebeddir. O zaman “Bilinmek ve sevilmek istedi” kavramı neden ona addedilir, bu insana aid duygular değil mi, buna bir açıklık getirebilir misiniz, bilinmek ve sevilmeğe Rab neden, nasıl gerek duyar?

Kevser Yeşiltaş: Hakkın, Allahın, Rabbin, O’nun sevilmek ve bilinmek istemesi konusu erenlerin sözüdür. Bilinmeyi, sevilmeyi isteyen aslında insandır. İnsanın özünde vardır. Öz nedir? Nerededir? Hani demiştik ya “Allah nefesinden üfürdü” Nefes aşk idi. İnsanın öz hamuruna katılan nefes yani aşk idi. O halde insanın sevilmek istemesi, bilinmek istemesi, Hakkın sevilmek istemesi ve bilinmek istemesidir. Maneviyatta Ayrılık yoktur. Ayrılık madde ortamında vardır. Çokluk olarak görülen her şey geçicidir, şekildir. Her şey aslına dönecektir. Aşk demek ayrılık ile eşdeğerdir. Aşk da bir ayrılıktır. Fakat tüm bilinçleri, tüm zerreleri birbirine bağlayan, bir arada tutan muazzam bir enerjidir Aşk. Nefesin dinamiği Aşktır. Aşktan başka bir şey yoktur bu alemde. Her şey yıkılır Aşk Baki kalır. Allah, aşkı ile beyan olur, belirir ve kendini meydana vurur. Bilinmek ve sevilmek isteyişi buradan gelir. İnsan ile olan akrabalığından, insane ile olan can damarı yakınlığından. Bu akrabalık neyle olur? Nefes ile olur. Allah nefesini insana üfürmüş ve Allahın nefesini daim ettiren insandır. Böylece insanın Hakk ile olan akrabalığı, can damarından yakın olması nefes iledir. İnsanın en birinci vazifesi emanet aldığı nefesi alemlere aşk ile iletmesidir.

Ayishe Nebi: “İnsanın yaratılışına kadar öyle devirler geçti ki anlaşılır bir şey değildir” der İnsan Sure’sinde. Tanrı zerreciği. Önceler madde atoma kadar bölünür, atom bölünmezdir derlerdi, sonra o da bölündü, atom da parçalandı, ondan türeyen zerrecikler de parçalandı ve parçalanmayan bir zerrecik var ki adına Tanrı zerreciği denir. Her şey tozdan yaratıldı, peki ya toz neyden yaratıldı? Tanrı zerreciyi bu gün varılan son noktadıseafoodplus.infooji gelişir de bu zerrecik de parçalanırsa yaratılış düşüncesi nasıl değişir sizce?

Kevser Yeşiltaş: Ayette çok çarpıcı bir cümle var: Anlaşılır bir şey değil. Bu cümle bir şaşkınlığın ifadesi. Anlaşılır gibi değil demek şaşırmak anlamında. Aynı şey günümüzde de bir bilim dalında kullanıldı. Günümüz bilim adamları Kuantum Fiziğini keşfettiklerinde şu cümleyi kurdular: Kuantum dünyasında şaşırmamış olan kişi bir şey anlamamıştır. Kuantum fiziği muazzam bir boyut. Orada kendinizi kaybediyor ve şaşkınlıktan bir şey anlayamıyorsunuz. Öyle ki, atomun alt boyutlarına inildikçe keşfedilen parçacıklar, göz ile bakıldığında parçacık olarak var, ama gözlemci bakmadığında dalga boyuna dönüşüp tüm kainatı dolanıyor. İşte buna bilimde Dolanıklık deniliyor. Teknoloji geliştikçe, bilimsel veriler ortaya çıktıkça, Tasavvufi düşünce ile Bilimin benzerlik içerdiğini görmemek imkansız. Nasıl mı?

Şimdi çok önemli bir bilgi paylaşmak istiyorum: Bilimadamı parçacığa baktığında orada var olan bir parça var, ama bakmadığında orada parça, dalga boyutuna geçerek tüm kainata yayılıyor. Kadim zamanlarda bilgeler de şunu yapmış: İnzivaya çekilmişler belli sürelerde. Geceleri, gözlerini kapatarak ibadet etmişler sessizlikte. Neden bunu yapmışlar? Çünkü insanların görüş alanından çıkmak, kendi görüşlerini kapatmak sureti ile maddi parçacık boyutundan, titreşimi yüksek dalga boyutuna yükselerek tüm kainatı dolanmışlar. Bizler hiç yalnız değildik. Ayrıda değildik. Çünkü nazari alan dışında kaldığımızda bir parçacık olarak değil bir dalgacık olarak var olup tüm alemi karışlarız. Bu yüzden kendi görüş alanımızda bile olamayacağımız mekanlara çekilip dalga boyutuna geçebilelim ki alemleri kuşanalım. Aslında gerçek yalnızlık ve gerçek ayrılık insanların görüş alanlarında iken gerçekleşiyor. Çünkü o an alemlerden kopuyoruz, kainat ile bağlarımız kesiliyor ve bir varlığa dönüşüyoruz parçacık olarak. Bilimde (Kuantum Dolanıklık) ve Tasavvuftaki (Seyr-i Sülûk) denilen bu dolanıklık yasasını kullanmayı öğrenmeliyiz.

İkinci önemli bir şey daha paylaşmak istiyorum: Bilimde kullanılan Planck sabiti terimi vardır. Parçacığın var – yok kavramıdır bu. Gözümüzün görüş alanına girdiğinde parçacığı görüyoruz ve ona var sıfatını ekliyoruz. Fakat parçacık kuantum sıçraması yaptığında yani dalga formuna girdiğinde görüş alanımızdan çıkıyor ve yokluk sıfatına erişiyor. Var – Yok. Var – Yok. Var iken orada, yok iken nerede? Var iken herşey o parçacıkta, yok iken parçacık herşeyde. Parçacık görüş alanımıza girdiğinde yani Var iken tüm alemin özü o parçacığın içinde, görüş alanımızdan çıktığında yani Yok iken o parçacık tüm alemin özünde. Kısaca kaybolmuyor sadece görüş alanımıza giriyor, görüş alanımızdan çıkıyor. Bu öyle hızlı oluyor ki ancak kuantum fiziğinde keşf edilebildi. Günlük yaşamda maddenin ışıması öyle hızlı oluyor ki var-yok olayını biz daima mevcut olarak kabul ediyoruz. Bir taşa baktığımızda daima oradadır. Baktığımızda hep orada durur. Oysa ki o çok hızlı bir şekilde var – yok kavramındadır. Şimdi bunu tasavvufi düşünce tarzında nasıl değerlendirebiliriz? Anadolu erenleri, velileri ve arifleri Fena ve Beka halleri ile bunu bize yüzlerce yıl once anlatmak istemişler. Demişler ki Sen olduğun yerde iken her yerde ve her şeyde isen Fena’dasın Yani yokluğundasın. Herşeyin sende olduğunu hissettiğin an Beka’dasın. Yani varlığındasın. Var-Yok kavramı bir illüzyondur. Hani cevabın en başında söylemiştik, ayette diyor ya anlaşılır şey değil. Bilim adamları da demişler “kuantum bilgisi karşısında şaşkınlığa düşmeyen onu anlamamıştır” diye. Öyle bir hale geçersin evren ile bütün olursun, aldığın nefes alemlerle beraber olur, herşeyin özüne sinersin hatta sünersin, kainatın her zerresinde erirsin, işte o an yokluğa yani fenaya ermişsindir. Dur dersin. Çünkü daha ilerisi bedeni terk ediştir. Titreşimin bu kadar incelmesi bedeni de yakacaktır. Durur o an o hal. İşte o an tekrar bedene geri dönersin ve varlığında mevcut olmaya devam edersin. Herşeyin sende olduğu idraki ile anlayışı hakim olur o an. İşte bu Beka halidir. Varlık halidir. İbadetlerimizi yaparken bu varlık ve yokluk kavramını da hissederek yaşayarak öğrenmeliyiz.

Üçüncü önemli bir konu paylaşmak istiyorum: Tasavvufu bize eksik aktardılar. İnsan tanımlara ihtiyaç duyar ya. İşte tasavvuf dini bir kelime olarak bize eksik aktarıldı. Oysa tasavvuf bir düşünce tarzıdır. Nasıl bir düşünce tarzı? Çok yönlü ve derin düşünce tarzı! Tıpkı mitoloji gibi, felsefe gibi, tıp bilimi gibi, kuantum fiziği gibi, astronomi gibi, astroloji gibi, din gibi, madencilik gibi, endüstri gibi ayrı kategoride başlıbaşına değerlendirilmeli. Aborjinler hakkında derin düşündüğünüzde tasavvufi düşünmüş olursunuz. Yani derin düşünce yapmış olursunuz. Kızılderilileri, Mitolojiyi, felsefeyi, kadim bilgileri, Tıp bilimini, Kuantum bilimini, yıldızları, dünyayı, yaşamı, davranışları, ilişkileri ele alıp derin düşündüğünüzde enine boyuna önünü arkasını içrek ve dışsal yüzeysel veya derin düşündüğünüzde tasavvufi düşünce üretmiş olursunuz. Bunu da eklemek gerekiyordu. Tasavvuf bir derin düşünce tarzıdır ve her birimiz bu derin düşünce tarzını iyi öğrenmeliyiz.

Sorunun geri kalanına dönecek olursak: Toz neyden yaratıldı? Toz denilen her maddenin özündeki atomdur. Atom çok güçlüdür. Ne kadar parçalansa da asla yok edilemez. Çünkü atom Tanrısal güçtür. İlahi bir enerjidir. Nefes alır, Aşk ile salınır ve canlıları besler. Atom ne ise madde de odur. Her bilim adamı da bunun farkında. Bunu biliyor emin olabiliriz. Ne kadar itiraz edilse de bu gerçek değişmeyecek.

 

nest...

batman iftar saati 2021 viranşehir kaç kilometre seferberlik ne demek namaz nasıl kılınır ve hangi dualar okunur özel jimer anlamlı bayram mesajı maxoak 50.000 mah powerbank cin tırnağı nedir