çınlayan sedir ağacı kolyesi nerede satılır / >Çınlayan Sedir Kolyesi | handanihan

Çınlayan Sedir Ağacı Kolyesi Nerede Satılır

çınlayan sedir ağacı kolyesi nerede satılır

kj kulübeye gitme özgürlükle&#;1"1 sı0ffla yerleri olmuştu. &#; he,! Odayı geçerken, Gabrie

1

2 Attastasııa ÇINLAYAN SEDİR DİZİSİ BİRİNCİ KİT AP Türkçesi: Koray Karasulu

3

4 KURALDIŞI YAYINCILIK Vladinıir Mcgre Anastasya Anastasia Türkçesi: Koray Karasulu Yayın Yönetmeni: Nil Gün ISBN Haziran , İstanbul Rusça&#;da ilk basını: , Vladimir Megre , Vladimir Megre, Çeviri Yazarın hakları kanunlarca konııımaktadır, bütün hakları mahfuzdur. Eserde yer alan her tür yazı ve resim, yalnızca hak sahiplerinin yazılı izni alınarak kullanılabilir. Vladimir Megre seafoodplus.info Yayın Koordinatörü: Gülşen Ülker Kapak Tasarımı: Arif Özsoy Sayfa Düzeni: Ebru Öner Kitap Matbaası &#;nda basılmıştır Kuraldışı Yayıncılık Fener Kalamış Cad. No: 93/ Kadıköy-İstanbul Tel: pbx Faks: Dağıtım Alemdar Malı. Çatal Çeşme Sok. No Kat:2 Fırat Han Cağaloğlu-fstanbul Tel: Faks: İnternet Satış:

5 İnsan kurallara sığmaz!

6 İçindekiler 1. Çınlayan Sedir Karşılaşma Hayvan mı İnsan mı? : Kim Bunlar? : Ormandaki Yatak Odası Anastasya&#;nın Sabahı Anastasya &#;nın Işığı Tayga&#;daki Konser Kim Yakıyor Yeni Yıldızları? Anastasya&#;nın Gözde Daçnikleri Anastasya&#;nın Öğütlerinden Doktor tohum Arılar kimi sokar? Merhaba, Sabah! Akşam izlekleri Her şeyi kendiliğinden hazır Kendi Yıldızının Altında Uyumak Çocuğunuzun Yardımcısı ve Eğitmeni

7 Orm an Lisesi İnsanlığın Dikkatine Uçan Daire mi? Sıradan Bir Şey! Süper Bilgisayar Beyin Yaşam O&#;ndaydı ve Yaşam İnsanların Işı ğıydı Dünya Görüşünü Değiştiımek Gerek Ölümcül Günah Cennete Dokunmak Oğlanı Kim Yetiştirecek? Bir Süre Sonra Garip Bir Kız Böcekçikler Hayaller, Geleceği Yaratma Karan lık Güçlerin Zaman Diliminden Güçlü İnsanlar Kimsin Sen Anastasya? Yazarın Oku rlara Mesajı Yazarın Girişimcilere Mesajı

8 1 Çınlayan Sedir yılının baharında Sibirya&#;daki Ob Nehri üzerinde, Novosibirsk&#;le Salehard arasındaki rotamda döıt ay sürecek seferimi tamamlamak için üç nehir gemisi kiralamı ştım. Seferin amacı Uç Kuzey&#;le ticari ilişkiler kurmaktı. Sefere "Tüccar Konvoyu" adı verilmişti. Yolcu gemilerinden en büyüğünün adı Patris Lumumba&#;ydı (Batı Sibirya&#;da nehir taşımacı lığı yapan gemilere, başka tarihi kişilik kalmamı ş gibi Mariya Ulyanova, Patris Lumunıba, Milıail Kafinin vb. tuhaf isimler veriliyordu). Patrice Lumumba, konvoyun kurmaylarını ağırlıyordu; gemide ayrıca Sibiryalı girişimcilerin malları nı sergiledikleri bir de mağaza bulunuyordu. Konvoyun planı kuzeye doğru üç bin beş yüz kilometre yol kat et mek, Tomsk, Nijnevartovsk, Surgut, Hantı-Mansiysk, :Salehard gibi görece büyük yerleşim yerleriyle yalnızca kısıtlı seyir 7

9 mevs iminde malların ulaştırılabileceği daha küçük limanları ziyaret etmekti. Konvoy gemileri, gündüzleri yerleşim yerlerine yanaşırdı. Mallarımızı satar, düzenli ticari ilişkiler kurabilmek için görüşmel er yapardık. Genellikle gece yol alırdık. Hava koşulları nehirde il erlemeye elverişli olmadığındaysa, ana gemiyi en yakin limana çeker, yöre gençleri için güvertede eğlenceler düzenlerdik. Buralarda böyle etkinlikler pek azdı. Lokaller ve Kültür Evleri son zamanlarda iyice köhneleşmişti. Kültürel etkinliklerse tümden boşlanmıştı. Bazen bir gün boyunca en ufak bir yerleşim alanına rastlamadan ilerlediğimiz oluyordu. Kilometrelerce arazinin yegane ulaşım arteri olan nehirden yalnızca tayga görünürdü. O zamanlar, bu kilometrelerce arazinin ortasında tüm hayatımı değiştirecek bir karşı laşmanı n beni beklediğinden habersizdim henüz. Bir gün Novosibirsk&#;e dönüş yolundayken ana gemiyi, en yakın büyük yerleşim merkezinden onlarca kilometre uzakta, birkaç evden mürekkep ki.içlik bir köyceğize yanaştırdım. Üç saatlik bir mola planla mıştım; böylece mürettebat karaya çıkabilecek, yöre hal kın a mallarımızı satabilecek, biz de onlardan ucuza balıkla ya bani tayg a sebzes i alabilecektik. Mola boyunca, o zaman bana epey tuhaf göıü nen bir ricayla -beni idareci saydıklarından- yanıma gelen iki ihtiyar yerliyle uğraştım. Biri daha gençti; diğeri, uzun, kır sakallı olanı hiç konuşmuyordu. Hep daha genç olanı konuşuyordu. Beni, geminin yanaştığı limandan yirmi beş kilometre uzaktaki tayg aya götüımek için elli tayfamı (hepi topu altmış beş tayfanı vardı) ona vereyim diye ikna etmeye çalışıyordu. Tayganın derinli klerinde çınlayan sedir dedikleri bir ağacı kesmeye gideceklermiş. Ada mın dediğine göre bu sedir ağacının boyu kırk metre civarıymış ve elle gemiye taşınabilecek kadar küçük parçalar halinde kes ilmes i gerekliymiş. Hepimiz mu hakkak birer parça almalıymışız. İhtiyar, bunları da daha ufak parçalara bölmeyi, bir parçasını 8

10 kendimize ayınp diğerlerini de yakınlarımıza, tanıdıklarımıza, böyle bir hediyeyi kabul edecek kim varsa ona vermemizi de öğütledi. Dediğine göre bu olağandışı bir sedir ağacıymış. Parçayı göğse gelecek şekilde bir kolye gibi takmak gerekliymiş. Taktıktan sonra da çimler üzerinde yalınayak durup kolyeyi sol avuçla çıplak göğse bastırmalıymış. Bir dakika sonra sedirden tatlı bir sıcaklık yayıldığı hissedilir, vücudu hafif bir ürperti sararmış. Ara sıra, canın çektiği zaman sedirin vücuda değmeyen yüzünü parmak uçlarınla ovarak parlatmalıymışsın; göğse gelen tarafını da başparmakla tutmalıymışsın. İhtiyar kendinden emin bir tavırla, çınlayan sediri takan birinin üç ay sonra mutlaka kendini daha iyi hissedeceğini, pek çok hastalıktan kurtulacağını iddia ediyordu. "AİDS&#;ten bile mi?" diye sordum ve bu hastalık hakkında basından öğrendiklerimi kısaca anlattım. İhtiyar tereddütsüz cevap verdi: "Her tür hastalıktan!" Fakat ona göre bu sıradan bir konuydu. Kolyenin asıl yararı, onu taşıyanı daha iyi, başarılı ve istidatlı yapmasıydı. Sibirya taygalanndaki sedir ağacının sağaltıcı etkilerine dair bir şeyler biliyordum ama duyguları, yetenekleri etkilemesi, o zamanlar bana inanılmaz gelmişti. Bu ihtiyarlar, kendi deyişleriyle olağandışı sedirleri için benden para koparmaya çalışıyor olmasınlar sakın, diye düşündüm. Sonra da ihtiyarlara, "büyük topraklarda" kadınlann altın ve gümüş mücevherler takmaktan hoşlandıkları için bir tahta parçasına para ödemeyeceklerini, dolayısıyla benim de beş kapik vermeyeceğimi açıklamaya koyuldum. "Altının, bu sedirin bir parçası yanında zerre değeri olmadığını bilmediklerinden takıyorlar" diye cevapladı ihtiyar. "Hem bunun için bize para vermenize gerek yok, hatta yanında biz size kurutulmuş mantar veririz, bir şey istediğimiz falan yok " Yaşlarına hürmeten tartışmaya girmeyip şöyle dedim: "Belki si;z:irt sediri takmak isteyenler olabilir iyi bir oymacı elini bu işe atar da ortaya olağandışı güzellikte bir ürün çıkartırsa takarlar" 9

11 Ama ihtiyarın buna cevabı, "Oyulabilir elbette ama ovmak daha iyi" oldu. "Her içinden geldiğinde kendi parmaklarınla ovarsan daha da iyi; o zaman sedir daha güzel görünür." Bu esnada daha "genç" ihtiyar, aceleyle yıpranmış ceketinin, sonra da gömleğinin düğmelerini açıp göğsündeki kolyeyi gösterdi. Kabarık, yuvarlak ya da oval bir nesne gördüm. Rengarenk -mor, koyu kırmızı, kızıl sarı- belli belirsiz desenlerle doluydu, ağacın damarları ufak derecikleri andırıyordu. Sanat eserlerinden pek anlamam ama çeşitli resim galerilerini, müzeleri gezmişliğim vardır. Dünyanın seçkin şaheserleri beni etkilememişti fakat ihtiyarın boynunda asılı olan kolye, Tretyakov Galerisi &#;ni ziyaretlerimde hiç duymadığım bir his ve büyük bir heyecan yarattı içimde. İhtiyara, "Sedirinizi kaç yıldır ovuyorsunuz?" diye sordum. &#;&#;Doksan üç" diye cevapladı ihtiyar. "Peki, kaç yaşındasınız?" "Yüz on dokuz." O anda bu cevaba inanmadım; zira yetmiş beşten fazla göstermiyordu. Şüphelerimi fark etmeyen, etse de hiç umursamayan ihtiyar biraz heyecanla, insanın sedir parçasını sadece parmaklarım kullanarak parlatmasıyla dahi hepi topu üç yılda güzelleştireceğine beni ikna etmeye çalışıyordu. Sonra da gitgide güzelleşirıniş, özellikle bir kadın takarsa. Takanın vücudundan insan yapımı, suni kokularla kıyas kabul etmeyecek, harika bir koku yayarmış. Gerçekten ihtiyarlardan tatlı bir koku yayılıyordu; sigara içtiğim için tüm tiryakiler gibi koku alma duyum körelmiş olmasına rağmen ben bile fark etmiştim. Başka bir tuhaflık daha vardı Adamın konuşmasının, cümlelerinin, kullandığı deyimlerin, şivesinin, düşüncelerinin ve vargılarının Kuzey&#;in bu ücra köşesinin sakinlerine pek uymadığını da fark etmeye başlamıştım. Ba- 10

12 zılarını hala hatırlıyorum, tonlamalarını bile. İhtiyar şöyle diyordu: "Tanrı, sediri, kozmik enerjiyi biriktirsin diye yarattı "Seven insan, bir ışın yayar. Bu ışıri saniyenin binde biri kadar bir sürede gezegenlere, oradan da Dünya&#;ya yansır ve tüm canlılara hayat verir "Güneş de bu ışının tamamlanmamış bir tayfını yansıtan gezegenlerden biridir "İnsandan evrene yansıyan, uzayda yol alabilen, sadece aydınlık ışındır. Evrenden yeryüzüne dönen de sadece hayırlı, olumlu ışın "Habis duyguların tesiri altındaki insan, karanlık ışınlar yayar. Karanlık ışınlar yükselemez ve Dünya&#;nın derinliklerine gömülür. Yeryüzüne tekrar yansımaları da volkanik patlamalar, depremler, savaşlar şeklinde olur. "Bu karanlık ışınların insana doğrudan etkisi, ondaki habis duyguları arttırmaktır. "Bir sedir ağacı, beş yüz elli yıl yaşar. Milyonlarca iğne yaprağıyla gece gündüz demeden o aydınlık enerjiyi ve tayfını yakalayıp biriktirir. Sedirin ömrü boyunca üzerinden geçen tüm cisimler aydınlık enerjiyi yansıtır. "Sedirin ufacık bir parçası bile, dünyadaki insan yapımı tüm enerji tesislerinin insan için üretebileceğinden daha yararlı enerji barındırır. "Sedir, insan enerjisini evren aracılığıyla yakalayıp depolar ve gerektiğinde geri verir. Evrende, yani insanda ya da yeryüzündeki yaşayan ve gelişen tüm canlılarda yeteri kadar kalmadığında geri verir. &#;1Enerjiyi biriktiren sedirler, nadiren de olsa kimi zaman bu enerjiyi geri vermez. Böyle sedirler beş yüz yaşına geldiklerinde çınlamaya başlar. Ağaç bu pes tonlu çınlamalarla konuşur, kendisini kessin, biriktirdiği enerjiyi dünyanın hayrına kullansın diye insanlara işaret verir. Sedirin çınlaması bu manaya gelir işte. Üç 11

13 yıl boyunca çınlar. Üç yıl boyunca insanlarla iletişim kuramazsa, evrenden alıp biriktirdiklerini insana doğrudan verme imkanını kaybeder. İşte o zaman enerjiyi içinde yakmaya başlar. Bu ıstıraplı yanma-ölme süreci yirmi yedi yıl sürer. "Geçenlerde böyle bir sedir bulduk. Hemen hemen iki yıldır çınladığını anladık, Çınlaması hafiflemiş. Hem de çok. Muhtemelen uzun süredir çınlamasını duyurmaya çabalıyor, sadece bir yılı kalmış. Parçalara ayrılıp insanlara dağıtılması gerek " İhtiyar uzun süredir konuşuyor, ben de her nedense uslu uslu dinliyordum. Bu tuhaf, ihtiyar Sibiryalının sakin, güvenli bir sesi vardı; heyecanlandığı zamanlardaysa bir müzik aleti çalar gibi parmak uçlarıyla hızlı hızlı sedir parçasını ovalı yordu. Kıyı soğuktu; nehirden karaya doğru bir güz rüzgarı esiyordu. Soğuk rüzgar, şapkasız ihtiyarların ağarmış saçlarını karıştırıyordu; konuşan ihtiyarın yıpranmış ceketiyle gömleğinin düğmeleri de ham. açıktı. Rüzgar vuran çıplak göğsündeki kolyesini durmadan ovalıyordu. Bir yandan da sedirin önemini anlatmaya çalışıyordu haia. Benim şirkette çalışan Lidya Petrovna tekneden kıyıya indi. Mürettebatın teknede toplandığını, demir almak için benim konuşmamın bitmesini beklediklerini bildir. di. İhtiyarlarla vedalaşıp güveıteye çıktım. İhtiyarların ricasını iki sebepten yerine getiremezdim: Teknenin hareketini üç günlüğüne de olsa eıtelemek ciddi bir para kaybına yol açacaktı. İhtiyarların anlattıkları da o sırada bana, boş bir inan ya da yöresel bir efsane gibi gelmişti. Ertesi gün, şirket toplantısı esnasında, Lidya Petrovna&#;nın, boynundaki sedir kolyesini ovaladığını fark ettim. Sonradan bana anlattığına göre, ben güverteye çıkarken o biraz daha kalmış kıyıda. Konuştuğum ihtiyar, ben aceleyle güverteye çıkarken şaşkınlık içinde arkamdan bakakalmış, sonra da ihtiyar arkadaşına dönüp heyecanla, "Ne oldu şimdi?" demiş. "Niye anlamadı ki? Bunların dilinden hiç anlamıyorum. İkna edemedim L2

14 Beceremedim! Almadı! Hiçbir şey almadı Ama niye? Söylesene Baba, niye?" Daha ihtiyar olan, elini oğlunun omzuna koyarak, "İnandırıcı değildin evlat" diye cevap vermiş. "O da anlamadı işte." "İskeleden ayrılırken" diye devam etti Lidya Petrovna, "Seninle konuşan ihtiyar birden yanıma koşup kolumdan çekiştirerek çimenliğe götürdü beni. Cebinden telaşla bir parça ip çıkararak bu sedir parçasına geçirip boynuma taktı, sonra elimi tutup avucumla sediri göğsüme bastırdı. Tüm vücudumda bir ürperme hissettim. Bunları o kadar hızlı yaptı ki ağzımı açıp bir şey deme fırsatı bulamadım. Yanından ayrılınca ardımdan, &#;İyi yolculuklar!&#; diye seslendi, &#;Mutluluklar! Seneye yine gelin ne olur! Talihiniz açık olsun! Sizi bekleyeceğiz! İyi yolculuklar!&#; Tekne uzaklaşırken bize el sallayıp durdu, sonra birden çimenlere çöküverdi. Dürbünle onları izliyordum. Seninle konuşan sonra da bana kolyeyi veren ihtiyar, omuzları titreyerek çimenlerde oturmaya devan1 ediyordu. Daha yaşlı görünen, uzun sakallıysa üzerine eğilmiş onun başını okşuyordu." Ticari sorunlar, muhasebe hesapları, sefer sonu yemeği türünden işlerle uğraşırken tuhaf Sibiryalı ihtiyarları unutuvermiştim. Novosibirsk&#;e dönüşümüzde acıdan kıvranıyordum. Teşhis, onikiparmak bağırsağı ülseri ve omurilik eğilmesiydi. Konforlu hastane koğuşunun sessizliği, günlük hayatın telaşesine karşı çevremde bir kalkan oluşturmuştu. Tek kişilik lüks odam, bana dört aylık seferimin sonuçlarını tartıp ilerisi için iş planlan yapma imkanı veımişti. Fakat belleğim, her şeyi geri plana atmış gibiydi ve her nedense ihtiyarları, onlarla sohbetimi gözümün önüne getirip duruyordu. 13

15 Sedirler üzerine bulunabilecek her türlü doküman, isteğim üzerine hastaneye getirildi. Okuduğum her şey beni gittikçe şaşkına çevirdi ve sonunda ihtiyarlann hikayesine inanmaya başladım. Anlattıklarında epey gerçek payı var gibiydi, belki de hepsi doğruydu! Halk tababeti kitaplarında sedirin sağaltıcı etkisinden epey bahsediliyordu. Yazılanlara bakılırsa, sedirin iğne yapraklarından kabuğuna dek her bölümünün müthiş sağaltıcı etkisi varmış. Sibirya sedirinin kerestesi harika görünürmüş ve pek çok usta zanaatkar tarafından oymacılıkta, mobilyacılıkta, müzik aleti gövdesi yapımında kullanılırmış. Sedirin iğne yaprakları, yüksek fitonsid özellikteymiş ve havayı bakterilerden arındmrmış; sedir kerestesinin de kendine has, çok tatlı, huzur verici bir kokusu varmış. Ufak bir parça sedir, evleri güvelerden korurmuş. Ayrıca, popüler bilim kitapları, kuzey bölgelerinde güneydekilerden çok daha kaliteli sedirlerin yetiştiğine dikkat çekiyordu. Daha yılında akademisyen P. S. Pallas, Sibirya sedirinin meyvesinin erkeklik gücünü tazelediğini, insanı gençleştirdiğini, bağışıklık sistemini güçlendirdiğini, pek çok hastalığa karşı direnci artırdığını yazmış. Dolaylı ya da dolaysız olarak sedir ağacıyla bağlantılı bir dizi tarihi olay da mevcuttu. İşte onlardan biri: Sibirya &#;nın içlerinde, sedir ağaçlarının yetiştiği bir bölgede büyümüş, yarı cahil bir mujik olan Grigoriy Rasputin, ellili yaşlarında Moskova &#;ya gelmiş, kehanetleriyle sonradan dahil olacağı imparatorluk ailesini dahi etkilemiş, cinsel gücüyle ün yapmıştı. Grigoriy Rasputin&#;in suikast esnasında vücudu kurşunlarla delik deşik edilmesine rağmen hala nefes alması katillerini şaşkına çevirmişti. Belki de işin sırrı, sedir ağaçlan bölgesinde, sedir kozalaklari yiyerek büyümesindedir, kim bilir? Dönemin gazetecileri onun dayanıklılığını şöyle aktarmışlar: "Elli yaşındayken, sefahat alemine öğle üzeri başlar, sabah dörde 14

16 dek devam ederdi; zamparalığın ve içki aleminin ardından, doğruca saat sekize dek dua ettiği sabah ayinine gider sonra hiçbir şey olmamış gibi evinde çayını içen Grişka saat ikiye kadar ziyaretçileri kabul eder ve nihayet yanına bir grup kadın alarak hamama, oradan da şehir dışındaki bir restorana yollanır ve bir önceki geceyi tekrarlardı ki normal bir insan, böyle bir hayatı kaldıramaz." Günümüzde, güreş sporunda hala geçilememiş, pek çok dünya ve Olimpiyat şampiyonluğu bulunan Aleksandr Karelin de Sibiryalı &#;dır, hem de Sibirya sedirinin yetiştiği bölgedendir. Bu pehlivan da sedir kozalağı yiyerek büyümüştür. Sadece tesadüf mü? Yalnızca popüler bilim kitaplarında kolaylıkla rastlanabilecek ya da tanıklı ispatlı olaylan aktarıyorum. Bu tanıklardan biri de ihtiyardan bir parça çınlayan sedir alan Lidya Petrovna&#;ydı. Lidya Petrovna otuz altı yaşında, evli, iki çocuk annesi bir kadındı. Mesai arkadaşları ondaki değişikliği fark etmişlerdi. Daha müşfik, daha güler yüzlü oluvermişti. Lidya Petrovna&#;nın benim de tanıdığım kocası bana, son zamanlarda eşiyle çok daha iyi anlaşmaya başladıklarından söz etmiş, karısının ansızın gençleştiğini, kocasına duyduğu hislerin yoğunlaştığını, kendisine karşı saygısının ve hatta sevgisinin arttığını belirtmişti. Bunca olay ve kanıt, aslında en kolay bulunabilecek, en önemli kanıtı gölgelemişti ki bunu fark ettikten sonra içimde en ufak bir şüphe kalmadı: İncil. Eski Ahit&#;te Musa&#;nın üçüncü kitabında (Levililer 14;4 bap) Tanrı, sedir ağacının yardımıyla insanların nasıl tedavi edileceğini, hatta evlerin nasıl dezenfekte edileceğini anlatıyordu! Çeşitli kaynaklardan derlediğim olayları, bilgileri bir araya getirdiğimde, yeryüzünde bilinen tüm mucizelerin bu keşfettiğimin gölgesinde kaldığını fark ettim. İnsanın aklını kurcalayan büyük sırlar, çınlayan sedirinkiyle kıyaslandığında önemsiz gelmeye başlamıştı. Artık böyle bir şeyin varlığından şüphelenemezdim_. Popüler bilim kitapları ve Vedik el yazmaları, tüm şüpheleri dac ğıtıyordu. 15

17 Sedir ağacı İncil &#;de, hem de Eski Ahit&#;te kırk iki defa anılıyordu. Musa, on emri taş tabletlerde insanlığa gösterirken, sedir ağacı hakkında Eski Ahit&#;te yazılanlardan daha çok şey biliyordu muhtemelen. Doğada, insanın hastalıklarına iyi gelen pek çok bitki olduğunu biliriz elbette. Popüler bilim kitapları, ciddi ve konusunda uzman araştırmacılar, Pallas gibi akademisyenler, sedir ağacının sağaltıcı etkisini doğrularlar ki bu da Eski Ahit&#;te yazanlarla uyumludur. Şimdi buraya dikkat! Eski Ahit, diğer ağaçların adını bile anmazken bir tek sedir ağacını işaret eder. Eski Ahit, sedir ağacı tabiattaki tüm bitkiler arasında sağaltıcı etkisi en güçlü olandır demiyor mu şimdi? İyi ama nedir bu sedir? Ecza deposu falan mı? Hem nasıl kullanmalı? Bir de o tuhaf ihtiyarlar neden çınlayan sediri diğer sedir ağaçlarından ayn tuttular? Ama hepsi bu değildi. Eski Ahit&#;teki şu hikaye, gizemi kat be kat aıttırıyordu: Kral S. üleyman, sedir ağacından bir tapınak yapacakmış. Lübnan&#;dan sedir tomruğu getirtmek için de bir başka krala -Hiram- kendi krallığından yirmi şehir vermiş. İnanılmaz! Bir inşaat malzemesi için yirmi şehir vermek! Elbette, başka bir iyilik daha var. Kral Süleyman&#;ın ricası üzerine "ağaç kesmede usta adamlar"* da gönderilmiş. Nasıl insanlaımış bunlar? Nasıl bir ustalıkları varmış? Bugün bile, Sibirya&#;nın uzak köşelerinde inşaat malzemesi olacak ağaçları seçen ihtiyarlar olduğunu işitmiştim. Ama o zamanlar yani iki bin yıl önce, herkes bunu biliyormuş. Buna rağmen birtakım özel adamlar talep edilmiş. Tapmak inşa edilmiş. * Krallar 5;6. bap: "İmdi bana Lübnan&#;dan sedir ağaçları kesmeleri için adamlarına buyruk ver. Benim adamlarım da seninkilerle birlikte çalışsın. Adamların için istediğin ücreti vereceğim. Aramızda Saydalılar kadar ağaç kesmede usta adamlar olmadığını biliyorsun." (ç.n) 16

18 İçinde törenler yapılmaya başlanmış ve "Bu bulut yüzünden kahinler görevlerini sürdüremediler."* Bu bulut da neyin nesiydi? Nereden ve nasıl girmişti tapınağa? Neyi temsil ediyordu? Bir enerji bulutu muydu? Bir hayal mi? Bu olayın aslı ve sedir ağacıyla ilgisi neydi? İhtiyarlar, çınlayan sedirin enerjiyi biriktirdiğini söylemişlerdi. Hangi sedir daha güçlü peki; Lübnan&#;ınki mi yoksa Sibirya&#;nınki mi? Pallas, sedirin sağaltıcı etkisinin tundranın sınırına J&#;iiklaştıkça arttığını söylemiş. Şu halde Sibirya sediri daha güçlü olsa gerek. İncil&#; de de şöyle deniyor: " onları meyvelerinden tanıyacaksınız."** Yani yine Sibirya sediri! Fakat nasıl oldu da hiç kimse bunlara dikkat etmemişti? Bu olgular, nasıl bir araya getirilmedi? Eski Ahit, geçen yüzyılın ve günümüzün bilimi, sedir ağacı üzerine aynı şeyleri söylüyor. Yelena İvanovna Rerih de livaya Etika/Canlı Ahlak kitabında şunları yazıyor: "Horasan&#;da kralın tahta çıkış töreninde bir kadeh sedir ağacı reçinesi sunulurdu. Rahipler bu kadehe Hayat Kadehi derlerdi. Ruhani idraklerini yitirmeleriyle, reçine yerini kana bıraktı. Zerdüşt Ateşi de kadehteki reçinenin yakılmasıyla elde edilirdi." Şu halde, atalarımızın, sedir ağacının özellikleri, kullanıldığı yerler hakkındaki tüm bilgileri bugüne dek sakit mı kalmıştı yani? Acaba hiçbir bilgi yok muydu? Sibiryalı ihtiyarlar ne biliyorlardı? Sonra ansızın, yıllar önce başıma gelen bir olayı hatırlayıverdim ve tüylerim diken diken oldu. O zamanlar hiç üzerinde durmamıştım ama şimdi * Krallar 8; "Bu bulut yüzünden kahinler görevlerini sürdüremediler. Çünkü RAB&#;bin görkemi tapınağı doldurmuştu." (ç.n) **Matta "Böylece sahte peygamberleri meyvelerinden tanıyacaksınız." (ç.n) 17

19 Perestroyka&#;nın ilk yıllarında, Sibiryalı Girişimciler Derneği &#;nin başkanlığını yaparken, Novosibirsk&#;teki Bölge İcra Kurulu&#;ndan bir telefon geldi; önemli bir Batılı işadamıyla yapılacak toplantıda hazır bulunmamı rica ediyorlardı. Adamın, dönemin iktidarından bir tavsiye mektubu da vardı. Toplantıda birkaç girişimciyle kuruldan temsilciler de olacaktı. "Batılı işadamı" oldukça kelli felli, Doğulu tipinde sıra dışı bir adamdı. Başında bir sarık vardı ve parmakları da pahalı yüzüklerle doluydu. Her zamanki gibi, çeşitli iş alanlarında kurulabilecek ortaklıklardan bahsedildi. Toplantının ortalarında, "Sizden sedir kozalağı satın almak istiyoruz" deyiverdi. Bu sözleri söylerken her nedense birden gerilmiş, keskin gözleri, odada bulunan işadamlarının tepkisini ölçmek ister gibi fıldır fıldır dönmeye başlamıştı. Bunu gayet iyi hatırlıyorum zira daha o zaman bu kadar değişmesine şaşmıştım. Resmi toplantının ardından, Moskovalı kadın çeviımeniyle yanıma geldiler. Kadın, adamın benimle görüşmek istediğini söyle. eli. İşaclamı gizli bir teklifte bulundu: Bu sedir kozalağı -mutlaka taze olmaları gerekliydi- işini ayarlarsam, belirlenen ücretin yanı sıra hatırı sayılır bir yüzde de kazanacaktım. Tedarik edilen kozalaklar Türkiye&#;ye gönderilecekti. Orada bir tür yağ üretiminde kullanılacaktı. Düşüneceğimi söyledim. Bu yağın ne mene bir şey olduğunu öğrenmeye karar vermiştim. Öğrendim de Londra piyasasında sedir kozalağı yağının kilosu beş yüz dolara kadar çıkıyordu! Bize önerilen fiyatsa, aşağı yukarı bir kilo sedir kozitlağına iki üç dolar kadardı. Varşova&#;da tanıdığım bir işadammı arayarak ondan, böyle bir ürünü doğrudan tüketiciye ulaştıımanm ve kozalağı işleme tekniğini öğrenmenin mümkün olup olmadığını araştınnasını rica ettim. 18

20 Bir ay sonra cevap verdi: "Hiç yolu yok. Tekniği öğrenmek de olanaksız. Dahası, bu konuyla ilgilenen Batılı güçler var, en iyisi hiç bulaşmayıp unutmak." O zaman, Novosibirsk Tüketici Kooperatifi&#;nde çalışan bir akademisyen olan, yakın dostum Konstantin Rakunov&#;a danıştım. Bir miktar kozalak satın aldım ve araştırmayı finanse ettim. Kooperatifin laboratuarında yüz kilo kadar sedir yağı üretildi. Ayrıca arşiv araştırması yapmaları için adamlar tuttum onlar da aşağıdaki bilgilere ulaştılar: Devrim öncesi dönemde Sibirya&#;da "Sibirya Kooperatifi" isimli bii kuruluş mevcutmuş (devrimden sonra bir süre daha varlığını sürdürmüş). Bu kuruluşun üyeleri, sedir yağı da dahil olmak üzere her tür yağ ticareti yaparlamiış. Harbin&#;de, Londra&#;da, New York&#;ta epey şık temsilcilikleri varmış, Batı bankalarında da kabarık hesapları. Devrimden sonra bu kuruluş dağılmış ve pek çok üyesi de yurtdışına gitmiş. Bolşevik hükümetin üyesi Krasin, bu kuruluşun başkanıyla buluşmuş ve Rusya&#;ya dönmesini teklif etmiş. Ama "Sibirya Kooperatifi"nin başkanı, yurtdışındayken Rusya&#;ya daha çok faydası olacağını söylemiş. Ayrıca arşiv dokümanlarında, tayga köylerinin pek çoğunda sedir yağı üretmek için ahşap presler (yalnızca ahşap!) kullanıldığı da yazılıydı. Sedir yağının kalitesi, kozalakların toplanma mevsimine ve işlenişine bağlıymış. Fakat toplama mevsimi konusunda ne arşivlerde ne de kooperatifte bir bilgiye ulaşıldı. Sır kayıptı. Sedir yağının sağaltıcı etkisinin eşi benzeri yoktu. Peki, bu yağın üretim sırrı bir göçmen aracılığıyla Batı &#;ya geçmiş olamaz mıydı? En şifalı sedir kozalağı Sibirya&#;da yetişirken, yağ üreten tesisin Türkiye&#;de bulunması nasıl açıklanabilir? Hem de Türkiye&#;de, Sibirya sediri cinsinden sedirler yetişmezken. Ya Varşovalı işadamının sözünü ettiği Batılı güçler ne ola ki? Neden bu konuya hiç bulaşmamalı? Bu güçler, olağandışı sağal- 19

21 tıcı özellikleri olan bir ürünü bizim Rus-Sibirya taygasından "kaçırıyor" olmasınlar sakın? Anayurdumuzda, etkili özellikleri yüzyıllar, bin yıllarla teyit edilmiş böyle bir servet varken, neden Batı ilaçlarına milyonlarca hatta milyarlarca dolar ödeyip deliler gibi yutuyoruz? Atalarımızın vakıf olduğu irfanı nasıl kaybettik? Hem de yakın zamanda, yüzyılımızda yaşamış atalarımızınkini! İki bin yıl önceki olağanüstü olaylardan bahseden İncil&#;i anmanın ne gereği var ki? Hangi belirsiz güçler, atalarımızın irfanını ısrarla anılarımızdan silmeye çabalıyor? Bir de, karışma, kendi işine bak diyorlar. Silmeye çalışıyorlar ve başarıyorlar da! İçimi öfke kaplamıştı. Bir araştırma yaptım, sedir yağı eczanelerde ithal ambalajda satılıyordu. Otuz gramlık bir şişe alıp denedim; sanırım şişede en fazla iki damla yağ vardı, geri kalanı bir tür incelticiydi. Bizim Tüketici Kooperatifi &#;nde elde ettiğimiz yağ ile kıyaslanamazdı. İnceltilmiş iki damlanın fiyatıysa elli bin rubleydi! İthal edeceğimize ihraç edemiyor muyduk yani?! Sırf bu yağın ihracatıyla tüm Sibirya gayet müreffeh yaşardı! Ama atalarımızın tekniğini nasıl olmuştu da unutmuştuk? Şimdi yoksulluğumuza hayıflanıp dururuz işte Pekala, ne pahasına olursa olsun bir şeyler bulacağım, diye düşündüm. Bu yağı ben üreteceğim, varsın şirketim de iyice zenginleşsin. Ob seferini tekrarlamaya karar vermiştim; bu kez yalnızca ana gemi Patris Lumunıba&#;yı alıp kuzeye gidecektim. Ambara türlü mallar yükledim, geminin sinema salonunu da depoya dönüştürdüm. Yeni bir mürettebat bulmam elzemdi. Bizim şirketten hiç kimseyi de yanıma almadım. Ben harici bir işle meşgulken mali durum da kötülemişti. Novosibirsk&#;ten ayrılmamızın ikinci haftasında güvenlik elemanı adamlarım, çınlayan sedir hakkında kimi söylentiler duyduklarıni rapor ettiler. Yeni alınan tayfa arasında en kibar tabiriyle "tuhaf adamlar" olduğunu düşünüyorlardı. Mürettebattan bazılarını yanıma çağırtıp taygaya yapacağımız seferden söz ettim. Ki- 20

22 misi kendi isteğiyle kabul etti. Kimisi de işe girerken bundan bahsedilmediği için ekstra ücret talep etti; geminin konforlu koşullarında çalışmak başka, taygada yirmi beş kilometre yürüyüp sırtında yükle geri dönmek başkaydı elbette. O sırada mali durumum pek de iyi değildi. Sedirleri satmayı tasarlamıyordum. Zaten ihtiyarlar da hediye edilmesi gerektiğini söylemişlerdi. Hem sedir ağacından ziyade yağ üretmenin sımyla ilgiliydim. Elbette ağaçla ilgili her şeyi öğrenmek de ilginç olurdu. Güvenliktekiler yüzünden giderek birilerinin, özellikle kıyıya indiğim zamanlarda beni izlemeye çalıştığı vehmine kapılmıştım. Ama amaçları belirsizdi. Hem kim beni takip ettirecekti? Epey kafa yorduktan sonra şöyle bir karar verdim: hata yapmamak için herkesten kurnaz davranmalıydım. 21

23 2 Karşılaşma Hiç kimseye bir açıklama yapmadan, geminin bir yıl önce ihtiyarlarla görüştüğüm yerin yakınında durmasını emrettim. Köye ufak bir motorlu tekneyle gittim. Gemi kaptanına da olağan rotayı takip etmesi talimatını vermiştim. Köylülerin yardımıyla ihtiyarları bulup çınlayan sedirleri kendi gözümle görmeyi ve ağacı gemiye taşımanın en makul yolunu görüşmeyi umuyordum. Motoru bir taşa bağladıktan sonra en yakın eve yürümeyi kuruyordum ki yamaçta tek başına bir kadın fark edip onunla konuşmaya karar verdim. Pamuklu, eski bir ceketle uzun etek giymişti; ayağında da ekseriyetle seafoodplus.info giydiği türden lastik galoşlar vardı. Başındaki şalını, alnıyla boynunu da kapatacak şekilde sarmıştı. Yaşını kestirmek güçtü. Selam verdim ve geçen yıl orada karşılaştığım iki ihtiyarı sordum. 22

24 "Geçen yıl konuştukların dedemle büyük dedemdi Vladimir" diye cevap verdi. Şaşırmıştım. Sesi genç, telaffuzu düzgündü; bana "sen" diye üstelik adımla hitap etmişti. İhtiyarların adını hatırlamıyordum, hatta tanıştığımızdan bile emin değildim. Bu kadın adımı biliyorsa tanıştık muhtemelen; diye düşündüm. Ben de ona "sen" diye hitap etmeye karar verip, "Ya senin adın ne?" diye sordum. "Anastasya" diye cevap verdi ve öpmemi bekler gibi elini uzattı. Pamuklu ceketi, lastik galoşlarıyla bir köylü kadının ıssız sahilde bir sosyete hanımefendisi gibi davranıp, öpmem için elini uzatması beni güldürmüştü. Elini sıktım. Elbette öpmeye falan kalkmadım. Anastasya utangaçça gülümsedi ve beni taygaya, ailesinin yaşadığı yere götürmeyi önerdi. "Yalnız yaklaşık yirmi beş kilometre yürümemiz gerekecek. Senin için sorun olmaz, değil mi?" "Biraz uzakmış doğrusu. Peki bana çınlayan sediri gösterebilecek misin?" "Göstereceğim." "Bunlar hakkındaki her şeyi biliyor musun, bana da anlatır mısın?" "Bildiğim kadarını anlatırım." "Gidelim o zaman." Anastasya yolda, ailesinin kuşaklar boyunca sedir ormanında yaşadığını anlattı; dediğine bakılırsa ataları binlerce yıldır oradaymış. Uygar toplumumuzla nadiren temasları olurmuş. O da yaşadıkları yerde değil, epey uzakta, avlanmak ya da yerleşmek amacıyla gittikleri daha büyük yerleşim merkezlerinde. Anastasya da iki büyük şehirde bulunmuş: Tomsk ve Moskova. Ama sadece bir gün kalmış. Gecelememiş bile. Tek amacı, şehirliler hakkındaki düşüncelerinin doğru olup olmadığını kendi gözleriyle görmekmiş. Meyve ve kurutulmuş mantar satarak gezileri için 23

25 gereken parayı biriktirmiş. Bu gezisi için köylü bir kadın Anastasya&#;ya kendi kimlik belgesini vermiş. Anastasya, şifalı çınlayan sediri insanlara verme konusunda dedeleriyle aynı fikirde değildi. "Niye?" diye sorduğumda, sedir parçalarının iyilerin yanı sıra kötü yaradılışlı insanların da eline geçeceğini söyledi. Bu kötüler kısa süre sonra da tamamını ele geçirirlerdi. Neticede sedir parçaları yarardan çok, zarar getirecekti. Ona göre sadece iyi insanlara yardım edilmeliydi. İnsanlık ancak böyle daha iyiye giderdi. Herkese yardım etmek, iyiyle kötü arasındaki dengesizliği ya değiştirmeyecek ya da daha kötüye gitmesine neden olacaktı. Sibiryalı ihtiyarlarla karşılaşmamdan sonra sedirin olağanüstü özellikleriyle ilgili popüler bilim kitaplarını, bazı tarihi ve bilimsel çalışmaları incelemiştim. Şimdi de Anastasya&#;nın sedir ormanı sakinlerinin yaşam tarzlarıyla ilgili anlattıklarını kavramaya çalışıyor, daha çok şey öğrenmek istiyor ve "Neye benziyor bu?" diye düşünüp duruyordum. Onları, gazeteci Peskov sayesinde tanıdığımız ünlü Lıkov&#; ailesiyle karşılaştırdım. Bu aile uzun yıllar taygada yapayalnız yaşamıştı. Haklarında Komsonıolskaya Pravda gazetesinde "Tayga Çıkmazı" başlıklı bir haber dizisi yayımlanmış ayrıca televizyon programları falan yapılmıştı. Lıkovlar&#;la ilgili izlenimim doğayla barışık yaşamayı iyi kötü becerseler de çağdaş uygarlığımız söz konusu olunca basbayağı "kara cahil" kalan insanlar olmalarıydı. Bu sefer farklı bir durum vardı. Anastasya, hiç anlayamadığım bir şekilde, medeniyete dair epey bilgisi varmış izlenimi yaratıyordu insanda. Şehir hayatını gayet iyi biliyormuş gibi rahat koriuşuyor, makul fikirler yürütüyordu. * yılında bir grup jeolog, İrkuts&#;taki taygada yıllardır dış dünyadan kopuk yaşayan Lıkovlar&#;la karşılaşır. Altı kişilik aile üyelerinden ömründe tekerlek gören dahi yoktur. Gazeteci Vasiliy Mihayloviç Peskov bu aileyle ilgili bir dizi haber yapar, ırdıııdan da TayRa Çıkmazı başlığıyla bir kitap yazar. Dönemin Sovyct gazetelerinde aile Çağdaş Robinsonlar olarak anılır. (ç.ıı) 24

26 Ormanın derinliklerine doğru yaklaşık beş kilometre kadar yürüdükten sonra mola verdik. Anastasya pamuklu ceketini, şalını, uzun eteğini çıkarıp bir ağacın kovuğuna koydu, üzerinde sadece kısa, ince bir elbise kalmıştı. Şaşkına dönmüştüm. Mucizelere inansaydım, bunu mucizevi bir dönüşüm sayardım. Karşımda, uzun altın sarısı saçlarıyla görkemli bir endama sahip genç bir kadın duruyordu. Sıra dışı bir güzelliği vardı. Handiyse, en prestijli güzellik yarışmalarının kraliçelerinin bile onunla rekabet etmesi imkansızdı; sonradan gayet zeki olduğu da ortaya çıkacaktı. Bu tayga dilberi her haliyle çok çekiciydi. "Herhalde yorulmuşsundur" dedi. "Dinlenmek ister misin?" Yere oturduk, ben de yüzünü daha yakından inceleme fırsatı buldum: Hiç makyaj yapmamıştı, muntazam yüz hatları, pürüzsüz bir cilt; Sibirya&#;nın içlerinde yaşayan halkın kaba yüzüyle hiçbir ortak yanı yoktu. Kocaman, grimsi, açık mavi gözleri vardı ve dudakları hafifçe gülümser gibiydi hep. Kısa, ince elbisesi, üzerinde gece elbisesi gibi duruyordu; hava on iki, on beş derece civarındaydı ama vücudunda üşüme belirtisi görülmüyordu. Bir şeyler atıştınnaya karar verdim. Çantamdan birkaç sandviç ve iyi cins konyakla dolu yassı mataramı çıkarıp Anastasya&#;ya da ikram ettim ama konyağı da, sandviçi de geri çevirdi. Ben yemeğimi yerken Anastasya, çimlerin üzerine uzanıp kendini güneşin_ okşayışına bırakmak ister gibi keyifle gözlerini kapadı. Güneş ışınları açık avuçlarından altın gibi yansıyordu. Neredeyse yarı çıplaktı ve harika görünüyordu. Ona bakıp içimden şöyle geçirdim: "Neden kadınlar ezelden beri fütursuzca açılıp saçılır, dekolte ve mini elbiselerle bacaklarını, göğüslerini, sahip oldukları her şeyi gösterirler sanki? Çevrelerindeki erkeklere &#;Bakın ne kadar harikayım, ne kadar açık ve ulaşılabilirim&#; türünden bir davet değil mi bu? E, erkek ne yapacak peki? Bedensel arzularına direnip kadından ilgisini esirgeyerek onu küçümsesin mi yoksa ilgi gösterip Tanrının yasalarını mı çiğnesin?" 25

27 Yemeğimi bitirdikten sonra, "Anastasya, taygada tek başına dolaşmaktan korkmuyor musun?" diye sordum. "Burada korkacak hiçbir şey yok" diye cevap verdi Anastasya. "Peki iki, üç adamla, misal jeologlarla ya da avcılarla karşılaşsan kendini nasıl korurdun, merak ediyorum?" diye sordum. Tek sözcük etmeden sadece gülümsedi. Böyle son derece çekici, genç, güzel bir kadın, nasıl hiçbir şeyden, hiç kimseden korkmaz, diye geçirdim içimden. Sonra olanlar için bugün bile utanç duyuyorum Kollarımı omzuna dolayıp, sarılmak için onu kendime çektim. Esnek vücudunun güçlü olduğu anlaşılıyordu ama fazla karşı koymadı. Yalnız başka hiçbir şey yapamadım. Bilincimi yitirmeden önce en son hatırladığım, "Buna gerek yok, sakin ol" demesiydi. Ondan hemen önce de inanılmaz bir korkuya kapıldığımı hatırlıyorum. Ama anlaşılmaz, tıpkı evde yapayalnız kalmış bir çocuğun bir şeylerden korkmasını andıran bir korkuydu. Kendime geldiğimde, karşımda diz çökmüş oturuyordu; bir elini göğsüme koymuş, diğerini de yukarıda bir yerlerdeki birine sallıyordu sanki. Gülümsüyordu ama bana değil, etrafımızdaki ya da üzerimizdeki görünmeyen birilerine. Anastasya bu hareketleriyle görünmeyen dostuna onun için endişelenmemesini anlatmaya çalışır gibiydi. Sonra gözlerinde sakin, tatlı bir ifadeyle gözlerimin içine baktı: "Sakin ol Vladimir, hepsi geçti." "Ama neydi bu?" diye sordum. "Ahenk, bana karşı tavrına, içinde uyanan isteğe anlam veremedi. Sonradan sen de her şeyi anlayacaksın." "Ne ahenginden bahsediyorsun? Bal gibi sendin! Sen direndin işte." "Ben de anlam veremedim. Hem de hiç anlamadım." Doğrulup çantamı yanıma çektim. 26

28 "Olur şey değil. Anlam verememiş! Anlayamamış Siz kadınlar, erkekleri baştan çıkam1ak için her şeyi yaparsınız. Bacaklarınızı gösterir, göğüslerinizi açar, yüksek topuklu giyersiniz. Hiç rahat edemezsiniz ama yine de giyersiniz! Oranızı buranızı kıvıra kıvıra dolaşırsınız sonra iş oraya gelince &#;Ah, istemiyorum, ben o tarz kadınlardan değilim &#; Ne demeye kırıtıyorsunuz o zaman? İkiyüzlüler! Ben -ki bir işadamıyım- sizin gibileri çok gördüm. Hepiniz aynı şeyi istersiniz ama kırıtır durursunuz. Misal niye üzerindekileri çıkardın? Hiç de sıcak değil hava! Sonra şuraya uzandın sere serpe, sessizleştin hem de gülümsedin şey ister gibi" "Elbiselerden hiç hoşlanmıyorum, Vladimir. Ormanın dışına, insan içine çıktığımda herkes gibi görünmek için giyiniyorum sadece. Güneşin altına da dinlenmek için uzandım, yemeğini yerken seni rahatsız etmemek için." "Beni rahatsız etmek istememiş Ama ettin." "O zaman lütfen beni bağışla, Vladimir. Elbette haklısın, her kadın erkeklerin ilgisini çekmek ister ama sadece bacaklarına ve göğüslerine değil. Tek istediği, fiziksel özelliklerinden daha fazlasını görebilen biricik erkeğin önünden geçip gitmemesidir." "Ama şu anda, burada kimse gelip geçmiyor! Hem yerde, bacakları çıplak uzanmış bir kadın varken kim daha fazlasını görebilir ki? Siz kadınlar ne mantıksızsımz!" "Evet, maalesef hayatta bazen aynen dediğin gibi olur Artık gidebilir miyiz, Vladimir? Yemeğini bitirdin değil mi? Dinlendin mi?" Kafamdan, "Bu yabani filozofla yola devam etmeye değer mi?" düşüncesi geçti. Yine de: "Tamam, gidelim" dedim. 27

29 28 3 Hayvan mı İnsan mı? Anastasya&#;nm evine doğru yola koyulduk. Elbiselerini ağaç kovuğunda bırakmıştı. Galoşlarını da. Üzerinde sadece ince, kısa elbisesi vardı. Çantamı taşımaya yardım etmeyi önerdi. Çıplak ayaklarıyla son derece rahat, bir ceylan gibi zarifçe sekerek yürüyor, çantamı içi boşmuş gibi sallayarak kılavuzluk ediyordu. Bu arada sürekli konuşuyorduk. Onunla farklı konulardan konuşmak çok ilginçti. Herhalde her konuda epey tuhaf, kendine özgü fikirleri olduğundan bana böyle geliyordu. Anastasya yürürken arada bir kendi etrafında dönüyordu. Bana dönüyor, geri geri yürürken konuşup gülüyordu; konuşmaya öyle dalmıştı ki adımlarına dikkat etmiyordu. Bir kez olsun tökezlememesi, çıplak ayaklarına bir kuru dal bile batmaması çok tuhaftı. Gerçi bir patikadan falan ilerlemesek de yolumuzda bildik tayga engelleri yoktu pek.

30 Bazen bir yaprağa, bir çalıya dokunuyor ya da okşayıp geçiyordu. Bazen de hiç bakmadan eğilip bir parça ot koparıyor ve yiyordu. Tam bir hayvan yavrusu gibi, diye düşündüm. Meyve bulunca koparıp bana da ikram etti, beraber yedik. Öyle aman aman kaslı bir vücudu yoktu. Orta karardı işte.-ne sıska, ne şişman. Yalnız sağlıklı, esnek ve çok güzeldi. Bir de bana epey kuvvetli görünmüştü, refleksleri de gayet iyiydi. Bir ara tökezleyip düşecek gibi kollarımı öne uzattığımda, müthiş bir hızla dönüp boş eliyle beni göğsümden yakaladı. Düşmüştüm ama ellerim yere bile değmemişti. Beni tek eliyle tutmuştu. Üstelik bunu yaparken benimle konuşmaya devam etmiş, hafifçe olsun eğilmemişti. Doğrulmama yardım etti ve hiçbir şey olmamış gibi yola devam ettik. O anda her nedense çantamdaki tabanca aklıma geldi. Konuşurken, farkına bile varmadan epey yol almıştık. Anastasya birden durdu, çantamı bir ağacın altına koyup neşeyle, "İşte eve geldik!" dedi. Etrafıma baktım. Heybetli sedir ağaçlarının ortasında, çiçeklerle kaplı geniş bir açıklıktaydık ama herhangi bir yapı falan yoktu elbette. Bir çardak bile yoktu. Hiçbir şey yoktu! Geceyi geçirecek makul bir yer bile görünmüyordu! Ama o sevinçliydi. Sanki konforlu bir eve gelmişiz gibi "Hani ev nerede? Nerede uyuyacağız, nerede yiyeceğiz, yağmurdan nasıl korunacağız?" "Evim burası Vladimir. Burada her şey var." Kafam iyice karışmış, kaygılanmaya başlamıştım. "Neredeymiş o her şey? Hiç olmazsa kamp ateşinde kaynatmak için bir çaydanlık ya da balta ver." "Çaydanlığım da baltam da yok Vladimir. Ateş yakmasak da olur " 29

31 "Sen ne diyorsun yahu? Bir çaydanlığı bile yokmuş! Suyum da bitti zaten. Yemek yerken gördün ya. Su şişesini de attım. Sadece iki yudum konyak kaldı. En yakın nehirden ya da köyden bir günlük mesafedeyiz; takatim kalmadı, çok susadım. Hani su nerede? Suyu nereden bulacaksın?" Sinirlenmeye başladığımı görünce Anastasya da tedirgin olmuştu; beni, elimden tutup açıklıktan ormana doğru sürüklerken, "Sakin ol ama Vladimir! Lütfen. Üzme kendini. Ben her şeyi halledeceğim. Dinleneceksin. Güzelce uyuy&#;acaksın. Ben her şeyi halledeceğim. Üşümeyeceksin de. Susadın mı? Şimdi sana su bulacağım" diye mırıldanıyordu. Açıklıktan on, on beş metre ileride, çalıların arkasında, ufak bir tayga gölü vardı. Anastasya avuçlarına biraz su alıp burnuma doğru uzattı. "İşte su. İç lütfen." "Delirdin mi sen? Onnandaki bir su birikintisinin pis suyu içilir mi hiç? Benim Borcomi* içtiğimi görmedin mi? Biz gemide, _ çamaşır, bulaşık için bile nehir suyunu özel bir filtreden geçirir, klorlayıp oksitler öyle kullanırız." "Bu pis bir su birikintisi değil, Vladimir. Temiz ve canlı bir su. Çok da güzeldir! Sizin sularınız gibi yarı ölü değil. Anne sütü gibi gönül rahatlığıyla içebilirsin. Bak." Anastasya ellerini ağzına götürüp biraz su içti. Ağzımdan şu sözleri kaçırıverdim: "Anastasya, sen bir hayvan mısın? " "Neden hayvan olayım? Yatağım seninki gibi değil diye mi? Arabam yok diye mi? Hiçbir araç gerecim yok diye mi?" "Ormanda, hiçbir şeyin olmadan bir hayvan gibi yaşadığın, üstelik bundan hoşnut göründüğün için." "Evet, burada yaşamaktan zevk alıyorum." * Maden suyu markası. Gürcistan&#;ın maden sularıyla ünlü Borcomi kentinde üretilip kentin adıyla anılır. (ç.n) 30

32 "Bak işte, sen de onaylıyorsun." "İnsanı, dünyada yaşayan diğer tüm canlılardan ayıran tek şeyin araç gereç yapabilme kabiliyeti olduğunu mu sanıyorsun, Vladimir?" "Evet! Daha kesin söyleyeyim hatta: uygar hayat budur." "Yani kendi yaşamını daha uygar sayıyorsun, öyle mi? Ah, elbette öyle sayıyorsun. Ama ben bir hayvan değilim, Vladimir. Ben insanım!" 31

33 4 Kim Bunlar? Anastasya&#;yla Uç gün geçirip bu tuhaf genç kadının Sibirya taygasındaki yapayalnız yaşamını gözlemleyince, yaşam tarzını az çok kavramaya başlamıştım; aynı zamanda kafamda da bizim yaşamımızla ilgili bazı sorular beliriyordu. Bu sorulardan bir tanesi aklımdan hiç çıkmıyordu: Eğitim ve öğretim sistemimiz varoluşun özünü idrak etmemize, her insanın kendi hayatında önceliklerini doğru belirlemesine yeterli miydi? Muazzam bir eğitim sistemi yarattık. Bu sistemi temel alarak çocuklarımızı ve birbirimizi anaokullarında, liselerde, üniversitelerde eğitiyoruz. Bize yeni buluşlar yapma, uzaya gitme imkanı veren bu sistem. Onun sayesinde hayatımızı şekillendiriyoruz. Onun yardımıyla refaha kavuşuyoruz. Kainatı, atomu ve her türlü olağanüstü olguyu kavramaya çalışıyoruz. Hem medyada hem de bilimsel yayınlarda gayet tafsilatlı sansasyo- 32

34 nel hikayeler anlatıp bu konuları tartışmaya bayılıyoruz. Yalnız her nedense bir olgudan inatla kaçınmaya çabalıyoruz. Hem de büyük bir inatla; hatta üzerine konuşmaya dahi çekiniyoruz. Belki de genel eğitim sistemimizi, bilimsel vargılarımızı kolaylıkla yerle bir edip gerçek yaşamlarımızı alaya alacağı için korkuyoruz! Bu yüzden böyle bir olgu yokmuş gibi davranıyoruz. Ama var! Ne kadar başımızı çevirip, görmezden gelsek de var olmaya devam edecek. Peki bunu daha dikkatli incelememizin vakti gelmedi mi artık? Hem, bir araya gelip ortak bir akıl yaratırsak şu soruya da cevap vermemiz mümkün olabilir belki: Onca yandaşı olan, en azından insanların çoğunun inandığı dinleri, türlü öğretileri kuran &#;tüm o büyük düşünürlerin istisnasız hepsi, öğretilerini kurmazdan evvel neden ille ve özelikle bir ormanda inzivaya çekilir, kendilerini tecrit eder? Dikkat edin, dünyanın en büyük akademisinde değil, basbayağı ormanda inzivaya çekiliyorlar! Neden Eski Ahit&#;te Musa, ormanlık bir dağda bir müddet inzivaya çekildikten sonra dönüp insanlara bilgeliği yazdığı taş tabletleri sundu? Neden İsa Mesih, havarilerinden bile uzaklaşarak çölde, dağlarda, ormanda inzivaya çekilir? Neden MÖ altıncı yüzyılın ortalarında Hindistan&#; da yaşamış Siddhattha Gotama yedi yıl boyunca ormanda inzivaya çekildi? Münzevi Siddhattha Gotama ormandan çıkar çıkmaz da öğretisini yaymaya başladı! Sonradan Budizm denen öğretisi, bin yıl sonra bile insanları kendine çekebiliyor, Buda adına koca koca tapınaklar inşa edilebiliyor. Peki aslında yakın geçmişte yaşamış fakat şimdi tarihi kişilik addedilen atalarımız, misal Serafim Sarovskiy ya da Sergiy Radonejskiy neden ormanda inzivaya çekildiler ve nasıl oldu da kısa süre sonra, bir öğütleri için kralları bile ayaklarına getirtecek kadar derin bir bilgelik edindiler? 33

35 Sonradan, inzivaya çekildikleri yerde manastırlar, devasa tapınaklar da kurulmuştu.&#; Moskova yakınlarındaki Sergiyev Posad kentinde kurulmuş Troytse-Sergiyev Manastırı &#;nın bugün bile hatırı sayılır ziyaretçisi vardır. Oysa hepsinin başlangıcı bir orman münzevisidir. Ama neden? Bu insanların bilgeliğe ulaşmasına yardım eden kim ya da neydi? Onlara bilgeliği veren, varoluşun özünü kavramalarına yardım eden neydi? Ormanda inzivaya çekilmişken nasıl yaşadılar, neler yaptılar, neler düşündüler? Anastasya&#;yla bir süre konuştuktan sonra bu sorular kafamı iyice kurcalamaya başlamıştı. Sonradan münzeviler hakkında bulabildiğim her şeyi okudum. Ama bugüne dek bir cevap bulamadım; çünkü her nedense ormanda bu insanların başına neler geldiğine dair hiçbir yerde bir bilgi yoktu. Galiba cevapları birlikte bulmamız gerekiyor. Belki birileri bu olayın özünü kavrayabilir umuduyla Sibirya taygasında geçirdiğim üç günde olup bitenleri ve Anastasya&#;yla sohbetlerimize dair hislerimi betimlemeye çalışacağım. Evvela, bizzat şahidi olduğum ve şüphe götürmeyen bir gerçek vardı: Anastasya da dahil tüm orman münzevileri, bizim yaşamımızda olup biten her şeyi bambaşka, tamamen kendilerine özgü bir bakış açısıyla değerlendiriyordu. Anastasya&#;nın kimi görüşleri, mutat görüşlerle taban tabana zıttı. Peki gerçeğe yakın olan kiminkiydi? Bununla ilgili kararı kim verebilir? Benim görevim, görüp duyduklarımı aktarmaktan ibaret. Böylece başkalarına kendi cevaplarını bulma fırsatını vermiş olurum. Anastasya ormanda bir evi dahi olmaksızın, yapayalnız yaşıyordu; handiyse yarı çıplak dolaşıyor, yiyecek stoku falan da yapmıyordu. Burada binlerce yıl evvel yaşamış ve bambaşka bir uygarlık kurmuş insanların temsilcisi gibiydi. Bence o ve onun gibiler, bilgece bir yol buldukları için günümüze dek bozulmadılar. Muhtemelen tek makul yol da buydu. Dış görünüşleriyle 34

36 sıradan insanlardan farksız görünmeye çalışarak aramızda kaynayıp gittiler; daimi mekanlarındaysa doğayla bir bütün gibiydiler hep. Bu daimi mekanlarını bulmak da çok güç; insan böyle bir yere geldiğini ancak daha güzel, daha düzenli olmasından fark edebilir ki, Anastasya&#;nın küçük tayga açıklığı da böyle bir yerdi işte. Anastasya burada doğmuş ve doğanın ayrılmaz bir parçası olmuştu. Bildiğimiz diğer münzevilerden farklı olarak, tüm zamanını ormanda geçirmiyordu. Taygada doğmuştu ama bizim dünyamıza da kısa süreli ziyaretlerde bulunmuştu. Bu arada, Anastasya&#;ya sahip olmaya kalkışıp da bilincimi yitirdiğim andaki mistik olay da daha anlaşılır olmuştu. İnsan, kediyi, köpeği, fili, kaplanı, kartalı evcilleştirebilir fakat buradaki HER ŞEY evcildi. İşte bu HER ŞEY, An stasya&#;nın başına kötü bir şey gelmesine izin vermiyordu. Anastasya, daha bir yaşını bile doldurmamışken, annesinin onu bir çayırda gönül rahatlığıyla tek başına bırakabildiğini anlatmıştı. "Nasıl oldu da açlıktan ölmedin?" diye sordum. Tayga münzevisi önce hayretle bana baktı, sonra da şöyle cevap verdi: "İnsanın beslenme gibi bir sorunu yoktur ki. Tıpkı nefes alır gibi yemek yemeli insan; yemeğe özel bir ilgi göstermeden, yemek yediğini aklına getirmeden. Tanrı, bu sorunu diğer canlılara ödev kılmıştır; insansa kendi ödevlerini yerine getirerek insan gibi yaşamalı." Birden parmaklarını şıklattı ve yanı başında beliren bir sincap, hop diye eline sıçrayıverdi. Anastasya hayvanı ağzına yaklaştırdı ve sincap da kendi ağzındaki bir sedir fıstığinı onun ağzına bıraktı. Fıstığın kabukları ayıklanmıştı. Bu olay bana pek olağanüstü gelmemişti zii"a Novosibirsk&#;teki kooperatifte, insanlara alışmış, yiyecek için gelip geçene sırnaşan hatta veren olmazsa öfkelenen pek çok sincap görmüştüm. Bu kez tersine, bir de tayganın ortasında şahit olmuştum o kadar.,35

37 "Normalde, yani bizim dünyamızda her şey başka türlü kurulmuştur. Bir dükkanda değil parmaklarını şıklatmak, trampet çalsan bile kimse sana bir şey vermez; oysa Tanrı herkese ödevini verdi diyorsun." "İnsan, Tanrının yarattıklarını değiştirmek istiyorsa suç kimde? Ama daha iyiye doğru mu değiştirir yoksa kötüye mi, kolaysa anla." İşte beslenme sorununa dair aramızda geçen konuşma buydu. Ona göre beslenme, para harcama türünden boş işler, günahkar fikirlerdi ve üzerinde durmaya bile değmezdi. Bizim uygar dünyamızda nasıl olduğunu düşünmeye gerek var mı? Kitaplardan, basından, televizyondan, kazara vahşi doğanın eline düşüp kurtlar tarafından büyütülmüş çocuklara dair epey şey öğrendik. Buradaysa hep aynı yerde yaşamış, hayvanlarla ilişkileri bizimkinden farklı bir insan soyundan bahsediyoruz. Anastasya&#;ya, "Ben ceketle dolaşırken sen neden üşümüyorsun?" diye sordum. "Çünkü" dedi, "elbiselere sarınıp soğuktan da sıcaktan da korunan insanın vücudu zamanla çevresindeki doğa koşullarına adapte olma becerisini yitirir. Benim vücudum bu becerisini yitirmediğinden elbiseye ihtiyaç duymuyorum." 36

38 5 Ormandaki Yatak Odası Vahşi ormanda gecelemeye hazırlıklı değildim. Anastasya, toprak zemine oyulmuş ayı inine benzer bir çukurda bana yatak yaptı. Uzun yolculuğun ardından çabucak derin bir uykuya daldım. Uyandığımda kendimi konforlu, rahat bir karyolada uyumuş gibi harika hissediyordum. İn, ya da oyuk, genişti; her yerine ince sedir dallarıyla enfes bir koku yayan kuru otlar serilmişti. Şöyle bir gerindiğimde elim tüylü bir kürke değdi; Anastasya bir şeyler avlamıştı herhalde. Kürke sokulup sırtımı yasladım ve biraz daha uyumaya karar verdim. Taygadaki yatak odasının girişinde beliren Anastasya, uyandığımı görünce aceleyle, "Günün aydınlık olsun Vladimir" dedi. "Yalnız, korkma sakın." 37

39 Sonra el çııptı ve "kürk" kıpırdadı Korkuyla bunun bir kürk olmadığını anladım. Bir ayı, dört ayak üstünde ağır ağır inin çıkışına yöneldi. Anastasya&#;nın takdir eden okşamasına, elini yalayarak karşılık verdikten sonra da çıkıp gitti. Anlaşılan başımın altına birtakım uyutucu otlar yerleştirmiş, ayıyı da üşümemem için yanımda yatırmıştı. Kendisiyse dışarıda tostoparlak olup uyumuştu. "Bana bunu nasıl yaparsın, Anastasya? O kocaoğlan beni parçalayabilir ya da ezebilirdi." "Bir defa kocaoğlan dediğin bir dişi ayı. Sana hiçbir zararı dokunmazdı, gayet uysaldır. En büyük keyfi de bir ödev alıp hakkıyla yerine getirmektir. Bütün gece hiç kıpırdamaz. Burnunu ayaklarımın ucuna koyar ve derin bir uykuya dalar. Yalnız sen uykunda dönüp onun sırtına vurunca biraz irkilmiş." 38

40 6 Anastasya&#;nın Sabahı Anastasya, hava kararır kararmaz uyumak için barınaklarından birine gidiyor, genellikle bir ayı ininde geceliyordu. Hava sıcakken dışarıda, otların üzerinde uyuyordu. Uyanınca ilk işi, doğan güneşi, dallardaki yeni sürgünleri, topraktan fışkıran taze otları fevkalade bir neşeyle selamlamak oluyordu. Sonra ufak ağaçlara koşup gövdelerini sarsıyordu. Dallardan üzerine dökülen polenlerle ya da çiy damlalarıyla banyo yapıyordu. Ardından otlara uzanarak beş dakika kadar keyifle yuvarlanıp geriniyordu. Böylelikle tüm vücudu bir tür nemlendirici kreme bulanmış gibi oluyordu. Hemen ardından ufak göle koşup suya dalıyordu. Hem de ne dalış! Çevresindeki hayvanlarla ilişkisi, bir insanın evcil hayvanlarla ilişkisini andırıyordu. Bu sabah seremonisi esnasında çoğu Anastasya&#;yı izliyordu. Ona yaklaşmadan uzaktan izliyorlardı 39

41 ama Anastasya hayvanlardan biriqi bir el işaretiyle çağırırsa talihli hayvan ona doğru seğirtip ayaklarının dibine koşuyordu. Sabahlan dişi kurtlarla evcil hayvanlarmış gibi oynadığını gözlerimle gördüm. Anastasya kurdun ensesine vurup kaçıyordu. Kurt da onu kovalamaya başlıyor, yetiştiğindeyse Anastasya çevik bir hareketle bir ağacın dalına sıçrayıp tutunarak yön değiştiriyor, yine koşmaya başlıyordu. O hızla ağacın altından geçen kurt da geri dönüp yine kahkahalar atan Anastasya&#;nın peşine düşüyordu. Anastasya yemek ve giyinme sorunlarını hiç umursamıyordu. Genelde ya yan çıplak ya da çırılçıplak dolaşıyordu. Sedir kozalaklarının fıstıkları, kimi otlar, meyveler ve mantarla besleniyordu. Ama sadece kurumuş mantarları yiyordu. Mantarları, fıstıkları hiç kendisi toplamıyor, kış için dahi erzak depolamıyordu. Her şeyi hazırlayıp getiren çevredeki onlarca sincaptı. Sincapların kış için erzak depolamalarında şaşılacak bir şey yok elbet; her yerde, içgüdüsel olarak böyle yaparlar. Beni şaşırtan başka bir şeydi: Yakında bulunan tüm sincaplaı:, Anastasya&#;nın parmağını bir kere şıklatmasıyla, uzattığı eline sıçrayıp ona ayıklanmış fıstık vermek için birbirleriyle adeta yarış ediyorlardı. Anastasya yere çömelip dizine bir şaplak attığındaysa, sincaplar emir almış gibi tuhaf bir ses çıkarıyor ve otları, kuru mantarları, diğer yiyecekleri getirip önüne bırakıyorlardı. Üstelik bunu keyifle yapıyormuş gibiydiler. Önce Anastasya&#;nın onları eğittiğini düşündüm ama o, sincapların bir tür içgüdü yüzünden böyle davrandığını ve bunu, anne sincapların yavrularına öğrettiğini söyledi. "Belki atalarımdan biri onları eğitmiştir ama bunun ödevleri olduğunu düşünmek daha akla yakın. Hem her sincap, kış için yiyebileceğinin birkaç katı erzak depolar." "Nasıl oluyor da kışlık kıyafetin yokken donrnuyorsun?" soruma da, "Sizin dünyanızda da kıyafeti olmadan soğuğa dayanabilenler yok mu sanki?&#;&#; diye cevap veımişti. 40

42 O anda, soğuk sıcak demeden yaz kış iç çamaşırlarıyla ve yalınayak gezen Porfiriy İvanov&#;un* yazdığı kitabı hatırladım. Kitapta, bu olağanüstü Rus&#;un dayanıklılığını sınamak isteyen faşistlerin sıfırın altında yirmi derece soğukta onu çırılçıplak soyup başından aşağı soğuk su döktükten sonra motosikletle dolaştirdıkları da anlatılıyordu. Anastasya bebekken, sadece anne sütüyle değil, türlü hayvanın sütüyle de beslenmiş. Hayvanlar göğüslerinden dilediği kadar süt emmesine izin vermiş. Herhangi bir yemek yeme alışkanlığı yoktu elbette, asla özellikle yemek yemeye oturmuyor, yürürken ağaç dallarından bir meyve ya da bir sürgün koparıp o anda yaptığı işe devam ediyordu. Yanında geçirdiğim üç günden sonra ona karşı tavrım değişmişti. Görüp duyduklarımdan sonra, Anastasya benim -için bambaşka bir varlığa dönüşmüştü ama hayvana falan değil zira müthiş zekiydi ve hafızası da çok kuvvetliydi. Öyle bir hafızası vardı ki gördüğü, duyduğu hiçbir şeyi unutmuyordu. Kimi zaman, sıradan bir insanın kavrayamayacaği özellikleri olduğunu düşünüyordum. Ama Anastasya&#;ya buna göre davranmak onu epey üzer, canını sıkardı sanırım. Özel yetenekleri dolayısıyla etraflarında gizemli, müstesna bir hale yaratan pek çok ünlü insanın aksine Anastasya, yeteneklerinin işleyişini açıklamaya çalışarak sürekli öyle doğaüstü bir yeteneği olmadığına beni temin ediyor; kendisinin de bir insan, bir kadın olduğunu vurguluyor, bunu anlamamı rica ediyordu. Ben de o zamanlar bunu anlamaya, olağandışı yeteneklerine makul açıklamalar bulmaya çalıştım. Uygar dünyada yaşayan insanın beyni, mümkün olan her yolla yaşamını idame ettirmek, kamını doyurmak, cinsel ihtiyaçları- * Porfiriy İvanov ( ), doğayla iç içe olmayı gözeten tanınmış bir sağlıklı yaşam savunucusu. Otuzlu yaşlarında, manevi arınma ve kendisini aşırı soğuğa maruz bırakma yoluyla kanseri yener. 41

43 nı karşılamak gibi işlerle meşguldür. Anastasya&#;ysa bunlara hiç. zaman harcamıyordu. Lıkovlar&#;ın durumuna düşen insanlar, tüm zamanlarını yemek bulmaya, başlarını sokacak bir baraka yapmaya falan harcar. Doğa onlara Anastasya&#;ya olduğu kadar yardım etmez. Uygar dünyadan uzak yaşayan tüm kavimler de doğayla o kadar içli dışlı değildir. Anastasya bunu, onların düşüncelerinin yeterince saf olmamasına bağlıyordu. Doğa ve hayvanlar bunu hissedermiş.. 42

44 7 Anastasya&#;nın Işığı Ormanda bulunduğum süre boyunca bana en garip, en mistik gelen şey, Anastasya&#;nın çok uzaklardaki insanların neler yaptıklarını görebilme yeteneği olmuştu. Kim bilir, belki diğer münzeviler de böyle bir yeteneğe sahiptir. Anastasya bunu görünmeyen bir ışık yardımıyla yapıyordu. Bu ışığın her insanda olduğunu ama farkına bile varmadıklarını, kullanmayı bilmediklerini iddia ediyordu. "İnsan, doğada var. olmayan hiçbir şeyi icat edemez. Televizyonun ardındaki te oloji bu ışığın vaat ettiği imkanların niteliksiz bir kopyasından başka bir şey değildir." Görünmez bir ışık olduğundan, birkaç kez açıklamaya, göstermeye, makul kanıtlar sunmaya çalışmasına rağmen önce inan= madım. Sonra bir defasında 43

45 "Söylesene Vladimir, sence hayal nedir? İnsanların çoğu hayal görebilir mi?" "Pek çok insan hayal görebilir sanırım. Hayal de bir insanın kendisini gelecekte görmek istediği gibi görmesidir." "Güzel. Öyleyse bir insanın geleceğini tasarlayabileceğini, kendisini çeşitli somut durumlar içerisinde görebileceğini inkar etmiyorsun, değil mi?" "Etmiyorum." "Peki sezgi nedir?" "Sezgi Herhalde insanın ne yapacağını, neler olacağını kestiremediği durumlarda, insana, nasıl davranması gerektiğini fısıldayan bir tür duygudur." "Yani, her insanın içinde olağan akıl yürütme yeteneğinin yanı sıra kendisinin ve başkalarının davranışlarını çözümlemesine yardımcı bir şeylerin olduğunu da inkar etmiyorsun, öyle değil mi?" "Etmiyorum diyelim." "Harika! Çok güzel!" diye bağırdı Anastasya, "Şimdi sıra rüyada! Peki rüya nedir? Hemen herkesin gördüğü rüya?" "Rüya şeydir Nedir bilmiyorum. Rüya sadece rüyadır işte." "Peki, peki. Varsın sadece rüya olsun bakalım. Sonuçta, onun da varlığını inkar etmiyorsun, değil mi? Başkaları gibi sen de, insanın uyku esnasında vücudunun neredeyse tamamen bilincinin kontrolü dışında olduğunu, türlü olaylar görebileceğini bilirsin tabii." "Eh, bunu kimse inkar edemez herhalde." "Hem insan rüyasında konuşabilir, başkalarıyla ilişki kurabilir, hissedebilir de." "Evet, bunları yapabilir." "Peki bir insan rüyalarını yönlendirebilir mi, ne dersin? Rüyalarına görmek istediği insanları, olayları katabilir mi? Hani televizyonda olduğu gibi?" 44

46 "Herhangi birinin bunu yapabileceğini sanmıyorum. Rüya kendiliğinden gelir işte." "Yanılıyorsun. İnsan her şeyi idare edebilir. Her şeyi idare etme yeteneğiyle yaratılmıştır. Sana sözünü ettiğim ışık da, insanın bilgisinden, düşüncelerinden, sezgilerinden, duygularından oluşur ve sonuçta, insanın iradesiyle kontrol edebileceği, rüyaya benzeyen bir görüntü yaratabilir." "Uyurken rüyalarını nasıl kontrol edebilir insan?" "İlla uyurken değil. Uyanıkken de edebilir. Önceden, kesin olarak düzenlemek gerekir yalnız. Sizin rüyalarınız bu yüzden tam bir karmaşa oluyor. İnsan, doğasında olan kontrol yeteneğinin büyük bölümünü yitirmiş. Bu yüzden rüyayı, yorgun bir beynin gereksiz ürünü sayıyor. Aslında dünyadaki hemen her insan Dur biraz, hemen şimdi uzaktaki bir şeyi görmene yardım etmemi ister misin?" "Bir deneyelim." "Otlara uzanıp gevşe ki vücudun daha az enerji harcasın. Kendini rahat hissetmen gerek. Seni rahatsız eden bir şey yok değil mi? Şimdi en iyi tanıdığın insanı, mesela karını düşün. Onun alışkanlıklarını, yürüyüşünü, giysilerini, şu anda nerede olabileceğini düşün ve gözünün önüne getirmeye çalış." Şu anda yazlıkta olması gereken kanın aklıma geldi. Evi, kimi eşyalarla mobilyaları hatırladım. Sonra bir sürü şey, ayrıntılarıyla aklıma geldi ama hiçbir şey göremedim. Bunu Anastasya&#;ya söyleyince şöyle cevap verdi: "Tamamen, uykuya dalar gibi gevşeyemedin, sana yardım edeceğim. Kapat gözleıini. Kollarını iki yana uzat.&#;&#; Sonra parmaklarını paımak uçlarımda hissettim. Uykuya dalmaya ya da uyuklamaya başlamıştım Karım yazlığın mutfağındaydı. Her zaman giydiği ev elbisesinin üzerine uzun bir örgü hırka geçirmişti. seafoodplus.infoğuktu galiba. Isıtma sisteminde yine sorunlar vardı anlaşılan. Ocakta kahve pişiriyordu. Elektrikli güveçte de bir şeyler kaynıyordu. Karımın suratı asıktı, keyifsiz görünüyordu. Hareketle- 45

47 ri de cansızdı. Birden başını kaldırdı, pencereye doğru gitti ve yağmura bakıp gülümsedi. Cezvedeki kahve taştı; karım gidip cezveyi aldı ama böyle durumlarda genelde yaptığının aksine hiç kızmamıştı. Sonra kazağını çıkardı Kendime geliverdim. "Evet? Bir şey gördün mü?" diye sordu Anastasya. "Gördüm. Ama sıradan bir rüya görmediğim nereden belli?" "Nasıl sıradan? Karını görmeyi planlamıştın ya!" "Evet, planladım. Gördüm de. Ama tam şu anda, rüyamda gördüğüm gibi mutfakta olduğu ne malum?" "Eınin olmak istiyorsan bugünü ve bu anı unutma, Vladimir. Eve dönünce ona sorarsın. Peki olağandışı bir şey fark etmedin mi?" "Hiçbir şey fark etmedim." "Karının pencereye gittiğinde gülümsediğini de mi görmedin? Gülümsedi ve kahvenin taşmasına bile kızmadı." "Onu fark ettim. Herhalde pencereden bakınca dışarıda onu keyiflendiren bir şeyler gördü." "Tek gördüğü yağmurdu. Yağmurdan da hiç hoşlanmıyor." "Öyleyse neye güldü?" "Ben de ışığımla karına bakıp onu ısıttım." "Yani senin ışığın ısıtıyor, benimki üşütüyor, öyle mi?" "Sen duygularını katmadan, sadece meraktan baktın." "Senin ışığın uzaktan ısıtabiliyor yani, öyle mi?" "Öyle." "Peki başka ne yapar?" "Bazı bilgileri alıp verir. İnsanın keyfini yerine getirebilir, bazı hastalıkları bir ölçüde iyileştirebilir. Enerjiye, duyguların, iradenin ve arzuların gücüne göre daha birçok şey yapabilir." 46

48 "Geleceği de görebilir misin peki?" "El bette!" "Ya geçmişi?" "Geçmişle gelecek hemen hemen aynı şeydir zaten. Tek fark, dış ayrıntılardadır. Öz daima değişmeden kalır." "Neymiş o? Ne değişmeyebilir ki?" "Misal, bin yıl önce insanlar farklı giysiler giyiyorlardı, günlük yaşamlarında farklı eşyalar kullanıyorlardı; ama öz bunlar değildi elbet Bin yıl önceki insanlar şimdiki insanlarla aynı duyguları hissediyorlardı. Zamanla değişmeyen, duygulardır. Korku, sevinç, aşk. Düşünsene, Bilge Yaroslav da, Korkunç İvan da veya bir firavun da, tıpkı senin gibi ya da günümüzde yaşayan herhangi bir erkek gibi, bir kadına aşık olmuştu." "İlginç. Yalnız ne anlama geliyor bu? Her insanın böyle bir ışığı olduğunu mu iddia ediyorsun?" "Elbette her insanda var. İnsanların hala duyguları, sezgileri var ve kendilerini farklı durum_larda hayal etme, farklı rüyalar görme yetenekleri de tümden kaybolmadı ama hepsi kaıman çorman, kontrol edilmez hale geldi." "Peki insanları eğitmek falan mı gerekli? Bir egzersiz falan mı yapmalı?" "Egzersizin faydası olabilir. Yalnız ışığı iradeyle kontrol etmenin zorunlu bir koşulu var, Vladimir " "Neymiş o koşul?" "Düşünceler mutlaka tertemiz olmalı; ışığın gücü, aydınlık duyguların gücüne bağlıdır." "Hah tamam o zaman! Sanki her şey açıklandı şimdi Temiz düşüncelerin ne alakası var? Aydınlık duygular da ne?" "Bunlar ışığın enerjisidir." "Yeter Anastasya. Artık ilgimi çekmiyor bunlar. Sonra konuşuruz yine." 47

49 "Özünü zaten anlattım." "Anlattın anlatmasına da bir sürü koşul var. Hadi başka bir şeyden bahsedelim artık, daha basit şeylerden " Anastasya bütün gün düşüncelerden, geçmiş, bugün ve gelecekteki olası tüm somut durumları gözünde canlandırmaktan söz etti durdu. Anastasya&#;nın muazzam bir hafızası vardı. Hayalinde ya da ışığı aracılığıyla gördüğü pek çok insanı hatta onların iç dünyalarını hatırlıyordu. Bu insanların yürüyüşlerini, seslerini, düşüncelerini, dünyanın en iyi aktrisine yakışır bir ustalıkla taklit ediyordu. Geçmişte, günümüzde yaşamış ve yaşayan çoğu insanın yaşam deneyimlerini kendinde toplamıştı. Bu deneyimler sayesinde geleceği tasarlayıp başkalarına yardım ediyordu. Bunu uzaktan, o görünmeyen ışığıyla yapıyordu; bir sorununa çözüm bulduğu, iyileşmesine yardım ettiği kimselerse bu işte onun parmağı olduğuna düşünmuyorlardı bile. Sonradan, her insanın buna benzer, görünmeyen bir ışık yaydığını öğrendim. Akimov adlı bir akademisyen, özel aygıtlar yardımıyla bu ışıklan fotoğraflamış ve Çudesa i Priklyuçeniya (Mucizeler ve Maceralar) dergisinin , Mayıs sayısında yayımlamıştı. Maalesef biz, bu ışıklan Anastasya gibi kullanamıyoruz. Bilimsel literatürde bu tür ışık olgusuna bükülme alam adı veriliyormuş. Anastasya&#;nın dünya görüşü epey özgün ve ilginçti. "Tanrı için ne diyorsun peki Anastasya? Var mı? Varsa, neden hiç kimse onu görmedi?" 48

50 "Tanrı, gezegenlerarası bir Akıl, bir Zihin&#; dir. Tek bir kütleden oluşmaz. Bir yarısı evrenin maddi olmayan alemindedir. Bir enerjiler bileşimidir. Diğer yarısıysa küçük parçacıklar halinde bütün yeryüzüne, her insana dağılmıştır. Karanlık güçler bu parçacıkları engellemeye çalışır." "Peki medeniyetimizin geleceği ne olacak sence?" "Gerçekçi bir gözle bakarsak, gelişimin teknokratik tahripkarlığı sizi ilkel kaynaklara döndürecek." "Tüm bilim insanlarımızın gelişmemiş yaratıklar olduğunu ve bizi bir çıkmaza sürüklediklerini mi kastediyorsun?" "Onlar yüzünden sürecin hızlandığını, yani yanlış yolu tuttuğunuzu söylemeye çalışıyorum." "Ne yani? Onca makine, inşa ettiğimiz onca ev l boşuna mı?" "Evet." &#; "Burada tek başına yaşamak sıkıcı değil mi Anastasya? Televizyonsuz, telefonsuz, yapayalnız?" "Ne kadar ilkel nesnelerden bahsediyorsun; insanlık, bunların hepsine ta en başından beri sahipti zaten, hem de daha mükemmel hallerine. Bende de var tabii." "Televizyon, telefon mu?" "Televizyon dediğin nedir ki? Kimi resim ve konulan, neredeyse yoz bir hayal gücü yardımıyla insana sunan bir aygıt. Ben, kendi hayal gücüm yardımıyla dilediğim her konuyu, her resmi, en fantastik bağlamda kurabilir, üstelik kendimi de bunlara dahil ederek konuyu etkileyebilirim. Ah, galiba karışık ifade ettim, değil mi?" "Peki telefon?" "Bir insan, diğerleriyle telefon olmadan da konuşabilir. Bunun için gerekenler irade gücü, iki tarafın da isteği ve gelişmiş bir hayal gücüdür yalnızca." 49

51 8. - Tayga&#; daki Konser Anastasya&#;ya, Moskova&#;ya gidip televizyona çıkmasını önerdim. "Düşünsene Anastasya, bu güzellikle bir fotomodel, dünya çapında bir manken olabilirsin." İşte o anda, kendisine uzak bulmayacağı yegane dünyevi şeyin ne olduğunu anladım; her kadın gibi, güzel bulunmak hoşuna gidiyordu. Anastasya kahkahalarla gülüyordu. "Bir dünya güzeli, değil mi?" diyerek, tıpkı bir çocuk gibi şımarıklık etmeye, çimenler üzerinde podyumdaki bir manken gibi yürümeye başladı. Bir ayağını diğerinin önüne atarak bir manken gibi yürümesi ve hayali elbiseleri sunması pek hoşuma gitmişti. Önce alkışlamaya başladım, sonra takdimci olarak ben de oyuna katıldım: "Lütfen dikkat saygıdeğer konuklar! Şimdi huzurlarınızda eşi benzeri bulunmayan bir jimnastikçi, benzersiz bir dilber, Anastasya!" Takdimim, onu iyice neşelendirmişti. Açıklığın ortasına doğru koşup öne doğru inanılmaz bir perende attı, hemen ardından geri- 50

52 ye, yana, sağa, sola perendeler atmaya devam etti ve son olarak epey yükseğe sıçradı. Bir ağacın dalına tutunup birkaç kez döndükten sonra bir diğer ağaca sıçradı. Sonra tekrar perendeler atarak açıklığın ortasına dündü ve benim alkışlarım arasında sağa sola cilveli selamlar vermeye başladı. Selamlamanın ardından sık bir çalılığın ardına koşup gizlendi. Gülümsüyor, çalının ardından tıpkı bir kulisten bakar gibi göz ucuyla beni süzüyor ve diğer takdimi bekliyordu. Birden aklıma, en sevdiğim pop şarkılarını kaydettiğim videokaset geldi. Bazı akşamlar kamaramda oturup bu kaseti seyrederdim. Aklıma gelince de Anastasya&#;mn herhangi bir şarkıyı taklit edip edemeyeceğini hiç düşünmeden takdime başladım: "Sevgili seyirciler, şimdi zamanımızın en iyi sanatçıları, en seçkin şarkılarını huzurlarınızda seslendirecekler. Alkışlıyoruz!" Anastasya &#;nın yeteneklerine inanmamakla öylesine yanılmıştım ki! Bundan sonra olup bitenler öylesine hakikaten tahmin etmek olanaksızdı! Anastasya, Alla Pugaçova&#;nın sesiyle şarkı söyleyerek hayali kulisten dışarıya küçük bir adım attı. Ünlü şarkıcının sesini taklit falan etmiyor, basbayağı sesini, tonlamasını, hatta duyguyu bile büyük bir rahatlıkla tekrarlıyordu. Ama en şaşırtıcı olan bu değildi. Anastasya, kimi sözleri kendinden bir şeyler katarak vurguluyor, şarkıya dizeler ekliyor, Alla Pugaçova&#;nın mükemmel şarkısındaki imgeler onun yorumuyla daha parlak bir duygu skalasına dönüşüyordu. Misal, şu şarkı harikaydı: Evvel zamanın birinde, bir ressam yaşardı, Bir evce, izi vardı, tuvalleri bir de, Ama vuruldu bir gün, Çiçeklere vurgun bir aktrise. Sattı resimlerini, tuvalleri, Ve harcadı tüm parasını, Koca bir çiçek denizine * Alla Borisovna Pugaçova, Rusya&#;nın en ünlü yorumcusu. (ç.n) 51

53 Anastasya, "tuval" sözcüklerini vurguluyordu. Bu sözcüğü şaşkınlık ve korkuyla haykırıyordu. Tuval, bir ressam için tuval en değerli nesnedir zira onsuz hiçbir şey yaratamaz; işte ressam, sevgilisi için en değerli şeyini feda ediyordu. Sonraki "tren, götürdü onu uzaklara" dizesindeyse, sevgilisini ebediyen kendisinden ayıran trenin ardından bakan aşık ressamı anlatıyordu. Adamın acı sını, umutsuzluğunu, şaşkınlığını çok güzel betimliyordu. Bu görüp duyduklarımın sersemletici etkisi yüzünden şarkı bitince alkışlayamadım. Anastasya eğilip selam vererek alkışı bekledi ve duyamayınca da daha büyük bir şevkle yeni bir şarkıya başladı. En sevdiğim şarkıları, videokasetteki sırasıyla tek tek söyledi. Bu şarkılan onlarca kez dinlemiştim ama onun yorumu her şarkıda daha parlak, daha anlamlı geliyordu bana. Son şarkıdan sonra da alkış duymayınca "kulisine" döndü. Bu olağandışı deneyimin şaşkınlığıyla bir süre daha sesimi çıkarmadan oturdum. Sonra ayağa fırlayıp alkışlamaya, bağırmaya başladım: "Muhteşemsin Anastasya! İsteriz, isteriz! Bravo! Hepsi harikaydı!" Anastasya, ihtiyatla çıkıp selam verdi. Ben ayağımı yere vurup, avuçlarım patlarcasına alkışlayarak bağırmaya devam ediyordum: "İsteriz, isteriz! Bravo!" "İsteriz, daha şarkı söyle mi demek?" "Evet, daha! Daha! Daha! Harikaydın Anastasya! Şarkıcıların hepsinden daha iyiydin! Hatta bizim yıldızlardan kat kat iyiydin!" Susup dikkatle Anastasya&#;yı incelemeye başladım. Bunca şarkıyı hem gayet doğru, hem de yepyeni, muhteşem ve parlak bir şekilde yorumlayabildiğine göre çok yönlü bir ruhu olması gerektiğini düşünüyordum. O da susmuş, merakla bana bakıyordu. "Anastasya, kendi şarkın var mı peki?" diye sordum. "Daha önce hiç duymadığım, sadece sana ait bir şarkı da söyleyebilir misin?" 52

54 "Söylerim ama benim şarkılarım sözsüz. Hoşuna gider mi ki?". "Lütfen söyle." "Pekala." Ve Anastasya, o fevkalade şarkısını söylemeye başladı. İlkin yeni doğmuş bir bebek gibi bir çığlık kopardı. Sönra sesi pes perdeye inip yumuşak, şefkat dolu oluverdi. Bir ağacın altında durmuş, başını hafifçe eğerek ellerini göğsüne bastırmış, şefkat dolu sesiyle bir bebeğe ninni söyler gibiydi. Bebeğe tatlı bir şeyler söylüyordu. Sesi öyle tatlı, öyle saftı ki birden etraftaki her şey susuverdi: Kuş sesleriyle, çalılardaki böceklerin cirıltısı dahi kesilmişti. Sonra Anastasya, bebeği uykudan uyanmış gibi sevindi. Sesinde müthiş bir sevinç vardı. Birden inanılmayacak kadar tiz bir perdeye kadar yükselip ta dünyanın dışına, sonsuzluğa dek uzandı sanki. Anastasya&#;nın sesi kah birilerine yalvarıyor, kah kavgaya tutuşuyor, kah bebeğini okşayarak etraftaki her şeyi sevince boğuyordu. O sevinç beni de sarmıştı. Şarkısı bitince neşeyle haykırdım: "Pek saygıdeğer Bayanlar, Baylar ve Yoldaşlar, şimdi de karşınızda dünyadaki en inanılmaz, taklit edilmesi olanaksız numaralarıyla ünlü bir hayvan terbiyecisi! Her tür&#; yırtıcı hayvanı eğitebilen, en yetenekli, en cesur, en çekici kadın! İzleyin ve ürperin!" Anastasya heyecanla sıçrayarak bir çığlık attı ve ellerini ritiı&#;nle çırpıp, ıslıklar çalarak birilerini çağırdı. Açıklıkta akıl almaz şeyler oluyordu. Önce bir dişi kurt göründü. Çalıların ardından sıçrayıverdi ve açıklığın kıyısında durup hiçbir şey anlamadan izlemeye başladı. Diğer uçtaki ağaçların üzerinde telaşla daldan dala atlayan sincaplar belirdi. İki kartal epey alçaktan uçarak üzerimizde daireler çizmeye başladı; çalılar arasında da küçük hayvancıklar kıpırdanıp duruyordu. Kuru dal çıtırtıları duyuldu birden; kocaman bir ayı, çalıları yarıp ezerek açıklığa çıktı ve Anastasya&#;nın epey yakınına gelerek durdu. Dişi kurt, ayının hareketini görünce hoşnutsuz bir homurtu koyuverdi; ayı, izinsiz olarak Anastasya&#;ya çok 53

55 yaklaşmıştı galiba. Anastasya ayıya doğru koşup neşeyle hayvanın yüzünü okşadı, sonra ön ayaklarından tutup arka ayaklan üzerinde doğrulmasına yardım etti. Görünüşe göre bunu hiçbir çaba harcamadan yapmıştı; ayı, Anastasya&#;yı an1ıyor, ona kendi isteğiyle uyuyordu sanki. Kendisinden istenilen şeyi anlamak ister gibi kıpırdamadan duruyordu. Anastasya gerilip ayıya doğru koştu, sıçrayıp yelesine tutundu ve hayvanın ön ayaklanndan güç alarak havada bir ters perende attı. Sonra ayının ön ayaklarını tutup hayvanı kendi üzerinden aşıracakmış gibi öne arkaya eğilmeye başladı. Ayı kendi isteğiyle uymaya çalışmasa, Anastasya&#;nın tek başına böyle bir numarayı becermesi imkansız görünüyordu. Hayvan, Anastasya &#;nın üzerinden atlamaya çalıştı ama son anda bir pençesini yere dayamak zorunda kaldı; herhalde sahibesine ya da arkadaşına zarar veımemek için elinden geleni yapmaya çalışmıştı. Dişi kurtsa gittikçe öfkeleniyor, yerinde duramadığından bir o yana bir bu yana koşuyor, hırçın homurtular çıkarıyor ya da uluyordu. Açıklığın ucunda birkaç kurt daha belirmişti; Anastasya ayıyı üzerinden "aşırmaya" hatta bir perende attıımaya çalışırken ayıcık birden yana devrilip öylece kalıverdi. Büsbütün çileden çıkıp dişlerini göstermeye başlayan kurtsa ayıya doğru atıldı. Anastasya yıldırım hızıyla kurdun önüne geçti, hayvan dört ayağıyla durmaya çalıştıysa da bir takla atıp Anastasya&#;nın ayaklarına çarptı, beriki de hayvanı ensesinden tutup yere otuıttu. Diğer elini de benim ona sarılmaya çalışıp başarısız olduğum zamanki gibi yukarıya doğru sallıyordu. Ormandan, tehditkar değilse de heyecanlı uğultular yükseldi. Herkesi bir heyecan sarmış, irili ufaklı hayvanlar sağa sola koşuşturmaya, sıçramaya, gizlenmeye başlamıştı. Anastasya heyecanı yatıştırmaya davrandı. İlkin dişi kurdu bir köpekmiş gibi okşayıp ensesine hafifçe bir şaplak atarak gönderdi. Ayıcık epey rahatsız bir pozisyonda yanlamasına uzanmış, bir korkuluk gibi kıpırdamadan duruyordu. İkinci bir emri beklediği belliydi. Anastasya ona yaklaşıp ayağa kaldırdı ve yüzünü okşayıp kuıt gibi onu 54

56 da gönderdi. Sonra yüzü kıpkırmızı ama neşe içinde gelip yanıma oturdu, derin bir nefes alıp ağır ağır bıraktı. Az evvelki inanılmaz hareketleri yapan o değilmiş gibi, soluk alıp verişinin derhal düzene girdiği gözümden kaçmamıştı. "Aktörlükten hiç anlamıyorlar, anlamaları da g rekmez zaten, yararlarına değil" dedi. "Peki ben nasıldım? Sizin dünyanızda iş bulabilir miyim?" "Harikaydın Anastasya ama tüm bunları yapanlar var bizde; sirklerdeki hayvan terbiyecileri de vahşi hayvanlarla epey ilginç gösteriler yapiyor, hem bence böyle bir işe girmeyi hiç deneme bile zira bürokratik engellerin haricinde muazzam dolaplar da dönüyor. Sen de bu alanda pek tecrübeli değilsin." Oyunumuza, Aqastasya&#;nın bizim dünyamızda nasıl bir işe girebileceğine ve formaliteleri nasıl aşabileceğine dair türlü fikirler uydurarak devam ettik. Ama Anastasya&#;nın bir diploması, ikamet kaydı falan olmadığından makul bir çözüm bulamadık; doğumuyla ilgili hikayeye de onca olağanüstü yeteneği olmasına rağmen kimse inanmazdı. Anastasya birden ciddileşip şöyle dedi: "Elbette sizin şehirlerinizden birini, sözgelimi Moskova&#;yı, sırf yaşamınıza dair kurduğum modele biraz daha kanıt toplayabilmek için bir kere daha ziyaret etmek isterdim. Misal, karanlık güçlerin, kadınları, sadece vücutlarıyla erkekleri etkileyebileceklerini düşünecek kadar ele geçirmiş olmasını hiç anlayamıyorum; sırf bu yüzden, erkekleri ruhlarına uygun bir seçim yapma imkanından yoksun bırakıyorlar. Kendileri de sonradan bu yüzden acı çekiyor, düzgün bir aile kuramıyorlar çünkü" \ Bundan sonra seks, aile, çocuk yetiştirme gibi konularda yine inanılmaz olduğu kadar dikkate değer görüşlerini anlatmaya başladı; bense, "Bu görüp duyduklarım arasında en inanılmaz olanı, hayatımız hakkında bu kadar ayrıntılı konuşabilecek kadar bilgiye sahip olması" djye düşünüyordum. 55

57 56 9 Kim Yakıyor Yeni Yıldızları? İkinci gece, Anastasya&#;nın beni yine üşümemem için dişi ayının yanında yatırmasından ya da başka bir şey uydurmasından ürktüğüm için, yanımda yatmayacaksa uyumayacağımı kesin bir dille beyan ettim. Yanımda yatarsa, bir numara yapamaz, diye düşünüyordum. "Beni evine, misafirliğe çağırdın" dedim. "Burada hiç değilse bir barakan falan olduğunu düşündüm elbette; oysa sen bir ateş yakmama dahi izin vermiyor, vahşi hayvanların yanında yatırıyorsun. Normal bir evin yoksa kimseyi davet etme." "Peki Vladimir, meraklanma ve lütfen korkma. Başına kötü bir şey gelmeyecek. İstersen yanında yatıp seni ben ısıtırım." Bu defa, ayı inine daha çok sedir dalı serilmiş, aralarına kuru otlar serpilmişti; duvarlarda bile sedir dalları vardı.

58 Soyundum. Pantolonumla kazağımı yastık niyetine başımın altına yerleştirdim. Sonra uzanıp ceketimi üzerime çektim. Sedir dallarından o popüler bilim kitaplarında havayı temizlediği söylenen o özgün, fitonsid koku yayılıyordu. Gerçi taygada hava çok temiz, soluk almak da çok kolaydı zaten. Kuru ot ve çiçeklerin de çok değişik, hafif bir kokusu vardı. Anastasya sözünde durmuş, gelip yanıma uzanmıştı. Teninden yayılan kokunun diğer tüm kokuları bastırdığını hissettim. Bugüne dek rastladığım kadınların hiçbirinde duymadığım, dünyanın en güzel kokusundan bile güzel bir kokuydu bu. Ama şimdi Anastasya&#;ya sarılmak aklımın ucundan bile geçmiyordu. Yolda Anastasya&#;nın taygadaki açıklığına gelirken yaşadığım o deneyimden, hissettiğim o müthiş korkudan ve kendimi kaybetmemden sonra onu çıplak gördüğümde bile içimde herhangi bir cinsel arzu uyanmıyordu. Uzanmış, karımın doğurmadığı oğlumun hayalini kuruyordum. "Anastasya&#;dan bir oğlum olsa ne harika olurdu!" diye düşündüm, "Öyle sağlıklı, dayanıklı ve güzel ki! Çocuk da onun gibi sağlıklı olurdu herhalde. Bana benzese Tabii ona da ama en çok bana. Güçlü kuvvetli, akıllı, karakter sahibi bir adam olurdu. Yetenekli olduğundan pek çok şeyi kolayca öğrenir, mutlu da olurdu." Küçük oğlumun Anastasya&#;nın göğsüne yapışması gözümün önüne geldi ve gayriihtiyari onun sıcak, gergin göğsünü tuttum. Vücudum bir anlığına ürperdi ama hemen geçti; yalnız bu ürperti korkudan değil, bambaşka, olağanüstü bir hazdan kaynaklanmıştı. Elimi geri çekemedim; nefesimi tutmuş olacakları bekliyordum. O anda yumuşak avucunu elimin üzerinde hissettim. Elimi çekmemişti. Doğrulup Anastasya&#;nın güzel yüzüne baktım. Beyaz kuzey gecesi, bu yüzü daha da çekici kılmıştı. Gözlerimi yüzünden alamıyordum. Gri mavi gözlerinde tatlı bir ifadeyle bana bakıyordu. Kendimi tutamadım ve eğilip aralık dudaklarına dikkatle hafif bir öpücük kondurdum. Az evvelki haz dolu ürperti yine tüm 57

59 bedenimi sardı. Kokusu yüzümü sarmıştı. Dudaklarından önceki gibi "Buna gerek yok, sakin ol" sözleri dökülmemiş, hiç de korkmamıştım. Oğlumun hayali hata aklımdaydı. Anastasya şefkatle sarılıp saçlarımı okşayarak bana sokulduğundaysa daha önce hiç duymadığım şeyler hissettim! Hayatımda böyle muhteşem duygular hissetmediğimi, böyle bir haz, böyle bir tatmin yaşamadığımı ancak sabah uyandığımda fark edebildim. Garip bir şey daha vardı; normalde bir kadınla geçirilen gecenin sabahında daima fiziksel bir yorgunluk hissedilir. Şimdiyse tam tersiydi. Üstelik muazzam bir tatmin hissi içindeydiın. Yalnızca fiziksel değil, anlaşılması güç, daha evvel hiç tatmadığım, son derece muhteşem ve keyif dolu bir tatmindi bu. Hatta bu his için hayatımı verebileceğimi de düşündüm bir ara. Peki onca güzel, sevimli, hatta aşkta tecrübeli kadınla birlikte olmama rağmen nasıl olmuştu da buna biraz olsun benzer bir tatmin yaşamamıştım? Anastasya sonuçta utangaç ve hassas bir genç kızdı. Fakat tanıdığım kadınların hiçbirinde olmayan bir şeye sahipti. Sahi şimdi neredeydi? Doğrulup inin girişine gittim ve başımı dışarı uzatıp açıklığa göz attım. Açıklık, gecelediğimiz inden biraz alçakta kalıyordu. Tüm açıklık, yarım metreye varan bir sabah sisiyle kaplanmıştı. Anastasya, sisin içinde kollarını iki yana açmış dönüyor, etrafında bir sis bulutunu havaya kaldırıyordu. Bulut onu tamamen sarınca bir balerin zarafetiyle sıçrayarak kurtuluyor, sonra yine kıkırdayarak dönmeye başlıyor, yeni bir bulut yaratıyordu; yükselen güneşin ışıkları da sisin arasından kendine bir yol bulup Anastasya&#;yı okşamaya çalışıyordu. Öyle muhteşem, büyüleyici bir manzaraydı ki bir duygu patlamasıyla bağırmaktan kendimi alamadım: "Anas-tas-yaa! Günaydın ey güzeller güzeli orman perisi, günaydın Anas-tas-yaa!" "Günaydın Vladimir" diye neşeyle seslendi. 58

60 "Ne güzel, ne harika bir an bu! Neden böyle ama?" diye bağırdım olanca sesimle. Anastasya o neşeli, çekici kahkahalarından birini atarak elini kaldırıp güneşi selamladı ve hem bana, hem de yukarılarda birine hitap eder gibi şarkı söylercesine cevap verdi: "Evrendeki tüm canlılar arasında yalnızca insan böyle bir deneyimi yaşayabilir! "Yalnızca birbirlerinden bir çocuk sahibi olmayı _içten isteyen bir kadınla bir erkek! "Yalnızca insan bunu yaşayabilir, gökte yeni bir yıldız yakabilir! "Yalnızca, yaratmaya ve beraberce yaratmaya çabalayan iiin-saan! Teee-şek-küüür-ler sanaaa!" Sonra sadece bana hitap eder gibi çabucak ekledi: "Ama yalnızca yaratmaya ve beraberce yaratmaya çabalayan insan; bedensel arzularını tatmin etmek isteyen değil." Bir kahkaha daha atarak sıçradı ve yine sis bulutunun içinde dönmeye başladı. Sonra koşup yatak odasının girişine, hemen yanıma oturdu ve parmaklarıyla altın sarısı saçlarını taramaya koyuldu. "Yani, seksi bir tür günah falan saymıyorsun, öyle mi?" diye sordum. Anastasya bir süre cevap vermeden şaşkın şaşkın yüzüme baktıktan sonra, "Böyle bir şey, senin dünyandaki seks sözcüğüyle karşılanabilir mi gerçekten?" diye sordu. "Karşılanamazsa hangisi günah söyle: Bir insanın dünyaya gelmesine izin vermek mi yoksa bundan kaçınmak yani insanın doğmasını engellemek mi? Gerçek bir insanın ama!" Düşünceye daldım. Gerçekten gece Anastasya&#;yla yaşadığımızı, sıradan "seks" sözcüğüyle ifade etmek pek güçtü. Peki gece olana ne demeliydi? Hangi sözcük uygun olurdu? 59

61 Tekrar, "Şöyle bir düşündüm de, neden onca tecrübem olmasına rağmen daha önce buna benzer bir şey yaşamadım?" diye sordum. "Bak Vladimir, karanlık güçler, Tanrı&#;nın bahşettiği hediyeyi tatmaması için insanda bayağı bedensel arzuları geliştirmeye çalışır hep. Yalnızca bedensel arzuları düşünerek kolayca tatmine ulaşılabileceğini telkin etmek için mümkün olan her yolu dener. Böylelikle insanı doğrudan uzaklaştırır. Kandırılmış zavallı kadınlar da farkına bile varmadan ömürleri boyunca bahşedilen hediyeyi arayarak acı çekerler. Hep yanlış yerde ararlar. Hiçbir kadın, kendisi de erkeğin sadece bedensel arzularını tatmin ederken, onu şehvet düşkünlüğünden uzak tutamaz. Böyle bir durumda da ortak yaşamlarında mutlu olamazlar. "Ortak yaşanılan, bir birliktelik yanılsaması, karşılıklı bir kand rmacadır; zira, evli olsun olmasın kadın da şehvet düşkünü olmaya başlar. "Ah, insanlık bu sahte birlikteliği sağlamlaştırmak adına öyle çok yasalar, gelenekler icat etmiştir ki. Hem ruhani hem de dünyevi yasalar. Hepsi de boştur. Sadece insanı, gerçek birlikteliğin görünüşte bir taklidini kurmaya, rol yapmaya zorlarlar. Oysa içteki niyetler hiç değişmez; üstelik hiç kimseye ya da hiçbir şeye bağlı değildirler. "İsa Mesih bunu göm1üştü. Buna karşı çıkmak için de &#;Bir kadına şehvetle bakan her adam, yüreğinde o kadınla zina etmiş olur&#; demişti. "Hem sonra hepiniz, ailesini terk eden birine rezil damgasını vurmuşsunuzdur. Oysa hiçbir şey, hiçbir koşulda ve asla, insanın sezgisel olarak o yüce tatmini, o bahşedilen mutluluğu aramasına engel olamaz. İnatla aramaya devam eder. "Sahte bir birliktelik korkunçtur. "Çocuklar! Anlıyor musun Vladimir? Çocuklar! Çocuklar, yapay bir birlikteliğin ürünü olduklarını hissederler. Hem tüm ço- 60

62 cuklar, ebeveynlerinin söylediklerine kuşkuyla bakarlar. Çocuklar bilinçaltlarıyla yalanı sezerler. Bu yüzden de kötü hissederler. "Söylesene, hangi insan dünyaya yalnızca bedensel arzular yüzünden gelmek ister? Her insan, yalnızca yaratmaya yönelmiş büyük bir sevginin ürünü olmak ister, bedensel arzuların değil. "Sahte bir birliktelik kuranlar, sonradan gerçek tatmini gizli gizli diğer insanlarda ararlar. Ya sürekli yeni bedenlere özlem duyar ya da kendi bedenlerini sıradanlığa mahkum ederler; öte yandan gerçek mutluluktan, gerçek tatminden gittikçe uzaklaştıklarını da sezerler." "Dur bir dakika Anastasya. Önce sıradan seks yapmış bir kadınla bir erkek kendilerini mahkum mu ederler yani? Peki bundan dönüş yok mu ya da bu durum düzeltilemez mi?" "Düzeltilebilir tabii. Artık ne yapılacağını biliyorum. Ama bunu ifade edecek sözcükleri nereden bulacağımı bilmiyorum. Hep bu sözcükleri aradım durdum. Geçmişte de gelecekte de. Ama bulamadım. Belki tam gözümün önündedir, kim bilir? Belki yüreğe ve akla ulaşacak birtakım yeni sözcükler doğmak üzeredir. Esas kaynaktaki o kadim gerçeği ifade edecek sözcükler." "Hiç o kadar uğraşma Anastasya. Ne yapılacağını yaklaşık olarak söyle. İki bedenin gerçek tatmine ulaşması için ne gerekli?" "İdrak! Yaratmaya karşı müşterek bir arzu gerek. İçten ve temiz bir arzu." "Tüm bunları nereden öğrendin Anastasya?" "Bunları bilen bir tek ben değilim ki. Veles, Krişna, Rama, Şiva, İsa, Muhammed, Buda gibi aydınlanmışlar da insanlara varlığın özünü açıklamaya çalıştı." "E, onları nereden duydun, haklarında bir şeyler mi okudun? Nerede? Ne zaman?" "Onlar hakkında hiçbir şey okumadım, yalnızca neler vaaz ettiklerini, düşüncelerini, ne yapmak istediklerini biliyorum." 61

63 "Sonuçta, salt seks yapmak kötü mü sence?" "Çok kötü hem de. İnsanı gerçekten uzaklaştırır. Aileleri dağıtır. Muazzam bir enerjinin boşa gitmesine neden olur." "Öyleyse neden çıplak kadınların erotik pozlarıyla dolu onca dergi basıp binlerce seks filmi çekiyorlar? Üstelik epey de popülerler. Eh, bu talep de arzı arttırıyor. Ne yani, insanlık tümden ahlaksız mı oldu?" "İnsanlık ahlaksız değil ama karanlık güçler, insanın ruhani yanını gölgeleyip bedensel arzularını yücelten çok güçlü bir mekanizmaya sahip. Bu da insanlığın başına bir sürü bela açıp acı veriyor. Bunun için de kadını ve kadının güzelliğini kullanıyor. Kadının güzelliği, erkeğin şair, ressam, sanatçı yanını ortaya çıkarır. Ama bunun için kadının saf olması gerek. Yeterince saf değilse, erkeği etkilemek için bedenini kullanır. Dış güzellik boş bir damar gibidir. Böylece erkeği aldatmış olur ve bu yüzden ömür boyu acı çeker." "Ama nasıl olur? Binlerce yıldır varlığını sürdürmeyi başaran insan türü, karanlık güçlerin bu mekanizmasını nasıl yenemez? Demek ki mekanizma daha güçlü. Senin deyişinle o aydınlanmışların, ruhani liderlerin onca çağrısına rağmen yenemiyor ha? Yani bu mekanizmanın hakkından gelmek olanaksız mı? Ya böyle bir şeye hiç gerek yoksa?" "Gerekli. Mutlaka gerekli!" "Peki bunu kim yapabilir?" "Kadınlar! Gerçeği ve yazgılarını kavrayabilenler. O zaman erkekler de değişir." "Öyle bir şey olacağını hiç sanmıyorum Anastasya. Normal bir erkek, güzel bir kadının bacaklarını, göğüslerini gördüğünde daima heyecanlanır Özellikle de bir iş gezisi ya da tatil için kendi kadınından uzakta olduğunda. Düzen böyle kurulmuş. Hiç kimse bunu değiştirecek bir şey yapamaz." 62

64 "Ben sende yaptım işte." "Ne yaptın?" "Artık o zararlı seksten yapamazsın." Birden korkunç bir düşünce ok gibi beynime saplanıp gece tattığım harika duyguyu kovmaya başladı. "Ne yaptın bana Anastasya? Ne? Artık ben Ben, yani artık iktidarsız mı oldum?" "Tam aksine, artık gerçek bir erkek oldun. Yalnız sıradan seks, artık sana itici gelecek. O tattığın hazzı alamayacaksın; ancak bir çocuk sahibi olmak istediğinde tekrar yaşayabilirsin tabii kadının da senden çocuk sahibi olmayı istemesi, seni sevmesi koşuluyla." "Sevmesi mi? Öyleyse Ömrüm boyunca ancak bir iki defa olacak demek ki " "Seni temin ederim, o kadarı da mutlu olmana yeterli Vladimir. Sonradan anlayacak, hissedeceksin bunu İnsanlar çoğu zaman bedenleriyle ilgilidir, bedensel arzularını tatmin etmeye çalıştıklarından gerçek tatmini bir türlü anlayamazlar. Erkeğin de kadının da yaşamdaki tüm planlarının temelinde yaratmaya duydukları özlem, o yüce tatmini yaşama arzusu yatar. Tanrı, bunu anlama yeteneğini sadece insana vermiştir. Bunun verdiği tatminse kalıcıdır, bedensel olanla kıyaslanamaz bile. Bu tatminin içinde gizlenen tüm duygular, senin ve kadınının yaşamına mutluluk verir! Kadın, Tanrı &#;nın yarattığının bir benzerini doğurma yeteneğine sahiptir!" Anastasya kollarını bana doğru uzatıp yaklaşmak istedi. Telaşla sıçrayıp inin bir köşesine sığınarak, "Çekil şu girişten, güzellikle rica ediyorum bak!" diye bağırdım. Çekildi. Dışarıya çıktım; ondan birkaç adım uzaktaydım. "Herhalde yaşamın en büyük zevkinden beni mahrum ettin. Herkesin istediği, söylemese de sürekli düşündüğü bir zevkten hem de." 63

65 "O zevk, sadece bir yanılsama Vladimir. Korkunç, zararlı bir günahtan kurtulmana yardım ettim." "Yanılsama ya da değil, fark etmez; sonuçta herkesin kabul ettiği bir zevk. Beni, zararlı saydığın diğer zevklerimden de mahrum bırakmaya kalkma sakın. Yoksa buradan, kadınlara yaklaşamayan, içki ve sigara içemeyen, dilediğini yiyemeyen biri olarak ayrılacağım! Normal bir hayat süren insanların çoğu da buna alışık değildir." "Sırf insanların karnını doyurmak için yaratılmış onca güzel sebze varken, o kadar çok et yemenin, içki, sigara içmenin ne yararı var?" "İyi, madem o kadar hoşuna gidiyor sen o sebzelerini tıkın. Bana da karışma. Sigara, içki içmekten, mükellef bir sofraya oturmaktan büyük zevk alıyoruz. Hepimiz bunu böyle kabulleniyoruz, anlıyor musun? Kabulleniyoruz işte!" "Bu saydıklarının hepsi kötü ve zararlı." "Kötü mü? Zararlı mı? Bir bayramda ziyaretime gelen misafirlerime, &#;Şu fıstıklardan almaz mıydınız, elma yesenize, sigara yerine bir bardak su için lütfen&#; dediğimde kötü olur asıl." "Arkadaşlarınla toplandığınızda en önemli şey, bir an evvel masanın başına oturup yiyip içmek, sonra da sigara tüttürmek mi cidden?" "Önemli ya da değil, fark etmez. Dünyadaki tüm insanlar böyle yapar, hatta kimi ülkelerde bayramlarda kızarmış hindi sunma geleneği de vardır." "Dünyanızdaki herkes böyle yapmaz." "Peki, herkes yapmaz diyelim; ama ben normal insanlar arasında yaşıyorum ve böyle yaparım." "Neden sürekli, çevrende normal insanlar olduğunu söylüyorsun?" "Çünkü çoğunlukla öyleleri var." 64

66 "Yetersiz bir iddia bu." "Senin için yetersiz çünkü sana herhangi bir şeyi açıklamak. imkansız." Anastasya&#;ya duyduğum öfke geçmeye başlamıştı. Seks patologlarının bazı ilaçlar üzerinde çalıştıklarını duyduğumu hatırlayarak, "Bana bir zarar verdiyse bile doktorlar durumumu düzeltebilir" diye düşündüm ve şöyle dedim: "Pek la Anastasya, gel barışalım, artık sana kızgın değilim. O güzel gece için teşekkür ederim. Yalnız beni alışkanlıklarımdan kurtarma artık. Cinsel durumumu da doktorlarımız ve çağdaş ilaçlarımız düzeltir. Gel gidip yüzelim." Orman sabahının keyfini çıkara çıkara göle doğru yürümeye başladım. Keyfim yine yerine gelmişti ama Anastasya kendi havasındaydı hala! Konuşmaya devam ederek peşimden geliyordu: "Artık, ilaçlar da doktorlar da sana yardım edemez. Zira önce, hissettiklerini belleğinden silmeleri gerekir." Birden durup geri döndüm. "O zaman her şeyi geri çevir." "Bunu yapamam." Yine müthiş bir öfkeyle birlikte korkunun benliğimi sarmaya başladığını hissettim. "Seni Seni küstah! Yaşamıma bumunu sokup karmakarışık ettin! Kötülük yapabiliyorsun ama düzeltemiyorsun, öyle mi?" "Kötülük falan yapmadım ki. Bir oğul sahibi olmayı çok istiyordun. Onca yıl geçmiş ama hala bir oğlun yok. Yaşamına giren hiçbir kadın sana bir oğul vermemiş. Ben de senden bir çocuk, bir oğul sahibi olmak istedim. Hem olacağım da Aynca neden daha şimdiden kaygılanıyor, iyi olmayacağını düşünüyorsun? Belki, hala anlayabilirsin Lütfen benden korkma Vladimir, senin ruhunu bozmadım. Her şey kendiliğinden oldu. İstediğini aldın işte. Yalnız seni ölümcül bir günahtan daha kurtarmak istiyorum." 65

67 "Neymiş o?" "Gurur." "Garip birisin. Felsefen, yaşam tarzın da insanlık dışı." "Seni bu kadar ürküten, insanlık dışı yanım neymiş?" "Ormanda tek başına yaşıyor, bitkilerle, hayvanlarla iletişim kuruyorsun. Bizim dünyamızda hiç kimse bu kadarını hayal bile edemez." Anastasya birden heyecanlanarak itiraz etti: "Neden Vladimir, nereden çıkardın bunu? Daçnikler*de farkında olmasalar bile bitkiler ve hayvanlarla iletişim kurarlar. Sonradan farkına varacaklar. Birçoğu fark etmeye başladı bile." "Bak hele! Hanımefendi bir de daçnik çıktı! Bir de ışığı var. Kitap okumuyorsun ama pek çok şey biliyorsun. Bu, mistisizm gibi bir şey herhalde." "Her şeyi açıklamaya çalışacağım Vladimir. Yalnız acele etme. Çabalıyorum ama bir türlü doğru, açık sözcükleri seçemiyorum. Lütfen bana inan. Yaptığım her şey insana özgü. Uzun zaman önce, ta yaradılışından beri insana bahşedilmiş yetenekler. Herkes bunları kullanabilir. Hem öyle ya da böyle insan, sonuçta başlangıçtaki haline dönecek. Bu da aydınlık güçler kazandıkça, yavaş yavaş gerçekleşecek." "Ya konserine ne diyeceksin? En sevdiğim şarkıcıların sesleriyle tüm şarkıları söyledin, üstelik benim videokasetimdeki sırayla." "Kendiliğinden oluverdi işte Vladimir. O kaseti bir kere görmüştüm. Nasıl olduğunu sonra anlatırım." * Daçnik sözcüğünün karşılığı olarak çiftçi, rençper, yazlıkçı demek mümkünse de, hafta sonlarını ve tatillerini daça denilen şehir dışındaki küçük, bahçeli yazlık evlerinde geçiren daçnikler, bizdeki yazlıkçılardan ziyade yaylacılara benzerler. Daçalar Rus hükümetinden bilabedel alınabilen altı yüz metrekare toprak oturumlu kır evleridir. Daçnikler bu daçaların bahçesinde kendi kullanımları için sebze ve bitki yetiştirirler. 66

68 "Ne yani, tüm şarkılan!1 sözlerini ve müziğini de ezberledin mi?" "Ezberledim işte, bunda o kadar karışık ve mistik olan ne? Ah, sana ne söyledim, ne gösterdim ki! Benden korktun! Aptal, dilini tutamayan gevezenin tekiyim. Bir defasında dedem bana geveze demişti. Sevdiğinden öyle diyor sanmıştım. Ama gerçekten kendimi tutamıyorum işte. Vladimir Lütfen". Anastasya gayet insani bir heyecanla konuştuğundan olacak korkum neredeyse geçmişti. Birden, bir oğlum olacağı geliverdi aklıma. "Ama artık korkmuyorum Yalnız biraz kendini tutsan iyi olacak. Bak deden de öyle demiş." "Evet. Dedem de söyledi Ama ben hiç susmuyorum Ama her şeyi söylemek istiyorum. Geveze miyim ben? Elbette öyleyim. Ama deneyeceğim. Dilimi tutmayı deneyeceğim. Sadece anlaşılır şeyler söyleyeceğim artık." "Neyse, yakında doğum yapacaksın, değil mi?" "Elbette! Ama zamansız olacak." "Ne demek zamansız?" "Yazın olmalıydı, doğa çocuğa bakmama yardım ederdi." "Sen ve çocuk için riskliyse neden buna kalkıştın?" "Kaygılanma Vladimir, her şeye rağmen oğlun yaşayacak." "Ya sen?" "Ben de; ilkbahara dek dayanmaya çalışacağım o zaman her şey normale döner." Anastasya bunu, yaşamına dair en ufak bir korku ya da kaygı duymadan söylemişti; sonra küçük göle koşup suya daldı. Sıçrayan su damlaları güneş ışığında tıpkı havai fişekler gibi parlayıp gölün dingin yüzeyine düştü. Otuz saniye sonra Anastasya su yü züne çıktı. Suda sırtüstü durup avuçlarını yukarı çevirerek kollarııu açtı ve gülümsedi. 67

69 Kıyıda durmuş ona bakıyor, "Barınakların birinde bebeğiyle birlikte uzanmışken sincaplar parmaklarını şıklatmasını duyar mı? Dört ayaklı dostlarından biri yardımına koşar mı? Bedeniyle bebeği ısıtabilir mi?" gibi şeyler düşünüyordum. O sırada sudan çıkan Anastasya alçak sesle, "Bedenim soğusa bile bebeğe bir şey olmaz, ağlamaya başlayınca çıkardığı huzursuz sesler doğayı ya da onun bir parçasını harekete geçirir ve her şey yoluna girer. Bebeğe bakmayı becerirler" dedi. "Düşüncelerimi mi okudun sen?" "Hayır, ne düşündüğünü tahmin ettim sadece. Bu da gayet doğal." "Anastasya, akrabalarının yakınlarda oturduğunu söylemiştin ya. Sana yardım edebilirler mi?" "Onlar epey meşgul, rahatsız edemem." "Neyle meşguller? Ayrıca çevrendeki, doğadaki her şey sana hizmet ederken sen bütün gün ne yaparsın?" "Ben de şey Sizin daçnik ya da bahçıvan dediğiniz insanlara yardım etmeye çalışırım." 68

70 10 Anastasya&#;nın Gözde Daçnikleri Anastasya, bitkilerle uğraşan insanların karşısına çıkacak fırsatlar hakkında bana heyecanla bir sürü şey anlattı. Genelde sadece iki şeyden böyle heyecan, coşku ve sevgiyle bahsediyordu: çocuklar ve daçnikler. Daçniklere, onların önemine dair söylediği her şeyi aktaracak olsam, herkesin önlerinde diz çökmesi gerekirdi. Daçniklerin, hepimizi aç kalmaktan kurtaracaklarını, içimize iyilik tohumlan ektiklerini ve geleceğin toplumunu şekillendirdiklerini söylüyordu. Daçniklerin tüm yararlarını saymak olanaksız. Onlar için de ayrı bir kitap yazmak gerekir. Üstelik bunların hepsini usa vurmaya, kanıtlamaya çalışıyordu: "Bugün içinde yaşadığın toplum, daçaların etrafında bulunan bitkilerle iletişime geçerek çok şey öğrenebilir. Ama sadece daçalarda, yani her karışını bildiğin, kendine ait toprağında yetişen bitkilerden; o kişiliksiz, devasa ve ruhsuz makinelerle işlenen uç- 69

71 suz bucaksız arazilerde yetişenlerden değil. Daçalarda çalışan insanlar kendilerini daha iyi hisseder, çoğunun da ömrü uzar. Daha iyi insanlar olurlar. Hem daçnikler, toplumda teknolojinin yıkıcı etkisine karşı bir bilinç yaratabilirler." "Öyledir ya da değildir, şimdi bunu boş ver de senin bütün bunlardaki rolün nedir, onu söyle. Ne tür bir yardımda bulunuyorsun?" Beni elimden tutup çimenliğe götürdü. Sırtüstü uzanıp kollarımızı, avuçlarımız yukarı bakacak şekilde iki yana açtık. "Gözlerini kapatıp gevşe ve sana söyleyeceğim her şeyi gözünde canlandırmaya çalış. Şimdi sizin daçnik dediğiniz insanlardan birini ışığımla bulup uzaktan izleyeceğim." Bir süre sustuktan sonra alçak sesle konuşmaya başladı: "Yaşlı bir kadın, içinde, ıslattığı salatalık tohumları bulunan bir tülbendi çözüyor. Tohumlar şimdiden büyümeye başlamış, küçük filizleri görünüyor. Bir tohumu eline aldı. Şimdi ona, tohumları ıslatmasına gerek olmadığını, yoksa ekerken filizlerin zarar göreceğini, bu sulama şeklinin tohumu hasta edeceğini fısıldayacağım. Bunu kendi kendine bulduğunu düşünecek. Aslında bir ölçüde haklı zira ben sadece bulmasına yardım ettim. Şimdi bu buluşunu diğer insanlarla paylaşacak. İşte ufak bir iş hallettik." Anastasya, çalışmanın, dinlenmenin ve insan etkileşiminin (hem birbirleriyle hem bitkilerle) söz konusu olduğu her tür durumu zihninde nasıl canlandırdığını anlattı. Tahayyül ettiği durum gerçeğe yakınsa bir temas kurabiliyor, bir insanı görebiliyor, onun hissettiklerini, hasta olup olmadığını hissedebiliyordu. Zihnine ulaşabilirse de bilgisini onunla paylaşıyordu. Anastasya bitkilerin insana tepki verdiğini, onu sevebileceğini ya da nefret edebileceğini, sağlığını olumlu ya da olumsuz etkileyebileceğini de söyledi. "Burada epey işim oluyor. Daçniklerin bahçeleriyle uğraşıyorum. Daçnikler, diktikleri bitkilere tıpkı çocukları gibi davranı- 70

72 yorlar ama maalesef onlarla ilişkileri sezgisel düzeyde. Bu bağlantının, saf bilincin gerçek anlamının henüz farkında değiller. "Elbette yeryüzündeki her ot, her böcek insan için yaratılmıştır; hepsinin belli ödevleri vardır ve insana hizmet etmek yazgılarıdır. Onlarca şifalı ot da bunun kanıtıdır. Ama sizin dünyanızdaki insanlar, onlardan tam olarak yararlanmakla ilgili çok az şey biliyor." Anastasya&#;dan bu yarara dair somut bir örnek göstem1esini istedim; hem böylelikle bilimsel araştırmalarla da her şey gösterilip kanıtlanabilirdi. Anastasya bir süre düşündü, sonra ansızın yüzü aydınlandı ve "Daçnikler, benim gözde daçniklerim!" diye bağırdı. "Onlar her şeyi gösterip kanıtlayabilirler, sizin biliminiz de şaşkına döner. Ama nasıl oldu da daha önce akıl edemedim bunu?" Bu yeni fikir, onu müthiş bir sevince boğmuştu. Gerçi Anastasya&#;yı bir kez olsun üzgün görmemiştim. Ciddi, düşünceli, dalgın göründüğü zamanlar olmuştu elbette ama genelde neşeliydi. Bu defa delice bir sevince kapılmış sıçrıyor, ellerini çırpıyordu; birden orman da aydınlanmıştı sanki, ağaçlar tepelerini hışırdatarak, kuşlar da cıvıltılarıyla ona karşılık veriyordu. Anastasya dans eder gibi dönüp duruyordu. Her yan ışıl ışıldı. Neden sonra tekrar yanıma oturdu: "Artık inanacaklar! Benim sevgili daçniklerim sayesinde. Size her şeyi gösterip kanıtlayacaklar." Bir an evvel yarıda kalmış konuşmamıza döndürmeye çalıştım onu: "Şart değil. Her böceğin insanın yararına yaratıldığını iddia ediyorsun ama mutfak masasında cirit atan hamamböceklerine tiksintiyle bakanlar buna nasıl inanacak? Hamamböcekleri de ya- rarlı mıdır?" "Hamamböcekleri" dedi Anastasya, "sadece kirli masalarda dolaşır, o da bazen gözle görünmeyecek kadar küçük parçalara ayrılmış yemek artıklarını toplamak için; topladıktan sonra da iş- 7 l

73 leyip, zararsız atıklar halinde gizli bir yerde biriktirirler. Sayıları çok artarsa, evine bir kurbağacık getirirsin. Fazla olanlar da derhal evden ayrılır." Anastasya&#;nın ileride daçniklere telkin ettiği usuller, muhtemelen bilimsel bitki yetiştiriciliğine ters düşüyor; kuşkusuz, bahçeciliğin genel dikim ve yetiştirme usullerine de. Yine de öyle muazzam açıklamaları var ki, olanağı olan herkes, bahçesinin tamamında değilse bile küçük bir parçasında bunları denemeye değer bulacak; üstelik bir zarar verecek gibi görünmemelerinden başka işe de yarayabilirler. Bundan başka, söylediklerinin çoğunun yararı, bir biyolog adayı olan N. M. Praharov&#;un tecrübeleriyle kanıtlandı. 72

74 73 11 Anastasya&#;nın Öğütlerinden Doktor "tohum Anastasya şöyle diyordu: "Diktiğiniz her tohumun içinde muazzam bir evrensel bilgi vardır. Hem de insan yapımı hiçbir şeyle kıyaslanamayacak kadar büyük bir bilgi. İşte bu bilgi sayesinde tohum, ne zaman canlanıp büyüyeceğine, topraktan hangi özsuları emeceğine, Güneş, Ay, yıldızlar gibi gökcisimlerinin ışınlarından nasıl yararlanacağına saniyenin on binde biri kadar kısa sürede, kesin olarak karar verir; nasıl gelişeceğini ve hangi meyveyi vereceğini gayet iyi bilir. Meyveler, insanın yaşam destek ünitesi gibidir. Her tür hastalığa karşı vücudun direncini artırır, onlarla mücadele ederler; halihazırdaki ve gelecekte üretilecek insan yapımı tüm ilaçlardan daha etkilidirler. Ama tohum, bu mücadeleyi verebilmek için insanın

75 durumunu bilmek zorundadır. Zira hasta ya da hastalığa meyilli bir insanı iyileştirebilmek için, olgunlaşma evresinde meyvesine hangi maddeleri yükleyeceğini önceden bilmesi gerekir. "Belli bir bahçede yetiştirilen bir salatalığın, domatesin ya da herhangi bir bitkinin tohumunun böyle bir bilgiye sahip olması için aşağıdakiler yapılmalıdır. "Bir veya birkaç tohumu ekmeden önce ağza alıp, en az dokuz dakika dilin altında tutmalı. "Sonra avuçların arasına alınıp otuz saniye de burada tutmalı. Bu esnada, tohumun ekileceği yerin üzerinde mutlaka yalınayak durmak gerek. "Avucunu açıp elindeki tohumları ağzına yaklaştır. Ciğerlerindeki havayı tohumların üzerine üfle. Tohumu soluğunla ısıtmalısın ki içinde ne olduğunu anlasın. "Bundan sonra avucundaki tohumu havaya kaldınp otuz saniye günışığına tutmalısın. Tohum o anda doğuş zamanını tayin eder. Bütün gezegenler de ona yardımcı olacaktır! Filizlere, ihtiyacı olan ışığı verecektir ki bitki sırf sana özgü meyvesini üretebilsin. "Artık tohumları ekebilirsin. Asla hemen sulama, tüm tohumlar tükürüğüne bulandı zaten, seninle ilgili bilgileri emmeleri gerek. Ektikten üç gün sonra sulayabilirsin ancak. "Her bitki, uygun zamanda ekilmelidir (ekim zamanlan insanların zaten bildiği ay takvimine göre seçilmeli). Tohumu, toprağı sulamadan, erken ekmenin bir sakıncası olmaz; ama geç ekmek kötü sonuçlar doğurabilir. "Bitkinin gelişimi esnasında çevresindeki tüm yabani otlar ayıklanmamalı. Mutlaka bu otların her birinden bir tane bırakılmalıdır. Yabani otları ayıklamak yerine budamak da mümkün " Anastasya&#;ya göre, tohumun belli bir insana dair bilgiyi toplamasının ve Evren&#;le Dünya&#;dan o insana gereken maksimum eneıjiyi alarak meyvesine yüklemesinin yegane yolu buydu. Ya- 74

76 bani otların tamamı da ayıklanmamalıydı zira onların da kendilerine göre ödevleri vardı. Bunların bir kısmı bitkiyi hast"lıktan korurken, diğerleri de ona ek bilgiler sağl ıyordu. Bitki büyürken, onunla iletişim kurmak, hiç olmazsa istenen boya eriştiğinde, dolunay varken yanına gidip bir kere dokunmak zorunluydu. Anastasya, bu yolla yetiştirilen bir bitkinin meyvesinin, insanın her tür hastalığına iyi geleceğini, yaşlanmayı büyük ölçüde engelleyeceğini, insanı zararlı alışkanlıklardan kurtaracağını, akli yeteneklerini arttıracağını ve ruhuna huzur vereceğini iddia ediyordu. Meyveler toplandıktan sonra üç gün içerisinde tüketilirse de etkileri artarmış. Yukarıda anlatılan yöntem, bahçede yetiştirilebilecek her bitkiye uygulanabilimüş. Bütün bahçeyi bu yöntemle ekilmiş salatalıklar, domateslerle dolduımaya da gerek yokmuş, bir iki tohuma uygulamak kafiymiş. Böyle yetiştirilmiş meyveleri diğerlerinden ayıran sadece tatlan da değilmiş. İncelemeye tabi tutulursa içindeki maddelerin de farklı olduğu görülürmüş. Tohumu ekmeden önce toprağa mutlaka el ve ayak parmaklarıyla küçük bir çukur kazmak, sonra da içine tükürmek gerekiımiş. "Neden ayak parmaklarıyla?" diye sorduğumda Anastasya, ayak terinde insanın hastalığıyla ilgili bilgiler içeren bazı maddeler (mesela toksinler) bulunduğunu söyledi. Tohum bu bilgileri alırmış. Ara sıra ekim yerinde çıplak ayakla dolaşmayı da öğütlüyordu. Peki hangi bitkileri ekmek gerekliydi? Anastasya, "Çoğu bahçede olduğu gibi çeşidi bol tutmalı" diye cevap verdi. "Ahududu, frenküzümü, kuşüzümü, salatalık, domates, çilek, elma; vişne ya da kiraz ağacıyla çiçekler de çok hoş olur. Nereye, ne kadar ekileceği o kadar önemli değil. Enerjik bir bahçe yaratmak için, ayçiçeği gibi (en az bir tane bulunmalı) olmazsa olmaz bitkiler de vardır. Bir buçuk iki metrekarelik bir tohumluğa çavdar, buğday gibi tahıllar ekilmeli ve farklı bitkiler 75

77 ekilmiş tohumluklar arasında en az iki metrekarelik boşluklar bırakılmalı. Yalnız tohumluklardaki çimenler yapay değil mutlaka doğal olmalı; bahçesinde doğal tohumluklar oluşturamayanlar da ormandan çimen getirmeli." Bahçenin yakınlarında ya da çitin hemen ötesinde, zaten bu olmazsa olmaz bitkilerden varsa, yine de ekim yapmak gerekir mi sorumaysa şu cevabı verdi: "Sadece çeşitli bitkileri ekmek değil, ekme yöntemi de önemli; ekerken doğrudan iletişim kurarak onlan bilgiyle beslemek gerek. Sana en temel yöntemi anlattım. En önemli şey, çevrendeki doğa parçasını seninle ilgili bilgilerle beslemektir. Ancak o zaman yetiştirdiğin meyvenin sağaltıcı etkisi ve vücuduna verdiği yaşam desteği sıradan bir meyveninkinden çok daha fazla olur. Vahşi dediğiniz doğada, vahşi olan hiçbir şey yok, sadece tanımıyorsunuz; oysa mevcut tüm hastalıkları iyileştirebilecek birçok bitki var. Hatta sadece bunun için yaratılmışlar ama insan, onları tanıma becerisini ya kaybetti ya da kaybetmek üzere." Anastasya&#;ya şifalı bitkileri satan bir sürü özel eczanelerimiz, aktarlarımız, doktorlarımız hatta şifalı otlarla tedaviyi meslek edinmiş otacılanmız olduğundan bahsettim; buna cevabı da şöyle oldu: "En iyi doktor, kendi vücudundur. Hangi otu ne zaman kullanacağı bilgisi, daha yaradılışında insana bahşedilmiştir. Yemek yemek, soluk almak gibi bir şeydir bu. İnsan, fiziksel belirtileri görülmeye başlamadan çok önce hastalığı önleyebilir. Hiç kimse, sana Tanrı&#;nın verdiği özel doktorun olan vücudunun yerini tutamaz. Sana, onu nasıl kendi yararına kullanacağını anlatıyorum. Bahçendeki bitkilerle karşılıklı bir bağ kurarsan, seni iyileştirir, gayet de iyi bakarlar; tek başlarına doğru teşhisi koyup, en etkili ilacı hazırlarlar sana." 76

78 Arılar kimi sokar? Her bahçede en az bir tane an kolonisi olması gerekirmiş. Anastasya&#;ya, bizde sadece belli insanların arılarla uğraşabileceğini söyledim. Bunun için insanlar özel okullara gidiyorlardı ama her zaman başarılı oldukları da söylenemezdi. "Bir arı kolonisini yaşatmak için yaptıklarınızın çoğu hatalı. Dünyada son bin yıl içerisinde, yalnızca iki insan, bu özgün yaşam mekanizmasını anlamaya yaklaşabildi." "Kimmiş onlar?" "Aziz sayılan iki keşiş. Manastır arşivlerinde bulunan kitaplarınızdan onlar hakkında bilgi edinebilirsin." "Ne yani, dini kitapları da mı okuyorsun? Bir tane bile kitabın yok ki, nerede, ne zaman okuyorsun?" "Bilgi edinmek için daha mükemmel bir yöntem kullanıyorum." "Neymiş o? Mistik, olağanüstü şeylerden söz etmeyeceğ.ine söz verdin ama yine gizemli konuşuyorsun." "Bundan da bahsedip öğretmeye çalışacağım sonra. Şimdi anlamazsın ama bu yöntem de gayet basit ve doğal." "Neyse, anları nasıl bahçede tutmalı?" "Onlara, doğal koşullarındakinin tıpkısı bir kovan yapmalı. Ondan sonra yapılacak tek şey, insana çok yararlı olan ballarının bir bölümünü, balmumunu ve ürettikleri diğer şeyleri almak." "Bu zor bir iş Anastasya. Dediğin doğal kovanı yapmayı kim biliyor ki? Kovanı hangi maddelerden yapacağımızı söylersen ancak o zaman işe yarar." Gülerek, "Pekalfi" dedi. "Yalnız biraz beklemen gerekecek. Hangi maddelerden yapıldığını söylemem için bir göz atmam gerek; belki bilen biri vardır." "Evin görünüşünü bozmamak için nereye koymalı, ona da bak" diye ekledim. 77

79 "Onu da denerim." Anastasya otların üzerine uzanıp her zamanki gibi gözünde bir şeyler canlandlrınaya ya da daha doğrusu yaşamımıza göz atmaya başladı; ama bu kez, dikkatle onu izliyordum. Kollarını, avuçları yukarı bakacak şekilde iki yana açmış yatıyordu. Parmakları hafifçe büküktü ve parmak uçları, daha doğrusu her iki elinin dörder parmağının uçları da yukarı dönüktü. Parmakları önce hafif hafif kıpırdıyordu, sonra kıpırtı kesildi. Gözleri kapalıydı. Tüm vücudu gevşemişti. Yüzü de başlangıçta gevşemiş gibiydi, sonra bir duygu ya da düşünce gölgesinin belli belirsiz geçtiğini fark ettim. Sonradan, her insanın, her istediğini kolayca uzaktan görebileceğini söyleyecekti. Arıkovanı içinse şu açıklamaları yaptı: "Kovan mutlaka ahşap olmalı. Ya içi oyuk bir kütük alıp genişletmeli ya da yaprak döken ağaçların kerestesinden yapılmış tahtalar kullanılmalı. Bu tahtaların kalınlığı altı santimden, uzunluğu da bir metre yirmi santimden az olmayacak yalnız; kovanın içi de kırka kırk santim olmalı. İçte, köşelerin birleştiği yerlere üçgen parçacıklar eklemeli ki köşeler yuvarlak hatlı olsun. Bu parçalar hafifçe yapıştırılabilir; arılar sonradan sağlamlaştırır zaten. Uçlardan biri, tahtayla sıkıca kapatılmalı, diğeri açılır-kapanır bırakılmalı. Tahtaları birleştirirken köşeler otlarla ya da bir çaputla sıkıştırılabilir. Tüm zemin de çaputla kaplanabilir. Uzun kenarlardan birine bir buçuk santimlik yarıklar açılmalı. Yarıklarla ya da yarıkla, açılır-kapanır uç arasında otuz santim mesafe olacak. Kovan, bahçede herhangi bir yere, bir kazık üzerine yerleştirilebilir. "):&#;erden yüksekliği yirmi yirmi beş santimden az olmayacak. Yarıklar güneye bakacak şekilde yerleştirilmeli ama evin çatısının altına asmak en iyisi aslında. Böylece insan, anların uçuşunu engellemez, onlar da kızmaz. 78

80 "Kovan, köşele yerle yirmi otuz derecelik bir açı yapacak şekilde yeı:leştirilmeli. "Açılır-kapanır ucu aşağıya bakmalı. İyi bir havalandırma olması şartıyla kovanı tavan arasına da yerleştirmek mümkün. Yine de güneye bakacak şekilde, evin çatısının altına ya da üstüne sağlamca yerleştirmek en iyisi. Yalnız, bal için kovanı kolay ulaşılır bir yere koymayı da göz ardı etmemeli. "Güneşten korumak için kovanın üzerine bir tente yapmak gerekir. Tenteyi de bir platforma yerleştirmeli. Kovan kışları da ısıtılabilir." Anastasya&#;ya, böyle bir kovanı inşa etmenin yeterince güç olduğunu, bir platfom1la tentenin de evin görüntüsünü çirkinleştireceğini söyledim. Bu duruma ne diyecekti? Bana bir parça şaşkınlıkla baktıktan sonra, "İşin aslı, sizin arıcılar pek doğru davranmıyor. Dedem anlatmıştı. Çağdaş arıcılar, türlü şekillerde kovanlar yapıyor, sürekli anların yuvasına müdahale ediyor, balla dolu peteklerin yerini değiştiriyorlarmış. Hatta kışları, arılarla birlikte kovanların yerini de değiştiriyorlaımış, oysa asıl bunu yapmamalı- 1 lar. Anlar, petekleri belli bir havalandırma sistemine göre, birbirlerinden eşit uzaklıkta balla doldurur; her müdahale bu sisteme zarar verir. Bal toplamak, genç anlan yetiştirmek gibi işlerin yanı sıra, bu müdahalelerin verdiği zararı da onarmak zorunda kalırlar. Anlar, doğada ağaç kovuklarında yaşar ve her tür sorunu gayet güzel halleder. Sana anlattıklarım da, doğa koşullarına en yakın olanlar. Bunlara uyarak arılardan daha çok faydalanmak mümkün. Bitkilerin döllenmesinde en aktif rollerden birini oynayarak verimi arttırır ki bunu zaten iyi biliyor olmalısınız. Ama arılann hortumlarıyla bitkilerin kanallarını açtığını, bitkilerin de bu kanallar yardımıyla gökcisimlerinden, kendileri ve dolayısıyla insanlar için gerekli ek bilgileri aldığını bilmiyorsunuz muhtemelen." "Ama arılar insanları sokar. Sürekli sokulmaktan korkan biri, daçada nasıl huzur bulur ki? 79

81 "Arılar, kendilerine karşı düşmanca davranan, elleıini sallayarak ürküten insanları sokarlar; hem ille kendilerine karşı değil, herhangi birine içten içe düşmanca duygular besleyenleri de. Bunu hissederler ve hiçbir karanlık histen yayılan hiçbir ışını kabul etmezler. Bir de vücudun belli noktalarını, örneğin hastalık taşıyan herhangi bir iç organın bitiş noktasını ya da yırtılmış koruyucu zarını sokarlar. "Arıların, sinir kökü iltihabı dediğiniz hastalığın tedavisinde ne kadar yararlı olduğunu biliyorsunuz; elbette yapabilecekleri tek şey bu değildir. "Sana her şeyi anlatmaya kalksam, üstelik bir de bunları benden talep ettiğin gibi kanıtlamaya çalışacak olsam, burada üç gün değil haftalarca kalman gerekirdi. Arılara dair epeyce bilginiz var zaten, ben sadece bunlarda birkaç düzeltme yapıyorum ve inan bana hepsi önemli. Neyse, böyle bir an kolonisini böyle bir kovana yerleştirmek çok basit. Bir oğul arıyı kovana koymak yeterli aı_na önce bir parça balmumu ve bal veren birkaç bitki yerleştirmeli. Sonradan arılar çoğalıp büyüyecek ve komşu bahçelerde, boş buldukları ağaç kovuklarını da işgal edecek." "Peki balı nasıl alacağız?" "Aşağı bakan kapağı açıp, tavandan sarkan bal ve polenle dolu peteklerin bir kısmını kırarak alacaksın. Yalnız açgözlülük etmeyip, arılara kış için biraz bal bırakmak gerek. Daha da iyisi, ilk yıl hiç bal almamalı." Merhaba, Sabah! Anastasya, kendi sabah izleklerini de daçaya uyarlamıştı: "Sabahları, tercihen güneş doğarken yalınayak bahçeye çıkıp, dilediğin bir bitkiye yaklaşmalı. Bitkilere dokunabilirsin. - 80

82 Ama bunu kesin bir kalıba, her gün yinelenen belli bir ritüele uyarak değil, o an içinden nasıl geliyorsa öyle yapmalısın. Yalnız mutlaka yılcanmadan gitmeli bitkilere. Bu şekilde bitkiler, vücudun uyurken, gözeneklerden salgılanan maddelerin kokusunu alabilir. "Hava sıcaksa ve bitkinin yanında ufak da olsa çimenlik bir alan varsa -ki olmalıdır zaten- buraya uzanıp üç dört dakika gerinmek gerekir. Bu esnada vücuduna bir böcek sokulacak olursa kovalama. Pek çok böcek, insan vücudundaki gözenekleri açıp temizler. Gözenekler, genellikle içteki bir hastalığı deri yüzeyine taşıyan toksinler yüzünden tıkanır; işte böcekler gözenekleri açınca, yıkanarak bu toksinlerden kurtulma fırsatı doğar. "Bahçede bir gölet falan varsa, hemen içine dalmalı. Yoksa başından aşağı su dökünmelisin. Su dökünürken mutlaka bitkinin tohumluğuna yakın, yalınayak durmalı; hatta tohumlukların arasında durmak ya da bir sabah bir ahududu tohumluğunun yanında, ertesi sabah frenküzümü tohumluğunun yanında durmak daha da iyi olur. Yıkandıktan sonra hemen kurulanmamak gerek. Su damlaları, elleri silkeleyerek, çevredeki bitkilerin üzerine serpilmeli. Vücutta kalan diğer damlalar da aynı şekilde elleri kullanarak silkelenmeli. Bundan sonra artık, elini yüzünü yıkamak türünden alışageldiğin sabah rutinini uygulayabilirsin." Akşam izlekleri "Akşamları, uyumaya gitmeden evvel ayaklar mutlaka yıkanmalı ama yıkama suyuna bir miktar (bir iki damla) kara pazı ya da ısırgan otu suyu katmalı. İkisini birlikte kullanmak mümkün ama sabunla ya da şampuanla değil. Ayaklarını yıkadığın suyu da bit- 81

83 ki tohumluklarına dökmelisin. Bunlardan sonra, gerekliyse ayaklarını sabunla da yıkayabilirsin. "Böyle bir akşam izleğinin iki önemli sebebi var. iç hastalıklara ait toksinler, ayağın terlemesiyle dışarı atılır, bu yüzden yıkayarak gözenekleri toksinlerden temizlemek gerekir. Kara pazı ve ısırgan otu suları da temizlikte birebirdir. Suyu bitki yastıklarına dökmekle de bitkilere, vücudundaki mikroorganizmalar ve halihazırdaki durumun hakkında ek bilgi vermiş olursun. "Bir başka önemli nokta daha var. Çevrenizi saran gözle görünen ya da görünmeyen dünya, bu bilgiyi alınca, vücudunuzun düzgün çalışması için gereken diğer bilgileri de evrenden ve yeryüzünden toplayıp, üretime başlar." Her şeyi kendiliğinden hazır Merak ettiğim başka bir şey de beslenme hakkında neler söyleyeceğiydi. Ne de olsa epey kendine has bir beslenme tarzı vardı. "Söylesene Anastasya" dedim. "İnsan nasıl beslenmeli? Neyi, ne zaman, ne kadar yemeli, günde kaç öğün olmalı? Bizde bu soruna epey ilgi gösterenler var da. Tıbbi diyetler, zayıflama teknikleri, tavsiyelerle dolu sayısız kitap yazılıyor." "Böyle teknolojik bir yaşam süren insanlar için başka türlüsü de düşünülemezdi zaten. Karanlık güçler, insana ta yaradılışta bahşedilen dünyanın doğal sistemini, insan doğasına taban tabana zıt olan kendi hantal, yapay sistemleriyle değiştirmeye çalışırlar." Anastasya&#;dan, felsefi buluşlar yapmadan daha somut ve anlaşılır konuşmasını rica ettim. Şöyle devam etti: 82

84 "Bak şimdi, insan ne zaman, ne kadar yemelidir sorusunun cevabını, her insanın kendi vücudundan daha iyi cevaplayacak biri yoktur. Acıkma ve susama hisleri, insana bilhassa ne zaman yemek yemesi gerektiğini gösterecek birer sinyal olarak verilmiştir. Yani en doğru zaman, acıktığın zamandır. Teknolojik dünya, insanın açlık ve susuzluk hislerini ne zaman gidereceğini, vücudunun buna ne zaman ihtiyaç duyacağını belirleyemez; bu yüzden de insanı kendi aciz kalıbına uymaya zorlar ve usa vurmak için de bunu bir amaç haline dönüştürür. "Bir düşün: Gününü, hiç enerji harcamadan, oturarak geçiren bir insanla, fiziksel çaba gerektiren işler yaparak ya da koşuşturup terleyerek yani on kat enerji harcayarak geçiren insan aynı zamanda yemek yemeliymiş. İnsan, vücudu istediğinde yemek yemelidir; başka bir kılavuz yoktur. Yaşam koşullarınızda bunu uygulamanın neredeyse imkansız olduğunu biliyorum ama bahçeli bir evde yaşayanların böyle bir imkanı var; madem öyle, o gayritabii, yapay tavsiyeleri bir yana bırakıp bu imkanı kullanmalılar. "Ne yemeli soruna da aynı cevabı verebilirim: Ne gerekiyorsa onu. Tabii, o anda elinin altında olanı. Vücudun, kendine gerekeni seçer zaten. Geleneksel olanların dışında bir öğüt de verebilirim: Evinizde evcil hayvan (kedi, köpek vb.) varsa onu dikkatle gözlemleyin. Hayvanlar, zaman zaman bir sürü otun arasından birkaçını seçip yerler. İşte bu otların birkaç tanesini koparıp yemeğe katabilirsiniz. Her gün yapmak zorunda değilsiniz elbet. Haftada bir iki defa kafi. "Tahıl başaklarını biçip tanelerini ezmek, öğütüp un haline getirdikten sonra bu unla ekmek pişirmek de gerek. Bu da son derece önemli: Yılda bir iki kere bu ekmekten yiyen insan, içindeki manevi güçleri canlandıran, fiziksel durumuyla iç huzurunu olumlu etkileyen bir enerji alır. Bu ekmeği akrabalarınla, yakınlarınla da paylaşabilirsin. Eğer içtenlikle, iyilikle verirsen, onlar üzerinde de olumlu etkisi olur. Yazın bir defa da olsa, bahçesinden top- 83

85 ladıklarını, yanına ekmek, ayçiçeği yağı ve çok az tuz ekleyerek, üç gün içerisinde yemek insan sağlığına çok yararlıdır." Anastasya &#;nın nasıl beslendiğini zaten anlatmıştım. Hikayesini anlatırken de gayriihtiyari bir iki ot koparıp yemeye başlamış, bana da ikram etmişti. Ben de bir kere tatmaya karar verdim. Öyle muhteşem bir tadı olmasa da iğrenç de gelmemişti. Anastasya &#;nın beslenmesi tamamen doğal bir eylem gibiydi; asla başka sorunlarla uğraşan zihnini meşgul etmiyordu. Bu arada sağlığı, olağanüstü güzelliğinin temel parçalarından biriydi. Anastasya&#;ya göre, bitki dünyası ve toprakla böyle bir ilişki kurarak insan vücudunu tüm hastalıklardan korumak mümkündü. İnsan, sağlığını gözetmek ve yaşamsal destek sağlamak için kurulmuş doğal sistemlerden uzaklaşırsa, hastalık baş gösterirmiş. Oysa bu sistemler, her tür hastalıkla, sorunsuzca mücadele edebilirmiş, zira varlıklarının amacı buymuş. Doğanın küçük bir parçasıyla bilgi alışverişini başaran insanın sağlayacağı fayda, kendini hastalıklarla mücadele etmeye vakfetmiş olanlarınkinden daha çokmuş. 84

86 12 Kendi Yıldızının Altında Uyumak Anastasya&#;nın bitkileri ve bitkilerle iletişim kuran insanları heyecanla andığını daha önce söylemiştim. Doğanın içinde yaşadığı için sadece orayı bildiğini sanmıştım ama gezegenlerle ilgili bilgiye de sahipti. Gökcisimlerini hissediyordu sanki. Yıldızlı bir gökyüzünün altında uyumakla ilgili neler söylediğine bir bakın: "Belli bir insan hakkında bilgi edinen bitkiler, bunları kozmik güçlerle değiş tokuş ederler ama aslında, sadece bedenle ve birkaç manevi planla sınırlanmış bir görevi yerine getiren aracılardır. Dünyadaki tüm hayvan ve bitkilerden hariç olarak, sadece insan zekasına ve insan hayatına özgü karmaşık süreçlere hiç dahil olmazlar. Fakat yapılan bu bilgi alışverişi, sadece insanın izin verdiği ölçüdedir; daha kesin bilgi alışverişi yapmak için kozmik aklı kullanmak gerekir. Bu da çok basit ve olumli.ı etkisi çabuk hissedilen bir izlek yardımıyla yapılabilir." 85

87 Anastasya bunu da şöyle açıkladı: "Hava koşullarının müsait olduğu bir gece dışarıda, yıldızlı göğün altında kendine bir yatak hazırla. Yatak, ahududu, frenküzümü ya da tahıl tohumluklarından çok uzakta olmasın. Tek başına olmalısın. Yüzünü yıldızlı göğe dönerek sırtüstü uzan ama gözlerini kapama. Kafanda da canlandırmaya çalışarak kozmik cisimlere bir göz at. Ama çok da zorlama kendini. Düşünceler hafif ve serbest olmalı. "Önce, en kolay görünen gökcisimlerini düşün; sonra ta içten bağlı olduğun, hep iyiliğini istediğin yakınlarını hayalinde canlandırabilirsin. O anda, intikam, nefret gibi duyguları aklına bile getirmeye kalkma sakın. Yoksa sana olumsuz etkisi olabilir. Bu basit izlek, uykuya dalmış ve bir insan ömründe asla uyanmayacak olan pek çok beyin hücreni canlandırır. Böylelikle kozmik güçler de sana katılıp en olanaksız görünen aydınlık hayallerinin gerçekleşmesine, ruhunun huzur bulmasına, yakınlarınla verimli ilişkiler kurmana, onların da sana sevgi duymasına ya da var olan sevgilerini arttırmaya yardımcı olur. "Bu izleği birkaç kez uygulamak çok yararlıdır. Elbette sadece bitkilerle sürekli ilişki içinde olduğun yerlerde etkilidir. Bu etki de ertesi sabah hissedilir. Bu izleği her sene, doğum gününden bir gün önce uygulamak çok önemlidir. Şimdi sana bu mekanizmanın işleyişini anlatmaya kalksam hem çok uzun olacak hem de gerekli değil. Üstelik bir kısmına hiç inanmayacak, bir kısmını da kavrayamayacaksın. Birinin bu yöntemi denemesi ve üzerindeki etkisini bizzat hissetmesi, konuşup durmaktan çok daha kolay ve kısa bir yoldur; hem alınmış, sınanmış bilgiler, bir sonrakini kavramaya yararlı olur." 86

88 13 Çocuğunuzun Yardımcısı ve Eğitmeni Anastasya&#;ya, bitkilerin, sözünü ettiği özel yöntemlerle ekildiği ve insanla da yakın temas halinde olan bir toprak parçasının çocukların eğitiminde nasıl kullanılacağını sorarken, "Çocuklara doğa sevgisi aşılanmalıdır" türünden bir cevap bekliyordum. Ama yanılmışım. Savlarının basitliği ve aynı ölçüdeki felsefi derinliği şaşırtıcıydı. "Doğa ve evrensel akıl, her yeni doğan insanı bir kral, bir çar gibi yaratır! Bir melek gibi, masum ve saftır bebek. Başında, o muazzam evrensel bilgi akışına ulaşmak için hala bir açıklık, bıngıldak vardır. Yeni doğmuş her bebeğin yetenekleri, onun evrenin en bilge varlığı, Tanrı &#;nın bir sureti olmasına fırsat verir. Bebeğin, ailesine mutluluk ama tam bir mutluluk hediye etmek için çok kısa süreye ihtiyacı vardır. Bu, bebeğin evrenin özünü, insanın varoluş sebebini kavradığı zamandır ve sadece dokuz yıl sürer. 87

89 Ebeveynlerin yapması gereken tek şey, bebeği evrenin doğallığından koparmayarak, kusursuz oluşumunu tahrif etmemektir. "Ama teknolojik dünya, ebeveynlerin bunu yapmasına fırsat vermez. Bir bebek, ilk bilinçli bakışında ne görür çevresinde? Teknoloji toplumunun yarattığı, tavan, duvarlar, beşiğin kenarları, bezler gibi yapay imgelerden oluşmuş bir dünya. Annesi ve onun memesi de bu dünyanın ortasındadır. "Bebek, herhalde böyle olması gerekiyor, diye düşünür. Gülümseyen anne babası, ona, bir mücevher armağan edermiş gibi, şıngırdayıp gıcırdayan biıtakım nesneler, oyuncaklar verir. Peki neden? Bebek, uzun süre bu nesnelerin neden şıngırdayıp gıcırdadığını bulmaya çalışır. Bunlara bilinçaltında ve üstünde bir anlam vermek ister. Sonra o gülümseyen anne baba, bebeği, bezlerle, kumaşlarla sarıp sarmalar, kundaklar; bebekse bunu çok rahatsız edici bulur. Bu bezlerden, kumaşlardan kurtulmaya çabalar ama nafile! Bebeğin tek isyan aracı vardır: ağlamak. Öfkeyle, isyan ederek ağlayıp yardım ister. İşte bir meleğin, bir kralın, sadaka isteyen bir dilenciye, bir esire dönüşmesi o anda başlar. "Bebeğe arka arkaya o yapay dünyadan hediyeler getirirler. Her yeni oyuncak, yeni elbise, bir nimet gibi sunulur. Bebeğe, gözlerini açtığı dünyanın en değerli şeylerinin bunlar olduğunu telkin etmek isterler sanki. Küçük de olsa evrendeki en mükemmel varlık olan bebekle peltek peltek konuşur, gayriihtiyari karşılarındaki eksik bir varlıkmış gibi davranırlar; hatta eğitim kurumu sandığınız yerlerde bile, o yapay dünyanın değerleri anlatılır çocuğa. Yalnızca dokuz yaşına doğru, doğanın varlığından yarım ağızla bahsederler; o da, başka bir şeyin, yani yapay olanın ekiymiş gibi. İnsanların çoğu, ömürlerinin sonuna dek gerçeğin farkına varmaz. Aklına, &#;Hayatın anlamı nedir?&#; gibi basit bir soru düşecek olursa da cevap veremez. "Oysa hayatın anlamı, gerçek, mutluluk ve sevgidir. Doğal bir dünyada büyümüş dokuz yaşındaki bir çocuğun evren hakkında- 88

90 ki bilgisi, sizin yapay dünyanızın bilimsel kurumlarında ünlü bilginlerinizinkinden daha kesindir." "Dur bakalım Anastasya. Herhalde bütün ömrünü, senin gibi, doğada geçirecek bir çocuğun bilgisinden bahsediyorsun. Bunda sana katılabilirim. Ama günümüz insanı, senin teknoloj&#;ik dünya dediğin çevrede yaşamak zorundadır, iyi ya da kötü orası ayrı konu. Senin söylediğin gibi yetiştirilen biri, doğayı bilir, hisseder ama diğer konularda tam bir cahil olur. Yaşamı ve sosyal olguları kavramaya yardımcı olan matematik, fizik, kimya gibi başka bilimler de var." "Bütün bunlar, yaradılışın teşekkülünün doğru zamanda öğretildiği biri için eften püften işlerdir. Böyle biri, kendisini herhangi bir bilim dalında göstermeyi yararlı sayıp bunu isterse, diğerlerini kolayca geride bırakır." "Birdenbire mi olacak bu?" "Teknolojik dünyanın insanları, doğada bulunmayan bir şeyi keşfetmiş değil henüz. Hatta tamamen yapay görünen sistemler bile, doğadakilerin zavallı birer kopyasıdır." "PekaHi, öyle olsun bakalım; bir çocuğun senin koşullarında nasıl yetiştirileceğini, yeteneklerinin nasıl geliştirileceğini anlatmaya söz vermiştin, hatırlatırım. Yalnız somut örnekler vererek açıkça anlat." Anastasya, "Açık olmaya çalışacağım" dedi. "Böyle bir durumu zaten tasarlayıp bir aileye, yapılması gerekenleri fısıldamaya çalışmıştım ama can alıcı noktayı kavrayamadılar ve çocuklarına doğru soruları yöneltemediler. Olağanüstü saf, müthiş yetenekli bir çocukları vardı ve dünyaya çok da yararlı olabilirdi ama Ebeveyni çocuğu daçalarına götürdü ama en sevdiği oyuncaklarını da yanlarına aldılar. Yapay oyuncaklar, gerçek evrenin yerine geçti. Ah, keşke bunu yapmasalardı! Çocuk, yapay nesnelerle anlamsız hatta zararlı bir ilişki kuracağına, çok daha ilginç işlerle meşgul edilebilir. Her şeyden önce, çocuktan yardım istenebilir fakat bu- 89

91 nu gayet ciddi, öyle peltek peltek konuşmadan yapmalı; o zaman gerçekten yardımı dokunur. "Mesela bir şey ekerken, çocuktan tohumu tutmasını, ekilecek tohumluğu hazırlamasını, çukur kazmasını ya da hazır çukura tohumu yerleştirmesini isteyebilirsin. Bir yandan da yaptıklarınızı açıklar, mesela şöyle dersin: &#;Tohumu çukura koyup üzerini toprakla örteceğiz. Güneş parlayıp toprağı ısıttığında, tohum da ısınıp büyümeye başlayacak, güneşi kendisi görmek isteyecek ve topraktan yeşil filizler verecek, bak şöyle (burada yeni bir filizi göstermelisin). Filiz güneşten hoşlanırsa, gittikçe büyüyecek ve bir ağaca ya da daha küçük bir çiçeğe dönüşecek. Ben de, hoşuna giderse yemen için, onun bize lezzetli bir meyve vermesini istiyorum. Bu filizcik, meyvesini senin için hazırlayacak.&#; "Çocukla bahçeye her gidişinizde ya da her sabah uyandığında yapılacak ilk iş, ona tohumdan bir filiz çıkıp çıkmadığını kontrol etmeyi teklif etmektir. Filizlendiğini görünce de sevin. Bir tohum değil de fide dikiyorsan, ne yapacağını mutlaka ona da açıkla. Mesela bir domates fidesi dikeceksen, saplardan birini çocuğun getirmesine izin ver. Kazara kırarsa, kırık sapı eline alıp şöyle de: &#;Sanırım bu kırıldığı için büyüyüp bize meyve vermeyecek ama gel yine de bir deneyelim.&#; Sonra bir tane de olsa, diğerleriyle birlikte kırık olanı da dik. "Birkaç gün sonra domatesleri ektiğiniz tohumluğa gidin, büyümeye başlamış fidelere baktıktan sonra çocuğa kırık olanı da göster ve ekerken kırıldığını hatırlat. Bunu öğretici bir dille söylememelisin ama. Onunla eşitinmiş gibi konuşmalısın. Bazı konularda, örneğin düşüncelerin saflığında senden üstün olduğunu da kabul etmelisin. Çocuk bir melektir. Bunu kavrayabilirsen, ileride ona daha hassas davranırsın ve kuşkusuz çocuğun da senin için mutluluk kaynağı olur. "Yıldızlı göğün altında uyuyacağın zaman çocuğunu da götür, yan yana uzanın; yıldızlı göğe bakarken sakın gezegenlerin adla- 90

92 ondan, nasıl oluştuklarından falan söz etme zira bunlan sen de bilmiyorsun ve beynine sokulmuş bu dogmalar, çocuğunu gerçekten uzaklaştırmaktan başka bir şeye yaramaz. Çocuğun bilinçaltı, bunların ne olduğunu gayet iyi biliyor, bilinç üstüne de kendi kendine çıkar zaten. Yalnızca, parlak yıldızlara bakmaktan hoşlandığını söyle ve ona da en beğendiği yıldızın hangisi olduğunu sor. "Çocuğa soru sorabilmek genelde çok önemlidir. Gelecek yıl da çocuğa bahçeden bir parça toprak ayrılmalı ve orada ne isterse yapmasına izin verilmelidir. Hiçbir koşulda, onu bir şey yapmaya zorlamamak, yaptıklarını düzeltmeye kalkışmamak gerekir. Yardım edilebilir elbette ama bunun için ilkin çocuktan izin istenmelidir. Tahıl ektiğinde ona da bir avuç verip kendi toprağına ekmesine izin vermeli." Biraz güvensiz bir tavırla, "Pekali" dedim. "Bu yöntemle çocukta bitkilere karşı ilgi uyandırmak, ileride bir tarım uzmanı olmasını sağlamak mümkün ama diğer alanlardaki bilgiyi nereden edinecek?" "Ne demek nereden? Buradaki ana fikir, çocuğun sadece neyin nasıl yetiştiğini bilip hissetmesi değil ki. Çocuk bu sayede düşünmeye, incelemeye başlayacak ve beyninde, ömrü boyunca çalışacak hücreleri uyanacak. Bunlar da çocuğu diğerlerinden, yani beyin hücreleri hala uykuda olan insanlardan daha akıllı ve yetenekli yapacaklar. Var olduğu sürece ki, siz buna geliştiği de diyebilirsiniz, her alanda diğer insanların çoğundan üstün olacak, üstelik düşüncelerinin saflığı da onu daha mutlu bir insan yapacak. Yıldızlarıyla kurduğu ilişki, sürekli yeni bilgiler edinmesini, var olanları da güncellemesini mümkün kılacak. Bilinçaltı bilgileri toplayıp, bilinç üstüne yeni fikirler, icatlar olarak çıkartacak. Dışarıdan sıradan bir insan gilji görünecek ama içten Eh, siz böylelerine dahi diyorsunuz." 91

93 14 Orman Lisesi "Söylesene Anastasya, ebeveynin seni böyle mi yetiştirdi?" Herhalde çocukluğunu hatırlamaya çalıştığından, kısa bir süre sustuktan sonra cevap verdi. "Annemle babamı neredeyse hiç hatırlamıyorum. Dedemle büyük dedem beni az evvel sana anlattığım gibi yetiştirdiler ama doğayı, çevremdeki hayvanların dünyasını gayet iyi hissetsem de sistemlerin tamamını kavrayamamış olabilirim; gerçi hissediyorsan bu çok da önemli değil. Dedemle büyük dedem ara sıra beni ziyaret eder, sorular sorup cevap vermemi rica ederlerdi. Bizim eski kuşağımız, bebeklere ve küçük çocuklara ilahi varlıklar gibi davranır, onların cevaplarıyla da kendi saflıklarını sınarlar." Anastasya&#;dan bu sorulara ve onun cevaplarına somut bir örnek vermesini rica ettim. Gülümseyerek şunları anlattı: 92

94 "Bir defasında, bir yılanla oynuyordum. Arkama dönüp baktım ve dedemle büyük dedemin gülümseyerek beni izlediklerini gördüm. Çok mutlu olmuştum çünkü onlarla vakit geçirmekten hoşlanıyordum. Bana soru sorabilenler yalnız onlardı; dahası, kalpleri de hayvanlardan farklı olarak benimkiyle aynı ritimde atıyordu. Hemen yanlarına koştum; büyük dedem eğilerek beni selamladı, dedemse kucağına oturttu. Kalp atışlarını dinlemeye, sakalını okşayıp kurcalamaya başladım. Susmuş düşünüyorduk; öyle güzeldi ki. Sonra dedem, başıyla sakalını göstererek, &#;Söylesene Anastasya, neden buralarımda kıllar çıkıyor da buramda çıkmıyor (alnıyla burnunu gösteriyordu)?&#; diye sordu. "Alnıyla bumuna dokundum ama aklıma hemen bir cevap gelmedi; yarım yamalak da konuşamazdım, önce soruyu anlamam gerekiyordu. "Sonraki gelişlerinde dedem yine, &#;Hep aynı şeyi düşünüyorum, neden buramda kıllar çıkarken buramda çıkmıyor?&#; diye sorup yine alnıyla burnunu gösterdi. Büyük dedem de dikkatle ve ciddi ciddi bana bakıyordu. İşte o zaman bunun, onlar için ciddi bir sorun olduğunu anladım ve ben de bir soru sordum: &#;Dedeciğim, her yerinde kıl çıkmasını çok mu istiyorsun? Alnında, bumunda da?&#; Büyük dedem düşünmeye başladı, dedemse: &#;Hayır, istemiyorum&#; diye cevap verdi. &#;İşte bu yüzden, yani bunu istemediğin için çıkmıyor.&#; Dalgın bir tavırla sakalına hafifçe dokundu ve kendi kendine sorar gibi: &#;Burada da ben istediğim için mi uzuyorlar yani?&#; dedi. &#;Elbette dedeciğim, sen, ben ve seni yaratan böyle istediği için çıkıyorlar&#; diyerek onayladım. Burada büyük dedem heyecanla söze karıştı: &#;Peki ama kim, kim onu yarattı? &#; 93

95 &#;Her şeyi yaratan elbette&#; diye cevap verdim. &#;Peki o nerede, bana göstersene&#; dedi büyük dedem önümde eğilerek. Bu soruya da hemen cevap veremedim ama soruyu aklımda tutup o zamandan sonra üzerinde sık sık düşündüm." "Peki sonradan cevap verdin mi?" diye sordum. "Bir yıl kadar sonra verdim ve yeni bir soru aldım; zaten dedelerim, bir soruları cevaplanmadıkça yenisini sormazlardı, ben de cevap vermekte epey zorlanırdım doğrusu." 94

96 15 İnsanlığın Dikkatine Anastasya&#;ya, annesiyle babasını hemen hiç hatırlamıyorsa ve dedeleri de nadiren yanına uğruyorlarsa konuşmayı kimden öğrendiğini sordum. Aldığım cevaplar beni şaşkına çevirmişti; bunları ancak belli bazı uzmanların anlayabileceğini düşündüğümden, daha eksiksiz aktarmaya çalışacağım. Benim için de anlamlan yavaş yavaş anlaşılır olmuştu doğrusu. Önce, benim soruma, bir başka soruyla karşılık verdi: "Farklı insanların dillerini konuşabilmeyi mi kastediyorsun?" "Ne demek/arklı, birden çok dil mi biliyorsun?" "Evet" diye cevap verdi. "Almanca, Fransızca, İngilizce, Japonca, Çince de mi?" Yine "Evet" diyerek ekledi: "Görmüyor musun, senin dilini de konuşuyorum." 95

97 "Rusçayı diyorsun yani." "Epey genel konuşuyorum ama evet. Hiç değilse senin konuşurken kullandığın deyimleri, sözcükleri kullanmaya çalışarak konuşuyorum. Kelime dağarcığın sığ olduğundan ve hep aynı kalıpları kullanarak konuştuğun için başta biraz zorlandım. Hislerini de pek iyi ifade edemiyorsun. Böyle bir dille istenen her şeyin yeterince iyi ifade edilmesi de güç elbette." "Dur bir dakika Anastasya, şimdi sana yabancı dilde bir şey soracağım, bakalım cevap verebilecek misin?" Önce İngilizce sonra da Fransızca "Merhaba" dedim. Hemen cevap verdi. Maalesef bildiğim hiç yabancı dil yoktu. Ortaokulda Almanca dersi almıştık ama sadece üçüncü sınıfta. Okuldayken arkadaşlarla ezberlediğimiz Almanca bir cümle geldi aklıma. Anastasya&#;ya onu söyledim: "İch liebe dich und gibt mir dein hand" Elini uzatırken Almanca cevap verdi: "Sana elimi veriyorum." Şaşkınlıktan donakalmıştım, hfüi kulaklarıma inanamıyordum. "Ne yani, her insana tüm diller öğretilebilir mi?" diye sordum. Bu olağanüstü olayın gayet basit bir açıklaması olması gerektiğini seziyordum; bunu da mutlaka öğrenip insanlara aktarmalıydım. Biraz heyecanlanarak, "Anastasya, lütfen her şeyi benim dilimde, anlaşılır örnekler vererek anlatmaya çalış bana" dedim. "Peki, peki, yalnız sakinleş, gevşe biraz, yoksa anlamayacaksın. Ama önce sana, Rusça nasıl yazılacağını öğreteyim." "Yazmayı biliyorum, sen yabancı dil öğrenmeyi anlat." "Öyle sıradan yazı yazmayı değil, yetenekli bir yazar olmayı öğreteceğim ama. Kitap yazacaksın." * Seni seviyonım, elini ver bana 96

98 "Mümkün değil." "Mümkün! Hatta çok basit." Anastasya eline bir değnek alıp yere tüm Rus alfabesiyle noktalama işaretlerini çizdi ve kaç harf olduğunu sordu. "Otuz üç" diye cevap verdim. "İşte, gördüğün gibi o kadar çok harf yok. Peki, bu çizdiğim şeye kitap diyebilir misin?" "Hayır" diye cevap verdim."bu bildiğimiz alfabe, o kadar. Sadece sıradan harfler." "Ama Rusçadaki tüm kitaplar bu sıradan harflerle yazılmış. Bunda mutabıkız değil mi? Ne kadar basit olduğunu anladın değil mi?" "Evet ama kitaplarda farklı dizilişleri var." "Doğru,.tüm kitaplar bu harflerin çeşitli birleşimleriyle yazılır; insan onları hislerine göre, mekanik bir şekilde birleştirir. Bu da, kitaptaki duyguların harfler ve seslerden önce hayal gücünde şekillendiğini gösterir. Kitabı okuyanlar da aynı duyguları hissediyor ve uzun süre hatırlıyorlar. Okuduğun kitaplardan bir imgeyi, bir durumu hatırlayabilir misin şimdi?" Şöyle bir düşünüp, "Hatırlayabilirim" dedim. Her nedense aklıma Lermontov&#;un Zamammızın Bir Kahramanı gelmişti, Anastasya&#;ya anlatmaya başladım. "İşte bak, uzun zaman önce okumuş olmana rağmen kitaptaki kahramanları gözünde canlandırabiliyor, neler hissettiklerini anlatabiliyorsun. Peki, otuz üç harfin kitapta nasıl, hangi sıra gözetilerek sıralandığını sorsam tasavvur edebilir misin?" "Hayır. İmkansız." "Doğru, gerçekten de çok zor. Demek ki, bu otuz üç harfin mümkün olan tüm birleşimlerinin yardımıyla, duygular da insandan insana aktarılabiliyor. Otuz üç harfe baktıktan hemen sonra sı- 97

99 ralarmı hemen unutursun fakat duygular, imgeler uzun süre hafızanda kalır. İşt bu işaretleri diziliş kurallarından ayn olarak, içten sezebilen biıisi sıralannı değiştirebilir ve okuyucu da sonradan yazarın ruhunu hissedebilir." "Dur bir dakika Anastasya. Bana dil öğrenmekle ilgili daha açık, anlaşılır, somut bir örnek verebilir misin lütfen? Beni sonra yazar yaparsın, şimdi farklı dilleri kimden, nasıl öğrendiğini anlat lütfen." "Büyük dedem" diye cevap verdi Anastasya. "Bir örnek ver lütfen" diye rica ettim, her şeyi bir an evvel öğrenmek istiyordum. "Peka!a, yalnız heyecanlanma, madem senin için bu kadar önemli, öyle ya da böyle sana anlatmanın bir yolunu bulacağım; tüm dilleri de öğretirim, çok kolay zaten "Bizim için bu inanılmaz bir şey Anastasya, bu yüzden açıklamaya çalış diyorum. Sahi, bana tüm dilleri öğretmen ne kadar sürer. söylesene?" Bana bakarak bir süre düşündü ve şöyle cevap verdi: "Hafızan günlük sorunlar yüzünden zayıflamış Epey zaman alır sanının." Sabırsızlıkla, "Ne kadar peki?" diye sordum. "Günlük kullanımları, yani &#;merhaba&#;, &#;hoşça kal&#; gibi ifadeleri dört belki de altı aydan önce öğrenemezsin sanırım" diye cevap verdi. "O kadarcık mı? Neyse Anastasya, sen dedenin bunu nasıl becerdiğini anlat iyisi mi." "Benimle oyun oynardı." "Nasıl oynardı, anlat." "Ne kadar heyecanlısın, rahatla biraz. Neden bu kadar heyecanlandığını hiç anlayamıyorum." 98

Sonra sakin sakin devam etti: "Büyük dedem, benimle şakalaşır gibi oynardı. Yanında dedem olmadan, tek başına bana geldiğinde yanıma yaklaşıp yere kadar eğilerek selam verir, birbirimize ellerimizi uzatırdık. Önce elimi hafifçe sıkar, sonra diz çöküp öper ve &#;Merhaba Anastasya&#; derdi. Bir gün yine aynı hareketleri yapıp şefkatle beni süzmeye başladı; dudaklarından abrakadabra gibi birtakım sözler dökülüyordu. Şaşkınlıkla ona baktım ama büyük dedem anlamsız birtakım şeyler söylemeye devam ediyordu. Dayanamayıp &#;Ne oldu dedeciğim, ne söyleyeceğini mi unuttun?&#; diye sordum. &#;Unuttum&#; diye cevap verdi. Sonra birkaç adım uzaklaştı, biraz düşünüp tekrar yaklaştı ve elini uzattı; ben de uzattım. Diz üstü çöküp elimi öptü. Şefkatle bana bakıyor, dudakları da kıpırdanıp duruyordu ama ağzından tek sözcük çıkmıyordu. Basbayağı korkmuştum. Ona yardımcı olmayı denedim: &#;Merhaba, Anastasya!&#; diye hatırlattım. &#;Doğru&#; dedi büyük dedem ve gülümsedi. "O anda bunun bir oyun olduğunu anladım, sık sık böyle oyunlar oynard,k. Oyun önceleri basitti sonra giderek zorlaşmaya, ilginçleşmeye başladı. Bu oyun üç yaşlarında başlar ve on bir yaşında, oynayanlardan birinin, sadece karşısındakine dikkatle bakarak, herhangi bir dilde sözle ifade etmediği şeyleri anlamaya çalışmasıyla yani bir tür sınavla biter. Böyle bir diyalog, sözlü diyaloglardan çok daha hızlı, üstün ve mükemmeldir. Siz buna, düşünce transferi diyorsunuz. Bunu fantastik aleme ait bir olay sayarsınız fakat zengin bir hayal gücüne ve sağlam bir hafızaya sahip bir insana gösterilen özenli tutumdan ibarettir. Bunun ardında da sadece eksiksiz bilgi alışverişi yapabilme yeteneği değil, insan ruhunu kavramak, bitkiler ve hayvanlar alemini, genel olarak tüm evreni tanımak yatar." "Bunun bahçede bitki yetiştirmekle ne alakası varanastasya?" 99

"Ne demek, ne alakası var? Bir çocuk, bitki dünyasını aynı zamanda evrenin bir parçası olarak tanır ve kendi yıldızıyla, ebeveyniyle ilişkiyi bitkilerin yardımıyla kurar: ebeveynin yardımıyla da gerçeği hızlı ama çok hızlı kavrar ve aynı anda da psikoloji, felsefe ve doğal bilimlerde yani sizin bilimlerde sezgisel olarak gelişmeye başlar. Bu oyun esnasında yapay dünyanın yapay nesnelerinden herhangi biri, örnek için bile kullanılsa çocuğun kafası karışır. Ondan sonra doğanın da evrenin de çocuğa yardımı dokunmaz." "Daha önce de söyledim Anastasya: Öyle bir çocuk önünde sonunda bir ziraatçı olur. Diğer bilimlerle ilgili şeyleri kimden öğrenecek yahu?" Ama Anastasya, böyle yetiştirilen bir insanın her bilim alanında çabucak bilgi sahibi olacağında ısrar ediyordu.

Uçan Daire mi? Sıradan Bir Şey! O zaman Anastasya&#;dan fen bilgisine dair bir örnek göstermesini rica ettim. "Benden ne istiyorsun, sizin dünyanızdaki her tür sistemin nasıl işlediğini falan mı söyleyeyim?" "Bizim ünlü bilginlerimizin daha yeni yeni ilgilendikleri bir konudan söz et mesela. Diyelim ki önemli bir bilimsel keşifte bulun." "Bunu senin için sürekli yapıyorum zaten." "Sadece benim için değil, bilim dünyamız için de yap, onlar da keşfini onaylasın. Misal, hepsinin çok basit olduğunu kanıtlamak için mühendislik, uzay yolculuğu, atom çalışmaları, araba yakıtlarıyla ilgili bir keşif yap." "Bu alanlar, sana açıklamaya çalıştığımla kıyaslandığında, na - sıl diyeyim, sizin gibi söylersek taş devrine falan ait olur."

"Çok güzel. Bunlar sana göre çok ilkel zira anlamak kolay diyorsun. Senin zekanın benimkinden üstün olduğunu kanıtla, beni buna ikna et o zaman. Misal, söyle bakalım, uçaklarımız, roketlerimiz, sence de eksiksiz, mükemmel değil mi?" "Hayır. Epey ilkeller, hatta teknolojik gelişimin ilkelliğinin birer kanıtı sanki." Bu cevap merakımı kamçılamıştı zira Anastasya, ya sıradan bir insanın kavrayabileceğinden çok daha fazla şey biliyordu ya da bir deli gibi düşünüyordu. Ağzını aramaya devam ettim: "Roketlerimizin, uçaklarımızın neresi ilkelmiş?" Anastasya, söyleyeceklerine dair bir bilinç uyandırmak ister gibi kısa bir süre sustuktan sonra şöyle cevap verdi: "Bu tür makinelerinizin hareket sistemleri, istisnasız patlama enerjisine dayanıyor. Daha mükemmel, doğal bir enerji kaynağı bilmediğinizden, inanılmaz bir ısrarla ilkel ve hantal olanı kullanıyorsunuz. Üstelik bu kullanımın tahripkar sonuçları bile alıkoymuyor sizi. Roketlerinizle uçaklarınızın yerden yükselebileceği mesafe evrensel ölçülerde komik rakamlara tekabül ediyor, dahası ulaşabileceğiniz en üst limit de bu. Bu da düpedüz komik bir şey! Patlama ya da yanma vasıtasıyla hareket eden hantal makinelere uzay gemisi diyorsunuz. Bu gemilerin büyük kısmı da itme sorununu &#;çözmek&#; için tasarlanmış." "Peki, havada hareket etmek için başka bir ilke var mı?" "Mesela uçan dairelerin kullandığı ilke" diye cevap verdi Anastasya. "Ne! Uçan daireleri ve hareket ilkelerini de mi biliyorsun?" "Elbette biliyorum. Gayet basit ve makul üstelik." Heyecandan boğazım kupkuru olmuştu; aceleyle: "Hadi çabuk anlat o zaman Anastasya, yalnız açık anlat" dedim. "Peki, yalnız heyecanlanma yoksa anlaman güç olacak. Uçan dairenin hareket ilkesinin temeli, vakum enerjisi yaratmaktır."

"O da nesi? Daha açık konuş." "Kelime dağarcığın çok dar, beni anlayabilesin diye zaten kendi kelime dağarcığımı sınırlandırmak zorunda kalıyorum." "Dur genişleteyim!" diye- yumurtlayıverdim fesatlıkla "kavanoz, kapak, tablet, hava" aklıma gelen bütün kelimeleri saymaya başladım, hatta küfür de ettim. Ama Anastasya sözümü kesti: "Gerek yok, kendini ifade etmek için kullandığın tüm sözcükleri biliyorum zaten; başka kelimeler de var, başka bir bilgi aktarım yolu da. Onun yardımıyla sana her şeyi bir dakikada açıklayabilirim ama iki saat gerekir. Bu da çok uzun; ben sana daha önemli olan başka bir şey anlatayım." "Hayır, Anastasya, uçan daireyi, hareket ilkesini, enerji kaynağını anlat. Bunu öğrenmeden, başka bir şey dinlemem." "İyi o zaman" diye devam etti, "Patlama, katı bir maddenin belli koşullar altında hızla gaz haline dönüşmesi ile meydana gelir ya da reaksiyon sırasında gaz halindeki iki yoğun maddenin, daha seyrek hale dönüşmesidir. Elbette bu anlaşılır bir şey." "Evet" dedim. "Yakıldığında barutun duman çıkarması, benzinin gaza dönüşmesi gibi." "Evet, onun gibi. Sen ya da sizin dünyanızdan herhangi biri daha saf düşüncelere ve bunlardan hareketle doğanın sistemlerine hakim olabilseydiniz, patlamayla bir madde bir anda genleşip gaz haline dönüşebiliyorsa, bunun tam tersi bir sürecin de sadece mümkün değil zorunlu olduğunu anlardınız. Doğada, gaz halindeki maddeleri katı hale dönüştürebilen mikroorganizmalar vardır. Aslındı;ı. tüm bitkiler de bunu yapabilir, yalnız sürecin hızı ve oluşturdukları katı maddenin yoğunluğuyla boyutları değişkendir. "Şöyle bir bak etrafına: Bitkiler topraktan özsuları, havadan da nefes alıyorlar ve bunları işleyip katı, üç boyutlu maddeler haline, sözgelimi ağaçlara ya da fıstık kabuğu, erik çekirdeği gibi daha da sert maddelere dönüştürüyorlar. Gözle görülmeyen mik-

roorganizmalar da bunu son derece hızlı, havadan beslenir gibi yaparlar. İşte bir uçan daireyi hareket ettiren, bu mikroorganizmalardır. Beynin mikro hücrelerine benzerler. Yalnız işlevleri daha sınırlıdır. Tek işlevleri harekettir. Bu işlevlerini de çağdaş bir insanın düşünce hızının on dokuz katı bir hızla ve gayet mükemmel yerine getirirler. Uçan dairenin iç tavanında, iki duvarın arasında bulunurlar. Duvarların arasındaki mesafe yaklaşık üç santimetredir. Duvarların alt ve üst yüzeylerinde mikro gözenekler bulunur. Bu gözenekler yardımıyla havayı emen mikroorganizmalar, önce uçan dairenin etrafında bir vakum etkisi yaratırlar. Hava damlacıkları da daha uçan daireyle temas etmeden katılaşmaya başlar, mikroorganizmalar yardımıyla da küçük toplara dönüşürler. Sonra bu toplar, giderek büyüyüp yarım santimetre çapına ulaşır, çözünmeye başlayarak duvarlar arasında, uçan dairenin alt yüzeyine doğru yuvarlanmaya başlarlar ve burada da tekrar gaz haline dönüşürler. Bu çözünme safhasındayken yenebilirler bile." "Peki, bu uçan daire duvarları hangi maddeden yapılır?" "Yetiştirilirler." "Nasıl yani?" "Neden düşünmek yerine sürekli şaşırıyorsun? Pek çok insan değişik kaplarda, şu mantarı* yetiştiriyor. Suya lezzetli, biraz da ekşimsi bir tat katan bu mantar, bulunduğu kabın şeklini alır. Bu mantar uçan dairelere çok benzer; kendi çevresinde çift duvar yaratır. Sözünü ettiğim mikroorganizmalardan biri bunun suyuna * Burada sözü edilen mantar, şekerli yeşil çay karışımını fennente ederek Kombuça çayının üretilmesini sağlayan bir bakteridir. Kombuça mantarı küçük krep kümeleri gibi görünür; ya da çok katmanlı yassı bir denizanasına benzer. İçine konduğu kapta, suyun üzerinde yüzer ve kabın şeklini alır. Elde edilen içecek yüzde birden daha az oranda alkol içerir; bağışıklık sistemini güçlendirici etkisi olan şifalı bir içecektir. Rusya&#; da çok sayıda insan bu mantarı, mutfak pencerelerinin pervazına yerleştirdikleri geniş cam kavanozlarda üretir.

katılırsa, pıhtılaşıp katılaşma süreci başlar; gel gör ki, bu mikroorganizma denen şey irade gücüyle ya da beyin gücüyle de üretilebilir veya daha doğrusu renkli bir hayal gücü kullanılarak oluşturulabilir." "Sen bunu yapabilir misin?" "Evet, ama bir tek benim çabam yeterli olmayabilir. Aynı yeteneklere sahip onlarca insanın da katılımı gerekir ki o zaman bile bir yıl sürer." "Peki, sözünü ettiğin uçan daireyi ve mikroorganizmayı üretecek her şey dünyada mevcut mu?" "Elbette mevcut. Evrende mevcut olan her şey, dünyada da mevcuttur." "Bu mikroorganizmalar madem o kadar küçük ve gözle görünmez, uçan dairenin içine nasıl yerleştiriliyor?" "Üst duvar yetiştirildiğinde, muazzam miktarda mikroorganizmayı, peteğin arıları çektiği gibi. kendine çeker. Ama bunun için onlarca insanın iradesinin ortak gücü gerekir. Eh, daha fazla ayrıntıya girmek gereksiz zira yetiştirmeyi bile anlayamıyorsun, hem şimdilik gerekli iradeye, zekaya ve bilgiye sahip insan yok dünyanızda." "Peki, sen yardım edemez misin?" "Ederim." "E, et o zaman." "Ettim ya zaten." "Ne yaptın ki?" dedim anlamayarak. "Çocukları nasıl yetiştireceğinizi anlattım. Başka şeyler de anlatacağım. Sen de bunları insanlara aktaracaksın. Pek çoğu anlayacak, bu yolla yetişen çocuklar da sadece o ilkel uçan daireleri değil, çok daha fazlasını yapmaya yetecek zekaya, iradeye ve bilgiye sahip olacaklar."

"Uçan dairelerle ilgili bunca şeyi nereden öğrendin Anastasya? Yine bitkilerle ilişki kurarak falan mı?" "Buraya indiler ve ben de uçan dairelerini tamir etmelerine yardım ettim." "Bizden zekiler mi?" "Hiç değil, insan türünden çok geriler hatta; insanlardan korkuyorlar, çok meraklı olmalarına rağmen yaklaşmıyorlar. Başta benden de korktular. Kötü düşünceler gönderdiler. Tüm güçlerini buna harcadılar hatta. Beni korkutmaya, şaşırtmaya çalıştılar. Onları güçlükle yatıştırdım." "İnsanın henüz yapamadıklarını yapabiliyorlarsa nasıl daha zeki olmazlar?" "Bunda şaşacak ne var? Arılar da doğal maddeler kullanarak inanılmaz havalandırma ve ısıtma sistemleri inşa ediyorlar ama bu, insandan daha zeki oldukları anlamına gelmez. Evrende, Tanrı haricinde insandan daha zeki hiç kimse ve hiçbir şey yoktur."

Süper Bilgisayar Beyin Bir uçan daire yapma imkanı, epey ilgimi çekmişti. Hareket ilkesine bir hipotez gözüyle bakıldığında bile yeni bir şey gibi duruyordu. Fakat bir uçan dairenin işleyişi epey karışık ve biz dünyalılar için öncelikli bir konu değil. Bu yüzden, hemen anlayacağım bir şeyler duymak istedim. Bu "bir şeyler"in ille de bilimsel araştırmalarla ilgili olması gerekmiyordu, hayatımıza hemen uygulanabilir, tüm insanlık yararına olması daha iyiydi hatta. Anastasya&#;dan, medeniyetimizin önemli sorunlarından herhangi birine çözüm bulmasını rica ettim. Buna razı oldu,ama şunu da sordu: "Yalnız sorunu biraz daha açmalısın. Ne istediğini bilmeden nasıl yardım edeceğim?"

En güncel sorunları düşünmeye başladım: "Günümüzde, büyük şehirlerin çok ciddi bir çevre kirliliği sorunu var Anastasya. Bu şehirlerde nefes almak bile çok zor." "İyi de kendiniz kirletiyorsunuz." "Tamam, biliyorum. Devamını da dinle ama ne olur bu konuda felsefe yapmaya, daha temiz yaşamamız, daha çok ağaç dikmemiz gerektiği gibi şeyler söylemeye başlama. Sorunu olduğu gibi kabul et ve bir çözüm söyle Mesela, öyle bir şey yapalım ki şehirlerin havasını yüzde elli temizlesin ama devlet hazinesine, beledi yel ere yük olmasın. Bulacağın çözüm her açıdan makul, çoğunluğun benimseyeceği, benim ve diğer insanların anlayabileceği bir şey olsun." "Peki denerim" diye cevap verdi Anastasya. "Tüm şartların bu kadar mı?" Anastasya&#;nın zekasıyla yeteneklerinin, bizimkilerden çok daha üstün olduğunu düşünüp sorunu daha karışık hale getirmeyi denemek için şunu ekledim: "Çözümün, kar da getirsin." "Kime?" "Bana ve ülkeme. Madem Rus topraklarında yaşıyorsun, tüm Rusya&#;ya getirsin." "Yani, para mı demek istiyorsun?" "Evet." "Peki ne kadar?" "Kar, para asla yetmezanastasya. Bana bu seferi tamamlayıp bir yenisine başlayacak kadarı yeterli, Rusya&#;yaysa" Bir süre düşündüm Anastasya&#;da bizim uygarlığımızın ıiıaddi zenginliğine dair bir ilgi uyandınrtaya çalışsam acaba ne olurdu? "Kendin için hiç istemez misin?" "Benim her şeyim var" diye cevap verdi.

duğu için üzgi," Chalkuchimaac iki adım geriledi. "Emirlerini b0ekledim,Tek Elendi," diye yineledi. "Yalnızdık. Generallerin, QuiujZqUiz, yüzbaşı Guaypar ve diğerleri de yalnız. Eğer emir verrne;8zsen gelip seni kurtarmayacaklar." Bu sözlerir-ı düzerine efendisiolrnuş olana sırtını dönüp girdiği zamankinden odaha ağır bir yiikaltındaymışçasına omuzları bükülmüş, ağır adiırrmiaria avluyu terletti. Alacakarar» ya dört tabak konmuştu. Davetlilerin henüz üçü oradaydı. Don j Diego de Almagro Gabriel&#;in karşısındaydı, Pizarro ayakta duru- j yordu. \ O akşam, don Diego&#;nun çiçek bozuğu yüzünde gözbağı I yoktu. Gabriel hangi gözüne bakacağını bilmiyordu. Yerli bir mızrağın sakatladığı gözün korkuçluğu alışılmadık bir çekim yaratıyordu. Bazen sağlam gözüyle aynı anda hareket eder gibi görünen siyah ve kuru bir topak oluşturuyordu. Kaba saba görünüşünün dışında, on adam kadar yürekli olduğu söylenen don Diego kurnaz olmayı ve sakatlığından yararlanmayı biliyordu. "Onu gördüm" dedi, kaybetmediği ağır Mancha lehçesiyle, "Hücresine gittim ve sakinleşmesini söyledim." "Kimden bahsediyorsunuz, don Diego?" diye sordu Gabriel. "Pedro Catafîo! Sanırım arkadaşınız! Demin kurulda sizin ve onun İnka&#;ya düzenlenen bir komployu bozduğunuzu ileri sürerek don Francisco&#;nun sözünü kesmesi bir skandal yarattı! Ulu Tanrım, canını ona feda edeceğini söylüyordu! Onun bin iki yüz oğlundan biri mi ki kendisi böyle konuşuyor? Aslına bakarsak derisinin rengi böyle bir soruyu haklı kılmıyor da değil" Pizarro gülümsedi. Gabriel sararak tek gözlü adama hakaret etmemek için dişlerini sıktı. "Vali onu sakinleştirmek için bir hücreye kapattı" dedi don Diego gülerek. "Başka ne yapabilirdi?" "Onu oraya kapatmamak" diye homurdandı Gabriel, "ve sadece susmasını öğütlemek!"

"Sakin olun, beyler!" diye araya girdi Pizarro ilk defa eldi-vensiz olan ellerini ovarak. "Dostumuz Catano&#;nun akşam yemeğimize katılmasını istedim. Bu iyi bir fikir değil mi don Diego?" Almagro gözünü dödürerek kollarını havaya kaldırdı. "İyiliğinin sonsuz derinliğini biliyorum, Francisco. Sonsuz ve, izninle tehlikeli. Pizarro&#;nun yüzü aydınlandı. Düşmanlıklarının nedenleri ve acılığı ne olursa olsun, Almagro ondan bir gülümseme koparabilirle ayrıcalığına sahip olan nadir kişilerden biriydi. "Beyler bana bir açıklama bahşedebilir mi?" diye sordu biraz alaycı ve duyacaklarını kestirebilen Gabriel. "Arkadaşın Catano&#;nun paldır küldür daldığı savaş kurulunda, inka&#;ya ne olacağını tartışmaktaydık. Papaz Valverde ve ben onun bir insan olduğuna, onu bir Hıristiyan yapabileceğimize ka-niydik, ama diğerleri" Titreşen mumlar Almagro&#;nun yüzüne tekin olmayan gölgeler düşürüyordu. "Diğerleri bunun tehlikeli olacağı kanısındalar" diye onayladı Almagro, ince sesiyle ve kötü bir şarapla dolu kupayla oynayarak. "Diğerleri İmparatorluğun başkentine yapılacak seferin artık ertelenemeyeceği kanısındalar. Cuzco&#;dan döndüklerinde Moguer ve Bueno çok kesin konuştu. Orada şimdiye kadar gördüğümüz altınlardan çok daha büyük hazineler var. Yani sizin, dostum. Vali don Francisco&#;ya eşlik edenlerin toplayıp eriterek özenle cebinize attığınız altınlardan bahsediyorum" 59 "Ancak hiçbirimizin bu girişimde Hıristiyanlığa uygun şekilde davranılması gerektiğinden kuşkusu yok" diye yeniden söze girdi soğukkanlılıkla Pizarro. Ona anlatıldığında, kralımız V. Charles yaptıklarımızdan ötürü sevinç duyabilmeli." "Kralın emirleri çok açık" diye araya girdi Gabriel. Bu ülkenin prenslerinin, krallarının ve efendilerinin hayatlarının olabildiğince korunması isteniyor." "Olabildiğince, demek ki ihanet buna dahil değil" diye homurdandı Almagro. "Hangi ihanet?" diye sordu Gabriel sesini yükselterek. "Hayır, ihanet değil" dedi masaya yaklaşan Vali yumuşak bir sesle. "Bu sadece bir olasılık, Diego! Sadece olasılık; inka&#;nın ihaneti kantıianmadığı sürece hayatını korumak zorundayız Soto dönünceye kadar." "Kanıtımız var!" diye öfkelendi Almagro, kupasını masaya vurdu. "Hangi kanıtlar?" diye sordu Gabriel. "Yerlilerin tanıklıkları!" "Saçmalık bu, don Diego! Aralarındaki entrika ve intikam çabalarını iyi biliyorsunuz" "Saçmalayan sensin, oğlum! Gerçek ne bilmek istiyor musun? İşte sana bir tanesi: Cuzco yollarında bu tüylü hayvanı kıçımızda sürükleyemeyiz! Evrenin tüm yerlileri üzerimize gelir!" "Nereden biliyorsunuz? Onları bir kelimeyle sakinleştiriyor! Gördüm." "Sen hiçbir şey görmedin, adamım! Tek gözlü olmama rağmen her şeyi gören benim! Bu hayvan soyunun ne yapabileceğini kırk senedir görüyorum. Ve Francisco bunu benim kadar iyi biliyor, öyle değil mi?" "Yasalara ve düzene uygun şekilde hareket etmeyi seviyorum don Diego." "Hadi ordan! Düzeni sağla bakalım, Vali! Cuzco&#;ya gidiş tarihini belirle ve bu tüylü herifi arkamızda sürükleme!" "Bu alçaklık!" diye bağırdı Gabriel yerinden kalkarak. "Yapamazsınız" 60 Don Francisco onu sakinleştirmek için bir hareket yaptı ve bakışını Kutsal Bakire&#;ye çevirdi. "inka benim korumam altında. Eğer suçlu bulunacaksa buna İspanya&#;da olduğu gibi bir mahkeme karar verir." Almagro şekilsiz koca başını salladı, öfkeyle bir mısır ekmeğini dişleyerek bağırdı. "Diego, ne oluyor?" "Tanrı&#;nın cezası! Dişim kırıldı," diye homurdandı Almagro öfkeyle. Meryem Ananı rahat bırak da bize et getirilmesini söyle, Francisco. Acıktım!" Don Diego de Almagro köpek dişini tozların içine tükürdü. #

Atahuallpa&#;nın sarayının her köşesi gölgelere gömülmüştü. Tek Efendi meşalelerin yakılmamasını emretmişti. Ona sunulan yemekleri, CL/racas&#;ların ziyaretlerini, cariye ile kadınlarının ilgisini geri çeviriyordu. Tek istediği, Anamaya&#;nın yanında kalmasıydı. Gün ışığı altın pumanın durduğu nişi aydınlattığı sürece sessiz kaldı. Ancak gece olduğunda ilk kelimeleri ağzından döküldü: "Ben artık sıçramayan bir yırtıcıyım." Acı ya da hüzün yoktu bu sözlerde, yalın bir saptamaydı. Hamuta dokunarak onu düvene tutturan zinciri salladı. "Yanıma gel, Coya Camaquen, beni kollarına al" Anamaya ellerini Tek Efendinin üzerine koydu. Giysisinin altındaki sıcaklığı artık azalmaya başlayan yorgun bedenini hissetti. Kendi isteğiyle ölen bir adam. Şimdiden Öteki Dünya&#;ya ait bir insan. "Her şeyi biliyorum" dedi Atahuallpa sakince. "Artık çok geç ve hiçbir üzüntüm yok, çünkü bu, bilginin bedeli, yaşamımın ta kendisi. Babamın ölmeden önce sana ne söylediğini biliyorum. Çünkü onunla aynı karanlıktayım ve yakında onun yanında olacağım. Şu anda seninle konuşan ses benimki değil, yine o-nun sesi. Dinle Dinle: Sesimizde babalanmızınki var! Sesim 61 benden daha eski ve bizden sonra da sürecek. Coya Camaquen, göl gözlü tatlı genç kız, inti&#;nin Oğullarının sesini taşımayı asla unutma!" "Gitmen gerektiğini aylardır biliyorum, Tek Efendi" diye fısıldadı Anamaya sonunda. "Buna karşın, artık zamanı geldiği halde, korkuyorum." "Ben korkmuyorum. Babamla kaldığın gibi kal yanımda." Anamaya&#;nın soluğu inka&#;nınkine karıştı ve gecenin içinde bir oldular. "Artık Cuzco&#;da kabile kalmadı" diye fısıldadı Atahuallpa. Sarhoş bir adam gibi, öfkeyle dolu adaletsiz bir adam gibi öcümü aldım. Artık ne kardeş, ne düşman var imparatorluğun tüm çocukları bugün benim gibi zincire vurulmuş. Benim yüzümden ağlıyor, acıçekiyorlar." Dizleri büküldü, Anamaya onu tuttu ama hamut İnka&#;nın boğazını ezdi. Acı dolu bir haykırış koptu göğsünden. "Güney ve Kuzey benim yüzümden zayıf düştü, benim yüzümden Güneşin kanı döküldü. Chalkuchimac haklıydı. Bunda Yabancıların hiçbir suçu yok," diye sözüne devam etti kısık bir sesle. "Avlarının kendi başına güçsüz kalmasını bekleyen yırtıcılar gibiler. Ben, İnti ve büyük Huayna Capac&#;ın oğlu Atahuallpa, Dört Bucak imparatorluğu&#;nu ben yıktım, Yabancılar da bundan istifade ediyor. Ama Öteki Dünya&#;nın gücünden habersizler. Günün birinde uyanarak onları geldikleri okyanusta dağılıp gidene dek yakacak olan bir ateş dağının üzerine toz topraktan yapılar inşa ediyorlar." Sesi artık göğsünden çıkmıyordu. Yeryüzünün karnından yükselen bir rüzgarınki kadar boğuktu. Dünyanın kuruluşundan bu yana, sonsuz soyu oluşturan Ataların, baba ve oğulların sesiydi. "Kardeşim Manco&#;yu uzun zaman boyunca kabul etmedim. Artık bana söylemeye cesaret edemediğin şeyi görüyorum; o, gelecek zamanların ilk düğümü." "Ya puma?" Bu soru Anamaya&#;nın ağzından kaçmıştı. Cevap verirken Atahuallpa&#;nın sesinde hiçbir şaşkınlık belirtisi yoktu: 62 "puma artık benimle değil, ama ona güvenmelisin. Babacın sana buyurduklarını yap, tavsiyelerine uy" Yüreğini saran rahatlamayla Anamaya boğazını sıkan o ses-siZ

nest...

batman iftar saati 2021 viranşehir kaç kilometre seferberlik ne demek namaz nasıl kılınır ve hangi dualar okunur özel jimer anlamlı bayram mesajı maxoak 50.000 mah powerbank cin tırnağı nedir