+35 əjdaha
4.başlıq; işte hırsızların dudak uçuklatan son yöntemi+33 əjdaha
başlıq : her şeyden biraz bilip hiçbir şeyi tam bilmemek+28 əjdaha
3. başlıq : eski sevgilinin gittikçe adriana lima'ya benzemesi+31 əjdaha
--spoiler--+26 əjdaha
optimist bir türkün gözündən bakı;+27 əjdaha
doğuştan cenabet olmak+25 əjdaha
2.başlıq: türk insanının sanata ve spora bakışı+23 əjdaha
başlıq: yatakta bana kant diye bağır diyen hegelci kız+20 əjdaha
7. gecə gecə yarmışdır;+18 əjdaha
8. (bax: şehir efsanesini kendi yaşamış gibi anlatmak)+19 əjdaha
başlıq: bas gitarın çok gereksiz bi enstrüman olması+21 əjdaha
6. (bax: n harfi ile başlayan hayvan adları)+16 əjdaha
valla ilişki dediğimiz olguyu insanlara "paylaşım" değil de "savaş-yarış-maç skoru" olarak gösteren sülük medya ve popüler kültür sağ olsun. daha önce yazmıştım+14 əjdaha
başlıq: azerbaycan gp+16 əjdaha
ən bəyənilən deyil prosta cırıldım gülməkdən -*-*+16 əjdaha
unutulmayan garip arkadaşlar+12 əjdaha
başlıq: göt+11 əjdaha
başlıq: barva'nın bedelli askerlik parasını topluyoruz+13 əjdaha
hatırladıkça iç burkan garibanlık anıları+10 əjdaha
başlıq (bax: facebook)+12 əjdaha
başlıq: cephede sadece robot askerlerin savaşacağı gün+13 əjdaha
başlıq: prison break+9 əjdaha
1. bəzən 3 günlük səssizliyin ardından əzələlər ağrıyana qədər güldürən;+10 əjdaha
onlarda evlenmek:+8 əjdaha
tanım: intihar açıklamasıdır.+10 əjdaha
başlıq: yatakta kendi kendine düşünürken lafın lafı açması+9 əjdaha
gerdek gecesi çok saçma değilmi?+9 əjdaha
(bax: çocuklar çirkin olmasın diye güzel kızla evlenmek)+8 əjdaha
hayatın erkeklere güzel olması+7 əjdaha
yaran facebook durum güncellemeleri:+7 əjdaha
başlıq-askerlik+8 əjdaha
başlıq - sigarayı bırakmak+7 əjdaha
başlıq houston we have a problem+7 əjdaha
başlıq: milli istihbarat teşkilatı+8 əjdaha
ankara metrosunda öpüşme eylemi+8 əjdaha
kim milyoner olmak ister'de eski sevgiliyi aramak
| ||
|
Bu saydam-olmayan, henüz kentlileşmemiş, henüz insanlaşmamış, henüz dürüstlük ile tanışmamış muazzam kitle nedeniyledir ki kültürümüz dünyanın ahlaksızları arasında ön sıralarda yerini almaktadır. Bu gizlenen, karanlık, düşüncesiz kitlenin karakteri olan bilgisizlik nedeniyledir ki toplumumuz bilimini ve teknolojisini bütünüyle dışarıdan ödünç almakta, yaratamamakta, yenilik yapmamamakta, ve aldığı hiçbirşeyi özümsemeyi başaramamaktadır. Bu eğitimsiz kitleler ve yığınlar nedeniyledir ki bu toplum despotizmde ve ona bağlı yolsuzluk kültüründe önde gelenler arasındadır. ('te Türkiye "Yolsuzluk Algısı Endeksi"nde ülke arasında 54'üncüdür.)
Amacımız tam olarak uygarlığın, bilim ve felsefenin beşiği olmuş bu topraklarda son bin yıldır değerli hiçbirşey üretmemiş, uygar insanlık arasına karışmayı, dünya tarihine katılmayı başaramamış bu değersiz kütleden, bu bilgisizlik, ahlaksızlık ve çirkinlik kültüründen kurtulmak, onu insanın sonsuz değerine yaraşır ussal, barışçıl, özgür, demokratik, güzel bir karaktere doğru eğitmektir. Bilgi bilgisizliğin yanında durmaz, onun varlığına izin vermez.
Kitap ve kitapçı ve kütüphane ile çocuklukta karşılaşmadıkları için, bu gecikmiş entellektüeller kitabı da dövülecek ve sövülecek birşey gibi görmenin önüne geçemezler. Yaptıkları "eleştiriler" doğrudan doğruya kendi kimliklerinin eleştirisi olarak görünecek gibi barbacadır. Belki de okuma kültürü kazanmamış olmalarının nedenini de kendi yetiştirilme ve terbiye yoksunluklarına değil, ama emperyalizmin ve kapitalizmin buna izin vermemiş olmasına yükleyeceklerdir.
Ekonomisi sanal, bütün bir eğitim dizgesi ve üniversitesi başarısız ve politik istenci zayıf olan bu genç ülkede yaygın olarak sergilenen dil yobazlığı da kültürün bütünsel geriliğinin yalnızca bir boyutudur. Ama özsel bir boyuttur çünkü dil düşüncenin anlatım aracıdır ve bastırılması tinin özü olan düşünme gücünün bastırılmasıdır. Dillerini bastıranların düşünmelerini de nasıl bastırdıklarını Ekşi "Sözlük" başka pek çok şeyden çok daha açık olarak tanıtlar. Bu lumpen tini üniversiteden medyaya, politikadan sanata dek yayılmış olsa da, Ekşi "Sözlük" özel bir yoğunlaşma noktasıdır. Orada herşeye sinen arabesk bir mizah tininden boş kalan yeri budalalığın öfkeleri ve hırsları doldurur.
Bir zamanlar ne olduklarını hiç bilmedikleri sol ya da sağ gibi sözcükler uğruna dünyayı değiştirmeye ve kurtarmaya ama gerçekte yalnızca birbirini yok etmeye çalışan aynı yarı-kentli kuşak şimdi hiç olmazsa sözel şiddet ile yetinmektedir. Yine düşman aramakta, yaratmakta, ve saldırmaktadır, ama uyguladığı zor, şiddet ve terör bundan böyle pısırıktır. Ve sözde politikadan 'dilbilim' alanına geçerek bu kez toplumu değil ama dili kurtarma misyonu uğruna çarpışmayı seçmiş olsa da, bunu korkarak, kendini gizleyerek yapmaktadır. Bu dijital kahramanlar şimdi özellikle Ekşi "Sözlük" gibi sanal yeraltı örgütlerinde yuvalanmıştır, ve yaptıkları konusunda aynı bilinçsizlik ve bilgisizlik ve hiçlik duygusu ile yalnızca saldırmakta, öz-doyumlarını ancak sözde eleştirilerinin sağladığı sanal yargıçlık konumunda kazanmaktadırlar. Olumlu hiçbirşey yapamadıkları için yalnızca olumsuzlamakta, yaramaz çocuklar gibi öz-duygularını amaçsız başkaldırıda, yakınmada ve mızmızlıkta bulmaktadırlar.
YAYINCILIĞA KURALLAR GETİRMEK İSTEYEN KÖYLÜLER
VE ONLARI DİNLEYEN ENTELLEKTÜELLER
"Kristal yapılarında atomlar için daha fazla kanıt bulabiliriz. Birçok yerde x-ışını analiziyle incelenmiş yapılar, görünür şekillerinde doğada olduğu gibi kristallerle gösterilen formlarıyla uyum içindedirler. Bir kristaldeki değişik "yüzler" arasındaki açılar bir arktan daha az hata payıyla, kristalin birçok atom katmanından oluştuğu düşüncesiyle uyum içindedir"
::
"We can see further evidence for atoms in the structure of crystals. In many cases the structures deduced by x-ray analysis agree in their spatial "shapes" with the forms actually exhibited by crystals as they occur in seafoodplus.info angles between the various "faces" of a crystal agree, within seconds of arc, with angles deduced on the assumption that a crystal is made of many "layers" of atoms."
::
"Atomlar için kristallerin yapısında daha öte kanıt görebiliriz. Birçok durumda x-ışın analizi yoluyla çıkarsanan yapılar uzaysal "şekilleri" açısından kristallerin doğada bulunurken edimsel olarak sergiledikleri biçimler ile uyum içindedir. Bir kristalin çeşitli "yüzleri" arasındaki açılar, birkaç saniyelik yay ayrımı ile, kristalin birçok atom "katmanından" yapıldığı sayıltısı üzerine çıkarsanan açılar ile uyum içindedir"
Çevirinin yalnızca anlaşılmazlıktan sorumlu olan son parçasına dikkat edelim: " birçok atom "katmanından" yapıldığı sayıltısı üzerine çıkarsanan açılar ile uyum içindedir."
Başka herşeyi bir yana bırakarak kısaca belirtirsek, önümüzdeki denklem şudur:
"deduced on the assumption that " = " düşüncesiyle"
Amacımız çeviri için bir otopsi yapmak değildir, ve çevirmen ve yayınevi ile ilgilenmiyoruz çünkü buna çeviri denmez. Yalnızca " sayıltısı üzerine çıkarsanan" anlatımının yok edilmesine dikkati çekmek istiyoruz. Bilerek yapılan bu hatanın nedeni "sayıltı" ve "çıkarsama/tümdengelim" sözcüklerinin kullanımının Ekşi "Sözlük" üyeleri gibi imbesiller tarafından suçlanması korkusudur. Bu dil yobazları gerçekten de sözel bir terör yaratmayı başarmakta, çoktandır gündelik dil kullanımına yerleşmiş sözcükler bile salt bir aptallığı ciddiye aldıklarını anlamayanlar tarafından reddedilmektedir. Örneğin yakınlarda yapılan bir Spinoza "çevirisinde" "res extensa/uzamlı şey" terimi "yer kaplayan şey" olarak karşılanarak "uzam" sözcüğü atılmış ve "attributum/yüklem" sözcüğü "sıfat" ile, "modus/kip" sözcüğü ise "tavır [!]" ile çevrilmiştir (sayısız sözdizimi yanlışını bir yana bırakıyoruz). Bunlar ve benzerleri yalnızca bilgisizliğin, yalnızca keyfi bir seçme özgürlüğünün değil, ama kof bir gürültü patırtıdan korkmanın da sonucudur. Kendilerinde her nasılsa bir insanın özgürce kullanacağı dile karışma hakkını bile gören ve saygısız oldukları kadar bilgisiz de olan dil yobazlarından ürkenler giderek "olanak" yerine "imkan," "bilinç" yerine "şuur," "gerçeklik" yerine "hakikat" vb. sözcüklerini geri getirmekte, sözde müziklerinde yaptıkları gibi, grotesk kültürlerine uygun arabesk bir dil türetmektedirler. Elli yıldır kafaları boşaltmış ve neredeyse sıfırlamış olan sözde "tarihsel" materyalizm çoktandır elinde devirmek için kaldığını düşündüğü son şeyi, Dil Devrimini devirmeyi istemekte, kendini bilgisiz ayak takımına çevirerek yalnızca adlarını tanıdığı felsefenin ve bilimin alanına el uzatmayı göze almaktadır.
Böyle yarım yüzyıllık bir aptallaşma, duyarsızlaşma ve yavanlaşma sürecinden sonra, kültürün önemli bir kesimi doğruyu yanlıştan ayırdetmeyi iyice öğrenmiş, ve doğru ve güzel olanı değil ama yanlış ve çirkin olanı kabul etmeye ve beğenmeye koşullandırılmıştır.
Dilin salt bir sözcük sorunu olduğu gibi eğitimsiz bir saplantı ile, bu dil bilgisizleri metinlerdeki geri kalan hatalara dokunmaz, çünkü onları anlamaz, aslında varlıklarını bile ayrımsamazlar. Böyle sözcük fobisi başka her kültür fobisi gibi yarı-kentlilerde yaygındır ve bu korku ile kimileri, özellikle "Ekşi" sözlüğün sözde "felsefecileri" ilk kez gördükleri sözcüğün anlamını öğrenmektense, ondaki yeni düşünceyi ve değeri kavrayıp biraz daha iyi, biraz daha insan olmaktansa kavramsız, düşüncesiz, yetersiz kalmayı yeğlerler. Bu gerçekte kendilerine verdikleri ve hiç kuşkusuz hak ettikleri cezadır.
Bilgiden, yenilikten, güzellikten utanmanın neden olduğu bu durum kültürün tüm alanlarında yetkin olan ve güçlü bir sözcük üretme yeteneği ile donatılı olan Türkçe'nin daha da güçlenmesinin, gelişmesinin, güzelleşmesinin ve Batı kültürünün büyük birikimi ile sağlıklı bir iletişim kurmasının önündeki biricik engeldir. Küçük ve önemsiz görülebilir, ve gerçekte hiç kuşkusuz öyledir. Ama bu anakronistik tipler büyüdükleri zaman yetersizlikleri ile birlikte büyümekte, salt bedenlerinde büyüyerek ve kafalarında küçük kalarak içine doğdukları kültürel yapıları küçültmektedirler. Böyle düşünceden çok özdekten oluşan kafaları yeniden yaşama döndürmek görevimiz olmalıdır.
ANLAMAMA TUTKUSU
Ünlü bir despot "anlamak değil değiştirmek önemlidir" demişti. Anlama yeteneği olmayan herkes bu görüşe coşkuyla sarıldı. Dünyanın anlama yeteneği gelişmemiş kültürlerinde olduğu gibi Türkiye'de de anlama özürlü olanlar tarafından kabul edilen formül aşağı yukarı yarım yüzyıl boyunca büyük bir şiddetle uygulandı. Sayısız insan öldürüldü. Sonuçta özgürlükle hiçbir zaman tanışmamış despotik kişilikler arasında anlamama, bilmeme, öğrenmeme, kısaca düşünmeme tutumu daha da pekişti, özgür, ussal düşünme çılgın tutkulara boyun eğdi ve yeri nefret duygusu tarafından dolduruldu.
Düşünme özgürce çözümlemek, irdelemek, anlamak yerine, düşman yaratma çabasına girişti ve kendisi bir vandal oldu. Anlamayan kafalar bekleneceği gibi despotizmin, tiranlığın, utanç ve acı verici ideolojinin çekimine kapıldılar, insanın özgürlüğünü, yaratıcılığını, yapıcılığını, demokrasiyi, yasa egemenliğini, güzel sanatları ve güzelliğin kendisini karalamaya alıştılar. Değersizliğin kendisini üretmeye başladılar. Anlamayı önemsiz saymak anlamamayı da önemsiz saymaktır ve bu kültürün bilimde, felsefede, törel ve politik alanlarda, güzel sanatta başarısızlığı anlamamada ne kadar başarılı olduğunu yeterince kanıtlar.
Kötü çeviri de anlaşılmama karakterini taşır çünkü bir çeviri değildir. Ama “Ekşi” insan anlamadığını okumaktan yakınmaz çünkü “kolay”dır, çünkü anlamamak bir emek gerektirmez. Bugün “çeviri” diye okuduğu kitapların aşağı yukarı tümü bu bozuk türdendir. Bu sözde "çeviri" tufanı onyıllar boyunca onları okuyanları aptallaştırmış, düzgün bir metni "zor" diye okuyamaz duruma düşürmüştür. Böyle sözde 'çeviriler' ile yoğrulmuş ve eğitilmiş kafa anlamsız olandan kesinlikle rahatsız olmaz çünkü olamaz, çünkü anlamaya karşı tembelleşmiş, kafasını anlamsızlaştırmış, anlamsızı yargılayacak anlamdan yoksun bırakmıştır. Sorumlu olan birincil olarak kendisidir. Onyıllardır süren bu entellektüel dolandırıcığa izin veren kendisidir. Bedeli total geriliktir. Ve bu geri kalmışlık içinde kısır döngüyü çözüm olarak görür. Yeni bilgiler edinmeyi, bilmediğini bilmeyi istemesi ona kendi geriliğinin doğrulanması olarak ve dolayısıyla onun tarafından yanlışlanması gereken utandırıcı bir durum olarak görünür. sanki geriliğini gizleyerek gerilikten kurtulacakmış gibi.
Bu az-gelişmiş gündelik bilinç düzgün ve değerli bir metin ile karşılaştığı zaman anlama güçlüğü ile karşılaşır. Korkar. Kant, Hegel, Heidegger, Spinoza, Einstein, Copleston, Artz, Fancher gibi yazarların metinleri tüm anlayış gücünün çok ötesindedir, ve bu utançtan sorumluluğu sözcüklere yükleyerek kurtulmayı ister. Onun için yeni olan, daha şimdiden tanıdık olmayan bir içerik karşısındadır. Yenileşmek için, eskiliğini ortadan kaldırmak için, değişmek için emek harcaması, düşünmesi gerekecektir. Çünkü öğrenecektir, kafa yorması, okurken sözlükler karıştırması gerekecektir. Buna başkaldırır ve birinci almaşığa, anlamadan okumaya geri dönmeyi yeğler. Anlamamaya alışmıştır. Düşünme gücünden yoksunluğu bir düşünme derinliğine kendisinin de yetenekli olduğunu düşünmesini ve görmesini önler. Düşünmemeye alışmıştır. Ama alışkanlık ölümdür. Bilgiye, değerli olana, onun için yeni olana sırtını döner, "kadim" alışkanlığına sarılır, ve ona hiçbirşey öğretmeyen, dolayısıyla hiçbir güçlük ve sıkıntı yaratmayan anlamsızlıkta, saçmalıkta, çirkinlikte kendi öz-duygusunu bulur. Bu insana özgü bir tutum değildir.
Felsefenin ve bilimin tarihinde de salt tutuculuktan, değişime dirençten doğan nefret, düşmanlık, saldırganlık çok gerilere gider ve işkencelere, giderek cinayetlere dek varır. Eğitimsiz bilincin özgürlüğe, bilime, düşünceye, güzelliğe, erdeme duyduğu nefretin ölçüsü yoktur, denebilir ki sonsuzdur. Onlarda kendi yitişini görür. Kavramsal gelişiminin durmasından ötürü, İnsan olmanın, özgürlüğün, eğitimin, gelişmenin yoluna giremez. Geri kültürün geriliğinin istediği bu pıhtılaşmaya ve tutuculuğa yenik düşen sayısız kuşak daha öte gelişimini durdurur, körelmesine izin verir, kendini değişmeyene, sorgulanmayana, geleneğe köle eder, sonluluğu, değersizliği, çirkinliği içinde önemsizleşir ve çürüyüp gider. Felsefe, Bilim, Güzel Sanatlar hiçbir zaman tutucu kültürlere uymaz. Onların kendilerini Felsefeye, Bilime, Güzel Sanatlara uyarlamaları, değişmeleri gerekir. Ama bu sonları olacaktır.
BARBAR MİSKİNDİR
Uygar insan SÖZLÜKsüz yaşayamaz. Bilmediği bir sözcükle karşılaşınca bir SÖZLÜĞE bakar, yeni birşey öğrenir. Yalnızca tembel kafa SÖZLÜK kullanmaz. Bilmediği sözcüğün ne olduğunu merak edip öğrenmek yerine nefrete kapılan biri hiç kuşkusuz enteresan, çok enteresan biri olmalıdır, belki de değişim fobisi gibi bir rahatsızlığı vardır. Öncelikle "öğrenmenin" nefret edilecek birşey olmadığını, insansal birşey olduğunu, ve ruh sağlığı için zorunlu olduğunu anlamalı, insanın salt doğal olmaktan çıkıp tinsel bir varlık olma düzeyine öğrenerek, düşünerek, bilerek yükseldiğini kabul etmelidir. Hayvanlar düşünmez, uzun tümceleri okuyamaz, hiçbir zaman Sözlük de kullanmazlar, ve "öğrenmelerine" bile tepke, koşullu tepke deriz. Beyinleri ile değil ama omurilikleri ile "öğrenirler." Ekşi "Sözlük" üyelerinin, kendilerini bir "Sözlük" yapma işine adayan bu tutkulu ruhların Sözlüklerde bulunan sözcükleri bilmemekten ve anlamamaktan yakınmaları hiç kuşkusuz tebrik edilmesi gereken doğa-üstü bir tutumdur. Hayvan bu yakınmaya yetenekli değildir.
Utanılacak durumundan her nasılsa gurur duyan bu alt-kültürün Aziz Yardımlı'ya yönelttiği saldırıların hiç biri içerik ile ilgili değildir. Bu doğaldır çünkü ancak felsefi ve bilimsel içeriğe bütünüyle yabancı kafalar böylesine boş bir saldırıyı üstlenebilirdi. Binlerce sayfalık Hegel, Kant, Spinoza, Descartes, Rousseau, Heidegger, Hume, Einstein, Bohm metinleri arasında doğallıkla bulunabilecek herhangi bir yanlışlığın ya da eksikliğin gösterilmesi gibi birşey söz konusu bile değildir. Böyle düzeltmeler ancak sevindirici birer katkı olabilir ve neyin doğru, neyin yanlış olduğunu anlayabilmeyi gerektirir. Ama Ekşi "Sözlük" durumunda karanlık bir bölgede, modern kültür ile bağlantısız yerel bir dünyada olduğumuzu unutmamalıyız. Burada sergilenen şey bir kültür şokudur, köylünün yabancısı olduğu bilim ve felsefe karşısında yaşadığı şaşkınlıktır. Burada sıradan kafanın, halk kafasının felsefeye ve bilime karşı geleneksel tutumunun yeniden sahnelendiğini görürüz. Sanki yeni ve özgür ve güzel olana, hiçbir zaman ulaşamayacaklarına özenerek dudak büken arkaik kafalar bir de bütünüyle yabancısı oldukları bir dünyaya girmiş gibidir. Ya da, aşağıda Spinoza'nın Törebilim'i ile ilgili "kritik" yazısında bir örneği görülebileceği gibi, sözde "yazarların" karakterleri her nedense Midnight Express'teki insan-altı tiplemeleri anımsatır.
Bu sözcük vandalları herşeyden önce internet ortamında ellerinin altında olan SÖZLÜKLERE, örneğin TDK Sözlüklerine, TurEng, SesliSözlük gibi sözlüklere bakmalı, "yasaklamayı" istedikleri sözcükler ile çarpışmanın nasıl yersiz, gereksiz ve aptalca olduğunu anlamalıdırlar. Hiç kuşkusuz bilgiyi, bilimi, düşünceyi, giderek kendi insanlıklarını bile hafife almaktadırlar. Sanal bir ortamda kimliklerini gizleyerek sövmekte, hakaret etmekte, normal yaşamlarında ağızlarına alamayacakları şeyleri yazmakta, çirkinleşmekte, sanki bu yollarla ruhlarındaki nefretten kurtulmaya çabalamaktadırlar. Ya da, tersine, eşit ölçüde aşağılık biçimlerde, ve sanki kişisel bir değerleri ve önemleri varmış gibi, yağlamalar yanmakta, dalkavukluk etmekte, kul karakterlerini sergilemektedirler. Ama böylelikle bu gerçek dünyada da yalnızca sanal varlıkları olduklarını, yaşamdan, kültürden, insan doğasından ne kadar uzak ve kopuk olduklarını kendileri görmektedirler. Sayıları yüz binleri, aslında milyonları bulan bu moronların tümünün de moron kalmayı sürdüreceklerini kabul edemeyiz.
Gerçekte bu kafaların sorunu hiçbir biçimde Dil ile ilgili değildir, çünkü Dil konusunda normal bir eğitimden, bir ilkokul eğitiminden bile yoksun oldukları yazı tarzlarındaki barbarlıktan bellidir ve onları bu saldırganlığa güdüleyen şey Dilin kendisi konudaki zayıflıkları, utançları ve eziklikleridir. Dilin nasıl işlediğini ancak midelerinin sindirim fizyolojisini bildiği kadar bilmektedirler. Sözdiziminin önemi konusunda yazı tarzlarının ilkelliğinin ele verdiği gibi bütünüyle bilgisizdirler. Dili yalnızca sözcüklerden oluşuyor olarak görürler ve dilbilgisinin yalnızca adını duymuş gibidirler. Sözcüklere içerlemeleri anlamsız, hastalıklı, ve kabadır, çünkü gerekçesizdir. Türkçe'nin gücünü ve güzelliğini, benzersiz ses uyumunu açıkça gösteren sözcükler için ne entellektüel ne de estetik yetenekleri vardır (işleyim/endüstri, bağlılaşım/correlation, eytişim/diyalektik, almaşık/alternative, dizem/rhythm, andırım/analogy). Böyle yeni sözcüklerden "iğrenen" sözcük yobazları vardır ki, güzel olandan tiksinmenin bedelini çirkin olanı beğenerek öderler. Ortadan kaldırdığımız ve çoktandır modası geçen arı-Türkçe fobisini gerekçe göstermek banalite olacaktır. Herşey bir yana, hiç kimsenin hangi sözcüğü beğeneceği ya da kullanacağı konusunda böyle sözcük utangaçlarından izin alma gibi bir sorunu yoktur. Neye karıştıklarını, ne yaptıklarını hiç anlamayan, ne ile ve ne için uğraştıklarını hiç bilmeyen bu sözde "Sözlük" uzmanlarını ve denetimsiz dürtülerini önümüzdeki günlerde daha yakından tanıyacağız. Ve eminiz ki kendilerini tanıdıkları zaman kendilerini tanıyamayacaklardır.
Bugüne dek İdea Yayınevi hiç kimsenin diline karışmadı. Ama her türden terbiyesiz İdea Yayınevine karışmayı denedi. Hiç kuşkusuz boş yere. ‘Terbiyesiz’ diyoruz, ki bilgisizlik ile birdir. Değersiz olana değer vermek, ahlaksız olanın yargısını yargı diye kabul etmek, yetkin olmayandan onay ve doğrulama beklemek bir insanın yapabileceği en acı aptallıklardan biridir. Böyle aptallıklar İdea Yayınevinde hiçbir zaman yapılmadı. Bir insan Arapça, Farsça, İngilizce, Latince, giderek Çince, Rusça vb. sözcükler kullanabilir; ya da kendisi yeni sözcükler türetebilir, ya da başkaları tarafından türetilen ve önerilen yeni sözcüklere dönebilir. Tüm bunlardan daha doğal, daha olağan birşey yoktur. "Şeytan ayrıntıdadır." Ya da, kimilerinin söylediği gibi, "Tanrı ayrıntıdadır." Ya da, yaptığımız şeyi eksiksiz olarak yapmalıyız. Dil de insanlığın gelişim sürecindeki başka her kültürel bileşen gibi statik değildir, çünkü eksiktir, daha güçlü, daha güzel, daha ussal olma yeteneği vardır. Dilin gelişimi insanın gelişimidir, ve Türkçe'nin bir dil olarak gelişim gereksinimi birincil olarak bu bakımdan özsel önemdedir.
İnsanlar bilmedikleri şeyi öğrenirler. Köpekler ise bilmediklerine havlarlar — ilk kez Herakleitos'un dediği gibi, ya da hiç olmazsa bu özdeyişe onu yazıya geçirme onurunu vermiş olduğu gibi (fr. ). Ama eklemek gerek ki, köpekler bunu korkusuz oldukları için değil, tam tersine korktukları için, bilgisiz oldukları kadar ödlek de oldukları için yaparlar. Hayvanın saldırısı içgüdüsü, korkusudur, bilgili ve bilinçli bir edim değil. Bu sevimli hayvanların özgür internet ortamına girmelerinden daha normal birşey olamaz. Bugünlerde bütün dünya bu yeni havlama türüne alışmıştır. Orada kimseye görünmeden rahatça havlayabilirler, ve bu terbiye edilmeleri için eşsiz bir fırsattır, çünkü sınırlı da olsa bir öğrenme yetenekleri vardır. Ama bunların ürettiği Sözlüğün ne kadar "sözlük" olacağı konusunda iyimser olma gücümüz yoktur. Ekşi "Sözlük," girişimin adından da anlaşıldığı gibi, daha şimdiden böyle bir deneme içindedir. Yazarları arasında bu satırları okuyabilecek kadar büyümüş olanlara "sözlük" kavramının aslında insanlara ait olduğunu, bilgi gibi terbiye de, çalışkanlık gibi incelik de gerektirdiğini anımsatmaya çalışacağız. Ama babalarını insan yapmaya çalışmayacağız. Tüm yavruları adına doya doya havlamaktan mutlu olabilir.
İnsanın eğitimi için Özgürlük bütünüyle yeterlidir çünkü Özgürlük Özün edimselleşmesi, ve eğitim insanın kendinde olduğu gibi olması, özsel ussal doğasını edimselleştirmesidir. Bu doğa iyi ve güzel olduğu için ussaldır. İnsan onda olan Özü ya da Ereği ortaya koymak için yalnızca kendi Kendisini engellememeli, Kendine anlatım vermeli, Kendini kendine göstermelidir. Onda çirkin, kötü ve yanlış olanı ussal ve özgür Kendisi reddedecektir.
Duyunç İyiyi ve Kötüyü ayırdetme yetisi olarak, moral yeti olarak başka tüm insan yetileri gibi eğitimi gerektirir. Kimi talihsizler çeşitli nedenlerle böyle bir yetilerinin olduğunun bilincini bile kazanamazlar. Bunlar sözcüğün gerçek anlamında "ergin" değildirler, moral belirlenimleri içeriden değil ama dışarıdandır. Düşünemezler, problem dedikleri şeyleri çözmek yerine onlardan kaçarlar, ve bu nedenle başka alanlarda da üretemez ve yaratamazlar. Bu yetersizliklerini olmadıklarına ve yapmadıklarına saldırarak örtme çabası içine girerler. Barbar miskindir. Özgür modern dünyaya ait olmayan bu tipler sık sık yaşam için başlıca güdüleri olan öz-çıkar dürtüsü ile davranırlar ve daha geniş bir duygu ve düşünce, eylem ve etkinlik, yaratma ve üretme dünyasının varlığından haberleri yoktur. Mutsuzluklarına gömülü olarak, Yaşam İdeasının kendilerine de esirgemediği anlamı, değeri, sevinci kaçırırlar. Nereden geldiğini bilmedikleri güçlü bir hırs, haset ve nefret duygusuna boyun eğerek, bu özgürlük dünyasında sevinç duymak yerine kendi öz varoluşlarını karartırlar.
Böyle bir ruhsal, içsel kirlenme ile doğan ve beslenen Ekşi "Sözlük" yalnızca ahlak-dışının, yalnızca törellik-dışının değil, ama giderek zaman zaman yasa-dışının bile hizmetine hazırdır. Aslında bu ilkeleri tüzüğünde açıkça kendisi belirtmektedir. Dürüstlük, nesnellik, haktanırlık, doğruluk gibi kavramlara gülüp geçen ve gönüllü ahlaksızlığı, bilgisizliği ve değersizliği ile postmodernist nihilizmi cisimselleştiren türden kafaların temsilcisi olarak, bu sözde "Sözlük" moral büyüme olmaksızın teknoloji ile buluşmanın örneklerinden biridir. Bu eşölçümsüzlük tüm içeriğinde ve derbeder formatında sergilenir. Adı bile yanlıştır. İkircim duyanlar, yaptıklarından kuşkuya düşenler, burada ne işim var diye soranlar çok haklıdır. Ekşi "Sözlük" açısından geç olabilir, ve büyük olasılıkla geç kalınmış, iş işten geçmiştir. İnternet arkada bırakılan lekeleri belirsiz bir geleceğe dek saklayacaktır. Ama bu alan hiç olmazsa kimi "yazarların" kendilerini tanımaları için tatlı bir olanaktır çünkü eğer insan değişecekse, değişimi her zaman ekşiden tatlıya doğru olur.
1 Kız arkadaşı ile sevişmek ya da öpüşmek günah mı? Sevişmenin zinaya girip girmediği ve bundan nasıl kurtulabileceğimi ve İslama göre zifaf gecesi nasıl olur, detaylı bir şekilde anlatır mısınız?
Nikah yapmadan kız arkadaşınızla veya nişanlınızla sevişmeniz, öpüşmeniz büyük günahtır. Sevişmek kelimesi zina anlamında kullanılmışsa, en büyük günahlardan biri işlenmiş olur. Ancak sevişmek ile zina etmeden yapılan işlemler anlamında ise, o zaman zina olmamakla beraber Allah'ın yasakladığı bir iş olduğundan zina olmasa da yine haram işlenmiş olur.
Mahrem olmayan kadına dokunmak veya tokalaşmak haramdır.
Peygamber'e (sav) biat eden kadınlar dediler ki:
"Ey Allah'ın Resulü, biat ederken elimizi tutmadınız." Peygamber (sav) "Ben kadınların elini tutup tokalaşmam." buyurdu (1).
Hazreti Aişe (ra) biat ile ilgili şöyle buyuruyor:
"Allah'a yemin ederim ki Resûlüllah'ın eli bir kadının eline dokunmadı. Sadece sözle onlardan biat aldı." (2).
Peygamber (sav) bir hadisi şerifinde şöyle buyuruyor:
"Sizden biriniz, başına iğne ile dürtülmesi kendisi için helâl olmayan bir kadına dokunmaktan daha hayırlıdır."
İslâm dini, kadınla tokalaşmayı yasaklamakla kadını tezyif etmiyor; bilakis şerefini kurtarıyor. Kötü niyetli kimselerin şehvetle el uzatmasına engel oluyor.
İlave bilgi için tıklayınız:
Kadın erkek birlikteliğinde dikkat edilmesi gereken konular nelerdir? Kız arkadaşlarla konuşmanın bir sakıncası var mıdır?..
Gerdek (zifafa) gecesinde neler yapmamız gerekir? Dinimizin bu konu hakkındaki emirleri tavsiyeleri nelerdir?
Kaynaklar:
1. Ahmed bin Hanbel, Nesâî, İbn Mâce
2. Müslim; Halil GÜNENÇ, Günümüz Meselelerine Fetvalar II.
2 Gıybet nedir, hangi konularda gıybet haram olmaz?
Söylediğimiz sözler eğer o insanı rahatsız edecek sözlerden ise, niyetimiz ne olursa olsun söylememek gerekir. Çünkü o kişinin hoşuna gitmezse bu gıybet olur.
Gıybet,bir kimsenin arkasından hoşuna gitmeyecek şeyleri söylemek, başka bir deyimle, kendimize söylendiği zaman hoşlanmayacağımız bir şeyi, din kardeşimiz hakkında arkasından konuşmamız anlamına gelir. Halk arasında dedikodu, gıybet ile aynı anlamda kullanılır.
Gıybet, insan veya insanla ilgili birtakım şeyler üzerinde olur. Kişinin bedeni, nesebi, ahlâkı, işi, dini, dünyası, elbisesi, evi, bineği dedikodu konusu olabilir. Gözün şaşılığı, saçların döküklüğü, uzun veya kısa boyluluk, siyah veya sarı renkte olmak Bunlardan alaylı bir şekilde bahsedilmesi sözkonusu kişinin kalbini kırar.
Kur'an ve Sünnet, gıybeti yasaklamıştır:
"Bir kısmınız diğerlerinizin gıybetini yapmasın. Sizden biriniz ölmüş kardeşinin etini yemek ister mi? Bundan tiksindiniz değil mi?"(Hucurat, 49/12);
"Gıybet, kardeşini hoşuna gitmeyecek şekilde anmandır."(Tirmizî, Birr, 23; Dârimî, Rikat, 6; Mâlik, Muvatta, Kelâm,10; Ahmed b. Hanbel, II/, ).
Başkalarına kardeşinin ayıplarını anlatmak, onun hoşuna gitmeyecek şeyleri söylemek demek olduğundan, ancak dil ile söylemek haram olmuştur. Kaş-göz işareti yapmak, imâ, işaret ve yazı gibi gıybet anlamı ifade eden her hareket de gıybettendir. Meselâ, elle birisinin uzun veya kısa boyluluğuna işaret etmek, bir şahsın ayıpları hakkında yazı yazmak gıybettir.
Gıybeti tasdik etmek de gıybettir. Gıybet yapılan yerde susan kişi gıybete ortak olmuş olur. Diliyle gıybetçiye karşı duramayanın kalbiyle inkâr etmesi gerekir. (İmam Gazzâli, Zübdetü'l-İhya, Trc: Ali Özek, İstanbul , , ).
Allah Resulu şöyle buyurur:
"Bir kimse yanında hakarete maruz kalan bir mümine gücü yettiği halde yardım etmezse, Allah o kimseyi kıyâmet gününde insanların önünde rezil eder."(Camiu’s-Sağîr, hadis no: )
"Her kim gıyabında kardeşinin kusurlarını söyletmezse, kıyâmet gününde Allah da onun kusurlarını örtmeyi tekeffül eder." (İbn Ebi'd-Dünya).
"Ey kalbiyle değil, sadece diliyle iman edenler topluluğu! Müslümanların gıybetini yapmayınız, ayıplarını araştırmayınız. Zira kim kardeşinin ayıp ve kusurlarını araştırırsa Allah do onun kusurlarını araştırır. Allah, kimin kusurunu araştırırsa onu evinin içinde bile olsa rezil ve rüsva eder." (Ebu Davûd, Edeb, 40; Ayrıca bk. Tirmizî, Birr, 84).
İslam dininde kardeşlik olgusunun,
"Müminler ancak kardeştir. İhtilaf ettikleri zaman, iki kardeşinizin arasını düzeltin; ve sakının ki, merhamet olunasınız." (Hucurat, 49/10)
ilâhi buyruğu ile kurulmuş olması, İslâm toplumunu bu iman kardeşliği üzerinde yükselen güçlü bir toplum yapmaktadır. Böyle bir toplumda gıybet yoktur.
Çünkü, Hz. Peygamber (s.a.s)'in buyurduğu gibi, "Mümin müminin aynasıdır. Mümin iki el gibidir, birisi diğerini temizler." Bu ölçüler, toplumu fitne ve bozgunculuktan uzak tutar.
Gıybet kul hakkına girdiği için, gıybetini yaptığımız kişiyle helalleşmeliyiz. Mümkünse ona gıybet ettiğimizi söylemeliyiz.
Eğer bir Müslüman gıybet ettiyse veya isteyerek gıybeti dinlediyse;“Allahım, bizi affet ve gıybetini ettiğimiz kişiyi de bağışla.” diye dua etmelidir. Ayrıca gıybetini yaptığı kişiyle karşılaşınca helallik almalıdır. (bk. Nursi, Mektubat, Yirmi İkinci Mektup)
Gıybetin Sebepleri:
1. İntikam duygusunu tatmin etmek,
2. Arkadaşlarına uymak,
3. Gösteriş ve büyüklük yapmak; başkalarını küçültmek, kendini büyütmek,
4. Kıskançlık,
5. Hoşça vakit geçirmek, güldürmek için başkalarının ayıp ve kusurlarını ortaya sermek,
6. Küçük düşürmek için alay etmek. (bk. Gazzâlî, İhyâu Ulûmiddin, Trc: Ali Arslan, İstanbul 19'72; VI, vd).
Gıybetten korunmak için kişinin öncelikle kendi kusurlarıyla uğraşması gerekir. Şuralarda gıybet câizdir:
İslam uleması gıybet ve ifşanın hangi durumlarda caiz veya gerekli olduğu konusunda önemli açıklamalar yapmışlar, hatta kitaplar yazmışlardır. Bu açıklamalarda caiz olan durumlar şöyle sıralanmıştır:
1. Haksızlığa uğrayan bir kimse, hakkını alabileceğini, zulmü engelleyebileceğini umduğu şahıslara durumu anlatabilir.
2. Dine ve ahlaka aykırı bir davranışını gördüğü kimsenin, bu durumunu gören ve bilenler, düzeltmesi muhtemel olan kimselere aktarabilirler.
3. Dince yanlış davrandığına inandığı bir kimsenin davranışını, dini bilen bir kimseye (mesela müftüye) anlatarak, doğru bilgi (fetva) alma teşebbüsünde bulunabilir.
4. Halkı korumak, onlar için hayırlı olacağı kanaatiyle ilgililere bildirmek için ayıplar ve günahlar açıklanabilir; bazı durumlarda bu caiz değil, gerekli (farz) olur. Mesela hadis rivayet edenler içinde yalancılığı, ahlak ve dindarlık bakımından gevşekliği bilinen kimselerin bu durumları açıklanır ki, uydurma hadis rivayeti engellensin. Keza mahkemede şahitlik edecek şahısların da "yalan söylemekten çekinmeyeceklerini gösteren" kusurları hakime bildirilir.
5. Bir kimse diğeri ile evlenmek, ortak veya komşu olmak, ona bir şeyi emanet etmek, onunla bir iş yapmak, ondan din ilmi öğrenmek istediğinde kendini korumak isteyen taraf, karşı tarafı tanıyan birisine "onun nasıl bir kimse olduğunu" sorarsa, bildiği kusurlarını açıklaması gerekir.
6. Kamu görevinde istihdam edilen bir kimse ya buna ehil değilse veya görevini kötüye kullanmaktan çekinmeyeceğini gösteren bir günahı ve ahlaki kusuru varsa, bunları bilen kimse, o şahsın amirine -kamuyu korumak maksadıyla- durumu bildirmekle yükümlüdür.
7. Günahını ve kusurunu gizlemeyen, açıkça yapan ve gösteren kimsenin bu davranışlarını konuşmak, haram olan gıybete girmez.
8. Bir kimsenin "topal, kel, kör, köse" gibi bir lakabı varsa ve o kimseyi anlatmak (tarif etmek, tanıtmak) için bunları zikretmek gerekiyorsa, mesela, "Topal Osman"denir ve bu haram olan gıybete girmez.
Bütün bu istisnaların ayetlerde ve hadislerde dayanakları vardır.
İlave bilgi için tıklayınız:
- Gıybet Felaketiyle Savaş.
3 Konuşma nasıl olmalıdır, konuşma adabı nedir?
“Özür dilemek zorunda kalacağın bir sözü söyleme!” (İbn Mâce, Zühd, 15)
Konuyla ilgili hadis şöyledir:
Ümmü Habibe (radıyallahu anhâ) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"İnsanoğlunun her sözü aleyhinedir; ancak iyiliği emretmek, kötülükten alıkoymak yahut Allah Tealâ'yı zikretmek müstesnadır." [Tirmizî, Zühd 63, ().]
Aliyyu'l-Kâri der ki: "Hadisin açık manası, istisna edilen; iyiliği emretmek, kötülükten alıkoymak yahut Allah Tealâ'yı zikretmek dışında bütün konuşmaların kişinin aleyhinde olduğunu, başka bir konuşma tarzının olmadığını gösteriyor. Ancak, gibi hadisleri aşırılığa ve istikametli olmayan konuşmadan sakındırmak anlamında yorumlamak gerekir. Şurası muhakkak ki, mübah söz, ahirette ona bir fayda sağlayacak değildir.
Konuyla ilgili ayetler ve hadisler dikkate alındığında bu hadisin anlamı şöyle olur:
"Ademoğlunun, hadiste geçenler ve benzerleri dışında kalan her sözü, onun için bir üzüntü ve pişmanlıktır. Onda menfaatine bir yön yoktur. Bu konuda gelen diğer birçok hadis de bunu kuvvetlendirir. Bu hadisin şu ayetten alınmış olması muhtemeldir:
"İnsanların birbirleri arasında gizlice konuşmalarının çoğunda hayır yoktur. Ancak sadaka vermeyi, bir iyilik yapmayı veya insanların arasını düzeltmeyi teşvik eden kimselerin bu maksatla yaptıkları gizli konuşmalar bundan müstesnadır. Kim bunu Allah rızası için yaparsa, elbette biz ona pek büyük bir mükâfaat vereceğiz."(Nisa, 4/).
Şu halde gerek ayetlerde ve gerek hadislerde gelen hayra, yardımlaşmaya, dostluğa vb. yönelik konuşma çeşitleri dışındaki konuşmalar kişinin lehine değildir. Hadiste sadece üç tane istisnanın belirtilmesi, hem o üç kısma giren konuşmaların önemini gösterir, hem de bunlar dışında kalan mübah konuşmalarda son derece dikkatli olmaya uyarı demektir. Alimler, mübah yani dinen sakıncası olmayan konuşmaların aleyhte olmayacak sınırda kalsa bile ahirette faydasının olmayacağına dikkat çekerler. Normal bir sohbet mübahtır, ama gıybete, dedikoduya, malayaniye bulaşma tehlikesi her an mevcuttur. Bütün mübahlar böyledir. Dolayısıyla, Aleyhissalâtu vesselâm, Allah'ın rızasına, ahiret ekimine âzamî ölçüde uygun bir hayat tarzının yollarını gösterirken, konuşma adabında da, mü'minleri son derece dikkatli olmaya çağıran bir ifade kullanmıştır. (bk. Canan İbrahim, Kütüb-ü Sitte, 16/, seafoodplus.info: ve Açıklaması)
Konuşma Adabı
Düşünmek ve konuşmak, insanı diğer canlılardan ayıran en mühim vasıftır. Aralarındaki alâka sebebiyle konuşma, sahibinin aklî seviyesini ve fikir yapısını gösteren pürüzsüz bir ayna gibidir. Dolayısıyla insanı insan yapan dilidir. İslâm, mü’minlerin söz disiplinine sahip olmalarını istemiş ve bu sahada pek çok esaslar koymuştur.
Bir mü’min de her şeyden önce besmele çekerek ve Allah’a hamdederek konuşmaya başlamalıdır. Böyle başlanmayan her mühim iş bereketsizdir. (Ebû Dâvûd, Edeb 18; İbn Mâce, Nikâh 19) Allah’ı zikretmeksizin çok konuşmak da kalbi katılaştırır. Katı kalpli olanlar ise Allah’tan en uzak kimseler.(Tirmizî, Zühd 62)
Konuşmak, insanlar arasındaki iletişimi, muhabbeti ve anlaşıp kaynaşmayı sağlayan büyük bir ilâhî lütuftur. Yani insanlar duygu ve düşüncelerini, arzu ve taleplerini çoğu kez konuşarak ifâde ederler. Bir kimsenin kullandığı dil ve üslûb, onu hayatta başarılı kılabildiği gibi hüsrâna da uğratabilir. Hatta kişinin dilini muhafaza etmesi, cenneti elde etme vesileleri arasında zikredilmiştir. Resûl-i Ekrem Efendimiz (asm) buyuruyor ki:
“Kim bana iki çenesi arasındaki (dili) ile iffet ve nâmusunu koruma sözü verirse, ben de ona cennet sözü veririm.”(Buhârî, Rikâk, 23)
Bir başka hadis-i şerîfte“En faziletli kimdir?”sorusuna Resûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem: “Dilinden ve elinden Müslümanların emniyette olduğu kimsedir.” mukâbelesinde bulunmuştur. (Buhârî, İmân, )
Fahr-i Kâinât Efendimiz (asm) konuşma âdâbıyla alâkalı bir kısım kâideler koymuştur ki bunları şöyle sıralayabiliriz:
1. Açık ve anlaşılır bir şekilde muhâtabın seviyesine göre konuşulmalı, gerektiğinde önemli görülen ifâdeler tekrar edilmelidir. Nitekim ashâbın, fasih ve beliğ bir üslûp ile konuşan Peygamber Efendimiz (asm) hakkındaki şu tespitleri oldukça önemlidir:
“Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem-'in konuşması her dinleyenin rahatlıkla anlayabileceği şekilde açıktı.”(Ebû Dâvûd, Edeb, 18)
“Konuştuğu zaman onun kelimelerini saymak isteyen sayabilirdi.”(Buhârî, Menâkıb, 23)
“İyice anlaşılmasını istediği kelime ve cümleleri, üç kere tekrar ederdi.” (Tirmizî, Menâkıb, 9)
Sözün, muhâtap tarafından iyice anlaşılabilmesi için bazen tekrar edilmesi gerekebilir. Bu sebeple Kur'ân-ı Kerîm'de câlib-i dikkat vâkıâlar önemine binâen bir kaç kez tekrarlanmıştır. Meselâ şeytanın emr-i ilâhîye isyân edip secde etmemesi yedi yerde, Musâ (as)'a îmân eden sihirbazların durumu ise dört yerde tekrarlanmıştır.
Fahr-i Kâinât Efendimiz (asm), namaz kıldırırken dikkat çekici âyetleri bazen iki, bazen üç defâ tekrarlardı. Sahâbeye nasihat ve îkazda bulunurken, bir kısım ifâdeleri tekrarladığı olurdu. Allâh dostlarının sohbetlerinde de bu şekilde tekrarlara çokça rastlamak mümkündür. Ancak bunun telkin maksatlı olması, sıkıcı olmaması ve cemaatin seviyesine münâsip olması gerekir.
Sözü anlayacak kimsenin bulunmadığı meclislerde konuşmak da nefesleri isrâf etmek mânâsına gelir. Zîrâ Meşhûrî'nin dediği gibi; “Âkilân tâ söz mahallin bulmadıkça söylemez!”
2. Bilgiçlik taslama ve kendini başkalarına üstün gösterme niyetiyle yapmacık konuşmalarda bulunmak veya insanların anlayamadıkları kelimelerle onlara hitap etmek şiddetle yasaklanmıştır. Sevgili Peygamberimiz:
“Şüphesiz ki Allâh Teâlâ, sığırın otu yerken ağzında evirip çevirdiği gibi, sözü ağzında evirip çevirerek lügat paralayan kimselere buğz eder.” buyurmuştur. (Ebû Dâvûd, Edeb, 94)
Vazifesi hakkı ve hakîkati beyan olan Resülullâh (asm), konuşmalarında hiçbir zaman san'at kaygısı taşımamıştır. Sevgili Peygamberimiz (asm), tertemiz duygular içinde, şefkat ve merhamet hisleriyle dolu olarak ve ruhûnun en tabiî ifâdeleriyle konuşmuştur. Böylece onun mübarek sözleri apayrı bir güzellikte ve şânına yakışır bir hüsn-ü edeb üzere olmuştur.
3. Bağırıp çağırmak sûretiyle yüksek sesle konuşulmamalıdır. Kişinin karşısında sağır varmışçasına bağırarak ya da kavga ediyormuş gibi öfkeli bir ses tonuyla konuşması, doğru değildir. Kibar ve nazik bir üslûbun benimsenmesi, her zaman için en isâbetli yoldur. Kur'an-ı Kerim'in beyânıyla Lokman -aleyhisselâm- oğluna söz konusu metodu şöyle tavsiye etmektedir.
“ (Yavrum!) Yürüyüşünde tabiî ol ve sesini alçalt. Unutma ki seslerin en çirkini merkeplerin sesidir.”(Lokman, 31/19)
Bir başka âyette de:
“Kullarıma söyle, en güzel sözü söylesinler!”(İsrâ, 17/53)
buyurmaktadır. Hatta Allâh Teâlâ, Hz. Musâ ile kardeşi Hârûn'u, Fıravun'a gönderirken onu yumuşak bir sözle uyarmalarını istemiş (Tâhâ, 20/), muhâtab kafir de olsa âdâb gereği güzel bir üslûbun kullanılmasını emretmiştir. Bir hadis-i şerifte de, söylenecek güzel bir sözle bile cehennem azabından kurtulunabileceği ifâde edilir:
“Yarım hurma vermek sûretiyle de olsa cehennemden korunun. Bunu da bulamayan (hiç olmazsa) güzel bir sözle cehennemden korunsun!”(Müslim, Zekât, 68)
4. İki kişinin, yanlarında bulunan üçüncü kişiyi dışlayarak aralarında fısıldaşmaları yasaklanmıştır. Resûl-i Ekrem Efendimiz (asm) böyle bir tavrın, yalnız kalan kimsenin üzülmesine sebep olabileceğini belirtmektedir. (Buhârî, İsti'zân, 47) Olgun bir Müslüman ise mü'min kardeşini üzecek ve kalbini incitecek davranışlarda bulunmak istemez.
5. Bir mecliste herhangi bir konu görüşülüyor ise veya cevaplandırılmak üzere bir soru sorulmuşsa, ilk söz hakkı meclisin büyüğüne aittir. Bununla birlikte diğer kişiler de yeri geldiğinde edebe uygun bir şekilde fikirlerini beyân edebilirler. Nitekim bir hâdiseyi anlatmak için, yaşça en küçük olan Abdurrahman bin Sehl ilk önce söze başlayınca, Efendimiz -sallallâhu aleyhi ve sellem-; “Sözü büyüklerine bırak, sözü büyüklerine bırak!” buyurmuş, bunun üzerine olayı büyükler anlatmıştır. (Buhârî, Cizye, 12)
Abdullah bin Ömer şöyle anlatır: “Birgün Allâh Resûlü ashâbına:
"Bana mü'mine benzeyen bir ağacı söyleyin!» buyurdu. Oradakiler çölde bulunan ağaçları tek tek saymaya başladılar. Gönlüme onun hurma ağacı olduğu düştü ve hemen söylemek istedim. Ancak orada benden büyük insanlar bulunduğundan konuşmaktan çekindim. Onlar cevâbı bilemeyip sükût ettiklerinde, Efendimiz onun hurma ağacı olduğunu söyledi.”(Müslim, Münâfikîn, 64)
6. Az ve öz konuşmalı, lüzumsuz tafsilattan kaçınmalıdır. Diğer bir ifadeyle çok konuşmamayı, yerinde ve ölçülü konuşmayı âdet edinmek gerekir. Allâh Teâlâ mü'minlerin mümtaz hasletlerini sayarken:
“O kimseler ki boş söz ve işlerden yüz çevirirler.” (Mü'minûn, 23/3)
buyurmakta, lüzumsuz sözlerle meşgul olmayı fâsıklık ve dalâlet olarak nitelendirmektedir. (Lokmân, 31/6)
Peygamberimiz (asm) ise bu konuya şu hadisleriyle dikkat çekmektedir:
“Allâh'ı zikretmeksizin çok konuşmayın! Allâh'ın zikri dışında çok söz söylemek kalbi katılaştırır. Katı kalpli olanların ise Allâh'tan en uzak kimseler olduğunda şüphe yoktur.”(Tirmizî, Zühd, 62)
“Kendisini (doğrudan) ilgilendirmeyen şeyi terk etmesi, kişinin iyi Müslüman oluşundandır.”(Tirmizî, Zühd, 11)
Taşlıcalı Yahyâ, çok konuşanların çok hata yapacağını ifâde ile şöyle der:
"Ehl-i dillerde bu mesel anılur;
Kim ki çok söyler ise çok yanılur."
7. Maddî veya manevî hiçbir faydası olmayan, bilâkis zararı bulunan konuşmalardan şiddetle kaçınılmalıdır. Zîra:
“İnsan hiçbir söz söylemez ki yanında onu gözetleyen, yazmaya hazır bir melek bulunmasın.”(Kaf, 50/18)
âyet-i kerîmesi, insanın kendisine bahşedilen hayatın kelime kelime hesabını vereceğine dikkat çekmektedir. Nebî -sallallâhu aleyhi ve sellem- de şöyle buyurmuştur:
“Allâh'a ve âhiret gününe inanan, ya hayır söylesin ya da sussun!” (Buhârî, Edeb, 31, 85)
8. Kişinin helâl mi haram mı, güzel mi çirkin mi, hayır mı şer mi henüz tam olarak kestiremediği bir sözü söylemesi de konuşma âdâbına aykırıdır. Hadis-i şerifte:
“Kul, iyice düşünüp taşınmadan bir söz söyleyiverir de bu yüzden cehennemin doğu ile batı arasından daha uzak bir yerine düşer gider.” buyrulmaktadır. (Buhârî, Rikâk, 23)
Nitekim atalarımız da, “Bin düşün bir söyle” ve benzeri güzel sözleri söylerken bu hadislerden ilham almışlardır.
9. İkili ilişkilerde insanı müşkil duruma sokacak anlamsız sözlerden kaçınmak, dostlukların devamı açısından fevkalâde ehemmiyeti hâizdir. Fahr-i Kâinât Efendimiz (asm):
“Özür dilemek zorunda kalacağın bir sözü söyleme!” buyurmuştur. (İbn-i Mâce, Zühd, 15)
Mü'min her hâlükârda doğruyu konuşmalı, yalan söz ve yalan haberden şiddetle sakınmalıdır. Allâh Resûlü (asm) şöyle buyurmuştur:
“İnsan sabahlayınca, bütün âzâları dile mürâcaat eder ve (âdeta ona) şöyle derler: Bizim haklarımızı korumakta Allâh'tan kork! Biz ancak senin söyleyeceklerinle ceza görürüz. Biz, sana bağlıyız. Eğer sen doğru olursan biz de doğru oluruz. Eğer sen eğrilir, yoldan çıkarsan biz de sana uyar, senin gibi oluruz.” (Tirmizî, Zühd, 61)
Kur'an-ı Kerîm ise aynı çerçevede bizlere şu uyarıda bulunmaktadır:
“ Ey îmân edenler! Allâh'tan korkun ve doğru söz söyleyin ki Allâh amellerinizi salih hâle getirsin ve günahlarınızı bağışlasın.”(Ahzâb, 33/)
Gelecekle ilgili konuşurken “inşaallâh” demek, konuşma ile alâkalı bir diğer edeb kâidesidir. Kulun cüz'î irâdesi herhangi bir şeyin olması için kâfi bir sebep değildir. Önemli olan Allâh'ın dilemesidir. Zîra istikbale ait bir şey dilerken “inşâallâh” demek, Allâh'ın irâdesinin farkında olmak ve onun irâdesinin üstünde bir irâde tanımamak demektir. Nitekim bir âyet-i kerîmede;
“'İnşaallâh' ifâdesini kullanmadıkça hiçbir şey için, 'Bunu yarın yapacağım.' deme!”(Kehf, 18/)
buyrulmaktadır. Bir hadis-i şerifte ise Süleyman -aleyhisselâm-'ın istikbâle mâtuf bir işinde, inşâallâh demediği için dileğinin gerçekleşmediği haber verilmektedir. (Buhârî, Eymân, 3)
Kulağın Adabı
Allah Teâlâ insana iki kulak bir ağız vermiştir. İnsan iyi bir dinleyici olmalı ki güzel konuşabilsin. Kulak, hayırları dinleyip öğrenmek, Allah ve Rasûlü’nün, anne-babanın ve hocanın emirlerini dinleyip itaat etmek için lütfedilmiştir. Allah’ın âyetleri de işiten ve dinleyen kimseler içindir. Yalan sözü, dedikoduyu, gıybeti, insanı günaha götüren konuşmaları, başkalarının gizliliklerini dinlemesi onun aleyhinedir. Müstehcen şeyleri dinlemesi ise kulak zinasıdır. (Buhârî, İsti’zân 12, Kader 9; Müslim, Kader ) Çünkü çirkin sözler insan üzerinde fenâ tesirler bırakır, aklını fikrini bozar.
Her şeyi dinlemek, her işittiğini söylemek çoğu zaman insanı hataya sürükler. Nebî (asm):
“Her duyduğunu nakletmesi kişiye yalan olarak yeter.” buyurur. (Müslim, Mukaddime 5)
Güzel ses ve sadâlar kulağa hoş gelir, lâkin düşkün olunduğunda vakti heder eder.
İnsan, kulağının şükrü olarak bol bol Kur’an-ı Kerim ve nasihat dinlemelidir. Kur’an okunduğunu işittiğinde hemen susup can kulağıyla dinlemeli ki rahmete erebilsin.
Duymadığı hâlde duyduk diyenler gibi olmamalı, boş söz duyunca hemen yüz çevirmelidir.
Allah Teâlâ cümlemizi, sözü dinleyip en güzeline tabi olan hâlis kullarından eylesin! Amin!..
4 Küfür ve sövmek hakkında hadisleri var mıdır?
Güzel söz; gönül alan, onur kırmayan, hak ve doğruyu gösteren bütün sözlerdir. Fertler arasında sevginin, hak ve doğrunun üstün tutulması; nefret ve düşmanlığın giderilmesi, hakka uygun sözlerle mümkün olmaktadır.
Allah, bir toplumun, diğerini ayıplamamasını, kusurlarını araştırmamasını, aleyhinde iftira ve gıybette bulunmamasını emretmektedir.(bk. Hucurât, 49/11, 12) Bu konuda Hz. Peygamber Efendimiz (asm)'den şu hadisler nakledilmektedir:
"Mümin dil uzatıcı değildir, lanet okuyucu değildir, kötü iş yapan değildir, kötü söz söyleyen değildir." (Tirmizî, Kadir, ).
İbn Abbas'tan rivayet edildiğine göre; Resulullah zamanında iki adam arasında karşılıklı sövme oldu. Bunlardan biri sövdü, diğeri sustu. Peygamber (asm.) de oturuyordu. Sonra diğeri aynı sözü geri çevirdi. Bunun üzerine Peygamber (asm.) kalktı ve meclisten dışarıya çıktı. Hz. Peygambere"Niçin kalktın?" diye sorulunca,
"Melekler kalktı, ben de onlarla beraber kalktım. Bu sövülen, sükût ettiği müddet, melekler buna sövene, sözü geri çeviriyorlardı. Ne zaman ki bu adam, sövenin sözünü geri çevirdi, melekler kalktı, gitti." buyurmuştur. (Ebû Dâvûd, Edeb, II, );
"Sövülen iki kimsenin söyledikleri sözün günahı; sövülen hududu aşmadıkça, ilk söze başlayan üzerinedir."(Müslim Birr, 68);
"Müslümana sövmek fâsıklıktır." (Nesâî; Tahrimu'd-Dem, 27);
"Size, kötü olanlarınızı haber vereyim mi; koğuculukla dolaşıp insanlar arasını bozan ve temiz kimselere ayıp isnad edenlerdir." (İhyâ, Cüz, III, ).
Hz. Ali, "Çirkin laf edenle onu yayan, günâh işlemekte eşittir." (Beyhakî, Şuabu'l-İman);
İbn Abbas da Hucurât suresinin ayetini izah ederken "Bir kısmınız bir kısmınıza dil uzatmasın. Muhakkak Allah, çirkin söz kaçıranı, kasden çirkin söz söylemeye yelteneni sevmez." demiştir (Edebü'l-Müfred, I, ).
Yine Tirmizi'de geçen bir başka hadiste de "Mümin ayıplamaz, lanet etmez, kötü söz söylemez." buyuruluyor.
İmam Nevevi de bu konuda şöyle der:
"Her mükellefin -faydalı sözlerden başka- dilini her sözden koruması lazımdır. Faydadan uzak bir söz uzadığında, sünnet olan, onu kesmektir. Çünkü mübah olan bir söz kısa zamanda harama veya mekruha çekilebilir."
Hz. Peygamber (asm) çeşitli hadislerinde iflasın ne olduğunu ve uygulama şartlarını göstermiştir. Bir gün çevresindeki sahabelere; "Müflis kimdir?" diye sormuş, ashâb-ı kiram; "Bize göre müflis, kendisine ait hiçbir dirhemi (nakit parası) ve malı kalmayan kimsedir." cevabını vermiştir. Bunun üzerine Hz. Peygamber (asm) şöyle buyurmuştur:
"Ümmetimden gerçek müflis şudur: Kıyamet gününde namazını, orucunu ve zekâtını getirir. Bu arada başkasına sövmesi, zina iftirasında bulunması, kan dökmesi ve başkasını dövmesi ile ilgili kötü amelleri gelir. Bunlara karşılık iyi amelleri (hasenâtı) verilir ve borçları (kul hakları) bitmeden iyi amelleri tükenir. Alacaklıların hataları kendisine yükletilir ve ateşe atılır." (Müslim, Birr, 60; Ahmed b. Hanbel, II, , IV, ).
İlave bilgi için tıklayınız:
- GÜZEL SÖZ.
5 Tuvalete niye sol ayakla girilir ve euzu besmele çekilir?
Tuvalet kelimesi ile, mutlaka bu günkü modern anlamdakileri anlamamak gerekir. Hadislerde “Hela” olarak ifade edilen “dışarı çıkma” yerine artık tuvalet diyoruz. Bir hadis-i şerifte Hz. Enes şöyle diyor:
“Resulullah (a.s.m) helaya girerken (üzerinde “Muhammedu’r-resulullah” yazılı olan) yüzüğünü çıkarırdı.” (Neylu’l-Evtar,1/73).
Hela yeri bazen bir örtüyle kapatılırdı. Bunun arkasına gittiği zaman tuvalete gitmiş denilir. Çölde dahi olsa tuvaletin yapıldığı yer, bir farklılık arz ediyordu. Örneğin hadis kaynaklarında “helaya girdiği vakit, heladan çıktığı zaman” gibi ifadeler vardır. Bu girip çıkmak, helanın yerine nispetle kullanılmıştır. Belkide muhaddisler, daha sonra gördükleri kapalı alandaki helaları düşünerek bu ifadeleri kullanmışlardır. Nitekim, Buhari, “helaya gitti, helaya girdi” şeklinde yarı rivayetlere işaret etmiştir (Buharî, Vudu’, 9). Müslim’de de “Helaya girdi, kenefe girdi” ifadelerine yer verilmiştir (Hayz,). Yine “Heladan çıktı” ifadesine yer verilmiştir (Hayz, ).
Sol ayakla tuvalete girme, sağ ayakla çıkma meselesi, Efendimizin (a.s.m) “onurlu işlerde sağını, bayağı işlerde solunu kullanması” prensibinden alınmış ve fıkıh kaynaklarında bir edep, bir sünnet olarak telakki edilmiştir (bk. Gazalî, İhya, 1/; V. Zuhaylî, 1/).
Kıyamet gününde Allah iyi olarak seçtiği kullarının defterlerini sağ ellerine, kötü not verdiği kullarının defterlerini de sol ellerine verecektir. Kur’an’da cennete gidecek olan iyi insanlar için “Ashab-ı yemin = sağın sahipleri”; cehenneme gidecek olanları için “Ashab-ı şimal = solun sahipleri” unvanını kullanılmıştır. Bu değerlendirme, sağ elin/sağ tarafın, Allah katında bir değerinin olduğunu göstermektedir.
Bu gibi hikmetlerden ötürü olacak ki, Hz. Peygamber (a.s.m), sağı, sola tercih etmiş, mescit gibi iyi yerlere giderken sağ ayağıyla, tuvalet gibi yerlere girerken de sol ayağıyla girmiştir. Çıkışları tersine yapmıştır. Diğer bilinen hususları buna kıyas edebilirsiniz.
Mü'minlerin annesi Hz. Hafsa (seafoodplus.info)'nın nakline göre Resûlullah (s.a.v.) sağ elini yemek, içmek, abdest almak ve giyinmekte, bir şey alıp vermede sol elini ise bunların dışındaki işlerde kullanırdı. (Müsned, 6/; Ebû Dâvûd, Taharet, 18)
Yine Müminlerin Annesi Hz. Aişe (seafoodplus.info) şöyle demiştir:
"Resûlullah (s.a.v.)'in sağ eli, temizliği ve yemek yemesi içindi. Sol eli ise, taharetlenme ve benzeri diğer rahatsızlık verici şeyler içindi."(Müsned, 6/; Ebû Dâvûd, Taharet, 18)
Süraka b. Malik b. Cu'şum Hz. Peygamber (s.a.v.)'in yanına gelerek, "Allah'ın Elçisi bize şunları öğretti" diye anlattı. Orada bulunan bir adam onunla alay ederek, "O size tuvalete naşıl çıkılacağını da öğretiyor mu?" diye sordu. Bunun üzerine Süraka b. Malik (r.a.), "Evet, onu hak peygamber olarak gönderene yemin olsun ki, O bize tuvalette sol tarafa yaslanıp sağ ayağımızı dik tutmamızı emretti" demiştir. (Taberânî, el-Mu'cemü'l-kebîr, VII, ; Mecmau'z-zevâid, I, )
Rivayetler dikkate alındığı zaman Resûlullah (s.a.v.)'in bazı fiillerinde sağını diğerlerinde ise solunu kullanmayı tercih ettiği anlaşılmaktadır. (bk. Müsned, 6/; Ebû Dâvûd, Libas, 44)
Bu ve benzeri rivayetlere göre: Elbise, başlık ve mest giymek, mescide girmek, misvak kullanmak, sürme çekmek, tırnakları kesmek, bıyıkları kısaltmak, saçları taramak, koltuk altlarını temizlemek, saçları tıraş etmek, namazda bitirme selamı vermek, abdestte uzuvları yıkamak, heladan çıkmak, yemek, içmek, musafaha etmek, hacerü'l-esvedi selamlamak ve benzeri fiillerde sağı kullanmak; helaya girmek, mescitten çıkmak, sümkürmek, taharetlenmek, elbise, serpuş ve mestleri çıkarmada solu kullanmak müstehaptır..
Tuvalete girmeden önce, eûzü-besmele çekmek, biliniyorsa şu duayı okumak müstehabtır:
"Allahümme innî eûzü bike minel hubsi vel habâis = Allah'ım Erkek ve dişi bütün şeytanlardan (zararlı her şeyden) sana sığınırım." (Buhârî, Vüdû', 9, Deavât, 14; Müslim, Hayz, , )
Tuvaletten çıkarken de şöyle dua edilir:
"Gufrâneke, elhamdü lillâhillezi ezhebe annî'l-ezâ ve âfâni = Ey Rabbim, senin bağışlamanı bekliyorum. Benden, abdest bozma imkânı vererek sıkıntıyı gideren ve bana sağlık ve esenlik veren Allah'a hamdolsun" (İbn Mâce, Tahâre, 10, Tirmizî, Tıbb, 32).
Peygamberimiz (sav)'in yaptığı, konuştuğu, hal ve hareketlerinin tamamına sünnet diyoruz. Öyleyse hayatı boyunca yaptığı her şeye sünnet diyebiliriz.
Fıkıh kitapların da geçen sünnet kelimesi ise, daha çok “yaparsak sevabı var, yapmazsak günahı yok” manasına geliyor.
Mesela, yemeği sağ elle yemek, dişleri temizlemek, ayakta yemek yememek gibi. Ancak sünnet kelimesini geniş anlamıyla aldığımız da Peygamberimiz (sav)'in yaptığı her şeyi içine alır. Bu durumda, Allah’ın istekleri ve yasakları da sünnetin içinde yer alır. Mesela, Peygamberimiz (sav) namaz kılmış mı? Evet. Öyleyse namaz kılmak da bir sünnettir. Şu halde sünneti bölümlere ayırmak gerekecektir.
Farz olanları: Allah’ın mutlaka yapmamızı veya terk etmemizi istediği her şeydir. Allah’ın emir ve yasaklarını en iyi şekilde uygulayıp örnek olan Peygamberimizdir. Biz de ona uymak suretiyle en üst seviyede Peygamberimize uymuş oluruz. Namaz kılmak, oruç tutmak, zina etmemek, haram yememek gibi.
Vacip olanlar: Dinimizin vacipleri. Mesela gece namazını üç rekat olarak kılmak vaciptir.
Nafile olanlar: İbadetleri yaparken farz ve vaciplerin dışındaki yaptığımız şeylerdir. Mesela, namaz kılarken Kur’an'dan bazı süreleri okumak farz, ama subhaneke duasını okumak nafiledir.
Adab olanlar: Bunlara da edeb diyoruz. Yemek yerken, yatarken, camiye, tuvalete girip çıkarken vb. günlük işlerimizi yaparken Peygamberimiz (sav)’e uyarsak o işi adabına uygun yapmış oluruz.
Demek ki Sünneti farz, vacip, nafile ve adap diye ayırabiliriz. Sünnetin en yükseği ve en faziletlisi bu sıraya göredir. Bunu bir insanın vücudu gibi düşünebiliriz. İnsanın yaşaması için gerekli organları vardır. Beyin, kalp, kafa vesaire. İşte iman etmemiz gereken esaslarda ruhumuzun beyni kalbi gibidir. Vücudumuzun gözü, kulağı, eli, ayağı vesaire duyu organları vardır. Farzlar da bunun gibidir. Ruhumuzun gözü, kulağı, eli, ayağıdır. Farzları yapmayan elsiz, ayaksız, gözsüz, kulaksız bir insan gibi eksiktir. Vücudumuz da bir de parmak, kaş, saç gibi güzellikler ve süsler vardır. Bunlar olmasa da yaşarız. Ama olduğu zaman daha mükemmel insan oluruz.
Bunun gibi sünnetin nafile ve adab kısımları da ruhumuzun süsü ve güzelliğidir. Yapsak çok sevabı var, yapmasak günahı yok.
Özetlersek, farz ve vacip kısımlar mutlaka yapılması gereken sünnetlerdir. Nafile ve adap kısımlar ise yaparsak çok sevabı var. Haramların durumunu sorarsan o da vücudunuzu aids, zehir ve ateş gibi öldürücü şeylerden koruduğumuz gibi ruhumuzu da öldürücü ve zehirleyici haramlardan korumamız gerekir.
6 "Kalp kırmak Kabe'yi yıkmak gibidir" sözü hadis midir?
Açıkça “Kalp kırmak Kâbe’yi yıkmak gibidir.” manasına gelen bir hadis rivayetine rastlayamadık. Ancak, bu ifadenin doğru olduğunu gösteren rivayetler vardır:
Bir hadis rivayetine göre, Peygamberimiz (a.s.m) Kâbe’ye bakarken şöyle demiştir:
“Kuşkusuz Allah seni çok şerefli, çok mükerrem/ hürmetli, çok azametli kılmıştır; fakat mümin senden daha hürmetli / daha saygı değerdir.” (İbn Mace, Fiten,2; Mecmau’z-zevaid, 1/81).
Tirmizî’nin “Hasen” dediği diğer bir hadiste:
“Allah katında dünyanın yok olması, mümin bir kimsenin öldürülmesinden daha iyidir.”(Tirmizî, Diyat, 7; Nesaî, Tahrim,2).
Bu ve benzeri hadisleri göz önünde bulunduran Mevlana, şu meşhur sözünü söylemiştir:
“Kâbe, Azer’in oğlu Halil İbrahim’in yaptığı bir binadır. Kalp ise, yüce Allah’ın nazargâhıdır. Bu sebeple, bir gönül yıkmak, bin Kâbe yıkmaktan daha kötüdür.”
Bediüzzaman Said Nursi de bu konuda şunlar söyler:
“Ey insafsız adam! Şimdi bak ki, mü'min kardeşine kin ve adâvet ne kadar zulümdür. Çünkü nasıl ki sen âdi, küçük taşları Kâbe'den daha ehemmiyetli ve Cebel-i Uhud'dan daha büyük desen, çirkin bir akılsızlık edersin. Aynen öyle de Kâbe hürmetinde olan iman ve Cebel-i Uhud azametinde olan İslâmiyet gibi çok evsâf-ı İslâmiye muhabbeti ve ittifakı istediği halde, mü'mine karşı adâvete sebebiyet veren ve âdi taşlar hükmünde olan bazı kusurâtı iman ve İslâmiyete tercih etmek, o derece insafsızlık ve akılsızlık ve pek büyük bir zulüm olduğunu, aklın varsa anlarsın.”(Mektubat, Yirmi İkinci Mektup).
“Haddinin bilmeyene haddini bildirmek, kırk yetimi giydirme gibidir.” ifadesi sizin de işaret ettiğiniz gibi, bir anonim sözdür. Zaman zaman belki de kullanma yeri vardır. Ancak bunu devletin ve yetkili kurumların yapması gerekir. Bu nedenle bu sözü küllî bir kaide olarak benimsemek doğru değildir. Ayrıca, bir çok ayet ve hadislerde, “affetmenin daha iyi bir yol olduğu" belirtilmiştir.
Bu sebeple, İslam’ı ideal şekilde yaşamak ve onun güzelliğini -sözlü ve davranış biçimiyle- göstermek isteyen kimselerin aşağıdaki ayet-i kerime ile hadis-i şerifi tam rehber edinmeleri gerekir:
“İnsanlara yumuşak davranman da Allah’ın merhametinin eseridir. Eğer katı yürekli, kaba biri olsaydın, insanlar senin etrafından dağılıverirlerdi. Öyleyse onların kusurlarını affet, onlar için mağfiret dile ve işleri onlarla müşavere et! Bir kere de azmettin mi, yalnız Allah’a tevekkül et! Allah muhakkak ki kendisine dayanıp güvenenleri sever.” (Al-i İmran, 3/).
“Güçlü / kahraman kimse, güreş minderinde hasmını yere seren değil, öfke anında nefsini yenen kimsedir.” (Buharî, Edeb, 76; Müslim, Birr, ).
7 Yalan söylemek haramdır; ancak zor durumda kaldığımızda ne yapmalıyız?
“Yalan” kelimesini ve taşımış olduğu mânâyı duyup da rahatsız olmayan var mıdır? Evet, bazı çirkin sıfatlar, esasında ve hakikat-ı halde herkesi rahatsız eder.
Doğruluğun, istikametin, ahde vefanın zıddı olan yalan, hemen hemen her insanın nefret ettiği kötü bir alışkanlıktır. Bununla birlikte, acaba bazı hallerde yalan söylemek, yalan beyanda bulunmak caiz midir?
Önce, bazı sebeplerden dolayı yalana benzeyen beyanda bulunmaya cevaz veren hadis ve rivayetlere ve bu konuyla ilgili İslâm ulemâsının görüşlerine müracaat edelim:
Buharî ve Müslim Sahihlerinde şöyle bir hadis zikrederler:
“Halkın arasını düzelten ve bunun için hayır niyetiyle söz ulaştıran veya hayır kasdıyla yalan söyleyen, yalancı değildir.”(Buharî, Sulh 2; Müslim, Birr )
Yine Müslim, bu hadisin devamında Ümmü Gülsüm’den (r.a.) şu meâlde bir rivayeti de kaydetmektedir:
“İnsanların söylediklerinden hiçbir şeyde yalana ruhsat verildiğini işitmedim; ancak şu üç durum müstesna: 1) Harpte, 2) İnsanlarını arasını bulmada, 3) Kadının kocasına, kocanın da karısına karşı -ailenin düzeni için söylediklerinde”(Müslim, age.)
Kâmil Miras merhumun, hadis âlimlerinin izahları ışığında bu rivayetlerin şerh ve açıklamasını özetlersek şunlar söylenebilir:
Hadiste, “insanların arasını bulmak için yalan söylemek yalancılık değildir” sözünün mânâsı, bu yalanda günâh yoktur mânâsındadır. Çünkü hadiste yalan, yalan olarak çıkarılmamakta, sadece bu çeşit yalana terettüp eden günahın olmadığı bildirilmektedir. Şüphe yok ki, yalan, gerek arayı düzeltmek için, gerekse başka bir maksatla söylensin, yine mahiyeti itibariyle yalandır.
Yalana üç yerde ruhsat verilmesi hususunda âlimler arasında farklı görüşte olanlar bulunmakta ise de, hadis ulemasının ekserisinin görüşü şu merkezdedir:
Yalanı ve olmayan bir şeyi haber vermek mutlak sûrette yasaklanmıştır. Yalan hususundaki hadisteki müsaade ise “tevriye” ve “îhâm” yoluyla söylenmesi halindedir. Tevriye: Birkaç mânâsı olan bir kelimeyi kullanan kimsenin en uzak mânâyı kasdederek söylemesidir. Îhâm ise: İki mânâsı olan bir kelimenin en uzak kullanılan mânâsını kasdederek söylemesidir.
Bu iki söz sanatını bu meseleye getirecek olursak şu şekilde misaller verilebilir:
Meselâ savaş esnasında düşman askerine “Kralınız öldü” denilirken, bununla düşmanın daha önceki krallarından birisi kasdedilmesi gibi.
Yine İslâm'ın ve Müslümanların zarara düşebileceği bir halde konuşmak ve fikir beyan etmek icap ettiğinde, doğrudan yalana varmadan dolaylı cümleler kullanmak da bu kabildendir.
Aynı şekilde hanımın ve kızının gönlünü almak isteyen bir insan onlara bir şey vâdederken, “İnşaallah-Allah dilerse” gibi bir ifade kullanır da, söz verdiği şeyi hemencecik almazsa, bu durumda da yalan söylemiş olmaz. Çünkü bu vaâd istikbale mâtuftur.
Ayrıca birbirine dargın olan iki kişinin arasını bulurken, “Falan adam senin için duâ ediyor.” dese de, bununla o adamın “Allah’ım, bütün Müslümanları affet.” demiş olduğunu kasdetse, yalan bir beyanda bulunmuş olmaz. (Tecrid-i Sarih Tercemesi, VIII/) Dolaysıyla yalan söylemenin mes’uliyetinden kurtularak rahatlar. İmam-ı Beyhakî’nin rivayet ettiği bir hadiste, Peygamberimiz (a.s.m.)
“Tevriyeli, kinâî ifadelerle yalandan kurtulup rahatlama vardır.” (et-Tâc, V/55)
buyurarak bu meseleye açıklık getirmişlerdir.
Ancak, bilhassa günümüzde her sahada yalana fazla yer verildiğinden, buna meydan açmamak için bu çeşit meselelerde hassas ve dikkatli davranılmasını isteyen Bediüzzaman şöyle der:
“Maslahat için kizb (yalan) ise zaman onu neshetmiştir (hükmünü kaldırmıştır). Maslahat ve zaruret için bazı âlim ‘muvakkat’ fetvası vermiş. Bu zamanda o fetva verilmez. Çünkü o kadar su-i istimal edilmiş ki, yüz zararı içinde bir menfaati olabilir. Onun için hüküm maslahata bina edilmez."
“Meselâ: seferde namazı kasretmenin sebebi meşakkattır. Fakat illet olmaz. Çünkü muayyen bir haddi yok. Su-i istimale düşebilir. Belki illet yalnız sefer olabilir.”
Yâni yolculuk esnasında dört rekâtlı farz namazları iki kılarak kasretmenin illeti, esas sebebi, “yolculuk”, yolculuğa çıkmaktır. Meşakkat olmasa dayanamaz kısaltılabilir. Eğer meşakkat gerçek sebep olarak görülürse, bu hükmü herkes kendisine göre değiştirip uygulayabilir. “Ben hiçbir zorluk çekmedim, öyleyse namazları dört rekât kılarım” gibi bir suistimale düşebilir. Bunun önüne geçmek için, meşakkat olsa da, olmasa da namaz kasredilir.
Bu misâlden sonra Üstad, son olarak şu meseleye temas eder:
“Aynen öyle de, maslahat dahi yalan söylemeye illet olamaz. Çünkü muayyen bir haddi yok, su-i istimale müsait bir bataklıktır. Hükm-ü fetva ona bina edilmez. Öyle ise ‘imme’s-sıdk ve imme’s-sükût (ya doğru söylemeli yahut susmalı) Yani yol ikidir, üç değildir. Ya doğru, ya yalan, ya sükût değildir.”
“Evet, her söylediğin doğru olmalı, fakat her doğruyu söylemek doğru değildir. Bazan zarar verse sükût etmek. Yoksa yalana hiç fetva yok.” (bk. Hutbe-i Şamiye, Üçüncü Kelime)
Soru: Yalan söylemek çok kötü olduğu halde, Peygamberimiz (asm) savaşta yalan söylemeye neden ruhsat vermiştir, bu aldatmak anlamına gelmez mi? Ayrıca bu hile ile savaş kazanmaktır, insanlığa yakışmamaktadır, hatta bundan sonra hiçbir savaşan bu Müslümanlara inanmayacaktır?
a. İslam’a göre yalan büyük bir vebaldir.
“Pis putlara tapmaktan sakının, bir de yalan söz söylemekten sakının.” (Hac, 22/30)
mealindeki ayette şirkten sonra yalana yer verilmesi dikkate değer bir vurgudur.
b. İslam dini doğruluk üzerine kurulmuştur. Kur’an’da bir çok yerde Kur’an’ın hak/doğruyu söyleyen bir kitap olduğu, Hz. Peygamber (a.s.m)’in hak/ doğru sözlü bir peygamber olduğuna işaret edildiği gibi, vahyin, dinin sahibi olan Rabbimizin doğru sözlü olduğu vurgulanmış ve
“Allah’tan daha doğru sözlü kim olabilir ki?!.”(Nisa, 4/)
mealindeki ayette olduğu gibi, en gafil kafaları uyandırmak maksadıyla soru sitiliyle konunun ifade edilmesi tercih edilmiştir.
c. İman doğruluk üzerine, küfür ise yalan üzerine kuruludur. Zaruret olmadan, “bir lafza-i kâfir olan yalana” izin vermesi düşülebilir mi?
İslam dininin Peygamberi (a.s.m)’in çocukluğundan beri çevresinde “Muhammedü’l-Emin = sözüyle, özüyle, fiiliyle emin, güvenilir Muhammed.” unvanıyla meşhur olması bize çok şey anlatmaktadır. Böyle bir zat bazı konularda yalan söylemeye ruhsat vermişse, bunun hikmetini kavramaya çalışmak gerekir.
d. “Aksine bu hile ile savaş kazanmaktır, insanlığa yakışmamaktadır, hatta bundan sonra hiçbir savaşan bu Müslümanlara inanmayacaktır da” yargısı gerçekten ilginçtir. “Savaş mertçe yapılır…” anlamına gelen bu hamasî söylemlerin savaş sözlüğünde asla yeri yoktur.
İnsanlık tarihinde savaşların başladığı günden bu güne dek yapılan bütün savaşlar, karşı taraf olan düşmanı öldürmeye yönelik bir sanattır. Düşmanı öldürmek için meydana çıkacaksınız, fakat fırsat elinize geçtiği halde, “bu mertliğe yakışmaz” diye öldürmekten vazgeçeceksiniz; böyle budalalık olur mu? Bu davranış, vatan hainliği çerçevesinde idama bile götürebilir.
e. Bugün her ülke tarafından kullanılan “savaş stratejisi, savaş taktiği, savaş manevrası, savaş senaryosu” gibi sözcüklerle ifade edilen bütün savaş taktikleri, karşı tarafı aldatmaya, hedef saptırmaya yönelik birer hiledir, birer aldatmacadır, birer fiilî yalandır. Savaşta “arkadan vurmamak, mertçe savaşmak” gibi yaveler, sadece filimlerde yer bulan sözcüklerdir.
Nitekim, Peygamberimiz (a.s.m) de;
“Harb hud’adır / savaş karşı tarafı yanıltma taktiğidir."(Buharî, Cihad,; Müslim, Cihad, )
diye buyurmuştur. En sahih hadis kaynaklarında Resulüllah (asm)’ın bu ifadesi ortada iken, mümin olan bir kimsenin -bunun hikmetini öğrenmek yerine-, yanlışlığını ortaya çıkarmaya çalışmak, dinî açıdan çok ciddi risk taşımaktadır.
f. “Muhakkak ki doğruluk, insanı iyiliğe, güzelliğe yöneltir, iyilik ise, cennete iletir. Kişi doğru konuşa konuşa nihayet -Allah katında- sıddîk/çok dürüst olarak yazılır. Şüphesiz yalan fücura, kötülüğe yönlendirir, fücur ise, ateşe/cehenneme iletir. Kişi yalan söyleye söyleye nihayet -Allah katında- kezzap/çok yalancı olarak yazılır.” (Müslim, Birr, ).
Şimdi insafla düşünelim, yalancılığı “kötülüğün anahtarı, cehennemin rehberi” olarak gösteren Hz. Peygamber (a.s.m) bu hükümden bazı istisnaları yapmışsa, bir mümine düşen onu saygıyla karşılamaktır. (Zaten mümin olmayan kimse ile bu konu en son konuşulması gereken bir detaydır).
g. Bu tür konularda aşağıdaki ayet-i celile bizim rehberimiz olmalıdır. Tavrımız, niyetimiz, üslubumuz, bu ilahî mesajın çerçevesinde şekillenmelidir.
“Hayır, hayır! Senin Rabbin hakkı için, onlar aralarında ihtilâf ettikleri meselelerde seni hakem kılıp, sonra da verdiğin hükümden ötürü içlerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın sana tam bir teslimiyetle bağlanmadıkça iman etmiş olmazlar.” (Nisa, 4/65).
h. Tarih boyunca (bir emir değil, adece bir tolerans olan) bu ruhsat maalesef, çok suistimale uğradı. Nebevî ruhsatın olması gereken çerçevenin dışına çıkıldı. Heva ve hevesler karıştı. Ruhsat çizgisi amacının dışında kullanıldı. Adeta, verilen ruhsattan beklenen yarar, bu suistimaller sonucunda zarar hanesine yazılmaya başladı. Bu sebeple, bu gün artık bu ruhsattan yararlanma işini askıya almakta fayda vardır.
8 Kıskançlık / Haset Duygusundan Nasıl Kurtulurum?
‘Hased ve kıskançlık’, başkalarını bulundukları durumdan dolayı kıskanmak, çekememek ve onların olmamasını istemek, demektir.
Hased eden kimseye ‘Hasid’ denir.
Hased, tedavisi mümkün olmayan en öldürücü ahlâk hastalıklarındandır. Hased eden kimse başkasının iyiliğine ve elindeki nimetlere üzülür, hatta bu nimetlerin onun elinden gitmesini ister. Gitmediğinde üzüntüsü artar. Bu hususta denilir ki:
"Hased öyle bir ruh hastalığıdır ki, ona hiç bir doktor çare bulamaz. Yeter ki Allah (c.c.)’ın yardımı tahakkuk etsin."
Bu nedenle hased, Müslümanın hayırlı amellerini yok eden çok çirkin bir ahlâktır.
Yahudi ve Hristiyanlar müminlere sürekli hased ederler. Kendileri îman edip Allah (c.c.)'ın fazlından yararlanamadıkları için müminlerin Rabblerinden gördükleri hayırları izledikçe hasetleri artar. Müslümanlar aleyhine çeşitli entrika ve desiseler düşünürler. Halbuki Müslümanlar onların bu kötülüklerini hiç hak etmedikleri gibi tam tersi kendileri hakkında bile iyilik düşünürler. Kazdıkları kuyulara neticede hep kendileri düşerler. Fakat müminler arasında büyük sarsıntılara, karışıklıklara sebep olurlar. Bunların çoğunluğunun tam cezaları ise âhirette Cenab-ı Hakk tarafından verilecektir.
Hasid, Allah Teâlâ’nın vermiş olduğu nimetin kıskandığı kimseden çıkmasını istediğinden hiçbir zaman rahat ve huzur içinde olmaz. Faydalı olmayan, zararlı olan bir şeyin bir insandan uzaklaşmasını istemek, hased olmaz, gayret olur. İlmini, mal ve mevki ele geçirmek, günah işlemek için kullanan din adamından ilmin gitmesini istemek gayret olur. Malını haramda, zulümde, İslâmiyeti yıkmakta, bid’atları ve günâhları yaymakta kullananın malının yok olmasını istemek de, hased olmaz, din gayreti olur. Bir kimsenin kalbinde hased bulunur, kendisi buna üzülür, bunu istemezse, bu günâh olmaz. Kalpte bulunan hâtıra, düşünce, günâh sayılmaz. Hatıranın kalbe gelmesi insanın elinde değildir. Kalbinde hased bulunmasından üzülmezse veya arzusu ile hased ederse günâh olur, harâm olur. Bu hasedini sözleri ve hareketleri ile belli ederse, günâhı daha çok olur. Hadis-i şerifde buyruldu;
“İnsan, üç şeyden kurtulamaz, suizan, tayere ve hased. Suizan edince, buna uygun harekette bulunmayınız. Uğursuz zan (tayere) ettiğiniz şeyi, Allah’a tevekkül ederek yapınız. Hased ettiğiniz kimseyi hiç incitmeyiniz!” (Mecmeu’z-Zevâid, Beyrut, ts., VIII/78; İbn Hacer, Fethu’l-Bârî, X /; el-Câmu’s-Sağîr, Beyrut, , seafoodplus.info: ).
Tayere, uğursuzluğa inanmaktır. Suizan, bir kimseyi kötü zan etmektir. Bu hadis-i şerif’ten anlaşılıyor ki, kalpte hased meydana gelmesi, haram değildir. Bundan razı olmak, devamını istemek, haram olur. Hadîka’da deniliyor ki,
‘Kalbe gelen düşünce beş derecedir:
1. Kalpte durmaz, atılır, buna ‘hacis’ denir.
2. Kalpte bir zaman kalır, buna ‘hatır’ denir.
3. Yapmak ile yapmamak arasında tereddüt olunur, buna ‘hadisü’n-nefs’ denir.
4. Yapması tercih edilir, buna ‘hemm’ denilir.
5. Tercih kuvvetlenip karar verir, buna ‘azm’ ve ‘cezm’ denir.
Kur'an-ı Kerim’de hased duygusu ve bunun doğuracağı davranışlar önemsiz sayılmamıştır. Gerek Hz. Âdem (a.s.)'in iki oğlu arasında cereyan eden beşeriyetin ilk cinayetinin(1) ve gerekse Hz. Yusuf (a.s.)’un, kardeşleri tarafından kuyuya atılması olayının(2) asıl sebebini kardeşler arasında doğan hased duygusunun teşkîl etmesi gerçekten düşündürücüdür. Hz. Peygamber (asm), bütün günahların kaynağı olan üç şey arasında; İblis'i Hz. Âdem (a.s.)'e secde etmemeye sevk eden kibri; Hz. Âdem (a.s.)’i yasaklanmış olan ağaçtan yemeye sevk eden hırsı ve Hz. Âdem (a.s.)’in iki oğlunun birbirleriyle dövüşüp kardeşini öldürmeğe ve kardeşlerinin Hz. Yusuf (a.s.)’u kuyuya atmaya sebep olan hasedi saymaktadır. Bunlardan kaçınmamızı istemektedir. Bu yüzden hased, nefsin kınanmış olan kötü ahlâkındandır.
Bol dua, zikir ve ibadete çok devam etmek suretiyle bunların yok edilmesine çalışmak gerekmektedir. Allah Teâlâ'nın uyarılarına ve tavsiyelerine dikkat edip uyanmak ve bu illetten kurtulmağa çalışmak bir görevdir. Hz. Yakup (a.s.)’un büyük oğulları, küçük kardeşleri Yusuf'a hep beraber tuzak kurup yapacaklarını yaptılar. Gayeleri Hz. Yusuf (a.s.)'u zelil etmekti. Allah (c.c.) ise Hz. Yusuf (a.s.)'u seçti. Ona nübüvvet ve saltanat verdi. Kardeşlerini ona boyun eğdirdi. Hükmü altına soktu. Hz. Yusuf (a.s.)'u hased etmelerinden dolayı hileleri kendi başlarına geçti. Bu ise Allah Teâlânın hikmetinin ve kudretinin apaçık bir delilidir.
Felak Sûresi'nde gelmiş bulunan, “Hâsid kişinin hased ettiği zamanki şerrinden Allah'a sığınmak.”(3) emri de göz önüne alınınca, hased yani çekememezlik duygusunun toplum içerisinde yapacağı yıkımın ciddiyeti daha iyi anlaşılır. Kur'an-ı Kerim'de söz konusu olan bu olayların kardeşler arasında cereyan etmiş olması da ayrı önem taşır. Yani, hased duygusu kardeşi kardeşe öldürtebiliyor, derin kuyuya attırabiliyorsa, başka insanlara neler yaptırmaz?
Bu ayetlerin ışığında, her geçen gün şiddetini artırarak ilerleyen ve dünyayı yaşanmaz hale getiren anarşiye, ahlâki yozlaşmaya, kültürel bozulmaya göz atacak olursak, bunun da temelinde, yurdumuza dışarıdan giren çeşitli fikir ve düşüncelerin sevkiyle hakim zümrelerin millete karşı uyguladıkları muhtelif ayırım ve kayırmaları, bunun sonucu -varlığını değişik tabiî sebeplere borçlu olan- değişik gruplarda birbirlerine karşı uyanmış olan kin ve hased duygularını görebiliriz. Daha açık bir ifâde ile bugünkü huzursuzluk, hırsızlık, soygunculuk ve anarşi, geçen zamandan beri bu ülke insanlarına yapılan mürteci-münevver, inkılapçı-yobaz, ilerci-gerici, faşist-devrimci, Türk-gayr-i Türk, Sünni-Şiî vs. ayırımlarının, bu ayırımlara tâbi olarak hâkim zümrelerin uyguladıkları kayırmaların vicdanlarda doğurduğu kin, nefret, hased ve intikam gibi menfî hislerin birikimlerinden ortaya çıkan bir patlamadır.
Kıskançlık kinin, kin de öfkenin neticesidir. Bu yüzden öfkelenmeyi azaltacak davranışlar içinde bulunmak kini, dolayısıyla kıskançlığı azaltır. Hased, İlahi takdir ve bölmeye razı olmamaktır. Bu yüzden hasedçi önce iman açısından tehlikeye düşer. Şu kadar var ki hased, hased edilenden önce hased edeni yiyip bitiren adil bir hastalıktır.
İnsanlar arasındaki kavgalar, meslektaşlar arasındaki çekişmeler, genellikle hasedden kaynaklanır. Aslında hased, bir bakıma aşırı bencilliğin de bir sonucu olarak ‘Bende yok onda da olmasın’ düşüncesidir.
Bir Müslümanda bulunan bir nimetin ondan gitmesini istemeyip, kendisinde de o nimetin bulunmasını istemek hased değildir. Buna ‘Gıpta’ yani imrenmek, denilir. Gıpta güzel bir huydur.
Hased, kişinin yapmış olduğu ibadetlerin sevabını da giderir. Hadis-i şerifte
“Hased etmekten sakınınız. Biliniz ki, ateş odunu yok ettiği gibi hased de iyilikleri yok eder, siler götürür.”(4)
buyruldu. İbnu Mâce'de geçen bir diğer hadiste ise şöyle buyurulur:
“Hased, hasenatı yer tüketir, tıpkı ateşin odunu yiyip tükettiği gibi. Sadaka da hataları söndürür, tıpkı suyun ateşi söndürmesi gibi.”
Bu sebeple dinimizin müminden beklediği tavır, inancının gereği olarak hayatının her anını Allah’ın (c.c.) razı olacağı şekilde geçirmektir. Bu durum iman ile hasedin yan yana olmasını yasaklamaktadır. Peygamber Efendimiz (asm) hadisi şerifte bu durumu şu şekilde açıklamaktadır:
“Kâfir ile onu öldüren ebediyyen cehennemde bir araya gelmezler; keza bir kulun karnında, Allah yolunda (yutulmuş olan) tozla cehennem ateşi bir araya gelmezler; keza, bir kulun kalbinde imanla hased bir araya gelmezler.”(5)
Hased etmek, bir açıdan da Allah (c.c.)'ın verdiğini uygun görmemektir. Her kim Allah (c.c.)'ın verdiğini uygun görmez ve bunu bilinçli olarak düşünürse, kâfir olur. Çünkü bu insan, bu düşüncesiyle Hak Teâlâ’nın hikmetini ve adaletini inkar etmiş olur. Bu durum insanı küfre götürebilir. Bu yüzden hased eden kimse, beş yönden Rabbi ile çekişmektedir. Bu çekişmeler şunlardır: Başkalarında gördüğü bu nimetten ötürü öfkelenir. Allah (c.c.)'ın rızık taksimine öfkelenir. Allah (c.c.)'ın başkalarına vermiş olduğu nimetleri kıskanan kimse, sanki Rabbine şöyle demektedir: ‘Bu nimetleri niçin bu şekilde taksim ettin?’ Allah Teâlâ dilediğine lütfundan dilediği şekilde verdiği halde, o Allah (c.c.)'ın nimetleriyle cimrilik yapmak istemektedir. Allah Teâlâ'nın nimetler verdiği sevgili kullarını, rezil-rüsvâ etmek istemektedir. Hased etmekle, hem Allahü Teâlâ'nın, hem de kendisinin düşmanı olan şeytana yardım etmektedir.
Hasedden kaçınmak, başkasının malı, mülkü, mevkii vs. dünya varlıklarında çekememezliğe düşmemek demektir. Uhrevî işlerde gıpta caiz ise de dünyevî işlerde hased câiz değildir. Çünkü hased, hased edeni karşıdaki hased edilen hakkında gıybete ve yıkıcı gayretlere de sevkederek zulme ve haksızlığa atar. Gıybet, zulüm ve haksızlık ise bunları yapanın iyiliklerinin yok olmasına sebep olur. Bütün bu durumlar hased edilenin nimetlerinin, sevaplarının artmasına, hased edene de hüsran ve zararlarda batmasına sebep olur. Böylelerinin durumu âyet-i kerimede:
“Dünyayı da âhireti de kaybeder”(6)
diye ifade edilmiştir.
Hased eden, hased ettiği kişiyi gıybet de eder, onu çekiştirir ve böylece ikinci bir günaha da girmiş olur. Hatta hased ettiği kişinin malına ve canına da saldırdığı olur. Kıyamet gününde, hased eden kişinin bu zulümlerinin karşılığı olarak iyilikleri alınarak hased ettiği kişiye verilir. Dünyada hayır ve iyilikler yapan kimseye en az on kat sevap verilir. Hased bunların dokuzunu yok eder ve birisi kalır. İmansızlıktan başka hiçbir günah, müslümanın yapmış olduğu iyiliklerin hepsini yok edemez.
Resûlullah (asm) buyurdular ki:
“Size eski milletlerin hastalığı bulaştı. Bu, hased ve buğzdur. Bu kazıyıcıdır. Bilesiniz; kazıyıcı derken saçı kazır demiyorum. O dini kazıyıcıdır. Nefsimi kudret elinde tutan Zât-ı Zülcelâl'e yemin ederim, sizler iman etmedikçe cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe de iman etmiş olmazsınız. Birbirinizi sevmeye yardımcı olacak şeyi haber vereyim mi: Aranızda selâmı yaygınlaştırın.”(7)
Bir başka Hadis-i şerif’te,
“Nimet sahiplerinden ihtiyaçlarınızı gizli olarak isteyiniz. Çünkü nimet sahiplerine hased edilir.”
buyuruldu. İhtiyaçlarınızın karşılandığı ortaya çıkınca hased olunursunuz.
Hased etmek, Allah Teâla’nın takdirini değiştirmez. Bunun için de hased eden kişi, hasedinden dolayı boşuna üzülmüş ve yorulmuş olur. Kazandığı günahlar da ayrıca üzerine yüklenir. Halife Muaviye oğluna nasihat ederken şöyle derdi:
"Hased etmekten çok sakın. Çünkü hasedin sana olan zararları, hased ettiğin kişininkinden daha önce ve daha çok olur."
Yine Hz. Muaviye demiştir ki:
"Herkesi razı edebilirim, ancak hasetçiyi edemem. Çünkü o, nimetin gitmesini ister.(Kıskandığı nimet elimde oldukça, ne versem onu razı edemem.)"
Hased edenler hiçbir zaman arzularına kavuşamamış ve kimseden saygı görmemişlerdir. Hased insanın sinirlerini bozar, ömrünün azalmasına sebep olur.
Kendisine hased olunan kişinin, dünyada ve ahirette, bundan hiç zararı olmaz. Hatta faydası olur. Hased edenin ömrü üzüntü ile geçer. Hased ettiği kişideki nimetlerin azalmadığını ve hatta arttığını gördükçe huzursuz olur. Hasedden kurtulmak için ona hediye göndermeli, nasihat etmeli ve onu övmelidir. Ona karşı tevazu göstermelidir. Onun elindeki nimetlerin daha da artması için dua etmelidir.(8)
Peygamber Efendimiz (asm), Veda Hutbesi’nde vurgulu bir şekilde kardeşlik duygularını zedeleyen, Ensar-Muhacir kardeşliğini tüm dünyaya yaymanın önündeki en büyük engellerden olan, ümmet bilincini gideren hasedden kaçınmamızı istemektedir.
“(Ey inananlar!) birbirinize hased etmeyin, birbirinize buğzetmeyin, birbirinize sırt çevirmeyin, birbirinizin satışını bozmayın. Ey Allah'ın kulları kardeş olun! Müslüman kişi, diğer Müslüman kişinin (rengi, dili, doğum yeri, sosyal durumu, cinsiyeti ne olursa olsun) kardeşidir. Öyle ise ona zulmedemez, ihanet edemez, aldatamaz, yardım isteğini cevapsız bırakamaz, tahkîr de edemez. Allah sizlerin bedenlerine, mallarına bakmaz, fakat kalplerinize ve amellerinize bakar, -kalbini göstererek- takva şuradadır, takva şuradadır, takva şuradadır. Kişinin kötü sayılması için Müslüman kardeşini tahkir edip horlaması yeterlidir. Bir Müslümanın kanı, malı ve ırzı diğer bir Müslümana haramdır.”(9)
Hased Hastalığından Kurtuluş Yolu
Resûlullah (asm) buyurdular ki:
“Şu iki kişi dışında hiç kimseye hased (gıbta etmek) caiz değildir: Biri, Allah'ın kendisine verdiği hikmetle hükmeden ve bunu başkasına da öğreten hikmet sahibi kimse. Diğeri de Allah'ın kendisine verdiği malı hak yolda harcayan zengin kimse.”(10)
Hadiste ‘gıbta’ diye tercüme ettiğimiz kelimenin aslı haseddir. “İki kişiye Allah'ın verdiği nimetin kendinize de verilmesini temenni etmeniz caizdir.” diye anlaşılması gerekmektedir. Gıpta ise ‘Onda var aynısı bende de olsun.’ talebinde bulunmaktır ki, bu mantıklıdır. Kıskançlık ibadetlere varıncaya kadar bütün fiillerde ve duygularda görülebilir. Tedavisi Taksim-i İlahîye razı olmak ve Yusuf Sûresi'ni bolca okuyup ibret almaktır.
Hased duygusundan kurtuluş yolu, başka bir hadiste şöyle ifade edilmektedir:
“Üç şey vardır, kimse onlardan kurtulmuş değildir: Uğursuzluk, kötü zan, hased.”
Resûlullah (asm)'a bunlardan kurtuluş yolu nedir, diye sorulunca şu cevabı verdi:
“Uğursuzluk içinden geçince hoşlandığın işi bırakma, zanna düşünce araştırmaya kalkma, hased duyunca da gereğiyle amel etme.”
Şu halde; zan ve hasedden kurtuluş, bu hislerin peşine düşmemek suretiyle gerçekleşir.Hasan el-Basri Hazretleri de şöyle der:
"İçinde hased olmayan insan yoktur. Kim bu hissi aşıp, peşine düşmez ve zulme yer vermezse, hased yapmamış olur."
Bir mümine yakışan, hased hissi içinde doğduğu zaman, bundan nefret edip defetmeye çalışmaktır, tıpkı haram şeyleri yapmak hissi içinden geçince yaptığı gibi. Bu duyguyu tedavi hususunda Bediüzzaman şu tavsiyede bulunur:
"Hasid adam hased ettiği şeylerin sonucunu düşünsün. Tâ anlasın ki, rakibinde olan dünyevî hüsün ve kuvvet ve mertebe ve servet, fânidir, vakti belli ve sınırlıdır. Faydası az, zahmeti çoktur. Eğer, uhrevî meziyetler ise, zâten onlarda hased olmaz. Eğer onlarda dahi hased yapsa, ya kendisi riyâkârdır; ahiret malını dünyada mahvetmek ister. Veyahut hased ettiği kimseyi riyâkâr zanneder, haksızlık eder, zulmeder."(Mektubat, Yirmi İkinci Mektup, Birinci Mebhas)
Kıyamete kadar her döneme hitap eden, her dönemin sorunlarına çözümler üreten ve dönemin tasvirini yapan Allah Resûlü (asm) şu hadislerinde, müminin günümüzde yaşadığı sıkıntıyı çok net bir şekilde şöyle ifade etmektedir:
“Sizden biri, mal ve yaratılışça kendisinden üstün olana bakınca, bakışını bir de kendisinden aşağıda olana çevirsin. Böyle yapmak, Allah'ın üzerinizdeki nimetini küçük görmemeniz için gereklidir.”(11)
Bu hadisin benzeri olarak, Resûlullah (asm) bir başka rivayette:
“Zenginlerle az düşüp kalkın. Zîra böyle yapmanız, Allah'ın (size olan) nimetini küçük görmemenize yardımcı olur.”
buyurmuştur. Bu hadiste önemli bir hastalığın ilacı var; zîra bir kimse, kendinden üstün kimseye bakınca, bu halin onda hased uyandırmayacağından emin olamaz. Bu haset hastalığının ilacı da kendinden aşağıda olana bakmasıdır. Baktığı takdirde kendi haline şükretmeye vesile bulur.
Konumuzu bütünleyecek bir başka hadis de şöyle ifade edilmiştir:
“İki haslet var ki, bunlar kimde bulunursa Allah onu şükredici ve sabredici olarak yazar. Kim dünya işlerinde durumu kendisinden düşük olana bakarsa, kendisindeki ona olan üstünlük sebebiyle Allah'a hamdeder. Kim de, dinî meselelerde kendinden üstün olanlara bakarsa ona uyar. Kim de dünya işlerinde kendinden üstün olana bakarsa, elinde olmayanlar için esef eder, üzülür ve böylece şükredici ve sabredici olarak yazılmaz.”
Hadisi şerifte beyan edildiği üzere mümin, dünyalık mal, makam işlerinde devamlı kendinden aşağıdakilere bakmalı ki şükretsin. Amel, takva ve iman olarak ise kendisinden üstün olan kimselere baksın ki eksiklerini görerek onları tamamlamaya çalışsın. Bu durumu tersine çevirdiğiniz takdirde, ahlaksızlıklar, zinalar had safhaya çıkar; insanlar dünyalık elde etme yarışında birbirlerini öldürmekten dahi çekinmezler.
İnsanın kendi kendine hazırladığı bu tuzaklardan kurtulabilmesi, iyi bir nefis terbiyesine bağlıdır. Yani insan projeksiyonunu kendine çevirerek kendi kusurlarıyla meşgul olma alışkanlığı kazanabilirse, bu tehlikeleri azaltmış sayılır. İdeal, örnek şahsiyetler edinmek ve onlara benzemeye çalışarak bütün bu tuzakları atlatmak mümkündür. İlmi ve zenginliği gereğini yerine getirmek üzere istemek uygundur.
"Ya Rabbi beni hased edici eyleme, hased edilen eyle!" diye dua edilmelidir. Çünkü hased edici, hased edilende, kendinde bulunmayan bir kemal görmektedir. Ve ona hased etmektedir. Hased edenin hasedine sabr eyle. Senin sabrın onu öldürür.
Hasedin Zararları Nelerdir?
Hasetten kurtulmanın bir yolu da onun ne olduğunu, dünya ve ahiretimize nasıl zarar vereceğini bilmektir.
Kendi kaybına değil de, başkalarının kazancına üzülenler, ticaret bilmezliğin en ileri örneğini sergilerler. Bunlar, kıskançlığın kıskacında kıvranan birer zavallı.
Bir hikmet ehli şöyle der: “Haset insanı avare eden bir ihtirastır. Evde tutacağına diyar diyar gezdirir.”
Bu âfete tutulanlar, iman, ilim, sıhhat ve servet gibi İlâhî nimetleri değerlendirirken, meseleyi tersten ele alırlar. Önce servet ve makama göz dikerler. Sonra beden sıhhatine bakarlar; en sonunda da ilim ve imana sıra gelir. Halbuki, iman kuvvetinde birazcık ziyadelik ilim fazlalığıyla mukayese mi edilir!?.. İlimde birazcık üstünlük, beden sıhhatiyle tartıya mı girer!?.. Bedende bir parça sıhhat fazlalığı, servet çokluğuyla ölçüye mi sığar!?..
Bu da garip bir sır, azim bir hikmettir. Bu sır iledir ki, muhteris, kıskanç insanlar, dünyaca varlıklı kişilerle uğraşırlar da, âlimlere, velilere, salihlere ilişmezler. Halbuki gerçek varlığa erenler bunlardır.
Haset hastalığının temelinde, haset edilen kimseyi ve onun elindeki dünya nimetlerini ebedî zannetme gafleti yatar. Akıl planında, gerçeğin böyle olmadığını herkes bilir; ama, hissiyat hükmünü icra etti mi, zavallı akla kıvranmaktan öte bir şey kalmaz.
Bir asır sonra bütün haset edenler ve edilenler gibi, hasede konu olan mevki ve makamlar, servet ve devletler de başka insanların eline geçecekler; bir süre de onları oyalayacak ve hiçbirine Hakikî yâr olmadan, bir başka gruba intikal edecekler.
Bir gönül ehli, dünyayı kınalı bir geline benzetir; bu gelin herkese göz etmiş ama hiç kimseyle evlenmemiştir.
Hasedin bir de kadere itiraz yönü var.
“Yoksa onlar, Allah’ın lütfundan verdiği şeyler için, insanlara haset mi ediyorlar?”(Nisa, 4/54)
Bir insan düşünelim: Belli bir nimete ulaşmak için elinden gelen gayreti göstermiş, meşru dairede çalışmış, fiilî ve kavlî duasını yaptıktan sonra Rabbinin rahmetini, inayetini gözlemeye başlamıştır. Bu insana yapılan İlâhî lütuf karşısında mü’mine düşen vazife, o nimete kendisi nâil olmuş gibi sevinmektir. Kadere iman da, İslâm kardeşliği de bunu gerektirir.
Böyle yapmayıp haset ve düşmanlık yolunu tutanlar için Üstad Bediüzzaman’dan bir tehdit cümlesi:
“Kaderi tenkit eden başını örse vurur kırar. Rahmete itiraz eden, rahmetten mahrum kalır.”(Mektûbat)
Âyet-i kerimede, “Allah’ın lütfundan verdiği” şeklinde çok hikmetli bir kayıt var. Bu kayıttan hareketle müfessirlerimiz, meşru olmayan kazançlara haset edilebileceğini belirtmişler ve “vurguncunun elindeki malın gitmesini temenni etmek haset değil, gayrettir, adalettir” demişler.
Buna göre bir adam hırsızlık ederek zengin olsa, o malın ondan alınmasını arzu etmek haset değildir. Haset; “Allah’ın lütfuyle verdiği” meşru servet, makam yahut fazileti çekememektir. Bunların, bir müminden alınmasını arzu etmek ise, kaderi tenkit ve rahmete itiraz mânâsı taşır.
Füzeyl bin İyaz’ın, “Mü’min gıpta eder, münafık haset eder”, sözü bizim için hem güzel bir ölçü, hem de büyük bir tehdit. Bir insan, bir başkasının nâil olduğu maddî veya manevî bir ihsana kendisinin de erişmesini arzu edebilir. Bu haset değil gıptadır. Hasette ise, haset edilen şahıstan o ihsanın mutlaka geri alınması arzu edilir. Yani, zengin komşusuna haset eden adamın temel hedefi, kendisinin zengin olması değil, komşusunun fakir olmasıdır. Bu ise, ancak münafıklara yakışacak kadar aşağı ve bayağı bir düşüncedir.
Bununla beraber, bu güzel sözü yanlış yorumlayarak, haset edenlere hemen münafık damgası vurmak elbette doğru değil.
Çünkü münafığın tarifi açık: Münafık, gerçekte iman etmediği halde iman etmiş gözüken kimsedir. Haset eden bir mü’mine, bu mânâda, münafık demek mümkün mü? O halde bu sözü, “Sakın haset etmeyiniz, zira bu ancak münafıklara yakışan alçak bir sıfattır.” şeklinde anlamak gerek.
Kendini seven ve menfaatini bilen insan haset yolunu tutmaz. Çünkü haset başkasının saadetini çekememe yüzünden, insanın kendi ruh âlemini perişan etmesidir. Rakibine kızarak kendini bıçaklamak gibi bir şey.
“Haset evvelâ hâsidi ezer, mahveder, yandırır. Mahsud hakkında zararı ya azdır veya yoktur.” (Mektûbat)
Şunu unutmamak gerek: Dünyevî bir nimete yahut üstünlüğe kavuşmak kişinin kemâline delil olmaz. Böyle olsa bütün zenginlerin salih, bütün fakirlerin fasık olması gerekir.
Gerçek hiç de böyle değil. Dünya nimetleri bir imtihan aracı. Herkes bir türlü imtihan oluyor. Önemli olan bu yolculuğun sonudur. Bu dünyada meşru yolla zenginleşmeye yahut makam sahibi olmaya çalışmak elbette güzel şey. Ama hâdiselerde kader hâkim. Çok çalışmamıza rağmen dilediğimiz sonucu elde etmeyebiliriz. Ve rakibimiz bizi geçebilir.
Üzerimize düşen görevi hakkıyla yerine getirdikten sonra, tevekkül yolunu tutma ve “hakkımda böylesi hayırlıymış” diyerek İlâhî takdire razı olma durumundayız. Aksi halde hasetle, ruh dünyamızı huzursuz kıldığımız gibi, sonunda şeytana âlet olup kadere itiraz tehlikesiyle de karşı karşıya kalabiliriz.
Bunun zararı ise hem çok büyük, hem de ebedî.
Dipnotlar:
(1) Mâide sûresi, 5/27–
(2) Yûsuf sûresi, 12/4–
(3) Felak sûresi, /5.
(4) Ebu Dâvud, Edeb 52,
(5) Müslim, İmâret, , ; Ebu Dâvud, Cihad, 11; Nesâî, Cihâd 8; İbnu Mâce, Cihâd, 9.
(6) Hacc sûresi, 22/
(7) Tirmizî, Sıfatu'l-Kıyâme,
(8) İslâm Ahlâkı, M. Hadimî.
(9) Müslim, Birr, 32–34; Tirmizî, Birr, 18,
(10) Buhârî, İlm,15; Fedâilu'l-Kur'ân, 20, Tevhid, 45; Müslim, Müsâfirin, ; Tirmizî, Birr,
(11) Buhârî, Rikak 30; Müslim, Zühd, 8; Tirmizî, Kıyamet,
9 Vakar / vakarlı olma, tevazu / mütevazı olma nedir; açıklar mısınız?
Vakar: Ağırbaşlılık demektir. Vakar, kişinin bulunduğu makamına uygun bir ciddiyet göstermesi, hafif meşrep olmaması, ağırbaşlı olma, temkinli davranma, mevki ve kişiliğin gereğini hakkı ile koruma gibi manlara gelir.
Halk arasında ağırbaşlılık olarak bilinen vakar, sahibine hürmet duyguları kazandıran bir fazilettir. Vakarın kibre kaçmaması, hatta vakarlı birinin aynı zamanda mütevazı (alçak gönüllü) de olması gerekir. Bu iki huy birlikte bulunduğu zaman tam bir fazilet olur.
"Rahmân'ın öyle kulları vardır ki, onlar, yeryüzünde sükunetle (vakarla) yürürler" (Furkan, 25/63)
âyeti ve Rasûlüllah (asm)'in, cemaatle namaza başlanmış bile olsa, camiye gelenlerin koşarak acele etmemesini, vakar ve sükuneti elden bırakmamasını tavsiye eden hadisi (bk. Buharî, Ezan, 21) her Müslümanda bulunması gereken vakarı ifade etmektedir. Peygamberimiz (asm) daima, hürmet duygularını davet eden bir vakar ve aynı zamanda sevgiyi celbeden bir tevazu halinde bulunurdu.
Vasıflar, hasletler, tutum ve davranışlar, yerlerine göre iyi veya kötü ahlakı temsil ederler. İş yerinde bir memurun ağırbaşlılığı, akıllıca bir vakar sayılır, fakat aynı tavrı ailesi içinde gösterirse ahmakçasına bir kibir-gurur sayılır. Masası başında bir yetkilinin gösterdiği vakar ve o vakardan kaynaklanan güven duygusu övgüye değer iken, aynı tavrı evinde sergilediğinde şımarık bir pozisyona girer. Keza, bir yetkilinin çoluk çocuğu arasında gösterdiği tevazu takdire şayan bir erdemlik olduğu halde, aynı tavrını makamında göstermesi, tevazudan çok bir zillet ve pintilik ifadesi olur.
Bunun gibi tevazu ile zillet / alçaklık da zahiren birbirine benzer, fakat gerçekte çok farklıdırlar. Bunlar da yerine göre farklı olarak değerlendirilir. Örneğin, masası başında olan bir amirin, bir memurun gelen herkesin önünde kalkması, tevazu değil zillettir. Aynı tavrı evinde göstermesi tevazudur. Bunları fark etmek, farklı görmek önemli bir husustur.
Diğer önemli bir sorun, tahdis-i nimet ile kibir unsuru arasında söz konusudur. Tahdis-i nimet / Allah’ın nimetini seslendirmek, Allah’ın bir emridir. (Duha, 93/11). Kibirlenmemek de Allah’ın emridir; kibirlenenler kötülenmiştir.(Mümin, 40/56).
Öyleyse, hem Allah’ın nimetini üzerinde göstermek, onu seslendirmek, hem de kibirlenmemek için şu yolu takip etmelidir. Kendisinde bulunan güzellikleri -bir şükran vesilesi olarak- itiraf etmek, fakat onun Allah’ın vergisi olduğuna iman etmektir.
Yapılan bir işe, söylenen bir söze, gösterilen bir davranışa eksi veya artı bir değer katan, kişinin içindeki niyetidir. “Müminin niyeti amelinden / yaptığı işten daha hayırlıdır.”(Mecmau’z-Zevaid, 1/61) manasına gelen hadiste vurgulanan husus, gerçekten dikkate değerdir.
Hz. Peygamber (a.s.m)’in vakar ve tevazuunu gösteren bir iki misali aşağıda sunmuş bulunuyoruz:
Efendimizin heybetinden titremeye başlayan bir adama: 'Kendine gel! Ben bir hükümdar değilim, bilakis, Kureyş kabilesinden kurutulmuş et / kuru ekmek yiyen bir kadının çocuğuyum.” diye buyurdu. (Hakim, Müstedrek, seafoodplus.info: ; İhya, 2/).
Bu olayda hem vakar hem de tevazu vardır. Adamın titremesi Hz. Peygamber (a.s.m)’in mehabetinden, vakar, ağırbaşlılık ve ciddiyetinden kaynaklanıyordu. “Kuru ekmek yiyen bir kadının çocuğuyum.” demesi ise onun eşsiz tevazuunun belgesidir.
Hz. Ömer (ra) anlatıyor: Hz. Peygamber (asm) şöyle buyurdu:
“Sakın beni -Hristiyanların İsa’yı aşırı övdükleri gibi- aşırı övmeyin. Ben ancak Allah’ın kuluyum. Onun için bana ‘Allah’ın kulu ve Resulü’ deyin.” (Tirmizi, Şemail, )
Hz. Enes anlatıyor:
Bir kadın “Ey Allah’ın Resulü! Bir ihtiyacım var, seninle görüşmem gerekir.” dedi. Efendimiz:“Medine’nin hangi yolunda / hangi semtinde, neresinde görüşmek istiyorsan oraya geleyim.” buyurdu.(Tirmizi, Şemail, )
10 Müslümanın, diğer Müslümanlar üzerindeki hakları nelerdir?
Kuşkusuz mümin gönülleri en sağlam ve köklü bir biçimde bağlayan bağ, iman ve takva esasından kaynaklanan kardeşlik bağıdır. Bu, Cenab-ı Allah'ın müminlere bahşettiği en güzel nimetlerden biridir. Âyet-i kerimede bu durum şöyle ifade edilmektedir:
"Allah'ın ipine hepiniz sımsıkı yapışın. Dağılıp ayrılmayın ve Allah'ın sizin üzerinizdeki nimetini hatırlayın. Hani siz düşmanlar idiniz. O kalplerinizin arasını uzlaştırıp-ısındırdı ve siz onun nimetiyle kardeşler oldunuz. Yine siz tam bir ateş çukurunun kıyısındayken, oradan sizi kurtardı. Umulur ki hidayete erersiniz diye, Allah, size ayetlerini işte böyle açıklar."(Al-i İmrân, 3/).
İslam'da kardeşlik, inanç temeline oturtulduğu içindir ki, müminlerin arasını bozacak her türlü sunî ayrımlar ve böbürlenmeler haram kabul edilmiştir. Irk, soy, cins türünden cahilî değerler yerine takva kriteri getirilmek suretiyle toplumsal kardeşliğin ve ahengin bozulmaması sağlanmıştır. Bu konudaki âyeti kerime her türlü tartışmayı sona erdirici niteliktedir:
" Hiç kuşkusuz, Allah katında en üstün olanınız, takvaca en ileride olanınızdır" (Hucurat, 49/13).
Mümin erkekler ile mümin kadınların, inanç ve takva temelinde birbirleriyle yardımlaşmaları kardeşliğin bir gereği olarak zikredilmektedir. Bu yardımlaşma, bireysel ve toplumsal hayatta iman ve takva ilkesinin egemen olmasını sağlamak için gerekli görülmektedir. Nitekim bu amaçla biraraya gelen kimselere Allah'ın rahmet edeceği belirtilmektedir:
"Mümin erkekler ve mümin kadınlar birbirlerinin velileridirler. İyiliği emreder, kötülükten sakındırırlar, namazı dosdoğru kılarlar, zekatı verirler ve Allah'a ve Rasûlüne itaat ederler. İşte Allah'ın kendilerine rahmet edeceği kimseler bunlardır"(Tevbe, 9/71).
Peygamberimiz (s.a.s) bir hadisinde şöyle buyurmaktadır:
"Hiçbiriniz kendi nefsiniz için arzu ettiğinizi kardeşiniz için etmedikçe iman etmiş olmaz."(Buhârî, imân, 7).
Hz. Ali (r.a) şöyle demektedir:
"Senin hakiki kardeşin seninle beraber olan, sana menfaat versin diye, kendi nefsine zarar vermeye razı olan, zamanın felaketleri kapını çaldığı vakit, senin dağınık durumunu derlemek için o, derli toplu öz durumunu dağıtandır."
Müminler kardeşlikte ve dostlukta tıpkı aksamı birbirine geçmiş mükemmel ve sapasağlam bir bina gibidirler veya bütün unsurları ve zerreleriyle birbirine bağlı bir vücud gibidirler. Bir vücudun herhangi bir azası rahatsız olduğunda nasıl ki bütün bir vücut aynı rahatsızlığı, aynı acıyı duyarsa, bir tek müminin -dünyanın ta öbür ucunda bile olsa- çektiği acıyı, duyduğu ızdırabı diğer mümin kardeşleri derinden hisseder. Müminlerin bu denli birbirlerine bağlı olduklarını Peygamber (s.a.s) şöyle ifade etmektedir. "Müminin mümine bağlılığı, parçaları birbirini bütünleyen bir bina gibidir." Hadisi rivâyet eden Ebû Musa El-Eş'arî'nin bunu tarif için parmaklarını birbirine geçirdiği zikredilmektedir:
"Müminleri kendi aralarındaki merhametleşmelerinde, sevişmelerinde, yardımlaşmalarında bir vücut gibi görürsün. Ki vücudun bir organı ağrırsa, vücudunun kalan kısmı uykusuzluk ve humma ile o organ için birbirini çağırır." (bk. Buhârî, salat, 88, Mezalim, 5; Müslim, birr, 65; Tirmizî, birr, 18; Nesâî, zekat, 67)
Bir müminin, diğer bir mümin kardeşine her halükarda yardımcı olması gerekmektedir. Peygamberimiz bir hadisinde, "zalim de olsa, mazlum da olsa mümin kardeşine yardım et!" diye buyurmaktadır. Zulüm konusunda nasıl yardım edileceğini ise şu çarpıcı sözlerle dile getirmektedir: "Onu zulümden el çektirirsin. Ona yapacağın yardım işte budur."(Buhârî, Mezalim, 4; Müslim, birr, 62)
Hz. Ali (r.a.)’den rivâyet edildiğine göre Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
“Müslümanın Müslüman üzerindeki altı hakkı vardır:
- Karşılaştığında selam verir,
- Davetine icabet eder,
- Aksırdığı zaman elhamdülillah derse yerhamükallah der,
- Hastalandığında ziyaretini yapar,
- Öldüğünde cenazesinin ardından yürür,
- Kendisi için sevdiğini o kardeşi için de sever.” (Dârimî, İstizan: 5; İbn Mâce, Cenaiz: 43)
Not: Konuyla ilgili geniş bilgi için aşağıdaki açıklamaları da okumanızı tavsiye ederiz:
1. “Kim Allah’ın hürmet edilmesini emrettiği şeylere saygıda bulunursa bu, kendisi için Rabbi nezdinde mutlaka hayırlıdır.” (Hac, 22/30)
Allah’ın hürmet edilmesini emrettiği şeyler, O’nun Kur’an’da bildirdiği ahkâmı, emirleri ve yasaklarıdır. Özellikle bu âyetle kastedilen ise, hac esnasında riâyet edilmesi gereken esaslardır. Bunların her biri farz, vâcip ve sünnet cinsinden olabilir. Bu esasları bilip öğrenerek gereğini yerine getirenler ve bu davranışlarını Allah’a saygı olarak yapanlar, âhiret hayatında bunun karşılığını görürler. Bu karşılık ise hayırdan ibarettir.
2. “Kim Allah’ın işaretlerine saygı gösterirse, şüphesiz bu kalblerin takvâsındandır.” (Hac, 22/32)
Allah’ın işaretlerinden maksat, dininin alâmetleri, özellikle bu âyette haccın farzları, hacda kesilen kurbanlar, hac farizasında hürmet gösterilmesi gereken mekânlardır. Bunlar Allah’ın işaretleri ve saygı gösterilmesini istediği esaslardır. Bu saygı ise, kalblerin takvâsı sebebiyledir. Çünkü takvâ, Allah’a karşı saygı ve hürmet, öncelikle kalble ilgili bir iş olup, tezâhürleri yaşayışımıza akseden uygulamalardır. Her türlü iyiliğin ve kötülüğün kaynağı öncelikle kalbdir.
3. “Müminlere şefkat ve tevazu kanadını indir.” (Hicr, 15/88)
Âyet-i kerîmenin baş tarafının anlamı şöyledir: “Sakın onlardan bazı şahıslara verdiğimiz dünya malına göz dikme, onlardan dolayı üzülme.” Dünya malı, bazı insanlar için bir övünme ve gurur vesilesidir. Oysa bu son derece yanlış bir yöneliştir. Çünkü dünya malı geçici olup, insana bir şeref ve üstünlük kazandırmaz. Mü’minlere karşı şefkatli ve merhametli olmak, mütevazi davranmak, Allah’ın Peygamber Efendimiz (sav)’e talimatıdır. Mü’minlerin de kendi aralarında birbirlerine karşı aynı şekilde şefkatli, merhametli ve tevazu sahibi olmaları istenilmiştir. Kur’an ve Sünnet inananları sürekli olarak buna teşvik eder.
4. “Kim bir cana kıymamış ya da yeryüzünde bozgunculuk yapmamış olan bir canı öldürürse, sanki bütün insanları öldürmüş gibidir. Kim de onu yaşatırsa, bütün insanları yaşatmış gibi olur.” (Mâide, 5/32)
Haksız yere bir insanı öldüren kimse, bir insanın en kutsal hakkı olan hayat hakkını tanımamış, kan dökmenin haramlığını, kişilerin can dokunulmazlığını gözetmemiş olur. Böylece haksız yere kan dökülmesine yol açmış, kötü bir çığır açmış ve yeni kanlar dökülmesine zemin hazırlamış, başkalarına bu yönde cesaret vermiş sayılır. Bundan dolayı, bir kimseyi haksız yere öldüren Allah’ın gazabına ve en büyük cezaya hak kazanır; kendisine hayat hakkı tanınmaz ve öldürülmesi vâcip olur. Böyle hareket edilmediği takdirde, toplumda kan davaları yaygınlaşır, herkes kendi hakkını alma peşinde koşar. Bunun neticesinde cemiyetler büyük bir fitneye sürüklenir, öldürmeler ve intikam alma yolları yaygınlaşmış olur. Böyle bir yolun açılması, toplumları ardı arkası kesilmeyen karışıklıklara, anarşiye sürükler.
Kim bir insanı yaşatır, affetmek veya öldürülmesine mani olmak, ya da onu ölümden kurtarmak suretiyle hayatını devam ettirmesine sebeb olursa, sanki bütün insanları yaşatmış gibi olur. Bunun içindir ki, İslâm dini insan hayatına çok büyük bir değer verir ve bu yönde bütün çarelere başvurur.
1. “Mü’minin mümine karşı durumu, bir parçası diğer parçasını sımsıkı kenetleyip tutan binalar gibidir.” Hz. Peygamber bunu açıklamak için, iki elinin parmaklarını birbiri arasına geçirerek kenetledi. (Buhârî, Salât 88, Mezâlim 5; Müslim, Birr 65)
Pek çok hadiste şahit olduğumuz gibi, Hz. Peygamber, bazı konuları anlatırken teşbihler, benzetmeler yapardı. Bu hadiste de mü’minlerin birbirlerine yardımcı olmalarını, aralarında yardımlaşmalarını, bir binanın unsurlarının birbirini sımsıkı tutması, kenetlenmesi haline benzetmiştir. Böyle bir bina sağlam ve dayanıklı olur. Aksi takdirde ayakta duramaz, yıkılır. Şayet Müslümanlar birbirlerine yardımcı olmaz, birlik ve beraberlik içinde bulunmaz, birbirlerine sımsıkı kenetlenmezlerse, güçlerini ve kuvvetlerini kaybeder, ayakta duramaz, yıkılırlar. Nitekim, İslâm tarihi, bunun hem müsbet hem de menfi tecrübeleriyle doludur.
Mü’minler arasındaki yardımlaşma kavramını, sadece maddi cihetiyle ele almak doğru olmaz. Maddi cihet, yardımlaşmanın unsurlarından sadece biridir. Manevi yöndeki kardeşlik, dostluk ve samimiyet, birbirini sevmek, saymak, hak ve hukuka saygı, neticede maddi yardımlaşmayı da doğuran temel unsurlardır. İslâm dini’nin emir ve yasakları, ibâdetler, farzlar, birtakım yasaklar ve haramlar bu kardeşliği ve yardımlaşmayı sağlayan esaslardır.
Müslümanlar, niteliklerinden bahsettiğimiz yapıyı gerçekleştirmek için, gerekli olan her çareye baş vurmalı, yaşadıkları zamanın ve mekânın gerektirdiği teşkilâtları kurmalı, sağlam bir bina gibi olmalıdırlar. Aksi takdirde tek başına İslâm’ı yaşayamaz ve ayakta kalamazlar.
2. “Yanında ok varken mescidlerimize veya çarşı-pazarımıza uğrayan kimse, Müslümanlardan herhangi birine onlardan bir zarar gelmemesi için, okunun ucunun demirlerini eliyle tutsun.” (Buhârî, Salât 66, Fiten 7; Müslim, Birr )
Çeşitli ifadelerle aynı mahiyette zikredilen bu hadis, insanların toplu olarak bulunduğu mescid, çarşı-pazar ve yol-sokak gibi yerlerde riâyet edilmesi gereken ahlâk ve edep kâidelerinden birini öğretmektedir. Buna göre, Müslüman, kimseye zarar vermemenin, başkalarından da zarar görmemenin tedbirini almalı ve toplumun huzurunu bozucu davranışlardan sakınmalıdır. Bu şekildeki bir davranış, Müslümanların haklarına saygı göstermenin, fitne ve fesada vesile olmamanın gereğidir.
Ok, o günün önemli silahlarından biri idi. Bugünkü tabancanın veya av tüfeklerinin yerini tutuyordu. Günümüzde bu silahları bazı özel mahallerde taşımanın, üzerinde bulundurmanın yasaklığının sebebi de belirtilen veya benzeri olan mahzurlarından dolayıdır.
3. “Müminler birbirlerini sevmekte, birbirlerine acımakta ve birbirlerini korumakta bir vücuda benzerler. Vücudun bir uzvu hasta olduğu zaman, diğer uzuvlar da bu sebeple uykusuzluğa ve ateşli hastalığa tutulurlar.” (Buhârî, Edeb 27; Müslim, Birr 66)
Bu hadîs-i şeriften, mü’minlerin, sevgi, merhamet ve yekdiğerini esirgeyip koruma gibi son derece üstün nitelikli işlerde birbirlerine yâr ve yardımcı olmaları gerektiğini öğreniyoruz. Buna göre, mü’minler birbirlerini sevmeli, birbirlerine merhamet etmeli, acımalı ve birbirlerine şefkat edip yardımcı olmalıdırlar. Çünkü hem Müslümanların salâhı hem ümmetin felâhı, gönüllerini ve kafalarını bu engin fazilet hisleriyle doldurduğu ve hayatlarına bu duyguların yön verdiği kadrolarla sağlanabilir. Bu güzel duyguların karşıtı olan sevgisizlik, merhametsizlik, şefkatsizlik ve ilgisizlik hastalıklarından kurtulmak gerekir. Mü’minler, sadece kendi iç bünyelerinde değil, başka din mensupları veya herhangi bir dine mensup olmayanlara karşı da tam bir insânî yaklaşım sergilemekle emrolunmuşlardır.
Efendimiz (sav)’in üstün nitelikli teşbihleriyle belirttikleri gibi, uykusuzluğun sebebi, vücudun bir uzvunda hissedilen acılardır. Hummâ yani ateşli hastalıklar ise uykusuzluk sebebiyle daha da artar. Sevgisizlik, merhamet yoksulluğu ve şefkatsizlik, acı veren ve insanı ateşler içinde yakıp kavuran bir hastalık gibidir. Hummâ tabiri dilimizde, sıtma kelimesiyle ifade edilir; aynı zamanda bütün ateşli hastalıkların da genel adıdır. Sıtma, diğer ateşli hastalıklar arasında en ağır olanı ve bütün vücudu sarsan bir hastalıktır. Bu sebeple Peygamberimiz (sav)’in teşbihi çok dikkat çekicidir. Birimizin parmak ucundaki küçücük bir sivilce nasıl bütün vücudumuzun ıstırap içinde kalmasına ve acı duymasına sebep oluyorsa, yeryüzünün herhangi bir yerindeki mü’minin acı ve ıstırabı bizi ilgilendirir ve rahatsız eder.
4. “İnsanlara merhamet göstermeyen kimseye Allah da merhamet etmez.”(Buhârî, Edeb 18, Tevhîd 2; Müslim, Fezâil 66)
Bu hadis, bütün insan cinsini içine alır. Yani, mü’min olsun, kâfir olsun bütün insanlara karşı adil olmak ve merhamet hissi içinde davranmak, dinimizin temel prensipleri arasında yer alır. Çünkü insan, Allah Teâlâ’nın en mükemmel ve en üstün yarattığı varlıktır. Allah’a iman etmekle yücelir, küfürde kalmakla kıymetini kaybeder. Ama yine de insanca muamele görmesi gerekir. İşte bu insanca muamele, Müslümanda var olan merhamet ve şefkat duygusuyla sağlanır. Müslüman, hiç kimseye karşı kin, nefret ve düşmanlık duygularıyla dolu olmaz. Herkese karşı adâletle muamele eder ve haksızlıktan uzak durur. Onu bu davranışa sevkeden imanı ve bu imanın kendisine kazandırdığı değerlerdir. İslâm’ın evrensel mesajını, insanlığa ulaştırırken en başta gelen vasfımız bu üstün değerlere sahip oluşumuzdur. Rahmet veya merhamet kelimesinin ifade ettiği mâna, bütün canlıları kapsayıcı bir niteliğe sahiptir. Bunun gereğini yerine getirmeyerek, insanlara merhametli davranmayanlara, Allah da kıyamet gününde, merhamete en çok ihtiyaç duyulan günde merhamet etmeyecektir. O halde, bu hadis bizi âlemşümul bir merhamete teşvik etmektedir.
5. “Müslüman, Müslümanın kardeşidir. Ona zulmetmez, haksızlık yapmaz, onu düşmana teslim etmez. Müslüman kardeşinin ihtiyacını gideren kimsenin Allah da ihtiyacını giderir. Kim bir Müslümandan bir sıkıntıyı giderirse, Allah Teâlâ o kimsenin kıyamet günündeki sıkıntılarından birini giderir. Kim bir Müslümanın ayıp ve kusurunu örterse, Allah Teâlâ da o kimsenin ayıp ve kusurunu örter.”(Buhârî, Mezâlim 3; Müslim, Birr 58)
Kur’ân-ı Kerîm: “Şüphesiz mü’minler birbiri ile kardeştirler.”(Hucurât, 49/10) buyurur. Müslümanların kardeşliği din itibariyledir. Din kardeşliği, kan kardeşliğinden daha önceliklidir.
Müslümanın, Müslüman kardeşine zulmetmemesi bir temenni değil bir emirdir. Çünkü zulüm haramdır. Her haksızlık bir çeşit zulümdür. İslâm devletinin teminatı altında yaşayan zimmîler ve çeşitli din mensupları da aynı hükme tabidir. Esasen İslâm dini, her çeşit zulüm ve haksızlığın, herhangi bir insana yapılmasını caiz görmez. Ancak kendilerine ve başkalarına zulmedenlere karşı alınan tedbirler ve verilen ceza, zulüm ya da haksızlık olarak nitelendirilemez. Şirk ve küfür bir zulümdür. İslâm, insanların şirkte ve küfürde kalmalarına, şirki ve küfrü meşru göstermelerine ya da yaymalarına müsamaha ve müsaade etmez. Böyle davrananlara karşı, Allah’ın emrettiği ve prensiplerini vaz ettiği ölçüler içinde hareket eder. Bunu yaparken adâlet kâideleri dışına çıkmaz.
Burada, özellikle anılan Müslümana zulmetmeme ise, onunla olan din kardeşliği hukukuna en iyi şekilde uyma ve hem kanûnî, hem de ahlâkî görevlerini eksiksiz yerine getirme, herhangi bir şekilde haksızlık yapmama emrinden ibarettir.
Müslüman, din kardeşini düşmana teslim etmez, onu terketmez, tehlikeye atmaz. Hadis şârihi İbni Battal, mazluma yardım etmenin her Müslümanın üzerine farz-ı kifâye olduğunu, devlet başkanına ise bunun farz-ı ayn olduğunu söyler. Müslüman, güven veren ve kendisine güven duyulan kimsedir. Şahsî menfaati veya nefsânî istek ve arzuları için din kardeşini feda etmesi, onun aleyhine olacak davranışlar içine girmesi câiz olmaz. Çünkü:
“Müslüman, elinden ve dilinden diğer Müslümanların zarar görmediği kimsedir.” (Buhârî, İman 4, 5).
“Kendi nefsi için arzu ettiği bir şeyi, din kardeşi için de arzu etmeyen kimse gerçek mü’min olamaz.”(Buhârî, İman 7).
Müslümanlar, birbirlerinin ihtiyaçlarını gidermede de kardeşliklerinin gereğini yerine getirirler. Çünkü insanlar birbirine muhtaçtırlar. Bu ihtiyaçlar, mutlaka maddi alanda olmayabilir. Manevi yardımlaşma da en az maddi olan kadar kıymeti hâizdir.
Bir Müslümanın ihtiyacını gideren kimsenin ihtiyaçlarını da Allah’ın gidereceğinin va’d edilmesi, bu davranışın ne kadar faziletli bir iş olduğunu anlamamıza yeterli delil teşkil eder. Peygamber Efendimiz (sav), “Kul, kardeşinin yardımında bulunduğu sürece, Allah da kuluna yardım eder.” (Müslim, Zikr ) buyururlar.
İnsan, hayatında küçük veya büyük çeşitli sıkıntılarla karşılaşabilir. İnsanı üzen, hüzünlendiren her şey bir sıkıntıdır. Sıkıntıları gidermede de Müslümanlar birbirlerinin yardımcılarıdırlar. Tıpkı ihtiyaçları gidermede olduğu gibi, bu konuda da Allah’ın mükâfatına nâil olurlar. Bu mükâfat, Allah’dan başka hiçbir dost ve yardımcının olmayacağı kıyamet gününde O’nun yardımını hak etmiş olmaktır. İnanan insan için bundan büyük bir saâdet düşünülemez. Çünkü o günde herkesin Allah’ın sonsuz merhametine ihtiyacı olacaktır. Dünyada hayırlı ameller işleyenler, karşılığını kıyamet gününde mutlaka göreceklerdir.
Bir Müslümanın ayıbını ve kusurunu örtmek, ihtiyaç içinde ise bedenini örtmek, yani onu giydirmek, Allah katında büyük sevaplardandır. Müslümanın bir suçunu veya hatasını örtbas etmek, ona usulüne uygun tarzda, mümkün olduğunca gizlice nasihatta bulunmaya, kendisini ikaz etmeye mani değildir. Zaten bu hüküm açıktan ve herkesin arasında suç işlemeyenlerle alâkalıdır. Günahı ve suçu alenî yapanlar, fâsık ve fâcirler bu hükmün dışında kalır. Çünkü böylelerin suçunu ve günahını söylemek, haram olan gıybet cinsinden sayılmaz. İmam Nevevî, kusurlarının örtbas edilmesi gerekenlerin, kötülükleriyle meşhur olmayan iyi hal sahipleri olduğunu söyler. Fâsık ve fâcir olanların ise, kötülüklerinden korkulmazsa, ulu’l-emre, İslâm devletinin yöneticilerine şikayet edilmesinin müstehap olduğunu söyler. Böylelerinin suçunu örtbas etmek, onları daha çok cesaretlendirir ve kötülüklerini artırmaya sebep olur. Bu hükümler, olup bitmiş bir suçla ilgilidir. İşlenmekte olan bir suçu gören kimsenin, eğer gücü yetiyorsa ona engel olması vâciptir.
6. “Müslüman Müslümanın kardeşidir. Ona hiyânet etmez, yalan söylemez ve yardımı terketmez. Her Müslümanın, diğer Müslümana ırzı, malı ve kanı haramdır. Takvâ buradadır. Bir kimseye şer olarak Müslüman kardeşini hor ve hakir görmesi yeter.” (Tirmizî, Birr 18)
Bu hadis, muhteva olarak, bir önceki hadisin benzeridir. Ancak burada, önceki hadiste anılan kardeş olmanın gerektirdiği niteliklere bazı ilâveler vardır.
Hâinlik, eminliğin zıddıdır. Hıyanet, emanete aykırı olan her türlü haksızlığın ve güven hissi vermemenin adıdır. Oysa müslüman, emanete hıyanet etmeyen kimsedir. Çünkü emanete hıyanet, münafıklık alâmetlerindendir. Müslüman, münafığa ait bir vasfı üzerinde taşımamalı ve bu sebeple saygınlığını yitirmemelidir.
Yalan, İslâm dininin kesinlikle yasakladığı kötü hasletlerden biridir. Dinimiz, doğruluğa büyük bir önem verir ve doğruları yüceltir. Yalan ve yalancılık, inanmayanların ve münafıkların vasfıdır.
Müslümanın Müslümanı terketmesi, ondan ayrılması ve din kardeşine yardımcı olmaması, şiddetle haram kılınmıştır. Bir Müslüman, mazluma yardımı, zâlimin zulmüne engel olmayı terkedemez. Çünkü bu davranışlar, her Müslüman için gücünün yettiği kadarıyla yerine getirilmesi gereken bir vecibedir. Allah Teâlâ,
“İyilik ve takvâda yardımlaşın, günah ve düşmanlık üzerine yardımlaşmayın.” (Mâide, 5/2)
buyurur. Günah ve düşmanlık birer zulümdür. Kişi günah işlemekle kendine zulmetmiş olur, düşmanlık ise dostluğu ortadan kaldırır.
İslâm, insanların can ve mal güvenliğini, ırz ve namusunun korunmasını garanti altına alır. Bu garantiler öncelikle Müslümanların kendi aralarında sağlanır. Fakat netice itibariyle bütün insanlar için bu hakların kudsiyeti kabul edilir. İslâm, bunlara ilâveten insanların inanç hürriyetini ve akıllarını korumayı da esas alır. Bu sebeple, canı, malı, ırzı ve namusu, dini ve aklı korumak ve bunlar uğrunda savaşmak gerekebilir. Bunlar uğrunda ölenler de şehit sayılır. Çünkü bunların her biri fertler için vazgeçilmez temel haklardır.
Hadiste ırz, mal ve candan bahsedilmesinin sebebi, bu üçünün esas olması, diğerlerinin bunlardan sonra gelmesidir. Çünkü ırz, mal ve cana tecavüzün haramlığı Kitap, Sünnet ve icmâ ile sabittir.
Başkalarını hakir görmek, küçümsemek, Müslümana yakışmayan kötü huylardan biridir. Bunun sebebi ise kibirdir. Kibir, dinimizde büyük günahlardan sayılır. Peygamber Efendimiz (sav) “Kalbinde zerre kadar kibir olan kimse cennete giremez.”(Müslim, İman ) buyurur. Çünkü “Kibir, hakkı inkâr ve insanların onurunu kırmaktır”(Müslim, İman ).
İnsanları küçük gören ve onurlarını kıran bir kimsenin onlara ulaştırabileceği bir tebliğ ve çağrı yoktur. Çünkü başkasını küçümseyen kimse kendi saygınlığını yitirir. Saygınlığı olmayanlar ise tebliğ ve çağrı insanı olamaz. Başkalarına değer vermeyene, değer verilmez. Dini tebliğ vazifesi yapanların üstün insânî niteliklere sahip olmaları gerekir. Tebliğci niteliği olmayan, insanlarla ilişkileri düzensiz kimselerin çoğaldığı bir toplumda kardeşlik ve dostluklar azalır, yardımlaşma duygusu zayıflar, mukaddes sayılan mefhumlar ortadan kalkmaya başlar ve takvâ sahiplerine rastlamak neredeyse mümkün olmaz.
7. “Birbirinizle hasetleşmeyiniz. Almayacağınız bir malın fiyatını müşteri kızıştırmak için artırmayınız. Birbirinize kin ve nefret beslemeyiniz. Birbirinize darılıp yüz çevirmeyiniz. Birinizin satışı üzerine başka biriniz satış yapmasın. Ey Allah’ın kulları, böylelikle kardeş olunuz. Müslüman, Müslümanın kardeşidir. Ona zulüm ve haksızlık yapmaz, yardımı kesmez ve onu hakir görmez. -Peygamberimiz üç defa göğsüne işaret ederek buyurdular ki- Takvâ buradadır. Müslüman kardeşini hor ve hakir görmesi, bir kimseye şer olarak yeter. Her Müslümanın kanı, malı ve ırzı, başka Müslümana haramdır.” (Müslim, Birr 32; bk. Buhârî, Edeb 57; Ebû Dâvûd, Edeb 47; Tirmizî, Birr 24)
Peygamber, iyi Müslüman olmayı, din kardeşliğini ve dostluğu engelleyen davranışlardan, kötü hasletlerden bazısını bu hadislerinde açıklamıştır. Bundan önceki hadislerde de bunlardan bir kısmını görmüştük.
Haset, başkasının sahip olduğu bir nimeti, mevki ve makamı, üstün sayılan bir vasfı çekemeyerek, onun din kardeşinden alınmasını ve yok olmasını istemektir. Biz, haseti dilimizde kıskanmak ve çekememek diye ifade ederiz. Haset, İslâm ahlâk ve âdâbında kötü ve çirkin huyların başında gelir. Hasetin zıddı ve övgüye lâyık olan davranış ise gıbta, imrenmedir. Gıbta, kişinin, bir başkasının sahip olduğu iyilik ve güzelliklere, nimet ve faziletlere kendisinin de sahip olmasını arzu etmesidir. Fakat bunda başkasında bulunanın yok olmasını veya bulunmamasını istemek söz konusu değildir.
Hasedin haram kılınması ve kötü karşılanmasının sebebi, hasetçinin itirazının ve muhalefetinin gerçekte Allah’a karşı olmasındandır. Çünkü insana her türlü nimeti, mevki ve makamı, üstünlüğü ve hayrı veren Allah’tır. O halde bir kimsenin sahip olduğu nimetlere karşı haset etmek, kıskançlık beslemek, Allah’ın iradesine müdahale anlamına gelir. Bunun zararı da hasetçiden başkasına değildir. Peygamber Efendimiz (sav), imanla hasetin kulun kalbinde bir arada bulunamayacağını söylemiştir (bk. Nesâi, Cihad 8). Buna göre haset, gerçek müminlerin vasfı olamaz. Kalb böyle bir manevi hastalıkla, kirlilikle malül olunca başka iyiliklerin ve hayırlı amellerin de kıymeti ve sevabı noksanlaşır veya yok olur. Nitekim Efendimiz (sav) şöyle buyurmuştur:
“Şüphesiz, ateşin odunu yakıp bitirmesi gibi haset de iyilikleri yer bitirir.” (Ebû Dâvûd, Edeb 44; İbni Mâce, Zühd 22).
Alışveriş ve ticârî hayat, her birimizin az veya çok içinde bulunmak zorunda olduğumuz bir muameledir. Çünkü insan tek başına bütün ihtiyaçlarını kendisi üretemez. Bir insanın ihtiyaç duyduğu eşya pek çok kişi tarafından üretilip satışa arzedilir. Bunun neticesinde çarşı ve pazarlar oluşmuştur. İslâm dini, her konuda olduğu gibi, alış-veriş ve ticaret konusunda da insanların hayrına olan düzenlemeler yapmıştır. Peygamber Efendimiz (sav), müşteri kızıştırmayı, alınmayacak bir malın fiyatını artırıp piyasayı yükseltmeyi ve insanlara böylece zarar verilmesini yasaklamıştır. Müşteri kızıştırma o malı alacağı veya ihtiyacı olduğu için değil, satıcı lehinde ve alıcı aleyhinde olmak üzere, bir malın fiyatını artırma girişimidir. Bu ise bir hilekârlık ve aldatmacadır. Ticarette hile yapmak ve aldatmak ise haram kılınmıştır. Peygamberimiz hile yapanın cehennemde olduğunu söyler (Buhârî, Büyu’ 60). Bir başka hadislerinde “Aldatan bizden değildir.” buyurur (Müslim, Îmân ; Ebû Dâvûd, Büyû’ 50; Tirmizî, Büyû’ 72). Bunlar, ticarette uyulması gerekli temel ahlâk kurallarıdır.
Buğz kelimesi, sevmeme, biri hakkında gizli ve kalbî düşmanlık hissi besleme, kin ve nefret duyma anlamlarına gelir. Müslümanlar arasında kardeşlik ve dostluğa engel olan, bulunması arzu edilmeyen kötü hasletlerden biri de buğzdur. Fertleri birbirine karşı sevgisiz, düşmanlık hissi besleyen, kin ve nefret duygularıyla dolu olan bir toplum, iş düzenini kaybedeceği gibi, dışa karşı da güven veremez ve örnek bir tavır sergileyemez. Oysa İslâm dini, sağlam karakterli ve üstün ahlâk sahibi fertlerden oluşan örnek bir toplum meydana getirmeyi hedefler. Sevgisizlik, kin ve nefret, hem kişilik sahibi fertlerin yetişmesini, hem de hedeflenen topluma ulaşmayı engelleyen sebeplerin önde gelenlerindendir. Bundan dolayı Allah ve Resûlü tarafından kötü görülmüş, kınanmış ve yasaklanmıştır.
Buğz, şayet Allah rızası için olursa bunda bir sakınca yoktur ve câizdir. Peygamberimiz (sav), Allah için seven ve Allah için buğz edenin imanını kemâle ulaştırmış olacağını söyler (bk. Ebû Dâvûd, Sünnet 15; Tirmizî, Kıyâmet 60). Allah’ın hoşnut olmadığı, haram ve günah sayılan işlere ve bunları yapanlara karşı sevgisiz davranmak ve bunlardan tiksinmek de Allah sevgisinin gereğidir. Şu halde, insana ihsân edilmiş olan her hissi, her duyguyu iyi ya da kötü yönde kullanma iradesi insanın kendisine bırakılmıştır. Sorumlu kılınışımızın sebebi de budur. İslâm, insanda mevcut olan his ve duyguları dumura uğratmayı değil, geliştirmeyi ve yerli yerinde kullanmayı bize öğretir ve müntesiplerini bu yönde eğitir.
Peygamber Efendimiz (sav)’in bizleri sakındırdığı ve uzak durmamızı emrettiği kötü huylardan biri de, inananların birbirinden yüz çevirmesi, birbirleriyle alâkayı kesmeleridir. Dinimiz, gerek konuşma, gerekse yardımlaşma ve ilgilenme açısından, mü’minlerin birbirlerinden kopmalarını, ayrılmalarını ve birbirlerine uzak durmalarını yasaklamıştır. Bunun aksine, her karşılaşıldığında selâmlaşmayı, çeşitli vesilelerle sık sık görüşmeyi, cemaate devam etmeyi, birbirlerinin halleriyle hallenmeyi de en üstün ve kıymetli davranışlar olarak daima tavsiye etmiştir. Peygamber Efendimiz (sav) dinen geçerli sayılan bir gerekçe bulunmaksızın, üç günden fazla dargın ve küskün durmayı helal saymamıştır. Bütün bunların ortaya koyduğu gerçek, gelişigüzel sebeplerle ve geçerliliği savunulamayacak bahanelerle mü’minlerin birbirinden uzak durmalarının câiz olmadığıdır.
Bir kimsenin satışı üzerine, bir başkasının satış yapması helâl olmaz. Müşteri, bir satıcıdan herhangi bir malı satın aldıktan sonra, başka bir satıcının o müşteriye: “Sen bu alış verişten vazgeç, ben sana aynı malı daha ucuz fiyata veririm” veya “ben sana bu maldan daha iyisini aynı fiyata veririm” gibi sözler söylemesi ve alış-verişi bozdurması câiz değildir. Çünkü böyle davranışlar, insanlar arasında anlaşmazlıkların, dedikoduların çıkmasına, dargınlık ve kırgınlıkların doğmasına, kin ve nefret duygularının oluşmasına sebep olur.
8. “Sizden biriniz kendisi için sevip arzu ettiği şeyi, din kardeşi için de sevip arzu etmedikçe, gerçek anlamda iman etmiş olmaz.”(Buhârî, Îmân 7; Müslim, Îmân ; Tirmizî, Kıyâmet 59; Nesâî, Îmân 19, 33)
İman, sevginin, Allah sevgisinin ürünüdür. İnanmak, kendisine inanılanı sevmek demektir. Bir mü’min için en üstün sevgiye lâyık olan, en yüce olandır. En yüce olan ise, bir olan Allah Teâlâ’dır. Mü’minlerin diğer bütün sevgileri, Allah sevgisine bağlıdır. Birini seven kimse sevdiğinin arzu ve isteklerini eksiksiz yerine getirir. Böyle olmazsa, sevgisi samimi ve inandırıcı olmaz. Allah’ı seven kimse, Allah’ın emir ve yasaklarına eksiksiz uyar.
Bu hadis, gerçek bir mü’minin bencillikten, dünyalık toplama hırsından ve sadece kendini düşünmekten ne denli uzak, buna karşılık din kardeşleri başta olmak üzere, başka insanlara karşı ne ölçüde diğergam, fedâkâr, yardımsever, şefkat ve merhamet hisleriyle dolu olması gerektiğini ortaya koyucu niteliktedir. Bir insanın kendi öz nefsi için sevdiği ve istediği bir şeyi mü’min kardeşleri için de istemesi, bir sevgi toplumu oluşturmanın temel şartıdır. Bunun bir diğer şartı da müminlerin birbirlerini seafoodplus.infom Peygamberimiz (sav) “Birbirinizi sevmedikçe gerçek mânada iman etmiş sayılmazsınız.” (Müslim, İman 93) buyurarak bu gerçeği perçinlemiştir.
9. “Müslümanın Müslüman üzerindeki hakkı beştir: Selâmı almak, hastayı ziyaret etmek, cenazeye iştirak etmek, dâvete icabet etmek, aksırana “yerhamukellah” demek.” (Buhârî, Cenâiz 2; Müslim, Selâm 4; İbn Mâce, Cenâiz 1)
Bir başka rivayet şöyledir:
“Müslümanın Müslüman üzerindeki hakkı altıdır: Karşılaştığın zaman selâm ver, seni dâvet ederse git, senden nasihat isterse nasihat et, aksırınca Allah’a hamdederse yerhamukellah de, hastalandığında onu ziyaret et, öldüğü zaman cenazesinin ardından git.”(Müslim, Selâm 5)
Müslümanların birbirlerine karşı yerine getirmeleri gereken bir takım hak ve vazifeleri vardır. Bu hak ve vazifeler, maddi ve mânevî alanda olabilir. Ahiret inancına ve işlediği her işin Allah tarafından bilindiği, karşılığının da hesap gününde verileceği itikadına sahip olan bir kimse, nerede olursa olsun kötülük yapmaz, suç işlemez. Böylece İslâm dini, müntesiplerine, dünya hayatında yaptıkları iyi veya kötü her işin karşılığını âhirette görecekleri inancını güçlü bir müeyyide olarak öğretir ve bunu kabul etmeyenin mü’min olamayacağını bildirir.
Burada konu edilen haklar, öncelikle toplumun mânevi dinamikleriyle ilgilidir. Çünkü bunların hiçbirinin, yapılmaması halinde dünyalık bir cezası, bir müeyyidesi yoktur. Fakat İslâm toplumunun maddi dinamikleri de manevi hassasiyetleri üzerine oturur. Burada sayılanların herbiri, iyi insan, iyi müslüman olmanın, beşerî münasebetleri en üst seviyede tutmanın, kardeşliğin, dostluğun, yardımlaşmanın, sevinci ve kederi paylaşmanın, şefkat ve merhamet toplumu olmanın temel unsurlarıdır.
Selâm, müslümanlar için âdeta bir paroladır. Karşılaştıkları zaman aralarındaki ilk söz selâmdır. “Önce selâm, sonra kelâm.” atasözümüz bu prensibi ifade eder. Selâm vermek sünnet, almak ise farzdır. Allah Teâlâ “Size bir selâm verildiği zaman, ondan daha iyisiyle selâm verin veya ayniyle mukabele edin.” (Nisâ, 4/86) buyurur.
Selâmın en azı, “esselamü aleyküm” demektir. Bundan daha üstünü ise “esselâmü aleyküm ve rahmetullah” dır. Daha da uzatılıp “ve berakâtüh” ilave edilebilir. Fakat “selâmün aleyküm” demek bile kâfidir.
Kendisine selâm verilen kimse “ve aleykümüsselâm” diyerek karşılık verir. Selâm almanın en kısası budur. Verirken olduğu gibi alırken de daha artırılabilir. Bu takdirde “ve aleykümüsselam ve rahmetullah ve berakâtüh” denilir. Fakat sadece “aleykümselâm” demekle de selâma karşılık verilmiş olur. Kendisine selâm verilen tek kişi ise, selâmı alması farz-ı ayndır. Topluluğa selâm verildiğinde, içlerinden birinin veya bir kısmının selâmı alması ise farz-ı kifâyedir. Böylece diğerlerinin üzerinden farz sâkıt olur.
Selâm, müminlerin birbirine duası ve iyilik temennisidir. “Allah’ın koruması altında olasınız.” veya “Selâmet, esenlik sizin üzerinize olsun ve sizden ayrılmasın.” anlamlarına gelir.
Hastalık ve sağlık biz insanlar içindir. İnsanın her anı aynı değildir. Dinimiz sağlığa büyük önem verir. Fakat her şeye rağmen insan her zaman aynı sıhhat üzere olmaz, hastalanabilir. Peygamberler bile çeşitli hastalıklara düçâr olmuşlardır. Bu sebeple Müslümanlar, hastalığı Allah’ın bir imtihanı olarak kabul ederler. Hastalıklar çeşit çeşittir ve her hastalığın şiddeti farklı derecededir.
Sağlığında kendisiyle beraber olanların, hastalığında da kendisinin yanında olduğunu görmek insanı sevindirir, moralini yükseltir, terkedilmediğini ve tehlikeli bir hali olmadığını anlar, sıhhatine tekrar kavuşacağını düşünür. Ayrıca din kardeşlerinin duasını alır ve kendisi de onlara dua eder. Hasta ziyaretinde bulunanlar, güzel temennilerde bulunur, sabır tavsiye eder ve hastanın moralini yükseltici sözler söylerler. Hastanın yanında uygunsuz sözler söylemek ve çok uzun süre kalmak doğru değildir.
Ölüm, her insanın dünya hayatında karşılaşacağı sondur. Ondan kaçmak ve kurtulmak mümkün değildir. Mü’minlerin sağlıklarında birbirlerine karşı görevlerinin sonuncusu da ölüm anında cenazeye iştirak etmek, namazını kılmak ve onu kabrine defnetmektir. Bu, ölene karşı son vazife olduğu gibi, arkada kalan yakınlarına karşı da bir hakşinaslıktır. Müslümanlar, sevinçli anlarında olduğu gibi kederli zamanlarında da birbirlerinin yanında olmalıdırlar. İşte cenaze, bu kederli anların en acıklı ve en ibretlisidir. Ölüm hepimiz için en büyük nasihat ve derstir. Bu sebeplerden dolayı, cenazeye iştirak etmek vazifelerimiz arasındadır. Cenazenin arkasından gitmek vazifesi, onun namazını kılmakla sona ererse de kabre defnedinceye kadar bulunmak daha faziletlidir.
Dâvete icabet etmek, dâvet edilen yere gitmek, Müslümanlar için önemli vazifelerden biridir. Düğün davetlerine mutlaka katılmak gerektiği ve bunun vâcip olduğu hususunda İslâm alimleri görüş birliği içindedir. Bunun dışındaki dâvetlere katılmak sünnet ya da müstehabdır. Şu kadar var ki, haram ve günahların işlendiği dâvetlere icabet edilmesi dinimizde câiz görülmemiştir.
Peygamber Efendimiz (sav), sahâbe-i kirâmın bütün dâvetlerine icabet etmiştir. Dâvet edenin toplum içindeki sosyal mevkiine, zenginlik ve fakirliğine göre bir ayırım yapmamıştır. Fakirlerin çağırılmadığı dâvetleri hoş karşılamadığı gibi sadece zenginlerin çağırıldığı dâvetleri de kınamıştır. Çünkü dâvetler, zengini ve fakiri, yaşlısı ve genciyle inananların birlikte bulunduğu ve aralarında ülfetin, muhabbetin, şefkat ve merhametin tezâhürünün görüldüğü bir hayır meclisi niteliği taşır. Meşru dâvetlere katılma zaruretinin sebebi de bu olsa gerektir.
Peygamberimiz (sav): “Aksırmak Allah’tan, esnemek şeytandandır.” (Tirmizî, Edeb 7) buyurur. Aksırmanın, sağlık açısından bedeni dinçleştirme ve zihnî uyanıklığı temin yönünden çeşitli faydaları vardır. Buna karşılık esnemenin uyuşukluk ve miskinlik belirtisi olduğu kabul edilir. Bu durumda aksırmak bir nimettir. Her nimet gibi, bu da Allah’tandır. Allah’ın bütün nimetlerine hamdetmek, müslümanın kulluk vazifelerinden biridir. Bu sebeple, aksıran kimse “elhamdülillah” der. Aksıranın hamdettiğini duyan Müslüman, “yerhamükellah” diye karşılık verir. Bunun anlamı “Allah sana rahmetiyle muâmele etsin” demektir. Aksıran da kendisine dua eden Müslüman kardeşine “yehdînâ ve yehdîkümullah = Allah bize de size de hidayetini nasib etsin” diye karşılık verir. Bütün bunlar, müslümanların en küçük ayrıntılarda bile birbirlerine karşı bir takım hak ve vecibelerinin olduğunu göstermektedir. Peygamber Efendimiz:
“Allah aksırandan hoşlanır, esneyenden hoşlanmaz. Sizden biriniz aksırıp 'elhamdülillah' deyince bunu işitenin 'yerhamükellah' demesi, üzerine bir vecibedir. Esnemeye gelince, sizden biriniz esnediği zaman, gücünün yettiği kadarıyla onu yapmamaya ve ağzını açarak 'hâh hâh' dememeye çalışsın. Çünkü bu şeytandandır ve şeytan bu halinden dolayı o kimseye güler.”(Tirmizî, Edeb 7) buyurmuştur.
Müslim’in bir rivayetinde “Müslümanın müslüman üzerindeki hakkı altıdır” şeklinde gelmesi, rivayetler arasında bir çelişki ve aykırılık olmayıp, bu hakların beş veya altı ile sınırlı olmadığının delilidir. Çünkü bunlardan başka hak ve vazifelerle ilgili hadisler de vardır. Bu ikinci rivayetteki tek fark, “Nasihat isteyene nasihat etmek” vazifesidir. Nasihat, kişinin hayrına ve kurtuluşuna vesile olan söz ve davranışların tamamını kapsayan bir tâbirdir.
Başka bir rivayette “yitiği ilan etmek” hakkı da vardır. Buna göre, bulunan yitik malın kalabalık yerlerde ve herkesin duyabileceği şekilde tarifinin yapılması ve sahibi bulunamazsa ilgili kurumlara verilmesi gerekir.
- Mü’minler, maddi ve manevi yönden birbirlerine yardımcı olmalı, bir binanın birbirine sımsıkı kenetlenmiş taşları ve tuğlaları gibi bir beraberlik oluşturmalıdırlar.
- Fert olarak, tek başına İslâm’ı yaşamak ve yaşatmak mümkün olmaz. Fertler, dıştan gelen baskılara mukavemet edemezler. Baskı ve şiddete mukâvemetin şartı birlik ve beraberliktir.
- Müslümanların toplu olduğu mahallere silah ve benzeri öldürücü, yaralayıcı aletlerle gelinilmemesi, gelinilmişse emniyet tedbirini bunları taşıyan kimselerin alması gerekir.
- Müslümanların selâmetini sağlayıcı hal ve hareketlerde bulunmak, onlara şefkat ve merhamet göstermek gerekir.
- Müslümanları fitneye düşürecek davranışlardan sakınmak gerekir.
- İslâm toplumu bir vücut gibidir; bir uzvun hastalığının bütün vücudu rahatsız etmesi gibi, bir müslümanın başına gelen belâ ve musibetleri, bütün Müslümanlar kendilerine dert edinmelidir.
- Dünyada, insanlara merhametli davranmayanlara, Allah da kıyamet gününde merhamet etmeyecektir.
- Zulüm, her çeşit haksızlık haramdır.
- Müslüman, müslüman kardeşini düşmana terketmemek, tehlikeye atmamakla yükümlüdür.
- Müslümanların, birbirlerinin ihtiyacını görmesi, sıkıntılarını gidermesi ve kusurlarını, ayıplarını örtmesi kardeşlik görevidir. Böyle yapanlar, Allah katında mükâfatlandırılır.
- Müslümanın canı, malı ve ırzı başka müslümana haramdır, bunlara tecavüz yasaklanmıştır.
- Müslümanı hakir görmek, küçümsemek, büyük günahlardandır.
- Haset etmek haramdır. Başkasına haset eden, gerçekte Allah’a itiraz etmiş sayılır, çünkü haset edilene nimeti veren Allah’tır.
- Müşteri kızıştırmak, almayacağı ve ihtiyacı olmayan bir malın fiyatını artırmak haram kılınmıştır. Bu davranışta piyasayı yükseltme, aldatma ve hilekârlık, insanlara zulüm vardır.
- Allah rızası için olmayan buğz, kin, nefret ve dargınlıklar haramdır.
- Müslümanların birbirlerine yüz çevirmesi, yardımı ve alâkayı kesmesi helâl değildir.
- Bir satıcının, müşteriye herhangi bir malı sattıktan sonra, başka bir satıcının aynı malı daha ucuz vereceğini veya aynı fiyata daha iyi mal vereceğini söyleyerek alış-verişi bozdurması haramdır.
- Kendisi için arzu ettiğini mü’min kardeşi için de istemeyen kimse gerçek mü’min olamaz.
- Kişinin din kardeşi için arzu ettiği, iyi ve hayır sayılan şeyler cinsinden olmalıdır.
- Her hak, bir mükellefiyeti de beraberinde getirir. Mükellefiyetlerini yerine getirmeyenler mes’uldürler. Bu mes’uliyet dünyevî veya uhrevî olabilir.
- Selâm vermek sünnet, almak ise farzdır.
- Hasta ziyareti sünnettir. Ziyarette edebe riâyet etmek gerekir.
- Cenazeyi teşyîde, namazını kılmak ve kabre defnetmek farz-ı kifâye, bunun dışındaki hizmetler sünnet ve müstehabdır.
- Meşru ölçüler içinde yapılan düğün dâvetine icabet vâcip, diğer meşru dâvetlere katılmak ise sünnet ya da müstehaptır.
- Aksırıp “elhamdülillah” diyene “yerhamükellah” diye mukabelede bulunmak bir vecibedir.
- Nasihat isteyene ve nasihata ihtiyacı olana nasihat etmek, yol ve yön göstermek, gücü yetenler üzerine dinî bir vazifedir.
Kaynak:
“Riyâzü’s-Sâlihîn: Peygamberimizden Hayat Ölçüleri” Tercüme ve Şerhi’nin 2. cildinden özetlenerek hazırlanmıştır. Erkam Yayınları.
11 Çocuklara dini ve ahlaki eğitimi nasıl vermeliyiz?
DİN EĞİTİMİ hakkında belki de ilk söylenecek şey, bu kavramın değişik çevrelerce değişik anlamlarda kullanıldığıdır. Bazıları, din eğitimi denince sadece okullarda ya da Kur’ân kurslarında verilen din eğitimini anlıyor. Böyle anlayınca da, çocuğa din eğitimi on beş yaşından sonra verilsin gibi kendince önerilerde bulunabiliyor. Fakat ideal din eğitimi bu tanımdan çok daha geniş bir çerçeveye sahiptir.
İslâm’da din eğitimi, bir açıdan bakılırsa çocuk doğduktan itibaren, bir açıdan bakarsanız ondan da önce, eş seçimiyle birlikte başlar. Bu eğitimi eş seçimiyle başlatan din âlimleri, uygun bir eş seçilmediği takdirde çocuğun ilk ve temel okulu olan evde taşların hiçbir zaman yerli yerine oturmayacağını haklı olarak öne sürerler.
Dinimize göre eğitim, ne sadece okul duvarları arasına ne sadece eve, ne de belli bir yaştan sonrasına hasredilen bir şeydir; daha çok “hayat boyu ve her yerde” bir niteliğe sahiptir.
Bu açıdan bakıldığında, çocuk doğduğu andan itibaren ona verilen her şey eğitim kapsamına girer. Onun emzirilmesi, altının temizlenmesi, kucağa alınması, sevilmesi bile bu eğitimin bir parçasıdır. Neyin eğitim olup olmadığıyla ilgili bir soruya dinin vereceği cevap, “Çocuğun duygularını, düşüncelerini, bedenî gelişimini, Rabbine olan yakınlığını, ileride olgun bir iman sahibi olup olmamasını etkileyecek her şey eğitimin konusudur.” olacaktır. O bakımdan okulda öğretmenlerden önce evde anne baba, çocuk için en önemli “eğitici” olduklarının farkında olmalıdırlar.
Günümüz gelişim psikolojisi bilgileri de bu yargıyla uyum halindedir. Uzmanlar, çocuğun yaş arasındaki eğitiminin asla ihmal edilmemesi gerektiğini belirtmektedirler. Hele hele “el kadar çocuk ne anlar” anlayışı çok yanlış bir çıkarsamadır. Çünkü o hiçbir şeyden anlamadığını sandığımız çocuk bir yaşına kadarki dönemde anne ve babanın konuşmalarıyla, kelimeleriyle hafızasını doldurur. Sonra da yaşını tamamlamaya yakın hafızasına aldığı kelimeleri kullanmaya yeltenir. Telaffuzu kolay kelimelerle de bunu başarır.
Yine bu dönemde çocuğun konuşmaya başlamasının yanısıra, emeklemesi, düşe kalka yürüme egzersizleri yapması da daima bir “öğrenme faaliyeti” içinde olduğunun delilidir.
Öte yandan, çocuğun hayat boyu sürecek karakterinin kimi psikologlara göre ilk dört yaş, kimilerine göre ise ilk yedi yaşta şekillendiği hususu çok önemli bir tespittir. Hal böyle olunca, psikologlar tarafından “ahlâkî gelişmesi” şeklinde nitelenen inanç ve ahlâk kuralları çocuğa doğru biçimde verilmelidir. Çünkü bu kurallar iç kontrol gücü denilen vicdanın gelişmesini de beraberinde getirir. İç kontrol gücünün gelişimi demek, çocuğun kendi kendisini yönetme yeteneği demektir. Aile ve çevre faktörünün oluşturduğu dış kontrol gücü, iç kontrolün gelişmesine paralel olarak etkisini azaltır.
Çocuğun ilk yaşlarında konuşmayı kavramasından sonra dini duygu ve düşüncelerin sağlıklı bir zeminde yürümesi için öğretilecek ilk şey, Peygamber Efendimizin (asm) emirleri doğrultusunda “Lâ ilâhe illallah” lafzı ya da cümlesi olmalıdır. Allah’ın varlığını ve birliğini ifade eden bu gizemli ve ürpertili gerçekle hayata başlayan çocuk, o küçük yaşta büyük adımlara, yaratılış gayesine hazırlık için en ciddi başlangıç aşamasını geçmiş demektir. Aileler bu konuyu asla ihmal etmemelidirler.
Çocuğun hayata adım attığı, düşe kalka yürümesini öğrendiği ve yarım yapıldak kelimeleri telaffuz edip ailenin neşe kaynağı haline geldiği bu süreçten itibaren “oyun” da asla ihmal edilmemesi gereken bir eylemdir. Bu süreçte sevgili Peygamberimiz (asm)'in “Çocuğu olan çocuklaşsın!..” (bk. Deylemî, 3/) buyruğu ebeveyn tarafından ilke edinilmeli ve çocukları eğlendirmek, onlarla oyunlar oynamak için özel çaba sarf edilmelidir.
Çünkü oyun çocukların en sevdiği eylemdir. Anne babanın ve diğer aile bireylerinin çocukla oyun oynaması, çocukla aile fertleri arasındaki ilişkiler için sağlam bir zemin oluştururken, aynı zamanda çocuğun zekâsını geliştirip, psikolojik açıdan gelişimine de ciddi manada katkı yapacaktır. Biricik önderimiz olan Peygamber Efendimizin (asm) çocukları oynamaya, eğlendirmeye teşvik etmesinin yanı sıra, kendisinin de çocuklarla bizzat oynadığı, torunlarını omuzlarına ve sırtına bindirdiği, böylelikle onları güldürüp eğlendirmesi oyun konusunun önemini bütünüyle ortaya koymaktadır.
Çocuğun algılamasının arttığı, karakterinin şekillenmeye yüz tuttuğu bu dönemde çocuk, anne babanın yanında namaz ibadetiyle, dua ibadetiyle tanışacak ve onları gözlemleyecektir. Taklit yönteminin genel geçer olduğu bu dönemde anne ve baba çocuğa çok iyi bir örnek teşkil etmelidirler. Çocuğa dini eğitim vermede anne babanın örnek olmaması durumunda başarı şansı oldukça zayıftır. Çünkü çocuğa örnek teşkil edemeyen aile bireylerinin çocuğa dini eğitim vermesi mümkün olmadığı gibi, verse de etkili olamaz.
Din eğitim ve öğretiminde en ideal yöntem, çocukla birlikte ibadet etmek, ona anlayabildiği bir dille ibadetin önemini kavratıp, ibadete teşvik etmektir. Çocuğa eğitim ve öğretim sırasında onun psikolojik durumu gözden ırak tutulmamalıdır. Korkutucu örnekler yerine, ergenlik çağına değin biteviye sevdirici, teşvik edici örnekler verilmelidir.
Bu dönemde hoşgörü ve müsamaha etken unsurlar olarak öne çıkarılırken, çocukla olan iletişim beden diliyle güçlendirilmeli ve sevgi muhtevalı sözcüklerin albenisi kuşanılmalıdır. Sevgi içerikli kelimeler, güzel sözler, takdir ve iltifat yüklü kelimeler, çocuğun inançla olan bağlarının kavileşmesini sağlarken, çocuğun aileyle olan bağlarını da olumlu olarak etkileyecektir.
Ayrıca, ibadet sonrasında çocuğun başını okşamak, sırtını sıvazlamak, onu takdir dolu kelimelerle yüreklendirmek, daha çok manevi içerikli ödüllendirmelerdir. Bu ödüllendirme biçimi çocuğa özgüven, huzur ve inanç aşısının da etkili olmasını sağlayacaktır.
Sevgide dengeli olmak, bu nokta da önemli bir faktördür. En sevdiklerimizi çocuğunda sevmesi için aynı zamanda lüzumlu da bir hareket tarzıdır. Disiplinli sevgi şeklindeki bir vasat sevgi, ideal bir sevgi biçimidir. Çocuğun ilk mürebbiyeleri olan anne ve babalar verdikleri eğitimde, sevgi, anlayış, merhamet, düzen, disiplin gibi davranış şekillerini öne çıkarmalıdırlar.
Yine bu paralelde ebeveynler çocuğun yetiştirilmesi için seferber olurken, çocuklarının hayırlı bir evlat olası için yüce Yaratıcıya el açıp, yalvarıp yakarmayı da asla ihmal etmemelidirler. Tabii yakarışlarında “dünya hayatının süsü, meyvesi olan” çocuk nimetini kendilerine bahşettiği için şükran duygularını da mutlaka sunmalıdırlar.
Çocuğa temel eğitimin verildiği bu süreçte anne ve babalar birlikte hareket etmeli ve görevlerini ihmal etmedikleri gibi, asla birbirlerine de bırakmamalıdırlar. Taraflardan birinin bu sorumluluğu yüklenmekten kaçınması eğitimin yarı yarıya sekteye uğraması demektir. Deyim yerindeyse, çocuğun eğitimi bir tahterevalli oyunudur ve bu oyunda uçlarda anne baba otururken ortada çocuk durmaktadır. Bu oyun öylesine dengeli oynanmalıdır ki, taraflar birbirini ağdırmamalıdır.
Buraya kadarki izahlardan da anlaşılacağı üzere, çocuğun küçüklüğünden itibaren aile içinde kuvvetli bir iman dersi almalıdır. Bediüzzaman’ın dediği gibi,
“Bir çocuk küçüklüğünde kuvvetli bir iman dersi almazsa, İslâmiyetin ve imanın erkânlarını ruhuna alması sonra çok zor olur, yabani düşer. Özellikle anne ve babasını dindar görmezse ve yalnız dünyevî fenlerle zihni terbiye olsa, daha ziyade yabani olur.”
Bu ifadelerden çıkarılacak önemli bir husus, gerçek dinî ibadetlerini yerine getirebilecek yaşa gelene kadar çocuğu yaptığı işlerden zevk alır halde tutmaktır. Maneviyat konusunda çocuk için başka her yerden daha çok, evde yaşadıkları önemlidir. Anne baba çocuklarına dinî bir şeyler anlatırken “yetişkin odaklı” değil, “çocuk odaklı” olmaya dikkat etmelidir. Başka bir ifadeyle çocuğa yetişkin gibi davranmalı, ama ondan yetişkin gibi davranması beklenmemelidir.
Bir diğer husus ise, anne baba ile okulda verilen eğitimin çocuk nezdinde “eğitimin bütünlüğünü bozucu” bir niteliğe dönüşmesine izin vermemektir. Yine Bediüzzaman’ın “Okulda öğretmenlerimiz Allah’tan bahsetmiyorlar.” diyen lise talebelerine “Öğretmenleriniz bahsetmiyorsa da, her bir fen kendi lisanıyla Allah’tan bahseder. Onları dinleyiniz.” şeklindeki öğüdü, bu çerçevede son derece manidardır. Laik eğitim anlayışında keskin çizgilerle birbirinden ayrılan dinî-dünyevî eğitim, din odaklı bakışta geçersizdir.
Dindar bir anne baba ya da öğretmen için, bir çocuğun namaz kılması da, gezegenler hakkında bilgi sahibi olması da, aynı dünya görüşünün izlerini taşımalıdır. Bu konuda kâinatın da, Kur’ân’ın da, Peygamber (asm)’in de aynı hakikati öğreten farklı öğreticiler oldukları sanırım konuyu açıklayıcı mahiyettedir. Söz gelimi, binlercesi içinden sadece bir örnek olarak,
“Ne güneş aya yetişebilir, ne de gece gündüzü geçebilir. Her biri bir yörüngede yüzerler.” (Yasin, 36/40)
Kur’ân âyetini, kâinatta cari olan gerçekler yalanlamaz. İkisi birbirine destek olurlar. Yine Kur’ân’ın övdüğü her bir hasleti Peygamber (asm) yaşantısında en kemal düzeyde tezahür ettirir.
İdeal din eğitiminin nihaî hedefine gelince, çocuğun kendisini yaratan, büyüten, besleyen ve terbiye eden Rabbini bilmesidir. Ev, okul ve toplum hep beraber bu hedefe ulaşması için çocuğa yardımcı olmalıdır. Bu yardım sırasında, çocuğa öğretilmek istenen konunun onun gelişim çağına uygun olup olmadığını göz önüne alınmalıdır.
Özellikle çocuğun ahlâkî gelişim basamakları, bu çerçevede son derece önem arzetmektedir. Ahlâkî gelişimin birinci basamağı, bebeklik dönemidir. Bu dönemde çocuğun doğru ve yanlış hissi, sadece iyi ve kötüyle ilgili ne hissettiğidir. İkinci basamak, çocuğun yeni yürümeye başladığı dönemdir ve çocuk bu dönemde de, başkalarının anlattıklarından “doğru” ve “yanlış”ı öğrenir. Okul öncesi yıllara denk gelen üçüncü basamakta ise, çocuk aile değerlerini, sanki kendi değerleriymiş gibi, içselleştirmeye başlar; ve kendi davranışlarının sonuçlarını algılamaya, anlamaya başlar.
Dördüncü basamak, yaş dönemini kapsar. Bu dönemin ayırıcı özelliği, çocuğun anne babasının, öğretmenlerinin ve diğer yetişkinlerin yanılmazlığını sorgulamaya başlamasıdır. Çocukta güçlü bir “yapılmalı” ve “yapılmamalı” duygusu hakimdir. Ön ergenlik ve ergenlik yıllarını kapsayan beşinci basamağa gelen çocuk ise yetişkinlerden ziyade, arkadaşlarına önem verir ve arkadaş sistemi içinde farklı değer sistemlerini deneyerek, bunların içinde kendisi için en uygun olanını bulmaya gayret eder. Özellikle bu dönemde çocukların dini ve ahlaki değerleri bilen insanlara yönlendirmek ve onlarla arkadaşlık kurmalarını tavsiye etmek gerekir.
Anne baba açısından bakıldığında, çocuğun terbiye olacağı gelişim dönemleri daha farklı bir düzleme oturur. Anne baba ve eğiticiler açısından kaba bir tasnifle ifade edilirse, yaş dönemi “telkin,” yaş dönemi “teşvik,” yaş dönemi “ikaz,” 14 yaş üzeri üzeri ise “müsamaha dönemi” olarak isimlendirilebilir.
Buna göre çocuğa ilk önce dini açıdan önemli ve en temel telkinler yapılır. Çocuğun kulağına ezan ve kamet okunması, konuşmaya başladığında “La ilahe illallah” sözünün söyletilmesi, telkin faaliyetleri arasında sayılabilir. Teşvik döneminde ise çocuğun namaz kılmaya özendirilmesi, doğru davranışları yapmaya yönlendirilmesi, az yemek yemeye veya arkadaşlarıyla paylaşmaya ikna edilmesi, teşvik döneminde yapılabileceklere örnek olarak verilebilir.
İkaz dönemi ise, çocuğun ergenlikten önceki son virajdır. Burada çocuk, yavaş yavaş aile otoritesinden kurtulmaya başlar. Kendi başına hareket etmeye özenir. Fakat yine de, duygularının etkisinden kurtulup iradesini tam olarak hakim kılamadığı için anne babasının zorlayıcı ve ikaz edici birtakım terbiye uygulamalarına muhatap olur. Küçük yaşlarda çocuğa abartılı şefkat göstermek ne kadar makul ise, bu dönemde biraz daha disiplini öne çıkarmak aynı oranda makuldur.
Son olarak, müsamaha dönemine geldiğinde artık karşımızda gerek bedenen gerekse aklen yetişkin kabul edilecek yaşa gelmiş bir genç durmaktadır. Bu genç, Peygamberimiz (asm)'in bu yaştaki gençleri askere almasında da görüleceği üzere, yetişkin kabul edilmelidir. Artık baskı gence fayda etmez. Ona ancak dostane ve müsamaha yoluyla yakınlaşılabilir ve faydalı olunabilir.
Tüm bu açıklamalardan şöyle bir sonuç çıkarmak doğru olur: İslâm’da din eğitimi hem bilinçli olmayı hem de büyük çaba göstermeyi gerektirir. Bu yolda en büyük sorumluluk da, herkesten önce anne babaya düşer.
(Hilmi Orhan - Zafer Dergisi)
İlave bilgi için tıklayınız:
- Çocuk terbiyesi ve din eğitimi, çocuklara Allah'ı nasıl anlatmak gerekir?..
- Çocuk ve Allah (Mustafa ULUSOY)
12 Sınavlarda kopya çekmek veya kopya vermek caiz midir? Kopya çekmek kul hakkı mıdır ve kopya çekmekten dolayı gireceği işteki kazancı haram olur mu?
Kopya çekmenin bazı mahsurları vardır ve kul hakkına girme durumu söz konusu olabilir:
1. Alınteri dökmediğimiz bir şeye sahip oluyoruz.
2. İslama yakışmayan tembelliğe, insanı sürükler.
3. Ahlaki bir hareket değildir.
4. Meslek ve okulumuz hakkında söz sahibi olmamızı engeller.
5. Kopya tekniklerine çalışacağımız kadar derse çalışsak, aynı neticeyi hakkımızla elde ederiz.
6. Arkadaşlar yanında saygınlığımızı yitiriririz.
7. Doğru İslamiyeti ve İslamiyete layık doğruluğu hakkıyla yaşamamış oluruz.
8. Bilmediği hâlde kendini biliyor gösterdiğinden dolayı, uygun olmayan bir davranıştır.
9. Kopya ile alınacak fazla bir puandan dolayı, bir başkasının hakkını alma durumu olacaksa, kul hakkına girmektedir. İş başvurularında, bir üst okula girişlerde olduğu gibi. Ancak kopya çekmekle başkasının hakkına zarar dokunulmuyorsa veya onun kopya çekmesi sonucu başkası hakkından olmuyorsa, o takdirde kul hakkına girmez.
Kopya çekerek bir işe giren kişinin kazancı ise haram olmaz. Çünkü emeğinin karşılığını almaktadır. Kopya çeken kişi helallik almasına imkânı olmadığı için tövbe istiğfar etmelidir.
Bu ve benzeri nedenlerden dolayı, kopya çekmek ve buna vesile olmak asla doğru değildir.
13 Küfür etmek (sövmek) caiz midir?
İslam dini her türlü kötülük ve incitmeye karşıdır. Çünkü İslam insanı insan etmeye gayret ediyor. Hakiki insaniyet mertebesine ulaştırır. Bu nedenle İslam, insanı her türlü kemalat ve güzelliğe ulaştıracak emirleri verdiği gibi, her türlü rezillikten ve çirkinlikten götürecek fiilleri de yasaklamıştır.
Bu külli kaidelerden hareketle diyebiliriz ki, küfür ve sövme dediğimiz karşıdaki insanları rencide ve rahatsız eden her türlü fiil, günahtır ve haramdır. Çünkü Müslümanları rencide etmek haramdır ve insanı günahkar eder. Hatta kafir bile masum ve hatasız olsa, onu rahatsız etmek İslam dininde yasaktır. Çünkü, Peygamberimiz ( a.s.m)şöyle buyurmuştur:
“Kim bir zımmiye eziyet etse, şüphesiz ben onun hasmıyım."(el-Hindî, Kenzu’l-Ummal, IV / ; el-Camiu’s-Sağîr, I / )
Hangi durumda olursa olsun, sövmek caiz değildir. İster kâfire, ister zalime farketmez; sövmek çirkin bir hareket olup mümine yakışmaz.
İlave bilgi için tıklayınız:
- Peygamber Efendimizin küfür etmek, sövmek ve kötü sözler hakkında hadisleri var mıdır?
14 Edep ve hayâ ne demektir? Bunları kimden öğreneceğiz? Allah’a ve Kur’an’a karşı haya nasıl olmalıdır?
Edep; akıl ve hikmete muvafık hareket edip, Cenab-ı Hakk’ın emrettiği gibi yaşamaktır. Hayâ ise, utanma ve ar duygusu olup, utanç verici durumlardan sakınmak ve nefsin süfli arzularını terk etmektir.
Edep, bütün hâllerde istikamet ve iyilik üzere bulunmaktır. Edep, aklı ikmal eden, onu nurlandıran, imanı kemale erdiren, insanı ruhen terakki ettirip saadet ve selamete kavuşturan en hayırlı bir sermayedir.
İffet, hayâ, haysiyet ve istikamet gibi güzel ahlâktan mahrum olan fert ve cemiyetler, fen ve teknik sahasında ne kadar terakki ederlerse etsinler, hüsrandan kurtulamaz ve huzurla yaşayamazlar. Bu meziyetlerden mahrum bulunan fertler, ne kadar münevver ne derece tahsilli ne nisbette sanatkâr da olsalar, o millet, bu fertlere istinaden bir ahenkle terakki edemez. Bu bakımdan, fert ve cemiyeti iman, ahlâk, fazilet, irfan, ilim, edep ve hayâ ile teçhiz etmek lazımdır ki maddi ve manevi terakki edilsin. Edep ve irfan sahibi olanlar, hayatını nizam ve intizam içinde geçirir ve huzur ile yaşarlar. İnsanlığın ruhu, hakikati ve ziyneti olan edep ve terbiyenin; fert ve cemiyet için ehemmiyeti aşikârdır. Şu harika beyit de bu hakikati çok veciz bir şekilde ifade etmektedir:
"Edep bir taç imiş nur-u Huda’dan,
Giy ol tacı, emin ol her beladan."
Bazı zatlar:
“Edep kelimesi, elif, dal ve be harfinden ibarettir. Elif, kişinin eline, de harfi kişinin diline, b harfi de beline sahip olmasına işaret eder.”
demişlerdir. İnsanların ayıplarını yüzlerine vurmak, onları tahkir etmek edebe muhaliftir. Edep abidesi ve hayâ timsali olanlar, kendisine hakaret edenleri affeder, hiç kimseye kötülük düşünmez ve fenalık yapmazlar; karşısındaki kişi edep ve hayâdan mahrum olsa bile, onu insanlar arasında küçük düşürecek ve mahcup edecek hareketlerden sakınıseafoodplus.info kimse anası ve babası olmayan değil, ilim ve edebi olmayandır. Asıl fakir; malı mülkü olmayan değil, ilim ve edepten mahrum olandır. Çünkü nimet ve servetlerin en büyüğü ilim ve edeptir. Bu nimetlere nail olan, edebi sayesinde nail olur. O nimetleri kaybeden de edebi terk ettiği için kaybeder. Bu bakımdan, edepten mahrum olan bir kimse, hakka ve hakikate ulaşamaz. Dünyada rezil, rüsva olduğu gibi ahirette de cezaya maruz kalır.
Edebini yitirmiş bir kimse, en tehlikeli ve bulaşıcı bir hastalıktan daha tahripkârdır. Edep, hayâ ve iffetten mahrum olan insan ilim, makam ve rütbe bakımından ne kadar yükselirse yükselsin faziletli sayılamaz. Çünkü asıl fazilet ve kemal, ilim ile ahlakın ittihat etmesiyle mümkündür. Edep ve hayâdan mahrum olan kimseler, huzur ve saadetle yaşayamadıkları gibi, bazen haysiyet ve şereflerini de kaybederler.
Eskiden evlerin ve iş yerlerin duvarlarına “Edep Ya Hû!” yazılı levhalar asılıyordu. “Edep Ya Hû” sözünün fert ve cemiyet için ne kadar ehemmiyetli ve ne kadar büyük bir hazine olduğu şimdilerde daha iyi anlaşılmaktadır.
Edep ve iffet namusun perdesidir. Namus ancak edep ve hayâ ile muhafaza edilir. Hayat denilen şey edeptir. İlahî sırlardan bir sır olan edep, insanın en büyük ziyneti ve nurudur. Evet, edep insan-ı kâmilin meftun olduğu, fakat şeytanın ve şeytan gibi insanların hoşlanmadığı güzel ahlakın en önemli şubelerindendir. Edep ve iffetin düşmanı edepsizliktir. Edep her zaman takdirle, hayâsızlık ise lanetle yâd edilir. Bu bakımdan, her Müslüman’ın en önemli vasfı edep, hayâ ve nezaket olmalıdır. Zira, mütedeyyin kimselerin en büyük şiarı bunlardır. İnsanın bedeni gıdalara muhtaç olduğu gibi, aklı da ilim ve edebe muhtaçtır.
İnce düşünce, hassasiyet, nezaket, zarafet, edep ve hayâ insanî münasebetlerde de çok önemlidir. Büyüklerin yanında yüksek sesle konuşmamak, yaşlılara hürmet etmek, konuşan herhangi bir kimsenin sözünü kesmemek, meclis içinde fısıltılı veya gizli konuşmamak ve kahkaha ile gülmemek de edep ve hayâdandır. İnsanları aşağılamak, onlarla alay edip küçük düşürmek, suizanda bulunmak, insanların gizli hallerini araştırmak ve lakap takmak da edebe aykırıdır. Nitekim bir ayette mealen şöyle buyrulur:
“Ey iman edenler! Bir topluluk bir diğerini alaya almasın. Belki onlar (alay edilenler) kendilerinden (alay edenlerden) daha iyidirler. Kadınlar da diğer kadınları alaya almasınlar. Belki alay edilenler, alay edenlerden daha iyidirler. Birbirinizi karalamayın, birbirinizi kötü lakab ile çağırmayın. İmandan sonra fasıklık ne kötüdür. Kim tövbe etmezse, işte o zalimlerin tâ kendisidir.”(Hucurat, 49/11)
Devamındaki ayette ise şöyle buyrulur:
“Ey iman edenler! Zandan çok sakının; çünkü zanların bir kısmı günahtır. Birbirinizin gizli hallerini araştırmayın.” (Hucurat, 49/12)
Cenab-ı Hak, bu ayetlerle kullarına edep ve hayâ dersi vermektedir.
İslam dininde edep, kişinin her hâlinin murakabe altında olduğunun şuurunda olmasıdır. Nefsini ıslah edip iffet, vakar, hilim, sabır, nezaket, zarafet ve tevazu gibi hasletlerle edeplenenler, Allah’a yakınlaşır ve O’na dost olurlar.
Evet edep; şeytanın ve nefs-i emarenin boynunu büken, onu ayaklar altına alıp mağlup eden ve insanı maksuduna kavuşturan en emin vasıtalardan biridir. Bir ayette şöyle buyrulur:
“Şüphesiz ki Allah, size adaleti, iyilik yapmayı ve yakınlara bakmayı emreder; hayâsızlıktan, fenalıktan ve azgınlıktan nehyeder. Düşünüp tutasınız diye size öğüt verir.”(Nahl, 16/90)
Cenab-ı Hak Edebin Bütün Çeşitlerini, Edep Timsali Hz. Muhammed’de Cem Etmiştir
Her güzel haslette olduğu gibi edep ve hayâda da bütün insanların en üstünü, en mükemmeli Hz. Peygamber (asm)'dir. En mükemmel rehber olan Zat-ı Ahmediye (asm) ilâhi hakikatleri beyan ve ifade ederken sözlerine ve üslubuna azamî derecede dikkat ederdi. Hz. Peygamber (asm) söze nazik bir şekilde başlar, mülâyemetle hitap ederdi. Sözlerinin tesirini kıracak nahoş hareketlerden ve muhataplarını rencide edecek, onların kalplerini kıracak ve nefretlerini celp edecek sözlerden son derece sakınır ve sakındırırdı. Herhangi bir kimse sözünü bitirmeden söze başlamazdı. Muhataplarını dikkatlice, muhabbetle ve sonuna kadar dinlerdi. Musafaha ettiği kimse elini çekmeden, o elini bırakmazdı. İyiliğe mükâfatla, kötülüğe ise af ile mukabelede bulunurdu. Yüksek sesle konuşmazdı. Daima mütebessim idi. Ömründe bir defa bile kahkahayla güldüğü görülmemiştir. Onun gülmesi tebessümden ibaretti. Daima başı önde yürürdü.
Allah Resulü (asm) kimsenin kusurunu görmez, görse bile yüzüne vurmazdı. Kendisine bir kimsenin hoş olmayan bir şeyi yaptığı bildirilince; “Falan kimse neden böyle yapıyor? Niçin böyle söylüyor?” demez. “Neden böyle yapıyorlar? Niçin böyle söylüyorlar?” şeklinde konuşur ve böylece o kimseyi ikaz eder, edebe muhalif söz ve davranışından vazgeçirirdi.
Hazret-i Aişe Validemize (r.a);
“Hz. Peygamber’in ahlakı nasıldır?” diye sorulunca, “Onun ahlakı Kur’an idi.” diye cevap vermiştir. Bir ayette mealen şöyle buyrulur:
“Ve muhakkak ki sen, pek büyük bir ahlak üzeresin.”(Kalem, 68/4)
Peygamber Efendimiz (asm) Kur’an’ın hariçte tecessüm etmiş bir şeklidir. Zira o, Kur'an’ın bütün hakikatlerine güneş gibi bir ayna idi. Peygamber Efendimiz (asm) bütün güzel ahlakın her bir şubesinin en son mertebesinde bulunan yegâne şahsiyettir ve hiçbir kimse ile mukayese edilmeyecek derecede hayâ ve edep timsalidir. Dost ve düşmanın ittifakıyla sabittir ki, Hz. Muhammed (asm) gençliğinden beri edep, hayâ, iffet, nezahet ve ismet timsali olarak yaşamıştır. Bu ahvali bütün Arap kabilelerini kendisine meftun etmişti.
Peygamber Efendimiz (asm) de bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurur:
“Utanmadıktan sonra dilediğini yap.” (Buhari, Edeb, 78; Ebu Dâvûd, Edeb, 6)
Hz Peygamber (asm) nübüvvetinin ilk yıllarında sık sık tekrar ettiği bu hadis-i şerif, hayâ duygusunun ne kadar ehemmiyetli olduğunu, hayâsızlığın ise ne kadar büyük bir ayıp ve tehlike olduğunu ifade etmektedir.
Edep ile mümtaz olan kimselerde hamiyet, mürüvvet, âlicenaplık gibi âli hasletler tezahür eder. Böyle kimseler de hem kendilerine, hem ailelerine hem de milletine ve vatanına faydalı olurlar. Din, vatan, edep ve namus yolunda hayat feda edilir. Edep, hayâ ve namus hissi taşımayanlar vatan ve millet hissi de taşımaz ve bu uğurda hayatlarını feda edemezler. Bunlar öyle ulvi hakikatlerdir ki, ne çiğnenir ne de çiğnettirilir. Bütün kâinat hayat için olduğu halde, hayat ancak bunlar için feda edilir.
Edep ve hayâ büyük bir devlettir. Bunlara muhabbet edip muhafazasına çalışmak aklın ve vicdanın gereğidir. Edep, hayâ ve iffet gibi âli vasıflardan mahrum olan fert ve cemiyetler huzur ve saadetle yaşayamazlar ve izmihlale uğrarlar. Bu bakımdan, bir milletin ebed müddet payidar olması; kalplerin imanla intibaha getirilmesi, ruhlarının edep, hayâ ve iffet gibi güzel ahlak ile teçhiz edilmesi ve akılların nur-u irfanla tenvir edilmesine bağlıdır. Maneviyatla teçhiz edilmeyen bir millette şecaat, kahramanlık ve fedakârlık olamaz. Gençlerimiz de sefahat ve sefaletin tahakkümünden ancak bu hal ile muhafaza edebiliriz.
Bazı basın kuruluşları ile televizyonlar milletimizin örf ve âdetlerine, dinî inanç ve mukaddesatına muhalif yerli ve yabancı dizilerle onların kalp ve ruhunda telafisi mümkün olmayan derin yaralar açmaktadır. Bazı dizilerde de Anadolu insanının aklına, vicdanına, sağduyusuna, millî ruhuna, müşterek duygularına ve tarihine saldırılmaktadır. Bu tür yayınlar, kültür ve irfanımızı, musikimizi, edebiyatımızı, sanatımızı, hâsılı milleti millet yapan bütün değerler manzumesini tahrip yahut dejenere etmekle vicdan-ı umumîyi derinden yaralamakta; milletimizi, özellikle de gençlerimizi, ahlakî buhranlara ve sefahat bataklıklarına sürüklemektedir.
Evet, müstehcen neşriyatla, bölücülük propagandalarıyla milletimizin, hem dimağı hem vicdanı hem kalbi hem ulvî hisleri tarumar edilmekte, karanlık mecralara doğru sürüklenmektedir. Hürriyet perdesi altında, gençlerimiz nefs-i emmarenin istibdadı altına sokulmak istenmektedir. Ruhî ve fikrî dengesizliklere maruz, zevk ve sefahatle malûl neslimiz perişan bir hayata doğru çekilmek isteniyor.
Sefahat rüzgârları kat kat çelik istihkâmları delip geçen radyasyon şuaları misüllü, kalplerde, ruhlarda, vicdanlarda, iffetlerde, tedavisi çok müşkül derin cerihalar, rahneler açıyor. Bu milletin imanını, mukaddesatını, iffetini böylece vurarak onu benliğinden uzak, gayesiz, davasız ve şuursuz bir toplum haline getirmek gayretinde olanlar var.
Çok şükür ki, şer kuvvetlerin bu milletin tarihine, mukaddesatına, iffetine, ibadetine, ulvi seciyelerine yaptığı korkunç hücuma karşı hamiyetli, âlicenap, vatanperver, şuurlu ve gayretli insanlar, bütün memleketi sarsan bu müthiş felaket ve facia karşısında büyük bir gayret göstermektedirler.
Allah’a Karşı Edep Nasıl Olmalı?
Şunu hemen ifade edelim ki, hayâ ve edep, öncelikle insanı yoktan var eden, onu hadsiz nimetlerle besleyen, her yerde hazır ve nazır olan, bütün kâinatı ve yarattığı her mahlûku murakabe eden Cenab-ı Hakk’a karşı olmalıdır. Kişi, önce Cenab-ı Hakk’tan, sonra da insanlardan utanmalıdır. Zaten Allah’tan hayâ etmeyen insanlardan da utanmaz; insandan utanmayan kimse de Allah’tan utanmaz. Nitekim bir hadis-i şerifte şöyle buyrulmuştur:
“Hayâ imandan bir şubedir.” (Müslim, İman, 57, 58)
Peygamber Efendimiz (asm) bir gün; “Allah’tan gereği gibi hayâ edin.” buyurdular. Bunun üzerine yanında bulunan sahabeler: “Ya Resulallah! Elhamdülillah biz Allah’tan hayâ ediyoruz.” deyince, Hz. Peygamber (asm) şöyle buyurdular:
“Allah’tan hakiki olarak hayâ etmek; başı ve içindekileri haram olan şeylerden korumak, haram yemekten ve zinadan sakınmak, ölümü ve dünyanın fani olduğunu düşünmektir. Ahiret mutluluğunu isteyen kimse, dünya ziynetlerine önem vermez. İşte böyle yapan kimse, Allah’tan hakkıyla utanmış olur.”(Tirmizî, Kıyâmet 25)
Buna göre, kişi dinleyip, görüp öğrendiğinden, yiyip içtiğine kadar her şeyin Allah'ın rızasına uygun olmasına dikkat etmelidir, gerçek hayâ budur. Zîra başın taşıdıklarından ağız, göz, kulak, dil gibi maddî ve zâhirî; hâfıza, hayâl, tefekkür gibi ruhî ve görünmez duygu ve özellikler kastedilmektedir. Yine hadiste geçen batnın ihtiva ettiklerinden maksat da mide, cinsel organ, kalp, el ve ayaklar gibi batın ve batna bağlı her şeydir. Bu uzuvların ilgili olduğu bütün fiiller buraya dahildir. Şu hâlde insan bütün organlarını helâlde kullanmadıkça hakikî hayâya eremez.
Hayânın pek çok mertebesi vardır. En üst mertebesi: Zâhiren ve bâtınen, içiyle dışıyla kişinin Allah'tan hayâ etmesidir. İşte bu, kişiye müşâhede makamı kazandıracak olan murâkabe makamıdır.
Evet, Cenab-ı Hakk’a iman edip, emir ve yasaklarına riayet ederek nefsini ıslah edenler, onu hakiki sevenler, edep, hayâ ve iffet dairesinde hareket edip rızasına uygun yaşayanlar, Hz. Peygamber’i dinleyip itaat edenler, ebedî bir hayatta nihayetsiz nimetlere ve saadetlere mazhar olacaklardır.
Kur’an’a Karşı Edep Nasıl Olmlalı?
Her Müslüman’ın Kur'an’a karşı edeple hürmette bulunması dini bir vecibedir. Ezeli ve ebedi, sönmeyen ilahi bir güneş olan Kur'an-ı Kerim, akıl ve kalbimizi nurlandırdığı gibi, bütün kâinatı da nurlandırdı. Aynı şekilde, ahiretimizi de o aydınlatacaktır. Bu bakımdan, ona karşı en küçük bir edepsizlik ve hürmetsizlik insanı helakete götürür.
Kur’an-ı Kerim’i öğrenip öğretmek, onun emrettiği şeyleri yapıp, yasakladığı şeylerden kaçınmak, ihtiva ettiği bütün ulvi hakikatleri ferdi ve içtimai hayatımıza tatbik etmek, haber verdiği hadiseler üzerinde düşünüp ibret almak, onun kutsiyetini bütün yönleriyle anlamaya çalışmak Kur'an-ı Kerim’e karşı en büyük bir edeptir.
Kur’an’ı huzu ve huşu içinde okumak, onu dinlerken Peygamber Efendimiz (asm)’den dinler gibi dinlemek gerekir. Kur’an-ı Kerim’e abdestsiz dokunmamak edeptir. Zira bir ayette mealen şöyle buyrulur:
“Ona tertemiz (abdestli) olanlardan başkası dokunamaz.” (Vâkı’a, 56/79)
Elbette ki, burada kastedilen sadece maddi temizlik değildir. İnsan abdest alarak maddi kirlerden temizlendiği gibi, akıl, kalb ve ruhunu da manevi kir olan günahlardan ve batıl fikirlerden temizlemelidir.
Bir üniversite mahiyetinde olan Enderun mektebinde öncelikle Kur’ân-ı Kerim, tecvid, akâid, ilmihâl, Arapça, Farsça, tefsir, hadis, fıkıh, kelam, sarf, nahiv, belagat, hitabet ve hikmet gibi din-i ilimler; sonra diğer ilimler okutulurdu. Bu da onların Kur’an-ı Kerim’e olan edep ve bağlılıklarını göstermektedir.
Ana Babanın En Önemli Vazifesi, Ahlaklı ve Vatanperver Evlatlar Yetiştirmektir
Ana ve babanın en önemli vazifesi, geleceğimizin teminatı olan yavrularımızı ahlaklı, edepli, vefakâr, fedakâr, çalışkan, âlicenap ve vatanperver evlatlar olarak yetiştirmektir. Bu görev ikinci olarak öğretmenlere ve âlimlere düşmektedir. Nefsi ve ahlâkî terbiye, ebeveyni tarafından, fikrî ve ilmî terbiye ise, eğitimciler tarafından verilir.
Terbiye; çocukların ve gençlerin güzel ahlâk ile yetiştirilmesidir. Peygamber Efendimiz (asm),
“Hiçbir baba çocuğuna güzel ahlâktan daha iyi bir hediye (miras) veremez.” (Tirmizî, Birr, 33),
“Bir babanın çocuğunu eğitip terbiye etmesi, maddî sadaka dağıtmasından daha hayırlıdır.” (et-Tac, 5/8)
buyurarak, anne-babaların en mühim ve asli vazifelerinin çocuklarını güzel ahlâk ile yetiştirmek olduğunu ifade etmektedir. Zira çocukluktan başlayan bu terbiyenin ilk mektebi aile yuvasıdır. İlk muallimi ise annedir. Bu bakımdan, bir ana babanın evlatlarına bırakacağı en kıymetli ve en hayırlı servet, fazilet, marifet ve güzel ahlaktır.
Annenin vazifesi, çocuk daha anne karnındayken başlar. Bundan dolayı annenin helal ve harama çok dikkat etmesi, çocuğu haram ile beslememesi gerekir. Çünkü haramla beslenen çocuğun ne ailesine ne milletine ne de devletine bir faydası olmaz. Bilindiği üzere ilk altı yaşa kadar verilen eğitim ile çocuğun huyu ve şahsiyeti şekillenir.
Malumdur ki, her insanın yaratılışında iyiye ve kötüye, hayır ve şerre, hidayet ve dalalete kabiliyet mevcuttur. Şayet o ruh ve Allah korkusu, istikamet, iffet, takva, tevazu, hilim, edep, hayâ ve şecaat gibi güzel ahlâkla ıslah edilmezse, bayağı hislerin ve şehvanî arzuların tesiriyle hayvandan aşağı bir derekeye düşer.
Çocuk, fıtraten temiz ve günahsızdır. Onu iyilik ve güzelliklerle donatacak annedir. İyi bir terbiyeci sayesinde çocuk ileri yaşlarda manen olgunluğa ve kurtuluşa erebilir. Anne, çocuğuna özellikle dini terbiye verirken bilinçli davranmalı; korkutmadan, çocuğa kâinatın yegâne sahibi olan Rabbini tanıtmalı ve sevdirmelidir. Cenab-ı Hakk’ın verdiği nimetleri ona hatırlatarak, O’nun affedici, mükâfatlandırıcı, koruyucu, merhamet edici sıfatlarını telkin etmelidir. Bu bakımdan annenin vazifesi ve sorumluluğu büyük olduğu kadar zordur da. Zira memleketin geleceğine yön veren şahsiyetlerin yetiştirilmesinde en önemli görev annelere düşmektedir.
Her insanın iman, ibadet, helal ve haramla ilgili bilgileri öğrenmesi ve çocuklarına öğretmesi farzdır. Yani annelerimiz geleceğimizin teminatı olan gençleri yetiştirmede vazifeli oldukları için, evvela kendilerini İslâmi bilgilerle yetiştirmelidirler. Bu durum ihmal edilirse, annenin çocuklarına faydadan çok zararı dokunur. İslami terbiyeden ve onun ulvî hakikatlerinden mahrum olan cahil bir anneden terbiyeli ve ahlâklı bir çocuk yetiştirmesi beklenemez.
“Beşiği sallayan el, dünyaya yön veren, tarihin akışını değiştiren eldir.”
sözü darb-ı mesel olmuştur.
Evet, ebeveynin yerine getirmesi gereken en mühim vazifelerin başında; Cenab-ı Hakk’ın kulları üzerindeki hakkını ve kulların birbirine karşı olan vazifelerini anlatmak gelir. Ayrıca çocuğa, topluma zarar veren yalan, hile, hıyanet, sefahat, hayâsızlık ve iffetsizlik gibi kötü ahlâkın zararlarını da anlatmaları gerekir. Çocuğun terbiyesinde en birinci gaye, Allah ve Peygamber sevgisini onların kalp ve ruhlarına nakşetmektir. Çocuğun seviyesine uygun ibret verici hikâyeler ve güzel menkıbelerle bu sevgiyi tekid ve teyit etmek gerekir.
Çocuklar, evin içinde görüp işittiklerini bir fotoğraf makinesi gibi alarak kendi hayatlarına uygularlar. Bu yönden anne ve babalar çocuklar için modeldir. Çocukların müspet veya menfi davranışları, anne ve babasının hareketlerinden kaynaklanır. Peygamber Efendimiz (asm) şöyle buyurmaktadır:
“İnsan ölünce amel defteri kapanır. Ancak üç şey bundan müstesnadır: Sadaka-i cariye, kendisinden faydalanılan ilim veya kendisine hayır dua eden salih evlat.”
Bu hakikate binaen hayırlı bir evladın güzel hasletlerinden dolayı anne babasına sevap yazılır.
Edep ve hayâdan mahrum olan bir kimsenin evladı, faziletli ve edepli olursa, babasının ayıp ve noksanlıklarını örter. Aksine bir baba ne kadar şerefli ve faziletli olursa olsun, eğer onun evladı edepten mahrum ise, babasının izzet ve şerefini yıkar ve perişan eder.
Evet, edep, hayâ ve iffetten mahrum olan ailelerden metin ve kavi bir millet teşekkül edemez. O hâlde, nesl-i cedidi dinin elmas zinciriyle bağlamak, edep ve hayâ ile teçhiz etmek lazımdır ki, istikbalimizi sağlam temeller üzerine bina edelim. Öyle ise, en büyük himmet ve gayret, insanın ıslahına, terbiyesine, ahlâk ve faziletinin tekmiline sarf edilmelidir. Bozulan bütün içtimai çarkların yenilenmesi ve hayat bulması için tedavi, kalp ve dimağdan başlatılmalıdır.
Evet, beşeriyetin terbiyesi, kalbin iman ile tenevvürüne, fikrin de ilimle terakki ve tealisine bağlıdır. Zira akıl ile kalbin, ilim ile inancın imtizacı zaruridir ki, âlicenap hassas ruhlar, fazıl dimağlar, ateşin kalpler, ahlâklı ve necip simalar yetiştirilebilsin.
Gençlerin faziletli, ahlaklı ve edepli yetişmelerinde ikinci vazife ise eğitimcilere düşmektedir. Bu vadide en büyük vazife ve mesuliyet öğretmenlerimize düşmektedir. Eğitimcilerimizin, ilimde muktedir, dinde salâbetli, talebelere şefkatli, gayretli ve güzel ahlâkta örnek ve ciddi bir tesir icra edecek güçte olmaları lâzımdır ki, bu hasletler, öğrencilere sirayet etsin, onlara güzel örnek olabilsinler. Böylece millet ve vatanını seven, tarihine, kültürüne, örf ve an’anelerine sımsıkı bağlı, yüksek ahlâk sahibi, faziletperver, yüce idealler peşinde koşan ve himmetini sadece milletinde bilen bir nesil yetiştirmek mümkün olabilir. İşte o zaman Milli Eğitimimizden, hasretini çektiğimiz, mahir sanatkârlar, müdakkik âlimler, mütehassıs mütefenninler, dirayetli devlet ricali, müdebbir hükümet adamları, büyük dâhi mütefekkirler, vatanperver şairler zuhur eder.
İlave bilgi için tıklayınız:
- ÂDÂB
- HAYÂ
15 Her türlü adapların var olduğunu ve bunların sünnet olduğunu söylüyorlar. En azından yemek, tuvalet, tırnak kesmek, temizlik gibi âdâb-ı muaşeret ve temizlik kuralları hakkında bilgi verir misiniz?..
YEMEK ÂDÂBI
İslâm açısından yemek yeme sırasında uyulması gereken ahlâk ve sıhhî kurallar.
İslâm dini, Müslümanın günlük hayatının düzenli bir şekilde olmasını istemiş ve bu hususu Kur'ân-ı Kerim ve Hadis-i Şeriflerle açıklamıştır.
Günlük yaşayış hakkında Peygamber Efendimiz (asm)'den rivayet edilen hadislerden pek çoğu yemek âdâbına dâirdir. Rasûlüllah (asm) her işine Allah Teâlâ'nın ism-i şerifini zikrederek başlamayı severdi. Bu mübarek âdetleri, yemeğe başlarken de aynıydı. Yemekten evvel ellerini yıkamayı ihmal etmez, sağ eliyle ve önünden yerdi. Başlarken "Bismillâh" veya "Bismillâhirrahmânirrahîm" derdi (Buhârî, Et'ime, 2). Hz. Peygamber (asm), yemeğe başlarken besmele çekmeyi unutan kimsenin "Bismillâhi evvelehü ve âhırehü" demesini tavsiye buyurmuştur (Ebû Dâvud, III, ).
Hz. Peygamber (asm) yemeğin önünden yenmesini isteyerek, aynı tabaktan yemek yenilen bir sofrada, başkasının önüne uzanmanın çok çirkin olduğunu belirtmiştir. Sahabe,
"Yâ Rasûlüllah! Yiyoruz da karnımız doymuyor." diye sorduklarında, Hz. Peygamber (asm)
"İhtimal ki ayrı ayrı yiyorsunuz." buyurdu;
"Evet!.." karşılığını verdiklerinde Peygamber Efendimiz (asm),
"Bir arada yeyiniz; besmele çekiniz, yemeğiniz bereketli olur." buyuruyorlar (Ebû Dâvud, İmâre, 20).
Yemek âdâbı konusunda dikkat edilmesi gereken diğer hususlar, maddeler halinde şöylece sıralanabilir:
a. Lokmayı, ağıza göre almalı ve iyice çiğnedikten sonra yutmalı;
b. Lokmayı, yutmadıkça ikinci lokmayı el uzatmamalı;
c. Ekmeği dişlerle koparmamalı;
d. Ağızda ekmek varken kimse ile konuşmamalı;
e. Yemeğin soğutulması için içine üflememeli;
f. Başkalarını tiksindirecek, iğrendirecek davranışlarda bulunmamalı;
g. Başkalarının lokmasına ve yemesine bakmamalı;
h. Lokmayı ağıza koyarken, başı tabağa doğru uzatmamalı;
ı. Yemekte israf etmemeli, lokmayı ve verilen yemeği bitirmeye çalışmalı;
i. Ağızdan bir şey çıkarmak gerekirse, yüzü sofradan çevirmeli ve o şeyi sol el ile olmalı;
j. Koparılan lokmayı yemeklerin içine banarken dikkat etmeli, parmakların yemeğe girmemesini sağlamalı;
k. Toplu yemek yenirken, herkesin yeyip bitirmesini beklemeli, daha önce sofradan el çekilmemeli ve kaldırılmamalı;
l. Yemeğe önce yaşça veya mevki yönüyle büyük olan kişinin başlamasını beklemeli;
m. Sokaklarda ve ayakta ekmek yememeğe dikkat edilmeli;
n. Ekmek kırıntılarının nimet olduğunu unutmamalı ve onlara gereken özen gösterilmeli;
o. Yemek yeme işi bitince Allah'ın verdiği bunca nimete karşı bir şükür ifadesi olarak dua etmeli veya kısaca "Elhamdülillah" demeli ;
ö. Yemekten sonra eller iyice yıkanmalı, dişler fırça veya misvak ile temizlenmelidir.
TUVALET ADABI
1. Lafza-i Celâl yazılı yüzük ve Kur'an ayetleri ile tuvalete girilmez. Yüzük avuç içine çevrilebilir. Ayetler naylona sarılabilir.
2. Tuvalete girmeden önce “Euzü Besmele” çekmeli, çıkarken “Elhamdülillah” demelidir.
3. Tuvalete girmeden önce çoraplarımızı çıkarmalı, pantolonumuzu suyun sıçramayacağı kadar katlamalıyız.
4. Allah ve Peygamber ismi yazılı bir şey yanında bulundurmamalıdır.
5. Tuvalete sol ayakla girmeli sağ ayakla çıkmalıdır.
6. Kıbleye, aya, güneşe karşı önünü ve arkasını dönmemeli, konuşulmamalı zikredilmemeli.
7. Tükürülmez ve sümkürülmez.
8. Def-i hacet yaparken avret mahalline ve pisliğe bakılmaz.
9. Otururken sol tarafa meyletmelidir.
Tuvalet taşını ve tuvaletin kirli taraflarını temizlemelidir.
Tuvalet taşına dışkı ya da sidik gibi şeyleri bulaştırmamalıdır.
Taharet yaparken su ile temizlenmelidir.
Ayakta bevl edilmemelidir.
Def-i hacet anında mukaddes şeyler düşünülmemlidir.
Çıkarken tuvalet mahalli temiz bırakılmalıdır.
TIRNAK KESME ADABI
Tırnak kesmenin belirli bir günü yoktur. Gerektiği her an (yani uzayınca) kesilebilir. Önce ellerinkini, sonra ayaklarınkini kesmek, ellere sağ elin işaret parmağından başlayıp, eller avuç içleri birbirine gelecek şekilde birbirine yapıştırıldığında parmakların oluşturduğu daireyi sağa doğru giderek tamamlamak, sonra sağ ayağın küçük parmağından başlayıp sol ayağın küçük parmağında bitirmek müstehap görülmüştür. (Hattâb es-Sübkî, el-Menhel I/) Gazalî'nin söyledigi budur.
Bu konuda görüşler vardır. Efdal olan, tırnakların haftada bir kesilmesidir. Onbeş güne kadar bırakmasında da bir mahzur yoktur. Kırk günü aşması ise, harama yakın (tahrîmen) mekruhtur.
Ama tırnakları çok uzayıp, sınırı aşmayacaksa, bekleyip cuma günü kesmek (özellikle camiye gidecek erkekler için) müstehaptır. Bu konuda Fetâvây-i Kâdihân'da şöyle denir:
"Bir adam tırnak kesmek ya da saç traşı olmak için, cuma gününü belirlese; başka günlerde de bunun câiz olduğunu kabul etmekle beraber, cumaya kadar beklemesi tırnak kesmeyi çok geciktirmiş olsa, bu mekruh olur. Çünkü tırnakları uzun olanın rızkı kıt olur. Eğer çok geciktirmiş olmayacaksa ve cumayı hadîsin tavsiyesine uymak için bekliyorsa bu müstehaptır. Çünkü Aişe Validemizden nakledildiğine göre, Rasûllullah Efendimiz (asm) şöyle buyurmuştur:"Kim cuma günü tırnaklarını keserse, Allah onun öbür cumaya kadar ve üç gün daha fazla belâlardan korur." [Kadihân (Hindiyye kenarında) NI/; Hindiyye V/ Benzer hadisler için bk. el-Hindî, Kenzu'I-ummâl VI/ ]
TEMİZLİK
Bedenin ve ruhun maddî manevî pisliklerden uzak tutulması.
İslâm, Müslümanları bazı görevleri yerine getirmekle mükellef tutmuştur. Bu görevlerden bir kısmı Müslümanın ruhi yönünü bir kısmı da maddî yönünü ilgilendirir. Dinin kesinlikle yerine getirilmesini istediği bedenî görevlerin aksatılması, vücudun çeşitli rahatsızlıklara yakalanması ve dinî-ahlakî görevlerin yapılabilme güçlüğünü ortaya çıkarır. Bunun için bedenî görevleri titizlikle yerine getirmek, sağlıklı ve her an her türlü görevleri eksiksiz yapabilecek bir beden yapısına sahip olmak, ahlakî bir yükümlülüktür.
Bedenî görevlerin başında temizlik gelir. Nitekim bir ayet-i kerimede Allah Teâla şöyle buyurmaktadır:
"Orada (Mescid-i Kuba'da) günahlardan ve pisliklerden temizlenmeyi seven adamlar vardır. Allah da böyle çok temizlenenleri sever." (Tevbe, 9/).
Ayetten de anlaşılacağı gibi, sadece gözle görülen maddî kirler değil, günah ve kötülükler gibi manevî kötülükler de pis sayılmış ve Müslümanların bunlardan arınmaları istenmiştir. Peygamber (asm)'in "Temizlik imanın yarısıdır."(Müslim, Tahare, 1) buyurması da temizliğin önemini gösterir.
Temizliği; beden temizliği, yiyecek-giyecek temizliği ve çevre temizliği olarak ele almak gerekir. Kur'an-ı Kerîm'de de bu üç çeşit temizliğe işaret eden ayetler vardır.
a. Beden Temizliği:
Allah Teâlâ belli durumlarda Müslümanlara abdest ve boy abdesti almalarını emretmiş ve şöyle buyurmuştur:
"Ey iman edenler! Namaza durmak istediğiniz zaman yüzlerinizi, dirseklere kadar ellerinizi yıkayın, başınızı meshedin ve ayaklarınızı da topuklara kadar yıkayın. Eğer cünüp iseniz tam temizlenin." (el-Mâide, 5/16).
Peygamber (asm)'in de hiç olmazsa haftada bir kere vücudun tamamen yıkanmasını ve her türlü kirden ve pis kokulardan arındırılmasını tavsiye ettiğini bilinmektedir.
"Ona tertemiz olanlardan başkası el sürmesin." (Vakıa, 56/79)
ayeti de Kur'an'ın ancak abdestli olarak ele alınabileceğini göstermektedir. Namaz kılmak, Kur'an okumak için abdest alınması, belli zaman ve durumlarda boy abdestinin alınması mecburiyetinin olması, Müslümanların, ister istemez her an temiz olmaları sonucunu ortaya çıkaracaktır. Kaldı ki, bir Müslümanın bedenini temizlemesi sadece abdest ve boy abdesti ile sınırlı kalmaz; gerekli gördüğü her yerde yıkanmak, yemeklerden önce ve sonra kesinlikle elleri yıkamak, özellikle ağız ve diş temizliğine dikkat etmek icab eder. Peygamber Efendimiz:
"Misvak kullanın, çünkü misvak ağzı temizler." (Buharî, Savm, 27);
"Eğer müminlere güçlük verecek olmasaydım, onlara her namaz için misvak kullanmayı emrederdim." (Buharî, Cumu'a 8; Müslim, Tahare, 42);
"Yemekten önce ve sonra el yıkamak yemeğe bereket getirir." (Tirmizî, Et'ime, 29)
buyurmakla el, ağız ve diş temizliğine verdiği önemi göstermiştir. Bu sebeple misvak veya fırça kullanarak dişleri temizlemenin önemli bir sağlık kuralı olduğu unutulmamalıdır.
Fazla uzadıkları zaman ve bakımsız, pis bırakıldıkları zaman birer mikrop yuvası olan tırnaklarla, vücudun belli yerlerindeki kılların kesilip temizlenmesine de dikkat edilmeli, saç, sakal, bıyık her zaman taranıp düzeltilmeli ve temiz tutulmalıdır. İbadetlerle elde etmek istediğimiz gönül temizliğine giden yolun, beden temizliğinden geçtiği unutulmamalıdır.
b. Yiyecek ve Giyecek Temizliği:
İnsan yaşayabilmek için yer ve içer. Yiyecek ve içecekleri temiz ve helâl olanlardan seçmek İslam'ın emirlerindendir. Allah Teâlâ şöyle buyurur:
"Ey iman edenler; size verdiğimiz rızıkların temiz olanlarından yeyin, şayet sadece Allah 'a ibadet ediyorsanız ona şükredin." (Bakara, 2/72).
Başka bir ayet-i kerimede de:
"Ey iman edenler! Allah 'ın size helâl kıldığı güzel ve temiz şeyleri haram etmeyin, sınırı, aşmayın. Çünkü Allah, sınırı aşanları sevmez. Allah'ın size verdiği rızıklardan helâl ve temiz olarak yeyin ve inandığınız Allah 'tan korkun." (Mâide, 5/) buyurmuştur.
Besin maddelerinde iki türlü temizlik aranması gerektiğini yukarıdaki ayetler ortaya koymaktadır. Bunlar maddî ve manevî temizliktir. Maddî temizlikten maksat, yenilen şeylerin kirli olmamasıdır. Kirli olanlar temizlendikten sonra yenilebilir. İçeçeklein de pis olmamasına özen gösterilir. Kirli ve mikroplu besinlerin vücud için ne büyük tehlike teşkil ettiğini, pek çok hastalığın bu yolla vücuda girdiği bilinmektedir.
Yiyecek ve içeceklerde aranan ikinci temizlik, manevi temizliktir. Allah Teâlâ, helal olan şeyleri temiz, haram olan şeyleri pis saymıştır. Öyleyse, nasıl yıkamak, kaynatmak, pişirmek yolu ile yiyecek ve içeceklerde maddî yönden temizlenmeye çalışılıyorsa, helal olanlarını seçmek suretiyle, de onlardaki manevî temizliğe dikkat edilmesi gerekmektedir. İslâm içki ve domuz etini haram oldukları için pis saydığı gibi aynı şekilde, hırsızlıkla veya haksız kazanç yoluyla elde edilen yiyecek ve içecekleri de pis kabul etmiştir.
Yiyeceklerde olduğu kadar giyeceklerde de temizliğe dikkat edilmelidir. Vücud ne kadar temiz tutulursa tutulsun, elbiseler temiz olmazsa, bu temizliğin bir kıymeti kalmaz. Allah Teâlâ'nın Peygamber (asm)'e ilk emirlerinden biri "Elbiseni de daima temiz tut." (Müddessir, 74/4) emridir. Allah Teâlâ Kur'an-ı Kerîm'de şöyle buyuruyor:
"Ey Âdem oğulları! Size çirkin (avret) yerlerinizi örtecek giysi, süslenecek elbise yarattık. Takva elbisesi daha hayırlıdır. İşte bunlar, Allah'ın ayetlerindendir. Belki düşünüp öğüt alırlar."
"Ey Âdem oğullar! Her mescide gidişinizde, süslü, güzel elbiselerinizi giyin; yeyin, için fakat israf etmeyin. Çünkü Allah israf edenleri sevmez."
"De ki: "Allah'ın kulları için çıkardığı süsü ve güzel rızıkları kim haram etti? " De ki, "O dünya hayatında inananlarındır, kıyamet günü de yalnız onlarındır." İşte biz, bilen bir topluluk için ayetleri böyle açıklıyoruz." (A'raf, 7/26, ).
Ayetlerden de anlaşılacağı gibi, Allah Teâlâ örtünmek ve süslenmek için giyecekleri insanlara bir nimet olarak vermiştir. İsrafa ve gösterişe kaçmadan, temiz ve sade giyinmek her Müslümanın görevidir. Ayrıca Peygamberimiz (asm), giyim kuşamı ile başkalarına karşı böbürlenenlerin Allah'ın rahmetinden uzaklaşacaklarını haber vermiştir (Müslim, Libas, ).
Şu halde Müslüman, giyiminde temiz ve derli toplu olmaya çalışmalıdır. Pis ve pejmürde bir kıyafet yalnız giyinen için değil, çevresindekileri de rahatsız eder. Peygamber (asm)'in her konuda olduğu gibi, üst-baş ve giyim kuşam konusunda da, temizliği ve derli toplu olmasıyla, Müslümanlara örnektir.
c. Çevre temizliği:
Müslüman, yediği, içtiği ve giyindikleri kadar içinde yaşadığı çevrenin de temiz olmasına dikkat eder. Bu önemli bir ahlakî sorumluluktur. Başta evler olmak üzere, sokaklar, mahalleler, köy ve kasabalar mutlaka temiz tutulmalıdır. Eğitim kurumları, fabrikalar, dükkanlar, camiler temiz tutulmalıdır .
Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:
"İbrahim ve İsmail'e: "Tavaf edenler, orada ibadet amacıyla oturanlar, rüku ve secde edenler için Evimi (Kabe'yi) temizleyin!" diye emretmiştik." (Bakara, 2/).
"Şüphesiz Allah çok tövbe edenleri ve pisliklerden temizlenenleri sever." (Bakara, 2/).
Çevre temizliği sadece kişileri ilgilendirmez, toplumsal bir konudur. Burada fertlerin karşılıklı hak ve görevleri söz konusudur. Meselâ; yola çöp atan veya çekinmeden tükürüp geçen; dinlenmek için gittiği gezinti yerlerinde yeyip içtiklerinin artıklarını çevreye saçan; işyerinin etrafını artık maddelerle kirleten bir kişi, yalnız çevresini kirletmiş olmakla kalmaz, kirlettiği yerlerde yaşayan veya o yerlerden yararlanan insanlara karşı da haksızlık yapmış, terbiyesizlikte bulunmuş olur. Bunun için çevre temizliğini aynı zamanda toplumsal bir görev olarak değerlendirmek ve bu konuda çok titiz davranmak Müslümanlar için bir yükümlülüktür.
Resulullah (asm) buyurmuştur: "
"İnsanların çoğunun aldandığı (yani değerini bilmediği) iki nimet vardır: Sağlık ve boş vakit." (Buharî, Rikak, 1)
Gerçekten de çoğu zaman insan ancak hastalandığında sağlığın kıymetini anlar. Buna meydan vermemek, sonunda pişman olmamak için hastalık gelmeden tedbirinin alınması gerekir. Sağlığın ilk şartı hastalıklara karşı en önemli tedbir olan temizliğe riayet etmektir.
Özetle Müslüman; üstü-başı, çevresi, yiyeceği ve giyeceği ile temiz, derli-toplu, intizamlı olmaya ve böylece Allah Teâla'nın rızasını kazanarak O'nun sevgili kulları arasına girmeye çalışır. Bu onun en önemli ahlakî görevidir. Bu görevini kesinlikle aksatmamalı ve dikkatli bir şekilde yerine getirmeye çalışmalıdır. (Ayrıca bk. "Abdest", "Gusül","Taharet" mad.).
İlave bilgi için tıklayınız:
MUÂŞERET
ÂDÂB
16 Kadının erkeğe / erkeğin kadına selam vermesi, yani namahrem olan (birbirine nikâh düşen) kadın ve erkeğin selamlaşması caiz midir?
Ebu Hanîfe ve arkadaşlarına göre, kadınların ilk olarak erkeklere selam vermesi caiz değildir. Çünkü kadınlar ezan, kamet, açıktan Kur'an-ı Kerîm okuma gibi faaliyetlerden menedilmişlerdir. Yalnız mahrem hısımlar bunun dışındadır. Bunlara onların selam vermesinde bir sakınca bulunmaz. Bu duruma göre, ünsiyet nedeniyle önce bir erkek selam vermişse, kadın bu selamı alabilecektir.
Malikîler selamlaşma konusunda genç kadınla yaşlı arasında ayırım yapmışlardır. Dayandıkları delil, "kötülüğe giden yolu kapama (seddü'z-zerîa)" prensibidir.
Hz. Peygamber (asm)'in mahremi olmayan kimi kadınlara selam verdiğini yada onların selamını aldığını gösteren uygulama örnekleri vardır.
Esma binti Yezîd (r. anha) Allah'ın Rasulünün (asm) bir kadınlar topluluğuna uğradığını ve kendilerine selam verdiğini nakletmiştir. (Ebü Davud, Edeb, ) Diğer yandan fetih yılında, bir gün Hz. Peygamber (asm) evde boy abdesti alıyor ve kızı Fatıma (seafoodplus.info) da onu örtüyordu. Bu sırada Ebu Talib'in kızı Ümmü Hanî içeri girip selam verince, Nebî (asm) onun kim olduğunu sormuş ve kendisine "merhaba" demiştir. (Buharî, Gusl, 21, Salat, 4, Edeb, 94; Müslim, Hayz, 70, Müsafirin, 82; Tirmizî, İsti'zan, Nesaî. Tahare. )
Bir gün Hz. Peygamber (asm), eşi Aişe (seafoodplus.info) ile birlikte bulunurlarken yanlarına Cebrail (a.s) gelmişti. Hz. Peygamber, eşine; "Bu Cebrail (a.s)'dır, sana selam veriyor." buyurunca Hz. Aişe (seafoodplus.info), "Ve aleyhi's-selam (ona da selam olsun)" diyerek selamı almıştır. (Buharî, Bed'u'l-Halk, 6, isti'zan, 16, 19; Müslim, Fazailu's-Sahabe, 90, 91; Tirmizî Menakıb, 62, isti'zan, 5.)
Benzer selamlaşma uygulaması kimi sahabe erkek ve kadınları arasında da olmuştur. Yukarıda, Hz. Ömer (ra)'in, Rasülullah (asm) adına biat almak üzere gittiği kadınlar topluluğuna selam verdiğini ve kadınların da onun selamını "merhaba" diyerek aldıkları belirtilmiştir. (A. b. Hanbel, V/85, VI/) Diğer yandan Muaz b. Cebel (ö. 18/) Yemen'e vali olarak gidince, yanına on iki çocuğu olan bir kadının gelerek selam verdiği nakledilmiştir. (A. b. Hanbel, V/)
Ashab-ı kiramdan kimileri ise; erkekler kadınlara selam verebilir, fakat kadınlar onlara selam veremez, demişlerdir. Bununla birlikte Abdullah b. Ömer (r.a.)'in bir kadına rastlayınca selam verdiği, Ata b. Ebî Rabah'ın ise (ö. /), "kadınlar genç olursa selam verilmez" dediği nakledilmiştir. (bk. Yusuf el-Kardavî, Fetava, II/)
Yukarıdaki deliller dikkatlice incelendiğinde mahrem olmayan kadınlarla selamlaşmanın, ya kadınların topluluk halinde olması veya kadınla ünsiyet bulunması yahut da bir iş veya bir ihtiyaç nedeniyle bir araya gelme gibi durumlarda yapıldığı görülür.
Kimileri kadınlarla selamlaşmayı, onun sesinin erkeklere haram olması yüzünden yasaklama yoluna gitmişlerdir. Ancak zaruret veya ihtiyaç hallerinde ve normal zamanlarda kadının sesinin erkeğe haram olduğunu bildiren doğrudan bir ayet veya hadis yoktur. Nitekim Hz. Peygamber (asm)'in aileleri için Allah Teala,
"Peygamberin hanımlanndan bir şey istediğiniz zaman perde arkasından isteyin." (Ahzab, 33/)
buyurur. Sahabe erkekleri Hz. Aişe (seafoodplus.info) veya Hz. Peygamber (asm)'in diğer eşlerine bir şey sorar veya bir şey isterlerse, onlar perde arkasından cevap verirlerdi. Bunun gibi pek çok sahabe hanımı günlük hayatta alma, verme, sorma, cevap alma, selam ve konuşma tarzlarında erkeklere muhatap olmuş, bunlardan hiçbirisi "Sus, senin sesin erkeklere haramdır!.." dememiştir.
Ancak bu konunun da fitne tehlikesi ve İslamî edeple sınırlı olduğunu unutmamak gerekir. Bu yüzden yaşlı veya toplu haldeki kadınlara, ya da amca, dayı eşi yahut bunların kızı gibi aile içinde ünsiyet bulunan hısımlara selam verip almada herhangi bir fitne tehlikesi yoksa da, tek başına bulunan genç kız ve hanımlara selam vermede böyle bir tehlikenin yokluğundan söz edilemez.
Diğer yandan selamlaşma edebiyle ilgili olarak da şunlar söylenebilir. Binitli olan yürüyene, küçük büyüğe, az olan topluluk çok olan topluluğa, yukarıda bulunan aşağıda olana selam verir. Namaz kılana, yemek yemekte olana, tuvalette bulunana ve içki-kumar gibi bir haramı işlemekte olana selam verilmez. (bk. Buharî, İsti'zan, , 11; Müslim, Edeb, 46, Selam, 1; Ebu Davüd, İsti'zan, 6; Tirmizî, İsti'zan, 14; A. b. Hanbel, III/44, , VI/19, 20)
17 Gülme, tebessüm, kahkaha gibi konularda dinimizin tavsiyeleri nelerdir?
Cevap 1:
Klasik kaynaklarda genellikle,"sevincin veya psikolojik açıdan rahatlamanın bir ifadesi olarak, dişler görünecek biçimde yüzün gerilmesi" şeklinde tarif edilen gülmenin hafif derecede olanına tebessüm, yüksek sesle olanına kahkaha denildiği belirtilir (Râgıb el-lsfahânî, el-Müfredât, "dhk" md.)
Kur'ân-ı Kerîm'deki bazı örneklerden, insanın sevindirici bir haber, ilginç bir gelişme karşısında gülmesinin tabii olduğu anlaşılmaktadır. (Kindî. Resâ'il, I, ) Güldürenin de ağlatanın da Allah olduğunu ifade eden âyet (Necm, 53/43) hem gülme ve ağlamanın tabiiliğini, hem de aynı varlıkta zıt tabiatları yaratan kudretin büyüklüğünü belirtmektedir.
Gülmenin bir alay ve aşağılama ifadesi olduğuna işaret eden âyetler de vardır. (Mü'minûn, 23/ ; Zuhruf, 43/47; Necm, 53/ ) Dünyada müşrikler alaycı tavırlarla müminlere gülmüşlerdi; âhirette ise gülme sırası müminlere gelecek (Mutaffifîn, 83/) ve o gün bazı yüzler gülerken bazı yüzleri keder kaplayacaktır. (Abese, 80/)
Gülme, insana has bir davranış olarak aynı zamanda insan karakterini belirleyici bir nitelik ve beşerî ilişkilerde sıkça görülen bir tavır olmasından dolayı, İslâm ahlakıyla ilgili kaynaklar bu kavramı inceleme konusu yapmıştır. Hz. Peygamber (asm)'in nükteli sözler, ilginç çelişkiler, sürpriz gelişmeler ve diğer bazı hareketler karşısında tebessüm ettiğine ve güldüğüne dair hadisler vardır. (bk. Wensinck, el-Muccem, "bsm", "dhk" seafoodplus.info) Bu hadisler, onun yumuşak tabiatının yanı sıra hoşgörüsünü de yansıtmaktadır. (bk. Buharî, "Edeb", "Fezâ'ilü aşhâ-bi'n-nebi", 6; Müslim, "Fezâilü's-sahâ-be", 22)
Ancak söz konusu hadislerde Resûl-i Ekrem (asm)'in gülmesinin tebessüm şeklinde olduğu, ayrıca güler yüzlü oluşuyla yanındakilere sevinç ve huzur verdiği belirtilir. (Buhârî, "Edeb", 68; "Tefsir", 46/2; Müslim, "Fezâ'ilü'ş-şahâbe", ; Tirmizî, s. )
Hadis-i şeriflerden anlaşıldığına göre, Resûl-i Ekrem (asm) genellikle beşûş çehreli, güleç yüzlü idi. Yani o, en sıkıntılı anlarında bile umumiyetle üzüntülerini belli etmez ve yanındakilere hüzün verecek bir tavır sergilemezdi. Bilhassa çok sevdiği kimselerle karşılaştığında tebessümü bir kat daha artardı. (bk. Tirmizî, Menâkıb, 10; Ebû Dâvûd, İstiska, 2)
Konuyla ilgili hadisleri de dikkate alan İslâm ahlâkçıları, gülmenin hem insan tabiatına hem de ahlâka ve edebe uygun olduğunu, fakat mizah gibi gülmede de dengeyi korumanın güç olduğunu belirtir. Bundan dolayı ahlâkçılar, normal şartlarda gülmemenin veya gülme eğilimini bastırmanın insanı sevimsizleştirdiğine, ancak çok gülmenin de kişinin şahsiyet ve vakarını zedelemek, önemli meseleleri ciddiye almamak, gaflete yol açmak gibi sonuçlar doğurduğuna, özellikle ağır şakalar yaparak, alay ve gıybet ederek gülmenin insanlar arasında düşmanlığa yol açtığına dikkat çekmişlerdir. (bk. Mâverdî, Edebü'd-dünyâ ve'd-dîn, Beyrut , s. ; Gazzâlî, İhya' (Beyrut), III, , ; İslam Ansiklopedisi, DİA Gülme md.)
Cevap 2:
Gülümsemek, güler yüzlü olmak, az gülmek, gülünç olmak, gülmek, çok gülmek, kahkahayla gülmek, yapmacık gülmek, boş yere gülmek, alay edici, incitici ve küçümseyici gülmek, güldürmek, boş yere güldürmek fiilleri arasında farklar vardır. Bunların hiçbirisi diğeriyle aynı fiil değildir. Dereceleri ve aldıkları hükümler de ayrı ayrıdır. Bunlardan bazısı teşvik edilmiş, bazısı mübah görülmüş, bazısından ise sakındırılmıştır. Bunları sırasıyla görelim:
1. Gülümsemek, güler yüzlü olmak ve az gülmek sünnettir. Bunlarda sadaka sevabı vardır. Bunlar kalbe hayat verir. Ruha huzur verir. İnsanları kaynaştırır, insanlar arasında güven, sıcaklık ve yakınlaşma meydana getirir. Dostlukları arttırır. Düşmanlıkları öldürür, husûmeti kırar. Kırgınlıkları önler. Şeytandan gelen kini, nefreti, öfkeyi, kızgınlığı, küskünlüğü söndürür ve yok eder.
Peygamber Efendimiz (asm) gülümserdi ve güler yüzlü idi. İnsanlara somurtmazdı. Kızdığında kızgınlığını belli etmezdi. Buyurmuştur ki:
“Güler yüzle insanlara selâm vermen sadakadır.” (Câmiü’s-Sağîr, 4/)
“Allah yumuşak ve güler yüzlü kimseyi sever.” (Câmiü’s-Sağîr, 2/)
“Siz mallarınızla bütün insanları memnun edemezsiniz. Öyle ise, güler yüzlülüğünüz ve güzel huyunuzla onları memnun ediniz.” (Câmiü’s-Sağîr, 2/)
“Allah Müslüman kardeşine surat asan kimseye buğz eder.” (Câmiü’s-Sağîr, 2/)
“Allah’tan kork ve hiçbir iyiliği küçümseme. Bu, su isteyen birisine kovandan su vermek veya Müslüman kardeşini güler yüzle karşılamak dahî olsa.”(Müslim, Birr, ; Tirmizî, Et’ime, 30)
2. Çok gülmek, kahkahayla gülmek, yapmacık gülmek, boş yere gülmek, alay edici, incitici ve küçümseyici gülmek ve boş ve batıl şekilde güldürmek ise derece derece yasaklanmıştır.
“Hazret-i Peygamber (asm) çok susar, az gülerdi.”(Müsned, 5/86)
Kur’ân, gereksiz gülmeye taraftar değildir. Buyurur ki:
“Ağlayacak yerde gülüyorsunuz!..”(Necm, 53/60)
Konuyla ilgili uyarıcı hadisler ise şöyledir:
“Az gül. Çünkü çok gülmek kalbi öldürür (katılaştırır).” (Tirmizî, Zühd, 2; İbn Mace, Zühd, 19)
“Siz benim bildiğimi bilseydiniz az güler çok ağlardınız. Yüksek dağlara çıkar, sızlanarak Allah’a yalvarırdınız. Çünkü kurtulup kurtulamayacağınızı bilemiyorsunuz.”(Câmiü’s-Sağîr, 4/
“Kim gülerek günah işlerse, ağlayarak cehennem ateşine girer.”(Câmiü’s-Sağîr, 4/)
“İki çeşit gülme vardır: Bir gülme vardır ki, Allah sever. Bir gülme vardır ki, Allah gazap eder. Allah’ın sevdiği gülme şudur: Kişi görmeyi arzuladığı bir din kardeşiyle karşılaşır ve onu gördüğünden dolayı sevinir. Allah’ın gazap ettiği gülme ise, kişi incitici, eziyet verici, küçük düşürücü, alay edici, kaba veya batıl bir sözü hem gülmek ve hem de başkalarını güldürmek amacıyla söyler. Bu yüzden yetmiş kat cehennem uçurumundan aşağı yuvarlanır.” (Câmiü’s-Sağîr, 3/)
“Ölüm kendisini kovaladığı halde, dünyayı kovalayan kimseye şaşarım. Kendisinden gafil olunmadığı halde, gaflete dalan kimseye şaşarım. Allah kendisinden râzı mıdır, kızgın mıdır bilmediği halde kahkahayla gülen adama şaşarım.”(Câmiü’s-Sağîr, 3/)
“Bana az önce şu duvarın kenarında cennet ve cehennem gösterildi. Hayrın yapılmasının ve şerden kaçınılmasının önemli sonuçları olduğunu bugünkü kadar görmedim. Eğer benim bildiğimi bilseydiniz az güler, çok ağlardınız.” (Buhârî, Salât, 51; Müslim, Fezâil, )
“Acıkmadan yemek, uyku gelmeden uyumak, şaşkınlık yaşamadan yapmacık olarak gülmek, musîbet ânında feryad etmek, nîmet ânında gayrimeşrû şekilde çalgı çalmak Allah katında büyük gazaba sebep olan şeylerdendir.” (Câmiü’s-Sağîr, 3/)
“Allah şu altı hasleti çirkin görür:
1. Namazda lüzumsuz hareketler,
2. Sadakayı başa kakmak,
3. Orucu tehlikeye düşürecek davranışlarda bulunmak,
4. Kabirlerin yanında gülmek,
5. Cünüp olarak mescide girmek,
6. İzinsiz başkasının evine göz atmak.” (Câmiü’s-Sağîr, 2/)
Başkasını küçük düşürücü ve alay edici olmamak ve ölçüsüz olmamak kaydıyla ise, normal gülmeler mübahtır. Ancak katıla katıla gülmek, güldürmeyi meslek edinerek bunun için saatlerce proğram yapmak gibi aşırı tavırlar uygun değildir. Zîra aşırı gülmek şakacılığın, nüktedanlığın veya güler yüzlü olmanın değil, Allâh'tan gâfil olmanın bir netîcesi olabilir.
18 Bağnazlığın zararları nelerdir?
Bağnazlık, doğru veya yanlışlığa bakmaksızın bir fikrin savunmasını yapmak, kendi dinini, mensup olduğu düşünceyi veya ekolü her türlü düşünce ve inançtan üstün görmek, Taassup da kör bir tarafgirlik ve doğruluğu hiç araştırılmadan karşıt düşünceyi inkâr vardır.
İnsanda herhangi bir konuda oluşan aşırı sevgi ve heyecan bilgi ile değil de cehaletle desteklenirse, o konuda taassup; ilimle desteklenirse, müsamaha (hoş görürlülük) meydana gelir. Taassup sahiplerine mutaassıp denir.
Her ne kadar halk arasında mutaassıp kelimesi dindar anlamında kullanılıyorsa da, bu çok yanlış bir kullanımdır. Taassupa en çok karşı çıkan din İslâm'dır. Hz. Peygamber (s.a.s) müşrikleri İslam'a davet ettiğinde onlar, yanlış-eksik yönleri olduğunu söyleyerek değil, körü körüne atalarının dinine sarıldıkları, hiç bir araştırma ve tartışmaya girmeden kendi dinlerini üstün gördükleri için İslâmiyet'i kabul etmiyorlardı. Hak dinikabul ettirmeyen, ona karşı koyduran bu kör inada Kur'an "Cahiliyye taassubu" (hamiyyetü'l-câhiliyye) (el-Fetih, 48/26) demektedir.
Bugün de İslâmiyet hakkında yeterli ve doğru bilgisi olmayan, aksine, onun hakkında yanlış bilgilere sahip olan ve kendi bildiklerini tartışmasız doğru ve üstün kabul ederek İslâm'a karşı olan mutaassıp aydınlar olabileceği gibi, dinî heyecanları çok, fakat din hakkındaki bilgileri eksik olan mutaassıp dindarlar da olabilir.
Müslüman mutaassıp değil, hoşgörülü olmalıdır. Müsamahakâr insan, sabit fikirli değildir, medeni cesaretle fikirleri tartışabilir, doğru ile yanlışı ayırdetme gücüne sahiptir. Hakkında yeterli bilgisi olmayan şeylerde körü körüne iddia sahibi değildir. Ancak böyle davranıldığı zaman doğruyu anlatma imkanı olur. İslâm'ın yayılışında Hz. Peygamber (s.a.s) insanlara İslâm'ı hoşgörü ile anlatmış, irşadının vazgeçilmez unsuru, müsamahası olmuştur.
"(Dini anlatırken) kolaylaştırınız (hoşgörülü olunuz), zorlaştırmayınız, müjdeleyiniz, nefret ettirmeyiniz."(Buharî, Edeb, 80)
hadisindeki tavsiye de bunu göstermektedir.
Kur'anî nasslara ve sünnete uygun olan bağlılık taassup değildir. Zira iman, tasdik etmek; İslâm ise, hak ve doğru olana teslim olmak demektir. bu da dine bağlılık ve sadık olmak anlamını taşır ki, buna salabet-i diniyye denir.
Bilgisizlikten kaynaklanan taassup ise, inat ve muhakemesizlik üzere kuruludur. Taassup yalnız dinlerde değil, beşeri ideolojilerde de bağnazca bağlılıklar neticesinde görülmektedir. Müslüman dinine körü körüne değil bilinçli olarak bağlıdır.
(Akif KÖTEN)
19 Karım beni aldattı, ona nasıl bir ceza vermeliyim, yoksa affetmek mi gerekir?
Eşlerden birinin zina etmesi boşanma nedenidir. Bu sebepten dolayı karısını boşayan bir erkek günahkar olmaz. Ancak bu konu sizin karar vereceğiniz bir durumdur. Eşinizin yaptığına yürekten pişman olup olmadığını, samimi olup olmadığını, bu hatanın tekrarlanma olasılığını ve çocuklarınızın durumunu göz önünde bulundurarak, çevrenizdeki ilim sahibi ve tecrübeli kişilerle istişare ederek karar verebilirsiniz.
İlave bilgi için tıklayınız:
Boşanma nedenleri
20 Zina etmek neden günahtır?
Kur'ân-ı Kerîm'de şöyle buyurulur:
"Onlar Allah ile birlikte başka ilaha dua etmezler. Haksız yere, Allah'ın haram kıldığı kimseyi öldürmezler ve zina da etmezler. Kim bunları yaparsa cezaya çarpar. Ona kıyamet gününde kat kat azap verilir ve o azabın içinde alçaltılmış şekilde ebedî bırakılırlar." (Furkân, 25/68).
Ayette tevhid inancına vurgu yapılmakta, özellikle bu inançla insan hayatına saygı ve zinadan sakınma, yani iffet ve namus duygusu arasında ilişki kurulmakla da imanın ahlâk üzerinde etkili olduğu, imanla ahlâk arasında kesin bir ilişki bulunduğu ima edilmektedir. Zina ise ayette ifade edildiği gibi
"Zinaya yaklaşmayın. Çünkü o, çok çirkin bir iş ve kötü bir yoldur." (İsrâ, 17/32)
çirkin bir iştir. Zina, insan onuruna tecavüz ve namusu çiğnemektir. Zina yasağının ardından "Çünkü o çirkin bir iş, çok kötü bir yoldur." denilmesi, zinanın insanın temiz fıtratına ve aklı selime aykırı olduğuna işaret etmektedir,
Zina: Kadın ve erkeğin iffet ve namus perdesini yırtan, aileyi temelinden sarsan, toplumu dejenere eden, ahlâk ve fazîleti yıkan, nesli soysuzlaştıran kötü bir fiildir. Oysa Allah'a ve ahiret gününe dosdoğru imân eden kimsenin, şu dünyaya iffet perdesine leke dokundurmamak, aile yuvasını Allah'ın muradına uygun sapasağlam ayakta tutmak, ahlâk ve fazîleti korumak, imanlı bir nesil yetiştirmek için gözlerini açtığını biliyoruz.
Asr-ı saadette Peygamberimiz (asm) Ashabıyla beraber bulunuyordu. Bir genç çıkageldi ve çok saygısızca:
- Ya Resulallah! Ben felanca kadın ile arkadaş olmak istiyorum, onunla zina yapmak istiyorum, dedi. Ashab-ı Kiram, bu durumdan çok öfkelendiler. İçlerinden gazaba gelerek genci dövmek ve huzuru Resulullah (asm)'dan çıkarmak isteyenler oldu. Bazıları bağırıştılar. Çünkü genç çok hayasız konuşmuştu. Sevgili Peygamberimiz (asm) bırakın o genci buyurdu. Resulullah (asm), genci yanına çağırdı, dizinin dibine oturttu. Gencin dizlerini kendi mübarek dizine değdirecek bir şekilde oturttu ve:
"Ey genç, birinin annenle bu kötü işi yapmasını ister misin? Bu çirkin hareket hoşuna gider mi?" diye sordu. Genç hiddetle:
"Hayır Ya Resulallah!" diye cevab verdi. Resulallah:
"Öyle ise o çirkin işi yapacağın kimsenin evlatları da bundan hoşlanmazlar." Sonra:
"Peki, bu çirkin işi senin kız kardeşinle yapmak isteseler, sever misin?" diye sorduklarında genç :
"Hayır, asla!" diyerek hiddetleniyordu.
"Şu halde insanlardan hiç kimse bu işi sevmez buyurdu." Sonra seafoodplus.infober (asm) mübarek elini bu gencin göğsüne koyarak şöyle dua etti:
"Allah'ım! Sen bu gencin kalbini temiz kıl. Namusu ve şerefini muhafaza eyle ve günahlarını da bağışla."
Genç, Resulallah (asm)'ın huzurundan ayrıldı. Bir daha günah işlemediği gibi böyle bir kötü düşünce aklından bile geçmeden yaşamış! (Müsned, V. )
21 İnsanları incitmeye hakkımız var mı? Kötülüklere karşı nasıl davranmalıyız?
İslam dini her türlü kötülük ve incitmeye karşıdır.