olay hikayesi ornegi / Olay ve Durum Hikayesi Örnekleri, Farklılıkları ve Benzerlikleri Nelerdir? | RenkliNOT

Olay Hikayesi Ornegi

olay hikayesi ornegi

Olay Hikayesi Örneği

Olay Hikayesi Örneği

Ahmet iki de bir saatine bakıp duruyordu. Aradan on saniye geçmeden tekrar saatine baktı. O sırada ise beklediği otobüs gelmiş olacak ki hemen ayağa kalktı ve otobüse bindi. On dakika kadar sonra bir durakta otobüsten indi. Koşar adımlarla karşı kaldırıma geçti. Bir elli metre düz gittikten sonra yukarıya doğru çıkan basamaklardan birer ikişer basarak yukarı yola çıktı. Tam karşıya geçecekken bir araba yanına yanaştı. Arabadan  iki adam inip Ahmet’in koluna girerek onu zorla arabaya bindirdiler ve hızla oradan uzaklaştılar. 

Ahmet gözünü açtığında yere devrilmiş vaziyette ellerinin bağlı olduğunu farketti. Genişçe bir avluda tek  başınaydı. Yerinden yavaşça doğruldu ve kapıya doğru yöneldi. Kapının kilitli olduğunu farketti. Bağırıp çağırmaya başladı. Ama sesini duyan kimseler olmadı. Bir süre sonra ileride bir pencere olduğunu farketti.  Oraya gittiğinde pencerede bulunan demirlerden birinin koptuğu gördü. Elleri her ne kadar bağlı olsa da biraz uğraştıktan sonra demirin bir kısmını eğdi ve oradan dışarıya çıktı. İleride ormanlık bir alan vardı. Yan tarafta ise geniş bir düzlük. O izini rahatça kaybettirmek için ormanlık alana doğru kaçmaya başladı. Ahmet’in kaçtığını ona yemek vermeye geldiklerinde anladılar. Hemen on beş kadar kişi peşine düştü. Ahmet ise bayağı uzaklaşmıştı ordan. Yaptığı icadın birilerinin canını sıkacağını biliyordu. Ama bu kadarını hiç beklememişti. Ormanın bitiminde bir benzin istasyonu gördü. Buradan hemen polisi aradı ve durumu izah etti. Ahmet, ordunun gücünü artıracak bir silah üzerinde çalışıyordu. Muhtemelen onu yakalayanlar da onun toplantıya gitmeden kaçırmak,  silahla ilgili tüm bilgileri, güvenlik yazılımlarını almaktı.  Polis gelince Ahmet onlarla birlikte sunum yapacağı yere gitti. Oradaki tüm personel icadını çok beğenmiş herkes Ahmet’i ayakta alkışlamıştı.

Ahmet o günden sonra vatanı İçin daha çok çalışacağına söz verdi. Ömrü boyuncada bu sözünde durdu.


Olay Hikayesi Örnekleri Nelerdir? Maddeler Halinde Olay Hikayesi Özellikleri


Hikaye hem dünya edebiyatında hem de Türk edebiyatında köklü bir geleneği olan bir tür olmaktadır. Bunlardan bir tür olan olay hikayesi ise diğer türlere göre daha akıcı bir üslubun kullanıldığı bir hikaye çeşididir.

Maddeler Halinde Olay Hikayesi Özellikleri

Olay hikayesi herhangi bir olayı ele alarak serim, düğüm ve çözüm bölümlerini barındıran ve olay akışı, mekan, kişi ve zaman unsurlarını da içerisinde barındıran hikayelere denilmektedir. Akıcı bir üslup kullanılan olay hikayelerinde okuyucuda heyecan ve merak duygusu oluşturulmaktadır. Ayrıca bu hikayelere kısa roman da denilmektedir.

Olay hikayesi denildiği zaman karşımıza Maupassant tarzı hikaye ortaya çıkmaktadır. Maupassant hikayeler akıcı, merak uyandıran ve bir karakterin başından geçen olayları bir örgü içerisinde anlatan hikayelerdir. Olay hikayesinin özelliklerini ise şu şekilde sıralayabiliriz:

- Merak uyandırıcı, akıcı ve heyecan verici bir anlatım tarzı vardır.
- Roman gibi karakterlerin özelliklerine de yer verilmektedir.
- Hikayelerin içerisinde bir kurgu bulunur.
- Olay içerisinde olaylar peş peşe, gerilim arttırılarak ve heyecan katılarak verilmektedir.
- Olaylar hakkında betimlemelere yer verilir. Bu olaylar detaylandırılır.
- Hikayenin sonları çarpıcı ve etkileyici bir şekilde biter.
- Bu hikayeler realizm akımından etkilenmiştir.
- Olaylar gerçek yaşamdan esinlenerek kaleme alınır.
- Serim, düğüm ve çözüm bölümleri bulunmaktadır.

Olay Hikayesi Örnekleri Nelerdir?

Türk edebiyatında olay hikayesinin en önemli temsilcisi Ömer Seyfettin olmaktadır. Olay hikayesine Ömer Seyfettin'in Kaşağı eseri örnek verilebilir. Bunun dışında Refik Halit Karay, Reşat Nuri Güntekin, Yakup Kadri Karaosmanoğlu ve Sabahattin Ali de olay hikayelerinde başarılı eserler vermiştir.

Durum ve Olay Hikayeleri

Olay ve durum hikayeleri edebiyat alanında kullanılan terimlerdir. Bu terimlerin ne gibi karşılıklarının olduğunu örneklerle anlatmaya çalışacağız. Umarız verilecek bilgiler belli bir doygunluğa ulaşmanızda faydalı olur.

Kısaca Olay ve Durum Hikayesi Farkları

Durum hikayesinin kurucusu Anton Çehov’dur. Hayattan bir bölümün anlatıldığı, anlatımın öne çıktığı ve olay üzerine kurulmayan hikayelere durum durum hikayesi denir. Durum hikayelerinde yazar plan yapma zorunluluğunda değildir. Durum hikayelerinin olay hikayelerinden en önemli farkları ise serim, düğüm, çözüm düzenidir. Olay hikayelerinde merak öğesi öncelikli öneme sahiptir. Durum hikayelerinde ise merak öğesi kişisel ve sosyal yorumlardan, duygu ve hayallerden sonra gelir.

Olay hikayesi ise giriş, gelişme ve sonucu olan hikayelerdir. Hikaye olaylar üzerine kuruludur.  Olaylar belli bir plan ve düzen içerisinde işlenir..

Olay Hikayesi Özellikleri

  • Öncüsü Fransız yazar Maupassant’tır ve Türk edebiyatında ise Ömer Seyfettin’dir.
  • Merak öğesi üzerine kuruludur.
  • Yer, zaman ve kişiler üzerinden olaylar anlatılır.
  • Olaylar bütün gerçekliği ile okuyucuya aktarılmalıdır.
  • Hikayenin giriş, gelişme ve sonucu vardır.
  • Olaylar belli bir plan ve düzen içerisinde işlenir.

Durum Hikayesi Özellikleri

  • Öncüsü Rus yazar Çehov ve Türk edebiyatında Sait Faik Abasıyanık ve Memduh Şevket Esendan.
  • Durum hikayelerinde belli bir düşünce güdülmez.
  • Hikaye olay üzerine kurulu değildir.
  • Yazar kendi kişiliğini saklar.
  • Hikaye kahramanları tam olarak tanıtılmaz .
  • Kişiler zaman ve mekana bağlı olarak okuyucuya sezdirilir.
  • Hikaye sona erince bitmez, asıl hikaye bundan sonra başlıyor demektir.
  • Hikayede okuyucunun hayal kurması ve kendine göre yorumlaması söz konusudur.

Durum Hikâyesi Örneği

Sait Faik Abasıyanık – Semaver

-Sabah ezanı okundu. Kalk yavrum, işe geç kalacaksın.

Ali nihayet iş bulmuştu.Bir haftadır fabrikaya gidiyordu.Anası memnundu. Namazını kılmış,duasını yapmıştı.İçindeki Cenabı Hak’la beraber oğlunun odasına girince uzun boyu,geniş vücudu ve çok genç çehresi ile rüyasında makineler, elektrik pilleri,ampuller gören, makine yağları sürünen ve bir dizel motoru homurtusu işiten oğlunu evvela uyandırmaya kıyamadı. Ali işten çıkmış gibi terli ve pembe idi.

Halıcıoğlu’ndaki fabrikanın bacası kafasını kaldırmış,bir horoz vekarıyla sabaha, Kâğıthane sırtlarında beliren fecr-i kâzibe bakıyordu. Neredeyse ötecekti.

Ali nihayet uyandı.Anasını kucakladı.Her sabah yaptığı gibi yorganı kafasına büsbütün çekti.Anası yorgandan dışarıda kalan ayaklarını gıdıkladı.Yataktan bir hamlede fırlayan opluyla beraber tekrar yatağa düştükleri zaman bir genç kız kahkahasıyla gülen kadın mesut sayılabilirdi. Mesutları çok az bir mahallenin çocukları değil miydiler? Anasının çocuğundan, çocuğun anasından başka gelirleri var mıydı? Yemek odasına kucak kucağa geçtiler. Odanın içini kızarmış bir ekmek kokusu doldurmuştu. Semaver, ne güzel kaynardı! Ali semaveri,içinde ne ıstırap, ne grev, ne de kaza olan bir fabrikaya benzetirdi. Ondan yanlız koku, buhar ve sabahın saadeti istihsal edilirdi.Sabahleyin Ali’nin bir semaver, bir de fabrikanın önünde bekleyen salep güğümü hoşuna giderdi. Sonra sesler. Halıcıoğlu’ndaki askeri mektebin borazanı, fabrikanın uzun ve bütün Haliç’i çınlatan düdüğü, onda arzular uyandırır; arzular söndürürdü. Demek ki, Ali’miz biraz şairce idi. Büyük değirmende bir elektrik amelesi için hassasiyet, Haliç’te büyük transatlantikler sokmaya benzerse de, biz, Ali, Mehmet, Hasan, biraz böyleyizdir. Hepimizin gönlünde bir aslan yatar.

Ali annesinin elini öptü. Sonra şekerli bir şey yemiş gibi dudaklarını yaladı. Annesi gülüyordu. O annesini her öpüşte, böyle bir defa yalanmayı âdet etmişti. Evin küçük bahçesindeki saksıların içinde fesleğenler vardı. Ali bir kaç fesleğen yaprağını parmaklarıyla ezerek avuçlarını koklaya koklaya uzaklaştı.

Sabah serin, Haliç sisli idi. Arkadaşlarını sandal iskelesinde buldu; hepsi de dinç delikanlılardı. Beş kişi Halıcıoğluna geçtiler.

Ali, bütün gün zevkle, hırsla, iştiyakla çalışacak. Fakat arkadaşlarından üstün görünmek istemeden. Onun için dürüst, gösterişsiz işliyecek. Yoksa işinin fiyakasını da öğrenmiştir.Onun ustası İstanbul’da bir tek elektrikçi idi.Bir Alman’dı.Ali’yi çok severdi.

İşinin dalaveresini, numarasını da öğretmişti.Kendi kadar usta ve becerikli olanlardan daha üstün görünmenin esrarı çeviklikte, acelede, aşağı yukarı sporda,yani gençlikte idi.

Akşama, arkadaşlarına yeni bir dost, yeni bir kafadar, ustalarına sağlam bir işçi kazandırdığına emin ve memnun evine döndü.Anasını kucakladıktan sonra karşı kahveye, arkadaşlarının yanına koştu. Bir pastra oynadılar. Bir heyecanlı tavla partisi seyretti. Sonra evinin yolunu tuttu. Anası yatsı namazını kılıyordu. Her zaman yaptığı gibi anacığının önüne çömeldi. Seccadenin üzerinde taklalar attı. Dilini çıkardı. Nihayet kadını güldürmeye muvaffak olduğu zaman, kadıncağız selam vermek üzere idi.

Anası:
-Ali be, günah be yavrum, dedi. Günah yavrucuğum, yapma!
Ali:
-Allah affeder ana, dedi.
Sonra saf, masum sordu:
-Allah hiç gülmez mi?

Yemekten sonra Ali, bir Natpinkerton romanı okumaya daldı. Anası ona bir kazak örüyordu. Sonra yükün içinden lavanta çiçeği kokan şilteler serip yattılar.

Anası sabah namazı okunurken Ali’yi uyandırdı.
Kızarmış ekmek kokan odada semaver ne güzel kaynardı. Ali semaveri, içinde ne ıstırap, ne grev, ne de patron olan bir fabrikaya benzetirdi. Onda yanlız koku,buhar ve sabahın saadeti istihsal edilirdi.

Ali’nin annesine ölüm, bir misafir, bir başörtülü, namazında niyazında bir komşu hanım gelir gibi geldi.Sabahları oğlunun çayını, akşamları iki kap yemeğini hazırlaya hazırlaya akşamı ediyordu. Fakat yüreğinin kenarında bir sızı hissediyor; buruşuk ve tülbent kokan vücudunda akşamüstleri merdivenleri hızlı hızlı çıkarken bir kesiklik, bir ter, bir yumuşaklık duyuyordu.

Bir sabah, daha Ali uyanmadan, semaverin başında üzerine bir fenalık gelmiş; yakın sandalyeye çöküvermişti. Çöküş, o çöküş.
Ali annesinin kendisini bu sabah niçin uyandırmadığına hayret etmekle beraber, uzun zaman vaktin geciktiğini anlayamamıştı. Fabrikanın düdüğü,camların içinden tizliğini, can koparıcılığını terk etmiş ve bir
sünger içinden geçmiş gibi yumuşak, kulaklarına geldi.Fırladı. Yemek odasının kapısında durdu. Masaya elleri dayalı uyuklar vaziyetteki ölüyü seyretti. Onu uyuyor sanıyordu. Ağır ağır yürüdü. Omuzlarından tuttu. Dudaklarını soğumaya başlamış yanaklara sürdüğü zaman ürperdi.

Ölümün karşısında, ne yapsak, muvaffak olmuş bir aktörden farkımız olmayacak.O kadar, muvaffak olmuş bir aktör.
Sarıldı.Onu kendi yatağına götürdü. Yorganı üstlerine çekti; soğumaya başlayan vücudu ısıtmaya çalıştı. Vücudunu, hayatiyetini bu soğuk insana aşılamaya uğraştı. Sonra, aciz, onu köşe minderinin üzerine attı.Bütün arzusuna rağmen o gün ağlayamadı. Gözleri yandı,yandı, bir damla yaş çıkarmadı. Aynaya baktı. En büyük kederinin karşısında, bir gece uykusuz kalmış insan çehresinden başka bir çehre almak kabil olmayacak mıydı?
Ali birdenbire zayıflamak, birdenbire saçlarını ağarmış görmek, birdenbire belinde müthiş bir ağrı ile iki kat oluvermek, hemen yüz yaşına girmiş kadar ihtiyarlamak istiyordu. Sonra ölüye baktı. Hiç de korkunç
değildi.

Bilakis, çehresi eskisi kadar müşfik, eskisi kadar mülayimdi. Ölünün yarı kapalı gözlerini metin bir elle kapadı. Sokağa fırladı. Komşu ihtiyar hanıma haber verdi. Komşular koşa koşa eve geldiler. O fabrikaya yol-
landı. Yolda kayıkla giderken, ölüme alışmış gibi idi.
Yan yana, kucak kucağa, aynı yorganın içinde yatmışlardı. Ölüm, munis anasına girdiği gibi onun bütün hassasiyetini şefkatini, yumuşaklığını almıştı. Yalnız,biraz soğuktu. Ölüm, bildiğimiz kadar korkunç bir şey
değildi. Yalnız biraz soğuktu o kadar…
Ali, günlerce evin boş odalarında gezindi. Gece ışık yakmadan oturdu. Geceyi dinledi. Anasını düşündü.
Fakat ağlayamadı.
Bir sabah yemek odasında karşı karşıya geldiler.O, yemek masasının
muşambası üzerinde sakin ve parlaktı. Güneş, sarı pirinç maddenin üzerinde donakalmıştı.Onu kulplarından tutarak, gözlerinin göremeyeceği bir yere koydu. Kendisi bir sandalyeye çöktü. Bol bol, sessiz bir yağmur gibi ağladı. Ve o evde o, bir daha kaynamadı.

Bundan sonra Ali’nin hayatına bir salep güğümü girer.
Kış Haliç etrafında İstanbul’dakinden daha sert,daha sisli olur. Bozuk kaldırımların üzerinde buz tutmuş çamur parçalarını kırarak erkenden işe gidenler;mektep hocaları, celepler ve kasaplar fabrikanın önünde bir müddet dinlenirler, kocaman bir duvara sırtlarınıvererek üstüne zencefil ve tarçın serpilmiş salep içerlerdi.

Yün eldivenlerin içinde saklı kıymettar elleri salep fincanını kucaklayan burunları nezleli, kafaları grevli, ıstıraplı pirinç bir semaver gibi tüten sarışın ameleler, mektep hocaları, celepler, kasaplar ve bazen
fakir mektep talebeleri kocaman fabrika duvarına sırtlarını verirler, üstünde rüyalarının mabadi serpilmiş salepten yudum yudum içerlerdi.

Olay Hikâyesi Örneği

Ömer Seyfettin – İlk Cinayet

Ben hep acı içinde yaşayan bir adamım! Bu sıkıntı âdeta kendimi
bildiğim anda başladı. Belki daha dört yaşında yoktum. Ondan sonra yaptığım
değil, hattâ düşündüğüm kötülüklerin bile vicdanımda tutuşturduğu sonsuz
cehennem sıkıntıları içinde hâlâ kıvranıyorum. Beni üzen şeylerin hiç birini
unutmadım. Anılarım sanki yalnız hüzün için yapılmış.

***

Evet, acaba dört yaşımda var mıydım? Ondan önce hiç bir şey
bilmiyorum. Bilinç, başımıza nasıl yakmayan bir yıldırım gibi düşer. Tolstoy,
daha dokuz aylık bir çocukken kendisinin banyoya sokulduğunu hatırlıyor. İlk
duygusu bir hoşlanma! Benimki müthiş bir sıkıntıyla başladı. Ben ilk kez
kendimi Şirket vapurunda hatırlıyorum. Hâlâ gözümün önünde: Sanki dünyaya o
anda doğmuşum, annemin kucağı… Annem, yanındaki çok sarı saçlı, genç bir
hanımla gülüşerek konuşuyor, cıgara içiyorlar. Annem cıgarasını ince gümüş bir
maşaya takmış. Ben bunu istiyorum.

– Al ama ağzına sürme! diyor.

Bana bu ince maşayı veriyor, cıgarasını denize atıyor. Galiba yaz. Çok
aydınlık, çok güneşli bir hava… Annem, konuşurken mavi tüylü bir yelpazeyi
yavaş yavaş sallıyor. Ben kucağından kayıyorum. Beni kollarımdan tutarak
yanına oturtuyor. Gümüş maşacığın halkasına parmağımı takıyor, annem görmeden
ucunu ağzıma sokuyor, dişlerimle ısırıyorum. Konuştuğu sarı saçlı hanımın
çarşafı mavi… Ben beyazlar giymiştim. Başım açık. Saçlarım çok. Hem galiba
dağılmış. Annem bunları düzeltirken başımı yukarıya kaldırıyorum. Güneşten kum
kum parlayan tentenin kenarında el kadar bir gölge kımıldıyor.

– Bak, bak! diyorum.
Annem de başını kaldırıyor:
– Kuş konmuş, diyor.
Bu kuşu isteyince,
– Tutulmaz, diyor.

Ben yine istiyorum. Annem şemsiyesiyle bu gölgenin altına vuruyor. Ama
gölgede kımıltı yok. Yine yanımdaki hanıma dönüyor:

– A, kaçmadı.
– Neye acaba?
– Yavru olacak mutlaka.
– …
– Anne, ben kuşu isterim! diye tutturuyorum.

O vakit annem yelpazesini bırakıp ayağa kalkıyor, beni koltuklarımın
altından tutuyor ve küçük bir top gibi dışarıya kaldırırken diyor ki:

– Birdenbire tut ha!

Başım keten tenteye yaklaşınca, gözlerim kamaşıyor. Ellerimi
uzatıyorum. Tutuveriyorum. Bu, beyaz bir kuş… Annem alıyor elimden, öpüyor,
sarı saçlı hanım da öpüyor, ben de öpüyorum.

– Ah, zavallı daha yavru.
– Martı yavrusu.
– Uçamıyor olmalı.
– Denize düşerse boğulur.
– …

Öteki kadınlar da söze karışıyor, «Yaşamaz!» diyorlar. Annem beyaz
kuşu «A zavallı, a zavallı!» diye uzun uzadıya okşadıktan sonra benim kucağıma
veriyor.

– Eve götürelim, belki yaşar, diyor, ama sakın sıkma yavrum.
– Sıkmam.
– Böyle tut işte.

Gümüş maşacığına bir ince cıgara takıyor. Yanındaki hanımla yine
dalıyor söze. Kuşcağızın tüyleri o kadar beyaz ki… Dokunuyorum…
Kanatlarının kemikleri belli oluyor. Ayakları kırmızı. Kaçmak için hiç çırpınm
yor, şaşırmış. Gözleri yusyuvarlak. Kırmızı gagasının kenarında sanki sarı bir
şey yemiş de bulaşığı kalmış gibi sarı bir iz var. Boynunu uzatarak çevresine
bakmağa çalışıyor. Ben o zaman gözlerimi anneme kaldırıyorum. Yanımdaki
hanımla gülüşerek konuşuyorlar. Benimle ilgili değil. Sonra beyaz kuşun uzanan
ince boynunu yavaşça elimle tutuyorum. Bütün gücümle sıkmağa başlıyorum.
Kanatlarını açmak istiyor. Öteki elimle onları da tutuyorum. Mercan ayakları
dizlerime batıyor. Sıkıyorum, sıkıyorum, sıkıyorum. Dişlerimi, kırılacak gibi
sıkıyorum, gık diyemiyor. Sarı kenarlı gagacığı titreyerek açılıp kapanıyor.
Pembe sivri dili dışarı çıkıyor. Yuvarlak gözleri önce büyüyor. Sonra
küçülüyor, sonra sönüyor… Birdenbire, kasılmış ellerimi açıyorum. Beyaz
kuşçağızın ölüsü «pat!» diye düşüyor yere.

Annem dönüyor, eğiliyor. Yerden bu henüz sıcak masum ölüyü alıyor.
«A… Aaa… Ölmüş!..» dedikten sonra bana dik dik bakıyor:

– Ne yaptın?
– …
– Sıktın mı?
– …
– Söyle bakayım?
– …

Karşılık veremiyor, avazım çıktığı kadar ağlamağa başlıyorum. Annemin
elinden beyaz kuşun ölüsünü sarı saçlı hanım alıyor:

– Ah, ne günah!
– …
– Zavallıcık.
– …

Başka kadınlar da söze karışıyor. Karşımızda oturan şişman, yaşlı bir
kadın cinayetimi bildiriyor:

– Boğdu. Gördüm vallahi, ne hain çocuk…
– …

Annem sapsarı kesilmiş, sesi titriyor:

«Ah insafsız!» diye bana yine acı acı bakıyor. Daha beter ağlıyorum. O
kadar ağlıyorum ki… Beni artık susturamıyorlar. Ne vakit, nerede, nasıl
sustuğumu bugün hatırlayamıyorum. Sanki sonsuza kadar ağlıyorum.

Kendimi bilir bilmez yaptığım bu cinayetin üzerinden işte otuz yıldan
fazla bir zaman geçti. Şimdi Şirket vapurlarının güvertelerinde otururken ne
zaman bir martı görsem, birdenbire, neşemi kaybederim. Bir çocuk haykırışıyle
ağlamak isterim. Yüreğimin içinde derin bir sızı büyür, büyür. Göğsümü acıtır.

«Ah insafsız!» diye beni azarlayan anneciğimin hiç bitmeyen
paylamasını duyar gibi olurum.

nest...

batman iftar saati 2021 viranşehir kaç kilometre seferberlik ne demek namaz nasıl kılınır ve hangi dualar okunur özel jimer anlamlı bayram mesajı maxoak 50.000 mah powerbank cin tırnağı nedir