olay ve durum hikayesi örnekleri kısa / Olay ve Durum Hikayesi Örnekleri, Farklılıkları ve Benzerlikleri Nelerdir? | RenkliNOT

Olay Ve Durum Hikayesi Örnekleri Kısa

olay ve durum hikayesi örnekleri kısa

Durum ve Olay Hikayeleri

Olay ve durum hikayeleri edebiyat alanında kullanılan terimlerdir. Bu terimlerin ne gibi karşılıklarının olduğunu örneklerle anlatmaya çalışacağız. Umarız verilecek bilgiler belli bir doygunluğa ulaşmanızda faydalı olur.

Kısaca Olay ve Durum Hikayesi Farkları

Durum hikayesinin kurucusu Anton Çehov&#;dur. Hayattan bir bölümün anlatıldığı, anlatımın öne çıktığı ve olay üzerine kurulmayan hikayelere durum durum hikayesi denir. Durum hikayelerinde yazar plan yapma zorunluluğunda değildir. Durum hikayelerinin olay hikayelerinden en önemli farkları ise serim, düğüm, çözüm düzenidir. Olay hikayelerinde merak öğesi öncelikli öneme sahiptir. Durum hikayelerinde ise merak öğesi kişisel ve sosyal yorumlardan, duygu ve hayallerden sonra gelir.

Olay hikayesi ise giriş, gelişme ve sonucu olan hikayelerdir. Hikaye olaylar üzerine kuruludur.  Olaylar belli bir plan ve düzen içerisinde işlenir..

Olay Hikayesi Özellikleri

  • Öncüsü Fransız yazar Maupassant&#;tır ve Türk edebiyatında ise Ömer Seyfettin&#;dir.
  • Merak öğesi üzerine kuruludur.
  • Yer, zaman ve kişiler üzerinden olaylar anlatılır.
  • Olaylar bütün gerçekliği ile okuyucuya aktarılmalıdır.
  • Hikayenin giriş, gelişme ve sonucu vardır.
  • Olaylar belli bir plan ve düzen içerisinde işlenir.

Durum Hikayesi Özellikleri

  • Öncüsü Rus yazar Çehov ve Türk edebiyatında Sait Faik Abasıyanık ve Memduh Şevket Esendan.
  • Durum hikayelerinde belli bir düşünce güdülmez.
  • Hikaye olay üzerine kurulu değildir.
  • Yazar kendi kişiliğini saklar.
  • Hikaye kahramanları tam olarak tanıtılmaz .
  • Kişiler zaman ve mekana bağlı olarak okuyucuya sezdirilir.
  • Hikaye sona erince bitmez, asıl hikaye bundan sonra başlıyor demektir.
  • Hikayede okuyucunun hayal kurması ve kendine göre yorumlaması söz konusudur.

Durum Hikâyesi Örneği

Sait Faik Abasıyanık &#; Semaver

-Sabah ezanı okundu. Kalk yavrum, işe geç kalacaksın.

Ali nihayet iş bulmuşseafoodplus.info haftadır fabrikaya seafoodplus.infoı memnundu. Namazını kılmış,duasını yapmıştı.İçindeki Cenabı Hak&#;la beraber oğlunun odasına girince uzun boyu,geniş vücudu ve çok genç çehresi ile rüyasında makineler, elektrik pilleri,ampuller gören, makine yağları sürünen ve bir dizel motoru homurtusu işiten oğlunu evvela uyandırmaya kıyamadı. Ali işten çıkmış gibi terli ve pembe idi.

Halıcıoğlu&#;ndaki fabrikanın bacası kafasını kaldırmış,bir horoz vekarıyla sabaha, Kâğıthane sırtlarında beliren fecr-i kâzibe bakıyordu. Neredeyse ötecekti.

Ali nihayet uyandı.Anasını kucakladı.Her sabah yaptığı gibi yorganı kafasına büsbütün çseafoodplus.infoı yorgandan dışarıda kalan ayaklarını gıdıkladı.Yataktan bir hamlede fırlayan opluyla beraber tekrar yatağa düştükleri zaman bir genç kız kahkahasıyla gülen kadın mesut sayılabilirdi. Mesutları çok az bir mahallenin çocukları değil miydiler? Anasının çocuğundan, çocuğun anasından başka gelirleri var mıydı? Yemek odasına kucak kucağa geçtiler. Odanın içini kızarmış bir ekmek kokusu doldurmuştu. Semaver, ne güzel kaynardı! Ali semaveri,içinde ne ıstırap, ne grev, ne de kaza olan bir fabrikaya benzetirdi. Ondan yanlız koku, buhar ve sabahın saadeti istihsal seafoodplus.infoeyin Ali&#;nin bir semaver, bir de fabrikanın önünde bekleyen salep güğümü hoşuna giderdi. Sonra sesler. Halıcıoğlu&#;ndaki askeri mektebin borazanı, fabrikanın uzun ve bütün Haliç&#;i çınlatan düdüğü, onda arzular uyandırır; arzular söndürürdü. Demek ki, Ali&#;miz biraz şairce idi. Büyük değirmende bir elektrik amelesi için hassasiyet, Haliç&#;te büyük transatlantikler sokmaya benzerse de, biz, Ali, Mehmet, Hasan, biraz böyleyizdir. Hepimizin gönlünde bir aslan yatar.

Ali annesinin elini öptü. Sonra şekerli bir şey yemiş gibi dudaklarını yaladı. Annesi gülüyordu. O annesini her öpüşte, böyle bir defa yalanmayı âdet etmişti. Evin küçük bahçesindeki saksıların içinde fesleğenler vardı. Ali bir kaç fesleğen yaprağını parmaklarıyla ezerek avuçlarını koklaya koklaya uzaklaştı.

Sabah serin, Haliç sisli idi. Arkadaşlarını sandal iskelesinde buldu; hepsi de dinç delikanlılardı. Beş kişi Halıcıoğluna geçtiler.

Ali, bütün gün zevkle, hırsla, iştiyakla çalışacak. Fakat arkadaşlarından üstün görünmek istemeden. Onun için dürüst, gösterişsiz işliyecek. Yoksa işinin fiyakasını da öğrenmişseafoodplus.info ustası İstanbul&#;da bir tek elektrikçi seafoodplus.info Alman&#;dı.Ali&#;yi çok severdi.

İşinin dalaveresini, numarasını da öğretmişseafoodplus.info kadar usta ve becerikli olanlardan daha üstün görünmenin esrarı çeviklikte, acelede, aşağı yukarı sporda,yani gençlikte idi.

Akşama, arkadaşlarına yeni bir dost, yeni bir kafadar, ustalarına sağlam bir işçi kazandırdığına emin ve memnun evine döndü.Anasını kucakladıktan sonra karşı kahveye, arkadaşlarının yanına koştu. Bir pastra oynadılar. Bir heyecanlı tavla partisi seyretti. Sonra evinin yolunu tuttu. Anası yatsı namazını kılıyordu. Her zaman yaptığı gibi anacığının önüne çömeldi. Seccadenin üzerinde taklalar attı. Dilini çıkardı. Nihayet kadını güldürmeye muvaffak olduğu zaman, kadıncağız selam vermek üzere idi.

Anası:
-Ali be, günah be yavrum, dedi. Günah yavrucuğum, yapma!
Ali:
-Allah affeder ana, dedi.
Sonra saf, masum sordu:
-Allah hiç gülmez mi?

Yemekten sonra Ali, bir Natpinkerton romanı okumaya daldı. Anası ona bir kazak örüyordu. Sonra yükün içinden lavanta çiçeği kokan şilteler serip yattılar.

Anası sabah namazı okunurken Ali&#;yi uyandırdı.
Kızarmış ekmek kokan odada semaver ne güzel kaynardı. Ali semaveri, içinde ne ıstırap, ne grev, ne de patron olan bir fabrikaya benzetirdi. Onda yanlız koku,buhar ve sabahın saadeti istihsal edilirdi.

Ali&#;nin annesine ölüm, bir misafir, bir başörtülü, namazında niyazında bir komşu hanım gelir gibi seafoodplus.infoarı oğlunun çayını, akşamları iki kap yemeğini hazırlaya hazırlaya akşamı ediyordu. Fakat yüreğinin kenarında bir sızı hissediyor; buruşuk ve tülbent kokan vücudunda akşamüstleri merdivenleri hızlı hızlı çıkarken bir kesiklik, bir ter, bir yumuşaklık duyuyordu.

Bir sabah, daha Ali uyanmadan, semaverin başında üzerine bir fenalık gelmiş; yakın sandalyeye çöküvermişti. Çöküş, o çöküş.
Ali annesinin kendisini bu sabah niçin uyandırmadığına hayret etmekle beraber, uzun zaman vaktin geciktiğini anlayamamıştı. Fabrikanın düdüğü,camların içinden tizliğini, can koparıcılığını terk etmiş ve bir
sünger içinden geçmiş gibi yumuşak, kulaklarına geldi.Fırladı. Yemek odasının kapısında durdu. Masaya elleri dayalı uyuklar vaziyetteki ölüyü seyretti. Onu uyuyor sanıyordu. Ağır ağır yürüdü. Omuzlarından tuttu. Dudaklarını soğumaya başlamış yanaklara sürdüğü zaman ürperdi.

Ölümün karşısında, ne yapsak, muvaffak olmuş bir aktörden farkımız olmayacak.O kadar, muvaffak olmuş bir aktör.
Sarıldı.Onu kendi yatağına götürdü. Yorganı üstlerine çekti; soğumaya başlayan vücudu ısıtmaya çalıştı. Vücudunu, hayatiyetini bu soğuk insana aşılamaya uğraştı. Sonra, aciz, onu köşe minderinin üzerine attı.Bütün arzusuna rağmen o gün ağlayamadı. Gözleri yandı,yandı, bir damla yaş çıkarmadı. Aynaya baktı. En büyük kederinin karşısında, bir gece uykusuz kalmış insan çehresinden başka bir çehre almak kabil olmayacak mıydı?
Ali birdenbire zayıflamak, birdenbire saçlarını ağarmış görmek, birdenbire belinde müthiş bir ağrı ile iki kat oluvermek, hemen yüz yaşına girmiş kadar ihtiyarlamak istiyordu. Sonra ölüye baktı. Hiç de korkunç
değildi.

Bilakis, çehresi eskisi kadar müşfik, eskisi kadar mülayimdi. Ölünün yarı kapalı gözlerini metin bir elle kapadı. Sokağa fırladı. Komşu ihtiyar hanıma haber verdi. Komşular koşa koşa eve geldiler. O fabrikaya yol-
landı. Yolda kayıkla giderken, ölüme alışmış gibi idi.
Yan yana, kucak kucağa, aynı yorganın içinde yatmışlardı. Ölüm, munis anasına girdiği gibi onun bütün hassasiyetini şefkatini, yumuşaklığını almıştı. Yalnız,biraz soğuktu. Ölüm, bildiğimiz kadar korkunç bir şey
değildi. Yalnız biraz soğuktu o kadar&#;
Ali, günlerce evin boş odalarında gezindi. Gece ışık yakmadan oturdu. Geceyi dinledi. Anasını düşündü.
Fakat ağlayamadı.
Bir sabah yemek odasında karşı karşıya geldiler.O, yemek masasının
muşambası üzerinde sakin ve parlaktı. Güneş, sarı pirinç maddenin üzerinde donakalmıştı.Onu kulplarından tutarak, gözlerinin göremeyeceği bir yere koydu. Kendisi bir sandalyeye çöktü. Bol bol, sessiz bir yağmur gibi ağladı. Ve o evde o, bir daha kaynamadı.

Bundan sonra Ali&#;nin hayatına bir salep güğümü girer.
Kış Haliç etrafında İstanbul&#;dakinden daha sert,daha sisli olur. Bozuk kaldırımların üzerinde buz tutmuş çamur parçalarını kırarak erkenden işe gidenler;mektep hocaları, celepler ve kasaplar fabrikanın önünde bir müddet dinlenirler, kocaman bir duvara sırtlarınıvererek üstüne zencefil ve tarçın serpilmiş salep içerlerdi.

Yün eldivenlerin içinde saklı kıymettar elleri salep fincanını kucaklayan burunları nezleli, kafaları grevli, ıstıraplı pirinç bir semaver gibi tüten sarışın ameleler, mektep hocaları, celepler, kasaplar ve bazen
fakir mektep talebeleri kocaman fabrika duvarına sırtlarını verirler, üstünde rüyalarının mabadi serpilmiş salepten yudum yudum içerlerdi.
&#;

Olay Hikâyesi Örneği

Ömer Seyfettin &#; İlk Cinayet

Ben hep acı içinde yaşayan bir adamım! Bu sıkıntı âdeta kendimi
bildiğim anda başladı. Belki daha dört yaşında yoktum. Ondan sonra yaptığım
değil, hattâ düşündüğüm kötülüklerin bile vicdanımda tutuşturduğu sonsuz
cehennem sıkıntıları içinde hâlâ kıvranıyorum. Beni üzen şeylerin hiç birini
unutmadım. Anılarım sanki yalnız hüzün için yapılmış.

***

Evet, acaba dört yaşımda var mıydım? Ondan önce hiç bir şey
bilmiyorum. Bilinç, başımıza nasıl yakmayan bir yıldırım gibi düşer. Tolstoy,
daha dokuz aylık bir çocukken kendisinin banyoya sokulduğunu hatırlıyor. İlk
duygusu bir hoşlanma! Benimki müthiş bir sıkıntıyla başladı. Ben ilk kez
kendimi Şirket vapurunda hatırlıyorum. Hâlâ gözümün önünde: Sanki dünyaya o
anda doğmuşum, annemin kucağı&#; Annem, yanındaki çok sarı saçlı, genç bir
hanımla gülüşerek konuşuyor, cıgara içiyorlar. Annem cıgarasını ince gümüş bir
maşaya takmış. Ben bunu istiyorum.

&#; Al ama ağzına sürme! diyor.

Bana bu ince maşayı veriyor, cıgarasını denize atıyor. Galiba yaz. Çok
aydınlık, çok güneşli bir hava&#; Annem, konuşurken mavi tüylü bir yelpazeyi
yavaş yavaş sallıyor. Ben kucağından kayıyorum. Beni kollarımdan tutarak
yanına oturtuyor. Gümüş maşacığın halkasına parmağımı takıyor, annem görmeden
ucunu ağzıma sokuyor, dişlerimle ısırıyorum. Konuştuğu sarı saçlı hanımın
çarşafı mavi&#; Ben beyazlar giymiştim. Başım açık. Saçlarım çok. Hem galiba
dağılmış. Annem bunları düzeltirken başımı yukarıya kaldırıyorum. Güneşten kum
kum parlayan tentenin kenarında el kadar bir gölge kımıldıyor.

&#; Bak, bak! diyorum.
Annem de başını kaldırıyor:
&#; Kuş konmuş, diyor.
Bu kuşu isteyince,
&#; Tutulmaz, diyor.

Ben yine istiyorum. Annem şemsiyesiyle bu gölgenin altına vuruyor. Ama
gölgede kımıltı yok. Yine yanımdaki hanıma dönüyor:

&#; A, kaçmadı.
&#; Neye acaba?
&#; Yavru olacak mutlaka.
&#; &#;
&#; Anne, ben kuşu isterim! diye tutturuyorum.

O vakit annem yelpazesini bırakıp ayağa kalkıyor, beni koltuklarımın
altından tutuyor ve küçük bir top gibi dışarıya kaldırırken diyor ki:

&#; Birdenbire tut ha!

Başım keten tenteye yaklaşınca, gözlerim kamaşıyor. Ellerimi
uzatıyorum. Tutuveriyorum. Bu, beyaz bir kuş&#; Annem alıyor elimden, öpüyor,
sarı saçlı hanım da öpüyor, ben de öpüyorum.

&#; Ah, zavallı daha yavru.
&#; Martı yavrusu.
&#; Uçamıyor olmalı.
&#; Denize düşerse boğulur.
&#; &#;

Öteki kadınlar da söze karışıyor, «Yaşamaz!» diyorlar. Annem beyaz
kuşu «A zavallı, a zavallı!» diye uzun uzadıya okşadıktan sonra benim kucağıma
veriyor.

&#; Eve götürelim, belki yaşar, diyor, ama sakın sıkma yavrum.
&#; Sıkmam.
&#; Böyle tut işte.

Gümüş maşacığına bir ince cıgara takıyor. Yanındaki hanımla yine
dalıyor söze. Kuşcağızın tüyleri o kadar beyaz ki&#; Dokunuyorum&#;
Kanatlarının kemikleri belli oluyor. Ayakları kırmızı. Kaçmak için hiç çırpınm
yor, şaşırmış. Gözleri yusyuvarlak. Kırmızı gagasının kenarında sanki sarı bir
şey yemiş de bulaşığı kalmış gibi sarı bir iz var. Boynunu uzatarak çevresine
bakmağa çalışıyor. Ben o zaman gözlerimi anneme kaldırıyorum. Yanımdaki
hanımla gülüşerek konuşuyorlar. Benimle ilgili değil. Sonra beyaz kuşun uzanan
ince boynunu yavaşça elimle tutuyorum. Bütün gücümle sıkmağa başlıyorum.
Kanatlarını açmak istiyor. Öteki elimle onları da tutuyorum. Mercan ayakları
dizlerime batıyor. Sıkıyorum, sıkıyorum, sıkıyorum. Dişlerimi, kırılacak gibi
sıkıyorum, gık diyemiyor. Sarı kenarlı gagacığı titreyerek açılıp kapanıyor.
Pembe sivri dili dışarı çıkıyor. Yuvarlak gözleri önce büyüyor. Sonra
küçülüyor, sonra sönüyor&#; Birdenbire, kasılmış ellerimi açıyorum. Beyaz
kuşçağızın ölüsü «pat!» diye düşüyor yere.

&#;

Annem dönüyor, eğiliyor. Yerden bu henüz sıcak masum ölüyü alıyor.
«A&#; Aaa&#; Ölmüş!..» dedikten sonra bana dik dik bakıyor:

&#; Ne yaptın?
&#; &#;
&#; Sıktın mı?
&#; &#;
&#; Söyle bakayım?
&#; &#;

Karşılık veremiyor, avazım çıktığı kadar ağlamağa başlıyorum. Annemin
elinden beyaz kuşun ölüsünü sarı saçlı hanım alıyor:

&#; Ah, ne günah!
&#; &#;
&#; Zavallıcık.
&#; &#;

Başka kadınlar da söze karışıyor. Karşımızda oturan şişman, yaşlı bir
kadın cinayetimi bildiriyor:

&#; Boğdu. Gördüm vallahi, ne hain çocuk&#;
&#; &#;

Annem sapsarı kesilmiş, sesi titriyor:

«Ah insafsız!» diye bana yine acı acı bakıyor. Daha beter ağlıyorum. O
kadar ağlıyorum ki&#; Beni artık susturamıyorlar. Ne vakit, nerede, nasıl
sustuğumu bugün hatırlayamıyorum. Sanki sonsuza kadar ağlıyorum.

Kendimi bilir bilmez yaptığım bu cinayetin üzerinden işte otuz yıldan
fazla bir zaman geçti. Şimdi Şirket vapurlarının güvertelerinde otururken ne
zaman bir martı görsem, birdenbire, neşemi kaybederim. Bir çocuk haykırışıyle
ağlamak isterim. Yüreğimin içinde derin bir sızı büyür, büyür. Göğsümü acıtır.

«Ah insafsız!» diye beni azarlayan anneciğimin hiç bitmeyen
paylamasını duyar gibi olurum.

Hikaye türleri ikiye ayrılır; olay hikayesi ve durum hikayesi diye. Aşağıda olay hikayesi örneği ve durum hikayesi örneği yer almaktadır. Olay hikayesinin temsilcilerinden olan Refik Halid Karay&#;ın Zincir isimli hikayesini ve durum hikayesi temsilcilerinden olan Sait Faik Abasıyanık&#;ın Son Kuşlar isimli hikayelerini sizlere sunuyoruz.

Ayrıca bkz: Olay Hikayesi ve Durum Hikayesi Özellikleri ve Farkları

Olay Hikayesi Örneği

ZİNCİR

İşsiz, güçsüz kaldığım gurbet ellerinde köşe pencerem, kendimce Abdülhak Hamid&#;in &#;Kürsü-i temaşa&#;sı yerine geçerdi.

Yabancı memleketlerde bir kasabaya sokulup uzun müddet yaşamaktaki azabın ne olduğunu bilir misiniz? Beş on gün çarşı sokak gezdikten sonra, tanıdık çehre, alışabileceğiniz yer bulamamaktan bezer, odanıza girer, yalnızlığın içine sinersiniz.

Çam dallarında sallanan bir tırtıl torbası gibi kafanızın içi mütemadiyen, gece gündüz kıvrılıp bükülen soğuk temaslı düşüncelerle dolu, hareketli, ağır, yüklüdür.

Can sıkıntısının bir sesi vardır; bunu ancak, böyle bir zamanda, o gurbet odasında duyarsınız: Eski mobilyaların tahtalarını dişleyen gizli kurtların biteviye çıkardığı kemirici, işleyici ses&#; Birden eskiyiveren gönlünüzde bu kurdu ve bu sesi işitirsiniz ve oyduğu delikten incecik tozların içinize biriktiğini duyarsınız.

Şayet iradesiz bir adamsanız az zamanda çürüyüp çökmeniz pek mümkündür.

Ben çökmemek için köşe penceresinden ayrılmazdım; köşe penceresinden dünyayı seyrederdim.

Köşe penceresinden seyretmek insana mübalağalı bir fikir gibi görünür. Bir pencere, nihayet bir sokağı, birkaç sokağı görebilir. Bir sokak ise dünyanın kaç milyarda biridir?

Fakat böyle düşünmemeli: Büyük Okyanus&#;tan aldığınız bir bardak su, o geniş denizin tirilyonda biri değildir; ama bütün o ummanda mevcut unsurların bu minimini kadehte tam bir terkibi mevcuttur. Hatta kadehe de lüzum yok&#; Bir damlası bile deniz hakkında bize ilmi bir fikir vermeye yetişir.

Başka cihetten düşünülürse, Okyanus&#;u bir bardak veya kaşık içinde daha fenni, daha sahici olarak görebiliriz: Azı ve ufağı incelemek elbette çoğu ve büyüğü tetkikten kolaydır; kolay ve doğrudur.

Köşe penceresini, işte, ben, bu itibarla insan çevresinin bir damlası üstüne çevrilmiş bir mikroskop camı sayarım. Baktığınızı sanki büyütür. Rasathaneler nasıl gökleri ve yıldızları temaşa için havaya uzanmış birer fen gözü ise köşe pencereleri de yeri ve yerde yaşayanları seyre yarar, zemine eğilmiş birer tecrübe gözlüğüdür.

Onun içindir ki, penceremden sokağa kendimize bakmayı, göğe dalıp kalmaya tercih ederim. Bu basit teleskobun önüne geçip insanlarla hayvanları tetkik en hoşlandığım eğlencelerin başında gelir.

Karşıdaki komşum yabancı subayın buldok cinsi bir köpeği vardı. İri kafalı, koca enseli, iki dişi daima meydanda, yanakları kof ve sarkık, burnu çökük, aksi bir köpek&#; Bana buldok suratı; bütün dişleri söküldükten sonra acemi bir dişçiye tam takım diş yaptırıp da çene kemikleri çökerek çehresi tanınmayacak şekle giren eski somurtkan (&#;) tiplerini hatırlatır.

Buldok, değişiklik olsun diye, sanki asıl yüzüne korkunç, gamlı, bedbin bir karnaval maskesi geçirmiş bir köpektir. Dikkat ederim, bu iğreti kara suratı düşürmemek ister gibi boynunu dimdik tutar.

Komşunun buldoğu suratına, gördüğüm maskelerin en sertini, en titiz gösterişlisini asmıştı. Dünyaya parçalanıp yok edilecek lüzumsuz, zararlı, iğrenç bir şeymiş gibi kin ile, anarşist gözü ile bakıyordu.

Günde iki kere Senegalli izbandut bir nefer -kardif kömüründen halkolmuş, et ve adalesi ziftle yoğrulmuş bu yarı insan- onu zincirinden sıkı sıkı tutup hava aldırmaya çıkarıyordu.

Fakat ne zorlukla&#; O köpek, koskoca, simsiyah adamı, adeta, iri şilepleri çekip götüren römorkörler gibi sürüklüyordu.

Hayvan, daima, soluk soluğa, kulaklar dimdik, gözler fırıl fırıl ve çehre hiddetinden karmakarışık, bumburuşuk!

Zincirden boşanıverse, şüphesiz, önüne insan ve hayvan ne gelirse, neresi gelirse, hemen mengene gibi tuttuğunu bırakmaz, sert yaylı, çenesinde parçalandığını, koptuğunu göreceğiz. Hele bir kedi, bir köpek geçmiyor mu, Juju hırsından boğuluyor. Ne havlamalar, ne ulumalar, ne inlemeler!

Zavallı Senegalli, bir türlü söyleyemediği &#;j&#;leri değiştirerek:

&#;Susu! Susu!&#; diye ne kadar bağırsa, hatta belindeki kayışla vursa nafile&#;

Juju kıyamet koparıyor, hırlıyor, eşiniyor, atılıyor, zapt edilmez bir hâle geliyor. O zaman, çaresiz, çeke çeke, koparır gibi tekrar eve sokuyorlar. Balkondan uzanan penyuvarlı ve dağınık saçlı bir Frenk karısı, ıslak köpek tüyü gibi koktuğu vehmini veren etekleri havalanarak iltifat ediyor:

&#;Juju! Juju! Şeri&#;&#;

Ve sokağın sükûneti de geri geliyor.

Kendi kendime soruyorum:

&#;Bir gün, zinciri kopuverince ne olacak? Acaba ne kıyametler kopacak?&#;

Nihayet, bir gün, bu korktuğum, beklediğim, merak ettiğim hadise vuku buldu; Juju&#;nun zinciri, zencinin elinde kaldı. Köpek mancınıktan kurtulan bir taş gibi fırlamış, bir an içinde gözden kaybolmuştu. Arkasından yetişemediler, gittikçe uzaklaşan ve sokaklar arasında gittikçe sönerek akseden havlamalar, o kadar!

&#;Buldok&#; kasabayı altüst etmeye gitmişti; kim bilir ne facialar işitecektik?

Hâlbuki öyle olmadı:

İki gün sonra Juju&#;yu zincirinde çok sakin gördüm. Demek ki dönmüş veya bulunmuştu ve muhakkak ki daha azılı yerli köpeklere rast gelmiş, el sillesini tatmış, yersiz, yurtsuz kalmış, Hanyayı Konya&#;yı öğrenmiş, açlığı denemiş, Senegalli bekçisini, Penyuvarlı gözcüsünü arkasında bulamayınca bütün azgınlığını, kaba sığmayan öfkesini bırakmış, sünepeleşmişti.

Hava almaya çıkardıkları zaman, artık, hürriyet eskisi kadar ona cazibeli görünmüyordu; zinciri tahammül edilmez bir yük gelmiyordu.

Hatta, daha sonraları, neferin yanında bağsız dolaşmaya koyuldu; ayakları dibinde zincirsiz ve uslu yürüyor, dünyaya filozof gözüyle, hiddetle değil, düşünceli bakıyordu. Bu gözler, anlamaya başladığı dünyayı artık tartıyordu.

O eski korkunç mahluk, zinciri çıkınca, basbayağı bir köpek olmuştu. Evvelce yanına yaklaşamayan mahalle çocukları, etrafını sarıyorlar:

&#;Susu! Susu!&#; diye alay ediyorlardı.

Aldırmıyordu bile&#; Zira bütün heybetini, kahramanlığını o kopmayacak sandığı zincire borçlu idi.

Eminim ki Juju&#;nun gamlı gözlerinden ara sıra, uzak, şanlı bir hatıra gibi bu zincir geçiyor, köpek, zincirini arıyordu.

Refik Halid Karay, Gurbet Hikâyeleri

Durum Hikayesi Örneği

SON KUŞLAR

Kış, Ada’nın bir tarafında yerleşebilmek için rüzgârlarını poyraz, yıldız poyraz, maestro, dıramudana, gündoğusu, batı karayel, karayel halinde seferber ettiği zaman; öteki yakada yaz, daha pılısını pırtısını toplamamış, bir kenara oldukça mahzun bir göçmen gibi oturmuştur. Gitmekle gitmemek arasında sallanır bir halde, elinde bir pasaport, çıkınında üç beş altın, bekleyen bu güzel yüzlü göçmen tazeyi benden başka bu Ada’da seven hemen hiç kimse yoktur, diyebilirim
-Övünmek için değil-.

Herkesin yeni başlayacak olan altı yedi aylık soğuk hayata kendini şimdiden
alıştırmak ve hazırlamak için bir şeyler yapmaya çalıştığı öyle günlerde ben, tembelliğim, hep kaçanı kovalayan huyumla yazın, o güzel göçmenin peşine düşmüşümdür. Nerede yakalarsam orada kucaklarım onu. Kimi bir çamın gölgesinde durgun ve güneşsizdir. Kimi bir çalılığın kenarındaki çimenlikte bütün eski ihtişamıyla daha yeni başlamıştır.

Yazın daha parça parça, lime lime, bohça bohça eşyalarıyla gitmek için fazla telaş etmediği Ada’nın bu yakasında, hiç ev yoktur. Yalnız bir tek kır kahvesi vardır.

Bir küçük koyun hemen beş on metre yukarısında, bir apartman terası kadar ufak bu kır kahvesinin tahta masaları üstünde hâlâ karıncalar gezer, hâlâ sinekler kahve fincanının etrafına konarlar. Bütün sesler kesilmiştir. Kimi gökyüzünden bir uçak homurtusu gelir. İçindeki, şimdi Yeşilköy’e inecek yolcuları düşündüğüm, yalnız bu yazıyı yazarken oldu. Ondan evvel de uçaklar geçmişti. Ama hiç, içindeki yolcuların Yeşilköy’e neredeyse ineceklerini, daha daha şu iki satırın sonunda inmiş bile olduklarını düşünmemiştim.

Kahvecinin kendisi sevimsiz bir adamdır. Kahveciden çok, ters bir devlet memuru hüviyeti taşır. Hastalıklı olmasa, doktorlar fazla yorulmamasını salık vermemiş olsalar, dünyada kahveci olmazdı. Tersine, ben bütün ömrümce iyi bir kahve bulamadığım için kahveci olamamışımdır. Bir kır kahvesi, bir köyün kahvesinin üç beş gediklisi… Bundan güzel bir ömür mü olur, elli altmış senelik yaşama bundan güzel başlar ve biter mi?

Ağaçtan ağaca serilmiş beyaz çamaşırlar bu kadar durgun, güneşsiz, ıslak bir şekilde ılık havada hiç kurumayacaklar. Bu kedi, tahta masanın üstüne çıkmış, köpeğime durmadan homurdanacak mı? Sandalyenin üstündeki vişneçürüğü rengindeki delik çoraplar&#; Asmanın yaprakları daha yemyeşil. Bizim bahçedeki kurudu bile.

Deniz, Bozburun’a doğru başını almış gidiyor. Uzaklarda görünen, İstanbul’un neresi kim bilir? Sesler neden gelmiyor?

Bir başka uçağın sesi gelmeye başladı. Bizim Ada, uçakların üstünden geçtikleri bir yol güzergâhı olmalı ki, hep ya üstümden ya solumdan geçip gidiyorlar. Kedi sustu. Köpeğim gözünü kapadı. Karga sesleri geliyor şimdi de. Vaktiyle bu Ada’ya bu zamanda kuşlar uğrardı. Cıvıl cıvıl öterlerdi. Küme küme bir ağaçtan ötekine konarlardı.

İki senedir gelmiyorlar.

Belki geliyorlar da ben farkına varmıyorum.

Sonbahara doğru birtakım insanların çoluk çocuk ellerinde bir kafes, Ada’nın tek tepesine doğru gittiklerini görürdüm. İçim cız ederdi.

Büyüklerin ellerinde birbirine yapışmış, pislik renginde acayip çomaklar vardı.

Bunlarla bir yeşil meydanın kenarına varır, bunları bir ufacık ağacın altına çığırtkan kafesiyle bırakırlar, ağacın her dalına ökseleri bağlarlardı. Hür kuşlar, kafesteki çığırtkan kuşun feryadına, dostluk, arkadaşlık, yalnızlık sesine doğru bir küme gelirler. Çayırlıkta bir başka ağacın gölgesinde birikmiş çoluklu çocuklu kocaman herifler bir müddet bekleşirler. Sonra kuşların üşüştüğü ağaca doğru yavaş yavaş yürürlerdi. Ökselerden kurtulmuş dört beş kuş, bir başka ökseye doğru şimdilik uçup giderken birer damlacık etleriyle birer tabiat harikası olan kuşları toplarlar, hemen dişleriyle oracıkta boğarlardı. Ve hemen canlı canlı yolarlardı.

Hele bir tanesi vardı, bir tanesi. Çocukları bu işe seferber eden de oydu. Ökseleri cumartesi gecesinden hazırlayan da&#; Konstantin isminde bir herifti. Galata’da bir yazıhanesi vardı. Zahire tüccarıydı. Kalın, tüylü bilekleri, geniş göğsü, delikleri kapanıp açılan üstü kara kara benekli bir burnu, deriyi yırtmış da fırlamış gibi saçları, kısa kısa bir yürümesi, kalın kalın bir gülmesi&#;

O esmerle sarışın arası isketelerin bir damlacık etlerinden yapacağı pilavın hazzıyla pırıl pırıl yanan krom dişleriyle nasıl koparırdı kuşun imiğini, bir görseydiniz&#;

Hani sessiz, zenginliğini bile belli etmez, mütevazı adamdı da&#; Konu komşusu da severdi hani. Hiçbir şeye, hiçbir dedikoduya karışmazdı. Sabahleyin işine kısa kısa adımlarla koşarken, akşam filesini doldurmuş vapurdan çıkarken görseniz; iriliğine, sallapatiliğine, Karamanlı ağzı konuşuşuna, basit ama, hesaplı fikirlerine, (&#;) yine basit, sevimli şakalarına karşı, hakkında kötü bir hüküm de veremezdiniz. Kendi halinde, işi yolunda, hesaplı yaşayan bin bir tanesinden bir tanesiydi.

Ama, güz mevsiminde birdenbire böyle canavar kesilirdi. Akşam beş otuz beş vapurunun arka tarafında yerleştiği iskemlesinde denizin üstüne oldukça mülayim bakan gözlerini havaya kaldırır, eylül sonlarına doğru böyle şairane gökyüzüne bakardı. Birden yüzünün ve gözlerinin parladığını görürdünüz.

Havada ve denizdeki tirşe maviliğin üstünde birtakım esmer damlacıklar görünürdü. Sağa sola oynarlar, sonra bir istikamet tutturur, bu esmer lekecikler geçip giderlerdi.

Konstantin Efendi onların çok uzaktan geçtiklerini görebilirdi. Gözlerini kısardı. Esmer lekelerin adalar istikametinde gittiklerini görür, etrafına bakar, bir tanıdık görecek olursa gözünü kırpar, gökyüzüne bir işaret çakar:

— Bizim pilavlıklar geldi, derdi.

Kuşlar pek yakından geçmişse, seslerini taklit ederek kalın dudaklarıyla dişlerinin arasından onlara seslenirdi. Kuşların çoğunca aldandıklarına, bu sesi duyarak, dost sesi sanıp vapur etrafında bir dönüp uzaklaştıklarına şahit olmuşumdur.

Havalar sertleşir, poyrazlar, lodoslar birbirini kovalar, günün birinde teşrinlerin sonlarına doğru, ılık, hiç rüzgârsız, parça parça oynamayan bulutlu, tatlı, sümbüli günlerde, o, en çığırtkan kafes kuşunu nereden bulursa bulur, mahalle çocuklarını çağırtır; bin tanesi iki yüz elli gram et vermeyen sakaları, isketeleri, floryaları, aralarına karışmış serçeleri gökyüzünden birer birer toplardı.

Seneler var ki kuşlar gelmiyor. Daha doğrusuben göremiyorum. Güzün o güzel günlerini penceremden görür görmez, Konstantin Efendi’nin bulunabileceği sırtları hesaplayarak yollara çıkıyorum. Bir kuş cıvıltısı duysam kanım donuyor, yüreğim atmıyor. Halbuki sonbahar kocayemişleri, beyaz esmer bulutları, yakmayan güneşi, durgun maviliği, bol yeşiliyle kuşlarla beraber olunca insana, sulh, şiir, şair, edebiyat, resim, musiki, mesut insanlarla dolu anlaşmış, (&#;), açsız, hırssız bir dünya düşündürüyor. Her memlekette kıra çıkan her insan, kuş sesleriyle böyle düşünecektir. Konstantin Efendi mâni oluyor. Zaten kuşlar da pek gelmiyor artık. Belki birkaç seneye kadar nesilleri de tükenecek. Her memlekette kaç tane Konstantin Efendi var kim bilir? Kuşlardan sonra şimdi de milletin yeşilliğine musallat oldular. Geçen gün yol kenarındaki yeşilliklere basmaya kıyamayarak yola çıkmıştım. Konstantin Efendi’nin günlerinden bir gündü. Gökte hiç kuş gözükmüyordu. Evden çıkarken isketemin kafesine bir incir yapıştırdım. İsketem tek gözünü verip bana dostlukla bakmış, incir çekirdeğini kırmaya çalışıyordu.

Onu, ev duvarının bir kenarına çaktığım çiviye asmış, yola çıkmıştım. Kuşlar yoktu şimdi havada ama, yolun kenarında yeşillikler vardı ya&#; Baktım: Bu yeşilliklerin bazı yerleri sökülmüş. Biraz ileride dört çocuğa rastladım. Yürüyorlar. Yeşilliklerin en güzel yerinde duruyor, bir kaldırım taşı kadar büyük bir parçayı belle söküyorlar, bir çuvala dolduruyorlardı:

— Ne yapıyorsunuz, yahu? dedim.
— Sana ne? dediler.

Fukara, üstleri yırtık pırtık yavrulardı.

— Canım, neden söküyorsunuz? dedim.
— Mühendis Ahmet Bey söktürüyor.
— Ne yapacak bunları?
— Yukarıda deri tüccarı Hollandalı var ya hani, onun bahçesini düzeltiyorlar da&#;
— İngiliz çimi alsın, eksin, mademki herif zengin&#;
— İngiliz çimiyle bu bir mi?
— Bu daha mı iyi?
— İyi de laf mı? Bunun üstüne çimen mi olur? Hollandalı öyle demiş.

Karakola koştum. Polislere haber verdim. Güya men ettiler. Gizli gizli, gene çimenler yer yer söküldü. Mühendis Ahmet Bey’e ceza bile kesilmedi. Belediye talimatnamesinde, yol kenarlarındaki çimenleri sökmek cezayı mucip olmuyormuş.

Kuşları boğdular, çimenleri söktüler, yollar çamur içinde kaldı.

Dünya değişiyor dostlarım. Günün birinde gökyüzünde güz mevsiminde artık esmer lekeler göremeyeceksiniz. Günün birinde yol kenarlarında toprak anamızın koyu yeşil saçlarını göremeyeceksiniz. Bizim için değil ama, çocuklar, sizin için kötü olacak. Biz kuşları ve yeşillikleri çok gördük. Sizin için kötü olacak. Benden hikâyesi.

Sait Faik Abasıyanık, Son Kuşlar

Sponsorlu Bağlantılar

Bilge

Çocuk Hikayeleri Kısa

Çocuk hikayelerikısa anlatımları, çocuklarına uyku arkadaşlığı yapmak isteyen ebeveynler tarafından sıklıkla tercih edilmeye devam etmektedir. Özellikle de küçük yaşta olan çocukların gelişmesi ve hayal gücünü büyütmesi için; masal dinlemeleri çok önemli bir husustur. Çocuklar için yazılmış çeşitli masallar, kimi zaman ağlatan kimi zaman ise güldüren türden olmuştur. En sevilen çocuk masalı türleri ise, şu şekilde sıralanmaktadır;

  • Kibritçi kız
  • Kurbağa prens
  • Arı ile papatya
  • Parmak çocuk
  • Kurşun asker

Kibritçi Kız

Uyku getiren masallar oku araştırmaları yapan ebeveynlerin, çocuklarına okuduğu masallardan bir tanesi de kibritçi kız hikayesidir. Kibritçi kız, yılbaşı akşamı sokakta soğukta, kibrit satan küçük bir kızı anlatmaktadır. Kibritçi kız, belirli bir saatten sonra çok üşümeye başlamış ve kibritleri tek tek yakarak hayaller kurmaya başlamıştır. Hayal kurduğu her şey için bir kibrit daha yakan kibritçi kız, en son çok sevdiği babaannesinin hayalini görmüştür. Babaannenin hayalini gördüğünde; daha fazla ısınmak ve babaannesinin hayalinin kaybolmamasını isteyen kibritçi kız; bütün kibritleri tek seferde yakmış ve donarak ölmüştür. Sevilen Andersan masalları arasında yerini alan kibritçi kız hikayesi, okuyanları da oldukça üzmüştür.

Kurbağa Prens

Masallar söz konusu olduğunda Kurbağa prensten bahsetmemek olmaz. Kurbağa prens de okuyanları şaşkına çeviren sevilen hikayelerden bir tanesidir. Günün birinde, çok yakışıklı bir prens; kurbağaya dönüşmüştür. Bu prensin kurtulması için ise, bir mucize gerekmektedir. Kurbağa birgün dere kenarında dolaşmaya devam ederken, bir kızı onu öpmesi sonucunda; yeniden yakışıklı bir prense dönüşmüştür. Kurbağa prenste umut ve ders veren sevilen hikayeler arasında yer almaya devam etmektedir.

Arı İle Papatya

En güzel masallar arasında yer almaya devam eden arı ile papatya hikayesi; ders verici niteliğe sahip olan hikaye türlerinden bir tanesidir. Arı, papatyaya çok kibirli davranmaktadır. Papatya ise, bu duruma bir hayli içerlemektedir. Ancak, günün birinde; arının bal yapabilmesi için; papatyaya ihtiyacı olacaktır. Bu olay gerçekleştiğinde ise, artı papatyaya kötü davrandığı ve ona kibirli yaklaştığı için çok büyük bir pişmanlık yaşamıştır.

Parmak Çocuk

Uyku getiren masallar oku başlıklarını araştıran ailelerin, çocuklarına severek okuduğu masallardan bir tanesi de parmak çocuk olarak bilinmektedir. Parmak çocuk öyküsü, acıklı başlayan bir hikaye olsa da mutlu sonla bitmektedir. Fakir bir ailenin 7 erkek çocuğu arasında en küçük olan parmak çocuk; çok büyük bir adım atacaktır. Aile, çocuklarına bakamadığını düşündüğü için; onları ormana bırakma kararı alır. Ormana bıraktığı çocuklar ise; her seferinde evlerine geri dönmenin bir yolunu bulmayı başarmışlardır. Ancak günün birinde vahşi bir dev ile karşılaşırlar. Fakat çocukların planları işlemiş ve dev 7 kardeşi öldürmek yerine kendi 7 çocuğunu öldürmüştür. 7 kızını öldürdüğünü fark eden dev çok sinirlenerek, parmak çocuk ve kardeşlerinin peşine düşmüştür. Ancak devin ayağına giydiği çizmeler sihirlidir. Parmak çocuk, devin çizmelerindeki sihiri anladıktan sonra; onları ayağına girmenin bir yolunu bulur ve hem ailesini hem de kardeşlerini fakirlikten kurtarmayı başarır.

Kurşun Asker

yaş kısa hikayeler arasında yer alan kurşun asker hikayesi; çocuklara ders veren bir niteliğe sahiptir. Kurşun asker masalında; balığın içerisinden çıkan bir oyuncak konu edinmiştir. Anne oyuncağı çocuğuna hediye etmiştir. Ancak kurşun askerin bir bacağı yoktur. Bu durumun farkında olan çocuk ise; günün birinde kurşun askeri sobaya atarak yanmasına sebep olmuştur. Bu masal da çocuklar tarafından çok sevildiği gibi düşündürücü niteliklere de sahiptir.


Web sitemizde size en iyi deneyimi sunabilmemiz için çerezleri kullanıyoruz. Bu siteyi kullanmaya devam ederseniz, bunu kabul ettiğinizi varsayarıseafoodplus.info

Merhaba,

Önce durum ve olay hikayelerinin ne olduğunu ve özelliklerini yazdıktan sonra kısa örnekler vereceğim;

Durum Hikayeleri:

  • Olaylar arka plandadır.
  • Günlük yaşamdan bir kesit anlatılır.
  • Serim, düğüm ve çözüm bölümleri yoktur.
  • Genellikle ruhsal çözümlemeler ön plandadır.
  • Okuyucuda merak uyandırma amacı gütmez.
  • Hikayenin beklenmedik bir sonla bitmesi beklenmez.

Durum Hikayesi Örneği:

 O güneşli sabahta ekmek kızartma makinesinin 'çinnn' sesini duymayı beklerken kahvemden bir yudum aldım. Kahve bu sefer biraz fazla sert olmuştu. Ya elimin ayarı yok ya da ağzımın diye düşündüm. Böyle bir sabahta herhangi bir şeyin bana tatlı gelmesini beklemiyordum zaten. Parıl parıl güneş bile yokluğunun karanlığını  silmeye yetmedi.

 Onu aramaya işte o an karar verdim. Telefonu elime aldım ve hafızamdan hiçbir zaman silinmeyeceğine inandığım o tanıdık numarayı tuşladım.

-Alo.

Hala aynı vurguyla alo diyordu.

-Aloo??

 Zaten hiç açmamam gereken telefonu kapattım ve yerine bıraktım. Bu sadece işleri daha da çıkmaza sürüklüyordu. Geri arayacak mı diye düşünürken 'çinnn' sesi boş mutfakta yankılandı. Bu gerçek hayatın çağrısının sesiydi.

Olay Hikayeleri:

  • Serim, düğüm, çözüm bölümleri ve olayların düzenli bir sıralaması vardır.
  • Anlatım olay ağırlıklıdır.
  • Çevre tasvirine ve kahramana önem verilir.
  • Okuyucuda heyecan ve merak uyandırır.
  • Hikaye genellikle beklenmedik bir sonla biter.

Olay Hikayesi Örneği:

 Sabah çalan saatin sesiyle uyandım. Bugün büyük gündü. Kız kardeşimin evleneceği ve yuvadan uçacağı gün gelmişti. Alarmı kapatıp hemen hazırlanmaya başladım. Yapılacaklar listesini buz dolabının üzerinden kapıp aşağı kata indim.

-Anne, babaa.. Ben kıyafetimi terziden almaya gidiyorum. Görüşürüz..

- Tamam canım gelirken nikah şekerlerini de almayı unu..

Annem daha cümlesini bitirmeden kapıyı kapatıp çıkmıştım bile. Ben bu kadar heyecanlıysam bizim küçük gelinimiz ne haldeydi acaba.

Terziden hızla kıyafetlerimi aldım ve şekerlemeciye geçtim. Nikah şekerleri hazırdı ve mükemmel görünüyorlardı. Hemen açıp bir tanesinin tadına baktım.

 Evin önüne vardığımda içeriden bağırış ve ağlama sesleri geliyordu. Telaşla içeri daldım. Karşımda kız kardeşim elinde gelinliğiyle yere çömelmiş ağlıyordu. Hayır, ağlıyordu demek hafif kaçar, sinir krizi geçiriyordu. Tüm makyajı akmış yüzü yerle bir olmuştu. "Bu gelinliği asla giyemeyeceğim" diyerek kendini parçalıyordu. Evleneceği adam son anda başka bir kadınla senelerdir onu aldattığını bu yükle evlenemeyeceğini ve anlatması gerektiğini söylemişti. Biz kız kardeşimi sakinleştirmeye çalışırken insanlara olan güvenimin eridiğini hissediyordum.

 En sonunda günler sonra sakinleşti ve evlenmek için bıraktığı üniversiteye tekrar devam etme kararı verdi. Ailem bir aile yemeği düzenledi ve durumu yakınlarımıza anlattı. Yemek masasındaki herkes böyle büyük bir hatanın kenarından döndüğümüz için mutlu görünüyordu.

Umarım yardımı olur. İyi dersler. :)

nest...

batman iftar saati 2021 viranşehir kaç kilometre seferberlik ne demek namaz nasıl kılınır ve hangi dualar okunur özel jimer anlamlı bayram mesajı maxoak 50.000 mah powerbank cin tırnağı nedir