peygamber efendimizin hilyesi / Hz. Peygamber'in kelimelerle çizilmiş resmi: Hilye-i Şerif

Peygamber Efendimizin Hilyesi

peygamber efendimizin hilyesi

Hilye-i Şerif Duası Nedir? Hilye-i Şerif Okunuşu, T&#;rk&#;e Anlamı, Faziletleri Nelerdir?

Haberin Devamı

Öneri:
Ayetel Kürsi


Hilye-i Şerif Duası Nedir?

Hilye-i Şerif okunduktan sonra aşağıdaki salavati şerif, diğer adıyla Hilye-i Şerif okunması tavsiye ediliyor.

"Allâhümme salli alâ Muhammedin alâ Nuri Muhammed, Allâhümme salli Muhammedin akli Nuri Muhammedin fakülü Allâhümme salli alâ Muhammedin seyyidnâ Muhammedin desduri, Allâhümme salli alâ Muhammedin Duri Muhammedin Duri, Muhammedin cesedi, Muhammedin alâ cesedi. Birahmetike yâ Erhamerrahimin. Ve salamün alel mürselin Velhamdülillâhi Rabbil Alemin. El Fatiha."

Bu duanın 3 defa okunması tavsiye ediliyor. 3 defa okunduğunda salavat okunmuş sevabı kazanılacağı rivayet ediliyor.

Hilye-i Şerif'in Türkçe Anlamı ve Faziletleri Nelerdir?

Hilye'nin sözlük anlamı "süs, ziynet, kolye" demektir. Manevi anlamı ise, "yaratılış, suret, güzel vasıflar" demektir. Osmanlı kültüründe, Peygamber Efendimizin vasıflarını ifade etmek için kullanılmıştır. Hilyelerde; Peygamber Efendimizin göz, saç, vücut, konuşma şekli gibi fiziki özellikleri tasvir ediliyor. Fiziki özelliklerinin yanı sıra Peygambere duyulan sevgi, saygı, özlem ve şefaat arzusu dile getiriliyor. Hilye-i Şerif'i okumanın, yanında bulundurmanın birçok fazileti bulunuyor.

1- Bulunduğu yere şeytan, zalim idareci, hastalık giremez.
2- Okuyan kişiye fakirlik bulaşmaz.
3- Okuyan kişiye hac sevabı vardır.
4- Kabir azabı görmez, cehennem ateşi ona haram olur.
5- Peygamber Efendimizin şefaatine nail olur.

Hilye-i Şerif Duası Nedir Hilye-i Şerif Okunuşu, Türkçe Anlamı, Faziletleri Nelerdir


Hilye-i Şerif Geleneği

Hilye-i Şerif Geleneği

Sözlüklerde anlamı süs ve ziynet olarak karşılanan hilye, İslam sanatlarında Hz. Peygamber'in fiziksel özellikleri ve güzelliğini sade bir dille detaylı biçimde anlatan eserlere verilen genel addır.

 

Asırlar boyunca hilyeler, şemail eserleriyle birlikte Hz. Peygamber'in aziz hatırasını yaşatma ve O'nun örnek kişiliğini sonraki nesillere aktarma konusunda önemli bir işlevi yüklenegelmişlerdir. Tür olarak zaman zaman birbirlerine karıştırıldıkları da görülen şemail ve hilyelerin arasındaki temel fark kısaca şu şekildedir: Şemail eserlerinde konu edilen Hz. Peygamber'in beşerî yönü, yaşama üslubu ve şahsi hayatıdır. Bu bağlamda şemailler kişisel portreler olarak karşımıza çıkarlar ve hilyelerden çok daha hacimli eserlerdir. Tarihi süreç içerisinde ise şemail ve hilyenin ayrı ayrı anlatım tarzları olarak kendi kulvarlarında rafine örnekler verdikleri görülmektedir.

Hilyelerde ise yukarıda belirttiğimiz gibi sadece Hz. Peygamber'in fiziksel özellikleri ele alınır. Ayrıldıkları bir diğer nokta ise hilyelerin zamanla yazılı metin formundan görsel levha formuna doğru tekamül edişidir.

"Hilyemi Gören Beni Görmüş Gibidir"

Müslümanlar arasında hilyelerin gördüğü yoğun ilgi çeşitli sebeplerle açıklanıyordu. Ancak bunlardan en önemlisinin Hz. Ali'den rivayet edilen, "Hilyemi gören Beni görmüş gibidir. Beni gören insan bana muhabbetle bağlanırsa Allah ona cehennemi haram kılar; o kişi kabir azabından emin olur, mahşer günü çıplak olarak haşredilmez" mealindeki hadis olduğu kuşkusuzdur.

Hilye Geleneğinin Ortaya Çıkışı

Prof. Dr. Uğur Derman hilye geleneğinin ortaya çıkış serüvenini şu şekilde özetliyor:

"İslam inancı, putlaştırılabilecek kimselerin tasvirlerinden şiddetle kaçınmıştır. Bu sebeple, bir kaç asılsız minyatür dışında hiç kimse Rasûlullah'ın resmini çizmeye cesaret edememiştir. Hıristiyan âleminde Hz. İsa için uygulandığı gibi hayali bir resim yapmaktansa, sahih tariflerden hareketle İslam Peygamberini hilyesinden öğrenip anlatmak; her inananın, gönlünde beliren şekliyle yaratılmışların bu en yücesini tasavvur ederek bağlanmasına vesile olmaktadır. Bu ise, putları yıkan bir iman anlayışı için elbette daha gerçekçidir."

Hilyeler ilk zamanlarda küçük yazılı metinler olarak ortaya çıkmışlardı. Bir sevgi ve sadakat nişanesi olarak, yazılan bu hilye metinlerini önceleri mü'minler kalpleri üzerindeki göğüs ceplerinde taşırlardı. Ancak Osmanlı dönemine gelindiğinde hilye geleneği asıl ihtişamlı örneklerini levhalar üzerinde verecektir.

Divan edebiyatında da hilye yazıcılığının rafine örneklerini görmek mümkündür. Osmanlı şairlerinin bu alanda çığır açıcı rol üstlendikleri artık genel kabul gören bir durumdur. Divan şiirindeki ilk manzum hilye örneği ise Hakanî Mehmed Bey'e ait olandır. Günümüzde de ilgi görmeye devam eden eser Hilye-i Hakanî olarak isimlendirilmiş, Ziya Paşa ve Muallim Naci gibi edebî görüşleri birbirlerine zıt büyük şairler bile eserin ihtişamı konusunda mutabık kalmışlardır.

Yapraklardan Levhalara

Allah Rasûlü'nü anlatmak üzere Miraciye, Muhammediye ve Mevlid gibi pek çok özgün edebî türün doğuşuna vesile olan Osmanlı sanatkârları hilyeler için de özgün bir form olarak levhaları ortaya koymuşlardır.

Bugün hilye denilince akla gelen levha formunun ilk olarak Hattat Hafız Osman tarafından yılları dolaylarında ortaya konulduğu kabul edilmektedir.

Hilye Rivayetleri

Hilye yazıcılığında en çok Hz. Ali ve Hz. Hasan'ın rivayetleri güvenilir kaynaklar olarak esas alınmıştır.

Hz. Ali'nin torunlarından İbrâhîm b. Muhammed rivâyet ediyor: Dedem Hz. Ali, Peygamber Efendimiz'i anlatırken O'nun şöyle tavsîf ederdi:

"Peygamber Efendimiz, ne aşırı derecede uzun, ne de içiçe girmişçesine kısa idi; O, bulunduğu topluluğun orta boylusu idi. Saçları, ne kıvırcık ne de dümdüzdü; hafifçe dalgalı idi. Tombul yüzlü ve yumru yanaklı değildi; yüzünde hafif bir değirmilik vardı. Mübârek yüzlerinin rengi kırmızıya çalar şekilde beyaz; gözleri siyah; kirpikleri sık ve uzun; kemiklerinin eklem yerleri ile omuz başları iri yapılı idi. Vücûdu tüysüz olup, göğsünden göbeğine doğru inen ince bir tüy şeridi vardı. El ve ayak parmakları kalınca idi. Yürürken, meyilli ve engebeli bir yerde yürürcesine ayaklarını sertçe kaldırırlar (sürümezler) ve adımlarını genişçe atarlardı. Bir kimseye baktıkları zaman, yalnızca başlarını çevirerek değil, bütün vücudları ile o tarafa yönelirlerdi. Sırtında kürekleri arasında "Nübüvvet Mührü" vardı. Bu, O'nun, peygamberler zincirinin son halkası oluşunun nişânesi idi. O, insanların en cömert gönüllüsü, en doğru sözlüsü, en yumuşak tabîatlisi ve en arkadaş canlısı idi. Kendilerini ansızın görenler, O'nun heybeti karşısında sarsıntı geçirirler; fakat üstün vasıflarını bilerek sohbetinde bulunanlar ise, O'nu herşeyden çok severlerdi. O'nun üstünlüklerini ve güzelliklerini tanıtmaya çalışan kimse: Ben, gerek O'ndan önce, gerek O'ndan sonra, O'nun gibisini görmedim, demek sûretiyle, O'nu tanıtma husûsundaki aczini ve yetersizliğini îtirâf ederdi. Allah'ın salât ü selâmı O'nun üzerine olsun!".

Hz. Hasan naklediyor: Peygamber Efendimiz'in Hilye'sini çok iyi bilen dayım Hind b. Ebî Hâle'ye Hz. Peygamber'in üstün vasıflarını sordum ve olduğu gibi belleyip hâfızama nakşetmek için, bana O'ndan bahsetmesini ricâ ettim. Bu isteğim üzerine dayım Hind b. Ebî Hâle şöyle buyurdular:

"Resûlullah Efendimiz, yaradılıştan heybetli ve muhteşemdi. Mübârek yüzü, dolunay halindeki ayın parlaklığı gibi nûr saçardı. Orta boyludan uzun, ince uzundan kısa olup, başı büyükçe idi. Saçları kıvırcık ile düz arası idi; şayet kendiliğinden ikiye ayrılmışlarsa onları başının iki yanına salar, değilse ayırmazlardı. Uzattıkları takdirde saçları kulak yumuşaklarını geçerdi. Peygamber Efendimiz'in rengi, ezher'ul-levn idi, yâni nûranî beyazdı. Alnı açıktı. Kaşları hilâl gibi, gür ve birbirine yakındı; çatık kaşlı değildi. İki kaşının arasında bir damar vardı ki, öfkeli hallerinde kabarır, normal zamanlarda ise gözükmezdi. Burunlarının üst tarafı biraz yüksekçe olup, üstü ince idi. Mübârek burnunun üstünde -onu yüksek gösteren- bir nûr vardı ki, dikkatlice bakmayan kimseler, Peygamberimiz'i kartal burunlu zannederlerdi. Sakal-ı şerifleri sık ve gür; yanakları ise yumru olmayıp düz idi. Saâdetli ağızları geniş, ön düşlerinin arası seyrekti. Göğüs çukuru ile göbeği arasında ince bir şerit gibi uzanan kıllar (mesrübe) vardı. Gerdanı, saf mermerden tıraş edilen heykellerin boynu gibi gümüş berraklığında idi. Vücudunun bütün âzaları birbiri ile uyumlu olup, yakışıklı bir yapıya sahipti: Ne şişman, ne de çok zayıftı; karnı ile göğsü aynı hizada idi. Göğsü ile iki omzunun arası genişçe, kemik mafsalları kalınca, vücûdunun açık yerleri gayet nurlu idi. Göğüs çukuru ile göbeğinin arasını birleştiren kıllar, ince uzun bir şerit gibi uzanırdı. Bu uzanan kıllar (mesrübe) dışında memelerinde ve karnında kıl yok idi; kolları omuzları ve göğüslerinin üst tarafları ise son derece kıllı idi. Bilekleri uzun, el ayaları geniş, el ve ayakları kalın, parmakları ise uzunca idi ( Râvî burada tereddüt ederek: Peygamberimizin vasıflarını anlatan Hİnd b. Hâle belki de: "parmakları kalınca idi" şeklinde söylemişti, der). Ayaklarının altı çukur (kemerli) idi; düztaban değildi. Ayaklarının üstü ise pürüzsüzdü; öyle ki, üzerine su dökülse yağ gibi akar giderdi. Yürürken, ayaklarını yerden biraz kaldırıp önlerine hafif eğilerek yürürlerdi. Ayaklarını, ses çıkarıp toz kaldıracak şekilde yere sert vurmazlar; adımlarını uzun ve serî atmakla beraber, sükûnet ve vekar üzere yürürlerdi. Yürürken, sanki meyilli ve engebeli bir yerden iniyor görünümünü arzederdi. Bir tarafa dönüp baktıklarında, bütün vücûdları ile birlikte dönerlerdi. Rastgele sağa sola bakmazlardı. Yere bakışları, göğe bakışlarından daha çoktu. Çoğunlukla göz ucu ile bakarlardı. Ashâbı ile birlikte yürürken, onları öne geçirir kendileri arkada yürürlerdi. Yolda karşılaştığı kimselere, onlardan önce hemen selâm verirdi".

Hafız Osman'dan kalan hilye örneklerinin en eskisinde farklı bir rivayetin kullanıldığı görülse de sonraki eserlerinde o da en çok Hz. Ali rivayetini kullanacaktır. Hafız Osman'dan sonra da hat ve tezhib sanatlarında hilye yazıcılığı ve süslemeciliği ayrı bir dal haline gelerek günümüze kadar devam edecektir.

(seafoodplus.info sitesinden alıntıdır.)

Bizi sosyal medyada paylaşın:

Hilye-i Saadet (Resulullahın görünüşü)


Sual: Resulullahın görünüşü nasıldı?
CEVAP
Resulullah efendimizin, görünen bütün uzuvlarının şekli, sıfatları, güzel huyları, tamam hayatı, bütün incelikleriyle, çok geniş ve açık olarak, âlimler tarafından, senetleri, vesikaları ile yazılmıştır. Bunlara (Siyer) kitapları denir.

Büyük İslam âlimlerinden imam-ı Ahmed Kastalani hazretlerinin, (Mevahib-i ledünniyye) ismindeki iki cilt kitabından lüzumlu görülen kısımlar, kısaca aşağıya yazılmıştır:
Peygamber efendimizin mübarek yüzü ve bütün a’za-i şerifesi ve mübarek sesi, bütün insanların yüzlerinden ve a’zasından ve seslerinden güzel idi. Mübarek yüzü, bir miktar yuvarlak idi. Neşeli olduğu zamanda, mübarek yüzü ay gibi nurlanırdı. Sevindiği, mübarek alnından belli olurdu.

Resulullah efendimiz, gündüz nasıl görürse, gece dahi öyle görürdü. Önünde olanları gördüğü gibi, arkasında olanları dahi görürdü. Bunu ispat eden yüzlerce hadise, kitaplarda yazılıdır. Gözde görme özelliği yaratan Allahü teâlânın, diğer uzuvda [organda] da yaratmaya gücü yeter.

Yana ve geriye bakacağı zaman, bütün bedeni ile dönüp bakardı. Yeryüzüne nazarı, semaya bakmasından ziyade idi. Mübarek gözleri büyük idi. Mübarek kirpikleri uzun idi. Mübarek gözlerinde bir miktar kırmızılık vardı. Mübarek gözlerinin karası gayet siyah idi. Fahr-i âlem efendimizin alnı açık idi. Mübarek kaşları ince idi. Kaşları arası açık idi. İki kaşı arasında olan damar, hiddetlenince kabarır idi. Mübarek burnu gayet güzel olup, orta yeri bir miktar yüksek idi. Mübarek başı büyük idi. Mübarek ağzı küçük değildi. Mübarek dişleri beyaz idi. Mübarek ön dişleri seyrek idi. Söz söylediği zamanda, sanki dişleri arasından nur çıkardı. Allahü teâlânın kulları arasında ondan daha fasih ve tatlı sözlü kimse görülmedi. Mübarek sözleri gayet kolay anlaşılır, gönülleri alırdı ve ruhları cezb ederdi. Söz söylediği zaman, kelimeleri inci gibi dizilirdi. Bir kimse saymak istese, kelimeleri sayılmak mümkün idi. Bazen iyi anlaşılması için, üç kere tekrar ederdi. Cennette Muhammed aleyhisselam gibi konuşulacaktır. Mübarek sesi, kimsenin sesinin yetişemediği yere yetişirdi.

Peygamber efendimiz güler yüzlü idi. Tebessüm ederek gülerdi. Gülerken, mübarek dişleri görünürdü. Güldüğü zaman, nuru duvarlar üzerine ziya verirdi. Ağlaması da, gülmesi gibi hafif idi. Kahkaha ile gülmediği gibi, yüksek sesle de ağlamazdı, amma mübarek gözlerinden yaş akar, mübarek göğsünün sesi işitilirdi. Ümmetinin günahlarını düşünüp ağlardı ve Allahü teâlânın korkusundan ve Kur’an-ı kerimi işitince ve bazen de namaz kılarken ağlardı.

Resulullah efendimizin mübarek parmakları iri idi. Mübarek kolları etli idi. Mübarek avuçlarının içi geniş idi. Bütün vücudunun kokusu, miskten güzel idi. Mübarek bedeni, hem yumuşak, hem de kuvvetli idi. Enes bin Malik diyor ki, Resulullaha on sene hizmet ettim. Mübarek elleri ipekten yumuşak idi. Mübarek teri miskten ve çiçekten daha güzel kokuyordu. Mübarek kolları, ayakları ve parmakları uzun idi. Mübarek ayaklarının parmakları iri idi. Mübarek ayaklarının altı çok yüksek olmayıp, yumuşak idi. Mübarek karnı geniş olup, göğsü ile karnı beraber idi. Omuz başının kemikleri iri idi. Mübarek göğsü geniş idi. Resulullahın kalb-i şerifi, nazargâh-ı ilahi idi.

Resulullah efendimiz çok uzun boylu olmayıp, kısa dahi değil idi. Yanına uzun bir kimse gelse, ondan uzun görünürdü. Oturduğu zaman, mübarek omuzu, oturanların hepsinden yukarı olurdu.

Mübarek saçları ve sakallarının kılı çok kıvırcık ve çok düz değil, yaradılışta ondüle idi. Mübarek saçları uzundu. Önceleri kakül bırakırdı, sonradan ikiye ayırır oldu. Mübarek saçlarını bazen uzatır, bazen de keser, kısaltırdı. Saç ve sakalını boyamazdı. Vefat ettiği zamanda, saç ve sakalında ak kıl, yirmiden az idi. Mübarek bıyığını kırkardı. Bıyıklarının uzunluğu ve şekli, mübarek kaşları kadar idi. Emrinde hususi berberleri var idi.

Resulullah efendimiz misvakını ve tarağını yanından ayırmazdı. Mübarek saçını ve sakalını tararken aynaya nazar eylerdi. Geceleri mübarek gözlerine sürme çekerdi.

Kâinatın efendisi (sallallahü aleyhi ve sellem) önüne bakarak, süratle yürürdü. Bir yoldan geçtiği, güzel kokusundan belli olurdu.

Peygamber efendimiz kırmızı ile karışık beyaz benizli olup, gayet güzel, nurlu ve sevimli idi. Bir kimse, Peygamber “aleyhissalatü vesselam” siyah idi dese, dinden çıkar.

Güzel huyların hepsi Resulullah efendimizde toplanmıştı. Güzel huyları, Allahü teâlâ tarafından verilmiş olup, çalışarak, sonradan kazanmış değil idi. Bir Müslümanın ismini söyleyerek, hiçbir zaman lanet etmemiş ve asla mübarek eli ile kimseyi dövmemiştir. Kendi için, hiçbir şeyden intikam almamıştır. Allah için intikam alırdı. Akrabasına, Eshabına ve hizmetçilerine tevazu ederek, iyi muamele eylerdi. Ev içinde çok yumuşak ve güler yüzlü idi. Hastaları ziyarete gider, cenazelerde bulunurdu. Eshabının işlerine yardım eder, çocuklarını kucağına alırdı. Fakat, kalbi bunlarla meşgul değildi. Mübarek ruhu melekler âleminde idi.

Resulullah efendimizi ansızın gören kimseyi korku kaplardı. Kendisi yumuşak davranmasaydı, Peygamberlik hallerinden, asla kimse yanında oturamaz, sözünü işitmeye takat getiremezdi. Halbuki, kendisi, hayasından, mübarek gözleri ile kimsenin yüzüne bakmazdı.

Peygamber efendimiz, insanların en cömerdi idi. Bir şey istenip de, yok dediği görülmemiştir. İstenilen şey varsa verir, yoksa, cevap vermezdi. O kadar iyilikleri, o kadar ihsanları vardı ki, Rum imparatorları, İran şahları, o kadar ihsan yapamadılar. Fakat kendisi sıkıntı ile yaşamayı severdi. Öyle bir hayat yaşıyordu ki, yemek ve içmek hatırına bile gelmezdi. Yemek getirin yiyelim veya falanca yemeği pişiriniz buyurmazdı. Yemek getirirlerse yer, her ne meyve verseler kabul ederdi. Bazen aylarca az yer, açlığı severdi. Bazen de çok yerdi. Yemeği üç parmakla yerdi. Yemek sonunda su içmezdi. Suyu otururken içerdi. Başkaları ile yemek yerken, herkesten sonra el çekerdi. Herkesin hediyesini kabul ederdi. Hediye getirene karşılık olarak, katkat fazlasını verirdi.

Çeşitli elbise giymek âdet-i şerifesi idi. Yabancı devlet elçileri gelince süslenirdi. Yani kıymetli ve nefis elbise giyerek, güzel yüzünü gösterirdi. Yüzüğünü mühür olarak kullanırdı. Yüzüğü üzerinde (Muhammedün Resulullah) yazılı idi. Yatağı deriden olup, içi hurma ağacı iplikleri ile dolu idi. Bazen bu yatak üzerine, bazen yere serili deri üzerine, bazen de, hasır veya kuru toprak üzerine yatardı. Mübarek avucunun içini sağ yanağının altına koyup, sağ yanı üstüne yatardı.

Resulullah efendimiz, zekât malı almaz, çiğ soğan ve sarmısak gibi şeyler yemez ve şiir söylemezdi.

Server-i âlem efendimizin mübarek gözleri uyur, kalb-i şerifi uyumazdı. Aç yatıp tok kalkardı. Asla esnemezdi. Mübarek vücudu nurani olup, gölgesi yere düşmezdi. Elbisesine sinek konmaz, sivrisinek ve diğer böcekler mübarek kanını içmezdi. Allahü teâlâ tarafından Resulullah olduğu bildirildikten sonra, şeytanlar göklere çıkarak haber alamaz ve kâhinler söyleyemez oldu.

Bir kimse, Peygamber efendimizi rüyada görse, muhakkak Onu görmüştür; çünkü şeytan Onun şekline giremez.

Nübüvvet mührü
Sual:
Herkese Lazım Olan İman kitabında, (Her peygamberin sağ eli üstünde nübüvvet mührü vardı. Muhammed aleyhisselamın ise, sol kürekteki deri üzerinde, kalbi hizasında idi) diye yazıyor. Bir radyoda okunan ilahide, (Nübüvvet mührü kuluncundaydı) deniyor. Kulunç hastalık değil mi, omuz ve sırt ağrısına denmiyor mu?
CEVAP
İlahiyi yazan kişi, yöre lisanını kullanmış olabilir. Bazı yörelerde, omuz denmiyor da, kulunç deniyor. Bu sözü, (Omzunda nübüvvet mührü vardı) diye anlamak gerekir.

 
 
 

Doç. Dr. Fatih ÖZKAFA

1. Hilye’nin Ortaya Çıkışı
Hilye, kelime olarak “yaratılış, süs, ziynet” bir başka ifade ile “insanın medâr-ı temâyüzü olan evsâf-ı hariciyesi” gibi anlamlara gelir. Istılahî olarak ise, İslâmî edebiyatta Hz. Muhammed (s.a.v.)’in hâl ve tavırlarını anlatan, mübarek cisimlerinin evsafını beyan eden manzûm veya mensûr metinlere “hilye” denir. Hat san’atında da bu metinleri ihtiva eden eserler, “hilye-i saâdet” veya “hilye-i şerîfe” olarak adlandırılır.

“Ta‘rîf-i eşkâl-i Rasûl Aleyhisselâm” veya “Fahr-i Kâinât Efendimiz’in evsâf-ı mübârekesi” şeklinde (Güngör, ) veya “Nebiyy-i Muhterem Aleyhi’s-Salâtü ve’s-Selâm Efendimiz Hazretleri’nin şemâil-i şerîfe ve sıfat-ı kutsiyyelerini havî kitap ve levha” (Kamus-ı Osmanî) şeklinde de tanımlanan hilye-i saâdet’in Hz. Peygamber (s.a.v.)’e duyulan muhabbet ve hasretin san’attaki aksi olduğu söylenebilir. Müslüman şair, bu hislerini na’t ile dile getirirken, hattat da yazıyla O’nu tarif etme cihetini benimsemiştir. Hz. Peygember (s.a.v.)’in sûretini resmetmek sakıncalı görüldüğünden, en edebî hilye metnini en zarif hattile levha haline getirmenin daha münasıp olacağı inancıyla Hilyetü’n-Nebeviyye eserlerine çok rağbet edilmiştir.

Hilye-i şerîfeye bilhassa Türk kültüründe büyük değer verilmiş; hilye metnini ezberleyenin hem dünyada hem ahirette büyük mükâfata nail olacağına, nimete ve saâdete erişeceğine inanılagelmiştir. Hilye-i saâdetin evde veya işyerinde bulundurulduğu takdirde o mekânın yangın, hırsızlık vb. âfetlerden korunacağı, yanında taşıyanların kaza ve musibetlerden muhafaza edileceği, seyahatlerde işlerin âsân olunacağı kabul edilmiştir. Ayrıca meskenlerinde bu mübarek levhaya yer verenler, sanki Hz. Peygamber (s.a.v.)’in rûhaniyyetlerini misafir ettiklerine inanmaktadırlar.

 

 

Bu hususlar, Hâkanî Mehmed Bey’in meşhur Hilye-i Hâkanî’sinde (Hilye-i Hâkânî, 06 Mil Yz.A /2, v.5b.) manzum olarak şu şekilde ifade edilmiştir:

Bu hadîs içre budur kavl-i ehem

Ya‘ni Allâhu Te‘âlâ a‘lem

Nice pâkîze sühandan sonra

Fahr-ı ‘âlem didi benden sonra

Hilye-i pâkimi kim görse benim

Ola görmüş gibi vech-i hasenim

Gördügince müteşevvik olsa

Hâsılı hüsnüme ‘âşık olsa

Ârzû itse yüzüm görmege ol

Kalbine neş’e-i Hak itse hulûl

Âteş-i dûzâh olur ana harâm

Eyler ikrâm ile firdevse hırâm

Fitne-i kabrden ol merd-i Hudâ

Yevm-i mîzâna dek emn üzre ola

Dahi haşr itmeye ‘uryân anı Hak

Ola gufrânına Hakk’ın mülhak

Anı hırz eyleye bir ehl-i sefer

Zarar irmez ana dir peygamber

Bu rivâyât-ı kesîrü’l-berekât

Böyle nakl oldı ‘Alî’den bi’z-zât

Didi kim hilyeni şâd olsa görüp

Hırz-ı cân eylese anı götürüp

Âhirü’l-emr olıcak rûz-ı kıyâm

Cismine nâr-ı cahîm ola harâm

Ol kişi çekmeye bi’l-cümle ‘azâb

Ne bu dünyâda ne ‘ukbâda ‘ukâb

Lâyık-ı devlet-i dîdârım ola

Dahi şâyeste-i envârım ola

 

2. Edebiyatta Hilye ve Şemâil Geleneği

Ashab-ı Kiram tarafından Hz. Peygamber’in şemâiline dair yapılmış tespit ve müşahedeleri bir araya toplayan ilk müstakil eser, İmam Tirmizî (ö. M.)’nin “eş-Şemailü’n-Nebeviyye ve’l-Hasâilü’l-Mustafaviyye” adlı eseridir. Bu eser, Osmanlı edebiyatında hilyeciliğin temel kaynağını teşkil eder. Osmanlı edebiyatında Hâkanî Mehmed Bey (ö. )’in yazdığı beyitlik Hilye-i Hâkanî mesnevîsi, bu türdeki en önemli eserlerdendir. Mehmed Bey’in bu mesnevîsi Sultan III. Mehmed Han’ın o kadar hoşuna gitmiştir ki, bu te’lifinden dolayı her ne câize istenirse kendisine verileceği beyan edilmiştir (Pala, ).

Beyhakî’nin “Delâilü’n-Nübüvve” ve Cemaleddin Hafız Abdurrahman’ın “el-Vefâ fî Fedaili’l-Mustafa, Kadı Ebu’l-Fadl Iyaz (ö. M.)’ın “Kitabü’ş-Şifâ fî Ta’rîfi Hukûkı’l-Mustafâ” adlı eserleri de Arap edebiyatındaki şemâil geleneğini temsil ederler (Subaşı, ).

Türk edebiyatında birçok hilye yazılmasına rağmen İran edebiyatında şemâil ve hilye türüne hemen hemen hiçbir yerde rastlanamamıştır. Bunu gözönünde bulundurarak bu edebî türün Müslüman Türklere ait bir çeşit millî edebiyat türü olduğu söylenebilir. “Bizde manzum hilye-i Nebevî sahasında ilk eser Şerîfî mahlaslı bir şairimize aittir. İki yüz elli beş beyitlik Risâle-i Rasûl adlı eser Kanûnî Sultan Süleyman’ın oğlu Şehzâde Bâyezid’e takdim edildiğinden hareketle eserin bu şehzadenin vefat tarihi olan ’den önce yazıldığını söylemek mümkündür.

Hilye ile şemâil birbirine yakın kavramlar olmakla birlikte, aralarında bazı farklar vardır. Hilyelerin peygamberimiz yanında diğer peygamberler, dört halife ve bazı İslâm büyükleri için de yazılabilmesine mukabil şemâiller yalnızca Peygamberimiz (s.a.v.) için yazılmıştır. (Erdoğan, ).

 Müzehhip Abdulhamit Yılmaz Tezhip Çalışmaları (Hat Hasan ÇELEBİ)

Türk Edebiyatındaki Başlıca Hilyeler

Türk Edebiyatı, hilye ve şemâil eserleri bakımından oldukça zengindir. Tarihten günümüze en çok bilinen hilyeler şu şekilde sıralanabilir:

Risale-i Hilyetü’r-Rasûl, Şerîfî.

Hilye-i Hâkanî, Hâkanî Mehmed Bey,

Tercüme-i Hilyetü’n-Nebî Aleyhi’s-Selâm, Bosnalı Mustafa,

Hilyetü’l-Envâr, Süleyman Nahifî,

Hilye, Seyyid Mehmed Efendi.

Şerh-i Hilye-i Nebeviyye (Hilye-i Nebeviyye ve Hulefa-i Erba’a), Müstakîmzade Süleyman Sa’düddin Efendi.

Hilye, Mevlevi Mehmed Necib Efendi,

Milad-ı Muhammediyye-i Hâkanîyye Hilye-i Fethiyye-i Sultaniyye, Rusçuklu Fethi Ali,

Nazmu’n-Nûr fî Silki’s-Sürûr, Tırhalalı Murad Oğlu Ali (Hızrî).

Hilye-i Fahr-i Âlem, Mustafa Fehmi Gerçeker,

(Uzun, ).

Yukarıda zikredilenlerden bazılarının da yer aldığı hilyeleri, mensur ve manzum hilyeler şeklinde tasnif ederek sıralamak mümkündür:

 

Mensur Hilyeler

Hilyetü’ş-Şerîfe ve’n-Na‘tu’s-Seyyime, Abdullah b. Şâkir b. Mustafa Elbistânî Yemlihâ-zâde.

Nüzhetü’l-Ahyâr Fî Şerh-i Hilyeti’l-Muhtar, Ahmed b. Receb el-İstanbulî.

Hilye-i Şerîfe, Ahmed Şemsî Halvetî.

Şerhu Hilyeti’n-Nebî, Akkirmânî Mehmed Efendi.

Hilye-i Saâdet, Akkirmânî Muhammed b. Mustafa.

Hilye-i Şerîf-i Rasûlullah, Ali Molla.

Hilye-i Şe”rîfe, Erzurumî Mehmed Hanefî Efendi

Hilye-i Saâdet Tercümesi, Fethî Mehmed Ali Efendi.

Hilye-i Nebevî, Halil b. Ali el-Kırımî.

Hilye-i Muhammed, Hilmi Efendi.

Şerh-i Hilye-i Nebevî, Hulûsî Ârif Eskişehrî.

Hilye-i Şerîfe Şerhi, İbn-i Kemal Paşa.

Hilye-i Şerîfe-i Cenâb-ı Peygamberi, İsmail Sâdık Kemal b. Muhammed Vecihî Paşa.

Hilye-i Şerîfe, Kâdi Şâseafoodplus.infoal Hilye-i Şerîfe, Mantıkî Mustafa Efendi.        

Hilye-i Şerîf Muhammediye, Mehmed Ergüneş, Bergama (matbu’).

Hilye-i Nebeviyye ve Hulefâ-i Erbâ‘a, Müstakimzâde Süleyman Sa‘düddin Efendi.

Hilye-i Nebevî, Nûrî.

Hilyetü’n-Nebî, Şeyh Emir Tarikatçı.

Hilye-i Nebeviyye, Şeyhî.

Hilye-i Celîle ve Şemâil-i Aliyye, Şeyhü’l-İslâm Hoca Saadettin Efendi.

Terceme-i Hilye-i Şerîf, Vahdî İbrahim b. Mustafa.

Hilye-i Nebî, Vecdî Ahmed.

Manzum Hilyeler

Risâle-i Hilyeti’r-Rasûl, Şerîfî.

Hilye-i Sa‘âdet, Hâkânî Mehmed Bey.

Gülistân-ı Şemâil, Nesîmî Mehmed Efendi.

Hilye-i Rasûlullah, Aziz Mahmud Hüdâyî.

Riyâzü’l-Hilye, Mustafa b. Muhammed Nüvâzî.

Hilye-i Nebî, Selimî Dede.

Hilyetü’l-Envâr, Süleyman Nahîfî.

Hilye-i Şerîf, Hayrullah Hayrî Efendi.

Hilye-i Hâkimâ, Hâkim Seyyid Mehmed Efendi.

Hilye-i Nebî, Ârif Süleyman Bey.

Nazîre-i Hâkânî, Mehmed Necip Efendi.

Hilye-i Şerîf, Âşık Kadrî.

Hilye-i Fahr-i ‘Âlem, Mustafa Fehmi Gerçeker.

Tercüme-i Hilyetü’n-Nebî, Bosnalı Mustafa.

Milâd-ı Muhamediyye-i Hâkâniyye ve Hilye-i Fethiyye-i Sultaniyye, Ruscuklu Fethi Ali.

Nazmu’n-Nûr fi Silki’s-Sürûr, Tırhalalı Murad Oğlu Ali (Hızrî).

Hilye-i Şerîfe, Abdülvahab Dursun.

Hilye, Hızrî.

Hilye-i Manzume-i Rasûlullah, Cenâb-ı Nurî Kastamonu.

(Güngör, , ).

Hz. Muhammed (s.a.v.) için yazılanlar dışındaki hilyeleri ise şu başlıklar altında toplamak mümkündür: Hilye-i Enbiyâ’lar, Hilye-i Çehâr-Yâr’lar, Hilye-i Aşere-i Mübeşşere’ler,  Hilye-i Hasaneynler, Din ve Tarikat Büyükleri Hakkındaki Hilyeler (Hilye-i Bahaüddîn Şâh-ı Nakşbend, Hilye-i Mevlânâ gibi).

3. Hat San’atında Hilye Geleneği

Levha halindeki hilye-i şerîfe’nin ilk numûnelerinin / tarihlerinde meşhur hattat Hâfız Osman Efendi (?) tarafından yazıldığı genel olarak kabul edilmektedir (Acar 96; Alparslan, 70; Dere ; Derman, ; Derman, a: ; Serin, ). Bununla birlikte, bir hürmet nişanesi mahiyetinde göğüs cebinde taşınmak için gündelik el yazısı veya nesih hattıyla küçük ebatlı olarak yazılan hilye metninin en eski örneği Derman’ın tespitine göre Şeyh Hamdullah’da () mevcuttur. (Derman, b: 23)

Klasik hilye levhaları, başmakam (Besmele), göbek (hilye metni), çehar yâr (Dört Halife), hilâl, âyet, etek (hilye metninin devamı) bölümlerinden mürekkeptir. Hilye metninin ilk kısmının yer aldığı göbek, Güneş’e benzetilir. Onu kuşatan hilâl formu, Hicret-i Nebeviyye’nin sembolü olan ve İslâm takviminde esas alınan Ay’ı temsil eder.

öbekteki güneş ve ay motifinin dörtbir yanındaki Hulefâ-i Râşidîn isimleri ise “ashabım yıldızlar gibidirler. Hangisine uysanız doğru yolu bulursunuz” meâlindeki hadîs-i şerîfe telmihte bulunur (Derman, 47).

 

Hat- Ahmet Zeki Yavaş - Tezhib- Gül Hilal Türkoğlu

Âyet kısmında ise genellikle “Seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik” meâlindeki “Vemâ erselnâke illâ rahmeten li’l-âlemîn” (Enbiya, 21/) âyeti veya “Muhakkak Sen yüce bir ahlâk üzeresin” meâlindeki “Ve inneke le’alâ hulukın azîm” (Kalem 68/4) âyeti; bazan da “Muhakkak ki Biz seni şahit, müjdeleyen ve uyarıcı olarak gönderdik” meâlindeki  “İnnâ erselnâke şâhiden ve mubeşşiren ve nezîrâ” (Fetih 48/8) âyeti yazılır. Bu ibarelerin dışında, “Sen olmasaydın, Sen olmasaydın eğer, kâinatı yaratmazdım” meâlindeki “Levlâke levlâke lemâ halaktu’l-eflâk” kutsî hadîsi veya Hz. Muhammed (s.a.v.) ile ilgili muhtelif âyet-i kerimelerin yazıldığı hilyeler de mevcuttur.

Sahabe-i kirâmdan Hz. Ali, Hz. Aişe, Enes b. Malik, Ebû Hureyre, Abdullah b.  Abbas, Abdullah b. Ömer, Hasan b. Ali, Hind b. Ebî Hâle, Berâ b. Âzib, Câbir b. Semüre, Câbir b. Abdullah, Sa’îd b. İyâs el-Cüreyrî (r. anhüm) gibi isimlerden Efendimiz (s.a.v.)’in şemâiline dâir rivâyetler ulaşmıştır. Bunlar arasında, hilye-i saâdet levhalarında en çok tercih edilenlerden biri aşağıdaki Hz. Ali rivâyetidir:

Hz. Ali (r.a.), Hz. Peygamber’i (s.a.v.) vasfettiği zaman şöyle buyurdu: ‘Hz. Peygamber’in boyu ne çok kısa, ne de çok uzundu, orta boyluydu. Ne kıvırcık kısa, ne de düz uzun saçlıydı; saçı, kıvırcıkla düz arası idi. Değirmi yüzlü, duru beyaz tenli, iri ve siyah gözlü, uzun kirpikliydi. İri kemikli ve geniş omuzluydu. Göğsü, ortadan karnına kadar kılsızdı. İki avucu ve tabanları dolgundu. Yürüdüğü zaman, sanki yokuş aşağı iner gibi rahatlıkla ilerlerdi. Sağına ve soluna baktığında, bütün vücuduyla dönerdi. İki omuzu arasında ‘nübüvvet mührü’ vardı. Bu, onun sonuncu peygamber oluşunun nişanesi idi. O, insanların en cömert gönüllüsü, en doğru sözlüsü, en yumuşak huylusu ve en arkadaş canlısı idi. Kendilerini ansızın görenler, onun heybeti karşısında sarsıntı geçirirler; fakat üstün vasıflarını bilerek sohbetinde bulunanlar ise, onu her şeyden çok severlerdi. Onun üstünlüklerini ve güzelliklerini tanıtmaya çalışan kimse: ‘Ben, gerek ondan ve gerekse ondan sonra, Rasûlullah (s.a.v.) gibi birisini görmedim’ demek sûretiyle onu tanıtmak hususundaki aczini ve yetersizliğini itiraf ederdi. Allah’ın salât ve selâmı onun üzerine olsun.

Hz. Hasan(r.a.)’nın Hind b. Ebî Hale (r.a.)’dan rivâyet ettiği hilye metni ise şöyledir:

Rasûlullah Efendimiz, yaratılıştan heybetli ve muhteşemdi. Mübarek yüzü, dolunay halindeki ayaın parlaklığı gibi nûr saçardı. Orta boyludan uzun, ince uzundan ise kısa olup başı büyükçe idi. Saçları kıvırcık ile düz arası idi. Şâyet kendiliğinden ikiye ayrılmışlarsa onları başının iki yanına salar; değilse ayırmazlardı. Uzattıkları takdirde saçları kulak yumuşaklarını geçerdi. Peygamber Efendimiz’in rengi ezheru’l-levn yani nûrani beyaz idi. Alnı açıktı.kaşları hilal gibi gür ve birbirine yakındı. Çatık kaşlı değildi. İki kaşının arasında bir damar vardı ki öfkeli hallerinde kabarır; normal zamanlarında ise gözükmezdi. Burunlarının üst tarafı biraz yüksekçe olup üstü ince idi. Mübarek burnunun üstünde onu yüksek gösteren bir nur vardı ki dikkatlice bakmayan kimselere, Peygamberimizi kartal burunlu zannederlerdi. Sakal-ı şerîfleri sık ve gür; yanakları ise yumru olmayıp düz idi. Saadetli ağızları geniş, ön dişlerinin arası seyrekti. Göğüs çukuru ile göbeği arasında ince bir şerit gibi uzanan kıllar vardı. Gerdanı saf mermerden traş edilen heykellerin boynu gibi gümüş berraklığında idi. Vücudunun bütün azaları birbiri ile uyumlu olup yakışıklı bir yapıya sahipti. Ne şişman ne de çok zayıftı. Karnı ile göğsü aynı hizada idi. Göğsü ile iki omzunun arası genişçe, kemik mafsalları kalınca, vücudunun açık yerleri gâyet nurlu idi. Göğüs çukuru ile göbeğinin arasını birleştiren kıllar ince uzun bir şerit gibi uzanırdı. Bu uzanan kıllar dışında meme ve karın bölgesinde kıl yoktu. Kolları, omuzları ve göğüslerinin üst tarafları ise son derece kıllı idi. Bilekleri uzun, el ayaları geniş, el ve ayakları kalın, parmakları ise uzunca (veya kalınca) idi. Ayaklarının altı çukur idi; düztaban değildi. Ayaklarının üstü ise pürüzsüzdü. Öyle ki üzerine su dökülse yağ gibi akar giderdi. Yürürken ayaklarını yerden biraz kaldırıp önlerine hafif eğilerek yürürlerdi. Ayaklarını, ses çıkarıp toz kaldıracak şekilde yer sert vurmazlar; adımlarını uzun ve seri atmakla birlikte sükunet ve vekar üzere yürürlerdi. Yürürken sanki meyilli ve engebeli bir yerden iniyor görünümünü arz ederlerdi. Bir tarafa dönüp baktıklarında bütün vücutları ile birlikte dönerlerdi. Rastgele sağa sola bakmazlardı. Yere bakışları, göğe bakışlarından daha çoktu. Çoğunlukla göz ucu ile bakarlardı. Ashabı ile birlikte yürürken onları öne geçirir; kendileri arkada yürürlerdi. Yolda karşılaştığı kimselere onlardan önce hemen selam verirlerdi (Yardım, ).

Cabir b. Semüre (r.a.)’dan gelen bir rivâyette Hz. Muhammed (s.a.v.) tavsif edilirken, mehtaplı bir gecede Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’i kırmızı renkli elbisesi ile gördüm de mukayese için bir O’na baktım bir de aya. Vallahi bence O aydan daha güzeldi (Yardım: 76) şeklinde anlatılmıştır. İbn-i Abbas (r.a.)’dan gelen bir rivâyette de Rasûlullah’ın ön dişleri hafifçe seyrek olduğundan, konuşurken ön dişleri arasından nur dökülüyor gibi görünürdü (Yardım, 78) tasviri yer almıştır.

Kısas-ı Enbiyâ isimli eserinde Ahmet Cevdet Paşa, klasik hilye metinlerinden yararlanarak muhtasar bir metin oluşturmuş ve bu ibarenin, Hattat Filibeli Bakkal Ârif Efendi tarafından Osmanlı Türkçesi ile ve nesih hattıyla yazıldığı bir hilye-i saâdet levhası birkaç kez bastırılmıştır. Aşağıda, sözkonusu hilye metni yer almaktadır:

Rasûl-i Müctebâ Muhammedüni’l- Mustafa (s.a.v.) yaratılış ve ahlakça Âdemoğulları cinsinin en olgunu idi. Bütün peygamberler noksansız azalı ve güzel yüzlü olup Habib-i  Hüdâ onların en güzeli idi. Tertemiz cismi güzel, hep azası münasip endamı gâyet düzgün, alnı ve göğsü ve avuçları ve iki omuzlarının arası geniş idi. Boynu uzun ve ölçülü ve gümüş gibi saf, omuzları ve pazuları ve baldırları iri ve kalın, bilekleri uzun, parmakları uzunca, elleri ve parmakları kalınca idi. Mübarek karnı göğsüyle beraber olup şişman değil idi. Ve ayaklarının altı çukur olup düz değil idi. Uzuna yakın orta boylu, iri kemikli, iri gövdeli, güçlü kuvvetli idi. Ne zayıf ne semiz, belki ikisi ortası ve sıkı etli idi. Mübarek cildi ipekten yumuşaktı. Gâyet mu’tedil bir tarzda büyük başlı, hilal kaşlı, çekme burunlu, az değirmi çehreli ve ovale yakın yüzlü idi. Şişman yüzlü ve yumru yanaklı değil idi. İki kaşının arası açık ve fakat kaşları birbirine yakın idi. Çatık kaşlı değil idi. Ve iki kaşının arasında bir damar var idi ki öfkelendiğinde kabarıp görünürdü. Kirpikleri uzun, gözleri kara  ve güzel, büyücek idi. Ve gözlerinin akında az kırmızılık var idi. Rengi ezherli idi. Yani ne kireç gibi ak ne de karayağız, belki ikisi ortası ve gül gibi kırmızıya yakın beyaz ve nurani ve berrak olup mübarek yüzünde nur parlardı. Dişleri inci gibi parlak olup söylerken ön dişlerinden nur saçılır ve gülerken mübarek ağzı bir latif şimşek gibi pırıltılar saçarak açılır idi. Saçları ne kıvırcık ne de pek düz idi. Ve saçlarını uzattığı vakit kulaklarının memelerini aşardı. Sakalı sık ve tam idi, uzun değildi. Ve bir tutamdan fazlasını alırdı. Beka yurduna göç ettiklerinde saçı skalı henüz ağarmaya başlayıp başında biraz ve sakalında yirmi kadar beyaz kıl var idi. Cismi temiz, kokusu latif idi. Koku sürünsün sürünmesin teni ve teri en güzel kokulardan ala kokardı. Bir kimse onunla musâfaha etse bütün gün onun hoş kokusunu duyardı. Mübarek eliyle bir çocuğun başını meshetse hoş kokusuyla o çocuk diğer çocuklar arasında bilinirdi. Doğduğu vakit dahi pak ve latif idi. Sünnetli ve göbeği kesik olarak doğmuş idi. Duyuları fevkalade kuvvetli idi. Pek uzaktan işitir ve kimsenin göremeyeceği mesafeden görür idi. Ve bütün hareketleri ılımlı idi. Bir yere gittiğinde acele ve sağ ve sola meyletmeyip vakar ile doğru yoluna gider ve fakat sürat ile akıcı bir şekilde yürür idi. Normal yürür gibi görünür fakat yanında gidenler sürat ile yürüdükleri halde geri kalırlar idi. Yüzünde nur ve güzellik, sözünde akıcılık ve letafet, lisanında anlaşılırlık, beyanında fevkalade tesir var idi.  Boş söz söylemeyip her sözü hikmet ve nasihat idi. Ve herkesin akıl ve idrakine göre söz söylerdi. Güler yüzlü, tatlı sözlü idi. Kimseye fena söz söylemez; kimseye kötü muamele eylemez ve kimsenin sözünü kesmez idi. Yumuşak huylu ve mütevazı idi. Sert ve kaba değildi. Fakat heybetli ve vakur idi. Gülmesi dahi tebessüm idi. Onu ansızın gören kimseyi heybet kaplardı. Ve onunla tanışan ve sohbet eyleyen kimse O’na cân ü gönülden âşık olurdu. Fazilet ehline derecelerine göre hürmet gösterirdi. Akrabasına dahi pek ziyade ikram eylerdi. Lakin onları kendilerinden faziletli olanların önüne geçirmezdi. Ev halkına ve ashabına güzel muamele ettiği gibi diğer insanlara yumuşak huylulukla ve lütûf ile muamele ederdi. Hizmetkârlarını pek hoş tutardı. Kendisi ne yer ve ne giyer ise onlara da onu yedirir ve giydirirdi. Cömert ve keremli, şefkatli ve merhametli, cesur ve hilm sahibiydi. Ahd ve va’dinde sabit, sözünde doğru idi. Güzel ahlakça akıl ve zekaca bütün insanlara üstün ve her türlü medh ve senaya layık idi.  El-hâsıl dış görünüşü güzel, iç alemi mükemmel, misli yaratılmamış bir saadetli ve mübarek vücut idi. Allahümme salli aleyhi ve ‘alâ ‘âlihi ve ashabihî ecmaîn.

 

 

Peygamberimiz (s.a.v.)’in fizikî özelliklerinin nazmen anlatıldığı, Hâkanî Mehmed Bey Hilyesi’nden seçilmiş bazı beyitler aşağıda verilmiştir. Bu hilyenin Hâkanî Mehmed Bey hilyesine nazire olarak yazıldığı da ileri sürülmektedir. (Her beytin numarası sonundadır):

Besmele’yle idelim bed’-i makâl

Sayd ola tâ ki hümâ-yı zî-bâl (1)

Nice vasf eyleyeyim evsâfun

Hak senün olmuş iken vassâfun ()

İ‘tidâl üzre idi hûb u latîf

Reşk-i Tûbâ idi ol kadd-i şerîf ()

İki bâlâ kad arasında meger

Olsa idi eger ol fahr-ı beşer ()

Gorinürdi ikisinden bâlâ

Vasatü’l-kadd iken ol sidre-nümâ ()

Ne kıvırcık idi gâyet ne dırâz

Bu iki vasfdan oldı mümtâz ()

Didiler var idi bir ince tamar

Kaşları arasın itmişdi makar ()

Gâh olup ol reg-i mîzâb-ı celâl

Cûy-ı hiddetle tolardı fi’l-hâl ()

Zâhir olsa o reg-i pâk-i nebîl

Gazab u hiddete olurdı delîl ()

Basmasa ‘âlem-i imkâna kadem

Zâhir olmazdı bu sahrâ-yı ‘adem ()

Vâsi‘ü’l-hatve idi meşy-i Rasûl

Sık adım atmayup olmazdı ‘acûl ()

İltifât eylesebir şahsa eger

Beden-i pâki ile cümle doner ()

Ya‘ni bir şey’e nigâh itse o mâh

Cevirüp gerdenin itmezdi nigâh ()

Ketifeyni arasında o şehün

Ya‘ni sag cânibe akreb o mehün ()

Var idi mühr-i nübüvvetle hitâm

Hâtemü’r-rüsl idi ol fahr-i enâm ()

Once yürür idi ashâb-ı güzîn

Gelür ardınca o şâhen-şeh-i dîn ()

Bed’ iderlerdi selâma her gâh

Gordigi mü’mine ol nûr-ı İlâh ()

Sadrı şakk olmagın ol fahr-i melek

Geldi hakkında “elem neşrah lek” ()

Asdaku’n-nâs idi ol fahr-i cihân

Lehce-i pâkine ‘âlem hayrân ()

Câmi‘-i hüsn-i edâ idi fasîh

Hüsn-i güftârı belâgatde sarîh ()

Nice haddim ola ta‘rîf itmek

Hilye-i pâküni tavsîf itmek ()

Vasf-ı pâkün senün ey nûr-ı cemîl

Yine Allâh bilür bi’t-tafsîl ()

Hilye-i pâküne itdikçe nazar

Dîde-i şevk ile emlâk u beşer ()

Ola bin kerre tahiyyât u selâm

Ravza-i pâküne ey hayr-ı enâm ()

(Erdoğan, )

Hat san’atında ta’lîk yazı temeşşuku esnasında, mürekkebat safhasına geçildikten sonra Molla Câmi’nin Besmele Kasidesi veya Hilye-i Hâkanî’den seçme beyitler de meşk edilir (Derman, 50).

Klasik hilye-i saadet levhalarının uzun kenarları yaklaşık olarak 40 cm. ile 70 cm. arasında değişmekle birlikte daha büyük eb’adlı hilyelere de rastlamak mümkündür. Büyük eb’adlı hilye yazmayı, her boyda olmak üzere civarında hilye yazmış bulunan Kadıasker Mustafa İzzet Efendi (ö. ) başlatmıştır. Hat san’atının köklü gelenekleri arasında bulunan icâzetnamelerin hilye yazmakla da alındığı görülmüştür. Meselâ Sultan II. Mahmud (ö. ), Filibeli Bakkal Ârif Efendi (?), Hacı Kâmil Akdik (ö. ) ve Şeyh Aziz Rıfâî (ö. ) sülüs-nesih hattından icazetnameye birer hilye-i Nebeviyye yazarak hak kazanmışlardır (Derman, ). Mustafa Râkım Efendi (ö. )’nin farklı kompozisyonda bazı hilyeleri, yine Şeyh Aziz Rıfâî’nin hutût-ı mütenevvia ile yazdığı yoğun kompozisyonlu hilyeleri mevcuttur.

Belli başlı yazı çeşitlerinin her birinin veya birkaçının kullanıldığı örneklere rastlamanın mümkün olduğu hilyeler genellikle muhakkak ve sülüs-nesih veyahut ta’lîk hattıyla kaleme alınmıştır. Tamamı kûfî hattıyla yazılmış nadir hilyelerden biri Derviş İbrahim Kadirî’ye âittir. Hacı Nuri Korman () ve Bakkal Ârif Efendi, metin kısmında nesih yerine sülüs hattı kullanarak hilyeler yazmışlardır. Ta’lîk hilyenin ilk denemesine Hafız Osman devrinden hemen sonra rastlanmakla birlikte, san’at vasfı kazanmış talik hilye Yesârî Mehmed Es’ad Efendi (ö. ) ile başlar. Daha sonra oğlu Yesarizâde Mustafa İzzet Efendi (ö. ) de birçok ta’lîk hilye yazmıştır. Ta’lîk hilye yazmakta meşhur son hattatlardan biri de Mehmed Hulûsî Yazgan (ö. )’dır. Hulûsî Efendi, etek kısmı bulunmayan ve göbek kısmı beyzî olan hilyeler de yazmıştır. Aynı zamanda, “vemâ erselnâke” âyeti yerine, Ulu Ârif Çelebi’nin “Mustafâ mâ câe illâ rahmeten li’l-âlemîn” mısraını kullandığı da olmuştur (Derman, 50). Yahya Hilmi Efendi () ve Kâmil Akdik, o devre kadar yazılmamış hilye metinlerini de denemişlerdir. Yine, M. Şevkî Efendi (), Hâmid Aytaç (ö. ), muhakkak/sülüs-nesih hatlarıyla ve klasik formda birçok hilye-i saâdet levhası yazmışlardır.

Hilyeler, bazı kaynaklarda “göbek formuna göre (dairevî, beyzî)” veya “serbest formlu” gibi bir tasnife tabi’ tutulmuştur (Taşkale, Gündüz, 61 vd.). Ancak, tarihten günümüze, birbirinden o kadar farklı hilyeler yapılmıştır ki, esasen tam bir sınıflandırma yapmak mümkün gözükmemektedir.

Hilye tezhiplerinde ise, geç Osmanlı döneminde barok, rokoko vb. batı akımlarının tesirleriyle karşılaşmak mümkündür. Hat san’atının estetik bakımdan zirvede olduğu bu dönemde yazılmış nice zarif hilye, ne yazık ki nâhoş bir üslûpla tezyin edilmeye çalışılmıştır.

4. Sonuç

Hz. Peygamber (s.a.v.)’i tavsif eden, O’nun güzelliklerini anlatan, yüksek seciye ve ahlâkını öven metinlerle gerek edebiyatta gerekse hat san’atında sıkça karşılaşmak mümkündür. Bilhassa Türk san’at ve edebiyat tarihi, bu nevi eserler bakımından oldukça zengindir. Peygamberini iştiyak ve tahassürle hatırlayan her san’atkâr, kendisinden önce ortaya konmuş eserlerden ilham ve kuvvet alarak; fakat yeni bir bakış açısıyla kendi muhabbetini ızhar etmeye çalışmıştır. Bu bir gelenek halini alınca da tarih boyunca na’t kaleme almayan bir şair, hilye yazmayan bir hattat, hilye tezhiplemeyen bir müzehhip nerdeyse hiç çıkmamıştır. Meselâ hattatların çoğu tek bir hilye yazmakla iktifa etmemiş; dâima yeni arayışlar içinde olmuşlardır. Hattâ öyle ki; hilye yazmanın feyiz ve bereketine inanarak birçok hat san’atkarı ömür boyu hilye yazmış; yine de usanmamıştır. Günümüzde, klasik hilye formunun haricinde yeni tasarım arayışları gözlenmektedir. Bu nevi denemelerde, muasır sanat anlayışına muvafık sayılabilecek teknikler ve malzemeler tecrübe edilmekte; klasik is mürekkebinden başka renkler de kullanılmaktadır. Ancak sözkonusu farklı/sıradışı her örneği “modern” olarak tanımlamak doğru değildir. Bu gibi kavramları kullanırken onların san’at dünyasında yaygın kabul görmüş anlamlarını göz ardı etmemeliyiz. Ayrıca, günümüz hattatlarının da, yeni bir tasarım yapmak isterken nispet, âhenk, denge gibi estetiğin vazgeçilmez ilkelerinden taviz vermemeleri gerekmektedir.

 

K A Y N A K Ç A

Şinasi Acar, “Hilyeler” Antik&Dekor, Sayı 42, s. ,

Ali Alparslan, Osmanlı Hat Sanatı Tarihi, İstanbul,

Ömer Faruk Dere, Hattat Hâfız Osman Efendi, İstanbul,

M. Uğur Derman, “Hâfız Osman’ın Hat San’atımızdaki Yeri”, Hayat, Sayı 52, İstanbul, s. ,

M. Uğur Derman,  “Hilye” maddesi, T.D.V. İslâm Ansiklopedisi,  Cilt 18, İstanbul, s. ,

M. Uğur Derman, Hat Sanatında Hilye- Şerîfler, Diyanet, Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.v.) Özel Sayı, Ankara, s. ,

M. Uğur Derman, Ömrümün Bereketi-I, İstanbul, s. ,

M. Uğur Derman, “Yazı San’atımızda Hilye-i Saâdet”, İlgi, Aralık, Sayı 28, s. ,

M. Uğur Derman, “Hat Sanatımızda Hilye-i Nebevî’nin Doğuşu”, Hilye-i Şerîfe, İstanbul, s. ,

M. Uğur Derman, F. Çiçek Derman, Kadıasker Mustafa İzzet Efendi Hilyesi, İstanbul

Ferit Devellioğlu, Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lûgat, Ankara,

Mehtap Erdoğan, “Hâkanî Mehmed Bey’in Manzum Hilyesi”, C.Ü. İlahiyat Fakültesi Dergisi, XI/1, ,

Zülfikar  Güngör, “Türk Edebiyatında Hilye-i Nebevî Türünün Doğuşu, Gelişimi ve Sebepleri”, Tasavvuf İlmî ve Akademik Araştırma Dergisi, Yıl 4, Sayı 10, Ocak-Haziran,

Hâkanî Mehmed Bey,  Hilye-i Hâkânî, 06 Mil. Yz. A /2, v. 5b.

Mehmet Çebi Koleksiyonundan Hilye-i Şerif ve Tesbihler, İstanbul

Mehmet Zeki Pakalın, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, Cilt I, İstanbul,

İskender Pala, “Hilye-i Saâdet’in Câizesi”, Türk Edebiyatı, Sayı , Ocak, s. ,

Muhittin Serin, Hat Sanatı ve Meşhur Hattatlar, İstanbul,

M. Hüsrev Subaşı, “Edebiyat ve Hatt Sanatımızda Hilye Geleneği”, IX. Milletlerarası Türk Sanatı Kongresi, Bildiriler, Cilt III, Ankara, s. ,

Subaşı: “Türk Sanatında Hilyeler”, Türk Sanatında Hilyeler, İstanbul, s. ,

Şemseddin Sami, Kamûs-i Türkî, İstanbul

Faruk Taşkale, Hüseyin Gündüz, Hilye-i Şerife - Hz. Muhammed’in Özellikleri, İstanbul,

Mustafa Uzun, “Hilye” maddesi, T.D.V. İslâm Ansiklopedisi,  Cilt 18, İstanbul, s. ,

Ali Yardım, Peygamberimiz’in Şemâili, İstanbul,

nest...

batman iftar saati 2021 viranşehir kaç kilometre seferberlik ne demek namaz nasıl kılınır ve hangi dualar okunur özel jimer anlamlı bayram mesajı maxoak 50.000 mah powerbank cin tırnağı nedir