rabbül alemin ilahisi sözleri / Bayram Büyükoruç - Rabbül Âlemin ilahi sözleri | İlahi Sözleri

Rabbül Alemin Ilahisi Sözleri

rabbül alemin ilahisi sözleri

Halden Değil Muameleden Sorumluyuz

23 Haziran Cuma günü (bugün) vefat eden Abdülbaki Oral Ağabey’in Altınoluk dergisine verdiği mülakatın sayısında, Sami ve Musa Efendi Hazretleri ile ilgili paylaştığı hatıralarını; sayısında ise gençlere verdiği tavsiyeleri ve okuduğu duaları istifadenize sunuyoruz.

Altınoluk dergisinin Temmuz sayısında Selman Tan’ın Abdülbaki Oral Ağabey ile yaptığı röportaj

ABDÜLBAKİ ORAL KİMDİR?

S. Tan: Sizi tanımak için kendinizden dinleyelim Abdülbâki Ağabey.

Abdülbaki Oral: Bismillahirrahmanirrahim. Rabbi yessir velâ tuassir rabbi temmim bi’l hayr. Elhamdülillahi Rabbil alemîn vessalâtu vesselâmu alâ seyyidinâ Muhammedin ve alâ âlihî ve sahbihî ve sellim.

Cenâb-ı hak konuşmamızı hayırlara anahtar, şerlere kilit yapsın inşallah. Bütün halimizi, harekatımızı, sekenâtımızı rızasına muvafık eylesin inşallah.

Ankara Gerede doğumluyum. 4 yaşındayken validem rahmetli oldu. İlkokulu bitirdikten sonra Ankara’ya ablam ve eniştemin yanına gelerek sanat okuluna kayıt oldum. Yaz tatilinde çanta imalathanesinde işe girmiştim. Maddi sebepler zorlayınca o işte kaldım. 18 yaşına geldiğim zaman üvey validem beni evlendirdi. Askere gittiğim zaman iki çocuğum vardı.

Askerliğimi Bursa’da Orhan Gazi Türbesi’nin üstündeki askerlik şubesinde yaptım. O zaman askerlik 24 aydı fakat boydan kısa olduğum için beni o zaman var olup şimdi kaldırılan ‘arızalı sağlam’ sınıfına dâhil ettiklerinden 6 ay kadar askerlik yaptım.

Askerlik şubesinin tam karşısında Şehadet Camiî vardı. Bir gün albayın yanındayken ezan okunmaya başladı. “Komutanım camiye gidebilir miyim?” diye sordum. Bana “Sen namazını kılıyor musun?” dedi. Daha sonra camiden müezzin Allahu ekber dediği zaman albay bana “Hoca seni çağırıyor” derdi.

Baktım askerlerin ellerinde uygunsuz yayınlar dolaşıyor. Yanımda 12 adet dini kitap vardı. Onları evrak odasındaki rafa koydum. Bir gün binbaşı beni çağırdı. Elinde benim kitaplar, bir kısmını da okumuş olduğu anlaşılıyordu.

“Burada ibadet etmeyenler için hayvandan da aşağıdır gibi ifadeler kullanılıyor ne dersin?” dedi. Ben de “Efendim bizi yaratan Rabb’imiz kendine uymayıp kötülük yapan insanoğluna Kur’an-ı Kerim’de böyle diyor” dedim. Dini kitaplar ve hizmetim ilk olarak bu şekilde askerde olmuştu.‌

S. Tan: Namaza askerden önce nasıl başlamıştınız, ailenin telkini ile mi oldu?

Oral: Çantacıda çalışırken bir komşumuz bana Namazı Dosdoğru Kılmak isimli bir kitap verdi. O kitabı akşam okudum, sabahında besmele çekip başladık.

S. Tan: Demek ki içinizde kabiliyet varmış, kıvılcım çakınca ateş yandı.

Oral: Rabbim taklidî ibadetlerimizi tahkîke ulaştırsın inşallah. Döndükten sonra yine haftalıkla, bu sefer bir başka yerde çalışmaya başladım. Girmeden önce tek şartım vardı, namaz vakitlerinde müsaade edilmesi.

Askerden sonra çanta imalatı işine ve satışına girdik. İki imalathane ve bir aksesuar dükkânı ile Türkiye’nin muhtelif yerlerine toptan ve perakende satışlar yapıyorduk. 30 kişi çalışırdı.

‌yılı Mart ayında Altınoluk dergisi Andını Hatırla başlığıyla çıkmıştı. Heyecanla takip ediyordum. Her hafta Abdullah Sert ağabey ile görüşürdüm. “Bir emriniz var mı?” diye sorunca “Abone yapmanızı bekleriz” dedi. Rahmetli Hacı Gedikli ağabeyi, damatları 6- 7 kişiye abone yapıp gönderdim.

Abdullah ağabey ile tekrar görüştüğümüzde yine abone beklediklerini söyleyince, elime kâğıdı kalemi alıp komşulardan birer birer yazmaya başladım. O zamanlar bilgisayarlar çok yaygın değildi, bütün kayıtları elimle tutuyordum.

Elif sitesinde 1 blokta 72 daire var, toplam 5 blok vardı. Tabii bir insan bir vazifeyi üstlendiği zaman onu en iyi şekilde yerine getirmek istiyor. Sonra etrafa, Ankara esnafına açılmaya başladım.

Neşriyat hizmeti işine eskiden beri gıpta ederdim. Gelen malzeme güzel, giden malzeme güzel elhamdülillah. Hani ilahide deniyor ya “Gül alırlar gül satarlar” diye. İnsanları Allah yoluna çağırıyorsunuz. Dünyevi işinizi yaparken sadakayı câriye kazanıyorsunuz. Sonradan baktık ki ikisi bir arada olmuyor. Çanta işini tasfiye ederek Altınoluk bayiliği ve kitap işine devam ettik.‌

S. Tan: Manevi hayatla ilk tanışmanız nasıl oldu?

Oral: Kitap okumayı sevdiğim gibi vaaz ve nasihat dinlemeyi de çok severdim. Abdullah İşler Hocaefendi’nin İbadullah Camii’nde vaaz verdiğini söylediler. Yine kâğıdı kalemi alarak vaazları düzenli takip etmeye başladım. Orada vaazları teybe kaydetme mevzuunu konuşurken Mustafa Altınoluk isimli bir ağabeyimiz bana bir intisabımın olup olmadığını sordu.‌

seafoodplus.info: Sizin nasibiniz de hep Altınoluk ismi üzerinden devam etmiş Abdübâki ağabey.

Oral: Evet öyle oldu. Sonra bana “Bu dinlediğin Abdullah İşler Hocaefendi, Rıza Çöllü Hocaefendi, Osman Şevket Yardımedici Hocaefendi bunların hepsi Mahmut Sami Ramazanoğlu Hazretleri’ne bağlılardır” dedi. Bu hocaefendiler Ankara’nın en mümtaz hocalarıydı. Ayrıca Konya’dan Tahir Büyükkörükçü Hocaefendi’yi söyledi. Her birini ayrı ayrı çok severdim. Altınoluk ağabeyin sohbetlerine başladım. Bir müddet sonra yılında İstanbul Erenköy’de devlethanede Sami Efendi üstadımız ikili olarak kabul buyurdular. Nasıl ders yapacağımı elime kâğıdı kalemi aldırarak yazdırdılar. O zamanlar ders görüşmesi için bir süre verilmiyordu. Daha sonra Musa Efendi üstadımız ders görüşmelerinin en geç 6 aylık sürelerle yapılmasını sağlamıştı.

S. Tan: O zaman o dönemlerden okuyucularımıza faydalı olacağını mülahaza ettiğiniz hatıralarınızdan anlatır mısınız?

Oral: Musa Efendi üstadımızın bir Ankara’ya teşriflerinde tahminen 12 kişilik bir grupla yemek yeniyordu. Ankara sorumlusu Urfalı Kemal yetkin ağabeyimiz o sırada hastanedeydi. Hastaneden çıkarak yemeğe katıldı. Vücudunda ödemler, büyük ölçüde şişlikler oluşuyordu. Gut ve şeker hastalıkları vardı. Doktorlar tahlil üstüne tahlil yapıyor, bir şey bulamıyorlardı. Hareket edemez, pantolon içine sığamaz hale geldiği için endişe ediliyordu. O yüzden de mümkün olduğu kadar vücuduna sıvı almamasını tembihliyorlardı.

Musa Efendi Kemal ağabeyden hastalığı ile ilgili bilgileri aldıktan sonra sofradaki karpuzdan alıp Kemal abiye uzattı “Buyurun, şifa olur inşallah” dedi. Bu hadise birkaç defa tekrarlandı. Hepimiz hayretle bakıyorduk.

Sohbetten çıktıktan sonra Kemal Efendi ağabey “Bir rahatlama hissediyorum” dedi. Eve gittikten sonra elhamdülillah daha da rahatlamış. Aylardır sebebi bilinmeyen bu hastalığı o gün şifa bulmuştu elhamdülillah.

Hiç unutmam; Musa Efendi’nin Ankara’ya o gelişlerinde fakire Hacıbayram’da terzilik yapan Ali Özkan beyi çağırmamı istedi. Ali ağabey geldi sofrada bulunduktan sonra Musa Efendi’nin cübbesinde yapılacak ufak bir iş varmış onu yaptı. Hatta fakirin, aklıma şöyle gelmişti: ‘bu oldukça basit bir iş burada bizler de bu hizmeti yapabilirdik.’ Musa Efendi arabasına binip İstanbul’a dönerken terzi Ali Özkan ağabey Hakk’ın rahmetine kavuştu. Kemal ağabeyin şifa bulması da Ali ağabeyin vefatı da o gün olmuştu. Ali ağabeyin çağrılmasının özel bir hikmete mebni olduğu kanaatine sahip oldum.

Yaşadığımız bu hadiseyi aktarınca şu da aklıma geldi. Sami Efendi Hazretleri bir şahısla şehirlerarası otobüs yolculuğu yapıyorlar. Beraberlikleri sadece bir yerden bir yere gidinceye kadar oluyor. Bu şahıs Ankara’da Çıkrıkçılar Sokağı’nda arzuhalcilik yapıyormuş. Sami Efendi bir Ankara’ya gelişlerinde rahmetli Mustafa Erbil ağabeye Çıkrıkçılar Yokuşu’nda dilekçe yazan şu isim ve eşkâldeki şahsı bulmalarını ve kendisinin görüşmek istediğini ifade ediyor.

Mustafa Erbil ağabey gidip o şahsı buluyor ve “Sami Efendi üstadımız Ankara’ya teşrif ettiler ve sizinle görüşmek arzu ederler” deyince o şahıs birden sapsarı oluveriyor. Meğer alkol alıyormuş. Mustafa Erbil ağabeyden bir iki saat izin istiyor. Sonra gusül abdesti almış, üstüne yeni elbiseler giymiş vaziyette Sami Efendi Hazretleri’nin ziyaretine geliyor. Yarım saat kadar ikisi baş başa görüşüyorlar. O şahıs Sami Efendi’nin yanından ayrıldıktan 23 gün sonra vefat ediyor. Sami Efendi üstadımızdaki şu vefâya bakar mısınız? Mecburen beraber oldukları insanlardan bile merhametlerini esirgemiyorlar.

Kemal ağabeyi bir hafta göremezsem içim içime sığmazdı. Acaba tart mı edildim diye korkardım. Seyyitdi, çok mübarek insandı. Vefat ettiği zaman Urfa’ya defnedilmek istediğini söylemiş. Fakir, Hacı Gedikli ağabey ile birlikte Ankara’da yıkayıp kefenlendikten sonra Urfa’ya götürdük. Musa Efendi üstadımız da Adana’ya uçakla geldikten sonra Faruk Karabucak ağabeyin arabasıyla Urfa’ya cenazesine gelmişti. Cenazeden sonra da şöyle buyurmuştu: “Kemal Efendi 7 tane hastalıkla imtihan olundu ama hizmetten hiç geri durmadı.” Bir hafta geçtikten sonra Hacı Gedikli ağabeye Ankara’ya hizmet etme vazifesi verildi.

S. Tan: Sizin Hacı Gedikli ağabeyle akrabalığınız nasıl oldu?

Oral: Fakirin 3 kızım 2 oğlum vardı. Hacı ağabeyin de bir kızı 2 oğlu vardı.

Nasipmiş iki kızımız Hacı Gedikli ağabeyin iki oğluyla izdivaç ettiler.

S. Tan: Musa Efendi ile o kadar yıllık hukukunuz oldu. Size söylediklerinden en unutamadığınız ve sizi etkileyen şey ne oldu diye sorsam?

Oral: Musa Efendi üstadımıza “Bazı ağabeyleri dersleri ileride görüyoruz. Biliyoruz yaşları da kemâle ermiş ama şöyle şöyle zaaflarla karşılaşıyoruz” denince “Evladım muamele bütün hallerin, makamların önündedir ve üzerindedir. Halden sorumlu değiliz ama muhatap olduğumuz bütün insanlara karşı olan davranışlarımızdan sorumluyuz. İlle de muamele” demişlerdi.

Kibarı kelamda da “ Güzellerin en güzeli, güzel ahlaktır” deniyor. Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem’in: “Ben güzel ahlakı tamamlamak üzere gönderildim” buyurmasındaki hikmet çok iyi anlaşılmalıdır.

Musa Efendi malum Ravza-i Mutahhara’da sofraları açardı. Ayrıca bazen de davet edildiği başka iftar sofralarında iftarını açardı. Bir gün böyle bir iftar sofrasında doğru giderken birden yolunu değiştirip başka bir sofraya misafir oluyor. Yolunu değiştirmesine sebep ise iftar edeceği sofraya hizmet eden kardeşlerden birisinin pideyi sofraya doğru attığını görmesi oluyor. Musa Efendi çok zarif bir insandı ve hizmette edebi çok gözetirdi. Hizmet edeni çok severdi. Hediyesiz hiçbir yere gitmezdi. Hediyeleri de hediye paketleri de tamamen kendi zevki istikametinde mükemmel olurdu.

Kayseri’de Hacı Hasan Özaşır diye bir zat vardır, Mesci Baba diye maruftur. Sami Efendi üstadımızın meslerini dikermiş, ismi mesçi baba olarak kalmış. Sokağına da belediye Mesçi Baba Sokağı yazmış. Oradaki arsasına cami yaptırıyor fakat kendisi rukuda gibidir, 90 yaşını geçmiş mübarek. Kayseri şivesi ile söylediği şöyle bir şey hoşuma gitmişti: “Kuru kuru gadanı alayım, tıngır tıngır odana geleyim böyle bir şey olmaz. Canın cana kaynayacak, parmak oynayacak.”

Beyazıd-ı Bestami Hazretleri şöyle buyuruyor: “Gidilen yere boş gidilmez Rabbim/Ben boş gelmedim suç getirdim/Çok ağırdı sırtımda iki kat güç getirdim.”

Musa Efendi Ankara’da sohbet edeceği salona geldiği zaman kitaplıktaki bir kitabın ters konduğu dikkatini çekmiş, sohbete başlamadan önce onu düzelttirmişti.

Verirken o kadar maharet kazanmıştı ki avucunun içindeki parayı alan insandan başka hiç kimse kolay kolay fark edemezdi.

YOLDAKİLERE TAVSİYELER

S. TAN: Yaşınız 80’e yaklaşmış olmasına rağmen ayda birkaç defa İstanbul’a muhtelif vesilelerle ziyarete geliyorsunuz. Bu muhabbeti, enerjiyi nasıl buluyorsunuz?

ORAL: Osman Efendi üstadımızın Hiçlik yazısının en geç ayda bir kere okunması gerekir. Kendimizin ne olup ne olmadığını anlayabilmemiz için. Abdest alıyorsak, namaz kılıyorsak, iyilik yapabiliyorsak bunların hepsi Rabbimizin lütfudur. Sen çıkarsan aradan kalır seni yaradan.

50 yaşıma doğru fakir önemli bir rahatsızlık geçirdim. İki kalçamın kıkırdakları da artık vazifesini yerine getiremez hale gelmiş, birbirine yapışmıştı. Kalça kemiklerinin içinde sıvı kalmadığı için yürüyemez duruma düştüm. Bir yerden bir yere artık tekerlekli sandalye ile hareket edebiliyordum. Filmleri gösterdiğimiz bütün doktorlar kalça protezinden başka bir çare kalmadığını söylüyorlardı. Ameliyat olmayı istemediğim için bir müddet böyle devam ettim. Hacı Gedikli ağabey: “Seni götürüp ameliyathaneye ben yatıracağım” diye ısrar edince sonunda gelip Osman Efendi üstadımıza durumu arz ettim. Doktorların ameliyattan başka çare yok dediklerini söyledim. Ayrıca kalça içindeki sıvının geri gelme, ölmüş kıkırdağın da yenilenme imkânının artık olmadığını söylediklerini de ilettim. Ağızlarından ameliyat diye bir söz çıkmayınca ben de ameliyat olmama kararı aldım. Bu arada bazı alternatif tıp yöntemlerine müracaat ettim. Daha sonra kalça kemiklerim kendi kendine yuva yapmışlar. Tekrar yürür vaziyetine döndüm. Doktorlar yeniden film çekip baktıklarında “Senin bu film sonuçlarına göre yürüyememen lazım” dediler ama elhamdülillah 20 yıldır Rabbim yürütüyor.

S. TAN: Altınoluk’u bir ziyarete geldiğinizde bizim orada hasta sandalyesi olmadığı için Murat Karaman Bey ile birlikte sizi koltuğa oturtarak taşımıştık. Hatta Abdullah Sert ağabey sizi koltukta o vaziyette görünce “İnşallah ileride at gibi koşacaksın Abdülbâki ağabey” demişti. Ben de moral olarak mı böyle söylüyor diye taaccüp etmiştim.

ORAL: Evet sizler o günkü durumumu çok iyi biliyorsunuz. Elhamdülillah ağabeylerimizin kardeşlerimizin duası bereketi ile şifa bulmuş durumdayız.

S. TAN: Esad Erbilî Hazretleri de, Musa Efendi Hazretleri de kalçalarından rahatsızlık yaşamışlardı Abdulbâki ağabey.

ORAL: Evet ama bizim rahatsızlığımız herhalde günahlarımıza kefaret içindir. Fakir sıfıra sıfır elde var sıfır diye bir tabir var ya işte tam oyum. Rabbim bu sahte kulluğumuzu kabul buyursun inşallah.

Bir hac döneminde rahmetli Atasayar ağabeyimizin evinde Sami Efendi Hazretleri’nin sohbetindeydik. Yanımda Diyarbakır sorumlusu Ahmet Ertürk ağabey Sami Efendi’nin tam karşısındaydık. Sami Efendi hazretleri şöyle bir şey anlatmıştı.

Bir bakkal, çocukların ellerinde oynadıkları sahte parayla gelip kendisinden bir şeyler almasını anlamazdan gelip sahte paraları kasanın altındaki bir tenekeye topluyor. Vefatı yaklaştığı zaman çocuklarına diyor ki “Bakkalda kasanın altındaki tenekeyi getirir misiniz?” Çocuklarının getirdiği tenekeyi önüne koyarak başlıyor niyazda bulunmaya: “Ya Rabbi senin masum, günahsız, pırıl pırıl kulların geldi, benden kalp yani sahte parayla muhtelif nesneler istediler. Ben onlara sizin bu paralarınız geçmez, demedim. Ne istedilerse verdim. Yarabbi benim bu davranışım yüzü suyu hürmetine sahte amellerimi Sen kabul buyur” diyerek ruhunu teslim ediyor. Fakirin de Rabbimden niyazım bizim sahte amellerimizi gerçekmiş gibi kabul etmesidir.

Fakiri 77 yaşımda elimde bastonla dere tepe dolandıran şey üstadımızın hizmet gayretidir, aşkıdır. Üstadımız anlatılmaz yaşanır. 55 ülkeye kitapla kendi dillerinde İslam ulaştırılıyor. Meçhule mektuplar gönderiliyor. Bu hizmetlere var gücümüzle destek olmazsak mesul oluruz.

S. TAN: Abdulbaki ağabey okuyucularımıza tavsiyeleriniz neler olur?

ORAL: Estağfirullah genç kardeşlerimize aklıma geldiği kadarıyla önce şunu söylemek isterim.

“Hüsnüzan büyük bir sermayedir.” Hüsnüzandan hiçbir zaman sorumlu olmayız, aksine hep artıda oluruz. Ama suizanda bulunursak onun bir adım sonrası gıybettir. Suizandan fersah fersah kaçınız. Olmayan bir şey söylediyseniz o zaman zaten iftira olur. Bunlardan da çevremizi ifsad eden fitne oluşur. Hüsnüzanda bulunmak gibi bir güzellik varken suizanla ne işin olur kardeşim.

İkinci olarak söyleyeceğim; “Müslümanın niyeti amelinden üstündür.” Şu güzelliğe bakın Selman ağabey. İyilik olarak yapmadığım bir şey bile amel defterinde yarın karşına çıkacak. Niyetimizi hep iyileştirelim ve iyi niyetlerimizi büyütelim. Mesela en küçük şeyde bile niyetimizi devamlı kontrol edelim. Bir örnek vereyim; Komşunuz hasta olduğu zaman ‘ben ona gitmezsem gücenir’ diye düşünmek niyeti bozmak demektir. ‘Allah rızası için ben hasta ziyareti yapacağım ‘ diye düşünün. Kısacası zerreden küreye niyetinizi sağlam tutun.

Üçüncü olarak söyleyeceğim; “Biz birbirimizi sevmeden bize yol vermezler.” Ben bir Müslüman kardeşimi sevemiyorsam kusuru kendimde aramam lazım. Çünkü Allah’ın kulu, peygamberin ümmeti olma şerefine nail olmuş. Toplumsal sıhhatimiz için “Birbirinizi sevmedikçe gerçek mümin olamazsınız” hadisi şerifi çok önemli bir ölçü koymaktadır.

Şah-ı Nakşibend Hazretleri bir hayvan geçerken elini bağlar, yol verirmiş. Bize ne oluyor da bir diğer kardeşimizi beğenmiyoruz?

Dördüncü olarak söyleyeceğim; “Hizmetsiz kazanç olmaz.” Bu yolun büyükleri gayrimüslimlere hizmet etmişler, hayvanata hizmet etmişler, hayvanlardan himmet beklemişlerdir. Hayvanat zikirde bizden üstün değil midir? Biz bütün yaratılmışlara hizmet ettikçe büyüyeceğiz. Hizmet yaptıklarımız bizi ister takdir etsin ister tekdir etsin, biz işimize bakacağız. Alacağımızı Rabbimizden tahsil etmeyecek miyiz, almayacak mıyız? Hizmette sınır da olmaz sinir de olmaz. Allah için yapıp ecrini Allah’tan alacağız.

Arif birisi Zilzal Suresi’ndeki “Zerre kadar hayrınızın da zerre kadar şerrinizin de mükâfatını ve mücazatını alacaksınız” ayetini okuduğu zaman “Bu sure bana yeter” diyor.

Beşinci olarak söyleyeceğim; Ubeydullah-ı Ahrar Hazretleri’nin “Varidatımız sarfiyatımız kadardır” sözüdür. Bu sözden anladığımız, mal olarak, beden olarak ne kadar sarf edersek ne kadar hayra harcarsak Rabbimiz bize o kadar verecek demektir. Bu durum hep tecrübe ile sabit olmuştur.

Ubeydullah-ı Ahrar Hazretleri malum kendisinden birisi karnını doyurmasını istediği zaman verecek bir şey bulamayınca lokanta sahibine gidip sarığının tülbentini çıkarıyor ve “Bu temizdir, bunu bulaşıkta kullanırsınız, bu garibi doyurur musunuz?” diyor. Daha sonra ise bolluk zamanında verdiği öşür afakı tutuyor. Çalıştırdığı ırgat var ama medresedeki 3 tane yatalak hastaya kendisi bakıyor. Baktığı hastaların hastalıkları kendisine geçtiği halde hizmetten geri durmuyor.

Zamanımızda böyle fazilet örnekleri yok değil elhamdülillah. Haymanalı Ömer ağabeyimiz vardı. Vefatından sonra yeğeni anlatmıştı. Birgün giyecek, yeni iç çamaşırı ve nevresim takımlarını alarak yeğenine “Garip Adnan epeydir görünmüyor gel bir bakalım” diyerek onun yaşadığı kulübeye gidiyorlar. Bakıyorlar ki Adnan hastalanmış kendisine bakacak durumda değil. Ömer ağabey yeğenine “sen dışarıda bekle” diyerek kollarını sıvayıp Adnan’ı güzel bir temizledikten sonra giydiriyor ve karnını doyurup istirahat etmesini sağlıyor. Bunu yaptığı zaman bu insan 70 yaşın üzerindeydi.

Büyüklerimizin devamlı tavsiye ettiği “Bugün bir yetim başı okşadınız mı, bugün bir kardeşinizin derdine merhem oldunuz mu?” sözleri hep bizleri böyle hizmetlere teşvik içindir.

Altıncı söylemek istediğim önemli husus ise; “ümitleri kırmamak bir mü’minin şiârı olmalıdır.” Bir zat, “Ümidi kırmamak nasıl olur?” diye etrafına sorduğunda kendisine, “filan yerde bulunan âlim zata gidip bunu öğrenebilirsin” diyorlar. O zat, gittiği âlimi bir köpeği doyururken buluyor. Kendisine selam veriyor ama âlim selamına mukabelede bulunmuyor. Bir müddet sonra köpeğin karnı doyunca o muhterem zat bütün vücuduyla dönerek “Ve aleykümselam muhterem kardeşim hoş geldin, sefalar getirdin. Önce hakkını helal et selamına geç mukabele ettim. Sebebi ise bu hayvancağız karnını doyuruvermem için gelmişti. Eğer sana dönecek olup seninle meşgul olursam onun ümidini kırmış olacaktım” diyor. İnsanların sizden bir ümidinin olabilmesi sizin için ne büyük şereftir. Bu hususta ince davranabilmek ancak ariflere has özelliklerdendir.

Yedinci söylemek istediğim husus; “Sabırda sebat edebilmek çok önemli bir irade ister.” Amelleri, sevapları işlemek için gayret göstermek de sabır, günahlara düşmemek için çekinmek de sabırdır. Esmâ’ül hüsna’nın sonu sabırla bitiyor. Her hadisâta sabırla yaklaşmak bizim imtihanı güzel vermemizi sağlayacak şeydir.

Sekizinci söylemek istediğim “kibir, gurur, enaniyet kansere benzer bir illettir.” Bunlar tam anlamıyla şeytan amelidir. Yunus ve Hud suresi tefsirinde “Bir kimseye kendisini kardeşinden daha üstün olarak görmek günah olarak yeter” buyruluyor. Cimri cennete girmez meğer Enbiya olsa/Cömert cehenneme girmez meğer eşkıya olsa.

Yunus Emre Hazretleri bir beytinde ne kadar güzel söyler;

Yetmişikibuçuk millete bir göz ile bakmayan

Halka müderris ise de Hakka asidir.

Dokuzuncu söylemek istediğim husus; “siz benim adıma günah işlemediniz ben sizin adınıza günah işlemedim. Günahsız ağızla birbirimize dua edelim.” Sadır, gönül geniş olduğu zaman bunların hepsi kolaylaşır. Bizim düşmanlığımız günahkâra değil günahadır.

Ali Fuat Başgil’in Gençlerle Başbaşa kitabından 2 bin adet alıp etrafımdaki gençlere dağıtıyorum. Bu vesileyle söylemiş olayım; gençler o kitabı mutlaka okusunlar.

Son olarak söyleyeceğim şey bizi okuyan kardeşlerimizin büyük bir lütfu ilahi içinde olduklarını bilmelerini isterim. Lütfu ilahinin içinde bulunup nimetin kadrini bilememek bizleri bedbahtlığa götürür.

S. TAN: İçinizden gelen dualarla sohbetinizi bitirelim mi Abdülbâki ağabey?

ORAL: İlahi Ya Rabbi, Ya Rabbel alemin, Ya Erhamerrahimin. Bizleri Zatına layık bir kul, Habibi edibine layık bir ümmet, üstadlarımıza layık bir evlat eyle. Üstadımızın ömrü şâhânelerine bereket ihsan eyle, derecesini âli eyle, hizmet ehli kardeşlerimiz ile birlikte zamanın fitnesinden muhafaza eyle.

Ya Rabbi devlet ricalinden ihlas ile çalışanların güç ve kuvvetlerini arttır, onları kazadan, beladan, musibetten muhafaza buyur.

Ya Rabbi dâhili ve harici düşmanlara fırsat verme. Kumpaslarını, tuzaklarını kendi başlarına makûs eyle Yarabbi. İslam’ı muzaffer eyle Yarabbi.

Ümmeti Muhammed’in dertlerine deva, hasta kullarına acilen şifa, borçlularına edalar ihsan eyle, darda ve sıkıntıda olan kullarına Sen yardım eyle Ya Rabbi.

Dine, millete, memlekete hayırlı hizmet edecek nesiller ihsan eyle Ya Rabbi.

Ya Erhamer rahimin son nefesimizde Kur’an okuyarak, ismini zikrederek, cemalin müjdesini alarak, hüsnü hatime ile can vermeyi nasip eyle Yarabbi. Amin ve selâmün alel mürselîn vel hamdü lillahi Rabbil alemin. Bütün ölmüşlerimizin ruhları için el Fatiha.(Kaynak: Selman Tan, Altınoluk Dergisi, Sayı: )

İslam ve İhsan

Mahmud Sami Ramazanoğlu (k.s.) Kimdir?

PAYLAŞ:                

Allah Allah Allah Rabbil Alemin İlahi Sözleri

Allah Allah Allah Rabbil Alemin Sözleri &#; Allah Allah Allah Rabbil Alemin İlahisini Dinle &#; Allah Allah Allah Rabbil Alemin İlahi Sözleri

Kürtçe İlahiler kaleminden yazılan Allah Allah Allah Rabbil Alemin ilahisinin sözlerisini sizler için aşağıda derledik. Allah Allah Allah Rabbil Alemin İlahisinin Sözlerine aşağıdan erişebilirsiniz.

Allah Allah Allah Rabbil Alemin Sözleri &#; Allah Allah Allah Rabbil Alemin İlahinin Sözleri

Allah Allah Allah Râbbil Âlêmin
Lailaheillallah Râbbil Âlêmin
****
Abdulkadir gula zere Râbbil Âlêmin
Gula Deste Peygambere Râbbil Âlêmin
Hem Seyyide Hem servere Râbbil Âlêmin
Abdulkadir Yek Sultane Râbbil Âlêmin
****
Allah Allah Allah Râbbil Âlêmin
Lailaheillallah Râbbil Âlêmin
****
Bağdat Ciya Evliyane Râbbil Âlêmin
Hızır Ciya Âlemanê Râbbil Âlêmin
Sultanê İnsucilane Râbbil Âlêmin
Abdulkadir Yek Sultane Râbbil Âlêmin
****
Allah Allah Allah Râbbil Âlêmin
Lailaheillallah Râbbil Âlêmin
****
Eve Ser Tacê Evliya Râbbil Âlêmin
Eve Mürşida Terika Râbbil Âlêmin
Eve Gavse vel Mürida Râbbil Âlêmin
Eve Roniya Âlema Râbbil Âlêmin
****
Allah Allah Allah Râbbil Âlêmin
Lailaheillallah Râbbil Âlêmin
****
Ev Hem Şeğe Hem Sultane Râbbil Âlêmin
Gulakida Ser Dıllaye Râbbil Âlêmin
Çı Xaşıke Çı Delale Râbbil Âlêmin
Abdulkadır-i Geylani Râbbil Âlêmin
****
Allah Allah Allah Râbbil Âlêmin
Lailaheillallah Râbbil Âlêmin

Fatiha Suresi Okunuşu - Fatiha Suresi T&#;rk&#;e Anlamı, Fazileti ve Faydaları (Diyanet Meali & Tefsiri)

Haberin Devamı

Fatiha Suresi Şifa İçin Okunur mu?

Alimlerin aktardıklarına göre Kur'an’da şifa için sürekli okunması gereken sureler Fatiha ve Ayetel Kürsi'dir. Fatiha, hastaların şifa bulmasına hikmet olur. Kişinin daha kolay iyileşmesine sebep olur. Şifa için okunması önemlidir.

Fatiha Suresi Uzun Bağışlama Duası

Fatiha Suresi okunduktan sonra bazı bağışlanma duaları okunabilir. Ancak Fatiha Suresinin başlı başına bir dua olduğu unutulmamalıdır.

'Ey yerleri ve gökleri yaratan Allah'ım. Sen ki tüm kainatın yaratıcısısın. Allah'ım, bize verdiğin her nimet için sana şükürler olsun. Verdiğin dertler için sana çok şükür ey Allah'ım. Senden geldik sana döneceğiz. Bizi affet, bizi bağışla ey Allah'ım. Sen isminle, gücünle, her şeyi bilen ve işitensin. Kimsenin gücünün yetmediği şeylere gücü yetersin. Ol dersin olur. Bizi günahkarlardan eyleme Allah'ım. Bizi Hazreti Peygamberin ümmeti olmaya layık imkan eyle ey Allah'ım. Amin.'

Fatiha Suresi Üzerinde Taşımak

Fatiha Suresi üzerinde taşımak isteyen kişiler, bunun durumu hakkında bilgi almak isteyebilirler. Alimler, Fatihayı taşımanın faziletinin büyük olduğunu hikmet ederler. Kişinin bu ağırlığı taşıması halinde, taşıdığı Fatiha Suresi kendisine kalkan olur. Hastalıklardan uzak kalmasına imkan tanır. Onun zor durumlardan kurtulmasına imkan verir. Allah'ın sözü olduğu unutulmamalı, buna göre davranılmalıdır.

Fatiha Suresi Ne Zaman Okunmalı?

Fatiha Suresi sabah kalkarken, gece uyurken her vakit okunabilir. Mezarların önünden geçildiğinde rahmet amacı niyetiyle okunabilir. Ayrıca namaz içerisinde Fatiha okunur. Bunun dışında Fatiha Suresi şu vakit okunmalı, hayrı daha fazla demek mümkün değildir.

Namaz harici okunduğunda en az 11 kez okunmasının daha hayırlı olacağı ifade edilir. Fatiha Suresi her dakika, saat ve zaman diliminde mümkün olduğunca okunmalı ve okunması tavsiye edilmelidir.

Fatiha Suresi Tefsiri (Diyanet)

“Eûzü” veya “istiâze” diye bilinen bu cümle, bu şekliyle bir âyet olmadığı için mushafa yazılmamıştır. “Kur’an okuyacağın vakit o kovulmuş şeytandan Allah’a sığın” (Nahl 16/98) şeklinde buyurulduğu için Kur’an okumaya başlayanlar, besmeleden önce “eûzü” ifadesini okumak suretiyle bu emri yerine getirmektedirler. Asıl adı İblîs olan şeytan, Allah’ın “Âdem’e secde et!” emrine uymadığı, kendisinin daha üstün olduğunu ileri sürerek emre karşı geldiği için meleklerin vatanından (melekût âlemi) kovulup sürgün edilmiş; o da imtihan dünyasında Allah’ın kullarını, O’nun yolundan ve rızâsından ayırmak için uğraşmayı kendine vazife edinmiştir (A‘râf 7/).

Şeytan, kendine uyan diğer cinleri ve insanları da kullanarak vazifesini yapmaya çalışmaktadır (En‘âm 6/). Ancak Allah’a iman eden, O’na dayanan ve güvenen müminlere şeytanın zarar veremeyeceği ve onlara hükmünün geçmeyeceği ilgili âyetlerde açıklanmıştır (Nahl 16/). 

Yukarıda meâli zikredilen âyet (16/98) sebebiyle Kur’an okumaya başlayanlar “eûzü” çekerler. Ancak bunun hükmü konusunda farklı görüş ve yorumlar vardır. Bazı müctehidlere göre emir kipi kullanıldığı için eûzü çekmek farzdır. Müctehidlerin çoğunluğuna göre ise bu bir tavsiye emridir, eûzü çekmek farz değil menduptur, teşvik edilmiştir ve güzel bulunmuş bir davranıştır.

Şeytanın insandan en uzakta olması gereken zaman olan Kur’an okuma halinde bile –okumaya başlarken– eûzü çekmek tavsiye edildiğine göre diğer işlere başlarken bunu yapmanın daha da gerekli olacağı anlaşılmaktadır. Kötülüğe karşı bile iyilik yaparak insanlardan gelecek belâyı defetmek, eûzü çekerek de şeytandan gelecek olan vesvese ve kışkırtmayı kendilerinden uzaklaştırmak Kur’an’ın, müminlere tavsiyeleri arasında yer almıştır (bk. Mü’minûn 23/).

Eûzü, bir yandan böyle maddî ve mânevî şerleri, kötülükleri defetmeye ilâç olurken diğer yandan kulun imtihan şuurunu tazelemekte, insanın ulvî yönü ile süflî yönü arasında ömür boyu sürüp giden ve onu geliştirmeyi, olgunlaştırmayı sağlayan mücadelede uyanık ve tedbirli olmayı telkin etmektedir. 1. Sûrelerin başında bulunan besmele cümlelerinin, Kur’ân-ı Kerîm’in mushaflarda ilk defa toplanmasından itibaren yazılageldiği, aynı dönemde Kur’an’a dahil olmayan hiçbir şeyin mushafa yazılmadığı dikkate alınırsa –aksine görüşler bulunmasına rağmen– her sûrenin başındaki besmeleyi, sûrenin âyet sayılarına dahil olmayan ayrı bir âyet olarak kabul etmek gerekmektedir. Hanefî fıkıhçılarının görüşleri de böyledir (Cessâs, Ahkâmü’l-Kur’ân, I, 12)

İmam Şâfiî Fâtiha sûresinin başındaki besmeleyi bu sûreden bir âyet olarak kabul etmiştir. Diğer sûrelerin başlarındaki besmeleler konusunda kendisinden iki farklı görüş nakledilmiş, her sûreye dahil bir âyet sayılması görüşü –ona ait olması yönünden– daha sahih bir rivayet olarak kaydedilmiştir. Ebû Hanîfe’ye göre besmeleler sûrelerin başında ayrı âyetler olduğu için namazda yalnızca Fâtiha’dan önce sessiz olarak okunur, Fâtiha’yı takip eden ve zamm-ı sûre denilen sûre ve âyetlerden önce ise besmele okunmaz.

Besmele dilimize genellikle “Rahmân ve rahîm olan Allah’ın adıyla” şeklinde çevrilmektedir. Bu cümlede zikredilmeyen fakat her besmele okuyanın başlayacağı işe göre niyetinde bulunan “ okuyorum, başlıyorum, yapıyorum, yiyorum” gibi bir yüklem vardır. “Allah’ın adıyla yemek, okumak” ifadesinden Türkçe’de “yenen ve okunanın Allah’ın adıyla birlikte yenildiği veya okunduğu” anlaşılır. Bu mâna kastedilmediğine göre maksadı doğru anlatabilmek için besmeleyi “Rahmân ve rahîm olan Allah adına, adını anarak, Allah’tan yardım dileyerek ” şekillerinde çevirmek de uygun olur.

Kul herhangi bir davranışta bulunurken, önemli bir işe teşebbüs ederken önce eûzü çekerek muhtemel olumsuz etkileri defetmekte sonra da besmeleyi okuyarak “kendinin tek başına yeterli olmadığını, başarı ve gücün ancak Allah’tan gelebileceğini, Allah’ın yeryüzünde halife kıldığı bir varlık olarak O’nun mülkünde, O’nun adına tasarrufta bulunduğunu, asıl mâlik ve hâkim olan Allah’ın koyduğu sınırları aşarsa emanete hıyanet etmiş olacağını” peşinen kabul etmekte ve bundan güç almaktadır. Burada tevhid cümlesinin mânası da üstü kapalı olarak mevcuttur. Zira nasıl ki tevhid cümlesinde “lâ ilâhe” denilerek önce bütün sahte tanrılar zihinlerden siliniyor, sonra da “illallah” ifadesiyle hakiki, tek, eşi ve benzeri bulunmayan Tanrı (Allah) kalbe ve zihne yerleştiriliyorsa, eûzü besmele çekildiğinde de önce kulluk ilişkisine engel olan kirli çevre temizleniyor, sonra da bu ilişkinin en uygun anahtarı kullanılmış, doğru kapılar açılmış, sağlıklı bağ kurulmuş oluyor.

Allah yerine “tanrı”, rahmân yerine “esirgeyen”, rahîm yerine de “bağışlayan” kelimelerinin kullanılması bu isimlerin anlamlarını tam olarak karşılamaz. Çünkü Allah ismi, bu isme hakkıyla lâyık olan “tek, eşsiz, benzersiz, bütün kemal sıfatlarına sahip ve eksikliklerden uzak, varlığı zaruri (olmazsa olmaz), yokluğu düşünülemez” olan yüce zâta mahsustur, bu sıfatları taşımayan hiçbir varlığa Allah denemez. Halbuki insanların uydurdukları, kendilerine göre bazı nitelikler yükledikleri mâbudlara tanrı denebilir. Başka bir deyişle tanrı kelimesi Allah için de kullanılabilir, halbuki Allah ismi O’ndan başka hiçbir varlık için kullanılamaz ve Arap dilinde de kullanılmamıştır.

Kur’an dilinde rahmân sıfat-ismi de Allah’a mahsustur, başka hiçbir varlık için kullanılmamıştır. Rahmân “en uzak geçmişe doğru bütün yaratılmışlara sonsuz ve sınırsız lutuf, ihsan, rahmet bahşeden” demektir. Rahmân, rahmetiyle muamele ederken buna mazhar olan varlığın hak etmesine, lâyık olmasına bakmaz, bu sıfatın tecellisi yağmur gibi her şeyin üzerine yağar, güneş gibi her şeyi ısıtır ve aydınlatır. Rahîm “çok merhametli, rahmeti bol” demek olup bu sıfatla kullar da nitelenebilir. Allah’ın rahîm sıfat-ismi O’nun, daha ziyade kullarının gelecekte elde etmek üzere hak ettikleri, lâyık oldukları sınırsız rahmetini, lutuf ve merhametini ifade etmektedir. “Esirgemek” ve “bağışlamak” bu sonsuz, engin ve etkisi çeşitli rahmetin ancak bir parçası, etkilerinin yalnızca bir çeşididir.

Dilimizde övme ve teşekkür etme, Arapça’da medih ve şükür kelimelerinin hamd kelimesine yakın mânaları bulunmakla birlikte bunlar arasında birtakım ince farklar da vardır. Methetme (övme) bir iyilik ve güzellik karşısında yapılır; bu iyilik ve güzelliğin sahibi, kendisinin bunda iradesi ve etkisi olsun olmasın methedilebilir. Kişi kendi iradesinin eseri olmayan güzelliği sebebiyle övüldüğü gibi cömertlik ve cesaret gibi erdemlerinden dolayı da övülür. Halbuki hamd ancak irade ve istekle hâsıl olan iyilik ve güzellik karşısında yapılır.

Şükür ve teşekkür “isteyerek yapılmış (ihtiyarî) bir iyilik ve ihsana karşı dille veya başka şekillerde uygun mukabelede bulunmak”tır. Bu, hem Allah’tan hem de insanlardan gelen iyilikler karşılığında yerine getirilmesi beklenen ahlâkî bir ödevdir. Hamdetmek de dil ile yapılır; “hamdolsun, elhamdülillâh” denir, ancak bunun sebebi yalnızca nimet ve ihsan değil, irade ve ihtiyara dayalı bütün güzellik ve iyiliklerdir. Bu mânada hamd yalnızca Allah’a mahsustur. Çünkü başkalarına ait olan iyilik ve güzellikler, gerçek ve kâmil mânasıyla onların isteklerine bağlı değildir. İnsanların kendi isteklerine bağlı iyilik ve güzelliklerde Allah’ın da iradesi vardır. Onların irade ve isteklerine bağlı olmayan iyilik, güzellik ve hizmetler ise doğrudan yaratıcının, fıtrat ve özellikleri takdir edip yaratarak insanlara bahşeden kudretin eseridir. Dolayısıyla bu mânada hamdin tamamı Allah’a mahsustur, O’na aittir.

Âlem maddî ve mânevî, görülen ve görülemeyen, dünyada ve âhirette Allah Teâlâ’nın yarattığı her şeydir. Görülen, hissedilen, insan bilgisinin ulaşabildiği maddî varlıklara “mülk ve şehâdet âlemi”, madde ötesi varlıklara da “gayb ve melekût âlemi” denilir. Gayb ve melekût âleminin tek sahibi Allah’tır. Mülk ve şehâdet âleminin ise gerçek sahibi Allah olmakla beraber görünürde ve mecazen başka sahipleri de olabilir.

Vahiy yoluyla gelen bilgilere göre şehâdet ve mülk âlemi, gayb ve melekût âlemine nisbetle denizden bir damla, sahradan bir kum tanesi kadardır. Günümüze kadar insan bilgisinin ulaşabildiği uzay akıllara hayret verecek büyüklüktedir. Fakat bu büyüklük gayb âleminin yanında bir kum tanesi kadar kaldığına göre gayb âleminin azametini akıl terazisi çekemez. Konuya bu açıdan bakıldığında evrenin büyüklüğüne ve ondaki düzenin inceliklerine dair ulaşılan her yeni bilgi, Allah’ın insana bahşettiği aklın nerelere kadar ulaşabileceğini ortaya koymasının yanında, erişeceği sırların enginliğini tasavvur edebilmesi için bir ölçü de oluşturmaktadır. Şu halde gayb âleminin bu büyüklüğü iman ve irfanla kavranmakta, oradan da bütün âlemlerin rabbi (sahibi, mâliki, takdir edip yaratanı, koruyanı, geliştireni) olan Allah’ın azamet ve büyüklüğü karşısında kula yakışan hayret haline ulaşılmakta; bu azamet karşısında kul secdeye kapanınca onun hayret hali, “huzur, güven, sevgi, yakınlık ve tatmin”e dönüşmektedir.

Rab kelimesi tek başına söylendiği zaman bundan yalnızca “Allah” kastedilir, O’nun güzel isimlerinden biridir, “sahiplik ve terbiye edicilik” özelliğini ifade eder. Bu kelime “rabbü’d-dâr” (ev sahibi) gibi tamlama şeklinde başkaları için de kullanılır.

Rahmân ve rahîm.

“Ödül ve ceza (din) gününün hâkimi” diye çevirdiğimiz tamlamada geçen mâlik “malın, mülkün sahibi” demektir. Kıraat âlimlerince “hükümdar, iktidar sahibi” anlamında “melik” şeklinde de okunmuştur. İnsanlar için kullanıldığında mâlik ile melik arasında güç, yetki ve tasarruf hakkı bakımlarından önemli farklar vardır. 

Mal ve mülkün sahibi (mâlik) kişinin başkalarına hükmü geçmez, başkalarına hükmü geçen hükümdar (melik) ise her malın ve mülkün sahibi değildir. Allah Teâlâ hakkında mâlik ve melik sıfatları kullanıldığı zaman mâna çerçevesinde bir eksiklik olamaz; çünkü O hem âlemlerin sahibidir hem de herkese ve her şeye hükmü geçer; O’nun iktidarı üstünde bir iktidar tasavvur bile edilemez. Melik O’nun zâtına, mâlik ise fiiline ait sıfatlardır.

 “Ödül ve ceza (din) günü”nün âhiretteki hesaba çekme ve hüküm verme günü olduğu, bunu açıklayan başka âyetlerden anlaşılmaktadır (meselâ bk. İnfitâr 82/).

Allah Teâlâ bütün zamanlarda ve zaman kavramına bağlı olmaksızın mutlak hâkim, sahip, melik ve mâliktir. Ancak Allah Teâlâ dünya hayatında, imtihan için kullarına da sahiplik ve iktidar vermiş; imanı olduğu halde gaflet içinde bulunan kimseler –zaman zaman da olsa– Allah’ın sahipliği ve iktidarının bilincinde olmaya özen göstermemişler; imanı olmayanlar ise bunun şuurundan tamamen yoksun kalıp inkâr etmişlerdir. 

Âhiret âleminde kulun, bu görünürdeki ve geçici iktidarı da ortadan kalkacağı için Allah’ın melik ve mâlik sıfatı bütün azametiyle ortaya çıkacak, belli olacaktır. Bunun için âhirette O, gerçekte ve görünürde “melik ve mâlik”tir.

Besmeleden buraya kadar kendisi ve sıfatları, kulları ve kâinat ile kesintisiz ilişkisi, dünya hayatının sonu ve hesap günü hakkında önemli açıklamalar yapan Allah Teâlâ, bunları iman içinde dinleyip anlayan ve şuuruna yerleştiren kullarında hâsıl olacak duygu ve düşünceye, davranış biçimine tercüman olarak “Ancak sana kulluk eder ve yalnız senden yardım dileriz” buyuruyor. Şu halde yukarıda sıralanan eşsiz ve benzersiz sıfatlar Allah’a mahsus olduğuna göre ibadetin ve yardım dilemenin O’na özgü kılınması da –kul açısından– tabii hale gelmektedir.

İbadet “kulluk ve tapınma” olarak anlaşılmıştır. Bu kavramın içinde kâmil mânada “sevgi, korku ve boyun eğme” vardır; bu üç tavır ve duygunun birlikteliği ibadetin temelini oluşturur. İnsanların yaratılış gayesi ibadettir; ancak onlar buna mecbur tutulmamışlardır; yani terim anlamıyla ibadet, iradeye bağlı olmayan hareketler ve oluşlar gibi hâsıl olmamakta; ilâhî emri kul, –dünya hayatında bir imtihan olarak– serbest iradesiyle yerine getirmekte veya ihmal etmektedir. 

Dünyanın bütün nimetleri ve imkânları insanın, insanca (yalnız Allah’a kulluk ederek) yaşaması için verilmiş araçlardır. Bunları amaçlarına uygun olarak kullanmayanlar nimetin kıymetini bilmemiş ve israfa sapmış olurlar. İnsanın sınırlı gücü ve iradesi her zaman maddî ve mânevî ihtiyaçlarını karşılamaya ve kendisinden beklenenleri yerine getirmesine yeterli olmamaktadır. Bu sebeple insanlar hem diğer insanlardan hem de insan üstü güçlerden yardım istemeye ve almaya kendilerini mecbur hissetmişlerdir. Fakat onların bu iki kaynaktan yardım istemek ve almak için tuttukları yollar, benimsedikleri sistem ve usuller, ilâhî irşada kulak asmadıkları zamanlarda şirke ve bedbahtlığa düşmelerine sebep olmuş; dolayısıyla birçok bâtıl din, işe yaramaz sistem ortaya çıkmıştır.

Bu âyet, ibadet ederken ve yardım isterken yöneleceğimiz doğru adresi bize göstermekte ve tevhidi (bir Allah’a ibadeti, sığınmayı ve yönelmeyi) getirmektedir.

Âyette “ederim, dilerim” yerine “ederiz, dileriz” şeklinin seçilmiş olması tevhid ehli müminlerin bir bütün teşkil ettiklerini, bu sebeple “Sen ben değil, biz varız” ilkesi doğrultusunda hareket etmelerini, ferttoplum arasındaki dengeyi korumalarını işaretlemektedir. Burada “biz”i oluşturan bağ imandır, bir Allah’a kulluktur; “Allah’ın kulları! Kardeş olun” (Buhârî, “Nikâh”, 45; Müslim, “Birr”, 23, ) meâlindeki hadis de bu mânaya açıklık getirmektedir.

Müminler kardeşçe yardımlaşırlar, fakat kimin elinden gelirse gelsin gerçekte her nimetin Allah’tan geldiğini, O dilemedikçe kimsenin bir şey veremeyeceğini bilirler.

İnsanlar maddî ve mânevî hayatlarını düzenlerken doğrunun yanında yanlış da yapmışlar; hatalı, çıkmaz, saptırıcı yollara da yönelmişlerdir. Sapmanın ve yanılmanın baş sebebi insanın kendini yeterli sanması, bilgi ve güç almak için Allah’a yönelmeyi reddetmesidir. 

“Gerçek şu ki insan, kendini kendine yeterli görerek ille de azgınlaşmaktadır! Oysa (kuldaki) her şey yalnız rabbine aittir (O’na dönecektir)” (Alak 96/). “Bize doğru yolu göster” duası aynı zamanda rabbin, kullarına bir irşad ve uyarısıdır; eğer insan kendine yeterli olsaydı, doğru yolu görmesi ve bulması için bir başkasına ihtiyacı olmazdı. Yaratıcı bu tâlimatı verdiğine göre kula düşen, ilâhî irşada kulak vermek, insanî bilgi ve kabiliyetlerini bu irşad doğrultusunda kullanarak her adımını doğru atması için O’nun tarafından sağlanan imkânları gerektiği gibi kullanmaktır. “Doğru yol” (sırât-ı müstakîm) İslâm’dır. Allah’ın peygamberleri ile kullarına gönderdiği dinlerin genel adı da İslâm’dır. Yaratan ile yaratılan, Allah ile kul, akıl ile vahiy, hürriyet ile cebir, haksızlık ile adalet, iyi ile kötü ancak İslâm’da yerli yerine konmuş, doğru ilişkiler ve dengeler kurulmuş, kurulma yolları gösterilmiştir. Hadiste yer alan bir örnekle açıklanacak olursa dosdoğru bir yol, yolun iki tarafında iki duvar, duvarlarda açılmış perdeli kapılar ve yolun başında da bir çağırıcı var ve o, “Ey insanlar! Hepiniz doğru yola giriniz, dağılıp parçalanmayınız!” diye sesleniyor. Birisi perdeli kapılardan birine girmek istediğinde yukarıdan bir başka çağırıcı sesleniyor: “Sakın o perdeyi kaldırma! Kaldırırsan girer gidersin!” (Müsned, IV, ; Şevkânî, I, 20). Bu örnekteki yol İslâm’dır, duvarlar Allah’ın koyduğu sınırlardır, kapılar haramlardır, yolun başındaki çağırıcı Allah’ın kitabıdır, yukarıdaki çağırıcı ve uyarıcı, her müminin kalbindeki ilâhî öğütçüdür. Böylece İslâm’da vahiy, vicdan ve akıl birlikte işletilerek doğru yol bulunmaktadır.

Ne irfandır veren ahlâka yükseklik ne vicdandır,

Fazilet hissi insanlarda Allah korkusundandır.

Burada tarihe bir atıf yapılarak yolun doğrusu ve eğrisi hakkında bir başka ölçüt ve delil daha verilmektedir. İslâm yalnızca Allah kitabında böyle buyurduğu için doğru yol değildir, aynı zamanda tarih boyunca ilâhî irşadı reddedenlerin tecrübeleri de doğru yolun İslâm olduğunu göstermektedir. Bu sebeple doğru yolu arayanlar ve üzerinde bulundukları yolun sağlamasını yapmak isteyenler, dönüp tarihe bakmak, gerçek mutluluğu bulanlarla sapanlar ve Allah’ın gazabına uğrayanların yol ve yöntemlerini incelemek durumundadırlar. Tarihte hem örnekler hem de ibretler vardır. Örnekler, peygamberlerin izlerinden giden fert ve ümmetlerde, ibretler ise onlara cephe alan ve Cenâb-ı Hakk’a meydan okuyanlarda görülmektedir. Bazı rivayetlerde sapanların “hıristiyanlar”, ilâhî gazaba uğrayanların da “yahudiler” olarak açıklanması (meselâ bk. Müsned, IV, ; Tirmizî, “Tefsîr”, 2), yalnızca zaman ve mekân itibariyle yakın birer örnek olmalarından dolayıdır. 

Müslim’in rivayet ettiği bir kutsî hadiste (bk. “Salât”, 38) Allah Teâlâ’nın, “Namazı (Fâtiha’yı) kulumla kendi aramda yarı yarıya paylaştım ve kulum dilediğini alacaktır” buyurduğu ifade edildikten sonra şöyle devam edilmiştir: Kul (namazda Fâtiha’yı okurken) “Hamd âlemlerin rabbi Allah’a mahsustur” deyince Allah, “Kulum bana hamdetti” buyurur.  Kul “rahmân ve rahîm” deyince Allah, “Kulum beni övdü” der. “Ceza gününün tek sahibi” deyince “Kulum benim yüceliğimi dile getirdi” der. “Ancak sana ibadet eder ve yalnız senden yardım dileriz” deyince “Bu, kulumla benim aramda ortak olan kısımdır ve istediği kulumun olacaktır” buyurur. Kul “Bizi dosdoğru yola ilet; nimetine erdirdiklerinin yoluna; gazaba uğramışların yoluna da, doğrudan sapmışların yoluna da değil!” deyince Allah, “İşte bu, yalnızca kuluma aittir ve kuluma istediği verilecektir” buyurur.  

“Duamızı kabul buyur, böyle olsun, bizi eli boş çevirme” mânasına gelen “âmin” sözü, dilleri ne olursa olsun bütün müslümanların, hatta semavî din mensuplarının ortak ifadeleri haline gelmiştir. Bu cümle Fâtiha sûresine dahil olmadığı gibi âyet de değildir. Birçok hadiste Resûlullah’ın Fâtiha’dan sonra “âmin” dediği ve böyle denilmesini öğütlediği ifade edilmiştir (meselâ bk. Müslim, “Salât”, ). Namazda veya namaz dışında Fâtiha’yı okuyan veya dinleyen kimse, sûrenin sonunda “âmin” deyince aynı zamanda meleklerin de “âmin” dedikleri, hem şehâdet hem de gayb âlemlerinde aynı anda dile getirilen bu duanın Allah tarafından kabul buyurulacağı hadislerde açıklanmıştır (bk. Buhârî, “Ezân”, ; Müslim, “Salât”, ). Yine sahih hadisler, Fâtiha sesli okunduğunda “âmin” duasının da sesli yapılacağı bilgisini getirdiği için fıkıh mezheplerinin çoğu bunu benimsemişlerdir (Şevkânî, Neylü’l-evtâr, II, ). Hanefîler’e göre bu cümle namazda daima sessiz söylenir.

Kaynak linkler:

Diyanet 1

Diyanet 2

Ezberlemek İsteyenler için Namaz Sureleri

İhlas Suresi

Felak ve Nas Suresi

İnşirah Suresi

Yasin Suresi

Vakıa Suresi

Ayetel Kürsi

Kadir Suresi

Fil Suresi

Kafirun Suresi

Mülk Suresi

nest...

batman iftar saati 2021 viranşehir kaç kilometre seferberlik ne demek namaz nasıl kılınır ve hangi dualar okunur özel jimer anlamlı bayram mesajı maxoak 50.000 mah powerbank cin tırnağı nedir