ramazan ayında ölüler ne yapar / Kabir ziyaretlerinde hangi dualar okunur? İşte mezar başında okunacak dualar… - Türkiye Gazetesi

Ramazan Ayında Ölüler Ne Yapar

ramazan ayında ölüler ne yapar

Ölüler Ne İster?

Ölüler ne ister? Ölülerin temennileri.

Cenâb-ı Hak, Mülk sûresinin ilk âyetlerinde;

“Ölümü ve hayatı yaratmış olan Allâh’ın şânı yücedir.” buyurmaktadır.

Önce ölümü sonra hayatı zikreder, Allah Teâlâ Hazretleri.

Öncelikle ölümlü bir hayatın içerisindeyiz. Şu yaşadığımız hayat, bazıları için belki çok makbul bir hayat gibi görünebilir. Oysa yoklukların hâkim olduğu bir ölümü yaşıyoruz, her ne kadar adına hayat denilse de. Rahat yok, huzur yok, o yok, bu yok… Yok demek, ölüm demektir. Heyhât ki insanlar kabre girdikten sonra ölümün gerçekleştiğine inanırlar.

Bu yönüyle dünya hayatında hepimizin beklentileri, ümitleri ve temennîleri var. Birçok şey sayabiliriz: Bir fakir için servet, bir hasta için sıhhat vs…

Binâenaleyh herkes; mahrum olduğu ya da sahip olamadığı şeylerin arzusu ve temennîsi içerisindedir. Eğer hapiste olan kimseye;

“–Ne istersin?” diye soracak olsanız, elbette hapisten kurtulmak istediğini söyleyecektir.

Binâenaleyh biz insanlar; etrafımızdaki şartlar üzerinden, yaşadığımız durum üzerinden arzularımızı oluşturuyoruz. Bu yönüyle işte koca cihan padişahı Kanunî Sultan Süleyman;

Halk içinde mûteber bir nesne yok devlet gibi,

Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi.

demek sûretiyle bütün devletini, bütün mülkünü, saltanatını bir nefes sağlıklı bir an geçirebilmek için fedâ edebileceğini söyler. En büyük nasibin sıhhat olduğunu idrak etmiştir.

Bugünlerde Covid denilen virüs salgın hâlinde. Bir grup insanımız bu virüs sebebi ile vefat etti. Bir kısmı da hastahânelerin yoğun bakım bölümlerinde, sun‘î teneffüs cihazları ile nefes almaya çalışıyorlar.

Cenâb-ı Hak, bu hastalığın da bütün hastalıkların da kötü etkilerini ümmet-i Muhammed’in üzerinden kaldırsın.

Bu hastalık solunum yolunu etkiliyor. Hastalar rahat nefes alamıyorlar. Çok zenginsiniz, çok paranız var, imkânınız var, her şeyiniz var ama gözle görülemeyecek kadar basit bir mikrop vücudunuza giriyor ve sizin sağlıklı bir nefes alabilmenize engel oluyor. Herhâlde o anda;

“–Ne istersin?” diye sorsalar;

“–Bütün servetimi, bütün malımı, mülkümü bir nefes alabilmek için veririm.” deriz. Yani herkes arzularını, isteklerini ve temennîlerini; hem kendisinin hem de çevresinin şartlarına göre belirliyor.

Fakir, zengin olmak ister. Ya zengin olan? O da daha fazla zengin olmak, plânın üstüne çıkmak ister. Deniz suyundan içer gibi, içtikçe daha fazla içesi gelir insanın, ama bir türlü suya kanamaz. Bu yönüyle zenginlik bir kâr etmiyor. Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bundan dolayıdır ki şöyle buyurmuş:

“İnsanoğlunun bir vadi dolusu altını, serveti olsa; «İki vadi dolusu olsun.» diye temennî eder. İnsanın ağzını (gözünü) ancak toprak doldurur. Allah tevbe edenlerin tövbesini kabul eder.” (Buhârî, Rikāk, 10; Müslim, Zekât, )

İnsanların birbirleriyle zıt, çelişkili sayısız arzusu ve temennîsi vardır. Herkes ihtiyacını hissettiği şeyi temennî eder. Bu temennîler bizim rüyalarımızı süsler. Gerçeğe dönüştürmek için çırpınır dururuz. Bazen Allah temennîlerimizi gerçekleştirir, arzularımıza kavuşuruz. Bu yönüyle müslüman hep iyiyi, hayrı arzulamayı tercih eder.

Fakat bir grup insan var; artık onların temennîlerini gerçekleştirmeleri, arzularına ulaşmaları, isteklerine kavuşmaları mümkün değil. Onlara yardım etme imkânı da yok. Elimizi uzatıp onlara yardımcı olmak veya isteklerini, arzularını tatmin etmeye çalışmak bizim gücümüz ve kudretimiz dâhilinde değil. Artık onlar, içinde bulundukları şartların esiri hâline gelmişler. Hâllerini değiştirecek imkânları yok. Elleri, kolları bağlı hâle gelmiş.

İşte bu kimseler:

ÖLÜLER

Allah’tan başka onların durumunu değiştirebilecek, temennîlerini, arzularını yerine getirebilecek hiç kimse yok. Cenâb-ı Allah da artık âhirete göç etmiş, dünyasını değiştirmiş olanların bu beklentilerinin, temennîlerinin boşa olduğunu söyler:

“Onlardan birine ölüm geldiğinde;

«–Yâ Rabbî! Beni geri döndür. Kalan ömrümde (o birkaç dakikada) sâlih ameller işleyeceğim.” diye temennî edecek.

Asla! Boşa söylenen bir söz. Tekrar diriltilene kadar onların önlerinde berzah âlemi var.” (el-Mü’minûn, )

İşte; unuttuğumuz, hatırlamadığımız ölülerin temennîlerinden şöyle bir ibret almamız lâzım:

Biz «uzak görüşlü insan» dediğimizde; ileriyi görebilen, geleceğe yatırım yapabilen kimseleri kastederiz. Oysa gerçek uzak görüşlü olanlar ölülerdir; onlar artık gözleri açılmış; en uzağı görebilen ve net olarak algılayabilen kimselerdir. Cehennemi görmüşler, cenneti seyretmişlerdir. Allâh’ın meleklerini görmüşler, artık onlar için «gayb âlemi», gözle görülür hâle gelmiştir. Âhiretin hakikatini, dünyanın fânîliğini kavramış; kendilerinin bir berzahta, kabirde olduğunun farkına varmışlardır. Büyük bir güne uyanacaklarının, kabirden kalkıp ba‘s olunacaklarının şuurundadırlar.

Acaba onlar ne arzu ediyorlar?

Meselâ; yeniden dünyaya gelmeyi, bu dünya hayatının «zevkini, sefâsını sürmeyi(!)» arzu ediyorlar mıdır?

“Ah ben dünyada hep kirada kalmıştım. Bir evim yoktu. Denize nâzır bir villâm yoktu.” Veya; “Denizin dibinde, leb-i deryâ bir yalım yoktu.” diye dövünecekler ve tekrar dünyaya gelip de bu nimetleri yaşamayı mı arzu edeceklerdir?

“Dünyada yatım, uçağım yoktu. Dünyayı gezemedim. Ne güzel, birtakım insanlar 80 günde devr-i âlem yapıyorlar. Ben de geri dönsem de dünyayı köşe bucak dolaşsam…” diye mi iç geçiriyorlardır?

Elbette bunu bilebilmenin yolu da Rabbimiz’in kitâbına Kur’ân-ı Kerîm’e müracaat etmek ve O’nun elçisi Âlemlerin Efendisi Muhammed Mustafâ -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in hadislerine bakmaktır. Ölülerimiz dediğimiz zaman iki grup söz konusu:

  1. Dünya hayatını iyi değerlendirmiş, âhiret endeksli bir hayat yaşamış sâlihlerimiz var. Onlar neyi temennî ediyorlar?
  2. Dünya hayatını boşuna geçirmiş, Allâh’ı tanıyamadan göçüp gitmiş bedbaht ölüler var. Onlar neyi temennî ediyorlar?

Sahâbe efendilerimizden Ebû Saîd el-Hudrî -radıyallâhu anh-,

Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’den duyduğu şu hadîs-i şerîfi nakleder:

“Cenâze konduğunda ve adamlar onu omuzlarına aldıklarında; eğer sâlih bir kimseyse;

«–Bir an önce beni götürün, beni götürün!» der.

Eğer sâlih değil, kötü bir kimseyse;

«–Yazıklar olsun, beni nereye götürüyorsunuz?» der. Onun bu sesini insan hâriç herkes duyar. Şayet insanlar bu sesi duysalardı, o zaman ödleri patlardı.” (Buhârî, Cenâiz 50, 53, 90)

İnsan kabre girip de cennet ile müjdelendiğinde, cennetteki yerini gördüğünde; bir daha bu fânî dünyaya, yokluk âlemine dönmek istemez. Bunun tek istisnâsı şehiddir. Aksine insan, bir an önce kıyâmetin kopmasını, ba‘sin gerçekleşmesini ve bu yolculuğun bir an önce bitip; asıl istirahatgâhı olan ebedî nimetler yurdu cennete kavuşmayı arzu eder. Nitekim Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bize bu hâdiseyi şöyle anlatıyor:

“Bir mü’min, Münker ve Nekir denilen kabir suâliyle memur iki meleğin sorularına kabrinde cevap verdiği zaman gökten bir münâdî seslenir:

«Kulum doğru söyledi. Ona cennetteki yerini hazırlayın. Cenneti ona libas edip giydirin. Cennetten bir kapı açın!»

O anda cennetin kokusunu ve esintisini hisseder. Kabri, gözünün görebildiği miktar genişletilir. Güzel yüzlü, güzel elbiseli, güzel kokulu bir adam kendisine gelir ve;

«–Müjdeler olsun! İşte bu sana va‘d olunan gündü.» der. Ona;

«–Sen kimsin? Senin yüzün hayır getiren bir yüze benziyor.» deyince bu zât;

«–Ben senin sâlih amelinim.» der. Bunun üzerine sâlih kul;

«–Yâ Rab! Bir an önce kıyâmet kopsun. Yâ Rab! Kıyâmeti gerçekleştir. Ben cennetteki aileme ve mülküme kavuşayım.» der.

İşte kabre konulan sâlih kulun ümidi, beklentisi, temennîsi bir an önce kıyâmetin kopması ve cennete girmektir. Diğer taraftan kâfir ve münafık kabirde o kadar şiddetli azâba dûçar olmalarına, düşmelerine rağmen;

«–Yâ Rab! Ne olur kıyâmet kopmasın. Kıyâmeti gerçekleştirme yâ Rab!» der.

Çünkü kabirden sonrasının kendisi için daha korkunç ve daha şiddetli geçeceğini bilir.” (Ahmed, IV, , Hâkim, Müstedrek, I, )

Câbir bin Abdullah -radıyallâhu anh- rivâyet ediyor: Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlar:

“Mü’min, kabrinin genişletildiğini görünce;

«–Bana müsaade edin; gideyim, aileme müjde vereyim.» der. Ona;

«–Hayır! Yerinden kıpırdayamazsın!» denilir.” (Ahmed bin Hanbel, Müsned, Dâru İhyâit’t-turâsi’l-Arabȋ, Beyrut, , 3/)

Cenâb-ı Allah, Yâsîn Sûresi’nde sâlih kullardan biri olan Habîb-i Neccâr kıssasını bizlere nakleder. Kendisini öldüren kavmine; sadece Allâh’a ve peygamberine îmân ettiği için kendisini öldüren insanlara, Allâh’ın kendisine olan ikrâmını anlatmak ve cennetle müjdelendiğini haber vermek için, onlara îmânın ne tür güzellikler doğurduğunu anlatabilmek için dönmek ister. Buyurur ki âyette Cenâb-ı Allah;

“Habîb-i Neccâr’a;

«–Cennete gir!» denildiğinde der ki:

«–Keşke benim kavmim, (beni öldürenler, beni yok etmeye gayret edenler); Rabbim’in beni bağışladığını ve cennetine alıp ikramlar ettiğini bilselerdi.»” (Bkz. Yâsîn, )

Yani Allâh’ın dînine savaş açmış, Allâh’ın emirlerini dinlemeyi reddetmiş olan kavminin ne kadar yanlış yaptıklarını anlamalarını ve kendisine Allâh’ın verdiği mertebeyi bilmelerini ister.

Diğer taraftan şehid; yani Allâh’ın dînini yüceltmek için canıyla, malıyla mücadele ederken hayatını kaybetmiş olan kimse, cennetteki yüksek yeri kendisine gösterilmesine rağmen dünyaya dönmek ister. Tekrar dünyaya dönüp Allah için yapılan cihâda katılıp Allâh’ın düşmanlarıyla cihâd etmek ister. Onlarca kez, şehid olduğu sahneyi yaşamak ister. Çünkü cihâdın ve mücâhidlerin Allah katında ne kadar değerli olduğunu görmüş ve bunu bizzat yaşamıştır.

İşte bu noktada Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, her şehidin tekrar dünyaya dönüp Allah yolunda şehid olmayı arzulayacağını bizlere bildirmektedir. Buyururlar ki Fahr-i Kâinât Efendimiz:

“Cennete giren hiçbir kimse, yeryüzünün tamamı kendisinin olsa da dünyaya dönmek istemez. Sadece şehid ister. O dünyaya dönüp Allah yolunda onlarca kez şehid olmayı arzu eder, şehâdeti gördüğü için.” (Buhârî, Cihâd 21; Müslim, İmâre ) buyurur.

Câbir -radıyallâhu anh- diyor ki:

“Hazret-i Peygamber -sallâl­lâhu aleyhi ve sellem- bir gün beni gördü ve bana;

«–Ey Câbir! Niye üzgünsün?» diye sordu.

«–Yâ Rasûlâllah! Babam şehid oldu. Uhud Savaşı’nda şehâdet şerbetini içti. Geride çoluk, çocuk ve borç bıraktı.” deyince Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz;

«–Sana Allâh’ın babanı nasıl karşıladığını müjdeleyeyim mi?» dedi.

«–Elbette yâ Rasûlâllah!» dedim. Buyurdu ki:

«–Allah -celle celâlühû- hiçbir kimse ile konuşmadı. Kiminle konuşmuşsa perdenin arkasından konuştu. Babanı diriltti ve onunla konuştu;

‘–Ey kulum dile Ben’den. Ne istersen sana vereyim!’ dedi. O da;

‘–Yâ Rabbî! Beni tekrar dirilt, tekrar Sen’in uğruna şehid düşeyim!’ dedi. Allah -celle celâlühû-;

‘–Va‘dim var. Ölenler bir daha dünyaya dönmezler.’ buyurdu.» Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Câbir’e;

«–Şu âyet indirildi.» dedi:

‘Allah yolunda şehid düşmüş olanları ölüler zannetmeyiniz…’ (Âl-i İmrân, )” (Tirmizî, Tefsîrü’l-Kur’ân, 18)

GAFİLLERİN HÂLİ

Ama bir de ölenler içerisinde; zâlimler, kâfirler, münafıklar var. Allâh’ın hakkını yerine getirmeyenler, günlerini gafletle boşa geçirenler var. Tövbeyi erteleyen, daha fazla yaşamak isteyen, ansızın ölümün geleceğinin farkında olmayan kimseler var. Oysa ölüm, geldiği zaman kimseye hazırlık yapma fırsatı tanımıyor. İnsan kabrinde artık esir hâle geliyor. Kaçırdıklarına; «Ah! Vah!» ediyor. Ama hiçbir faydası yok, günahkârların boş temennîleri, temennîden öteye geçemiyor. Artık ölü. Allah’tan başka ona kimsenin yardımı söz konusu değil. Acaba neleri temennî ediyor bu günahkârlar?

Elbette tekrar hayata dönmeyi, hiç olmazsa iki rekât namaz kılmayı temennî ediyorlar.

Ebû Hüreyre -radıyallâhu anh- anlatıyor: Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir kabrin yanından geçerken;

“–Bu kabirde kim yatıyor?” diye soruyor.

“–Filâncanındır.” diyorlar. Efendimiz;

“–Bu kişi için iki rekât namaz, sizin dünyanızdan kalanlardan daha hayırlı ve sevimlidir.” buyuruyor. (Kenzü’l-Ummâl, Müessesetü’r-Risâle, Beyrut, XV, /)

Bir rivâyette de şöyle buyuruyor:

“Sizin basit gördüğünüz, «nâfile» deyip geçiştirdiğiniz iki rekât kısaca kılınan namaz, eğer bu adamın amelinde fazladan olmuş olsaydı, kalan bütün dünyanıza göre o iki rekât daha sevimli olurdu.” (İbn-i Ebî Şeybe, Musannef, VII, /)

Öyleyse ölen günahkârın tek temennîsi; süresinin, ömrünün uzatılması, iki rekât namaz kılıp sevaplarını artırmak, kalan ömrünü Allâh’a itaat ile geçirmektir. Nitekim Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in vasiyeti de bu meyanda. Buyuruyor ki:

“–Ey diriler! En hayırlı konunuz, mevzunuz, işiniz namazdır. Kim fazla namaz kılabilirse kılsın.” (Kenzü’l-Ummâl, VII, /)

Ölü, kabrinde namazın ne kadar sevaplı bir şey olduğunu idrâk eder. Namazın faydasını bizzat gözleriyle görür. Boşa geçirdiği zamanına, günlerine esef eder. Yok yere harcadığı, oyunda oynaşta geçirdiği vakitlerine ağlar. Ne kazanmıştır pişmanlık ve üzüntüden başka!?.

AH BİR DÖNEBİLSEM!..

Günahkâr olanların ikinci bir temennîsi de;

“Ah keşke dünyaya bir daha, birkaç dakikalığına bile olsa dönebilsek de sadaka versek, hayır hasenatta bulunsak. Fakirlerin yüzünü güldürsek…” diyecekler.

Münâfıkûn Sûresi âyet-i kerîme ve devamı bize bunu anlatıyor.

“Sizden birinize ölüm gelmeden önce Allâh’ın size verdiği rızıklardan infakta bulunun, sadaka verin. Zira ölüm geldiğinde;

«–Yâ Rabbî! Bana az bir süre versen de tasaddukta bulunsam (ve ekün mine’s-sâlihîn) ve sâlihlerden olsam.» diye temennî edecek.

Allah vakti gelmiş olan hiçbir cana geciktirme, tehir yapmaz. Allah yaptıklarınızdan ziyadesiyle haberdardır.”

Artık fırsat elden kaçtıktan sonra şuna kanaat getirmişlerdir ki ölüler; Allâh’a en sevimli olan amel «kişinin tasaddukta» bulunması, sadaka vermesidir. Sadaka, Cenâb-ı Allâh’ın gazabını söndürür. Allah; kuluna mal, mülk, servet vermiştir. Kuluna soracağı soru; «Bu malı nerede kazandığı, nereden kazandığı ve nereye harcadığı»dır.

Eğer bir kimse dünya hayatını bu bakımdan iyi geçirememişse; öldüğünde dünyaya dönmek ve Allâh’ın kendisine verdiklerini tasadduk etmek isteyecektir. Bunu temennî edecek ama dünyada fakire vermediği o parası, kendi arzularına ve süflî duygularına harcadığı o serveti, ona kabirde bir fayda vermeyecektir.

Bir diğer temennîleri de sâlih amel işleme arzularıdır. Onlar; dünyaya dönüp iyi işler yapmayı, birkaç dakikalığına bile olsa -bizim hesabımızla- kısa bir süreliğine bile dönüp iyi işler yaparken ölmeyi temennî edeceklerdir. Yaptıkları kötülükleri tamir etmeyi, Allâh’a isyanlarını itaat ile telâfi etmeyi, hiç olmazsa bir an Allâh’ı zikirle vakit geçirmeyi temennî edeceklerdir. Bir tesbih bile olsa, bir; «Sübhânallah!», bir; «Lâ ilâhe illâllah!» bile olsa bunu söyleyebilecek kadar bir süre dünyaya dönmeyi arzu edeceklerdir. Ama heyhat… Artık dönüşe müsaade yoktur.

Orada arzular boş yere, bir azap olsun diye, belki bu insanların çektiği şeyler olacak. Artık âyet-i kerîme bizlere net bir şekilde ifade ediyor:

“Onlardan birine ölüm geldiğinde;

«–Yâ Rabbî! Beni geri döndür. Kalan ömrümde sâlih ameller işleyeceğim.” diye temennî edecek.

Asla! Boşa söylenen bir söz. Tekrar diriltilene kadar onların önlerinde berzah âlemi var.” (el-Mü’minûn, )

İşte Allâh’a karşı isyanda olan kulların ölümle karşılaştıklarında temennîleri bu: Dünyaya geri dönmek, bir kısa süre daha olsa kendilerine bir uzatma verilmesi, bu sayede sâlih ameller işlemeleri.

Bir başka âyet-i kerîmedeki ifadesiyle;

“Bir kere şansım olsa da ben muhsinlerden, iyilerden olsam.” (ez-Zümer, 58)

Günahkâr olan ölü, artık bu temennîlerin esiri hâline gelmiştir. Günahlarının neticesini çok acı bir şekilde görmüş, önünden perde kalkmış bağırmakta; «Ah keşke ah!» diye sayıklamaktadır. «Keşke dünyaya dönsem. Keşke bir fırsatım daha olsa. Keşke bir şans daha verilse!..» diye ama ölülerin bu fırsatı bitmiş. Âhireti görmüşler artık. Lehlerine ve aleyhlerine olan her şeyi çok iyi bir şekilde idrâk etmişler. Boş yere harcadıkları, faydasız yere tükettikleri vakitlerinin kıymetini şimdi anlamışlar. Vakit ellerinden akıp gitmiş. Ellerinden akıp giden vaktin, zamanın para ile bir karşılığı yok. Ne büyük bir nimetmiş zaman?!. Ama zamanı kullanamamışlar. Şimdi bir zaman dilimine dahî sahip olmanın arzusunu, temennîsini boş yere kuruyorlar. Bir an, bir kelime-i şahâdet getirebilecek, bir; «Sübhânallah!» diyebilecek, bir; «Allah!» diyebilecek fırsata tekrar kavuşabilseler de artık onu değerlendirebilseler.

İnsanoğlu Allâh’ın kendisine vermiş olduğu nimetler karşısında ne kadar da gafil davranıyor. Bu nimetlerin kalıcı olacağını düşünüyor. Bu nimetlerin, elden gittikten sonra bir işe yaramayacağının farkında değiliz. Bugün gençlik nimeti elimizdeyse; bize bir faydası var. Mal mülk eğer bugün elimizdeyse; faydası var. Elimizden gittikten sonra; sağlığımızın, hâtıranın ötesinde bize bir faydası yok. Dolayısıyla nimetler elimizdeyken bunun kıymetini bilmeliyiz. Allâh’ın verdiği sağlık nimetini, zaman nimetini, gençlik nimetini Allâh’a kul olarak geçirmenin gayreti içerisinde olmalıyız.

Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz uykudan uyandığımızda Rabbimiz’e şöyle hamd etmemizi bizlere tavsiye ediyor:

“Öldükten sonra bizleri dirilten Allâh’a hamd olsun. Dönüş de O’nadır.” (Buhârî, Deavât, 8)

Her gece ölüyoruz, her gece bir ölüm provasındayız. Sabah uyanıyoruz. Dolayısıyla Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bizden, ölümün de hayatın da Allâh’a ait olduğunu bilerek Allâh’a hamd etmemizi istiyor. Çünkü uyku hâli, hayatın durduğu ve Allâh’ı zikredemediğimiz bir hâldir. Allâh’ı zikredemediğimiz bir hâl, kalbimiz atsa da aslında ölü olarak geçirdiğimiz bir hâldir.

Bu yönüyle Efendimiz -sallâl­lâhu aleyhi ve sellem- bize şunu tavsiye ediyor:

“Sizden biriniz uykusundan uyanınca şöyle desin:

«Rûhumu tekrar bana veren, bedenimi afiyette kılan ve kendisini anmam için bana müsaade eden Allâh’ıma hamd olsun.»” (Tirmizî, Deavât, 20)

MUHASEBEMİZ

Şimdi büyük bir nimetin içerisindeyiz. Eğer bu yazılanları okuyabiliyor, bu söylenenleri dinleyebiliyorsak hâlâ fırsatımız var demektir. Sevabımızı artırabilir, günahlarımızın keffâretini ödeyebilir, bağışlanmak için Rabbimiz’e tevbe edebiliriz. Ama ölüm bir kere gelip çattığında, burada Allâh’ı zikretmeden geçirdiğimiz her an için pişmanlık duyacağız. Allâh’a itaatte harcamadığımız vakitlerin acısını çekeceğiz. Ömür sermayesinin kıymetini bilelim. Bu dakikaların değerini bilelim. Yarın pişmanlıktır. Bizler de öldükten sonra bu pişmanlığı bir şekilde yaşayacağız.

Bugün ibret alabilme imkânımız var. Gelin bu dünya hayatını, sayılı olan ömrümüzü bu şekilde değerlendirme gayreti içerisinde olalım. Kabir ziyaretinden maksat veya tefekkür-i mevtten gaye, bir an için kendimizi ölüm atmosferinde hissetmek ve sonrasında sahip olduğumuz şu nefeslerin kıymetini bilip ona göre hareket etmektir. Her ölen bir şekilde dünyaya dönmek isteyecek. İki rekât namaz kılmak, bir tesbih çekmek, bir an bile olsa Allâh’ımızı zikredebilmek için temennîlerde bulunacak. «Sâlih ameller, güzel ameller işleyebileyim…» diye içinden geçirecek ama kabre girip de üzerimize toprak atıldığında iş işten geçmiş olacak. Şimdi bu dünya hayatı; bizlere iş yapabilme, amel işleyebilme fırsatı veriyor. Âhirette ise amel yok, iş yok. Orası burada yaptıklarımızın hesabının görüleceği yer. Kim burada çalışmazsa orada pişman olacak. Yaşadığımız her gün, her an bizim için bir ganîmet. Bu ganîmeti iyi değerlendirmemiz lâzım. Sâlih işler, güzel ameller biriktirip âhirete böyle gitmemiz lâzım.

Bir kabir ziyaretine gittiğimizde, bir cenâzeyi teşyî ettiğimizde; gafil olmadan bu vazifeyi yapmamız lâzım, onunla, bununla konuşarak, sohbet ederek değil. Ölümü hissederek ve;

“Bu giden kardeşim fırsatlarını bitirdi de gitti. Ama hâlâ benim elimde fırsat var!” diyerek kabristandan dönmemiz gerekir.

İsyanın, günahın, şeytan tarafından insana hoş gösterilen bir yanı vardır ama, isyan gider azâbı kalır.

İtaatin şeytan tarafından gösterilen zorluğu vardır. Zorluk gider; tadı kalır, nimeti kalır, cenneti kalır.

Dolayısıyla;

Şu kısa hayatımızı güzel bir şekilde geçirip âhirete göç edebilmeyi, Allah yolunda şehid olabilmeyi Cenâb-ı Allah hepimize nasip ve müyesser eylesin.

Rabbim; bizleri, bütün ümmet-i Muhammed’i güzel ölümlerle ölebilme bahtiyarlığına erdirsin.

“Yâ Rabbî! Müslüman olarak canımı al ve beni sâlihler zümresine kat!” (Yûsuf, ) diyen o yüce peygamberin duâsına nâil olabilmeyi hepimize nasip ve müyesser eylesin.

Âmîn…

Kaynak: Ahmet Hamdi Yıldırım, Yüzakı Dergisi, Sayı: Haziran

İslam ve İhsan

Ölünün Ardından Yapılacak Ameller

Ölülerin Ardından Verilen Sadakanın Sevabı Onlara Ulaşır mı?

Ölüler Bizi Duyar mı?

PAYLAŞ:                

Kabir ziyaretlerinde hangi dualar okunur? İşte mezar başında okunacak dualar…

On bir ayın sultanı Ramazan’a veda ederken, tüm İslam aleminin heyecan ve özlemle beklediği Ramazan Bayramı 21 Nisan Cuma günü kutlanmaya başlanacak. Ramazan Bayramı’nda geleneksel olarak; büyüklerimizi ziyaret edecek, kalabalık sofralarda bir araya geleceğiz. Bunun yanı sıra yakınları vefat eden Müslümanlar, Ramazan Bayramı boyunca kabir ziyaretleri yapacak.

Bu nedenle kabir ziyaretlerinde okunacak dualara ilişkin araştırmalar hız kazanmış durumda. Peki kabir ziyaretlerinde hangi dualar okunur? İşte mezar başında okunacak dualar…

KABİR BAŞINDA HANGİ DUALAR OKUNUR?

Ramazan ve Kurban Bayramı’nda mezarlık ziyaretleri her zamankinden daha fazla yapılır. Müslümanlar bu önemli günlerde sevdiklerini unutmadıklarını göstermek için erken saatlerden itibaren mezarlıklara koşuyor.

Bu ziyaretlerde kabir başında hangi duaların edilmesi gerektiği merak edilen konulardın başında geliyor.

  • Kabristana girince, ayakta, (Esselâmü aleyküm, yâ ehle dâr-il kavm-il müminîn! İnnâ inşâallahü an karîbin biküm lâhikûn) denir.
  • Besmeleyle, 11 İhlâs ve bir Fatiha’dan sonra, (Allahümme rabbel-ecsâdilbâliyeh, vel-ızâmin nahire-tilletî harecet mineddünyâ ve hiye bike mü’minetün, edhıl aleyhâ revhan min indike ve selâmen minnî) duasını okumalı.
  • Kabrin yanına gelince, kabrin kıble ve ayak tarafından yaklaşıp selam vermeli. Vaktimiz müsaitse, ayakta, çömelerek veya oturup, Bekara suresinin başını ve sonunu, Yasin-i şerif, Tebareke, Tekasür, İhlas ve Fatiha surelerini okuyup, ölüye hediye etmelidir.
  • İmam-ı Ahmed hazretleri buyuruyor ki:
    (Mezarlıktan geçerken İhlâs, iki Kul Euzü ve Fâtiha okunup, sevabı ölülere gönderilirse, hepsine ulaşır.)
  • İmam-ı Ahmed hazretleri buyuruyor ki:
    (Mezarlıktan geçerken İhlâs, iki Kul Euzü ve Fâtiha okunup, sevabı ölülere gönderilirse, hepsine ulaşır.)
  • Enes bin Mâlik hazretlerinin bildirdiği bir hadis-i şerif:
    (Âyet-el-kürsi okuyup, sevabı ölülere gönderilince, Allahü teâlâ, bunu bütün ölülere ulaştırır.) [İslam Ahlakı]
  • Kabir ziyaretinde bir Fâtiha ile 11 İhlâs okunmalı. Yasin-i şerif okumak da çok sevabdır. Üç hadis-i şerif:
    (Ölülerinize Yasin okuyun!) [İ. Ahmed]
  • (Ana babasının veya birinin kabrini her cuma günü ziyaret edip Yasin sûresini okuyanı, Allahü teâlâ, Yasin’deki her harf miktarınca mağfiret eder.) [İ. Rafiî]
  • (On bir İhlâs okuyup, sevabı ölülere gönderilirse, ölülerin sayısınca, okuyana da sevab verilir.) [Etfal-ül müslimin]

BAYRAMDA KABİR ZİYARETİ YAPARKEN NELERE DİKKAT ETMEK GEREKİR?

 Akrabaların, tanıdıkların veya evliyanın kabirlerini ziyaret ederken nelere dikkat etmeli, nasıl ziyaret etmelidir?

 İmâm-ı Birgivî hazretleri, Etfâl-ül müslimîn kitabında buyuruyor ki:
“Müslümanların kabirlerini ziyaret etmek sünnettir. İhyâ-ül-ulûmda; “Ölümü hatırlamak ve ölüden ibret almak için kabir ziyaret etmek ve salihlerin, velilerin kabirlerinden bereketlenmek müstehabdır” denmektedir. İbret almak, meyyitin çürüdüğü, yanaklarının, dudaklarının döküldüğü, karnının şişip patladığı, içine kurtların, böceklerin dolduğu düşünülür. Hâtim-i Esâm hazretleri; “Kabristandan geçen kimse, onları düşünmezse ve dua etmezse, kendine ve onlara hıyanet etmiş olur” buyuruyor.

Erkeklerin kabir ziyaret etmeleri emrolundu, kadınların da kabir ziyaret etmelerine izin verildi. Hazret-i Fâtıma, hazret-i Hamza’nın kabrini her sene ziyaret eder, düzeltir, tamir ederdi. Hadîs-i şerifte;
(Ana-babasının veya ikisinden birinin kabrini her cuma günleri ziyaret edenin günahları affolur. Haklarını ödemiş olur) buyuruldu. Muhammed bin Vâsi hazretleri, her cuma kabir ziyaret ederdi.
- Pazartesi günleri ziyaret etsen daha iyi olmaz mı? dediklerinde;
- Meyyitler, perşembe, cuma ve cumartesi günleri kendilerini ziyaret edenleri tanırlar buyurdu.

Resûlullah efendimiz, mümin olan akrabasının ve Eshâbının kabirlerini ziyaret ederdi. Hadîs-i şerifte buyuruldu ki:
(Bir müminin kabrini ziyaret ederken, Allahümme innî es'elüke-bi-hurmet-i Muhammed aleyhisselâm en lâ tü'az-zibe hâzelmeyyit derse, o meyyitin azabı kıyamete kadar ref olur, kalkar.) Şir'a kitabında deniyor ki:

“Sünnete uygun ziyaret yapmak için, abdest alınır. İki rekat namaz kılıp, sevabı meyyitin ruhuna gönderilir. Meyyitin yüzüne karşı oturulur. Yasin-i şerif veya bildiği sûreleri okur, meyyit için dua eder.” Kıbleyi arkada bırakıp, ayak tarafında, ayakta durmak efdaldir. Hadîs-i şerifte buyuruldu ki:
(Bir kimse, kabristandan geçerken, onbir kere İhlas sûresi okuyup sevabını meyyitlere hediye ederse, kendisine ölüler adedince sevap verilir.)

İmam-ı Gazali hazretleri İhyâ kitabında buyuruyor ki:
“Kabir ziyaret ederken, kıbleyi arkada bırakıp, meyyitin yüzüne karşı oturup selam vermek müstehabdır. Kabre el, yüz sürülmez, öpülmez.”

 

Ruh ölmez, ölü işitir


Sual: (Ölüler işitmez. Peygamberler de ölüdür. Onlar da işitemez. Onun için şefaat ya Resulallah veya yetiş ya Resulallah demek şirktir) diyenlere nasıl bir cevap vermek gerekir?
CEVAP
Bunlar vehhabilerin ve bunlara aldanan bazı mezhepsizlerin iddialarıdır.
Şirk demek büyük hatadır. Çünkü ruh ölmez. Ruh [can] bedenden ayrı bir varlıktır. Bir âyet meali şöyledir:
(Allah, öleceklerin ölümleri anında, ölmeyeceklerin de uykuları esnasında ruhlarını alır. Ölmelerine hükmettiği kimselerinkini tutar, diğerlerini bir süreye kadar salıverir. Elbette düşünenler için bunda alınacak ibretler vardır.) [Zümer 42]

Bu âyet-i kerime de ruhun bedenden ayrı bir varlık olduğunu bildirmektedir. İşiten ruhtur. Ruhsuz beden bir işe yaramaz. Ama bedensiz ruh, nimet veya azaba düçar olur. Bir hadis-i şerif meali şöyledir:
(Müminlerin ruhları 7. kat göktedir. Orada Cennetteki makamlarını seyrederler.) [Deylemi]

Hızır aleyhisselam gibi bir çok kişinin ruhunun iş yaptığı görülmüştür. Bu bakımdan Allah yolunda ölmüş kimselere ölü bile demek caiz olmaz. Bir âyet meali şöyledir:
(Allah yolunda öldürülenlere ölü demeyin! Onlar diridir; ama siz anlayamazsınız.) [Bekara ]

Allah yolunda öldürülenler şehittir. Şehitten daha üstün olan Peygamber efendimize nasıl ölü denir! O âlemlere rahmet olarak gönderilmiştir, bütün âlemler Onun hürmetine yaratılmıştır. Şehitler gibi Peygamberlerin bedenleri de çürümez. Dört hadis-i şerif meali şöyledir:
(Toprak, Peygamberlerin vücudunu çürütmez. Bir mümin salevat okuyunca, bir melek bana haber verir, "Falan oğlu filan, sana selam söyledi" der.) [İbni Mace]

(Peygamberlerin vücudunu toprak çürütmez.) [Ebu Davud]

(Her Peygamber, kabrinde diri olup namaz kılar.) [Beyheki, Ebu Ya’la]

(Ölüler yaptığınız iyi işlerinize sevinir, kötü işlerinize üzülürler.) [İbni Ebiddünya]

Resulullahın Hayber’de yediği zehirli et, ölüm hastalığında etkisini gösterdi ve şehit olmasına sebep oldu. (Mevahib-i ledünniyye)

Ölülere işittiremezsin âyeti şu mealdedir:
(Elbette sen ölülere işittiremezsin. Arkalarını dönüp kaçan sağırlara da bu daveti işittiremezsin. Hem sen o körleri sapıklıklarını bıraktırıp, hidayet verici de değilsin. Sen ancak âyetlerimize iman edecek kimselerden başkasına işittiremezsin.) [Neml 27/]

Buradaki sağırların da kulaklarının sağır olmadığı, körlerin de gözlerinin kör olmadığı, ölünün de gerçek ölü olmadığı açıktır. Bir de davet ve hidayet kelimeleri geçiyor. Demek ki maksat işittirmek veya göstermek değil, onları hidayete davet etmektir. Âyetin devamında, (Sen ancak iman edeceklere işittirebilirsin) deniyor. Ötekilerin ise iman etmeyecek kâfirler olduğu da pek açıktır. Sen ölüleri imana kavuşturamazsın denmez ki. Sen ancak iman edeceklere işittirebilirsin deniyor ki, işittirmenin kabul ettirmek olduğu bütün tefsirlerde bildiriliyor. Bu âyetin tefsirlerdeki açıklaması şöyledir:
(Ey Resulüm, sen ölüden farksız olan kâfirleri hidayete erdiremezsin, hakkı işitmek istemeyen ve hakikati göremeyen kâfirleri de hidayete kavuşturamazsın. Sen ancak iman edeceklere Müslümanlığı kabul ettirebilirsin.) [Beydavi]

Onlardan daha iyi işitmezsiniz
Resulullah efendimiz, Bedir’de öldürülen kâfirlerin gömüldüğü çukurun başına gelip, ölülerin ve babalarının isimlerini birer birer söyleyerek, (Rabbinizin, size söz verdiğine kavuştunuz mu? Ben, Rabbimin söz verdiği zafere kavuştum) buyurdu. Hazret-i Ömer, (Ya Resulallah, cansız ölülere neden söylüyorsun?) dedi. Resulullah, (Rabbimin hakkı için söylüyorum ki, siz beni onlardan daha iyi işitmezsiniz. Fakat cevap veremezler) buyurdu. (Buhari, Müslim) [Hazret-i Ömer’in ölünün işittiğini bildiği halde böyle sorması, dindeki bir hükmün vesika haline gelmesi içindir.]

Vehhabiler, ibni Teymiye’nin yolunda iseler de, bu konuda ona da uymuyorlar. Çünkü ibni Teymiye diyor ki: (Bedirde çukurdaki kâfirlerin işitmelerini bildiren hadis-i şerif meşhurdur, her yere yayılmıştır. Zaruri inanılması lazım gelen bilgilerden oldu.) [Dinde inanılması zaruri olan bir şeye inanmayan kâfir olur.] (Kitab-ül-intisar-fil-imam-ı Ahmed)

İbni Teymiye, adı geçen kitabında bütün ölülerin, şehitler gibi diri olduklarını ve şehitler gibi rızıklandırıldıklarını bildiriyor. Ölülerin diriltilmesi üzerindeki fetvalarında diyor ki, ölüler, kendilerini ziyaret edenleri bilirler mi? Tanıdıklarından veya tanımadıklarından biri kabre geldiği zaman, bunun geldiğini anlarlar mı? Cevabında, (Evet bilirler ve anlarlar) diyor. Ölülerin buluştuklarını ve soruştuklarını ve dirilerin yaptığı işlerin onlara gösterildiğini bildiren haberleri yazıyor.

Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:
(Bir kimse, din kardeşinin kabrini ziyarete gider ve mezarı başında oturursa onu tanır ve selamına cevap verir.) [İbni Ebiddünya]

(Bir kimse tanıdığı kabir yanına gelip selam verirse, meyyit de onu tanır ve selam verir. Tanımadığı kabrin başına gelip selam verirse, selamına cevap verir.) [Beyheki]

Onu tanıması ve selam vermesi, meyyitin onu gördüğünü ve selamını işittiğini göstermektedir. Çünkü ölmek, bazı cahillerin dedikleri gibi, yok olmak olsa idi, onun bütün duygularının yok olması lazım gelirdi. Meyyit kendini ziyaret edeni, kabri başına geleni görmektedir. Görmeseydi, dünyada tanımamış olduğunu tanımaması bildirilmezdi. Birincisini tanıyarak cevabı veriyor. İkincisinin selamına, tanımayarak cevap veriyor.

Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:
(Kabrimin yanında, benim için okunan salevatı işitirim. Uzak yerlerde okunanlar bana bildirilir.) [İbni Ebi Şeybe] (Diri olan işitir. Bir söz, diri olana bildirilir.)

(Ölü kabre konurken, ayak seslerini işitir.) [Buhari] (Diri olan işitir.)

(Ölüler yaptığınız iyi işlerinizi görünce sevinir, kötü işlerinize üzülürler.) [seafoodplus.infoünya] (Diri olan sevinir, üzülür.)

Hadis-i şeriflerde, ziyaret kelimesi kullanılmaktadır. Meyyit, kabre geleni tanımasaydı, ziyaret kelimesi kullanılmazdı. Her dilde ve her lügatta, ziyaret kelimesi, tanıyan ve anlayan kimselerin buluşmasında kullanılır. (Selamün aleyküm) de anlayan kimseye söylenir.

Azap, hissedene yapılır
Ruhun bedene olan bağlılığı öldükten sonra yok olmaz. Ölünün kemiğini kırmak ve kabir üzerine basmak, bunun için yasak edilmiştir. Kabirde azap yapılması da, ruhun ölmediğini gösterir.

Meyyitlerin, dirileri gördüklerini bildiren vesikalardan biri, Buhari’deki, (Her meyyite, her sabah ve her akşam ahiretteki yeri gösterilir. Cennetlik olana, Cennetteki yeri, Cehennemlik olana, Cehennemdeki yeri gösterilir) hadis-i şerifidir. Gösterilir sözü, gördüklerini bildirmektedir. Allahü teâlâ, Kur’an-ı kerimde, Firavun’un adamları için, (Onlara sabah akşam ateş gösterilir) buyurdu. Meyyit görmeseydi, gösterilir demek lüzumsuz ve yanlış olurdu.

Ebu Nuaym, Amr bin Dinar’dan alarak bildiriyor ki, (Bir kimse ölünce, ruhunu bir melek tutar. Ruh, bedenin yıkanmasına, kefenlenmesine bakar. Kendisine, insanlar, seni nasıl övüyorlar işit, denir.) Abdullah ibni Ebiddünya’nın Amr bin Dinar’dan alarak bildirdiği hadis-i şerifte, (Bir kimse, öldükten sonra çoluk çocuğunun başına gelenleri bilir. Kendisini yıkayanlara ve kefenleyenlere bakar) buyuruldu. Buhari’deki sahih hadiste, (Münker ve Nekir melekleri, sual ve cevaptan sonra meyyite, Cehennemdeki yerine bak! Allahü teâlâ, değiştirerek, sana Cennetteki yeri ihsan eyledi derler. Bakar. İkisini birlikte görür) buyuruldu.

Ruhlar ölmez. Kabir hayatında ya nimete veya azaba düçar olurlar. Her hadis kitabında kabir hayatı ve azabı bildirilmektedir. Kabir hayatını ve azabını inkâr eden, bütün hadis kitaplarını ve Resulullahı inkâr etmiş olur.

Şaşılacak şey
Vehhabilerin kendi kitaplarında diyor ki: (Gökler Allah’tan korkar, Allah göklerde his yaratır. Anlarlar, Kur’anda, yerlerin ve göklerin tesbih ettikleri bildirildi. Resulullahın avucuna aldığı taş parçalarının tesbih ettiklerini ve mescitteki Hannane denilen direğin inlediğini ve yemeğin tesbih ettiğini Eshab işittiler.) (s. )

(Buhari’de, İbni Mesud diyor ki, yediğimiz yemeğin tesbih sesini işitirdik. Ebu Zer diyor ki, Resulullah, avucuna taş parçaları aldı. Bunların tesbih sesleri işitildi. Resulullahın hutbe okurken dayandığı odunun inlemesi haberi sahihtir.) (Feth-ül-mecid s. )

Dağlarda, taşlarda, direkte his ve idrak olduğunu söyleyip de, Peygamberlerde ve Evliyada his olmaz demeleri, şaşılacak şeydir. Dirilere tevessül olunur, ölülere tevessül olunmaz demekle kendileri müşrik oluyorlar. Çünkü bu söz, diriler duyar ve tesir eder, ölüler duymaz ve tesir etmez demektir. Allah’tan başkasının tesir ettiğine inanmak olur. Böyle inananlara kendileri müşrik diyor. Halbuki, ölü de, diri de birer sebeptir. Tesir eden, yaratan yalnız Allahü teâlâdır.

Abdülvehhab oğlunun, Ehl-i sünneti, puta ve mezara tapan kâfirler gibi bilmesi ve Ehl-i sünneti öldürmeye ve mallarını almaya helal demesi, nasslara [âyetlere, hadislere] yanlış mana verdiği içindir. Hadis-i şeriflerde buyuruluyor ki:
(Kâfirler, kâfirler için gelmiş olan âyetleri, Müslümanlara yükletirler.) [Buhari ]

(Müslüman ismini taşıyanlardan en çok korktuğum kimse, Kur’anın manasını, yerinden değiştirendir.) [Taberani]

Bu hadis-i şerifler, böyle zındıkların meydana çıkacağını ve bunların dalalette olduklarını haber vermektedir.

Ölüler haberdar olur
Sual:
Ölülerimizin, bizim yaptıklarımızdan haberleri olur mu?
CEVAP
Evet, haberdar olurlar. İki hadis-i şerif meali şöyledir:
(Ölü, kendisini ziyaret edeni tanır ve selamını alır.) [İbni Ebi-d-dünya]

(Ölüler yaptığınız iyi işlerinize sevinir, kötü işlerinize üzülür.) [İbni Ebi-d-dünya]

Bunun için, vefat etmiş olan yakınlarımızı sevindirmenin bir yolu da, günahlardan kaçıp, dine uygun yaşamaktır.

İnsan ölünce, ruh yok olmuyor
Sual:
İnsan öldüğü zaman, bedeni toprağa gömülüyor ve zamanla çürüyüp yok oluyor. Dünya gözü ile gördüğümüz ve gözlemlediğimiz budur. Peki insanın ruhu da bedeni gibi böyle yok mu oluyor?
CEVAP
İnsan ölünce, ceset, beden, çürüyünce, kalp ve ruh yok olmaz. Ölmek, kalbin ve ruhun bedenden ayrılması demektir. Ruh, bedenden ayrılınca, maddi olmayan âleme karışır ve kıyamete kadar yok olmaz.

Allahü teâlâ, bugün bilinen elementi yaratmış, bunlardan her birine başka başka hassalar, özellikler vermiştir. Her element atomlardan yapılmış, her atomu, bir mikro-dinamo gibi, büyük bir enerji deposu yapmıştır. Atomların birbirleri ile birleşmesinden molekülleri veya iyon şebekelerini, böylece organik ve anorganik mürekkep, bileşik cisimleri, hücreleri, çeşitli dokuları ve sistemleri yaratmıştır. Bunların her birinde, akıllara hayret veren, incelikler, kanunlar, düzenler vardır. Ancak mikroskopla görülebilen bir hücre, çeşitli atölyeleri bulunan muazzam bir fabrika gibidir. İnsan aklı, bugüne kadar, bu fabrikanın ancak birkaç makinesini görebilmiştir. İnsandaki milyonlarca hücrenin çalışabilmesi, gerek insanda, gerekse dış âlemde binlerce, uygun şartların bulunmasına bağlıdır. Bu binlerle şart ve nizamdan biri bozulursa, insanın bedeni çalışamaz, durur. O büyük kadir, âlim olan Allahü teâlâ, bu nihayetsiz nizamı yaratarak, beden makinesini otomatik olarak çalıştırmaktadır. Kalp ve ruh, bu makinenin elektrik kuvveti gibidir. Bir motorda ufak bir arıza olunca, cereyan kesildiği gibi, insan vücudunun iç ve dışındaki yapı ve düzenlerde hasıl olacak bir arıza da, kalbin ve ruhun bedenden ayrılmasına sebep olur ve insan ölür.

Dünyada hiçbir makine, hiçbir motor nihayetsiz çalışamıyor. Aşınarak, yıpranarak, çürüğe ayrılıyor. Bu, bir umumi kanundur. Vücut makinesi da yıpranıyor, çürüyor. İnsan kabirde çürüyünce, hiçbir zerresi, hiçbir elementi yok olmuyor. Çürümek, bedeni meydana getiren organik moleküllerin anaerobik mikroplar ve toprak tesiri ile parçalanarak, karbondioksit, amonyak, su gibi ufak moleküllere ve serbest azota kadar ayrılması demektir. Bu parçalanma, fizik ve kimya hadiseleridir. Fizik ve kimya reaksiyonlarında maddenin yok olmadığı bugün kesin olarak bilinmektedir.

Sual: Kabirde hayat var mıdır, varsa nasıldır?
CEVAP
İmâm-ı Rabbânî hazretleri bu konuda buyuruyor ki:
“Kabirdeki hayat, bir bakımdan, dünya hayatına benzediği için, meyit terakki eder, derecesi yükselir. Kabir hayatı, insanlara göre değişir. Peygamberler aleyhimüsselâm, kabirlerinde namaz kılar buyuruldu. Peygamber efendimiz, Mirâc gecesinde, Musa aleyhisselâmın kabri yanından geçerken, mezarda namaz kılarken gördü. O anda göğe çıkınca, Musa aleyhisselâmı gökte gördü.

Kabir hayatı, şaşılacak bir şeydir. Cennetin tavanı, Arş'tır. Fakat, kabir de, Cennet bahçelerinden bir bahçedir. Akıl gözü bunu göremiyor. Kabirdeki şaşılacak şeyler, başka bir gözle görülüyor.”

 
 
 

RAMAZAN'DA HANGİ TESBİH VE ZİKİRLER ÇEKİLİR ?

nest...

batman iftar saati 2021 viranşehir kaç kilometre seferberlik ne demek namaz nasıl kılınır ve hangi dualar okunur özel jimer anlamlı bayram mesajı maxoak 50.000 mah powerbank cin tırnağı nedir

© 2024 Toko Cleax. Seluruh hak cipta.