sathı müdafaa / Sakarya Savaşı Hattı müdafaa yoktur sathı müdafaa vardır - Herkese Bilim Teknoloji

Sathı Müdafaa

sathı müdafaa

Hattı müdafaa yoktur sathı müdafaa vardır o satıh bütün vatandır

yıl önce verilen o emir, bir ülkenin ve halkının kaderini değiştirdi. 22 gün 22 gece süren ve zaferle sonuçlanan Sakarya Meydan Muharebesi tarihe “Türkün zaferi” olarak geçti. Mustafa Kemal’in önderliğinde Kurtuluş Savaşı’nın zaferle sonuçlanacağının en büyük müjdecisi oldu.

Yayınlanma: - 23 Ağustos Güncellenme:

Hattı müdafaa yoktur sathı müdafaa vardır o satıh bütün vatandır

Anadolu'nun düşman işgalinde olduğu İstiklal Harbi sürecinde, Türk Ordusu Eskişehir Muharebesi sonrası kilometrelik sahayı terk ederek Sakarya Nehri'nin doğusuna çekildi. Bu çekilmenin ardından bölgeye Yunan güçleri yerleşti. Halk umutsuzluğa kapılırken, harekete geçen Meclis, Türk milletinin kaderini belirleyecek savaşta Mustafa Kemal Atatürk'ü 5 Ağustos 'de “Türk Orduları Başkomutanı” olarak görevlendirdi. Sakarya Meydan Muharebesi öncesi ordunun ihtiyacını karşılamak amacıyla, kanunla kendisine verilen yetkiyi kullanan Mustafa Kemal Paşa, tüm halkı fedakarlığa çağırarak, “Tekalif-i Milliye Emirlerini” çıkardı. Böylece, kaynakların önemli bir kısmının Sakarya Cephesi'ne aktarılmasını sağlayan Atatürk, 12 Ağustos 'de Batı Cephesi'ne giderek, düşmanın muhtemel hareketlerine yönelik stratejileri de belirledi. 13 Ağustos'ta ileri saldırıya başlayan Yunan kuvvetleri, 23 Ağustos'tan itibaren ağırlık merkezi Sakarya mevziinin güney kanadı olmak üzere taarruza geçti. Yaklaşık kilometrelik cephede başlayan, büyük çarpışmaların yaşandığı savaş, tarihin önemli meydan muharebeleri arasında yer aldı.

Topçu bataryaları Yunan mevzilerine mermi yağdırdı.

CEPHE SİSTEMİ DEĞİŞTİ

Düşmanın üstün kuvvet ve silahlarla yaptığı taarruz, Sakarya mevziinde zaman zaman çekilmelere yol açtı. Bu süreçte, kuşatmayı karşılamak için manevralar yapan Türk Ordusu büyük kayıplar verdi. Yunan ordusunun, Türk savunma hatlarını zaman zaman kırdığı böyle bir ortamda Başkomutan Mustafa Kemal Paşa, 26 Ağustos'ta çizgiye bağlı cephe sistemini değiştiren o tarihi emrini verdi: “Hattı müdafaa yoktur, sathı müdafaa vardır. O satıh bütün vatandır. Vatanın her karış toprağı vatandaşın kanı ile ıslanmadıkça terk olunamaz.”

Başkomutan Mustafa Kemal askeri dehasını adım adım uyguladı.

ÇELİKTEN BİR KALE GİBİ

Başkomutanın bu emrini alan Türk ordusu ile Yunan ordusu arasında takip eden günlerde çarpışmalar bütün şiddetiyle sürdü. Türk ordusunun “çelikten bir kale” gibi düşman karşısında çıktığı bu süreçte, Mehmetçik şehit oldu ancak vatan savunmasını bırakmadı. Ağustos'taki yoğun saldırılarına rağmen bölgeyi kuşatamayan Yunan birlikleri, bu sefer şansını Haymana istikametinden denemeye çalıştı. Bu taarruzda da başarılı olamayınca, bulunduğu hatları savunarak buralarda kalmaya çalışan Yunan kuvvetleri, Türk ordusunun 10 Eylül'de başlattığı genel karşı taarruz ile ağır bir hezimete uğradı. 22 gün 22 gece devam eden Sakarya Meydan Muharebesi, 13 Eylül 'de, düşmanın Sakarya Nehri'nin doğusunda tamamen yok edilmesiyle sonuçlandı.

Süvari birlikleri canları uğruna düşmanla mücadele etti.

KURTULUŞA GİDEN YOL

Tarihin akışını değiştiren bu zafer, Türk halkının esarete izin vermeyeceğini bir kez daha dünyaya ilan etti. Kurtuluş Savaşı'nın zaferle sonuçlanacağının en büyük müjdecisi oldu. Halkın zafere olan inancı güçlenirken, Mustafa Kemal Paşa'nın siyasi ve askeri önderliği, dehası kesinleşti. Bu büyük başarı üzerine 19 Eylül günü TBMM tarafından, Başkomutan Mustafa Kemal Paşa'ya gazilik ve mareşallik unvanı verildi.

Millet cephedeki askerlere silah yetiştirmek için canla başla çalıştı.

Zaferin siyasi sonuçları da oldu. İtalyanlar Anadolu topraklarını tamamen boşalttı, Rusya aracılığı ile Kafkas cumhuriyetleriyle ile Kars Antlaşması imzalanarak doğu sınırı belirlendi, İngiltere ile esir mübadelesi anlaşması imzalanarak  Malta'daki Türk esirler serbest bırakıldı, Fransa ile Ankara Antlaşması imzalandı.

ATATÜRK BÜYÜK ZAFERİ ANLATIYOR

12 Ağustos günü, Genelkurmay Başkanı Fevzi Paşa Hazretleriyle birlikte Polatlı'ya cephe karargâhına gittim. Düşman ordusunun cephemize yüklenerek sol kanadımızdan kuşatacağı yargısına varmıştık. Bu görüşe dayanarak tam bir cesaretle gerekli tedbirleri aldırdım ve yapılacak hazırlıkları yaptırdım.

Düşman ordusu, 23 Ağustos ′de ciddi olarak cephemize doğru ilerlemeye başladı ve taarruza geçti. Birçok kanlı, bunalımlı safhalar ve dalgalar oldu. Düşman ordusunun üstün grupları, savunma hattımızın birçok parçalarını kırdılar. (…) Meydan muharebesi yüz kilometrelik cephe üzerinde oluyordu. Sol kanadımız, Ankara'nın elli kilometre güneyine kadar çekilmişti. Ordumuzun yönü batıya iken güneye döndü. Arkası Ankara'ya iken kuzeye çevrildi. Cephenin yönü değiştirilmiş oldu. (…)

Savunma hattına çok ümit bağlamak ve onun kırılmasıyla, ordunun büyüklüğü ölçüsünde çok gerilere çekilmek gerektiği teorisini çürütmek için memleket savunmasını başka türlü ifade etmeyi ve bu ifademde direnerek şiddet göstermeyi yararlı ve etkili buldum. Dedim ki: “Savunma hattı yoktur, savunma sathı vardır. O satıh bütün vatandır (Hatt-ı müdafaa yoktur, sath-ı müdafaa vardır. O satıh bütün vatandır). Vatanın her karış toprağı vatandaşın kanıyla ıslanmadıkça terk olunamaz. Onun için küçük büyük her birlik bulunduğu mevziden atılabilir. Fakat küçük büyük her birlik, ilk durabildiği noktada yeniden düşmana cephe kurup savaşa devam eder. Yanındaki birliğin çekilmeye mecbur olduğunu gören birlikler ona tâbi olamaz. Bulunduğu mevzide sonuna kadar dayanmaya ve karşı koymaya mecburdur.”

İşte ordumuzun her ferdi, bu sistem içinde her adımda en büyük fedakârlığını göstererek ve düşmanın üstün kuvvetlerini yıpratıp yok ederek, sonunda onu, taarruzuna devam güç ve kudretinden yoksun bir duruma getirdi. Muharebe durumunun bu safhasını sezer sezmez hemen özellikle sağ kanadımızla Sakarya ırmağı doğusunda düşman ordusunun sol kanadına ve daha sonra cephenin önemli yerlerinde karşı taarruza geçtik. Yunan ordusu yenildi ve geri çekilmeye mecbur oldu. 13 Eylül günü Sakarya ırmağının doğusunda düşman ordusundan eser kalmadı.

'Atatürk'ün mirasından adını silemezsiniz'İlginizi Çekebilir'Atatürk'ün mirasından adını silemezsiniz'Akşener: Atatürk'ün ekonomi vizyonunu takip ediyoruzİlginizi ÇekebilirAkşener: Atatürk'ün ekonomi vizyonunu takip ediyoruz

Hattı Müdafaa Yoktur, Sathı Müdafaa Vardır

Hattı Müdafaa Yoktur, Sathı Müdafaa Vardır

Sakarya Meydan Muharebesi

Muhterem efendiler, vakaları Sakarya Meydan Muharebesi'ne temas ettirmek istiyorum. Fakat bunun için, müsaade buyurursanız, ufak bir giriş yapacağım. İkinci İnönü Muharebesi'nden sonra, üç ay kadar bir zaman geçti. Ondan sonra 10 Temmuz tarihinde, Yunan ordusu tekrar cephemize genel taarruza geçti. İki tarafın bu tarihten önceki günlerdeki vaziyeti şöyle idi:

Bizim ordumuz, başlıca Eskişehir ve kuzeybatısında İnönü mevzilerinde ve Kütahya-Altıntaş havalisinde yoğunlaştırılmıştı. Afyon Karahisar havalisinde iki fırkamız vardı. Geyve'de ve Menderes havalisinde birer fırkamız bulunuyordu.

Yunan ordusu da, Bursa'da bir ve Uşak doğusunda iki kolordusunu toplu bulunduruyordu. Menderes'te de bir fırkası vardı.

Yunanlılann bu taarruzuyla vukua gelen ve Kütahya-Eskişehir Muharebeleri unvanı altında yad olunan bir dizi muharebeler vardır. On beş gün devam etmiştir. Ordumuz, 25 Temmuz akşamı ana kısmıyla Sakarya doğusuna çekilmişti. Ordumuzun çekilmesini zaruri kılan sebeplerin esaslarına işaret edeyim:

İkinci İnönü Muharebesi'nden sonra, genel seferberlik yapmış olan Yunan ordusu, insan, tüfek, makineli tüfek ve top miktarınca ordumuzdan mühim derecede üstün idi. Temmuz'da Yunan ordusu taarruza başladığı zaman, milli hükümet ve mücadeledeki gelişmeler, bizim genel seferberlik ilanımıza ve bu suretle milletin bütün kaynakları ve vasıtaların, başka hiçbir düşünceye tabi olmaksızın, düşman karşısına toplamaya henüz müsait ve tahammüllü görülmemişti. İki ordu arasındaki kuvvet, vasıta ve şartların nispetsizliğinin başlıca bariz sebebi bundadır. Bunun neticesi olarak, biz henüz fırkalarımızın bilhassa nakliye vasıtaların tedarik edip tamamlayamadığımızdan, hareket kabiliyetleri yok idi. Yunan milletinin bütün kuvvetiyle yaptığı bu taarruz karşısında, bizim askeri olan esas vazifemiz milli mücadelenin başından itibaren takip ettiğimiz vazife idi ki, o, her Yunan taarruzu karşısında kaldıkça, bu taarruzu mukavemet ve münasip harekat ile durdurmak ve boşa çıkarmak ve yeni orduyu meydana getirmek için zaman kazanmak suretinde özetlenebilir. Son düşman taarruzu karşısında da bu esas vazifeyi gözden uzak tutmamak elzem idi. Bu düşünceyle 18 Temmuz günü İsmet Paşa'nın Eskişehir güneybatısında, Karacahisar'da bulunan karargahına giderek, vaziyeti yakından değerlendirdikten sonra, İsmet Paşa'ya genel olarak şu direktifi vermiş idim: "Orduyu, Eskişehir kuzey ve güneyinde topladıktan sonra, düşman ordusuyla araya büyük bir mesafe koymak lazımdır ki, ordunun derlenip toparlanması ve takviyesi mümkün olabilsin. Bunun için Sakarya doğusuna kadar çekilmek caizdir. Düşman durmadan takip ederse, hareket üslerinden uzaklaşacak ve yeniden menzil hatları tesisine mecbur olacak, her halde beklemediği birçok müşkülatla karşılaşacak, buna karşılık bizim ordumuz toplu bulunacak ve daha müsait şartlara sahip olacaktır. Bu hareket tarzımızın en büyük sakıncası, Eskişehir gibi mühim mevkilerimizi ve çok araziyi düşmana terk etmekten dolayı kamuoyunda hasıl olabilecek manevi sarsıntıdır. Fakat az zamanda elde edebileceğimiz muvaffakiyetli neticelerle, bu sakıncalar kendiliğinden ortadan kalkacaktır. Askerliğin icabını tereddütsüz tatbik edelim. Diğer tür sakıncalara mukavemet ederiz."

 

Ordunun Başına Geçmemi İsteyenler

Efendiler, hakikaten tahmin ettiğim manevi sakıncalar hemen görüldü. İlk tesirler Meclis'te tezahür etti. Bilhassa muhalifler karamsarca nutuklarla feryada başladılar: "Ordu nereye gidiyor, millet nereye götürülüyor? Bu harekatın elbette bir mesulü vardır, o nerededir? Onu göremiyoruz. Bugünkü acı halin, feci vaziyetin hakiki etkenini ordunun başında görmek isterdik" diyorlardı.

Bu mealde konuşan zevatın ima ve ifade etmek istediklerinin ben olduğuma şüphe yoktu.

Nihayet Mersin Mebusu Salahattin Bey, kürsüden benim ismimi telaffuz ederek "Ordunun başına geçsin!" dedi. Bu teklife iştirak edenler çoğaldı. Buna karşı olanlar da vardı.

Efendiler, bu fikir ayrılığının sebepleri hakkında biraz izahatta bulunmak uygun olur. Bir defa, benim fiilen ordunun başına geçmem teklifinde bulunanların fikir ve maksatlarını ikiye ayırmak mümkündür. Benim ve benimle beraber birçoklarının o zaman anladığımıza göre, bir kısım zevat, artık ordunun tamamen mağlup olduğuna, vaziyetinin iadesine imkan kalmadığına, dolayısıyla davanın, takip ettiğimiz milli davanın kaybolduğuna hükmetmişlerdi. Bu sebeplerle duydukları hiddet ve şiddeti benim üzerimde teskin etmek istiyorlardı. İstiyorlardı ki, kendi tasavvurlarına göre hezimete uğramış ve hezimeti devam edecek olan ordunun başında benim de şahsiyetim hezimete uğrasın! Diğer bir kısım zevat, diyebilirim ki çoğunluk, bana olan emniyet ve itimatlarından dolayı, samimi olarak ordunun fiilen başına geçmemi arzu ediyorlardı.

Henüz fiilen kumandanlığı üstlenmemi sakıncalı görenlerin de görüşü şu idi: Ordunun, bundan sonraki herhangi bir muharebede muvaffak olamaması, tekrar ricat etmesi uzak ihtimal değildir. Bu vaziyetlerde ben fiilen ordunun başında bulunursam, genel anlayışa göre son ümidin de tükenmiş olduğu gibi bir zihniyetin doğması ihtimali vardır. Halbuki henüz genel vaziyet, son tedbir, son çare ve son kuvvetlerin feda edilmesini lüzumlu kılacak mahiyette değildir. Dolayısıyla, kamuoyunda son ümidin muhafazası için benim şahsen askeri harekatı idare etmem zamanı gelmemiştir.

 

Başkumandanlığı Kabul Ediyorum

Ben, müzakereler ve münakaşalar ile billurlaşan bu kanaatleri lüzumu kadar değerlendiriyor ve inceliyordum. Son fikirde bulunanlar, kuvvetli mantıki sebepler ileri sürüyoriardı. Kumandayı üstlenmemi samimi olarak teklif edenlerde, gayri samimi talepte bulunanların yaygaraları derin ve endişe verici tesirler yapmaya başladı. Benim fiilen kumandayı üstlenmem, bütün Meclis'te son çare ve son tedbir olarak görüldü. Meclis'in bu anlayışı, süratle Meclis haricinde de yayıldı. Adeta, benim susmam, kumandayı fiilen üstlenmeye can atıyor olmamam, felaketin muhakkak ve yakın olduğu fikir ve anlayışını genel bir hale koydu. Bunu anlar anlamaz derhal kürsüye çıktım.

Efendiler, bu bahsettiğim vaziyet, 4 Ağustos günü bir gizli celsede vuku buluyordu. Üyelerin hakkımda gösterdikleri teveccüh ve itimada teşekkür ettikten sonra riyaset makamına şöyle bir önerge verdim:

 

Türkiye Büyük Millet Meclisi Riyaseti Celiiesine

Meclis'in değerli üyelerinin genel olarak tezahür eden arzu ve talebi üzerine Başkumandanlığı kabul ediyorum. Bu vazifeyi şahsen üstlenmekten hasıl olacak faydaları azami süratle elde edebilmek ve ordunun maddi ve manevi kuvvetini azami süratte artırmak ve tamamlamak ve sevk ve idaresini bir kat daha sağlamlaştırmak için, Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin sahip olduğu salahiyeti fiilen kullanmak şartıyla üstleniyorum. Ömrüm müddetince milli hakimiyetin en sadık bir hizmetkarı olduğumu millet gözünde bir defa daha teyit için bu salahiyetin üç ay gibi kısa bir müddetle sınırlandırılmasını ayrıca talep ederim.


4 Ağustos

Türkiye Büyük Millet Meclisi Reisi

Mustafa Kemal

Başkumandanlığıma Yapılan İtirazlar

Efendiler, bu önergem, sureti haktan görünerek tekliflerde bulunanların gizli niyetlerini açığa çıkar maya vesile teşkil etti. Derhal itirazlar başladı. Bir defa, "Başkumandanlık unvanını veremeyiz" dediler. "O, Büyük Millet Meclisi'nin manevi şahsiyeti içindedir. Başkumandan vekili denilmelidir."

İkinci olarak, "Meclis'in salahiyetini kullanmak gibi bir imtiyazın verilmesi asla söz konusu olamaz" görüşünü ileri sürdüler.

Ben, padişah ve halifeler tarafından verilegelmiş köhne bir unvanı takınamayacağımı; yapacağım vazife fiilen başkumandanlık olduktan sonra bu unvanı olduğu gibi vermekten çekinmeye mahal bulunmadığını ifade ederek, görüşümde ısrar ettim. Vaziyet, Meclis'in takdir ve izah ettiği gibi fevkalade olduğuna göre, benim de alacağım kararlar ve tatbik edeceğim icraatın fevkalade olması lazım geleceğine şüphe yoktu. Tasavvurlarımı ve kararlarımı seri ve şiddetli bir surette fiil ve tatbik mevkiine koymak zarureti vardı. İcra Vekilleri Heyeti'nden, Meclis'ten izinler isteyerek gecikmelere meydan vermeye vaziyet müsait olmayabilirdi. Bütün memleketi ve memleketin bütün kaynaklarını kapsaması lazım gelen emir ve tebliğlerim için, her işin vekilinden veyahut Vekiller Heyeti'nden görüş ve izin almak, benim yapacağım Başkumandanlıktan beklenen faydaları temin edemezdi. Onun için kayıtsız şartsız emir verebilmeli idim. Bunun için de, Büyük Millet Meclisi'nin salahiyeti, benim şahsiyetime yüklenmeliydi. Bunu, muvaffakiyet için zaruri görüyordum. Onun için bu noktada da ısrar ettim .

Salahattin Bey, Hulusi Bey gibi birtakım mebuslar, Meclis'in, salahiyetini bir şahsa vermekle atalete uğrayacağından, milletten aldığı vekaleti başkasına devretmeye salahiyetli bulunmadığından ve esasen orduya kumanda edecek zata Meclis salahiyetinin verilmesinin söz konusu olamayacağından ve buna lüzum olmadığından bahsettiler. Meclis'in salahiyetini kullanabilecek bir zat tarafından, mebusların şahsen emin olamamaları ihtimalinden de bahsedenler oldu.

Ben, bu görüşlerin hiçbirini reddetmedim. Hepsini doğru bulduğumu beyan ettim. Meclis'in bu noktayı çok dikkatle ve ehemmiyetle değerlendirip incelemesini söyledim. Yalnız, şahıslarından korkanların telaşlarına mahal olmadığını beyan ettim. 4 Ağustos'ta mesele bir karara bağlanamadı. Müzakere, 5 Ağustos günü de devam etti. Bu gün, bazı mebusların tereddütlerinin iki noktada yoğunlaştığı anlaşıldı. Birincisi, Meclis mevcudiyetinin herhangi bir şekil ve surette iş göremez hale getirilmesi; ikincisi, üyelerden herhangi biri hakkında keyfi, örfi muamele tatbiki

Bu şüphe ve tereddütleri giderecek izahat ve beyanatta bulunduktan sonra, yapılacak kanunda da bu hususlara dair lüzumlu kayıtların konulmasının münasip olduğunu ifade ettim ve vermiş olduğum önergeyi buna göre bazı maddelere çevirerek, bir proje olmak üzere Meclis'e takdim ettim. İşte bu proje maddeleri üzerinde cereyan eden müzakere neticesinde, 5 Ağustos tarihli, bana Başkumandanlık verilmesine dair olan kanun çıktı. B u kanunun ikinci maddesine göre bana verilmiş olan salahiyet şu idi:

"Başkumandan, ordunun maddi ve manevi kuvvetini azami surette artırmak ve sevk ve idaresini bir kat daha sağlamlaştırmak hususunda Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin bununla alakalı salahiyetini Meclis namına fiilen kullanmaya salahiyetlidir."

Bu maddeye göre benim vereceğim emirler kanun olacaktı.
Efendiler, bu tevcihten dolayı, "Meclis'in hakkımda gösterdiği itimat ve emniyete layık olduğumu az zamanda göstermeye muvaffak olacağım" dedikten sonra, Meclis'ten bazı ricalarda bulundum. Mesela, henüz Müdafaai Milliye Vekaleti ve Erkanıharbiyei Umurniye Riyaseti vazifelerini üzerinde bulunduran Fevzi Paşa Hazretleri'nin Erkanıharbiyei Umurniye işlerine mesaisini hasredebilmesi için Dahiliye Vekilliğinde bulunan Refet Paşa'nın Müdafaai Milliye Vekilliğine getirilmesi ve yerine diğer birinin seçilmesi.

Bilhassa, Meclis'in ve Heyeti Vekile'nin dahile ve harice karşı sakin ve çok kuvvetli vaziyet ve manzarasının muhafazasının mühim olduğunu ve ufak tefek sebeplerle Heyeti Vekile'yi sarsmanın caiz olmadığını arz ettim. Kanun teklifi, aynı günde, aleni celsede okundu. Acilen müzakeresi icra olundu ve isimler okunarak oya konuldu. Oybirliğiyle kabul olundu.

Bu münasebetle söylediğim kısa bir hitabenin bir iki cümlesini tekrar etmeme müsaade buyurmanızı rica ederim. O cümleler şunlardı:

"Efendiler, zavallı milletimizi esir etmek isteyen düşmanları mutlaka mağlup edeceğimize dair olan emniyet ve itimadım, bir dakika olsun sar­sılmamıştır. Bu dakikada, bu kati inancımı, yüksek heyetinize karşı, bü­tün millete karşı ve bütün ileme karşı ilan ederim."

 

Başkumandanlığı Fiilen Üstlendim

Muhterem efendiler, Başkumandanlığı fiilen üstlendikten sonra birkaç gün Ankara'da çalıştım.

Erkanıharbiyei Umumiye Riyaseti'yle Müdafaai Milliye Vekilleti'nin kadroları ile Başkumandanlık Karargahını teşkil ettim. Bu iki makamın müşterek mesaisini Başkumandan nezdinde birleştirip dengelemek için ve bundan başka, orduyu alakadar eden ve Başkumandanlıkla halli lazım gelen diğer vekilletine ait muamelelerin yürütülmesi için de yanımda küçük bir kalem teşkil ettim.

Ankara'daki mesaim, sadece ordunun insan ve nakliye vasıtaları bakımından kuvvetini artırmaya ve iaşesini ve giydirilmesini temin ve tanzime ait tedbirler ve tertibat almakla geçti.

 

Tekalifi Milliye Emirleri

 Bu bahsettiğim hususları temin için, iki gün zarfında, 7, 8 Ağustos tarihlerinde, Tekalifi Milliye Emri altında yaptığım genel tebligattan her birinin kısaca muhteviyatından bahsedeyim. Bir harbin kazanılması için ne derece hurda şeylerin bile nazarı dikkate alınması lazım geldiğine dair bir fikir vermiş olmak için, bu muhteviyatı arz etmeye değer görürüm:

1 numaralı emrimle, her kazada birer "Tekinifi Milliye Komisyonu" teşkil ettim. Bu komisyonların mesaileriyle elde edilenlerin, ordunun muhtelif kısımlarına nasıl dağıtılacağını tanzim eyledim.

2 numaralı emrime göre vatanda her hane birer kat çamaşır, birer çift çorap ve çarık hazırlayıp Tekalifı Milliye Komisyonu'na teslim edecekti.

3 numaralı emrimle, tüccar ve ahali elinde mevcut olan çamaşırlık bez, amerikan, patiska, pamuk, yıkanmış ve yıkanmamış yün ve tiftik, erkek elbisesi imaline yarar her tür kışlık ve yazlık kumaş, kalın bez, kösele, vaketa, taban astarlığı, sarı ve siyah meşin, sahtiyan, mamul ve gayri mamul çarık, potin, demir kundura çivisi, tel çivi, kundura ve saraç ipliği, nallık demir ve mamul nal, mıh, yem torbası, yular, belleme, kolan, kaşağı, gebre, semer ve urgan stoklarından yüzde kırkına, bedeli daha sonra ödenmek üzere el koydum.

4 numaralı emrimle , mevcut buğday, saman, un, arpa, fasulye, bulgur, nohut, mercimek, kasaplık hayvanat, şeker, gaz, pirinç, sabun, yağ, tuz, zeytinyağı, çay, mum stoklarından keza yüzde kırkına, bedeli daha sonra ödenmek üzere el koydum.

5 numaralı emrimle, ordu ihtiyacı için alınan nakliye vasıtalarından başka, ahalinin elinde kalan nakliye vasıtaları ile, parasız olarak yüz kilometrelik bir mesafeye kadar ayda bir defaya mahsus olmak üzere askeri nakliyat icra edilmesini mecbur kıldım.

6 numaralı emrimle, ordunun giydirilmesine ve iaşesine yarayan bütün emvali metrukeyel el koydum.

7 numaralı emrimle, ahali elinde muharebeye yarar bütün silah ve cephanenin üç gün zarfında teslimini talep ettim.

8 numaralı emrimle, benzin, vakum, gres, makine, don, saatçi ve taban yağları, vazelin, otomobil, kamyon lastiği, solisyon, buji , soğuk tutkal, Fransız tutkalı, telefon makinesi, kablo, pil, çıplak tel, yalıtkan ve bunlara benzer malzeme, sülfürik asit stoklarının yüzde kırkına el koydum.

9 numaralı emirle, demirci , marangoz, dökümcü, tesviyeci, saraç, arabacı esnafları ve imalathaneleriyle bu esnaflar ve imalathanelerin imal kabiliyetleri ve kasatura, kılıç, mızrak ve eyer yapabilecek sanatkarların isimleri belirtilmek üzere miktar ve vaziyetlerini tespit ettirdim.

10 numaralı emirle ahali elinde bulunan dört tekerlekli yaylı araba, dört tekerlekli at ve öküz arabalarıyla kağnı arabalarının bütün teçhizat ve hayvanlarıyla beraber ve binek ve topçeker hayvanlar, katır ve yük hayvanları deve ve merkep miktarlarının yüzde yirmisine el koydurdum.

Efendiler, emirlerimin ve tebligatımın icrasını temin için teşkil ettiğim İstiklal Mahkemeleri'ni Kastamonu, Samsun, Konya, Eskişehir mıntıkalarına gönderdim. Ankara'da da bir mahkeme bulundurdum.

 

Cephe Karargahına Hareket

 Ondan sonra efendiler, 12 Ağustos günü, Erkanıharbiyei Umumiye Reisi Fevzi Paşa Hazretleri'yle beraber Polatlı'da cephe karargahına gittim.

Düşman ordusunun cephemize temas ederek sol cenahımızdan kuşatacağına hüküm vermiştik. Tedbir ve tertibatımızı büyük bir cesaretle bu görüşe göre aldırdım. Vakalar, isabetimizi gösterdi. Düşman ordusu, 23 Ağustos 'de ciddi olarak cephemize temas ve taarruza başladı . Birçok kanlı ve buhranlı safhalar ve dalgalar oldu. Düşman ordusunun üstün grupları, müdafaa hattımızın birçok parçalarını kırdılar. Bu suretle ilerleyen düşman kısımlarının karşısına, kuvvetlerimizi yetiştirdik.

 

Hattı Müdafaa Yoktur, Sathı Müdafaa Vardır

 Meydan muharebesi kilometrelik cephe üzerinde cereyan ediyordu. Sol cenahımız, Ankara’nın elli kilometre güneyine kadar çekilmişti. Ordumuzun cephesi batıya iken güneye döndü, arkası Ankara'ya iken kuzeye verildi. Cephe değiştirilmiş oldu. Bunda hiç beis görmedik. Müdafaa hatlarımız, kısım kısım kırılıyordu. Fakat hemen, kırılan her kısım, en yakın bir mesafede yeniden tesis ettiriliyordu. Müdafaa hattına çok ümit bağlamak ve onun kırılmasıyla, ordunun büyüklüğü ile orantılı, uzun mesafe geriye çekilmek teorisini kırmak için memleket müdafaasını başka bir tarzda ifade ve bu ifademde ısrar ve şiddet göstermeyi faydalı ve tesirli buldum. Dedim ki: "Hattı müdafaa yoktur, sattı müdafaa vardır. O satıh, bütün vatandır. Vatanın her karış toprağı vatandaşın kanıyla ıslanmadıkça, terk olunamaz. Onun için küçük büyük her birlik, bulunduğu mevziden atılabilir. Fakat küçük büyük her birlik, ilk durabildiği noktada tekrar düşmana karşı cephe teşkil edip muharebeye devam eder. Yanındaki birliğin çekilmeye mecbur olduğunu gören birlikler, ona tabi olamaz. Bulunduğu mevzi de nihayete kadar sebat ve mukavemete mecburdur."

İşte, ordumuzun her ferdi, bu sistem dahilinde, her adımda azami fedakarlığını göstermek suretiyle, düşmanın üstün kuvvetlerini imha ederek, yıpratarak, nihayet onu, taarruzuna devam kabiliyet ve kudretinden mahrum bir hale getirdi.

Muharebe vaziyetinin bu safhasını hisseder etmez, derhal bilhassa sağ cenahımızla Sakarya nehri doğusunda, düşman ordusunun sol cenahına ve müteakiben cephenin mühim kısımlarında karşı taarruza geçtik. Yunan ordusu mağlup ve çekilmeye mecbur oldu. 13 Eylül günü Sakarya nehrinin doğusunda düşman ordusundan eser kalmadı. Bu suretle 23 Ağustos gününden 13 Eylül gününe kadar, bugünler de dahil olmak üzere, yirmi iki gün ve yirmi iki gece aralıksız devam eden Sakarya Melhamei Kübrası, yeni Türk devletinin tarihine, cihan tarihinde ender olan büyük bir meydan muharebesi misali kaydetti.

Muhterem efendiler, Başkumandanlık vazifesini fiilen üstlendiğim zaman, Meclis'e ve millete mutlaka muvaffak olacağımıza dair kati olan kanaatimi arz ve ilan etmekle ve bu kanaatimi mevcudiyetimin bütün haysiyetini ortaya atarak teyit eylemekle, ilk manevi vazifemi yapmış olduğumu zannederim. Ondan sonra maddi, mühim vazifelerim de vardı. Onlardan biri, harp ve muharebe karşısında millete aldırmaya mecbur olduğum vaziyet idi.

 

Mustafa Kemal Atatürk

Nutuk, syf. /, Kaynak Yayınları 1. Basım Eylül

 

 

 

 

 

nest...

batman iftar saati 2021 viranşehir kaç kilometre seferberlik ne demek namaz nasıl kılınır ve hangi dualar okunur özel jimer anlamlı bayram mesajı maxoak 50.000 mah powerbank cin tırnağı nedir