Bir varmış, bir yokmuş… İstanbul Üniversitesinde üç yabancı Yüksek Lisans yapıyormuş. Farklı devletlerin vatandaşları, farklı din-mezhep mensupları, farklı dilleri konuşan üç delikanlı (NOT: bütün farklılıklara karşın ortak noktaları, kanlarının deli olması ve Türk Dili ve Edebiyatı ile cidden ilgilenmeleri idi, ki aksi takdirde binlerce kilometre aşıp buraya gelmeyeceklerdi -). Ehlel mümininlerin mübarek Ramazan ayında oruç tuttukları günlerin biri idi.
Üç arkadaşlar (NOT: neden acaba burada -lAr çoğul ekini kullanmıştır diye durup düşünün -) adalara gitmeye karar verdiler. Bunu konuşurken aralarında şöyle bir fikir peyda oldu, ki «Eğer adalara kadar mesafe 10 kilometreden fazlaysa o günü oruç iptal ediliyor (seferde bulunulduğu için)». Gayri müslim olan arkadaş, «Bize her şey helaldir, siz bilirsiniz», dedi.
Hoca Mesud «Ferhenname-i Sa’di Tercümesi» adlı eserinde dediği gibi «Çü yavuzlıgun tohmın ekdün yire / Götüresi vaktın hem anı vire». Bu durumda da aynisi oldu, herhalde o tür düşündükleri için («10 km olsun da adalarda bir şeyler atıştıralım») adalara giden yolculukları gerçekleşmedi. Neden diye soracaksınız, ki bunu sormaya tabi ki hakkınız vardır, çünkü ilginçtir. Ötesini okursanız inşallah öğrenme şansınız olacaktır.
İsfahani Baba İshak’ın hemşehrisi olan arkadaş o akşam bir dostunun tatile gideceğini hatırladı ve onu uğurlamadan gitmesine asla izin veremeyeceğini söyledi. İslam öncesi Arapların sahralarda deve üstünde gezerek «failatun, failatun, feilun» gibi vezinleri meydana getirdikleri gibi uç arkadaşlar da (DİKKAT: yine «gereksiz» ek kullanılmıştır!), trafiğe takılan otobüste akıllı telefonlarını karıştırıyorlardı. Efendime söyleyeyim, bu arada onların biri, vapur seferlerine bakıp adalardan vapurun son kalkışının tam iftar zamanına geldiğini farketti. Bütün planlar perişan u darmadan olmuştu. Ama masal burada bitmiyor, arkadaşlar gitmekte kalsınlar biz sizinle devam edelim.
İstanbul’da müslümanlar için çok mübarek ve meşhur yerlerin biri Eyüp Sultan Camii. Normal mevsimlerde etrafı çok kalaba oluyorsa, bir de Ramazan ayı cuma günü gidip bakın oranın haline. Fevkalade kalabalık, gürültü, toz, gazonlarda uyuyanlar, namaz için sıra bekleyenler, iftara kadar saatleri sayanlar, kısaca aradığın kişiyi orada bulabilirsin. Bir de düşünün ki, felek o üç garibanı (DİKKAT: bu kelimenin de sayıdan sonra gelmesine karşın Farsça çoğul eki ile yazılışına dikkat edin. Kelime Arapçadır ġarīb غريب yabancı, yolcu, egzotik, ayrıksı) tam bu ortama atmış. Yapacak bir şey yok. Ayvansaray’rın orasında oldukları için bir de Vlaherna manastırını ziyaret edelim diye düşünmeye koyuldular. Düşüne taşına manastırın kapılarına vardılar, ama nasıl vardıklarının farkında pek değildiler, çünkü ol dem (yani o zaman) ayakları o kadar acımıyordu. Evet… efendime söyliim.
Derken, baktılar ki, giriş kapısı açık, manastırın kapıcı da avluda otları suluyor (Caltay köyü Gagauzları bu eyleme «yıslatmak» diyorlar, çok tuhaf diimi?-). Ne kadar da rica etseler kapıcı ziyaretçileri içeri almıyor, geç geldiklerini söylüyor, oysa saat henüz 19’u bulmuştu, yani pek te geç sayılmaz. Neyse, «Kolay gelsin» diyerek dostlar yollarına devam ettiler. Devam ettikleri yolları da o an 180 derece ters döndü. Amaç — Pierre Loti Tepesi.
Haliç’i takip ederek Yüksek Lisans öğrencileri yürüyerek yolculuklarını sürdürdüler. İşte o zaman bayağı bir mesafe yaya geçtiklerini ve ayaklarının acıdıklarını anladılar. Hem de geh birinin geh öbürünün midesi zil çalıyor, bizim arkadaşlar ise telefonun çaldığını hep sanıyorlardı. Teleferiğe yaklaşırken çok şaşırtıcı bir manzaraya şahit oldu iftar yemek üzere tepeye çıkan gençler: belediyenin verdiği iftar yemeğine oldukça çok oruçlu insan toplanmış, masalar kurulu, yemekler dağıtılıyor, çoğu yemeğe başlamak için tetikte duruyor… oysa ki iftara kadar en az bir saat daha var. «Olur mu ya!» deyip geçtiler.
Teleferik kabininde sallana sallana yukarı çıktıkları sırada herkes yemek için düşünüyordu. Üstelik kimileri ayaklarını dinlendirebildiği fırsata seviniyor, kimileri ise aşağıda mezarlara bakarak, kabin koparsa ne olacağını düşünüyordu. Eninde sonunda Tepeye çıkıldı, fotoğraflar çekildi ve iftar için uygur bir yer aranmaya başlandı. Gezildi, arandı ama boşuna. Tavukla dolu kümesten aç çıkan tilki gibi arkadaşlar da uygun yer bulmayınca kederli kederli aşağı indiler. Ezan okundu, mideler çıldırmış gibi zil çalıyor. İlk rastladıkları kafeye girdiler. Yemek var mı? Üç tane. Sonra görüntü var, ses yok (herkes yediği ve yerken konuşamadıği için). Of, elhamdülillah!
Hesabı istedikten sonra arkadaşlar anladı ki, bu kafede iftar hayır anlamına değil, müşteriden mümkün olduğu kadar fazla para çekmek anlamına geliyormuş. O yüzden işe başlamadan önce terimlerin hakkında fikir birliğine varmakta büyük yarar vardır. Bu gece için bu kadar dost-ı azizlerim.
НравитсяЗагрузка...
Posted in: Baş