Silikon Parmaklık Gitar Çalanlar Için
J»9/»A»W0d
NESBO
» N e s b o ’ n u n ü n lü ı
' H o le ’ u n s o l a k s o lu ğ a
t m a c e r a s ı.
p i m i ü ç ya şın d a N o r v e ç li b ir kadın
i n e y d e o lu b u lu n u n ca , O slo C in a yet
sası d e d e k t ifi H a r r y H o le , bu v a k a yı
e le m e y e g ö n d e r ilir . A m a c ı S id n e y
a lisin e e lin d e n g e ld iğ in c e y a rd ım
e t m e k t ir a m a k es in b ir d ille işe bu rn u nu
so k m a m a s ı s ö y le n ir.
S o ru ş tu rm a y a s e y irc i k a lm a y a
n iy e t i o lm a y a n H a r r y . e k ib in baş
d e d e k t ifle r in d e n b ir iy le a rk a d a ş lığ ın ı
ile r le t ir v e k e n d in i o la y la r ın için d e
b u lu r. H a r r y k a tile a d ım a d ım
ya k la ştık ç a ço k t e h lik e li b ir seri
k a tilin p e ş in e d ü ştü ğü n ü v e a slın da
so ru ş tu rm a n ın iç in d e k ile r d a h il
hiç k im s e n in g ü v e n d e o lm a d ığ ın ı
d ü ş ü n m e y e b a şla r.
ta O slo da d o ğ d u . S e r iy e h a rik a b ir b a ş la n g ıç ."
N o rv e ç E k o n o m i Ü n iv e r s it e s i n d e
e k o n o m i v e iş le tm e o k u d u . D e d e k tif T htSunday Times
H a r r y H ole p o lis iy e le r iy le d tin y a ç a p ın d a
tin k a z a n a n v e k it a p la r ı 51 d ile ç e v r ile n N esb o.
ç o c u k k it a p t a n d a y a z d ı. A y n ı z a m a n d a Di D e r re
r o c k g r u b u n u n s o lis ti v e ş a r k ı y a z a n d ır . Y a z a n n
N e m e tit ( x o ıj) . Şeytan V ıld ın (). K u r t a n c ı (aoı$)
Kardan Adam (aoı$) v e Leopar () a d lı r o m a n la r ı
D o ğan K ita p t a r a f ın d a n y a y ım la n m ış t ır .
ISSN » 7 İ 6 0 S 0 9 - J 7 0 7 - 7
DOC A N
İKİTAP
Çeviren: Can Yapalak
DO£AN KİTAP TARAFINDAN YAYIMLANAN
DİĞIR KİTAPLARI
Nemesis
Şeytan Yıldızı
Kurtarıcı
Kardan Adam
Leopar
YARASA
Orijinal adı: Flaggermusmannen
©Nesbo,
Salomonsson Agency aracılığıyla yayımlanmıştır.
Yazan: Jo Nesbo
İngilizceden çeviren: Can Yapalak
Türkçe yayın haklan: © Doğan Egmont Yayıncılık ve Yapımcılık Tic. A.Ş.
1. baskı / Ekim / ISBN
Sertifika no:
Kapak tasarımı: Erbil Kargı
Baskı: Ana Basın Yayın Gıda inş. San. Tic. A.Ş.
B.O.S.B. Mermerciler Sanayi Site Cad. No: 15
Beyiikdüzü-istanbul
Tel: ()
Sertifika no:
D oğan Egm ont Yayıncılık ve Yapımcılık Tic. A.Ş.
19 Mayıs Cad. Golden Plaza No. 1 Kat 10, Şişli - İSTANBUL
Tel. () 77 00 / Faks () 83 16
seafoodplus.info /
[email protected] /
[email protected] Yarasa
Jo Nesbo
f J İ M L fv u ozvjM .
Çeviren: Can Yapalak
DOĞAN
K İT A P
Walla
Sidney
Ters giden bir şeyler vardı.
Pasaport memuru kadın, gözlerinin içi gülerek “Nasılsın
dostum?” diye sormuştu önce.
“İyiyim ” diyerek yalan söylem işti H arry Hole. Uçağı
Oslo’dan kalkıp Londra üzerinden uçmasından bu yana en az
otuz saat geçmişti ve Bahreyn’de aktarma yaptıktan sonra sa
atlerce acil çıkış kapısının yanındaki o lanet koltukta oturmuş
tu. Güvenlik yüzünden koltuğu çok az geriye yatırabilmişti.
Singapur’a vardıklarında belini neredeyse hissetmiyordu.
Bankonun arkasındaki kadın artık gülümsemiyordu.
Pasaportunu büyük bir dikkatle incelemişti. Ciddileşme
den önce onu bu denli neşelendiren şeyin fotoğrafı mı yoksa
adı mı olduğunu kestirmek zordu.
“İş gezisi mi?”
Harry Hole dünyanın diğer yerlerinde pasaport memur
larının erkek yolculara “bayım” diye hitap ettiğini zannedi
yordu; ama Avustralya’da böyle resmi kibarlıkların pek yay
gın olmadığını daha önce okumuştu. Yurtdışı seyahatlerine
ve ukalalık taslamaya alışkın olmadığından çok da umurun
da değildi zaten. Tek istediği bir an önce bir otel odasıyla ya
tağa kavuşmaktı.
Parmaklarını bankonun üzerinde tıkırdatarak “ Evet” d*niı.
Kadının dudakları büzüldü, çirkin, boğumlu bir hal al*
dı; sert bir ses tonuyla “Pasaportunuzda neden vize yok, ba
yım?” diye sordu.
H a rry nin kalbi, ufuktaki bir felaketi hissettiğinde olduğu
gibi sıkıştı. Belki de memurlar sadece iş ciddiye bindiğinde
“bayı nv' diyordu.
H a rry ceplerinin içini hararetle karıştırarak “Özür dile
rim, unutmuşum” diye mırıldandı. Neden diğer vizelerde ol
duğu gibi özel vizeyi de pasaporta yapıştıramıyorlardı ki? A r
kasındaki sırada bir kasetçalardan gelen boğuk müzik sesi
ni duyunca bunun uçakta yanında oturan adama ait olduğu
nu anladı. Adam tüm yol boyunca aynı kaseti dinlemişti. Ivır
zıvırlarım hangi cebine koyduğunu nedense hiçbir seferinde
hatırlayam azdı. Saat neredeyse gecenin onuydu ama kavu
rucu bir sıcak vardı. Harry kafasının kaşınmaya başladığını
hissedebiliyordu.
Sonunda aradığı belgeyi buldu ve derin bir oh çekerek
bankoya koydu.
“Demek polissiniz?”
Pasaport memuru başını özel vizeden kaldırıp dedektifi
süzdü; dudaklarını artık büzmüyordu.
“Um arım hiçbir Norveçli sarışın öldürülmemiştir.”
Kadın kıkırdadı ve mührü sertçe belgeye vurdu.
“Şey, sadece bir tanesi” dedi Harry Hole.
G eliş salonu, üzerinde isim ler yazan kartonları hava
ya kaldırm ış acente yetkilileri ve limuzin şoförleriyle tıklım
tıklım doluydu; ne var ki Hole’un adı görünürde yoktu. Tam
taksi çağıracaktı ki buz mavisi kot ve Hawaii desenli gömlek
giym iş siyahi bir adam, aşırı geniş burnu ve kıvırcık siyah
saçlarıyla kartonları yararak ona doğru geldi.
“Bay Holy, değil mi?” diye sordu, zafer kazanmışçasına.
H arry Hole bir an için durup düşündü. Adının d elikle1
1. Hak, İngilizcede delik anlamına gelir (ç.n.)
11
karıştırılmaması için Avustralya’daki ilk günlerini soyadını
yanlış telaffuz edenleri düzeltmeye ayırmaya karar vermişti.
Fakat adının delik sanılmasından da Harry Holy2 sanılması
tartışmasız bir biçimde daha iyiydi.
Adam sırıtarak “Ben Andrew Kensington. Nasılsın?” dedi
ve kocaman elini ona doğru uzattı. Avucu bir meyve sıkacağı
kadar büyüktü.
Dostane bir tavırla “Sidney’e hoş geldin. Umarım yolcu
luğun iyi geçmiştir” derken sesi hostesin yirmi dakika önce
yaptığı anons gibi yankılı geliyordu. Adam Harry’nin yıpran
mış bavulunu aldı ve arkasına bakmadan çıkış kapısına yü
rümeye başladı. Harry peşinden gitti.
“Sidney emniyetinden misin?” diyerek lafa girdi.
“Aynen öyle, dostum. Aman dikkat!”
Döner kapı tam burnuna çarpınca Harry’nin gözleri su
landı. En az kötü bir skecin girişi kadar saçma bir andı. Bur
nunu ovuşturdu ve Norveççe bir küfür patlattı. Kensington
onun haline acımış gibi baktı.
“Şu kör olası kapılar işte, değil mi?” diye sordu.
Harry cevap vermedi. Bu AvustralyalI “kör olası” lafına
nasıl karşılık verilir bilmiyordu.
Otoparka geldiklerinde Kensington eski ve ufak bir
Toyota’nın bagajını açıp bavulu içine tıktı. “Arabayı sen mi
sürmek istiyorsun?” dedi, şaşırarak.
Harry sürücü koltuğuna oturduğunu ancak o zaman an
layabildi. Avustralya’da trafiğin soldan aktığını unutmuştu.
Yan koltuk kâğıtlarla, kasetlerle ve çerçöple öyle doluydu ki
arka koltuğa sıkışmak zorunda kaldı.
“Aborijin olmalısın” dedi, otoyola girerlerken.
“Senden de hiçbir şey kaçmıyormuş” dedi Kensington, goz
ucuyla aynadan bakarak.
“Norveç’te size Avustralya zencileri deriz.”
2. Holy, İngilizcede kutsal anlamına gelir (ç.n.)
}J
Kensington aynaya bakmaya devam etti. “Sahiden mi?”
Harry kendini rahatsız hissetti. “Şey Zenci derken, ata
larınız bundan iki asır önce İngiltere’den buraya gönderilen
mahkûmlardan değildi tabii.” En azından ülkenin tarihini bi
razcık bildiğini göstermek istedi.
“Haklısın. Holy. Atalarım buraya onlardan biraz daha er
ken gelmiş. Tam olarak kırk bin sene önce.”
Kensington aynaya doğru sırıttı. Harry içinden bir müd
det çenesini kapatmaya yemin etti. “Anladım ” dedi. “Bana
H arry de.”
‘T am am dır Harry. Sen de bana Andrew de.”
Andrevv yol boyunca konuşmaya devam etti. King’s Cross’a
geldiklerinde semtle ilgili ne varsa anlattı. Burası Sidney’in
fuhuş, uyuşturucu ticareti ile diğer tüm kirli işlerinin döndü
ğü yerdi. Patlak veren her skandalin bu kilometrekare içinde
ki bir otelle ya da striptiz kulübüyle bağlantısı ortaya çıkardı.
Andrevv aniden “İşte geldik” dedi. Arabayı yolun kenarına
çekti, aşağı atladı ve H arry’nin bavulunu bagajdan aldı.
“Y a rın görüşürüz” dedikten sonra arabasıyla b irlik te
uzaklaşıp gözden kayboldu. H arry tutulmuş sırtı, v a rlığ ı
nı hissettirmeye başlamış yol yorgunluğu ve bavuluyla nere
deyse Norveç’in tamamı kadar nüfusa sahip bir şehrin kaldı
rımında, Crescent Oteli denen görkemli binanın dışında tek
başına dikiliyordu artık. Otelin ismi kapıya, üç yıldızın he
men yanına yazılm ıştı. Oslo emniyet müdürünün çalışanla
rının konaklaması konusunda eli açık biri olmadığını herkes
bilirdi. Bu seferki o kadar da kötüye benzemiyordu yine de.
Harry muhtemelen memurlara indirim yapıldığını ve otelin
en küçük odasının tutulduğunu düşündü.
Öyleydi de.
2
Gap Park
Harry, Surry Hills Cinayet Masası’nın kapısını dikkatli
ce çaldı.
içeriden güçlü bir ses “Gel” diye seslendi.
Meşe bir masanın arkasındaki pencerenin dibinde uzun
boylu, iriyarı bir adam haşmetli göbeğiyle dikiliyordu. Sey
rek saçlarının altında kırlaşmış gür kaşları görünüyordu:
gözlerinin etrafındaki kırışıklıklar gülümsediği duygusunu
yaratıyordu.
“Oslo, Norveç’ten Harry Holy, efendim.”
“Geç otur Holy. Sabahın bu saatinde zımba gibi görünü
yorsun. Bizim narkotikteki çocuklarla falan görüşmedin, de
ğil mi?” Neil McCormack gürültülü bir kahkaha patlattı.
“Saat farkı yüzünden. Sabah dörtten beri uyanığım efen
dim” diye cevap verdi Harry.
“Muhakkak öyledir. Bizim aramızda bir şaka, iki sene
önce epey sansasyonel bir skandal yaşadık da. On polis me
muru aralarında birbirlerine uyuşturucu satmanın da oldu
ğu bir dizi suçtan yargılandı. Olay aralarından ikisinin gece
gündüz cin gibi uyanık olması şüphe çekince ortaya çıktı. Şa
ka yapmıyorum; gerçekten.” Komiser babacan bir edayla gül
dü, gözlüğünü taktı ve önündeki kâğıtları karıştırdı.
“Demek bize Avustralya’da çalışma izni bulunan Norveç
vatandaşı Inger Holter’in cinayetinin soruşturııimasmda yar-
14
dımcı olmak için gönderildin. Fotoğraflarına bakılırsa sarışın,
güzel bir kız. Daha yirmi üç yaşındaymış, değil mi?”
Harry başıyla onayladı. McCormack artık ciddiydi.
“Watsons Koyu’nun okyanus kıyısında, tam olarak söyle
mem gerekirse Gap Park’ın aşağısında balıkçılar tarafından
bulunmuş. Y arı çıplak halde. Vücudundaki morluklar teca
vüze uğradığını ve boğulduğunu gösteriyor ama sperm yok.
Cesedi gece parka getirilmiş ve uçurumdan aşağı atılmış.”
McCormack yüzünü buruşturdu.
“Hava biraz kötü olsaydı dalgalar cesedi açığa sürükler
di ama bulunana kadar kayaların arasında durmuş. Dedi
ğim gibi, sperm örneği bulunmadı. Çünkü vajinası balık file
tosu gibi kesilmiş ve deniz suyu vücudunu tertemiz yapmış.
O yüzden elimizde parmak izi de yok. Ama ölüm saatiyle ilgi
li kaba bir tahminimiz var” McCormack gözlüğünü çıkarıp
yüzünü ovuşturdu. “Ne var ki ortada bir katil yok. Eee, bu
konuda ne yapmayı düşünüyorsun, Bay Holy?”
Harry cevap vermek üzereyken komiser araya girdi.
“Ben sana ne yapacağını söyleyeyim. Biz o piç kurusunu
yakalayıp hapse tıkarken sen de dikkatlice olanları izleye
cek ve Norveç basınına hep birlikte ne kadar harika bir iş
çıkardığımızı anlatıp Norveç elçiliğinin ve kızın yakınlarının
hiçbir sıkıntı yaşamamalarını garanti edeceksin. Geri kalan
vaktinde tatil yapabilir ve emniyet müdürüne bir iki kartpos
tal gönderebilirsin. Sahi, o nasıl?”
“Bildiğim kadarıyla iyi.”
“Harika bir kadın. Sanırım senden ne beklendiğini anlat
mıştır, değil mi?”
“Kısmen. Bir cinayet soruşturmasına katı”
“Çok güzel. Dediklerinin hepsini unut. Sana yeni kuralları
açıklıyorum. Birinci kural, şu andan itibaren sadece ama sa
dece benim sözümü dinleyeceksin. İkinci kural, ben söyleme
dikçe hiçbir şeye dahil olmayacaksın. Üçüncü kural, dedikle-
15
rime biraz olsun karşı gelirsen ilk uçakla evine dönersin.”
Son kuralı gülümseyerek söylese de mesaj açıktı. Kısa
cası hiçbir şeye bulaşmamasını, sadece izlemesini istiyordu.
Harry yanma deniz şortunu ve fotoğraf makinesini getirse de
olurmuş.
“Inger Holter’in Norveç’te tanınan bir televizyon yüzü ol
duğunu duydum. Doğru mu?”
“Çok ünlü sayılmaz, şef. Bir iki sene önce bir çocuk prog
ramı sunuyordu, hepsi bu. Bu olay olmasa muhtemelen in
sanlar yüzünü unutmaya başlamıştı.”
“Evet, duyduğuma göre gazeteler bu cinayete büyük ilgi
gösteriyormuş. İki tanesi muhabirlerini buraya göndermiş bi
le. Onlara bildiğimiz ne varsa anlattık ama kayda değer bir
şey olmadığından yakında sıkılacaklar ve basıp gidecekler.
Senin burada olduğundan haberleri yok. Onlarla ilgilenen da
dılarımız var, o yüzden senin uğraşmana gerek kalmayacak.”
“Teşekkür ederim, şef’ dedi Harry. Gerçekten de minnet
tardı. Norveçli gazetecilerin nefesini her an ensesinde hisset
mekten hiç hoşlanmazdı.
“Pekâlâ, Holy. Sana karşı dürüst olacağım ve gerçekle
ri söyleyeceğim. Hükümet, Sidney’deki meclis üyelerinin bu
dosyanın bir an önce kapanmasını istediklerini bana açık açık
söyledi. Her zamanki gibi işin içinde siyaset ve mangır var.”
“Mangır mı?”
“Bu sene Sidney’deki işsizlik oranının yüzde on arttığı tah
min ediliyor ve şehrin turistlerin bırakacağı her kuruşa ihti
yacı var. yılında yapacağımız olimpiyatlara az kaldı ve
İskandinav ülkelerinden gelen turist sayısı artıyor. Cinayet,
hele hele çözülmemiş bir cinayet şehre hiç de iyi bir itibar ka
zandırmaz. O yüzden elimizden gelenin en iyisini yapıyoruz.
Dosyayla ilgilenen dört kişilik bir dedektif ekibimiz ve teşki
latın tüm kaynaklarına sınırsız ulaşım imkânımız var. Bilgi
sayarlar, adli tıp uzmanları, laborantlar Aklına ne gelirse.”
?o
McCormack eline bir kağıt aldı ve kaşlarını çatarak ince
ledi,
“A slında W atk in s’le çalışman gerekiyordu ama ö ze llik
le Kensington'ı istediğine göre kabul etmemek için bir neden
göremiyorum.”
“Şef, hatırladığım kadarıyla bir istekte”
“Kensington iyi bir adamdır. Burada onun m evkiine gele
bilen çok fazla yerli bulamazsın.”
“Öyle mi?”
McCormack omuzlarını silkti. “Ne yapalım, işler böyle yü
rüyor. Her neyse Holy, başka bir konu olursa nerede takıldı
ğımı biliyorsun. Sormak istediğin bir şey var mı?”
“Şey, sadece formaliteden şunu sormak istiyorum, şef. Ş e f
bu ülkede üstlere hitap etmek için doğru bir kelim e mi, yok
sa biraz”
“Resmi? Soğuk? Evet, biraz öyle sanki. Am a hoşuma git
ti. Doğrusunu istersen bana bu takım ın patronu olduğumu
h atırlattı.” McCormack kahkahaya boğuldu ve görüşm eyi
Harry’nin elini neredeyse kıracak kadar sıkı bir tokalaşmay
la bitirdi.
“Ocak ayı Avustralya’da turizm sezonudur” dedi Andrevv,
Circular İskelesi’nin etrafındaki trafikte ilerlem eye çalışır
larken.
“Herkes Sidney Opera E v i’ni görm eye ve lim andan gezi
teknelerine binip Bondi Plajı’ndaki kadınlara hayran hayran
bakmaya gelir. Ama maalesef sen çalışmak zorundasın.”
Harry başını iki yana salladı. “Hiç sorun değil. Öyle turis
tik yerlerde bana fenalık basıyor.”
N ew South Head C addesi’ne çıkınca Toyota, W atsons
Koyu’nun olduğu doğu tarafına doğru hızlanarak yol aldı.
Birbiri ardına sıralanan şık evlerin önünden geçerlerken
Sidney’in doğu yakasının Londra’nın doğusuyla alakası yok-
17
tur” diye açıkladı Andrevv. “Bu semte Double Bay denir. Biz
daha çok Double Pay3 diyoruz.”
“Inger Holter nerede yaşıyormuş?”
“Bir süre erkek arkadaşıyla birlikte Nevvton’da yaşamış, on
dan aynlınca Glebe’de tek odalı küçük bir daireye taşınmış.”
“Erkek arkadaş mı?”
Andrevv omuzlarını silkti. “AvustralyalI bir bilgisayar mü
hendisi. iki sene önce Inger buraya tatile geldiğinde tanış
mışlar. Cinayet saatinde başka bir yerde bulunduğuna dair
kanıtları var ve katil profiline hiç uymayan biri. Gerçi bu iş
ler belli olmaz, değil mi?”
Sidney’in sayısız yeşil alanından biri olan Gap Park’ın
aşağısına park ettiler. Kuzeyde yükselerek Watsons Koyuna,
doğuda ise Pasifik Okyanusu’na doğru uzanan rüzgârlı par
ka dik taş basamakları tırmanarak çıkılıyordu. Arabanın ka
pılarını açar açmaz kavurucu sıcak yüzlerine vurdu. Andrew
kocaman güneş gözlüğünü takınca Harry onu dertsiz tasa
sız bir pornocuya benzetti. AvustralyalI meslektaşı nedense o
gün dar bir takım elbise giymişti; Harry hemen Önünde man
zaraya çıkan yolu tırmanan geniş omuzlu bu siyahi adamın
biraz komik göründüğünü düşündü o anda.
Harry etrafına bakındı. Batıda şehir merkezini ve Har-
bour Köprüsü’nü, kuzeyde Watsons Koyundaki plajı ve yat
ları, daha uzakta, koyun kuzey tarafında ise şehrin dışında
ki yemyeşil Manly mahallesini görebiliyordu. Doğu tarafın
da sular ufuk çizgisine kadar mavinin çeşitli tonlarında uza
nıyordu. Önlerinde dimdik aşağı inen sarp kayalıklar vardı;
dalgalar uzun yolculuklarını kayaların arasında gümbürtüy
le patlayan dalgakıranlarda sonlandırıyordu.
Harry omuzlarının arasından bir ter damlasının sıızuldu-
ğünü hissetti. Bu sıcak, tüylerini diken diken ediyordu.
3. "Double Pay" İngilizcede "iki katı ödemek" anlamına gelir. Semt, pahalılığı yüzünden bu isimi* <mrti
yor. (ç.n.)
“Buradan Pasifik Okyanusu’nu görebilirsin, Harry. Bir
sonraki kara Yeni Zelanda; o da yaklaşık iki bin kilometre
sonra*' dedi Andrevv, uçurumdan aşağı okkalı bir tükürük sa
vurarak. İkisi de bir süre düştükten sonra rüzgârda dağılan
tükürüğü izledi.
“Neyse ki kız düşerken hayatta değilmiş” dedi Andrevv.
“YToksa kayalara çarptığını hissedecekti; onu bulduklarında
vücudundan büyük et parçaları kopmuş haldeymiş.”
“Bulunduğunda kaç saattir ölüymüş?”
Andrew yüzünü ekşitti. “Emniyet doktoru kırk sekiz saat
olduğunu söyledi. Ama bizim doktor biraz”
Başparmağını ağzına doğru götürdü. Harry başını salladı.
Doktorun içkiyle arası iyiydi demek ki.
“Rakamlar fazla yuvarlak olunca haliyle şüpheleniyorsu
nuz, değil mi?”
“Cuma sabahı bulunduğuna göre çarşamba gecesi öldüğü
nü söyleyebiliriz sanırım.”
“Buradan hiç ipucu çıktı mı?”
“Gördüğün gibi arabalar aşağıya park ediyor ve park alanı
geceleri karanlık ve daha boş oluyor. Hiçbir görgü tanığı bula
madık; dürüst olmak gerekirse bulacağımızı da sanmıyoruz.”
“O zaman şimdi ne yapacağız?”
“Amirin bana söylediği şeyi. Bir restorana gidip teşkilatın
eğlenceye ayırdığı bütçeden biraz harcayacağız. Ne de olsa en
az iki bin kilometre yakınımızda Norveç emniyetinin senden
daha kıdemli bir yetkilisi yok, değil mi?”
Andrew ve Harry beyaz örtülü bir masada oturuyordu. Bir
balık restoranı olan Doyles, Watsons Koyu’nun en uç nokta
sında bulunuyordu ve denizle arasında sadece kumsal vardı.
“İnanılmayacak kadar güzel, değil mi?” diye sordu Andrew.
“Kartpostal gibi” dedi Harry. Önlerinde küçük bir oğlan
ve kız kumdan kale yapıyordu ve arkalarında masmavi deni-
19
zin, yemyeşil tepelerin ve Sidney’in görkemli siluetinin oldu
ğu bir manzara uzanıyordu.
Harry mönüden deniztarağı ve Tasmanya alabalığını seç
ti. Andrevv ise Harry’nin beklendiği üzere adını ilk defa duy
duğu Avustralya’ya özgü bir yassı balık söyledi ve “Bu yemek
için yanlış bir tercih ama hem beyaz, hem lezzetli, hem de
bütçeye uygun” diyerek bir şişe Chardonnay Rosemount iste
di. Harry’nin içki içmediğini duyunca biraz şaşırdı.
“Quaker mezhebinden misin?”
“Hayır, onunla ilgisi yok” dedi Harry.
Andrew, Doyles’un eski bir aile işletmesi olduğunu ve
Sidney’in en iyi restoranlarından biri sayıldığını anlattı. Tu
rizm sezonu başladığından mekân tıka basa doluydu. Harry
garsonlarla göz teması kurmanın bu yüzden zor olduğunu
düşündü.
“Buranın garsonları Plüton gezegeni gibidir" dedi Andrew.
“Her yirmi yılda bir yakınlarda dolaşıp şöyle bir görünürler
ama yine de çıplak gözle seçilmeleri imkânsızdır.”
Harry istese de kızamadı ve sandalyesine yaslanıp halin
den memnun bir şekilde iç geçirdi.
“Ama yemekleri harika” dedi. “Demek takım elbiseyi de
bu yüzden giydin?”
“Hem öyle hem değil. Gördüğün gibi burası çok resmi bir
yer sayılmaz. Ama böyle mekânlara tişört ve kotla gelmemek
benim için daha uygun. Görünüşüm yüzünden daima fazla
dan çaba göstermek zorundayım.”
“Ne demek istiyorsun?”
Andrevv dedektife baktı. “Aborijinler bu ülkede pek iyi bir
konuma sahip değiller; belki sen de fark etmişsindir. Yıllar
önce İngilizler memleketlerine gönderdikleri mektuplarda
yerlilerin alkole ve mülkiyet suçlarına karşı zaafı olduğunu
y azıyorlarmış.”
Harry ilgiyle dinlemeye devam etti.
20
“Bunun bizim genimizde olduğunu düşünüyorlarmış. Hat
ta birisi ‘iy i oldukları tek şey, didgeridoo dedikleri içi boş
uzun tahta parçalarını üfleyip gürültü yapmak’ yazmış. Bu
ülke farklı kültürleri bir potada eritip uyumlu bir halk ya
ratmaya başardığıyla övünüp durur. Peki kimin için uyumlu?
işin kötü, ya da bakış açına göre iyi tarafı şu ki artık yerlileri
herkes görmezden geliyor.
Aborijin halkı, yerlilerin menfaatini ya da kültürünü il
gilendiren politik tartışmalar dışında Avustralya’nın sosyal
hayatında neredeyse hiç yok. AvustralyalIlar evlerinin duva
rına Aborijin eserleri asarak sözde onlara değer verdiklerini
gösteriyorlar. Fakat biz siyahlar yardım kuyruklarında, in
tihar istatistiklerinde ve hapishanelerde gayet görünür du
rumdayız. Aborijinsen hapse girme ihtimalin herhangi bir
AvustralyalIya göre yirmi altı kat daha fazla. Bunu bir dü
şün, Harry Holy.”
Andrew şarabının kalanını içerken Harry onun dedikle
rini düşündü. Bir de otuz iki senelik hayatında en iyi balığı
muhtemelen az önce yemiş olduğunu.
‘T in e de Avustralya diğer ülkelerden daha ırkçı değil. So
nuçta dünyanın dört bir yanından gelmiş farklı insanlardan
oluşan çok kültürlü bir ulusuz biz. Bu da bir restorana giderken
takım elbise giymenin o zahmete değdiği anlamına geliyor.”
Harry tekrar başını salladı. Bu konu hakkında söyleyecek
başka bir şeyi yoktu.
“Inger Holter bir barda çalışıyormuş, doğru mu?”
“Evet, öyle. Paddington’daki Oxford Caddesi’nde, The
Albury’de. İstersen bu akşam uğrayabiliriz.”
“Neden şimdi değil?” H arry bu kadar boş vakitten sıkıl
maya başlamıştı.
“Çünkü önce kızın ev sahibine bir merhaba dememiz gere
kiyor.”
Az sonra Plüton gökyüzünde kendiliğinden belirdi.
Tasmanya canavarı
Glebe Point, küçük, sade ve ekseriyetle dünyanın fark
lı mutfaklarını sunan etnik restoranların iç içe olduğu sıcak,
fazla hareketli olmayan bir caddeydi.
“Burası eskiden Sidney’in bohemlerinin yaşadığı mahal
leydi” dedi Andrew. “ ’lerde öğrenciyken burada kalı
yordum. Farklı düşünceleri ve yaşam tarzları olanlara hi
tap eden vejetaryen restoranlarını, lezbiyenlerin takıldığı ki-
tabevlerini falan hâlâ görebiliyorsun. Ama o eski hippiler ve
uyuşturucu kullanan tipler artık yok. Glebe ‘moda’ bir yer
haline gelince kiralar da arttı. Polis maaşımla bile artık bu
rada oturabileceğimden şüpheliyim.”
Sağa dönüp Hereford Caddesi’ne çıktılar ve bahçe kapısın
dan geçerek 54 numaralı kapıya geldiler. Tüylü, siyah, ufa
cık bir hayvan onlara doğru havlayarak geldi ve küçük, kes
kin dişlerini gösterdi. Minik canavar hayli sinirlenmiş gibiy
di ve turist kitapçığındaki Tasmanya canavarının fotoğrafına
fazlasıyla benziyordu. Kitapçıkta saldırgan ve boynunuza sa
rılmasından hoşlanmayacağınız hayvanlar oldukları yazıyor
du. Tasmanya canavarının neslinin tükenmek üzere olduğu
nu okuyunca Harry tüm kalbiyle bunun doğru olmasını um
muştu. Hayvan ağzını sonuna kadar açıp üzerlerine atılınca
Andrew ayağını kaldırdı, onu havada tekmeleyerek tiz çığlık
lar eşliğinde çitlerin dibindeki çalılığa yolladı.
Basamakları çıktıklarında, yeni uyanmış gibi duran koca
göbekli bir adamın asık yüzüyle kapının önünde dikildiğini
gördüler.
“Köpeğe ne oldu?”
“Çalıların tadını çıkarıyor” dedi Andrevv, gülümseyerek.
“Emniyetten geliyoruz. Cinayet masası. Bay Robertson, de
ğil mi?”
“Evet, evet. Yine ne istiyorsunuz? Size bildiğim her şeyi
söylediğimi söyledim.”
“Şimdi de bildiğiniz her şeyi söylediğinizi söylediğinizi
söylediniz” Uzun sessizlikte Andrevv sırıtmaya devam etti
ve Harry ağırlığını bir ayağından diğerine verdi.
“Özür dileriz Bay Robertson, sizi karizm am ızla öldürme
gibi bir niyetim iz yok. Bu beyefendi Inger Holter’in ağabeyi
ve mahzuru yoksa odasını görmek istiyor.”
Robertson’m tavrı bir anda değişti.
“Kusura bakmayın, bilmiyordum. Buyurun, buyurun!”
Kapıyı açtı ve önlerinden giderek merdiveni çıkmaya başladı.
“Şey, Inger’in bir ağabeyi olduğunu bilmiyordum. Ama şim
di siz söyleyince ikisinin ne kadar benzediğini fark ettim tabii.”
H arry Andrevv’a hafifçe dönüp gözlerini devirdi.
“Inger çok sevim li bir kızdı ve harika bir kiracıydı. Tüm
apartmanın, hatta mahallenin bile gurur kaynağıydı.” Adam
bira kokuyordu ve konuşması biraz peltekleşmişti.
K im se In g e r’in odasını toplam a zahm etine girm em iş
ti. Giysiler, dergiler, dolu küllükler ve boş şarap şişeleri her
yerdeydi.
“Şey, polis bana şimdilik hiçbir şeye dokunmamamı söyle
di de.”
“Anlıyoruz.”
'Bir gün evden çıktı ve gece gelmedi. Sanki buhar olup uç
tu kız.”
23
“Teşekkür ederiz Bay Robertson; ifadenizi okuduk.”
“Ona gece eve dönerken Bridge Caddesi’nin ve balık paza
rının yakınından geçmemesini tembihlemiştim. Oraları gece
hem karanlık oluyor; hem de zenciler ve çekik gözlülerle do
lu” Adam dehşetle Andrew Kensington’a baktı. “Özür dile
rim, niyetim”
“Sorun değil. Artık gidebilirsiniz Bay Robertson.”
Robertson merdivenden indi; az sonra mutfaktan gelen şi
şe tıkırtılarını duydular.
Odada bir yatak, birkaç raflık bir kitaplık ve bir masa var
dı. Harry etrafına bakındı ve Inger Holter’i gözünde canlan
dırmaya çalıştı. Buna kurban bilimi deniyordu. Kendini kur
banın yerine koyma. Ele avuca sığmayan kızı iyi niyeti, genç
liğe özgü yaşam enerjisi ve masum mavi gözleriyle televizyon
ekranından hayal meyal hatırladı.
In g er’in evcimen biri olmadığı çok açıktı. Duvarlar,
Harry’nin neden en iyi film Oscar’ını aldığını hâlâ anlayama
dığı Cesur Yürek filminin Mel Gibsonlı posteri dışında boştu.
Sinema açısından ne kötü bir tercihti. Erkekler açısından da.
Çılgın M ax filmi Mel Gibson gibi bir adamdan bir Hollywood
yıldızı yarattığında siniri bozulan insanlardan biri de Harry
olmuştu.
In ger’in Western tarzı rengârenk evlerin önünde uzuıı
saçlı, sakallı gençlerle beraber bir bankta otururken çekilmiş
fotoğrafına baktı. Mor renkli bol bir elbise giymişti. San saç
ları, solgun ve ciddi yüzünün iki yanından dümdüz iniyordu.
Elini tuttuğu delikanlının kucağında bir bebek vardı.
Kitaplıkta bir tütün paketi, astrolojiyle ilgili birkaç kitap
ve gagayı andıran uzun, kıvrık bir burna sahip, kabaca yon
tulmuş ahşap bir maske duruyordu. Harrv maskenin arkası
nı çevirdi. Etiketinde Papua Yeni Gine’de Ü retilm iştir yazı
yordu.
Yataktakiler ve yerdekiler dışında diğer giysiler küçük bir
24
gardıroptaydı. Çok fazla sayılmazlardı. Rafta birkaç penye
bluz, eski bir mont ve geniş bir hasır şapka vardı sadece.
Andrew masanın çekmecesinden bir paket sigara kâğıdı
çıkardı.
“Büyük Boy Sarma Kâğıdı. Anlaşılan kendisine okkalı si
garalar sarıyormuş.”
“Burada hiç uyuşturucu buldunuz mu?” diye sordu Harry.
Andrew başını iki yana salladı ve sigara kâğıdını gösterdi.
“Am a küllüklerden örnek alınsaydı bahse varım ki esrar
kalıntısı bulurduk.”
“Neden alınmadı? Olay yeri inceleme buraya hiç gelmedi
mi?”
“Birincisi, burasının olay yeri olduğuna inanmak için bir
sebebimiz yok. İkincisi de esrar içmek yaygara kopartılacak
bir şey değil. Yeni Güney Galler’de esrara diğer bazı Avust
ralya eyaletlerine göre daha pragmatik bir gözle bakıyoruz.
Cinayetin uyuşturucuyla bağlantılı olabileceği ihtimalini göz
ardı edemem ama bir iki esrarlı sigara içmenin şu durum
la çok da bir ilgisi olmasa gerek. Kızın bir şey kullanıp kul
lanmadığını bilmemiz zor elbette. Albury’de kokain ve tasa
rım uyuşturucuların döndüğünden haberim iz var ama ko
nuştuğumuz hiç kimse bundan bahsetmedi ve kan tahlille
rinde herhangi bir şey çıkmadı. Sonuçta kız ağır uyuşturucu
lar kullanmıyormuş. Vücudunda iğne izi yok ve ağır kullanı
cıların neye benzediğiyle ilgili epey fikre sahibiz.”
Harry ona baktı. Andrew boğazını temizledi.
“Bu işin resmi kısmıydı. Bize yardım edebileceğini düşün
düğümüz bir konu daha var.”
Norveççe yazılm ış bir mektup çıkardı. M ektup “S evgi
li Elisabeth”le başlıyordu ve besbelli yarım kalmıştı. H arry
cümlelere göz gezdirdi.
Ben gayet iyiyim ve daha da önemlisi, âşık oldum! Tabii ki
Yunan tanrıları kadar yakışıklı bir adam. Uzun, dalgalı, kah
verengi saçları, taş gibi poposu ve sana bakarken sanki "Seni
hemen şimdi istiyorum. En yakın duvarın arkasında, tuvalet
te, masanın üzerinde, neresi olursa orada” diye fısıldayan göz
leri var. Adı Evans, otuz iki yaşında, evli (sürpriz!) ve Tom-Tom
adında on sekiz aylık çok tatlı bir oğlu var. Şu anda düzenli bir
işi yok, geçici işler şey yapıyor.
Evet, burnuna kötü kokular geldiğinin farkındayım. Ama bu
defa kendimi harap etmeyeceğime söz veriyorum. En azından
şimdilik.
Bu kadar Evans muhabbeti yeter. Ben hâlâ Albury’de çalışı
yorum. Evans’ı bir gece barda görünce “Mr. Bean” dışarıda bu
luşma teklif etmeyi bıraktı. Bu da bir gelişme sayılır. Yine de
hâlâ o sinsi gözleriyle beni izlemeye devam ediyor. İğrenç! As
lına bakarsan bu işten sıkılmaya başladım ama oturma izni
mi uzatana kadar idare etmek zorundayım. NRK ile görüştüm.
Önümüzdeki sonbahar programın devamını çekmeyi planlıyor
lar; istersem devam edebilirmişim. Kararlar, kararlar!
Mektup burada sona eriyordu.
4
Palyaço
“Şimdi nereye gidiyoruz?” diye sordu Harry.
“Sirke! Bir arkadaşa müsait bir günde yanına uğrayacağı
ma söz vermiştim. Bugün de gayet müsait bir gün.”
Powerhouse’a gittiklerinde ufak bir sirk grubu, az ama
genç ve coşkulu bir izleyici kitlesine ücretsiz gündüz gösteri
si yapmaya başlamıştı bile. Andrew’un anlattığına göre bina
eskiden santral ve Sidney’de tramvaylar varken tramvay ga
rajı olarak kullanılmıştı. Şimdiyse bir nevi modern müze ola
rak hizmet veriyordu. İki kaslı kız çok da etkileyici olmayan
trapez gösterilerini yeni bitirmişti ama yine de samimi bir al
kış tufanıyla uğurlanmışlardı.
A z sonra sahneye bir palyaço çıktı ve tekerlekli koca
man bir giyotin getirildi. Palyaço parlak renkli bir kostüm ve
Fransız Devrimi’ni çağrıştıran çizgili bir şapka giyiyordu. Ço
cukları eğlendirecek ne kadar numara varsa yaptı. Ardından
sahneye uzun, beyaz peruklu başka bir palyaço geldi. Harry
bunun XVI. Louis olduğunu hemen olmasa da anladı.
“Oybirliğiyle idama mahkûm edildin” diye duyurdu, çizgi
li şapkalı palyaço.
Mahkûm adam biraz sonra bağırışlar ve yakarışlar eşli
ğinde giyotin sehpasına götürülürken ve başını bıçağın al
tındaki platforma yaslarken çocuklar hâlâ eğleniyordu. Kı-
27
sa süren coşkulu bir trampetin ardından bıçak aşağı indi ve
Harry de dahil olmak üzere izleyenlerin hayret dolu bakışla
rı arasında, güneşli bir kış sabahı ağaca saplanan bir balta
nın uğultusuna benzer bir sesle kralın başını kesiverdi. Kafa
perukla birlikte giyotinin önündeki sepete düştü. Sahne ka
rarıp yeniden aydınlandığında başsız kral tek bir spot ışığı
nın altında başını koltuk altında tutarak dikiliyordu. Çocuk
lar avaz avaz bağırışıyordu şimdi. Biraz sonra sahne yeniden
karardı ve ışıklar açılınca tüm sirk ekibi hep birlikte selam
vererek gösteriyi bitirdi.
izleyiciler çıkış kapısına yönelirken Andrew ile Harry ku
lise gittiler. Derme çatma duran soyunma odasında gösterici
ler kostümlerini çıkarıp makyajlarını silmeye başlamıştı.
“Otto, Norveç’ten gelen dostuma bir merhaba de” diye ses
lendi Andrew.
Bir yüz onlara doğru döndü. XVI. Louis, makyajı dağıl
mış ve peruksuz haliyle o kadar da ihtişamlı görünmüyordu.
“Kimler gelmiş! Kızılderili Tuka!”
“Harry, bu Otto Rechtnagel.”
Otto bileğini bükerek nazikçe elini uzattı. Harry biraz
afallamış bir halde adamın elini yavaşça sıktı. Otto dedektife
içerlemiş gibi baktı.
“Öpmek yok mu yakışıklı?”
“Otto kendisini bir kadın gibi görüyor. Asil bir kadın” dedi
Andrew, durumu açıklığa kavuşturmak için.
“Saçmalama, Tuka. Otto bir erkek olduğunun gayet far
kında. Ne o, biraz şaşırmış gibisin yakışıklı? Kendin kontrol
etmek ister misin?” Otto tiz bir sesle kıkırdadı.
Harry kulakmemelerinin yandığını hissetti. Otto sitemle
Andrew’a döndü ve takma kirpiklerini kırpıştırdı.
“Arkadaşın konuşmayı biliyor, değil mi?”
“Özür dilerim. Ben Harry eee Holy. Yaptığınız numara
zekieeydi. Kostümler güzt‘ldi. Çok nasıl desem gerçekçiy
di Ayrıca sıradışı.”
*‘ Louis numarası mı sıradışı? Tam tersi. Epey eski bir
numara. İlk defa Ocak ’te kral idam edildikten iki hafta
sonra Jandaschewsky palyaço ailesi tarafından yapıldı. Her
kes çok beğendi. İnsanlar halka açık infazlara ezelden beri
bayılır zaten. Kennedy suikastı Amerikan televizyon kanal
larında her sene kaç defa gösteriliyor, biliyor musun?”
Harry başını iki yana salladı.
Otto dalgın dalgın tavana baktı. “Çok fazla.”
“Otto kendisini Jandy Jandaschevvsky’nin veliahtı olarak
da görüyor” diye ekledi Andrew.
“Öyle mi?” Harry’nin uzmanlık alanları arasında ünlü pal
yaço aileleri yoktu.
“Arkadaşının konuştuklarımızı anladığını sanmıyorum,
Tuka. Şöyle izah edeyim Jandaschewsky ailesi müzik ça
labilen palyaçolardan oluşan gezici bir topluluktu ve
yüzyılın başında A vustralya’ya gelerek buraya yerleştiler.
Jandy ’de ölene kadar sirklerini işletmeye devam ettiler.
Jandy’yi ilk gördüğümde altı yaşındaydım. O zamandan beri
hep onun gibi olmak istedim. Oldum da işte.”
Otto makyajlı yüzü ve üzgün palyaço gülümsemesiyle on
lara baktı.
“Peki ikiniz nasıl tanıştınız?” diye sordu Harry. Andrevv
ve Otto göz göze geldi. Harry ikisinin de dudaklarının seğir
diğini görünce pot kırdığını anladı.
“Yani bir polis ve bir palyaço. Biraz şey”
“Uzun hikâye” dedi Andrew. “İlla bir cevap vermem gere
kirse beraber büyüdük diyebiliriz. Gerçi Otto’nun popomun
birazı için annesini bile satacağından eminim ama ben onun
aksine küçüklüğümden beri kendimi kızlara ve tüm o hetero
seksüel saçmalıklara daha yakın hissediyorum. Genlerle ve
çevreyle ilgili bir şey herhalde. Sen ne düşünüyorsun, Otto?”
29
Andrew Otto’nun tokadından kaçarken pis pis güldü.
“Senin ne tarzın, ne de paran var; kıçını da gözünde faz
la büyütüyorsun” dedi Otto. Harry odadaki diğer sirk üyele
rine göz gezdirdi; gösteriden pek de etkilenmişe benzemiyor
lardı. Kaslı trapezci kızlardan biri onu rahatlatmak istermiş
gibi göz kırptı.
“Bu akşam Harry’yle birlikte Albury’ye gideceğiz. Gelmek
ister misin?”
“Artık oraya gitmediğimi biliyorsun, Tuka.”
“Bunları artık aşman gerek, Otto. Hayat devam ediyor.”
“Benim dışımdaki herkesin hayatını kastediyorsun her
halde. Benim hayatım burada, tam burada bitti. Aşk ölünce
ben de öldüm.”
“Sen bilirsin.”
“Zaten eve gidip W aldorfu doyurmam gerek. Siz gidin,
belki sonra gelirim.”
Harry bu defa kendisini mecbur hissederek dudaklarım
Otto’nun uzattığı ele götürdü ve “Görüşürüz” dedi.
“O anı iple çekiyorum, yakışıklı Harry.”
5
isveçli
Paddington’daki Oxford Caddesi’nden gidip arabayı ufak
bir açıklığa park ettiklerinde güneş batmıştı. Tabelada “Gre-
en Park” yazsa da çimler kurumuş, parkın ortasındaki küçük
bina dışında yeşil bir şey kalmamıştı. Damarlarında Abori
jin kanı dolaşan bir adam ağaçların arasında çimlerde yatı
yordu. Giysileri yırtık pırtıktı; üstü başı öyle kirliydi ki teni
siyahtan çok gri görünüyordu. Andrew’u görünce selam verir
gibi el kaldırdı ama Andrew onu görmezden geldi.
Albury ana baba günüydü; cam kapılardan girince ilerle
mek için kalabalığı yarmak zorunda kaldılar. Harry önünde
ki manzarayı idrak edebilmek için bir an durup dikildi. Müş
teri portföyü epey renkliydi. Ama daha çok ağarmış kotlar gi
yen rockçılardan, takım elbiseli işadamlarından, şampanya
içen keçi sakallı sanatçı tayfasından, bembeyaz dişleriyle sı
rıtan sarı saçlı yakışıklı sörfçülerden ve siyah deri kıyafet
li motosikletçilerden, ya da Andrew’un deyimiyle motor kafa
lardan oluşan delikanlılar göze çarpıyordu. Mekânın ortasın
da, barın arkasındaki sahnede uzun bacaklı, yarı çıplak ka
dınlar, üstlerinde derin dekolteli mor bir bluzla kendilerini
kaptırmış halde dans ediyordu. Kırmızı rujlu geniş ağızlarıy
la oradan oraya hoplayarak Gloria Gaynor’ın “I Will Survive”
şarkısını söylüyormuş gibi yapıyorlardı. Kızlar nöbetleşe ser-
vis yapıyor, boşta olanlar müşterilere göz kırpıp abartılı bir
şekilde flört ediyorlardı.
Harry ite kaka bara ulaşıp içki söyledi.
Kafasında Romalı miğferi olan barmen kadın, boğuk bir
ses ve muzip bir gülümsemeyle “Hemen geliyor, sarışın” dedi.
“Söylesene, bu şehirde ikimiz dışında eşcinsel olmayan er
kek yok mu?” diye sordu Harry, elinde bir bira ve meyve su-
yuyla bardan döndüğünde.
“Sidney, San Francisco’dan sonra dünyanın en kalabalık
eşcinsel nüfusuna sahip şehri” dedi Andrew. “Avustralya’nın
taşra halkı farklı cinsel tercihlere hiç iyi gözle bakmaz, o yüz
den ülkedeki bütün eşcinsel çiftçi çocuklarının Sidney’e gel
mek istemesine şaşmamak gerek. Sadece Avustralya değil
tabii ki, bu şehre her gün dünyanın dört bir yanından geyler
akın ediyor.”
Arka taraftaki başka bir bara gittiler. Andrew tezgâhın
arkasında duran kıza seslendi. Kızın sırtı onlara dönüktü ve
Harry’nin o güne dek gördüğü belki de en kızıl saçlara sa
hipti. Saçları dar kot pantolonunun arka cebine kadar gelse
de ince belini ve yuvarlak hatlı hoş kalçalarını gizlemiyordu.
Kız onlara döndü ve inci gibi beyaz dişleri, ince, ışıl ışıl yüzü,
gök mavisi gözleri ve sayısız çiliyle gülümsedi. Harry, kadın
değilse ne kadar yazık diye düşündü.
Andrevv 70’lerin disko müziğinin arasında sesini duyur
mak için “Beni hatırladın mı?” diye bağırdı. “Buraya gelip
Inger’i sormuştum. Biraz konuşabilir miyiz?”
Kızıl saçlı kız ciddileşti. Başını aşağı yukarı salladı, diğer
kızlardan birine haber verdi ve onları mutfağın arkasındaki
küçük bir sigara odasına götürdü.
“Gelişme var mı?” diye sorunca Harry kızın İsveççeyi Ingv
lizceden daha iyi bildiğine kanaat getirdi.
“Bir keresinde yaşlı bir adamla tanışmıştım” dedi Ham ,
Norveççe konuşarak. Kız şaşırarak Harry ye baktı “Anıa^tuı
Nehrinde bir teknenin kaptanıydı. Sadece üç kelime Porte
kizce konuştuğunu duydum ve İsveçîi olduğunu o an anla
dım. Halbuki otuz yıldır orada yaşıyordu. Bense tek kelime
Portekizce bilmiyordum.”
Kız önce afallar gibi oldu ama sonra güldü. Şen şakrak gü
lüşü, Harry'nin aklına türüne az rastlanan orman kuşlarını
getirdi.
Kız İsveççe “O kadar belli oluyor mu?” diye sordu. Kalın
ve sakin bir sesi vardı; r’leri hafifçe yuvarlıyordu.
“Tonlama yüzünden” dedi Harry. “Ne yaparsan yap, o ton
lamadan asla tamamen kurtulamazsın.”
“Siz tanışıyor musunuz?” diye sordu Andrew, ikisini de
kuşkuyla süzerek.
Harry kızıl saçlı kıza baktı.
“Hayır” diye cevap verdi kız.
Harry “Ne fena” diye geçirdi aklından.
Kızın adı Birgitta Enquist’ti. Avustralya’ya dört yıl önce
gelmişti ve son bir yıldır Albury’de çalışıyordu.
“Tabii ki çalışırken konuşuyorduk ama Inger’le hiç ya
kın arkadaşlığım olmadı. Kendisini açan biri değildi genel
de. Birlikte dışarı çıktığımız bir grubumuz var; bazen o da bi
zimle gelirdi ama yine de onu iyi tanımıyordum. Buraya baş
ladığında Newtown’da yaşayan bir çocuktan yeni ayrılmış
tı. Onun hakkında bildiğim en kişisel şey, ilişkisinin zaman
içinde onu yorduğuydu. Sanırım yeni bir başlangıca ihtiyaç
duymuştu.”
“Kimlerle takıldığını biliyor musun?” diye sordu Andrew.
“Pek sayılmaz. Dediğim gibi, arada bir konuşsak da bana
asla hayatından tam olarak bahsetmezdi. Ekim ayında kuze
ye, Queensland’e gittiğini, orada Sidney’li kalabalık bir grup
la tanıştığını ve onlarla daha sonra da görüşmeye devam et
tiğini biliyorum. Galiba oradayken bir de çocukla tanışmış;
hatta çocuk bir gece buraya da geldi.” Birgitta sorgulayıcı bir
bakışla “Zaten bunların hepsini size daha önce anlatmamış
mıydım?” diye sordu.
“Biliyorum, sevgili Bayan Enquist; sadece Norveçli mes
lektaşım da bildiklerinizi birinci ağızdan duysun ve Ingerin
çalıştığı yeri görsün istedim. Sonuçta Harry Holy Norveç’in
en iyi dedektifi olarak kabul ediliyor ve biz Sidney polisinin
gözden kaçırdığı bazı şeyleri yakalayabilir.”
Harry’yi bir anda öksürük tuttu.
“Mr. Bean kim?” diye sordu, tuhaf, kısık bir sesle.
“Mr. Bean mi?” Birgitta hayretle onlara baktı.
“Şu Ingiliz komedyene benzeyen adam. Şey neydi onun
adı? Rowan Atkinson mı?”
“Haa, şu adam!” Birgitta, orman kuşu gibi güldü yine.
Bu gülüşü sevdim, diye düşündü Harry. Hem de çok.
“Alex o. Barın müdürü. Geç saate kadar gelmez.”
“Inger’den hoşlandığını düşünüyoruz.”
“Evet, Alex’in gözü Inger’deydi, doğru. Sadece Inger değil,
bu bardaki çoğu kız en az bir kez onun nafile çabalarına ma
ruz kalmıştır. Biz aslında ona Dikenli Vatoz diyoruz. Mr. Be
an lakabını takan Inger'di. Zavallı adamın hiç de iyi bir ha
yatı yok. Yaşı otuzun üzerinde, annesiyle aynı evde yaşıyor
ve başka hiçbir yer bildiği yok. Ama patron olarak çok iyi bi
ridir. Ve merak ettiğiniz şey buysa, tamamen zararsızdır.”
“Nereden biliyorsun?”
Birgitta burnunun kenarına pat pat vurdu. “Çünkü için
de yok.”
Harry defterine notlar karalıyormuş gibi yaptı.
“Peki Inger bunu yapabilecek birilerini tanıyor muydu?”
“Buraya her gün bin türlü erkek geliyor. Hepsi eşcinsel
değil ve Inger’in farkına varan çok sayıda erkek oldu. Ne do
olsa çok çekici bir kız. Yani, kızdı. Ama hiç öyle birini hatır-
lamıyorum. Sadece”
54
“Evet?”
“Yok. Yok bir şey.”
“Raporda In g erin öldürüldüğü gece burada çalıştığını
okudum, işten sonra biriyle mi buluşacaktı yoksa doğruca
eve mi gidecekti, biliyor musun?”
“Mutfaktan biraz artık yemek aldı ve köpek için olduğunu
söyledi. Köpeği olmadığını bildiğimden nereye gittiğini sor
dum. Eve gittiğini söyledi. Bildiklerimin hepsi bu.”
“Tasmanya canavarı” diye mırıldandı Harry. Kız ona me
raklı gözlerle baktı. “Ev sahibinin köpeği var” diye ekledi.
“Sanırım apartmana tek parça girebilmek için ona rüşvet
vermesi gerekiyordu.”
Harry genç kadına teşekkür etti. Tam çıkarlarken Birgit
ta “Albury çalışanları olarak olanlara gerçekten çok üzüldük”
dedi. “Ailesi ne durumda?”
“M aalesef pek iyi sayılmazlar” dedi Harry. “Şoktalar doğal
olarak. Kızlarının buraya gelmesine izin verdikleri için ken
dilerini suçluyorlar. Cenazesi yarın Norveç’e gönderiliyor. Çi
çek göndermek isterseniz adreslerini öğrenebilirim.”
“Teşekkürler. Çok naziksiniz.”
H arry’nin dilinin ucuna bir soru daha geldi ama ölüm ve
cenazeden bu kadar konuştuktan sonra sormaya cesaret ede
medi. Kapıya yürürlerken yüzüne bakıp gönderdiği veda gü
lücüğü adeta retinasını yakıyordu. Ve bir süre daha yakma
ya devam edeceğinden emindi.
“Kahretsin” diye homurdandı kendi kendine. “Yapsam mı,
yapmasam mı?”
Kulüpteki travestiler, diğer müşterilerle birlikte sahnede
Katrine and the Waves’i taklit ediyordu. Kolonlardan “Wal-
king on Sunshine” yankılanıyordu.
Manzarayı “Albury gibi bir yerde üzüntülere ve derin dü
şüncelere ayıracak fazla zaman yok” diye yorumladı Andrew.
“Belki de olması gereken budur” dedi Harry. “Hayat de-
35
vam ediyor.” Andrew’dan bir dakika beklemesini istedi ve ba
ra geri dönüp Birgitta’ya el salladı.
“Affedersin, son bir sorum daha var.”
“Evet?”
Harry derin bir nefes aldı. Şimdiden pişman olmuştu ama
artık çok geçti. “Şehirde bildiğin iyi bir Tayland restoranı var
mı?”
Birgitta bir süre düşündü. “Hımm Bent Caddesi’nde bir
tane var. Şehir merkezinde. Neresi olduğunu biliyor musun?
Dediklerine göre orası bayağı iyiymiş.”
“Benimle gideceğin kadar iyi miymiş?”
Harry sorunun kulağa çok abes geldiğini düşündü. Profes
yonellikten de uzaktı. Hem de fazlasıyla. Birgitta çaresizlik
le boyun eğer gibi iç geçirse de bu Harry’nin bir açık kapı gö
remeyeceği kadar inandırıcı değildi. Neyse ki yüzündeki gü
lümseme de hâlâ silinmemişti.
“Bu soruyu sık sık sorar mısınız, polis bey?”
“Çoğu zaman.”
“Peki işe yarıyor mu?”
“İstatistiksel olarak mı? Pek sayılmaz.”
Birgitta güldü, başını eğdi ve Harry’yi ilgiyle süzdü. Ar
dından omuzlarını kaldırdı.
“Neden olmasın? Yarın boşum. Saat dokuzda. Yemek sen
den.”
6
Piskopos
Harry arabanın tepesine mavi lambayı taktı ve direksiyo
nun başına geçti. Virajları dönerken rüzgâr arabanın içine
doluyordu. Önce Stiansen’in sesi geliyordu kulağına. Sonra
sında ise derin bir sessizlik. Yamulmuş bir çit direğini görü
yordu. Hastane odasını, çiçekleri. Ve koridordaki bir fotoğra
fı. Solarak kayboluyordu.
Harry doğruldu ve dimdik oturdu. Yine aynı rüyayı gör
müştü. Saat henüz sabahın dördüydü. Tekrar uyumaya çalış
tı ama bu defa da aklı Inger Holter’in bilinmeyen katiline ta
kıldı.
Saat altı olduğunda artık kalkabileceğini düşündü. Can
landırıcı bir duşun ardından kahvaltı yapabileceği bir yer
bulmak için cılız bir sabah güneşiyle aydınlanan uçuk ma
vi gökyüzüne çıktı. Şehir merkezinden gelen uğultuyu duya
biliyordu ama sabahın koşuşturması buradaki kırmızı ışık
lı tabelalara ve siyah rimelli kadınlara henüz uğramamıştı.
King’s Crossun, Harry’ye yürürken şarkı mırıldatan umur
samaz bir cazibesi, yerleşmiş bir güzelliği vardı. Hâlâ dışa
rıda gezinen, haşatı çıkmış birkaç gece kuşu, merdivende bir
örtünün altında uyuyan çift ve sabah mesaisine çıkmış, açık
giysili bitik bir hayat kadını dışında caddeler henüz boştu.
Teraslı bir kafenin dışında mekânın sahibi kaldırımı su
luyordu ve Harry o anlık bir kararla gülümseyerek içeri gir-
37
di. Tostunu ve salamını yerken haylaz bir rüzgâr peçetesini
uçurmaya çalışıyordu.
“Karga bokunu yemeden ayaktasın, Holy” dedi McCor
mack. “Bu güzel bir şey. Beyin en iyi sabah altı buçukla on
bir arasında çalışıyor. Bana sorarsan o saatten sonra pelteye
dönüyor. Hem burası sabahları çok sakin olur. Ama dokuz
dan sonra gürültüden ikiyle ikiyi bile toplayamam ben. Sen
de durum nasıl? Mesela oğlum müzik setini açmadan ev öde
vi yapamadığını söylüyor. Etraf çok sessiz olunca aklı karışı-
yormuş. Sence de saçma değil mi?”
“Şey”
“Dün canıma tak etti ve odasına girip o lanet aleti kapat
tım. ‘Düşünmem için şart o!’ diye bağırdı. Ona normal in
sanlar gibi ders çalışmasını söyledim. Sinirlendi ve ‘İnsanlar
farklıdır, baba’ diye çıkıştı. Tam o yaşlarda işte, bilirsin.”
McCormack duraksayıp masadaki fotoğrafa baktı.
“Senin çocuğun var mı, Holy? Yok, değil mi? Bazen ben ne
halt yedim diye düşünmüyor değilim. Sana hangi fare deli
ğinde oda tutmuşlar bu arada?”
“King’s Cross’taki Crescent Oteli’nde, şef.”
“Demek King’s Cross. Orada kalan ilk Norveçli değilsin.
Birkaç sene önce Norveç Piskoposu ya da onun gibi biri bi
ze resmi bir ziyarete gelmişti. Adamın adını hatırlamıyorum.
Her neyse, Oslo’daki personeli ona King’s Cross Otelinde oda
tutmuştu. Belki de Kitabı Mukaddes çağrışımı yüzündendir.4
Piskopos maiyetiyle birlikte otele girdiğinde tecrübeli hayat
kadınlarından biri rahip yakasını görmüş ve ona laf atarak
bazı şehvetli tekliflerde bulunmuş. Sanırım adam henüz ba
vullarını üst kata bile taşımamışlarken oradan kaçmış.”
McCormack o kadar çok güldü ki gözlerinden yaş geldi.
“Neyse, evet Holy, bugün senin için ne yapabiliriz?*’
.
4 King's Cross, İngilizcede Kralın (yani İsa'nın) haçı anlamına gelir (ç.n.)
“Norveç’e gönderilmesinden Önce Inger Holter’in cesedini
görebilir miyim, onu soracaktım şef.”
“Kensington gelsin, seni morga götürür. Otopsi raporunun
bir kopyası yok mu sende?”
“Evet, var şef. Ben sadece”
“Sen sadece ne?”
“Ceset önümdeyken daha iyi düşünüyorum, şef.”
McCormack pencereye döndü ve Harry’nin “peki” olduğu
na kanaat getirdiği bir şey mırıldandı.
Dışarıdaki yirm i sekiz derecelik havanın aksine Güney
Sidney Morgu’nun bodrumu sadece sekiz dereceydi.
“Bilgin arttı mı bari?” diye sordu Andrew, ürperip ceketi
ne daha da sıkı sarılarak.
“Bilgim mi? Yok” dedi Harry, Inger Holter’in vücudundan
geriye kalanlara bakarken. O kadar yüksekten kayalara düş
mesine rağmen yüzü iyi durumdaydı. Burun deliklerinden
biri yırtılmış, elmacıkkemiğinde derin bir oyuk açılmıştı ama
bu solgun yüzün polis raporundaki fotoğrafta gördüğü o cıvıl
cıvıl gülümseyen kıza ait olduğu yine de belliydi. Boynunda
siyah izler vardı. Vücudun diğer yerleri çürükler, yara bere
ler ve oldukça derin kesiklerle doluydu. Öyle ki bir tanesinde
beyaz kemik görünüyordu.
“Anne babası fotoğraflarını görmek istedi. Norveç elçiliği
bunu yapmamalarını önerdi ama avukatları ısrar etti. Hiç
bir anne kızını bu halde görmemeli.” Andrew başını iki yana
salladı.
Harry büyüteçle kızın boynundaki morlukları inceledi.
“Çıplak ellerle boğulmuş. Birini bu şekilde öldürmek zor
dur. Katil ya çok güçlü ya da çok hırslıymış.”
‘T a da bunu daha önce defalarca yapmış.”
Harry meslektaşına baktı.
“Ne demek istiyorsun?”
39
“Tırnaklarının altında deri kalıntısı, giysilerinde farklı bir
saç teli ya da parmak boğumlarında sıyrık yok. O kadar hızlı
ve etkili bir biçimde öldürülmüş ki karşı koyacak en ufak fır
satı olmamış.”
“Bu sana daha önce gördüğün bir şeyleri mi hatırlatıyor?"
Andrew omuzlarını silkti. “Cinayet masasında uzun süre
çalışınca bir yerden sonra tüm cinayetler daha Önce gördü
ğün bir şeyleri çağrıştırıyor.”
Hayır, diye düşündü Harry. Tam tersi. İnsan ne kadar
uzun çalışırsa cinayetler arasındaki küçük farkları, onları
birbirlerinden ayıran ve her birini benzersiz kılan ayrıntıları
daha iyi yakalıyordu.
Andrew saatine göz attı. “Sabah toplantısı yarım saat son
ra başlayacak. Kıpırdansak iyi olur.”
Soruşturma biriminin lideri, hukuk geçmişinin ardın
dan kariyer basamaklarını hızla tırmanmış bir dedektif olan
Larry Watkins’ti. İnce dudaklı, seyrek saçlı bir adamdı. Tek
düze bir tonla hızlı ve etkili konuşuyor, laf kalabalığını sev
miyordu.
Onu anlatırken “Sosyal becerisi yoktur” demişti Andrevv,
lafı eğip bükmeye gerek duymadan. “Yetenekli bir dedektif
olabilir ama kızlarının ölüm haberini vermek için bir aileyi
aramasını isteyeceğin son kişidir herhalde. Ha, bir de strese
girdiğinde illa küfretmeye başlar.”
Watkins’in sağ kolu, daima şık giyinen ve siyah keçi saka
lıyla Mephisto nun takım elbise giymiş halini andıran Sergev
Lebie adındaki kel Yugoslav’dı. Andrevv, görünüşüne bu ka
dar önem veren adamlara genellikle şüpheyle baktığını söy
lemişti. “Gerçi Lebie süslü savılmaz, sadece çok titiz biri” diye
eklemişti sonra. “Aynca binlerini dinlerken tırnaklarına bak
ma huyu vardır ama bunu burnu büyük olduğu için yapma/.
Öğle molasından sonra da mutlaka ayakkabılarını teminler.
tO
Ne kendisi, ııe de başka bir şey hakkında fazla konuşmaz.’'
Ekibin en genç üyesi ise kuş gibi boynu olan, yüzünden
gülümseme eksik olmayan, Yong Sue adında ufak tefek, cı
lız ve sevimli adamdı. Yong Sue’nin ailesi Avustralya’ya otuz
sene önce Çin’den gelmişti. On sene önce, Yong Sue on do
kuz yaşındayken anne babası Çin’e ziyarete gitmişti. Sonra
da sırra kadem basmışlardı. Büyükbabası oğlunun “siyasi bir
şeylere" karıştığını düşünüyordu ama daha fazlasına da gir
miyordu. Yong Sue anne babasına ne olduğunu asla öğrene
memişti. Şimdiyse büyükbabası ve iki küçük kız kardeşine
bakıyor, günde on iki saat çalışıp bunun en az onunda gü
lümsüyordu. “Kötü bir espri yapacaksan Yong Sue’ye söyle.
Her şeye ama her şeye güler” demişti Andrew onun için.
Ekip üyeleri, köşede biraz hava akımı sağlaması için ça
lışan gürültülü bir vantilatörün bulunduğu ufak ve dar bir
odada toplanmıştı şimdi. Watkins önlerindeki tahtanın ba
şında dikildi ve Harry’yi diğerlerine tanıttı.
“N orveçli meslektaşımız, Inger’in odasında bulduğumuz
mektubu çevirdi. Bize bununla ilgili söyleyeceğin ilginç bir
şey var mı, Hole?”
“Ho-Li.”
“Pardon, Holy.”
“Belli ki yakın zaman önce Evans adında biriyle ilişkiye
başlamış. Yazdıklarına bakılırsa masanın üzerindeki fotoğ
rafta elini tuttuğu kişinin o olduğu sonucunu çıkarabiliriz.”
“Araştırdık” dedi Lebie. “Adamın adının Evans White ol
duğunu düşünüyoruz.”
“Öyle mi?” Watkins ince kaşlarından birini havaya kaldırdı.
“Hakkında çok bir şey bulamadık. Anne babası ’larm
sonunda Amerika’dan gelmiş ve oturma izni almış. O zaman
lar zor değilmiş” diye ekledi Lebie, aydınlatırcasma. “Her
neyse, Volkswagen karavanlarıyla tüm ülkeyi gezmişler ve
muhtemelen o yıllarda çoğu insanın yaptığı gibi sadece veje-
41
taryen yemekler, esrar ve LSD ile beslenmişler. Bir çocukla
rı olmuş, boşanmışlar ve Evans on sekizine geldiğinde baba
sı Amerika’ya dönmüş. Annesi ise şifalı yaşam, Scientology
ve o tür spiritüel, gizemli şeylere dalmış. Şu anda Crystal
Castle’da, Byron Koyu’nun yakınındaki bir çiftlikte işletme
si varmış. Enerji taşları ile Tayland’dan getirttiği ıvır zıvır-
ları turistlere ve ruhani yolculuğa çıkmış insanlara satıyor-
muş. Evans ise on sekiz olunca artık çoğu AvustralyalI gen
cin yaptığı şeyi yapmaya karar vermiş.” Lebie, Harry'ye dön
dü. “Yani hiçbir şey.”
Andrew öne eğildi ve kısık sesle mırıldandı: “Avustralya
gezip tozmak, sörf yapmak ve vergi mükelleflerinin kesesin
den hayatın tadını çıkarmak için müthiş bir yer. Mükemmel
bir sosyal hayat, mükemmel bir iklim. Harika bir ülkede ya
şıyoruz.” Ardından arkasına yaslandı.
“Şu anda sabit bir ikamet adresi yok” diyerek devam et
ti Lebie. “Ama yakın zamana kadar Sidney’in yoksul beyazla
rının yaşadığı bir varoşta, bir barakada kaldığını düşünüyo
ruz. Orada konuştuğumuz kişiler onu bir süredir görmedik
lerini söylediler. Ayrıca hiç tutuklanmamış. Korkarım ki pa
saportunu alırken çekilmiş on üç yaşındaki fotoğrafı dışında
elimizde bir resmi yok.”
“Etkilendim” dedi Harry, şaşkınlığım gizlemeyerek. “Hiç
bir yerde kaydı olmayan bir adamı on sekiz milyon insan
içinde tek bir fotoğraftan ve ilk adından bu kadar kısa sürede
bulmayı nasıl başardınız?”
Lebie, Andrew’a bakarak başını salladı. “Andrew resimde
ki kasabayı tanıdı. Yerel polis istasyonuna resmi faksla gön
derdik, onlar da bize ismini söyledi. Dediklerine göre camia
da yeri olan biriymiş. Bir başka deyişle, muhitin tanınan es-
rarcılarındanmış.”
“Epey küçük bir yer olmalı” dedi Harry.
“Nimbin. Nüfusu binin biraz üzerinde” dedi Andnnv.
41?
“Avustralya Ulusal Öğrenci Birliği ’te Aquarius Festiva
li dedikleri şevi yapmayı kafasına koyana dek genellikle süt
ürünleriyle geçimlerini sağlıyorlardı.”
Masada gülüşmeler yükseldi.
“Festival aslında idealizm, alternatif yaşam tarzları, do
ğaya dönüş gibi şeylerle ilgiliydi. Ama gazeteler daha çok
uyuşturucu kullanıp azgınca sevişen gençlere odaklanmıştı.
On günden fazla sürdü ve bazıları için hiç bitmedi. Nimbin
tarıma uygun bir yer. Ne ekersen güneşin altında büyüyor.
Ya da şöyle izah edeyim; artık sütçülüğün orada eskisi kadar
önemli olduğunu pek sanmıyorum. Ana caddede, polis istas
yonunun elli metre yakınında Avustralya’nın en büyük açık
esrar pazarını bulabilirsin. Ne yazık ki LSD pazarını da.”
“Sonuç olarak” dedi Lebie, “polisin söylediğine göre kısa
süre önce Nimbin’de yaşıyormuş.”
“Yeni Güney Galler başbakanı orada bir çalışma başlata
cak” diyerek araya girdi Watkins. “Federal hükümet, bölgede
gelişen uyuşturucu ticaretiyle ilgili bir şey yapması için belli
ki onu sıkıştırıyor.”
“Doğru” dedi Lebie. “Polisler gözlem uçakları ve helikop
terlerle kenevir yetiştirilen tarlaların fotoğrafını çekiyor.”
“Pekâlâ” dedi Watkins. “Bu herifi yakalamamız lazım. Ken
sington, sen oralan iyi biliyorsun. Holy, sen de Avustralya’nın
başka yerlerini görmeye hayır demezsin diye tahmin ediyo
rum. McCormack’e söyleyeyim de Nimbin’i arayıp geleceğini
zi haber versin.”
7
Lithgow
Turistlerin arasına karışıp Darling Limanı’na giden tek
hatlı trene bindiler, Harbourside’da indiler ve dışarıda rıh
tım manzaralı boş bir masa buldular.
Topuklu ayakkabıların üzerinde yürüyen bir çift uzun ba
cak önlerinden geçti. Andrew gözlerini devirdi ve uygunsuz
bir şekilde ıslık çaldı. Restoranın birkaç müşterisi kafaları
nı çevirip tiksintiyle ona baktı. Harry başını iki yana salladı.
“Arkadaşın Otto nasıl?”
“Şey, biraz yıkılmış durumda. Bir kadın için terk edildi.
Ne zaman biseksüel bir sevgilisi olsa her seferinde onu bir
kadına kaptırdığını söylüyor. Ama bunu da atlatır tabii ki.”
Harry üzerine düşen yağmur damlalarını hissedince şa
şırdı ve kuzeydoğudan yoğun bulut katmanının sinsice üzer
lerine doğru geldiğini gördü.
“Bir evin önünde çekilmiş tek bir resimden orasının Nim-
bin olduğunu nasıl anlayabildin?”
“Nimbin mi? Sana eski bir hippi olduğumu söylemedim mı
yoksa?” dedi Andrew sırıtarak. “Aquarius Festivali’ni hatır
ladığını söyleyen oraya hiç gitmemiş demektir derler. Ama
ben en azından anacaddedeki evleri hâlâ hatırlıyorum. Es
ki bir kovboy filminden fırlamış gibi duran, kanun kaçakla
rının yaşadığı bir kasabaya benziyordu. Tek fark, her verin
saykodelik bir şekilde sarı ve mora boyanmış olmasıydı. Doğ
rusunu söylemem gerekirse, o renklen aldığım bazı madde-
44
lere bağlıyordum. Ta ki Inger in odasındaki fotoğrafı görüp
gerçek olduklarını anlayana dek.”
Öğle yemeğinden döndüklerinde Watkins onları operas
yon odasında başka bir toplantıya çağırdı. Yong Sue bilgisa
yarında bazı ilginç dosyaları bulup çıkarmıştı.
“Yeni Güney Galler’de son on yılda işlenip çözülememiş ci
nayet dosyalarını araştırdım ve bizim dosyayla benzerlik gös
teren dört dosya buldum” dedi Yung Sue, gözlerinin içi gü
lerek. “ Cesetler hep ücra yerlerde bulunmuş. İkisi çöplükte,
biri orman kenarındaki yolda, biri de Darling Nehri’nde sü
rüklenirken. Kadınlar büyük ihtimalle başka bir yerde cinsel
saldırıya uğrayıp öldürülmüş, sonra da atılmış. En önemli
si de hepsi elle boğulmuş ve boyunlarında parmaklarla oluş
muş morluklar var.”
W atkins boğazını temizledi. “Bence çabuk heyecana kapıl
mayalım. Tecavüz sonrası kurbanı elle boğmak olağandışı bir
öldürme şekli değil. Peki cinayetlerin coğrafi dağılımı nedir,
Y on g Sue? Darling, Sidney’in en az bin kilometre uzağında,
cehennemin dibinde.”
“M aalesef coğrafi bir benzerlik bulamadım, amirim.” Yong
Sue gerçekten de üzülmüştü.
“Hımm Eyaletin birbirinden alakasız yerlerinde son on
senede boğularak öldürülmüş dört kadın çok da”
“Bir şey daha var, amirim. Kadınların hepsi sanşm. Yani sa
rışın dediysem, saçları çok açık san; neredeyse beyaza yakın.”
Lebie hafifçe ıslık çaldı. Tüm masa sustu. Watkins hâlâ
şüpheci görünüyordu. “Bu dediklerinin analizini yapabilir
misin, Yong? Boşa telaş yaratmadan önce benzerlikler ista
tistiksel olarak anlamlı mı, makul sınırlar içerisindeler mi,
onları bir öğren. Ne olur ne olmaz diye önce Avustralya’nın
tamamını tara. Çözülmemiş tecavüz dosyalarını dahil et. Ba
karsın bir şeyler buluruz.”
45
“Biraz zaman alır ama denerim, amirim” dedi Yong. Yüzü
yine gülüyordu.
“Tamamdır. Kensington ve Holy, siz neden Nimbin’e git
miyorsunuz?”
“Yarın sabah erkenden yola çıkacağız, amirim” dedi And-
rew. “Önce Lithgow’da soruşturmam gereken yeni bir teca
vüz vakası var. Aralarında bir bağlantı olabileceğini hissedi
yorum. Şimdi oraya gideceğiz.”
Watkins kaşlarını çattı. “Lithgovv mu? Biz burada bir ta
kımız, Kensington. Yani konuşup işbirliği yapıyor, kendi ba
şımıza hareket etmiyoruz. Bildiğim kadarıyla Lithgow’da bir
tecavüz vakasından hiç bahsetmedik.”
“içimde bir his var, amirim.”
Watkins iç geçirdi. “McCormack altıncı hissinin güçlü ol
duğunu düşünüyor.”
“Biz siyahlar, siz beyazlara göre manevi dünyayla daha iç
li dışlıyız, amirim.”
“Ne var ki biz bu birimde işlerimizi o tür şeylere göre yü
rütmüyoruz, Kensington.”
“Şaka yapıyorum, amirim. Tek güvendiğim hislerim değil
tabii ki.”
Watkins başını iki yana salladı. “Yarın sabah uçakta olun
da ne yapıyorsanız yapın. Anlaşıldı mı?”
Sidney’den otobana çıkıp yola koyuldular. Lithgovv on, on
iki bin nüfuslu bir sanayi şehriydi ama Harry’ye daha çok or
ta büyüklükteki bir kasabayı anımsatmıştı. Polis istasyonu
nun dışında bir direğin tepesine çivilenmiş yanıp sönen ma
vi bir lamba vardı.
İstasyonun amiri onları sıcak karşıladı. Larsen soyadlı
şişman, gıdılı, şen şakrak bir adamdı. Norveç’te uzak akraba
ları olmalıydı.
“Norveçli Larsen’leri tanır mısın, dostum*?” diye sonlu.
“Şov. o soyadından çok var” diye cevapladı Harry.
“Evet, büyükannem ailemizin kalabalık olduğunu söyle
mişti."
“Doğru demiş.”
Larsen tecavüz vakasını hiç zorlanmadan hatırladı.
“Neyse ki Lithgow’da böyle olaylar çok sık olmuyor. Ka
sım avının başıydı. Kadın çalıştığı fabrikada gece vardiyası
nı bitirip evine yürürken bir arka sokakta arabaya bindiri
lip kaçırılmış. Adam onu büyük bir bıçakla tehdit etmiş, Ma
vi Dağlar’ın eteğinde boş bir orman yoluna götürmüş ve ar
ka koltukta tecavüz etmiş. Elleriyle boynunu sıkarken arka
larından bir araba gelip korna çalmış. Sürücü yazlık kulübe
sine gidiyormuş ve onları boş bir orman yolunda sevişen bir
çift sanmış, o yüzden de dışarı çıkmamış. Tecavüzcü ön kol
tuğa geçip arabayı çalıştırırken kadın arka kapıdan atlama
yı başarmış ve diğer arabaya koşmuş, Tecavüzcü oyunun so
na erdiğini anlayınca gaza basıp kaçmış.”
“Aracın plakasını alan olmuş mu?”
“Hayır, karanlıkmış ve her şey çok hızlı gelişmiş.”
“Kadın adama yakından bakmış mı? Eşkâlini verebildi
mir
‘Tabii ki. Yani, olduğu kadar. Dediğim gibi, karanlıkmış.”
“Elimizde bir fotoğraf var. Kadının adresini biliyor musu
nuz?”
Larsen dolaba gitti ve dosyaları karıştırmaya başladı. Hı
rıltılı nefes alıyordu.
“Bu arada” dedi Harry, “kadın sarışın mı?”
“Sarışın?”
“Evet, saçları açık sarı ya da beyaz gibi mi?”
Larsen daha da gürültülü nefes alıp verirken gıdısı sal
landı. Harry adamın güldüğünü fark etti.
“Hiç sanmıyorum, dostum. Kadın bir Koori.”
Harry, Andrew’un yüzüne baktı.
47
Andrew yüzünü tavana dikti. “Yani siyah” dedi.
“Hem de kömür siyahı” diye ekledi Larsen.
“Demek Koori bir kabile, öyle mi?” diye sordu Harry, polis
istasyonundan ayrıldıklarında.
“Şey, pek sayılmaz” dedi Andrew.
“Pek sayılmaz mı?”
“Aslında uzun hikâye; ama özetlemek gerekirse beyazlar
Avustralya’ya ayak bastığında kıtada farklı kabilelerde yaşa
yan bin Avustralya yerlisi vardı. ’den fazla dil konu
şuyorlardı ve çoğu İngilizceyle Çince kadar birbirinden fark
lıydı. O kabilelerin çoğu artık yok. Geleneksel kabile yapısı
zayıfladıkça yerliler kendileri için daha yaygın isimler kul
lanmaya başladı. Burada, kıtanın güneydoğusunda yaşayan
Aborijin topluluklarına da Koori deniyor.”
“Neden sarışın olup olmadığını daha önce kontrol etmedin
ki?”
“Benim hatam. Yanlış okumuş olmalıyım. Norveç’te bilgi
sayarların ekranları hiç titremez mi?”
“Kahretsin, Andrew, bu kadar alakasız vakalar için har
cayacak vaktimiz yok.”
“Hayır, var. Sana iyi hissettirecek bir şeyler yapmak için
de vaktimiz var.” Andrew birden sağa döndü.
“Nereye gidiyoruz?”
“Geleneksel bir tarım panayırına. Hem de en iyisinden.”
‘Tarım panayırı mı? Akşam yemeği randevum var, Andrew.”
“Öyle mi? Dur tahmin edeyim, İsveç Güzellik Kraliçesiyle
mi? Merak etme, işimiz çabuk bitecek. Bu arada, adli ma
kamları temsil eden biri olarak bir tanık adayıyla kişisel iliş
kide bulunmanın sonuçlarını bildiğini tahmin ediyorum.”
“Bu yemek de soruşturmanın bir parçası. Emin olabilir
sin. Ona soracağım önemli sorular var.”
“Hı hı. Elbette.”
8
Boksör
Panayır, etrafında tek tük fabrika binasının ve garajın ol
duğu geniş bir açıklığa kurulmuştu. Arabayı geniş bir çadı
rın önüne çektiklerinde traktör yarışının finali yeni bitmişti;
egzoz dumanı hâlâ arazinin üzerinde kalın bir tabaka halin
de duruyordu. Pazar yeri cıvıl cıvıldı; tezgâhlardan bağırışlar
yükseliyordu. Herkes elinde bira bardağıyla halinden mem
nun gibiydi.
“Eğlence ve alışverişin mükemmel birleşimi” dedi And-
rew. “Norveç’te böyle şeyler yoktur herhalde.”
“Bizim de pazarlarımız var. Markeder deniyor.”
“Maaar” dedi Andrevv, tekrar etmeye çalışarak.
“Boşver.”
Çadırın yanında büyük kırmızı harflerle “Jim Chivers
Boks Takımı” yazan devasa afişler asılıydı. Afişlerin altında
muhtemelen takımın üyeleri olan on boksörün resimleri var
dı. Her birinin adı, yaşı, doğum yeri ve kilosu da belirtilmişti.
En altta ise şu yazıyordu: “Hodri Meydan. Cesaretin var mı?”
Çadırın içinde genç erkekler bir kâğıt imzalamak için ma
sanın önünde kuyruk olmuştu.
“Burada ne oluyor?” diye sordu Harry.
“Bunlar bölgenin delikanlıları” diye cevapladı Andrew.
“Jimmy’nin boksörlerini dövmeye çalışacaklar. Başarırlarsa
büyük ödüller, daha da önemlisi çevrelerinde şöhret ve itibar
49
kazanacaklar. Şu anda sağlıklı olduklarına ve dövüşü düzen
leyenlerin olası bir fiziksel hasardan sorumlu tutulmayacağı
nı kabul ettiklerine dair bir belge imzalıyorlar.”
“Vay canına. Bu yasal mı?”
“Eee” Andrew bir an tereddüt etti. “ ’de bir yasak
geldi aslında, o yüzden prosedürü biraz değiştirmek zorunda
kaldılar. Jim Chivers esasen ikinci Dünya Savaşı’ndan son
ra tüm ülkedeki etkinlikleri ve panayırları gezen bir boks ta
kımının lideriydi. Sonraki yıllarda şampiyon olan boksörlerin
çoğu bir zamanlar onun takımmdaydı. Grupta daima farklı
milletlerden boksörler olurdu. Çinliler, İtalyanlar, Yunanlar.
Ve Aborijinler. O dönemde gönüllüler kiminle boks yapmak
istediklerini seçebiliyordu. Mesela Yahudi düşmanıysan kas
ten bir Yahudi boksörü tercih edebiliyordun. Gerçi bir Yahu
di tarafından dövülme ihtimali çok yüksekti ama olsun.”
Harry bir kahkaha attı. “Bu ırkçılığı körüklemiyor muy
du?”
“Belki evet. Belki de hayır. AvustralyalIlar farklı kültür
ler ve ırklarla yaşamaya alışkındır ama aralarında daima bi
raz sürtüşme olmuştur. Yine de sokaklarda kavga olacağına
ringde olması daha iyi. Jimmy’nin takımında iyi dövüşen bir
Aborijin olduğunda o boksör memleketinin kahramanı hali
ne gelirdi. Küçük görülen ırkına az da olsa bir itibar ve birlik
ruhu katardı. Bu dövüşlerin ırklar arasındaki uçurumu da
ha da açtığına inanmıyorum. Beyazlar zenci bir adamdan so
pa yiyorsa bu onlarda öfke değil, saygı uyandırır. Avustralya
lIlar böyle konularda oldukça sportmendir.”
“İşte şimdi tescilli bir taşralı muhafazakâr gibi konuştun.”
Andrew güldü. “Benim gibi hödükten de bu beklenir. Taş
ralı vahşiyim ne de olsa.”
“Hayır, değilsin.”
Andrew buna daha çok güldü.
Derken ilk maç başladı. Kısa boylu, tıknaz, kızıl bir genç
kendi eldivenleri ve taraftar grubuyla Chivers takımının çok
daha küçük bir boksörüyle dövüşecekti.
"Mıck.3Mick e karşı karşı” dedi Andrevv. bümiş bü' edayla.
“Altıncı hissin mı söylüyor?^ diye sordu Harrv.
"Hayır, gözlerim. Saçları kızıl. Sapma kadar İrlandalı. Bu
herifler fenadır. Belli ki sert bir dövüş olacak.”
Taraftarlar "Haydi Johnnyî Yürü Johnnvr diye tezahürat
yapmaya başladı.
Maç bitene kadar aynı tezahüratı yalnızca iki kez tekrar
layabildiler. Çünkü Johnnv ne olduğunu anlamadan burnu
na üç yumruk aldı ve devam etmek istemedi.
Irlandalılar eski Irlandalılar değil” diyerek iç geçirdi
Andrew.
Biraz sonra hoparlörler çıtırdadı ve anonsçu Chivers kam
pından “Murri” lakaplı Robin Toowoomba ile ringe iple
rin üzerinden atlayarak ve kükreyerek giren, civarın en iri
adamlarından biri olan “Lobby” lakaplı Bobby Pain’i takdim
etti. Dev adam tişörtünü çıkarınca kıllı, güçlü göğsü ve şiş
pazıları göründü. Beyaz giysili bir kadın ringin dibinde zıp
lıyordu. Bobby ona bir öpücük gönderdi ve iki yardımcısının
boks eldivenlerini takmasına izin verdi. Toowoomba iplerin
arasından ringe girince çadırda bir uğultu yükseldi. Dimdik
yürüyen, aşın derecede siyah ve yakışıklı bir adamdı.
“Murri ne demek?” diye sordu Harry.
uQueensland’li Aborijinlere Mum denir.”
Johnny’nin destekçileri, tezahüratlarını “Bobby” ismine
de uyarlayabileceklerini fark edince canlandı. Gong çaldı ve
iki boksör birbirlerine yaklaştı. Beyaz adam siyahi rakibin
den iri ve neredeyse bir baş uzundu ama en acemi gözler bile
onun Murri kadar çevik hareket edemediğini görebilirdi.
Bobby hemen öne atılıp yumruğunu salladı ama Toowo-
omba geriye eğilip kurtulmayı başardı. Seyirciler bir ağızdan
5. ItUtftdaliter içn kullanılan aşağılayıcı bir isim.
51
inlerken beyazlı kadın Bobby've cesaret vermek için bağırdı.
Bobbv iki kez daha boşa yumruk savurduktan sonra Toowo-
omba rakibine sokuldu ve yüzüne temkinli bir sağ yumruk
oturttu. Bobby iki adım geriye sendeledi ve gözlerine perde
inmiş gibi afalladı.
“Keşke iki yüz oynasaydım” dedi Andrew.
Toowoomba Bobby nin etrafında dolaştı, iki yumruk daha
attı ve Bobby kütük gibi kollarını savururken kolayca kaç
tı. Beyaz dev öfkeyle soluyor ve bağırıyor, Toowoomba ise bir
an olsun yerinde durmuyordu. Seyirciler ıslık çalmaya başla
mıştı. Toowoomba elini selam verir gibi kaldırdı ve Bobby’nin
karnına gömdü. Adam iki büklüm halde ringin köşesinde
durdu. Toowoomba birkaç adım geri çekildi ve ne yapacağı
nı düşündü.
“Bitir artık şunu, lanet zenci!” diye seslendi Andrew. Too-
woomba şaşırarak ona doğru döndü, gülümseyip elini salladı.
“Sırıtacağına işini yap, salak herif! Sana o kadar para ya
tırdım.”
Toowoomba yarım kalan işini bitirmek için ringe döndü
ama Bobby’ye son darbesini indirmek üzereyken gong çaldı.
İki boksör köşelerine çekilirken anonsçu mikrofonu eline al
dı. Beyazlı kadın köşede Bobby’yi azarlarken yardımcılardan
biri adama bir şişe bira uzattı.
Andrew’un canı sıkkındı. “Robin centilmenlik gereği beyaz
herife zarar vermek istemiyor. Ama işe yaramaz herifin onun
üzerine bahis oynadığım gerçeğine saygı göstermesi gerek.”
“Onu tanıyor musun?”
“Evet, Robin Toowoomba’yı tanıyorum” dedi Andrew.
Gong tekrar çaldı. Bobby bu defa köşesinden çıkmadı ve
kararlı bir yürüyüşle üzerine gelen Toowoomba’yı bekledi.
Başını korumak için kollarını yukarıda tutarken Toowoomba
vücuduna yumruk attı. Bobby arkaya düşerek iplerin üzeri
ne yığıldı. Toowoomba arkasını döndü ve aynı zamanda ma
52
çın hakemi olan anonsçuya dövüşü bitirmesi için rica eder
miş gibi baktı.
Andrew bir daha seslendi ama çok geçti.
Bobby’nin yumruğuyla Toowoomba adeta havaya uçtu
ve tok bir sesle yerdeki brandaya düştü. Sendeleyerek aya
ğa kalkmaya çalışırken Bobby bir kasırga gibi üzerine atıl
dı. Yumrukları direkt ve isabetliydi; Toowoomba’nm başı her
darbede pingpong topu gibi bir ileri bir geri sekiyordu. Burun
deliklerinin birinden ince bir kan sızıyordu.
“Kahretsin! Herif üçkâğıtçı çıktı!” diye bağırdı Andrew.
“Lanet olsun Robin. Tuzağa düştün.”
Bobby saldırmaya devam ederken Toowoomba ellerini yü
züne siper edip kaçmaya çalışıyordu. Bobby’nin makine gibi
gidip gelen kolu rakibine her defasında güçlü yumruklar ve
yerini bulan aparkatlar indiriyordu. Kalabalık mest olmuştu.
Beyazlı kadın yeniden ayağa kalkmış, Bobby’nin adının ilk
hecesini tiz bir tonla uzatarak haykırıyordu: “Boooo”
Keyfi yerine gelen grup yeni tezahüratlarına başlarken
anonsçu başını iki yana salladı: “Haydi Bobby, yürü! Böyle
iyi Bobby!”
“Bu kadar. Bu iş bitti” dedi Andrew, neşesiz bir sesle.
“Toowoomba kaybedecek mi diyorsun?”
“Delirdin mi sen? Toowoomba o puştu gebertecek. Uma
rım bugünkü çok korkunç olmaz.”
Harry ringe odaklandı ve Andrew’un görebildiği şeyi gör
meye çalıştı. Toowoomba sırtını iplere yaslamıştı, Bobby kar
nına peş peşe vururken neredeyse gevşemiş görünüyordu.
Öyle ki Harry bir an için uyuyacağını sandı. Beyazlı kadın
Murri’nin arkasındaki ipleri çekiştiriyordu. Bobby taktik de
ğiştirip kafaya çalışmaya karar vermişti ki Toowoomba vücu
dunu yavaş ve uysal bir kıvraklıkla bir öne bir arkaya oyna
tarak yumrukları savuşturdu. Harry onun bu halini dik du
rabilen o yılana benzetti
53
Kobraya!
Bobby yumruktan sonra taş kesildi. Başı az önce bir şey
hatırlamış gibi bir ifadeyle sola döndü, ardından gözleri ge
riye devrildi, ağızlığı dışarı çıktı ve kırılan burun köprüsün
de küçük bir delikten ince bir kan fışkırdı. Toowoomba de
vin öne düşmesini bekleyip bir daha vurdu. Çadır bir anda
sessizleşince Harry Bobby’nin burnuna inen ikinci yumruğun
ürkütücü çatırtısını ve ismin geri kalanını bağıran kadının
sesini duydu:
“biiiiii!”
Bobby’nin başından ter ve kandan oluşan kırmızı bir sıvı
püskürdü ve ringin köşesine yağdı.
Anonsçu ringe daldı ve abartılı hareketlerle dövüşün bitti
ğini işaret etti. Dışarı çıkmak için orta koridora koşan beyaz
lı kadının ayakkabıları dışında çadırda hâlâ çıt çıkmıyordu.
Giysisinin önü kirlenmişti ve yüzünde Bobby’yle aynı şaşkın
ifade vardı.
Toowoomba rakibini ayağa kaldırmaya çalıştı ama yar
dımcıları onu uzaklaştırdı. Tek tük alkış sesleri giderek sön
dü. Anonsçu kararını verip Toowoomba’nm elini havaya kal
dırınca ıslıklar yükseldi. Andrew başını iki yana salladı.
“Bazıları tüm parasını mahallesinin şampiyonuna göm
müş olmalı” dedi. “Aptallar! Haydi gel, paramızı alıp Murri
denen şu gerzekle iki çift laf edelim!”
“Robin, pislik herif. Senin gerçekten de bir yere kapatıl
man gerek!”
Robin “Murri” Toowoomba’nm yüzü kocaman bir gülümse
meyle aydınlandı. Bir gözünün üzerine içi buz dolu bir havlu
tutuyordu.
“Tuka! Dövüşürken seni duydum. Ne o, yine kumara mı
başladın?” Toowoomba kısık bir sesle konuşuyordu. Harry
onun sözünün dinlenmesine alışkın biri olduğunu düşündü
54
nedense. Sanki az önce kendinden neredeyse iki kat iri bir
adamın burnunu kıran o değilmiş gibi güzel ve kibar bir se
si vardı.
Andrew soruyu küçümsermiş gibi güldü. “Kumar mı? Be
nim zamanımda Chivers takımından birine bahis oynamaya
asla kumar denmezdi. Ama artık işler değişti herhalde. Be
yaz bir magandaya bile kendini dövdürdüğüne göre Nereye
varacak bu işin sonu?”
Harry boğazını temizledi.
“Ha, evet. Robin, seni arkadaşımla tanıştırayım. Bu Harry
Holy. Harry, bu da Queensland’in en belalı serserisi ve sadisti
Robin Toowoomba.” Tokalaşırken Harry elini kapıya sıkışmış
gibi hissetti. “Nasılsın?” diye mmidandı. Toowoomba mutlu bir
gülümsemeyle “Tek kelimeyle harikayım, dostum. Ya sen?” di
ye sordu.
“Hiç daha iyi olmamıştım” dedi Harry, elini ovuşturarak.
AvustralyalIlarla el sıkışmak canını acıtıyordu. Andrew,
hal hatır soran insanlara abartılı cümlelerle cevap vermenin
önemli olduğunu söylemişti. Kuru bir “İyiyim, teşekkürler”
çoğu zaman soğuk bir tavır olarak algılanabilirdi burada.
Toowoomba başparmağını Andrevv’a doğrulttu. “Serseri
demişken, Tuka sana bir zamanlar Jim Chivers için dövüştü
ğünü anlattı mı?”
“Sanırım onun hakkında bilmediğim bir şeyler var hâlâ.
Yani şey Tuka’nın. Sır küpü gibi bir adam.”
“Sır küpü mü?” diyerek güldü Toovvoomba. “Sadece biraz
gizemli konuşur, hepsi o kadar. Ne soracağını bilirsen Tuka
sana öğrenmek istediğin her şeyi söyler. Fazla tehlikeli bi
ri olduğu için Chivers takımından ayrılmak zorunda kaldığı
nı sana anlatmaması gayet normal. Sahi, kaç tane elmacık-
kemiği, burun ve çene kırdığını hatırlatıyor musun, Tuka? O
yıllar herkes onu Yeni Güney Galler’in en yetenekli genç bok
sörü olarak görüyordu. Ama bir sorun vardı. Kontrolsüz ve
55
disiplinsizdi. En sonunda sırf maçı erken bitirdiğini düşün
düğü için bir hakemi nakavt etti. Üstelik hakem onu galip
ilan etmişken! Kana susamak böyle bir şey işte. Haliyle ta
kımdan iki yıl uzaklaştırıldı.”
“Teşekkür ederim! Ayrıca iki değil, üç buçuk sene” diyerek
sırıttı Andrew. “Anlattım sana, o hakem malın tekiydi. Sade
ce ittim, inanılmaz ama herif düşüp köprücükkemiğini kırdı.”
Toowoomba ile Andrevv ellerini çırpıp kahkahaya boğuldular.
“Ben boks yaparken Robin daha yeni doğmuştu. Ona ne
öğrettiysem onu yapıyor” dedi Andrew. “Robin, vakit bulduk
ça beraber çalıştığım yoksul çocukların grubundandı. Onla
ra boks dersi verirdik; kendimle ilgili yarı doğru yarı uydur
ma hikâyeler anlatarak çocuklara kontrollü olmanın önemini
öğretirdim. Benim yaptıklarımı yapmasınlar diye. Robin o kı
sımları anlamamış olacak ki benim izimden gitti.”
Toowoomba ciddileşti. “Biz genelde iyi çocuklarızdır,
Harry. Kimin patron olduğunu görsünler diye insanları kas
ten havaya sokar ve tek yumrukta yere sereriz. Zaten sonra
da pes ederler. Ama bu seferki herif gerçekten boks biliyordu
ve birilerine zarar verebilirdi. Bunun gibiler aranırlarsa be
lalarını bulurlar.”
Kapı açıldı. “Siktir, Toowoomba. Yeterince derdimiz yok
muş gibi Az önce burnunu kırdığın adam bu bölgenin polis
şefinin damadıydı.” Anonsçu öfkelenmiş gibiydi ve bunu belli
etmek için okkalı bir sesle yere tükürdü.
“Bir anlık refleksti” dedi Toowoomba, kahverengi sıvıya
bakarak. “Bir daha olmaz.” Andrevv’a gizlice göz kırptı.
A z sonra ayağa kalktılar. Toowoomba ve Andrevv birbir
lerine sarılıp Harry’yi hayrete düşüren bir dilde birkaç veda
cümlesi mırıldandılar. Harry boksörün omzunu sıvazlarken
tek amacı bir daha el sıkışmak zorunda kalmamaktı.
* * *
Arabaya bindiklerinde “İkiniz hangi dilde konuşuyordu
nuz?" diye sordu Harry.
"Ha. o mu? Bir çeşit Kreole. İngilizceyle Aborijin köken
li kelimelerin karışımından oluşan bir dil. Tüm ülkede çoğu
Aborijin bu dili konuşur. Eee, boksla ilgili ne düşünüyorsun?”
Harry düşünmek için bekledi. “Seni birkaç dolar kazanır
ken görmek ilginçti ama şu anda Nimbin’de olabilirdik.”
“Bugün buraya gelmeseydik akşam Sidney’e dönemeye
cektin” dedi x\ndrew. “Öyle bir kadınla randevulaşıp da kaç
mak olmazdı. Müstakbel karından ve iki minik Holy’nin an
nesinden bahsediyor olabiliriz Harry.”
Ağaçların ve alçak evlerin arasından geçerlerken ikisi de
sırıttı. Doğu yarımkürede güneş batıyordu.
Sidney’e vardıklarında hava kararmıştı ama televizyon
kulesi şehrin ortasında koca bir ampul gibi yanarak onlara
yolu gösteriyordu. Andrevv, Opera Evi’nin çok uzağında ol
mayan Circular İskelesi’ne sürdü ve arabayı durdurdu. Bir
yarasa farların önünde son süratle fırıl fırıl dönüyordu. And
revv bir sigara yaktı ve Harry’ye arabadan inmemesini işaret
etti.
“Yarasa Aborijinlerde ölümün simgesidir. Hiç duymuş
muydun?”
Duymamıştı.
“İnsanların kırk bin sene boyunca dışarıyla iletişim kur
madan yaşadığı bir toprak hayal et. En yakın kıtayla arala
rında koca bir okyanus olduğundan, Hıristiyanlığı ve İslami-
yeti geçtim, Yahudilikten bile haberleri olmamış. Onun yeri
ne kendi yaratılış hikâyelerine, yani Düş’e inanmışlar. Abo-
rijinlere göre ilk insan Ber-rook-boorn’dur. Onu yaratan tan
rı ise her şeyin başlangıcı sayılan, yaratılmamış kabul edilen
ve tüm canlıları sevip gözeten Baiame’dir. Anlayacağın, Ba-
iame iyi biridir. Arkadaş çevresinde Yüce Baba Ruh olarak
57
bilinir. Baiame, Ber-rook-boorn’u ve karısını güzel bir yerde
yarattıktan sonra yakınlarında bulunan ve arıların yaşadığı
‘yarran’ denen kutsal bir ağaca işaretini bırakır.
‘Bu topraklarda size bahşettiğim her şeyden dilediğiniz
gibi yiyebilirsiniz; ama o benim ağacım’ diyerek onları uya
rır. ‘Oradan bir şey yerseniz size ve sizden sonrakilere kötü
lük musallat olur’ der. Ya da onun gibi bir şey işte. Ber-rook-
boorn’un karısı günün birinde dal toplarken yarran ağacına
gelir. Tepesinde tüm heybetiyle dikilen kutsal ağacı görünce
önce ondan korkar ama ağacın dibinde o kadar çok dal vardır
ki içindeki ses oradan var gücüyle kaçmasını söylese de onu
dinlemez. Hem zaten Baiame dallarla ilgili bir şey söyleme
miştir. Ağacın dibindeki dalları toplarken yukarıda bir vızıltı
duyar ve başını kaldırınca arı sürüsünü görür. Sonra da ağa
cın gövdesinden süzülen balı. Daha önce hayatında balın ta
dına bir kez bakmıştır ama burada birkaç öğüne yetecek ka
dar bal vardır. Tatlı ve parlak damlalar güneşte ışıl ışıl görü
nür. Ber-rook-boorn’un karısı en sonunda dayanamayıp ağa
ca tırmanır.
Tam o anda yukarıdan soğuk bir rüzgâr eser ve devasa si
yah kanatları olan şeytani bir siluet onu sarar. Baiame’nin
kutsal ağacı emanet ettiği Narahdarn adındaki yarasadır bu.
Kadın yere düşer ve mağarasına gidip saklanır. Ama iş işten
geçmiş, Narahdarn’la simgelenen ölüm dünyaya salınmıştır
artık. Böylece hem onlar, hem de Ber-rook-boorn un soyu son
suza dek lanetlenir. Yarran ağacı bu felaket yüzünden ağlar.
Gövdesinden akan gözyaşları kuruyup sertleşir. O yüzden bu
gün hâlâ o ağacın kabuğunda kırmızı kauçuk görebilirsin.’4
Andrew mutlulukla sigarasından bir nefes çekti. “Adem’le
Havva’dan aşağı kalır yanı yok, değil mi?”
Harry başını salladı ve iki hikâye arasındaki benzerlikle
ri düşündü. “Belki de insanlar dünyanın neresinde olurlar
sa olsunlar bir şekilde aynı hayalleri ve fantezileri pavlaşı
yor. Bu bizim tabiatımızda var; adeta hepimizin özüne işlen
miş. Tüm farklılıklara rağmen eninde sonunda aynı yanıtla
ra ulaşıyoruz.”
“Umarım öyledir” dedi Andrevv, kısık gözlerle dumana ba
karak. “Umarım öyledir.”
9
Denizanası
Harry dokuzu on geçe ikinci kolasını bitirmek üzereyken
Birgitta geldi. Düz, beyaz bir pamuklu elbise giymişti ve kızıl
saçlarını etkileyici bir atkuyruğu şeklinde toplamıştı.
“Gelmeyeceksin diye korkmaya başlamıştım” dedi Harry.
Şaka yollu söylese de gerçekten böyle hissediyordu. Rande
vulaştıkları andan itibaren içinde vardı bu korku.
“Sahiden mi?” diye sordu Birgitta, İsveççe konuşarak.
Harry’ye muzip bir bakış attı. Harry önünde harika bir akşa
mın olduğunu hissediyordu.
Tayland usulü yeşil körili domuz, wok’ta kajulu tavuk,
Avustralya Chardonnay şarabı ve Perrier madensuyu söyle
diler.
“Ülkemden bu kadar uzaktayken bir İsveçliyle tanıştığı
ma şaşırdım.”
“Şaşırmamalısın. Avustralya’da neredeyse doksan bin İs
veçli yaşıyor.”
“Ciddi misin?”
“Çoğu buraya İkinci Dünya Savaşı’ndan önce göç etmiş.
Çok sayıda genç de 80’lerde İsveç’te işsizlik baş gösterince
gelmiş.”
“Ben de İsveçliler daha Helsingora ayak basmadan köftele
rini ve yaz şenliklerini özlemeye başlar diye düşünüyordum.”
“Bence Norveçlilerle karıştırıyorsun. Asıl siz manvaksıru*’
60
Burada kaç Norveçli tanıdıysam hepsi de birkaç gün sonra ül
keleri için yanıp tutuşmaya başladı, iki ay sonra da Norveç’e
döndü. Yün hırkalarını özlüyorlar herhalde.”
“Ama Inger dönmemiş?”
Birgitta sessizleşti. “Evet, Inger hariç.”
“Neden burada kaldığını biliyor musun?”
“Muhtemelen çoğumuzla aynı sebepten. Tatil yapmaya ge
lirsin ve buranın havasına, rahatlığına ya da bir adama âşık
olursun. Sonra da oturma iznini uzatmak için başvurursun.
Ne de olsa İskandinav kızları barlarda iş bulmakta hiç zor
lanmıyor. Ve bir anda, ülkenden çok uzakta olmasına rağ
men burada kalmanın ne kadar basit olduğunu anlarsın.”
“Senin yaşadığın da bu muydu?”
“Aşağı yukarı.”
Bir süre sessizce yemeklerini yediler. Körinin tadı yoğun,
güçlü ve güzeldi.
“Inger’in son erkek arkadaşıyla ilgili ne biliyorsun?”
“Size söylediğim gibi, bir gece bara uğradı. Inger onunla
Queensland’de tanışmış. Fraser Adası’nda galiba. Yıllar önce
nesillerinin tükendiğini sandığım türden hippilere benziyor
du. Meğer Avustralya’da hâlâ varlarmış. Uzun ve örgülü saç
lar, renkli ve bol kıyafetler, ayakta sandaletler. Woodstock
plajında yürür gibi bir hali vardı.”
“Woodstock, New York’un iç kesiminde kalıyor.”
“Ama yüzdükleri bir göl yok muydu? Sanki öyle hatırlıyo
rum.”
Harry genç kadını yakından süzdü. Tabağına eğilmiş, ye
meğiyle meşguldü. Çilleri burnunun üzerinde sıklaşıyordu.
Harry onun güzel olduğunu düşündü.
“Öyle şeyleri bilmemen gerek. Henüz çok gençsin.”
Birgitta güldü. “Ya sen nesin? Yaşlı mı?”
“Ben mi? Şey, bazı zamanlar öyle. İş yüzünden, içinde bir
yerde çok hızlı yaşlandığını hissediyorsun. Ama yine de ara-
61
da bir yaşadığımı hissetmeyecek kadar kırılmış ve bıkkın ol
madığımı düşünüyorum.”
“Ah, kıyamam sana”
Harry’nin gülümsemesi gerekiyordu. “İstediğin gibi düşü
nebilirsin ama bunları bana anaçlık yap diye söylemiyorum.
Gerçi ona da hayır demezdim sanırım. Neyse, sadece böyle
hissediyorum işte.”
Garson masanın yanından geçerken Harry fırsattan isti
fade bir şişe daha su söyledi.
“Her çözdüğün cinayet dosyasında biraz daha yaralanı
yorsun. Ve ne yazık ki karşına her seferinde Agatha Christie
romanlarında okuduğundan daha kötü cesetler, daha üzü
cü hikâyeler ve daha basit cinayet sebepleri çıkıyor. Başlar
da kendimi adalet dağıtan bir şövalye gibi görüyordum ama
artık bir çöpçü gibi hissediyorum daha çok. Katiller genel
de acınası insanlardır ve neden böyle olduklarına dair rahat
lıkla en az on iyi neden sayabilirsin. O yüzden çoğu zaman
duyduğun şey bastırılmış bir öfke olur. Kendileriyle birlikte
başkalarının da hayatlarını mahvetmelerinin verdiği bir öf
ke. Anlattıklarım sana hâlâ fazla duygusal geliyor olabilir
ama”
“Özür dilerim” dedi Birgitta. “Amacım alay etmek değildi.
Ne demek istediğini anlıyorum.”
Caddeden gelen hafif rüzgâr, masadaki mumun ateşi
ni titretiyordu. Birgitta, Harry’ye erkek arkadaşıyla birlik
te dört sene önce İsveç’ten sırt çantalarıyla nasıl yola çıktık
larını, otobüsle yolculuk yapıp Sidney’den Cairns’e otostopla
gittiklerini, çadırlarda ve gezginlerin konakladığı pansiyon
larda kaldıklarını, oralarda resepsiyon görevlisi ve aşçı ola
rak çalıştıklarını, Büyük Set Resifi’nde dalıp kaplumbağalar
la ve çekiç balıklarla yan yana yüzdüklerini anlattı. Uluru’da
meditasyon yapmış, biriktirdikleri parayla Adelaide’den tre
ne binip Alice Springs’e geçmiş, Melbourne’de Crowded Ho-
use konserine gitmiş, Sidney’de bir motel odasında da ayrıl
mışlardı.
“Bu kadar iyi giden bir şeyin bu kadar yanlış bitmesi tu
haf.”
“Yanlış mı?”
Birgitta tereddüt etti. Belki de bir Norveçliye kendini bu
kadar çabuk açtığı için pişman olmuştu.
“Nasıl açıklayacağımı gerçekten bilmiyorum. Yolda sanki
hep orada olan, varlığına alıştığımız bir şeyi kaybettik. Ön
ce birbirimize bakmayı, çok geçmeden de dokunmayı bırak
tık. Sanki çift kişilik oda tutmak ucuza geldiğinden ve çadır
da iki kişi kalmak daha güvenli olduğundan birlikte seyahat
eden iki yol arkadaşına dönmüştük. O Noosa’da aileden zen
gin bir Alm an kızla tanıştı, ben de rahatça işine baksın di
ye yola devam ettim. Umursamadım. Sidney’e geldiğinde ye
ni tanıştığım Am erikalı bir sörfçüye âşık olduğumu söyledim.
Bana inandı mı bilmiyorum, belki de ayrılmamız için kasten
bir bahane uydurduğumu anladı. Sidney’de motel odasında
tartışm aya çalıştık ama onu bile artık beceremiyorduk. So
nunda ona İsveç’e önce onun dönmesini, benim daha sonra
geleceğimi söyledim.”
“A rayı epey açmışsınız.”
“Tam altı yıl beraberdik. Şu an yüzünü bile zar zor hatır
ladığım ı söylesem inanır mısın?”
“İnanırım.”
B irgitta iç geçirdi. “Böyle biteceğini hiç düşünmemiştim.
E vlenip çocuklarımızın olacağından, Malm ö’nün küçük bir
banliyösünde kapısına her sabah Sydsvenska Dagbladet ga
zetesi bırakılan bahçeli bir evde yaşayacağımızdan o kadar
emindim ki. Şimdiyse ne doğru düzgün sesini hatırlıyorum,
ne onunla sevişmenin nasıl bir his olduğunu, ne de” Başını
kaldırıp H arry’ye baktı. “Ne de iki kadeh şaraptan sonra çe
nem düştüğünde bana kibarca susmamı söylemesini.”
63
Harry gülümsedi. Birgitta şarabına dokunmamasıyla ilgi
li hiçbir şey söylememişti.
“Ben kibar değilim, sadece ilgiliyim.”
“O halde polis olman dışında bana kendinle ilgili bir şey
ler anlatmak zorundasın.”
Birgitta masaya doğru eğildi. Harry gözlerini elbisesinin
aşağısına kaydırmamak için kendini zor tuttu. Teninin koku
sunu duyunca iştahla içine çekti. Kendini kaptırmamalıydı.
Kari Lagerfeld ve Christian Dior’daki kurnaz herifler zavallı
bir adamı tuzağa düşürmek için neyin gerektiğini çok iyi bi
liyordu.
Muhteşem kokuyordu.
“Pekâlâ” diyerek başladı Harry, “bir kız kardeşim var, an
nem öldü ve Töyen, Oslo’da bir türlü kurtulamadığım bir da
irede yaşıyorum. İlişkilerimin hiçbiri uzun sürmedi ve sadece
biri bende iz bıraktı.”
“Gerçekten mi? Şu anda hayatında kimse yok mu?”
“Pek sayılmaz. Birkaç kadınla yaşadığım basit ve anlam
sız ilişkilerim var. Onlar aramazsa bazen ben arıyorum.*’
Birgitta kaşlarını çattı.
“Bir şey mi oldu?”
“Bu tip erkeklerden hoşlandığımdan emin değilim. Ya da
kadınlardan. Galiba biraz eski kafalıyım.”
“Haklısın elbette. Ama hepsini geride bıraktım” dedi
Harry, Perrier’le dolu bardağını havaya kaldırarak.
“Böyle hazır cevaplardan da hoşlandığımdan emin deği
lim” dedi Birgitta ve kadehini kaldırdı.
“Peki sen bir erkekte ne ararsın?”
Genç kadın çenesini eline dayadı ve uzaklara dalarak so
ruyu düşündü. “Bilmem. Sanırını ne aradığımdan çok ne ara
madığımı daha iyi biliyorum.”
“O zaman ne aramazsın? Hazır cevaplar dışında tabii kt.
“Bir an önce ayartmaya çalışanları sevmem mesela”
M
“Başına çok mıı geliyor?”
Birgitta gülümsedi. “Sana bir ipucu vereyim Casanova.
Bir kadını etkilemek istiyorsan ona dünyadaki tek kadınmış
gibi hissettirmeli, kimsenin görmediği özel bir muamele gör
düğünü belli etmelisin. Barlardan kız düşürmeye çalışan er
kekler bunu anlamaz. Ama bunların senin gibi hovardalara
bir anlam ifade ettiğini sanmıyorum.”
Harry güldü. “Birkaç derken aslında iki kadını kastetmiş
tim. Kulağa daha çılgınca geldiği için birkaç dedim. Sanki iki
değil de üçmüş gibi. Zaten bir tanesi son konuştuğumuzda
eski sevgilisine döneceğini söyledi. Bu kadar basit biri oldu
ğum ve bu kadar manasız bir ilişki yaşadığımız için bana
teşekkür etti. Diğeri de şu sıralar, onu terk eden ben oldu
ğum için ikimizden biri başka birini bulana kadar ona iyi kö
tü bir cinsel hayat yaşatmaya devam etmemin vazifem oldu
ğunu söyleyip duruyor. Bir dakika, neden kendimi savunuyo
rum ki? Ben karıncaya bile zarar vermeyen normal bir ada
mım. Birisini etkilemeye çalıştığımı falan mı düşünüyorsun?”
“Ah, evet, beni etkilemeye çalışıyorsun. Sakın inkâr ede
yim deme!”
H arry karşı gelmedi. “Tamam, kabul. Peki becerebiliyor
muyum?”
Birgitta şarabından büyük bir yudum aldı ve düşündü.
“Notun B. Fena sayılmaz. Ya da hayır, iyisin aslında, B
değil”
“B eksi o halde.”
“Öyle bir şeyler.”
İskele karanlık, neredeyse bomboştu ve denizden ferah bir
rüzgâr esiyordu. Işıkları yanan Opera Evi’nin merdivenlerin
de fazlasıyla kilolu bir gelin ve damat, fotoğrafçıya poz veri
yordu. Adam onları bir oraya bir buraya yönlendirirken yeni
evli çift iri vücutlarını hareket ettirmekten epey sıkılmış gö-
65
rünüyordu. Neyse ki en sonunda anlaştılar ve Opera Evi’nin
önündeki gece çekimi gülümsemeler, kahkahalar ve belki bi
raz gözyaşıyla son buldu.
“Mutluluktan uçmak diye buna deniyor herhalde” dedi
Harry. “İsveççede de böyle mi diyorsunuz, bilmiyorum gerçi.”
“Evet, böyle. İsveç’te de mutluluktan uçulabiliyor.” Birgit
ta tokasını çıkardı ve iskelenin tırabzanında yüzünü Opera
Evi’ne dönerek rüzgârda dikildi.
“Evet, uçulabiliyor” diye tekrarladı, kendi kendine konu
şuyormuş gibi. Çilli burnunu denize döndü ve rüzgâr kızıl
saçlarını uçurdu.
Bu haliyle püsküllü bir denizanasma benziyordu. Harry
bir denizanasının bu kadar güzel olabileceğini bilmezdi.
10
Nimbin kasabası
Uçak Brisbane’e indiğinde H arry’nin saati on biri gösteri
yordu ama anonsu yapan hostese göre ondu.
“Queensland’de yaz saati uygulaması yok” diyerek duru
mu açıkladı Andrevv. “Burada büyük bir siyasi mesele haline
geldi, sonunda referandum yapıldı ve çiftçiler hayır oyu ver
di.”
“Vay canına, muhafazakâr bir eyalete geldik desene.”
“Sanırım öyle, dostum. Birkaç sene öncesine kadar uzun
saçlı erkekler buraya gelemezdi. Resmen yasaktı.”
“Şaka yapıyorsun.”
“Queensland biraz tuhaftır. Yakında da dazlakları yasak
larlarsa şaşırmamak gerek.”
Harry kısa saçlarını kaşıdı. “Queensland’le ilgili başka bil
mem gereken bir şey var mı?”
“Hımm, eğer cebinde esrar varsa uçağa binip kaçman en
iyisi olur. Queensland’de uyuşturucu yasaları diğer eya let
lerden serttir. Aquarius F estiva li’nin N im b in ’de ya p ılm a
sı tesadüf değildi. Orası sınırın hemen dışında, Y en i Güney
Galler’de.”
Kendileri için bir arabanın ayarlandığım ve hazır bekledi
ğini bildikleri Avis oto kiralama bürosunu buldular.
‘Öte yandan Queensland’de Inger Holter’in Evans W hite’la
tanıştığı Fraser Adası gibi yerler de var. Ada aslında devasa
67
bir kum yığınından ibaret ama üzerinde bir yağmur ormanı ve
dünyanın en temiz suyuna sahip göller var. Kumu öyle beyaz
ki plajları mermerden yapılmış gibi duruyor. Bu kuma normal
kumdan çok daha fazla silikon barındırdığı için silis kumu de
niyor. Doğruca bilgisayara bile dökebilirsin herhalde.”
Bankonun arkasındaki adam “Bereketli topraklar, ha?”
dedi, bir anahtar uzatarak.
“Ford Escort mu?” diye sordu Andrew. Yüzünü buruştu
rup iç geçirdi. “Çalışıyor mu bari?”
“Özel indirim, bayım.”
“Ondan hiç şüphem yok.”
Güneş Pasifik Otoyolu’nu kavuruyor, Brisbane’e yaklaş
tıkça şehrin cam ve taştan oluşan silueti bir avizenin kristal
leri gibi parıldıyordu.
Otoyolda doğuya doğru giderek ormanlar ve işlenmiş ara
zilerle bezeli yemyeşil kırsallardan geçtiler.
“Avustralya taşrasına hoş geldin” dedi Andrew.
Yol kenarında uyuşuk gözlerle otlayan inekler vardı.
Harry kıkırdadı.
“N ’oldu?” diye sordu Andrew.
“Larson’un bir karikatürü vardı, görmüş müydün? Hani
inekler çayırda iki ayak üzerinde durup laflarken bir tanesi
‘Araba!’ diyerek onlara haber veriyordu?”
Kısa bir sessizlik oldu.
“Larson kim?”
“Boşver.”
Önlerinde tahtadan verandalar, kapılarında sineklikler ve
bahçelerinde kamyonetler olan tek katlı ahşap evlerin ara
sından geçtiler. Üzgün gözlerle onları izleyen geniş sırtlı yük
beygirlerini, arı kovanlarını ve çitlerin arasında çamur keyfi
yapan domuzlan geride bıraktılar. Yollar giderek daralıyor
du. Öğle vakti geldiğinde küçük bir yerleşim yerinde benzin
almak için durdular. Tabelada köyün adının Uki olduğu ve
üst üste iki sene Avustralya’nın en temiz köyü seçildiği yazı
yordu. Ama son kazanan nedense belirtilmemişti.
Nihayet Nimbin’e vardıklarında ‘Tok artık” dedi Harry.
Kasabanın yaklaşık yüz metrelik merkezinde her yer gök
kuşağının renklerine boyanmıştı ve H arry’nin film koleksi
yonundaki Gheech ve Chong filmlerinden fırlamış gibi duran
bir grup insan vardı.
“Vay be, 70’lere geri döndük!” diye bağırdı Harry. “Şuraya
baksana. Sanki Peter Fonda’yla Janis Joplin kucak kucağa.”
Araba caddede yavaşça ilerlerken uyurgezer gözler onla
rı izledi.
“Harikaymış. Böyle yerlerden artık hiç kalmadı sanıyor
dum. Gülecek malzeme çıktı.”
“Neden?” diye sordu Andrew.
“Sence komik değil mi?”
“Komik mi? Bu devirde bunlar gibi hayalperestlerle alay et
menin kolay olduğunu anlıyorum. Yeni neslin, çiçek çocukları
gitar çalmak, şiir okumak ve canlan isteyince birbirlerini dü-
düklemek dışında hiçbir şey yapmamış bir grup esrarkeş ola
rak gördüğünü de. Woodstock’ı düzenleyenlerin zaman içinde
takım elbiseyle röportaj veren ve şimdi kulağa çok safça gelen
o fikirlerden eğlenerek bahseden adamlara dönüştüğünü de.
Am a şu da var ki o kuşağın savunduğu idealler olmasaydı dün
ya çok daha farklı bir yer olurdu. Barış ve sevgi gibi slogan
lar günümüzde klişeleşmiş olabilir ama o zamanlar hepsinin
bizim için bir anlamı vardı. Her birine yürekten inanıyorduk.”
“Senin yaşın hippi olmak için biraz büyük d eğil miydi,
Andrevv?”
“Evet, büyüktü. Ben emektar hippilerdendim, eski kurt
tum.” Andrew sınttı. “Bir sürü genç kız sevişmenin karmaşık
69
ve gizem dolu dünyasına Andrew amcaları sayesinde adım
attı.”
Harry meslektaşının omzunu sıvazladı. “Sadece ideallerin
için hippi oldun sanıyordum, kart zampara.”
“Tabii ki idealler için” dedi Andrew, sinirlenerek. “O kırıl
gan ve körpe çiçekleri sivilceli beceriksiz ergenlerin eline bı
rakıp kızların 70’li yılların tamamını travma içinde geçirme
sine gönlüm elvermezdi.”
Andrew arabanın camından dışarıya göz attı ve güldü.
Tunik giymiş uzun saçlı ve sakallı bir adam, bankta otura
rak iki parmağıyla barış işareti yapıyordu. Eskimiş, san bir
Volkswagen resminin olduğu afişte “Esrar Müzesi” duyurusu
yapılıyordu. En altında ise küçük harflerle şu yazılıydı: “Gi
riş bir dolar. Paran yoksa da gel.”
“Burası Nimbin’in uyuşturucu müzesi” dedi Andrew. “İçin
deki çoğu şey işe yaramaz ama hatırladığıma göre Ken Kesey,
Jack Kerouac ve diğer öncülerin bilinç açıcı uyuşturucuları
denediği Meksika gezilerine ait ilginç fotoğraflar vardı.”
“LSD’nin tehlikeli olmadığı yıllardan mı?”
“Ve sevişmenin sağlıklı sayıldığı. Harika zamanlardı,
Harry Holy. Görmeliydin, dostum.”
Arabayı anacaddenin biraz yukarısına park ettiler ve ge
ri yürüdüler. Harry Ray-Ban gözlüğünü çıkardı ve bir sivil
gibi görünmeye çalıştı. Nimbin’de belli ki sakin bir gün ya
şanıyordu. İki dedektif ısrarla kendilerine seslenen satıcıla
rın arasında zor da olsa yürümeye çalıştı. “Şahane ot var!..
Avustralya’nın en iyi otu bende, beyler Papua Yeni Gine’nin
malı geldi, müthiş.”
“Papua Yeni Gine mi?” dedi Andrew, burun kıvırarak.
“Esrann başkenti olan böyle bir yerde bile insanlar bir malın
uzaktan gelince daha iyi olduğunu sanıyor demek. Yerli ma
lından şaşmamak lazım.”
70
“Müze’ nin önündeki bir sandalyede oturan hamile ama za
y ıf bir kız onlara el salladı. Yirmiyle kırk arasında herhan
gi bir yaşta olabilirdi ve üzerinde renkli bol bir etekle karnını
bir davul gibi şiş ve gergin gösteren düğmeleri ilikli bir bluz
vardı. Kız Harry’ye sanki bir yerden tamdık geldi. Harry, göz
bebeklerinin büyüklüğüne bakılırsa kızın kahvaltı mönüsün
de esrardan daha uyarıcı bir şeyler olduğunu anlayabiliyordu.
“Başka bir şey mi arıyorsunuz?” diye sordu kız. Esrar al
makla ilgilenmediklerini görmüştü.
Harry “Hayır” diyerek lafa başlamıştı ki kız onu böldü.
“Asit o zaman” dedi, öne eğilip telaşla ve heyecanla konu
şarak. “LSD istiyorsunuz, değil mi?”
“Hayır, asit de istemiyoruz” dedi Andrew, kısık ve sert bir
sesle. “Başka bir şey arıyoruz. Anladın mı?”
K ız gözlerini onlara dikti. Andrew gidecek gibi olunca ko
caman karnına aldırış etmeden birden yerinden sıçradı ve
kolunu tuttu. “Anladım ama burada olmaz. On dakika sonra
benimle şuradaki barda buluşmanız gerek.”
Andrew başını salladı ve kız şiş göbeğiyle arkasını dönüp
ayaklarının dibinde koşan küçük bir köpek yavrusuyla bera
ber aceleyle caddeden aşağı yürüdü.
“N e düşündüğünü biliyorum, Harry” dedi Andrew, bir siga
ra yakarak. ‘Tertem iz bir ana yüreğini eroin alacağız diye kan
dırmak hoş değildi. Polis istasyonu bu caddenin yüz metre ile
risinde ve Evans White’la ilgili istediklerimizi onlardan da ala
biliriz. Am a içimden bir his bunun daha kestirme olacağını söy
lüyor. Haydi gidip birer bira içelim ve neler olacağına bakalım.”
A na Yüreği yarım saat sonra en az onun kadar harap gö
rünen bir adamla boş sayılan bardan içeri girdi. Adam soluk
teni, sıska vücudu, siyah giysileri ve gözlerinin altındaki ko
yu renk torbalarla K ont D rakula’nın Klaus K in ski tarafın
dan canlandırılan halini andırıyordu.
71
“İşte başlıyoruz” diye fısıldadı Andrew. “Adamı sattığı şe
yin tadına bakıyor diye suçlayamayız, değil mi?”
Ana Yüreği ve Kinski’nin kopyası doğruca onların yanma
geldi. Adam gümşığmda gerektiğinden fazla bir dakika bile
vakit harcamak istemiyor gibiydi. Hemen konuya girdi.
“Ne kadar lazım?”
Andrew sırtı tamamen onlara dönük oturuyordu. “Sadede
gelmeden önce umuyorum ki yanında mümkün olduğunca az
insan vardır, bayım” dedi, arkasını dönmeden.
Kinski başıyla işaret edince Ana Yüreği sinirlenerek git
ti. Muhtemelen yüzde üzerinden pay alarak çalışıyordu ve
Harry ikisinin arasındaki güven ilişkisinin tüm keşlerdeki
kadar olduğunu tahmin edebiliyordu. Yani hiç.
“Yanımda bir şey yok ve şayet polis olduğunuzu anlarsam
taşaklarınızı keserim. Önce parayı gösterin, sonra da bura
dan gidelim.” Hızlı konuşuyordu, gergindi ve gözleri fırıl fı
rıl oynuyordu.
“Uzakta mı?” diye sordu Andrew.
“Kısa bir yürüyüş ama uzuuun bir yolculuk sizi bekliyor.”
Dişlerini bir saniyeliğine göstermesi güldüğü anlamına geli
yor olmalıydı.
“Aferin, dostum. Şimdi otur ve kapa çeneni” dedi Andrew,
polis rozetini göstererek. Kinski donakaldı. Harry ayağa kalk
tı ve kemerinin arkasına dokundu. Silahının gerçekten orada
olup olmadığını kimse bilemezdi ne de olsa.
“Bu amatör oyunculuklar da neyin nesi? Size yanımda bir
şey yok dedim ya.” Adam cüretkâr bir tavırla Andrew’un kar
şısındaki sandalyeye oturdu.
“Buranın şerifini ve yardımcısını bildiğini tahmin ediyo
rum. Muhtemelen onlar da seni tanıyordur. Peki toz satmaya
başladığından haberleri var mı?”
Adam omuzlarını silkti. “Kim size toz sattığımı söyledi ki?
Ben ot alacağınızı”
“Tabii ki öyle. Kimse eroinden bahsetmedi ve bize birkaç
bilgi verirsen kimsenin de bahsedeceğini sanmıyorum.”
“Dalga geçiyor olmalısınız. Kasabanın dışından gelmiş ve
hiçbir ilgim in olmadığı iki polis istedi diye size gammazlık
yapıp kellemin gitmesini göze alacağımı mı”
“Gammazlık mı? Burada tanıştık, ne yazık ki malların fiya
tında anlaşamadık ve ayrıldık, hepsi bu. Alışveriş için buluş
tuğumuzu gören bir şahidin bile var. Söylediğimizi yaparsan
bizi ne sen, ne de buradaki başka biri bir daha görmeyecek.”
Andrew bir sigara yaktı, gözlerini kısarak masanın diğer
ucundaki perişan haldeki keşi süzdü ve dumanı yüzüne üfle
yerek devam etti.
“Am a aradığım ızı bulamazsak buradan ayrılm adan ön
ce polis rozetlerim izi takıp birkaç kişiyi tutuklayabiliriz. Bu
da senin bu topluluktaki itibarına fazlasıyla gölge düşürür.
Bahsettiğin taşak kesme olayları burada yaygın mı emin de
ğilim , sonuçta esrarkeşler barışçıl insanlardır. Yin e de bil
dikleri bir iki numara vardır herhalde. Şerif bir anda tüm zu-
la n ı şans eseri bulursa da hiç şaşırmam. Torbacılar sağlam
m allarla rekabet etm eyi pek sevmez, hele hele o m alları bir
gamm azcı satıyorsa. Ayrıca yüksek miktarda eroin satmanın
cezasını gayet iyi bildiğini tahmin ediyorum.”
K in sk i’nin yüzü bir kez daha mavi sigara dumanına bo
ğuldu. B ir puştun suratına duman üflemenin insanın eline
her zaman geçecek bir fırsat olmadığını düşündü Harry.
“P ek â lâ ” dedi Andrew , cevap gelmeyince. “Evans White.
B ize onun kim olduğunu, nerede olduğunu ve onu nasıl bula
bileceğim izi anlatıyorsun. Hemen şimdi!”
K inski etrafına bakındı. A vu rtları çökmüş büyük kafatası
ince boynunun üzerinde dönerken, onu bir hayvan leşinin te
pesinde dikilen ve aslanlar geri gelecek korkusuyla etrafı ko
laçan eden bir akbaba gibi gösteriyordu.
“Hepsi bu mu?” diye sordu. “Başka bir şey yok mu?”
73
“Yok” dedi Andrevv.
“Peki başka sorular sormak için dönmeyeceğinizi nereden
bileceğim?”
“Bilemeyeceksin.”
Adam alabileceği tek yanıtın bu olduğunun farkındaymış
gibi başını salladı.
“Tamam. Evans henüz büyük başlardan değil ama duydu
ğuma göre giderek yükseliyor. Buranın ot kraliçesi Madam
Rousseau için çalışıyordu ama şimdi kendi işini kurmaya ça
lışıyor. Ot, asit, belki biraz morfin. Sattığı ot burada herke
sin sattığıyla aynı, yerli üretim. Ama Sidney’le bağlantıları
olmalı ki oraya ot satıp karşılığında iyi kalite, ucuz asit alı
yor. Şu aralar en kârlısı o.”
“Evans’ı nerede bulabiliriz?” diye sordu Andrevv.
“Epeydir Sidney’de ama iki gün önce kasabada gördüm.
Eskiden buralarda takılan Brisbane’li bir fıstıktan çocuğu
var. Kız şimdi nerede bilmiyorum ama çocuk Evans’m Nim-
bin’deyken kaldığı apartmanda.”
Kinski apartmanın yerini tarif etti.
“Bu White nasıl bir herif?” dedi Andrevv.
“Nasıl anlatsam ki?” Adam, olmayan sakalını kaşıdı. “Ca
zip itin teki, hani öyle derler ya?”
Andrevv ve Harry böyle dendiğini bilmese de başını salladı.
“Alışverişte düzgün bir adamdır ama sevgilisi olmak iste
mezdim, anlarsınız ya”
Ne demek istediğini anlamadıklarını göstermek için kafa
larını iki yana salladılar.
‘Tam bir zamparadır, asla tek manitayla idare etmez. Kız
arkadaşları sürekli birbirine girer, bağırışıp kavga eder, ba
zıları bir süre gözü mor gezdiğinde kimse şaşırmaz.”
“Hımm. Peki Inger Holter adında sarı saçlı Norveçli bir
kızdan haberin var mı? Geçen hafta Sidney’de Watgon*
Koyu’nda öldürülmüş halde bulundu.”
'4
“Gerçekten mi? Hiç duymadım.” Gazete meraklısı biri ol
madığı açıktı.
Andrevv sigarasını söndürdü ve Harry ayağa kalktı.
“Bunları kimseye söylemeyeceksiniz, değil mi? Size güve
nebilir miyim?” diye sordu Kinski, şüpheli gözlerle.
Andrevv kapıya yürürken “Elbette” dedi.
Çimenliğin üzerindeki küçük tabela dışında caddedeki di
ğer evlerden farkı olmayan polis istasyonuna nezaketen uğ
radıktan sonra “İsveçli tanığımızla yemeğin nasıldı?” diye
sordu Andrevv.
“İyiyd i. Biraz baharatlıydı ama iyiyd i” diye yanıtladı
Harry, laubali bir şekilde.
“Haydi ama, Harry. Ne konuştunuz, söylesene.”
“Bir sürü şey. Norveç’i ve İsveç’i.”
“Anladım. Kim kazandı?”
“O kazandı.”
“İsveç’te Norveç’te olmayan ne var ki?” diye sordu Andrevv.
“Birincisi, çok iyi iki yönetmen. Bo W iderberg ve Ingmar
Bergman”
“Ah, yönetmenler” dedi Andrew, burun kıvırarak. “Bizde
de çok var. Ama sizde asıl Edvard Grieg var.”
“V ay canına” dedi Harry. “Klasik müzik uzmanı olduğunu
bilmiyordum.”
“G rieg bir dâhiydi. Do minör senfonisinin ikinci bölümü
mesela, tam bir”
“Kusura bakma, Andrevv” dedi Harry, “ben iki akortlu
punk şarkılarıyla büyüdüm ve şimdiye dek dinlediğim sen
foniye en yakın şey Yes ve King Crimson’dı. Geçmiş asırların
m üziklerini dinlemiyorum, anlarsın ya? ’den öncesi ba
na göre taş devri gibi. Bizde Dumdum Boys adında bir grup
vardı ve”
“Neyse ki do minör senfonisi ilk kez ’de çalındı’ de-
75
di Andrew. “Dumdum Boy s mu? Ne kadar gösterişli bir isim
öyle.”
Harry sonunda pes etti ve White’ın apartmanına gidene
kadar yol boyunca Grieg’le ilgili bir şeyler dinledi.
11
Torbacı
Evans White onları yarı açık gözlerle inceledi. Saçları yü
züne düşüyordu. Kasığını kaşıdı ve kasten geğirdi. Karşısın
da duran adamları gördüğüne hiç şaşırmamış gibiydi. Nede
ni onları zaten bekliyor olması değil, muhtemelen evine bin
lerinin ziyarete gelmesine alışkın olmasıydı. Ne de olsa böl
genin en iyi asidi ondaydı ve Nimbin kadar küçük bir yer
de söylentiler hızlı yayılıyordu. Harry, White gibi bir adamın
küçük alışverişlerle, hele hele kendi evinde asla muhatap ol
mayacağını tahmin edebiliyordu ama böyle yaparsa da bü
yük miktarlar için gelen müşterilerini kaçırabilirdi.
“Yanlış yere geldiniz. Kasabaya gidin” dedi, sinekliği ka
patırken.
“Emniyetten geliyoruz, Bay White.” Andrew rozetini gös
terdi. “Sizinle konuşmak istiyoruz.”
Evans onlara sırtını döndü. “Bugün olmaz. Zaten polisleri
hiç sevmem. Tutuklama emri, arama izni ya da öyle bir şeyle
gelirseniz belki yardımcı olmaya çalışabilirim. O zamana ka
dar hoşça kaim.”
Ardından da k a p ıy ı kapadı.
Harry kapıya yaslandı ve içeri seslendi: “Evans White! Be
ni duyuyor musunuz? Fotoğraftaki siz misiniz, onu merak et
tik bayım. Çünkü eğer öyleyse yanınızda oturan sarışın hanı
mı da tanıyorsunuz demektir. Adı Inger Holter. Kendisi artık
hayatta değil.”
77
Bir süre sessizlik oldu. Sonra kapının menteşeleri gıcırda
dı. Evans kapının aralığından dışarı baktı.
Harry resmi sinekliğe dayadı.
“Sidney polisi onu bulduğunda inanın bu kadar güzel gö
rünmüyordu, Bay White.”
Mutfakta gazeteler tezgâha saçılmış, lavabo tabak ve bar
daklarla ağzına kadar dolmuş ve yerler aylardır sabunlu su
yüzü görmemişti. Harry yine de bir bakışta ortalığın çürüme
ye yüz tutacak kadar bozulmadığını, burasının bitik bir ke
şin evin olmadığını anlayabiliyordu. Bulaşıklar taş çatlasa
birkaç günlüktü, hiçbir yerde küf yoktu, burnuna sidik koku
su gelmiyordu ve perdeler açıktı. Dahası, odada bir nebze de
olsa düzen vardı. Bu da Harry’ye Evans White’m hayatının
kontrolden çıkmadığını düşündürdü.
Kendilerine birer sandalye çektikten sonra Evans buzdo
labından bir bira kaptı ve doğruca kafasına dikti. Mutfakta
önce bir geğirme sesi, ardından Evans’ın halinden memnun
gülüşü yankılandı.
“Bize Inger Holter’le olan ilişkinizden bahseder misiniz,
Bay White?” diye sordu Harry, geğirme kokusunu eliyle sa
vuşturarak.
“Inger güzel, çekici ve bayağı aptal bir kızdı; ikimizin mut
lu olacağını sanıyordu.” Evans tavana baktı. Bir daha güldü.
“Sanırım bu her şeyi özetliyor aslında.”
“Nasıl öldürüldüğü ya da bunu kimin yapabileceği hak
kında fikriniz var mı?”
“Evet, Nimbin’e de gazete geliyor; boğulduğunu biliyorum
yani. Ama kim yapmış olabilir ki? Boğmayı seven biri herhal
de.” Başını geriye attı ve sırıttı. Alnına bir tutam saç düştü,
beyaz dişleri bronz yüzünde parladı ve kahverengi gözlerinin
etrafında gülmekten oluşan çizgiler, korsan küpeleri taktığı
kulaklarına doğru gerildi.
78
Andrew boğazını temizledi. “Bakın Bay White, iyi tanıdığı
nız ve yakın bir ilişki yaşadığınız bir kadın yakın zaman ön
ce öldürüldü. Bu konuda ne hissettiğiniz ya da hissetmediği
niz bizi ilgilendirmez. Ama sizin de iyi bildiğiniz üzere bir ka
tili arıyoruz ve şu anda bize yardım etmeye çalışmazsanız sizi
Sidney’deki polis istasyonuna götürmek zorunda kalacağız.”
“Zaten ben de Sidney’e gidecektim; uçak biletim i de ala
caksanız canıma minnet.”
H arry ne düşüneceğini bilmiyordu. Evans W hite zor bi
ri gibi mi görünmeye çalışıyordu yoksa zihinsel sorunları mı
vardı? Ya da Norveç’e özgü bir tabirle, yeterince gelişmemiş
bir ruha mı sahipti? H arry merak etti. Dünyada bir ruhun
kalitesini değerlendirebilen bir mahkeme hiç olmuş muydu
acaba?
“Siz bilirsiniz Bay W hite” dedi Andrew. “Uçak bileti, ko
naklama, yeme içme, avukat ve cinayet zanlısı olarak tanın
ma, hepsi bizden.”
“Güzel bir anlaşma olur. Herhalde yine kırk sekiz saate
çıkarım.”
“ O zam an size yirm i dört saat takip, sabahları ücretsiz
uyandırma, hatta evinize ani baskın hizmeti de sunarız. Bel
ki başka şeyler de bulabiliriz, kim bilir?”
Evans biranın kalanım içti ve şişenin etiketiyle oynaya
ra k sandalyeye oturdu. “Benden ne istiyorsunuz, beyler?
Onun hakkında tek bildiğim şey, günün birinde çekip gitmiş
olduğu. Sidney’e gideceğim zaman onu aradım ama ne evde
ne de işteydi. Sidney’e vardığım gün de gazetede öldürüldü
ğünü okudum. İk i gün zombi gibi dolaştım. Kendi kendime
devam lı ö l-d ü-rü l-d ü-m ü, diye sordum. Bir insanın boğazla
narak öldürülme ihtim ali ne kadardır ki?”
“Fazla değil. Peki cinayet saati başka bir yerde bulundu
ğunuza dair kanıtınız var mı? Bizim le paylaşırsanız” dedi
Andrew, not alarak.
79
Evans korkuyla irkildi. “Kanıt mı? Ne demek istiyorsu
nuz? Tanrı aşkına, beni suçlayacak değilsiniz herhalde. Yok
sa bana polisin bir haftadır olayı araştırdığını ama hâlâ so
mut hiçbir ipucu bulamadığını mı söylüyorsunuz?”
“Tüm ipuçlarına bakıyoruz, Bay White. Sidney’e gitmeden
önceki iki gün nerede olduğunuzu söyleyebilir misiniz?”
“Tabii ki buradaydım.”
‘Yalnız mı?”
“Pek sayılmaz.” Evans sırıttı ve şişeyi fırlattı. Boş şişe ha
vada yumuşak bir eğri çizdi ve sessizce tezgâhın dibinde
ki çöp kutusuna girdi. Harry takdirini göstermek için başı
nı salladı.
“Kiminle olduğunuzu sorabilir miyim?”
“Tahmin etmişsinizdir zaten. Neyse, saklayacak bir şeyim
yok. Angelina Hutchinson adında bir kadınla. Burada, kasa
bada yaşıyor.”
Harry ismi not etti.
“Sevgiliniz mi?” diye sordu Andrevv.
“Sayılır” dedi Evans.
“Bize Inger Holter’le ilgili ne anlatabilirsiniz? Nasıl biriy
di?”
“Ah, birbirimizi o kadar uzun zamandır tanımıyorduk.
Onunla Fraser Adası’nda tanıştım. Byron Koyu’na gideceği
ni söyledi. Buraya yakın bir yer olduğundan ona Nimbin’de-
ki numaramı verdim. Birkaç gün sonra aradı ve bir geceliği
ne sende kalabilir miyim diye sordu. Ama bir haftadan fazla
kaldı. Daha sonra ben Sidney’e gittiğimde orada da görüşme
ye devam ettik. İki ya da üç kez olmalı. Tahmin edebileceğiniz
gibi yaşlı bir evli çifte dönüşmedik hiç. Zaten bir zaman sonra
beni sıkmaya başladı.”
“Sıkmak derken?”
“Evet, oğlum Tom-Tom’a çok düşkündü ve bir aile kurup
köy evinde yaşayacağımızı hayal ediyordu. Bana hiç uyan
80
şeyler değildi ama yine de zırvalamasına izin veriyordum.”
“Ne hakkında zırvalamasına?”
Evans eğilip büküldü. “İlk tanıştığınızda sert bir kıza ben
ziyordu ama çenesinin altını gıdıklayıp ona sevdiğinizi söyle
diğinizde tereyağı gibi yumuşardı. Bir de devamlı beni mutlu
etmek için çırpınıyordu.”
“Demek ki düşünceli bir genç kızdı?”
Evans’ın konuşmanın gidişatından memnun olmadığı bel
liydi. “Olabilir. Dediğim gibi, onu iyi tanımıyordum. Bir süre
dir Norveç’teki ailesini görmemişti, belki de o yüzden sevgi
ye, yanında birisinin olmasına ihtiyaç duyuyordu. Kim bilir?
Sonuçta saf ve romantik bir kızdı, içinde hiç kötülük yoktu”
Evans’m sesi giderek söndü. Mutfak sessizliğe gömüldü.
H arry onun ya çok iyi oyunculuk yaptığını, ya da her şeye
rağmen insani duygular beslediğini düşündü.
“İlişkinizde bir gelecek görmediyseniz neden ondan ayrıl
madınız?”
“Ayrılacaktım . Elveda ya da ona benzer bir söz söylemek
için kapısında bekledim. Am a ben bir şey yapamadan o git
mişti bile. Aynı böyle” Parmaklarını şıklattı.
H a rry, konuşurken Evans’ın sesinin kalınlaştığından
emindi artık.
Evans başını eğdi ve gözlerini ellerine dikti. “N e kadar kö
tü b ir veda, değil mi?”
12
Dev örümcek
Araba dik dağ yollarını tırmanıyordu. Bir tabela Crystal
Castle’a giden yolu gösteriyordu.
“Soru şu: Evans White doğruyu mu söylüyor?” diye sordu
Harry.
Andrevv karşıdan gelen traktörü görünce yana çekildi.
“Seninle tecrübelerimin ufak bir kısmını paylaşayım,
Harry. Yirm i yıldan uzun zamandır yalan atmak ya da doğ
ruyu söylemek için farklı nedenleri olan insanlarla konuşu
yorum. Suçlular, masumlar, katiller, yankesiciler, sinir has
taları, soğukkanlılar, mavi gözlü ve bebek yüzlü olanlar, yü
zü yaralı kötü adamlar, sosyopatlar, psikopatlar, iyiliksever
ler” Aklına başka örnekler getirmeye çalıştı.
“Anladım, Andrevv.”
" Aborijinler ve beyazlar. Hepsinin de hikâyelerini anla
tırken tek bir amacı vardı: beni inandırmak. Peki ne öğren
dim, biliyor musun?”
“Bir insanın yalan söyleyip söylemediğini anlamanın
imkânsız olduğunu mu?”
“Aynen öyle, Harry!” Andrevv konuya ısınmaya başlamıştı.
“Klasik cinayet romanlarında dedektifler kimin yalan söyle
diğini her defasında mutlaka anlar. Tam bir saçmalık! İnsan
doğası balta girmemiş kocaman bir orman gibidir ve kimse
onu tam anlamıyla çözemez. Bir anne bile kendi çocuğunun
en derin sırlarını asla bilemez.”
İçinde bir süs havuzu, çiçek tarhları ve egzotik ağaç tür
leri arasında kıvrılan çakıltaşlı dar bir yol olan yemyeşil ge
niş bir bahçenin önündeki otoparka geldiler. Bahçede yükse
len devasa ev. belli ki Nimbin şerifinin haritada gösterdiği
Crystal Castle’dı.
Kapının üzerindeki zile basarak geldiklerini duyurdu
lar. Mağazanın turistlerle dolu olmasına bakılırsa gözde bir
mekân olmalıydı. Işıl ışıl gülümseyen enerjik bir kadın onla
rı öyle büyük bir coşkuyla selamlayıp karşıladı ki sanki aylar
sonra gördüğü ilk insanlar onlardı.
“İlk kez mi geliyorsunuz?” diye sordu, kristal mağazası bir
gelenin bir daha geldiği alışkanlık yaratan bir yermiş gibi.
“S izi kıskandım ” dedi, evet yan ıtın ı aldıktan sonra.
“Crystal Castle’ı ilk kez tecrübe edeceksiniz! Şuradaki ko
ridora girin. Sağda en seçkin yemeklerimizi yiyebileceğiniz
muhteşem vejetaryen kafemiz var. Kafeden sola döndüğü
nüzde de kristal ve mineral odamıza ulaşacaksınız. Esas olay
orada! Beklemeyin, haydi, haydi!”
Kadın ellerini sallayarak onları gönderdi. Böyle bir tanı
tımdan sonra kafenin aslında kahve, çay, yoğurtlu marul ve
marullu sandviç satan alelade bir yer olduğunu görmek ha
liyle hayal kırıklığı yarattı. Kristal ve mineral odasında ise
özenle hazırlanm ış bir ışıklandırmanın altında sergilenen
p a rıltılı kristaller, bağdaş kurmuş Buda bibloları, mavi ve
yeşil kuvarslar, kesilmemiş taşlar vardı. Oda hafif bir tütsü
kokusu, uyku getiren flütlü bir müzik ve akan su sesiyle do
luydu. Harry mağazayı yeterince inceleyince sıradan ve nefes
kesmekten uzak olduğunu gördü. Burada insanı soluksuz bı
rakabilecek tek şey fiyatlar olabilirdi.
“Ha ha” diye güldü Andrew, fiyat etiketlerine bakarken.
“Bu kadın bir dâhi.”
Mağazadaki çoğu orta yaşlı ve besbelli zengin müşterileri
gösterdi. “Çiçek çocuklar büyüdü. A rtık ciddi meslekleri, cid-
83
di gelirleri var ama kalpleri hâlâ astral dünyada.”
Girişe döndüler. Enerjik kadının yüzündeki gülümseme
yok olmamıştı. Harry’nin elini tuttu ve avucuna mavi-yeşil
bir taş bastırdı.
“Oğlaksınız, değil mi? Bu taşı yastığınızın altına koyun.
Odadaki tüm negatif enerjiyi alır. Aslında altmış beş dolar
ama gerçekten ihtiyacınız olduğu için size elliye bırakabili
rim.”
Ardından Andrevv’a döndü.
“Siz de aslan olmalısınız?”
“Ah, hayır hanımefendi. Ben polisim.” Andrevv soğukkan
lılıkla rozetini gösterdi.
Kadının birden beti benzi attı ve korkuyla ona baktı. “Hay
aksi. Umarım yanlış bir şey yapmamışımdır.”
“Bildiğim iz kadarıyla hayır, hanımefendi. Siz Marga-
ret Davvson olmalısınız, değil mi? Eski soyadımzla Margaret
White? Eğer öyleyse sizinle özel olarak konuşabilir miyiz?”
Margaret Davvson çabucak toparlandı ve kasaya bakma
sı için kızlardan birini çağırdı. Ardından Andrevv ve Harry’yi
bahçeye götürüp beyaz renkli ahşap bir masaya oturttu. İki
ağacın arasına gerilmiş bir ağ vardı. Harry ilk önce bunu bir
balıkçı ağı sandı ama yakından bakınca dev bir örümcek ağı
olduğunu fark etti.
“Yağmur yağacak gibi” dedi Margaret Dawson. ellerini
ovuşturarak.
Andrevv boğazını temizledi.
Kadın alt dudağını ısırdı.
“Özür dilerim memur bey. Epey gerildim”
“Endişelenmeyin, hanımefendi. Burada epey iddialı bir
örümcek ağınız var.”
“Ha, o mu? O Billy, bizim fare örümceğimiz. Muhtemelen
bir yerlerde uyuyordur.”
Harry istemsizce bacaklarını altına sıkıştırdı. "Fare otum
S4
ceği mi? Yani fare mi yiyor?” diye sordu.
Andrevv gülümsedi. “Harry Norveçli. Büyük örümceklere
alışkın değiller.”
“Ha, öyle mi? O zaman sizi rahatlatayım. Büyük olanlar
tehlikeli değildir” dedi M argaret Davvson. “Ama kızıl sırt
lı dediğimiz küçük ve ölümcül bir tür var. En çok şehirleri
sever. Kalabalığın içinde, karanlık bodrumlarda ve rutubetli
köşelerde gizlenebilir.”
‘Tanıdığım birini hatırlattı” dedi Andrevv. “Neyse, biz işi
mize dönelim, hanımefendi. Konu oğlunuz.”
Bayan Dawson bu defa gerçekten de bembeyaz kesildi.
“Evans mı?”
Andrevv, Harry’yle göz göze geldi.
“Bildiğim iz kadarıyla daha önce başı polisle belaya girme
miş, değil mi Bayan Davvson?” diye sordu Harry.
“Hayır, hayır, girmedi. Şükürler olsun.”
“A slında Brisbane’e dönerken yolumuz üzerinde olduğu
nuz için uğradık. Inger Holter adında bir kızdan haberiniz
var m ı diye sormak istedik.”
K adın ismi hafızasında yokladı. Ardından başını iki yana
salladı.
“ Evans’m çok fazla tanıdığı kız yoktur. Tanıdıklarını da
bana getirip tanıştırır zaten. İsm ini bile hatırlayam adığım
o o berbat kızdan çocuğu olduktan sonra ona yasakladım
B iraz beklemesi gerektiğini söyledim. Doğru insan karşısına
çıkana kadar.”
“N eden beklemesi gerekiyor?” diye sordu Harry.
“ Çünkü ben öyle istedim.”
“Siz neden öyle istediniz, hanımefendi?”
“Çünkü çünkü henüz doğru zaman değil ve” Vaktinin
kıymetli olduğunu göstermek için mağazaya göz attı. “Evans
çok kolay incinebilen, hassas bir çocuk. Hayatında çok fazla
negatif enerji var, o yüzden ona yüzde yüz güvenebileceği bir
85
kadın lazım. Aklını karıştırmaktan başka bir işe yaramayan
bu sürtükler değil.”
Gözbebeklerine gri bir sis çöktü.
“Oğlunuzla sık görüşüyor musunuz?” diye sordu Andrew.
“Evans fırsat buldukça buraya gelir. Huzura ihtiyacı var.
Zavallı oğlum, o kadar çok çalışıyor ki. Sattığı otlardan dene
diniz mi hiç? Bana bazen getiriyor, ben de kafede çaya koyu
yorum.”
Andrew yeniden boğazını temizledi. Harry göz ucuyla
ağaçların arasında bir kıpırdanma fark etti.
“Biz artık kalkalım, hanımefendi. Ama size son bir sorum
var.”
“Buyurun?”
Andrew boğazına bir şey takılmış gibi peş peşe öksürdü.
Ağ sallanmaya başlamıştı.
“Saçınız hep böyle sarı mıydı, Bayan Dawson?”
13
Bubbur
Sidney’e indiklerinde saat epey geç olmuştu. Harry ayak
ta zor duruyor, oteldeki yatağı burnunda tütüyordu.
“Birer içkiye ne dersin?” diye sordu Andrew.
“Senin eve gitmen gerekmiyor mu?”
Andrew başını sağa sola salladı. “Şu anda eve gidersem
kendim dışımda kimse olmayacak.”
“Şu anda mı?”
“Şu anda dediysem, son on yıldır. Boşandım. Eşim New-
castle’da kızlarla birlikte yaşıyor. Elimden geldiğince onla
rı görm eye çalışıyorum ama yol çok uzun ve kızlar yakında
kendi hafta sonu planlarını yapacak kadar büyümüş olacak
lar. Sonra da sanırım hayatlarındaki tek erkeğin ben olma
dığım ı anlayacağım. Güzeller güzeli iki minik şeytan. Biri on
dört, diğeri on beş yaşında. Kahretsin, kapıya gelen her âşığı
kovalam ak zorunda kalacağım.”
A n drew ’un gözlerinin içi güldü. Harry bu tuhaf meslekta
şına hayranlık duymaktan kendini alamadı.
“Bu işler böyledir, Andrew.”
“Haklısın, dostum. Sende ne var ne yok?”
“ Şey K arım yok. Çocuğum da. H atta köpeğim bile. Tek
sahip olduğum bir amir, bir kız kardeş, bir baba ve ayda yıl
da bir aram alarına ya da benim onları ayda yılda bir arama
ma rağmen arkadaşlarım dediğim bir iki arkadaş.”
87
“Önem sırası bu mu?”
“Evet, bu.” Güldüler.
“Haydi, sadece birer kadeh? Albury’de?”
“İş içinmiş gibi söyledin” dedi Harry.
“Kesinlikle öyle.”
Birgitta geldiklerini görünce gülümsedi. Bir müşteriye
yaptığı servisi bitirdi ve yanlarına yürüdü. Gözleri Harry’nin
üzerindeydi.
“Selam” dedi.
Harry’nin tek istediği Birgitta’nın kucağına kıvrılıp uyu
maktı.
“Bize kanun namına iki duble cin tonik” dedi Andrew.
“Ben greyfurt suyu alayım.”
Birgitta içkilerini verip bara yaslandı.
Harry’ye “Dün akşam için teşekkürler” diye fısıldadı, İs
veççe konuşarak. Harry arkasındaki aynada kendini salak
bir gülümsemeyle otururken gördü.
“Hey, hey, İskandinavca cilveleşmek yok; sağ olun ama
şu anda olmaz. İçkileri ben ödüyorsam herkes İngilizce ko
nuşacak.” Andrew onlara sert bir bakış attı. “Şimdi siz genç
lere bir şey anlatacağım. Aşkın ölümden daha gizemli oldu
ğunu.” Sözleri etkileyici bir an yaratsın diye bekledi. “And-
rew amcanız size çok eski bir Avustralya efsanesini, dev yı
lan Bubbur’la Walla,nın öyküsünü anlatacak.”
İkisi ona doğru yaklaştı ve Andrevv sigarasını yakarken
dudaklarını keyifle ıslattı.
“Evvel zaman içinde Walla adında genç bir savaşçı. Mo-
ora adında genç ve güzel bir kıza âşık olmuş. Kız da ona
âşıkmış. Walla kabilesinin erkekliğe adım atma ritüellerim
başarıyla tamamlayıp yetişkin bir adam olmuş ve artık ka
bilede dilediği kadınla evlenebilirmiş. Tabii kadının evli ol
maması ve onun da Walla’yı istemesi şartıyla. Walla haliyle
Moora vı seçmiş, Moora da onu istemiş. Walla sevgilisinin ya
nından bir an olsun ayrılmak istemese de geleneğe göre ev
lilikten önce bir av gezisine çıkmalı ve avladıklarını gelinin
anne babasına çeyiz olarak vermeliymiş. Güzel bir günün sa
bahında, çiy taneleri yapraklarda ışıldarken W alla yola çık
mış. Moora’nm ona verdiği beyaz papağan tüyünü de saçma
takmış.
W alla gittikten sonra Moora şenlik için bal toplamaya çık
mış. Am a bal bulması kolay olmamış ve hiç istemediği halde
kamptan uzaklaşmak zorunda kalmış. Dev kayaların olduğu
bir vadiye gelmiş. Vadide tuhaf bir sessizlik varmış, ne bir
kuşun ne de bir böceğin sesi duyuluyormuş. Tam oradan gi
decekken büyük ve beyaz yumurtaların olduğu bir yuva fark
etmiş. Hayatında gördüğü en büyük yumurtalarmış. ‘Bunları
şenliğe götüreyim’ diye düşünmüş ve elini uzatmış.
O anda kayaların arasında sürünen bir şeyin sesi yüksel
miş; M oora kaçmaya ya da ağzını açmaya fırsat bulamadan
sarı-kahverengi dev bir yılan gelip beline dolanmış. Moora
çırpınsa da kendini kurtaramamış ve yılan onu sıkmaya baş
lamış. Moora mavi gökyüzüne bakmış ve W alla,nın adını ba
ğırm aya çalışmış ama ciğerlerinde ses çıkaracak kadar ha
va yokmuş. Yılan onu daha da sıkınca Moora canını oracık
ta teslim etmiş ve vücudundaki tüm kemikler kırılmış. Yılan
sürünmüş ve geldiği gölgelere dönmüş. Derisinin rengi güneş
vuran ağaçlara ve vadideki kayalara karıştığından onu orada
görmek imkânsızmış.
İk i gün sonra kızın ezilmiş bedeni kayaların arasında bu
lunmuş. Ailesi perişan olmuş, annesi hüngür hüngür ağlamış
ve kocasına W alla evine geri geldiğine ona ne diyeceklerini
sormuş.”
Andrew, parlayan gözleriyle H arry ve Birgitta’ya baktı.
“W alla ertesi günün şafağında avdan döndüğünde kamp
ateşi sönmek üzereymiş. Yorucu bir gezi olmasına rağmen
89
sevinçten havalara uçuyormuş ve gözleri ışıl ışılmış. Doğruca
ateşin başında sessizce oturan Moora’nm anne babasına git
miş. ‘İşte size hediyelerim’ demiş. Getirdikleri oldukça iyiy
miş. Bir kanguru, bir vombat6 ve devekuşu butları.
‘Cenazeye yetiştin, Walla. Sen artık bizim oğlumuzsun
demiş, Moora’nın babası. Walla tokat yemiş gibi olmuş ve
acısını güçlükle gizleyebilmiş; ama iyi bir savaşçı olduğun
dan gözyaşlarını tutmayı başarmış ve soğukkanlılıkla sor
muş: ‘Neden onu şimdiye kadar gömmediniz?’ Babası ‘Çünkü
ancak bugün bulabildik’ diye cevap vermiş. Walla ‘O zaman
ona refakat edeyim ve ruhunu isteyeyim. Wirinun’umuz7 kı
rılan kemiklerini iyileştirebilir, ben de ruhunu geri getirip
onu yeniden hayata döndürebilirim’ demiş. Babası ‘Çok geç’
diyerek reddetmiş. ‘Ruhu kadınların ruhlarının olduğu yere
gitmek üzere yola çıktı bile. Ama katili hâlâ hayatta. Bundan
sonra vazifen nedir, biliyor musun oğlum?’
Walla tek kelime söylemeden yanlarından ayrılmış. Kabi
lenin diğer bekâr erkekleriyle birlikte bir mağarada yaşamış.
Onlarla da hiç konuşmamış. Aylar ayları kovalamış. Walla
sürekli yalnız oturuyor, ne şarkılara ne de danslara katılma
yı kabul ediyormuş. Kimisi Moora’yı unutabilmek için bağ
rına taş bastığını söylüyormuş. Kimisi ise kadınların ölüm
krallığına yol alan Moora’nm peşinden gitmek için plan yap
tığını düşünüyormuş. ‘Başaramayacak’ diyorlarmış. ‘Kadın
ların yeri ayrı, erkeklerinki ayrıdır.’
Ateşin başına bir kadın gelip oturmuş. Onlara yanıldıkla
rını söylemiş. ‘Sevgilisinin intikamını almak için düşünüp ta
şınıyor. Bubbur denen o sarı-kahverengi dev yılanı elinize bir
mızrak alıp kolayca öldürebileceğinizi mi sanıyorsunuz? Sız
onu hiç görmediniz ama ben gençliğimde bir kere gördüm, iş
te saçım da o gün kırlaştı. Hayal edebileceğiniz en korkunç
6. Avustralya'da yaşayan ve boyu yaklaşık bir metreyi bulan dört ayaklı keseli hayvan, içn.)
7. Aborijinlerin büyücü ve şifacılarına verdikleri isim, (çn.)
90
manzaraydı. Bu söylediklerimi bir kenara yazın; Bubbur sa
dece tek bir şekilde öldürülebilir. Onun için de cesaret ve akıl
şart. Bence bu genç savaşçı ikisine de sahip.’
Walla ertesi gün ateşin başına gitmiş. Kauçuk toplamak
için kimlerin ona eşlik etmek istediğini sorarken gözleri par-
lıvormuş ve heyecanlı görünüyormuş. ‘Kauçuğumuz var’ de
mişler, Walla’vı mutlu gördüklerine şaşırarak. ‘Bizimkilerden
alabilirsin.’ W alla ‘Ben taze kauçuk istiyorum’ demiş. Şaş
kın gözlerle onu izleyenlere gülmüş ve şöyle söylemiş: ‘Benim
le gelirseniz size onu ne için kullanacağımı gösteririm.’ H er
kes merakla onun peşine takılmış. W alla kauçuğu topladık
tan sonra onları dev kayaların olduğu vadiye götürmüş. Hep
birlikte en yüksek ağaca bir yer inşa etmişler ve W alla onlar
dan vadinin girişine çekilmelerini istemiş. En iyi arkadaşıyla
ağaca tırmanmış ve ikisi Bubbur’un adını haykırmış. Güneş
tepede yükselirken sesleri tüm vadide yankılanmış.
Yılan biraz sonra ortaya çıkmış. Sarı-kahverengi dev başı
sesin kaynağını bulmak için bir ileri bir geri sallanıyor muş.
Etrafında Moora’mn gördüğü yumurtalardan çıkmış bir do
lu küçük sarı-kahverengi yılan da varmış. W alla ve arkadaşı
topladıkları kauçuğu ufak toplar halinde yoğurmuş. Bubbur
onları ağaçta görünce ağzını açıp dilini çıkarmış ve onlara
doğru uzanmış. Güneş o anda tam tepedeymiş ve Bubbur’un
kırmızı-beyaz ağzına vuruyormuş. Bubbur saldırınca W alla
en büyük kauçuk topunu yılanın açılan ağzına fırlatm ış ve
kauçuk dişlerine yapışmış.
Bubbur yerde debelenmiş ama bir türlü ağzındaki kau
çuktan kurtulamıyormuş. W alla ve arkadaşı aynı şeyi kü
çük yılanlar için de yapmış ve çok geçmeden hepsi çeneleri
ni açamadığı için zararsız hale gelmiş. Ardından W alla diğer
erkekleri çağırmış ve hep birlikte hiçbirinin gözünün yaşma
bakmadan tüm yılanları öldürmüşler. Çünkü Bubbur kabi
lenin en güzel kızını öldürmüş ve yavruları da günün birin-
91
de onun kadar büyük olacakmış. O günden sonra o sarı-kah-
verengi Bubbur yılanı Avustralya’da nadir görülen bir tür ol
muş. Ama korkumuz yüzünden her geçen yıl kulaktan kula
ğa boyu ve kalınlığı artmış.”
Andrevv cin toniğini bitirdi.
“Peki bu hikâyeden çıkarılacak ders ne?” diye sordu Bir
gitta.
“Aşk ölümden daha büyük bir gizemdir. Bir de yılanlara
her zaman dikkat etmek gerekir.”
Andrevv içkilerin parasını ödedi, Harry’yi cesaretlendir
mek için sırtını sıvazlayıp gitti.
Moora
14
Bornoz
Harry gözlerini açtı. Pencerenin dışında yeni uyanan şeh
rin uğultusu yükseliyordu ve perde miskince tepesinde dal
galanıyordu. Yataktan kalkmadan geniş odanın diğer ucun
daki duvara asılmış garip şeye baktı, isveçli kraliyet çifti
nin resmine. Kraliçe sakin ve kendinden emin bir tebessüm
le poz verirken kral birisi sırtına bıçak dayamış gibi duruyor
du. Harry nasıl bir his olduğunu tahmin edebiliyordu. Bir ke
resinde ilkokulda zorla Kurbağa Prens'in prensini oynamıştı.
Bir yerden su sesi gelirken Harry onun yastığını kokla
mak için yatağın diğer tarafına döndü. Yastık kılıfında bir
denizanası dokunacı duruyordu; ya da uzun ve kızıl bir saç
teli. D agbladefin spor sayfasında gördüğü bir manşet geldi
akima: ERLAND JOHNSEN, MOSS FC - KIZIL SAÇLARI
VE UZUN TOPLARIYLA TANINIR.
Ne hissettiğini düşündü. Hafiflemişti. Bir tüy kadar hafif.
Öyle hafifti ki oynaşan perdelerin onu yataktan havalandı
rıp pencereden dışarı uçuracağından ve Sidney’in en kalaba
lık saatinde havada süzülürken üzerinde hiçbir şey olmadığı
nı fark edeceğinden korktu. Bu hafifliği önceki gece vücudun
dan çeşitli sıvılar boşaltmış olmasına bağladı. İçi o denli bo
şalmıştı ki birkaç kilo vermiş olabilirdi.
“Harry Hole, Oslo Emniyeti: Tuhaf fikirleri ve apış arasın
daki boş toplarıyla tanınır” diye mırıldandı.
9b
“Efendim?’ diye sordu, İsveççe konuşan bir ses.
Birgitta inanılmayacak kadar çirkin bir bornoz ve başına
türban gibi doladığı beyaz havluyla odada dikiliyordu.
“Ah, günaydın. Sen esk isin , sen özgürsün, sen dağlık k u
zeysin. Sen sessizsin, neşeli ve güzel! Selam olsun sana.s Ben
de şuradaki duvarda duran asi kralın resmine bakıyordum.
Sence de toprak kazmakla uğraşan bir çiftçi olsaymış daha
mutlu olmaz mıymış? Ona daha çok benziyor.”
B irgitta resm i inceledi. “H ayatta her zaman bizim için
doğru yeri bulamayabiliyoruz. Sen buldun mu mesela?” Ken
dini yatağa atıp H arry’nin yanma uzandı.
“Sabahın bu saati için ciddi bir soru. Cevaplamadan önce
senden şu bornozu çıkarmanı rica ediyorum. Sana kötü biri
gibi görünmeyi hiç istemesem de sanırım ilk aklımdan geçen,
bu şeyin ‘Hayatımda gördüğüm en kötü on giysi’ listeme giriş
yapmaya hak kazandığı oldu.”
Birgitta güldü. “Ben buna tutku katili diyorum. Dik kafalı
yabancı erkekler fazla sırnaşık olduğunda görevini fazlasıyla
yerine getiriyor.”
“Bu rengin bir adı var mıymış, hiç baktın mı? Şu anda
üzerinde renk paletinin daha önce keşfedilm em iş yeşil ve
kahverengi arası bilinmeyen bir tonu duruyor olabilir.”
“Sorumu geçiştirmeye çalışma, inatçı Norveç soytarısı se
ni!” B irgitta yastıkla kafasına vurdu ve kısa bir güreşin ar
dından altta kalan o oldu. H arry ellerinden sımsıkı tutup
bornozun kuşağını ağzıyla çözmeye çalıştı. B irgitta niyetini
anlayınca bağırdı ve bir dizini kurtarıp sertçe çenesine vur
du. H arry inleyip yana devrildi. Birgitta hemen dizlerini kol
larının üzerine koydu ve Harry’nin üzerine oturdu.
“Cevap ver!”
“Tamam, tamam, pes ediyorum. Evet, hayatımdaki yerimi
buldum. Görüp görebileceğin en iyi polisim. Evet, toprak kaz-
t. İsveç milli marjının ilk kıtasına ait sözler, (çn.)
97
mayı ya da balo gecelerinde balkonda dikilerek kalabalıklara
el sallamayı değil, kötü adamları yakalamayı kendim tercih
ediyorum. Ve evet, bunun sapıkça olduğunun farkındayım.”
Birgitta dudaklarına yapıştı.
“Bari dişlerini fırçalasaydın” dedi Harry, ısırılmış dudak
larıyla.
Birgitta arkaya eğilip gülerken Harry yeni bir fırsat kolla
dı. Başını kaldırdı ve kuşağı dişleriyle yakalayıp çözdü. Bor
noz genç kadının omuzlarından düştü ve Harry dönerek üste
çıktı. Teni duş yüzünden hâlâ sıcak ve nemliydi.
“İmdat! Polis!” diye bağırdı Birgitta, bacaklarını beline do
larken. Harry nabzının tüm vücudunda attığını hissetti.
Birgitta ‘Tardım edin!” diye fısıldadı ve Harry’nin kulağı
nı tutkuyla ısırdı.
Biraz sonra yatakta tavanı izliyorlardı.
“Keşke” dedi Birgitta.
“Evet?”
“Ah, yok bir şey.”
Kalkıp giyindiler. Harry saatine bakınca sabah toplantısı
na geç kaldığını fark etti. Evin kapısında dikildi ve kollarıy
la onu sardı.
“Ne için keşke dediğini biliyorum galiba” dedi. “Sana ken
dimden bahsetmemi istiyorsun.”
Birgitta başını Harry’nin boynuna dayadı. “Bunu sevme
diğinin farkındayım” dedi. “Hakkında bildiğim her şeyi sana
zorla söyletmişim gibi hissediyorum. Annen iyi kalpli, zeki
bir kadındı ve yarı Sami’ydi. Onu hâlâ özlüyorsun. Baban öğ
retmen ve sana söylemese de yaptığın işi sevmiyor. Bu dün
yada en çok sevdiğin kişiyse kız kardeşin ve senin tabirinle
‘ucundan’ Down sendromlu. Seninle ilgili her şevi bilmek ho
şuma gider. Ama gerçekten de içinden geliyorsa anlatmam
istiyorum.”
H arry boynunu okşadı. “Gerçek bir şey öğrenmek ister mi
sin? Bir sır?”
Birgitta başını salladı.
H arry “Sır paylaşmak insanları birbirine bağlar” diye fı
sıldadı saçlarına. “Bazıları bunu istemeyebilir.”
Bir süre holde konuşmadan öylece dikildiler. H arry derin
bir nefes aldı.
“ H a ya tım boyunca beni çok seven in san ların arasın
da oldum. Bana ne istediysem verdiler. Kısacası neden böy
le biri olduğumun açıklaması yok.” Harry saçlarına hafif bir
rüzgârın estiğini hissetti. Öyle yumuşaktı ki gözlerini kapa
mak zorunda kaldı. “Y an i neden alkolik olduğumun.”
Bunu vahşi bir sertlikte söylemişti. B irgitta kıpırdam a
dan ona sımsıkı sarıldı.
“N orveç’te bir devlet memurunun kapı dışarı edilmesi zor
dur. B ecerik sizlik bir neden değildir, tem b elliğin la fı bile
edilm ez ve am irini dilediğin kadar sömürmeni kimse dert et
mez. Doğrusunu söylemek gerekirse canının istediği hemen
her şeyi yapabilirsin; kanunlar seni çoğu şeyden korur. Ama
tek bir şey dışında. İçki içmek Emniyette mesaiye iki kere
den fazla alkollü gelmen derhal kovulman için yeterli bir se
beptir. V e benim bir dönem işe sarhoş geldiğim değil, gelme
diğim günleri saymak daha kolaydı.”
H arry geri çekildi ve Birgitta’yı tuttu. N e tepki vereceğini
görm ek istiyordu. Sonra onu yeniden kendine çekti.
‘"Yine de bir şekilde idare ediyordum, ne yaptığım ı tahmin
edenler de görmezden geliyordu. Aslında birinin beni çoktan
ihbar etm esi gerekirdi ama sadakat ve dayanışma teşkilat
ta oldukça fazladır. Bir akşam mesai arkadaşımla birlikte bir
adam la uyuşturucu cinayetiyle ilgili konuşmak için Holmen-
kollen Tepesi’ndeki bir apartmana gidiyorduk. Adam şüpheli
bile değildi ama binanın kapısında zile basarken arabasının
hızla garajdan çıktığını gördük ve kendi arabamıza atladığı-
99
mız gibi peşine takıldık. Tepeye mavi lamba koyduk ve saatte
yüz on kilometreyle Sörkedalsveien’e doğru inmeye başladık.
Yol bir sola bir sağa kıvrılırken kaldırım taşlarına çarptık.
Arkadaşım direksiyona geçebileceğini söyledi. Ama adamı ya
kalamaya o kadar odaklanmıştım ki teklifini reddettim.”
Sonrasında olanları raporlardan okumuştu Harry. Vin-
deren’de bir araba benzin istasyonundan çıkmıştı. Direksiyo
nunda ehliyetini yeni alan ve babasına sigara almaya giden
bir delikanlı vardı. Delikanlının aracı iki polisin bulunduğu
aracın çarpmasıyla parmaklıkları aşarak tren raylarına itil
miş, polislerin aracı iki dakika öncesine kadar beş altı kişi
nin beklediği bir otobüs durağını önüne katarak ancak rayla
rın diğer tarafındaki peronda durabilmişti. Harry’nin mesai
arkadaşı ön camdan fırlamış ve yirmi metre ileride, raylarda
bulunmuştu. Başı bir parmaklık direğine çarpmıştı. Darbe
nin etkisi öyle güçlüydü ki direğin üst kısmı eğilmişti. Kim
liğinden emin olmak için parmak izini karşılaştırmak zorun
da kalmışlardı. Diğer araçtaki çocuğun ise boynundan aşağı
sı felç olmuştu.
“Sunnas denen bir yerde onu ziyarete gittim” dedi Harry.
“Hâlâ günün birinde araba kullanmayı hayal ediyordu. Be
ni hurdaya dönmüş arabanın içinde bulduklarında kafata
sım çatlamıştı ve iç kanamam vardı. Birkaç gün yaşam des
tek ünitesine bağlı kaldım.”
Babası kız kardeşiyle birlikte onu birkaç sefer ziya
ret etmişti. Yatağın iki yanına oturup ellerini tutmuşlardı.
Harry’nin geçirdiği şiddetli sarsıntı yüzünden görüşü bozul
muştu ve bir şeyler okuması ya da televizyon izlemesi vaşak
tı. O yüzden babası ona kitap okumuştu. Sandalyesini yatağa
yaklaştırır, sesi yorulmasın diye en sevdiği yazarlar olan Si-
gurd Hoel ve Kjartan Flögstad’ın kitaplarını oğlunun kulağı
na fısıldayarak okurdu.
“Bir adamı öldürmüş, bir diğerinin hayatını mahvetmiş
tim; ama ona rağmen o yatakta sevgi ve özenli bir fedakârlık
görüyordum. Normal bir odaya alındığımda yaptığım ilk şey
se yan yatakta yatan adama kardeşinin bana bir şişe viski
alması için rüşvet vermek oldu.”
Harry duraksadı. Birgitta’nın nefesi sakin ve düzenliydi.
“Şoke mi oldun?” diye sordu Harry.
“Seni ilk gördüğüm anda alkolik olduğunu anlamıştım” di
ye yanıtladı Birgitta. “Babam da öyleydi.”
Harry ne diyeceğini bilemedi.
‘‘Sonrasını da anlatsana.”
“Sonrası sonrası Norveç emniyetini ilgilendiren konular.
Belki de anlatmasam daha iyi.”
“Am a Norveç’ten çok uzağız.”
H arry onu aceleyle kucakladı.
“B ir gün için yeterince kötü şey duydun” dedi. “Devamı
sonraki sefere. Şimdi gitmem gerek. Bu gece de Albury’ye ge
lip sana ayak bağı olsam sorun olur mu?”
B irgitta üzgün bir tebessümle gülümsedi. Harry onun ha
yatına gerektiğinden fazla yakınlaştığını biliyordu.
15
İstatistiksel anlamlılık
Harry odaya girince “Geç kaldın” dedi Watkins. Masasına
bir deste fotokopi kâğıdı bıraktı.
“Yol yorgunluğu. Yeni bir gelişme var mı?”
“Okuman gereken bazı şeyler var. Yong Sue birkaç eski
tecavüz vakası buldu. Kensington’la ikisi şu anda sunum ya
pıyor.”
Yong tepegöze saydam bir kâğıt koydu.
“Avustralya’da sadece bu sene beş binin üzerinde teca
vüz bildirilmiş. Açıkçası böyle bir yağından benzerlik çıkara
bilmek istatistik kullanmadan imkânsız. Bize somut, kısa ve
öz istatistikler lazım. Birinci anahtar kelime istatistiksel an
lamlılık. Başka bir deyişle, istatistiksel tesadüfle açıklana-
mayacak bir sisteme ihtiyacımız var. ikinci anahtar kelime
ise demografı.
İlk önce son beş sene içinde gerçekleşen ve ‘boğmak’ ya
da ‘boğulmak’ kelimelerini içeren çözülmemiş cinayet ve te
cavüzlerin raporlarını araştırdım. On iki cinayet, birkaç yüz
tane de tecavüz buldum. Sonra kurbanların on altıyla otuz
beş yaş arasında sarışın kadınlar olmaları ve doğu yakasın
da yaşamaları kriterini ekleyerek sayıyı azalttım. Pasaport
Müdürlüğü’nden aldığım saç rengine ilişkin resmi istatistik
ler ve veriler, bu grubun kadın nüfusunun yüzde beşinden az
bir kısmını oluşturduğunu gösteriyordu. Ona rağmen elimde
yedi cinayet ve kırktan fazla tecavüz vardı.”
'OJ
Yong tepegöze yüzdeler ve çubuk grafikler gösteren baş
ka bir saydam kâğıt koydu. Yorumda bulunmadan diğerleri
nin okumasını bekledi. Uzun bir sessizlikten sonra ilk konu
şan VVatkins oldu.
“Bu, şey mi demek oluyor?..”
“H ayır” dedi Yong. “Daha önce bilm ediğim iz yeni bir şey
söylemiyor. Rakamlar oldukça belirsiz.”
“Am a hayal edebiliriz” dedi Andrew. “M esela sistematik
olarak sarışın kadınlara tecavüz eden ve daha az sistematik
bir şekilde onları öldüren biri olduğunu hayal edebiliriz. Elle
riyle kadınların boğazını sıkmaktan hoşlanan biri.”
Herkes bir anda konuşmaya başlayınca Watkins susmala
rı için ellerini kaldırdı.
ilk söz alan Harry oldu. “Bu ilişki neden daha önce bulun
mamış? Aralarında bağlantı olabilecek yedi cinayet ve kırkla
elli arasında tecavüzden bahsediyoruz.”
Yon g Sue om uzlarını silkti. “Tecavüz ne yazık ki Avust
ra lya ’da her gün görülen bir olay; belki o yüzden senin dü
şündüğünün aksine öncelik verilmiyordur.”
H arry hak verir gibi başını salladı. Norveç’in de bu konu
da gurur duyulacak bir yanı yoktu.
“Ayrıca tecavüzcülerin çoğu kurbanlarını yaşadıkları şe
hirden ya da bölgeden seçer ve olaydan sonra oradan kaç
maz. Bu yüzden standart tecavüz vakaları arasında sistema
tik bir uyum bulunmaz. Benim istatistiklerim i oluşturan va
kalardaki sorun da coğrafi yayılım oldu.”
Yong, yer isim leri ve tarihlerin olduğu listeyi işaret etti.
“Bir tanesi Melbourne’da, ondan bir ay sonra Cairns’te ve
b ir hafta sonra N ew castle’da. İk i aydan kısa bir sürede üç
farklı eyalette gerçekleşen tecavüzler. Failler bazen kar mas
kesi, bazen maske, en az birinde naylon çorapla yüzünü giz
lem iş. B irkaçında da kadınlar tecavüzcüyü hiç görmemiş.
O lay m ahalleri karanlık arka sokaklardan parklara, farklı
farklı yerler. Kurbanların kimisi zorla arabaya bindirilmiş,
kimisinin gece evine girilmiş. Yani sizin anlayacağınız, sarı
şın olmaları, boğulmaları ve kimsenin polise adamın eşkâlini
verememiş olması dışında aralarında bir benzerlik yok. Şey,
aslında bir tane daha var. O da cinayetlerin aşırı titizlikle
işlenmiş olması. Maalesef öyle Katil her kimse muhteme
len kurbanlarını yıkıyor ve kendine ait tüm izleri yok ediyor:
parmak izleri, sperm, giysi lifleri, saç teli, kurbanların tır
naklarının altında kalan deri ve başka ne varsa. Ama bunun
dışında vakaları bir seri katille bağdaştırabileceğimiz başka
bir şey yok. Ne alışılmadık bir işaret, ne ritüel, ne de polisle
re ‘Ben buradayım’ diyen bir not. İki ayda üç tecavüzden son
ra bütün seneyi sakin geçirmiş. Bildirilen başka tecavüzlerin
arkasında da o yoksa tabii. Ama bunu bilemeyiz.”
“Peki ya cinayetler?” diye sordu Harry. “Onlardan hiçbir
şey çıkmıyor mu?”
Yong başını iki yana salladı. “Dediğim gibi, coğrafi dağılım.
Brisbane polisi cinsel saldırıya uğramış bir ceset bulduğunda
ilk arayacakları yer Sidney olmaz. Cinayetler o kadar geniş bir
zaman aralığına yayılmış ki net bir bağlantı bulabilmek zor.
Sonuçta boğmak tecavüz vakalarında sık görülen bir durum.”
“Avustralya’da tam donanımlı bir federal polis teşkilatınız
yok mu?” diye sordu Harry.
Masadaki yüzler güldü. Harry konuyu değiştirdi.
“Eğer bu bir seri katilin işiyse”
“cinayetler arasında ortak bir düzen, bir fikir olmalı" di
yerek onu tamamladı Andrevv. “Ama bunda öyle bir şey yok,
değil mi?”
Yong tekrar başım salladı. “Bunca yıldır birkaç polis orta
da bir seri katilin dolaştığı ihtimalini düşünmüş olmalı. Bü
yük ihtimalle arşivlerden eski dosyaları çıkartıp karşılaştır
mışlardır ama farklılıklar bu şüphelerini d^steklenun
kadar çok çıkmıştır.”
“Bu bir seri katilse öyle ya da böyle içinde yakalanma ar
zusu olmaz mıydı?” diye sordu Lebie.
W atkins boğazını temizledi. Bu onun özel ilgi alanıydı.
“O dediğin ancak cinayet romanlarında olur” dedi. “K atil
yaptığı eylem lerle bir yardım çağrısında bulunur; bilinçaltın
da birilerinin ona engel olmasını istediği için arkasında şif
reli küçük m esajlar ya da kanıtlar bırakır. Bazen gerçekten
de bunu yapanlar olur. Am a ne yazık ki seri katillerin çoğu
diğer insanlar gibidir; yakalanmak istemezler. Karşım ızdaki
gerçekten bir seri katilse bize işim izi kolaylaştıracak pek bir
şey bırakmamış. Burada canımı sıkan bazı noktalar var”
Yüzünü buruşturdu ve sararmış üst dişlerini gösterdi.
“Birincisi, kurbanların sarışın olmaları ve boğulmaları dı
şında cinayetlerde herhangi bir benzerlik görünmüyor. Bu
bize her cinayeti öncekilerden fark lı olması gereken bir sa
nat eseri gibi bağımsız eylemler olarak gördüğünü ya da hep
sinin arasında henüz keşfedemediğimiz bir örüntü olduğunu
söyleyebilir. Fakat aynı zamanda cinayetlerin plansız, hatta
bazı durumlarda mecburiyetten işlendiği anlam ına da gele
bilir. Örneğin kurbanın yüzünü görmesi, direnmesi, yardım
için bağırm ası ya da beklemediği bir şeyin olması gibi.”
“Kim bilir, belki de sadece aleti kalkmadığında öldürüyor-
dur?” dedi Lebie.
“B elki de bu vak aları birkaç psikologa gösterm em iz ge
rekiyor” diye karşılık verdi Harry. “Bize yardım cı olacak bir
profil çıkarabilirler.”
“B elki de” dedi Watkins. Başka düşüncelere kapılm ış gi
biydi.
“İkincisi ne, amirim?” diye sordu Yong.
“Ne?” Watkins geri döndü.
“Birincisi dediniz. Canınızı sıkan ikinci şey ne?”
“Aniden durması” dedi W atkins. “Tam am en fizik sel ne
denler yüzünden olabilir elbette. Seyahate çıkması ya da has-
talanması gibi. Ama binlerinin bir yerden bağlantı bulacağı
nı hissettiği için de olabilir. O yüzden bir süreliğine durmuş
tur. İşte böyle!” Parmaklarını şıklattı. “Böyle bir durumda
demektir ki gerçekten tehlikeli bir adamla karşı karşıyayız.
Disiplinli, kurnaz ve daima artarak sonunda çoğu seri katili
ele veren o yok edici tutkulardan beslenmeyen biri. Her adı
mını hesaplayarak atan ve bu gidişle esaslı bir katliam yapa
na kadar yakalamamızın zor göründüğü akıllı bir katil. Tabii
sonunda yakalayabilirsek.”
“Şimdi ne yapacağız?” diye sordu Andrew. “Emeklilik ya
şı gelmemiş tüm sarışınlara akşamları evden çıkmamalarını
mı söyleyeceğiz?”
“Bunu yaparsak kendini daha da gizler ve hiç bulamayız”
dedi Lebie. Eline bir çakı almış, titizlikle tırnaklarını temiz
liyordu.
“O zaman Avustralya’daki tüm sarışınları kaderine terk
edip bu herife yem mi edeceğiz?” diye sordu Yong.
“Kadınlara dışarı çıkmamalarını söylemenin anlamı ol
maz” dedi Watkins. “Bir kurban arıyorsa elbet bulur. Sonuç
ta iki eve zorla girmiş birinden bahsediyoruz. Unutun gitsin.
Tam tersi, onu ortaya çıkarmamız gerekiyor.”
“İyi de nasıl? Adam koca ülkenin dört yanını dolaşıyor ve
sonraki hedefinin kim olacağını kimse bilmiyor. Rastgele bi
nlerine tecavüz edip öldürüyor.” Lebie tırnaklarına bakarak
konuşuyordu.
“Yanılıyorsun” dedi Andrew. “Rastgele davranan biri bu
kadar uzun süre yakalanmamayı başaramaz. Bir düzeni ol
malı. Her zaman bir düzen vardır. Bunu planladığı için değil,
insan alışkanlıklara sahip bir canlı olduğu için. Benim, se
nin ve o tecavüzcünün arasında hiçbir fark yok. Sadece onun
alışkanlıklarını bulmamız gerekiyor, hepsi bu.”
“Adam manyağın teki” dedi Lebie. “Bütün seri katiller şi
zofren değil mi zaten? Onlara öldürmesini söyleyen sesler fa
lan duymuyorlar mı? Ben Harry’yle aynı fikirdeyim. En iyisi
bir tane deli doktoru bulalım.”
Watkins boynunu kaşıyordu. Aklı karışmış gibiydi.
“Psikolog bize seri katillerle ilgili çok şey söyleyebilir ama
aradığımızın bu olduğu bile henüz kesin değil” dedi Andrew.
“Tam yedi cinayet. Ben buna seri cinayet derim” dedi Lebie.
“Bakın” dedi Andrew, masaya abanıp iri ve siyah ellerini
havaya kaldırarak. “Bir seri katil için cinsel ilişki cinayetten
sonra gelir. Cinayetsiz bir tecavüzün hiçbir anlamı olmaz. Bi
zim adamımız içinse tecavüz daha önemli. Cinayet işlediği
vakalarda Komiser Watkins’in söylediği gibi somut nedenler
olmalı. Belki yüzünü gören kurbanlar vardı ve onu ifşa ede
bilirlerdi.” Andrew duraksadı. “Ya da kim olduğunu biliyor
lardı.” Ellerini indirdi ve önüne koydu.
Köşedeki vantilatör gıcırtıyla çalışıyordu ama hava her
zamankinden daha da basıktı.
“Bu istatistikler oldukça iyi” dedi Harry, “ama kendimizi
fazla kaptırmamalıyız. Inger Holter cinayetinin diğerleriyle
ilgisi olmayabilir. Veba çağında bildiğimiz zatürreeden ölen
insanlar da vardı sonuçta, değil mi? Evans W hite’ın bir se
ri katil olmadığını varsayalım. Ortalıkta dolaşarak sarışınla
rı öldüren başka bir adamın olması, Inger Holter’i öldürenin
Evans W hite olmayacağı anlamına gelmez.”
W atkin s “Karm aşık bir açıklama ama seni anlıyorum,
H oly” dedi ve konuyu toparladı: “Pekâlâ millet, bir tecavüz
cüyü ve olası, tekrar ediyorum, ola sı bir seri katili arıyo
ruz. Soruşturmayı genişletip genişletmeyeceğimizin kararı
nı M cCormack’e bırakacağım. Bu sırada biz de şu an yaptı
ğım ız işlere döneceğiz. Kensington, bildireceğin yeni bir şey
var mı?”
“ H oly sabah toplantısını kaçırdığı için tekrar edeyim.
Robertson’la, yani Inger Holter’in şu muhteşem ev sahibiy
le konuştum ve Evans White adı ona bir şey çağrıştırıyor mu
diye sordum. Çağrıştırmış olacak ki aklındaki sis perdesi ge
çici de olsa havalanır gibi oldu. Bu öğleden sonra tekrar ziya
rete gideceğiz. Bir de Nimbin’deki şerif aradı. Angelina Hutc-
hinson denen şu kadın, Inger Holter bulunmadan önce iki ge
ce Evans White’m evinde kaldığını doğrulamış.”
Harry bir küfür salladı.
Watkins ellerini çırptı. “Tamamdır, herkes işinin başına”
dedi. “Şu piç kurusunu yakalayahm haydi.”
Ne var ki ağzından çıkan kelimeler çok da inandırıcı ol
madı.
16
Balık
Harry köpeklerin kısa süreli hafızasının ortalama üç sani
ye olduğunu ama tekrar eden bir uyarıcıyla bu sürenin kay
da değer ölçüde uzatılabildiğini duymuştu. “Pavlov’un köpe
ği” tabiri, Rus psikolog Ivan Pavlov’un köpeklerin sinir sis
teminde şartlı refleksleri incelemek için yaptığı deneylerden
geliyordu. Uzun bir dönem boyunca köpeklere her yemek ve
rişinde özel bir uyarıcı sinyal de vermişti. Günün birinde ise
uyarıcıyı yemek olmadan kullanmış ve buna rağmen köpek
lerin pankreası ve midesi yemek sindirmek için ürettikleri sı
vıyı yine üretmişti. Çok şaşırtıcı bir sonuç değildi belki; ama
bu deney Pavlov’a Nobel Ödülü’nü getirmişti yine de. Tekrar
lanan uyarıcılardan sonra bedenin “hatırlayabildiği” böylece
kanıtlanmıştı.'
Andrew birkaç gün içerisinde Robertson’m Tasmanya ca
navarını isabetli bir tekmeyle ikinci kez çitlere gönderdiğin
de, bu tekmenin hayvanın akimda ilkinden daha uzun kala
cağını kestirmek zor değildi. Köpek bir daha bahçe kapısının
dışında tanımadığı ayak sesleri duyarsa o minik şeytani bey
ni yaygara koparmasını emretmeyecek, onun yerine belki de
kaburgaları sızlamaya başlayacaktı.
Robertson onları mutfağa aldı ve bira ikram etti. Andrew
bira teklifini kabul etti ama Harry geri çevirerek bir bardak
madensuyu rica etti. Robertson istediğini veremeyince de bir
sigara yakarak idare etmeyi düşündü.
“Kusura bakmayın” dedi Robertson, Harry cebinden pa
keti çıkardığında. “Evimde sigara içirmiyorum. Sigara sağlı
ğa zararlı.” Bunu dedikten sonra bir dikişte birasının yarısı
nı bitirdi.
“Demek sağlığınıza önem veriyorsunuz?” diye sordu Harry.
“Elbette” dedi Robertson, kinayeye aldırış etmeyerek.
“Bu evde ne sigara içiyoruz, ne de balık ve et yiyoruz. Sade
ce temiz hava soluyup doğanın bize verdiklerinden faydala
nıyoruz.”
“Köpeğiniz için de geçerli mi bu?”
“Köpeğim en son yavruyken et ve balık yedi” dedi Robert
son, gururlu bir sesle. “Gerçek bir lakto-vejetaryendir.”9
“Neden huysuz olduğu anlaşıldı” diye mırıldandı Andrew.
“Anladığımız kadarıyla Evans White’ı tanıyormuşsunuz,
Bay Robertson. Bize onunla ilgili ne söyleyebilirsiniz?” de
di Harry, not defterini çıkararak. Hiçbir şey karalayası yok
tu ama deneyimlerine göre insanlar not defterini gördüğünde
anlattıklarının daha önemli olduğunu hissediyordu. İsteme
den de olsa daha dikkatli konuşuyor, tarihler, isimler ve yer
ler gibi bilgilerin tümünün doğru ve eksiksiz olmasına özen
gösteriyordu.
“Memur Kensington aradı ve burada yaşarken Inger Hol-
ter’i kimlerin ziyaret ettiğini sordu. Ben de odasına girdiğim
de duvara tutturulmuş fotoğrafı gördüğümü ve kucağında
bebek tutan delikanlıyla daha önce karşılaştığımı hatırladı
ğımı söyledim.”
“Gerçekten mi?”
“Evet, o çocuk bildiğim kadarıyla buraya iki kere gel
di. İlkinde Inger’in odasına kapandılar ve neredeyse iki gün
çıkmadılar. Inger nasıl desem, bayağı gürültü çıkarıyor
du. Komşulardan çekinmeye başladım ve ikisi rahat hisset
sin diye yüksek sesle müzik açtım. İkisi dediğim, Inger’le o
9. Süt ve süt ürünleri tüketen vejetaryen, (ç.n.)
1 10
çocuk, yani. Gerçi hiç rahatsız olmuş gibi bir halleri yoktu.
İkinci gelişinde ise çok az kaldı ve hiddetle dışarı çıktı.”
“Kavga mı ettiler?”
“Sanırım öyle. Inger ne kadar pislik biri olduğunu o sür
tüğe anlatacağını bağırıyordu arkasından. Bir de planlarını
adamın birine söyleyeceğini.”
“Adamın biri mi?”
“Bir isim söyledi ama hatırlamıyorum.”
“Peki sürtük dediği kim olabilir?” diye sordu Andrevv.
“Kiracılarım ın özel hayatına karışmamaya çalışırım, me
mur bey.”
“Bira harikaymış, Bay Robertson. Sürtük kim?” diye sor
du Andrew, yaşlı adamın az önce söylediğini umursamadan.
“Şey, mesele de bu işte.” Robertson tereddüt ederken göz
leri gergin bir halde Andrew’dan H arry’ye kaydı. Gülümse
meye çalıştı. “Sanırım bu kadın dosya için önemli, değil mi?”
Soru havada asılı kaldı ama çok sürmedi. Andrew birasını
sertçe masaya bıraktı ve Robertson’m yüzüne yaklaştı.
“ Çok fazla televizyon izliyor olmalısınız, Bay Robertson.
M asaya yüz dolar koyup etrafı kolaçan ederek size doğru
iteceğim i, kulağım a bir isim fısıldayacağınızı ve başka hiç
bir şey söylemeden ayrı yönlere gideceğimizi düşünüyorsu
nuz herhalde. Gerçek dünyada buraya bir ekip arabası çağı
rırım , sirenler eşliğinde derhal buraya gelir, sizi kelepçele
yip dışarı çıkarırlar ve ne kadar utandığınıza aldırış etm e
den komşularınız seyrederken arabaya bindirirler. Sonra si
zi merkeze götürür ve bize bir isim söyleyene ya da avukatı
nız gelene kadar şüpheli olarak nezarette tutarız. Hatta en
kötü senaryoda bir cinayetin çözülmemesi için bilgi sakla
m akla suçlanırsınız. Bu da sizi haliyle suç ortağı yapar ve
altı yıl hapis cezası vardır. Böyle olsun ister misiniz, Bay
Robertson?”
Robertson’m yüzü soldu ve ağzı ses çıkarmadan iki kez
açılıp kapandı. Yem beklerken yemin kendisi olduğunu yeni
fark eden akvaryumdaki bir balığı andırdı bu hali.
“Ben ben bunu demek”
“Son kez soruyorum. Sürtük kim?”
“Sanırım fotoğraftaki resimdeki kadın”
“Hangi resim?”
“Inger’in odasında asılı olan. Inger’in ve çocuğun arkasın
da dikiliyor. Kafasında saç bandı olan ufak tefek, esmer ka
dın. Onu hatırlıyorum çünkü iki hafta kadar önce buraya ge
lip Inger’i sordu. Inger’i çağırdım, sonra da ikisi kapıda bir
şeyler konuştular. Sesleri giderek yükseldi ve resmen birbir
lerinin üzerine yürüdüler. Ardından kapı var gücüyle kapan
dı ve Inger ağlayarak odasına çıktı. O günden sonra da onu
bir daha görmedim.”
“Rica etsem bana o fotoğrafı getirir misiniz, Bay Robert
son? Fotokopisi ofiste kaldı.”
Nedense yardımsever bir adama dönüşen Robertson he
men Inger’in odasına fırladı. Geri geldiğinde Robertson’m fo
toğraftaki hangi kadından bahsettiğini anlaması Harry’nin
bir saniyesini aldı.
“Onunla konuşurken yüzü bir yerden tanıdık geliyordu
zaten” dedi Harry.
“Bu bizim Ana Yüreği’miz değil mi?” diye sordu Andrew,
şaşkınlıkla bağırarak.
“Gerçek adının Angelina Hutchinson olduğuna bahse gire
rim.”
Dışarı çıktıklarında Tasmanya canavarı ortalarda yoktu.
“Neden mahallenin devriye polisiymişsin gibi herkes sana
memur bey diyor, hiç düşündün mü dedektif?”
“Güven veren kişiliğimden olsa gerek. Memur bey sence de
daha babacan değil mi?” diye cevap verdi Andrew, memnun
bir tavırla. “Hem onları bozmaya gönlüm elvermez.”
/ 12
“Sen kocaman, sevimli bir oyuncak ayısın” diyerek güldü
Harry.
“Daha çok koala diyelim.”
“Altı vıl hapis, ha? Yalancı seni.”
“Aklıma ilk o geldi” dedi Andrew. “Ne yapsaydım?”
17
Terra Nullius
Sidney’e bardaktan boşanırcasına yağmur yağıyordu.
Damlalar asfaltı dövüp evlerin duvarlarını yıkamış ve taş
çatlasa bir dakika içerisinde kaldırımların kenarından akan
nehirler oluşturmuştu, insanlar suların içinde bata çıka ken
dilerine sığınacak bir yer arıyordu. Kimileri sabahki hava
tahminini dinlemiş olacak ki çıkarken yanlarına şemsiye al
mışlardı. Şimdiyse o şemsiyeler caddelerde büyük ve renkli
mantarlar gibi bir bir çoğalıyordu. Andrew ile Harry araba
nın içinde Hyde Park’m yanındaki William Caddesi’nin tra
fik ışıklarında bekliyordu.
“Geçen gece Albury’ye girerken parkta gördüğümüz adamı
hatırlıyor musun?” diye sordu Harry.
“Green Park’taki mi?”
“Sana selam verdi ama onu görmezden geldin. Neden?'’
“Çünkü onu tanımıyordum.”
Andrew yeşil yanar yanmaz gaza abandı.
Harry içeri girdiğinde Albury sakindi.
“Erkencisin” dedi Birgitta. Temiz bardakları raflara dizi
yordu.
“Etraf kalabalıklaşmadan servisin daha iyi olacağını dü
şündüm.”
“Merak etme, her zaman herkese servis yaparı*.” Birgitta
Harry’nin yanağını sıktı. “Eee, ne alırsın?"
1 14
‘'Sadece kahve."
“Müessesemiziıı ikramı olsun.”
“Teşekkürler, bir tanem.”
B irgitta güldü. “Bir tanem mi? Babam anneme derdi bu
nu.” Bir tabureye oturdu ve barın üzerinden Harry’ye uzan
dı. “Ayrıca daha tanışalı bir hafta bile olmamış bir adam sev
gi sözleri sarf etmeye başlamışsa sanırım bundan korkmam
gerek.”
H arry onun kokusunu içine çekti. Bilim insanları beyin
deki koku korteksinin, sinirlerden gelen sinyalleri bilinçli bir
koku duyusuna nasıl dönüştürdüğünü hâlâ tam olarak çö
zem edi ve H arry de bununla pek ilgilenmiyordu. Tek bildi
ği. B irgitta yı kokladığı zaman zihninde ve bedeninde bir sü
rü şeyin harekete geçtiğiydi; gözkapaklarınm hafif kapanma
sı, ağzının kulaklarına varması ve moralinin bir anda tavan
yapması gibi.
“M erak etme” dedi. ‘“Bir tanem’ daha çok evcil hayvanlara
verilen zararsız bir isim.”
“H ayvanlara hâlâ böyle isimler taktıklarını bilmiyordum.”
“ Evet, takıyorlar. M esela ‘aşkım’ da var. ‘Tatlım .’ Hatta
‘balım ’ bile diyorlar.”
“P ek i zararlı olanlar hangileri?”
“ Eee, aşkito epey zararlı örneğin” dedi Harry.
“Ne?”
“Aşkito. Y a da minnoşum. Bilirsin işte, oyuncak ayıyı çağ
rıştıran isim ler. Bunlarda önemli olan kulağa sıradan ve ruh
suz gelm em eleri. Daha özel ve samimi olsun diye tercih edili
yorlar. B ir de genellikle genizden söyleniyorlar. Bebek sesiy
le konuşanlar gibi. İnsana duyunca bile hafakanlar basıyor.”
“Verebileceğin başka örnekler de var mı?”
“Kahvem e ne oldu benim?”
B irgitta elindeki bezle ona vurdu. Ardından büyük bir ku
paya kahve koydu. Barın arkasında sırtı dönük dikilirken
Harry uzanıp saçlarına dokunmamak için kendini zor tuttu.
Birgitta ona kahvesini verdi ve içerisi hareketlenme
ye başladığından başka bir müşteriyle ilgilenmeye gitti.
Harry’nin dikkatini bardaki rafların tepesinde asılı duran te
levizyonun sesi çekti. Harry haber bülteninde gösterilen ha
berin, bir Aborijin topluluğunun kendisi için bazı toprak hak
ları talep etmesiyle ilgili olduğunu geç de olsa anladı.
yeni yürürlüğe giren yerli hakları yasasına dayandırı
lıyor” dedi sunucu.
Arkadan “Sonunda adalet yerini buluyor” diyen bir ses
duydu Harry.
Arkasını döndü. Kaba hatları ve sarı peruğuyla tepesinde
dikilen uzun bacaklı, yüzü pudralı kadını ilk görüşte tanıya
madı. Ama sonra geniş burnunu ve ayrık dişlerini hatırladı.
“Palyaço!” diye bağırdı. “Otto”
“Adım Otto Rechtnagel, Yakışıklı Harry ekselansları. To
puklu ayakkabıların da sorunu bu işte. Erkeğimin benden kı
sa olması aslında tercih ettiğim bir durum değil. Eşlik edebi
lir miyim?” Biraz zorlansa da Harry’nin yanındaki tabureye
oturabildi.
“Ne içersin?” diye sordu Harry, Birgitta’yla göz göze gel
meye çalışarak.
“Merak etme, o bilir” dedi Otto.
Harry’nin uzattığı sigarayı hiçbir şey söylemeden aldı ve
pembe ağızlığa yerleştirdi. Harry bir kibrit çakıp uzattı. Otto
sigarasını yakarken çökük yanakları ve kışkırtıcı bakışlarıyla
Harry’yi izledi. Kısa elbisesi, naylon çoraplı dar kalçalarına
yapışmıştı. Harry bu aldatıcı görünüşün küçük bir başyapıt
olduğunu kabullenmek zorunda kaldı. Otto bu kadın kıyafet
lerinin içinde şimdiye dek tanıştığı kadınların çoğundan da
ha dişiydi. Harry gözlerini ondan alarak televizyona çevirdi.
“Adalet yerini buldu derken ne kastediyorsun?”
“Terra Nullius’u hiç duymadın mı? Eddv Mabo yu9”
lifi
Harrv başım iki yana salladı. Otto dudaklarını araladı ve
yavaşça yukarı yükselen iki kalın duman halkası çıkardı.
‘T erra Nullius komik ve basit bir terim. İngilizler buraya
geldiklerinde ve Avustralya’da çok fazla işlenmiş toprak gör
mediklerinde bulmuşlar bu adı. Aborijinler günlerinin yarısı
nı patates tarlalarında geçirmediği için İngilizler onları kü
çük görüyormuş. Oysa Aborijin kabileleri doğayı onlardan
daha iyi tanıyormuş. Hangi mevsim olursa olsun yemek ne
redeyse oraya gidiyor ve bolluk içinde yaşıyorlarmış. Ama gö
çebe oldukları için İngilizler bu toprakların onlara ait olma
dığına karar vermişler. Bu arazileri Terra Nullius, yani sa
hipsiz topraklar ilan etmişler. Terra Nullius ilkelerine göre
de bu araziler için Aborijinlerin fikrini bile sormadan tapu
çıkartıp kıtaya ayak basan yerleşimcilere vermekte sakınca
görmemişler. Böylece Aborijinler kendilerinin olan topraklar
üzerinde bir daha hak iddia edememiş.”
Birgitta, Otto’nun önüne kocaman bir margarita koydu.
“Birkaç sene önce Torres Strait Adaları’ndan Eddy Ma-
bo adında bir adam, Terra Nullius ilkesine itiraz ederek ve
o zam anlar o toprakların Aborijinlerin elinden kanunsuz
bir şekilde alındığını öne sürerek düzene meydan okudu.
’de Yüksek Mahkeme adamın görüşlerini kabul etti ve
Avustralya’nın o dönemde Aborijin halkına ait olduğunu du
yurdu. Mahkeme, beyazlar gelmeden önce yerli nüfusun ya
şadığı ya da kullandığı arazileri Aborijinlerin geri isteyebile
ceğine karar verdi. Haliyle çok sayıda beyaz insan arsalarını
kaybetme korkusuyla ortalığı ayağa kaldırdı.”
“Peki şu anda durum ne?”
Otto kenarları tuzlanmış kokteyl kadehinden büyük bir
yudum aldı, sirke içmiş gibi yüzünü ekşitti ve içtiği şeyi kü
çümser bir ifadeyle dikkatlice ağzını sildi.
“Mahkeme kararı ortada. Yerli hakları yasası da duruyor.
Ama fazla despot olmayacak şekilde uygulanıyor. Bir sabah
uyandığında tarlasına el konulduğunu gören çiftçiler falan
yok. Yani o panik havası giderek azalıyor.”
Burada bir bar taburesinde oturmuş, Avustralya siyaseti
anlatan kadın görünümlü bir erkeği dinliyorum, diye geçirdi
aklından Harry. Yıldız Savaşları'mn bar sahnesindeki Har-
rison Ford gibi rahat hissetti kendisini.
H a b e rle r pazen göm lek li ve deri şapkalı gülüm seyen
A vustralyalIların olduğu bir reklamla bölündü. Görünüşe gö
re en büyük ö ze lliği “A vu stralyalI olmakla gururlanan” bir
bira m arkasını tanıtıyorlardı.
“Haydi o zaman, Terra Nullius’un şerefine” dedi Harry.
“Şerefe, yakışıklı. Ay, neredeyse unutuyordum. Yeni gös
terimiz Bondi Plajı’ndaki St George Tiyatrosu’nda olacak.
Andrew’a ve sana gelip izlemenizi emrediyorum. İsterseniz
yanınızda bir arkadaşınızı da getirebilirsiniz. Tüm alkışları
nızı benim numaralarıma saklarsanız sevinirim.’*
Harry başını eğdi ve Otto’nun serçeparmağım havaya kal
dırarak tuttuğu üç bilet için teşekkür etti.
18
Pezevenk
H arry, A lb u ry ’den K in g ’s Cross’a çıkmak için Green
P a rk ’tan geçerken gözleri ister istemez gri renkli Aborijin
adamı aradı ama o akşam park lambalarının cılız ışığı altın
daki banka oturan sarhoş beyaz bir çift dışında kimse yoktu.
Gündüz saatlerindeki bulutlar dağılmıştı, gökyüzü açık ve
yıldızlıydı. Yolda tartışan iki adam vardı. Kaldırımın iki ta
rafında birbirlerine bağırarak dikildikleri için Harry ortala
rından yürümek zorunda kaldı. Biri diğerini tiz ve ağlamak
lı bir sesle “Bütün gece dışarıda gezeceğini söylememiştin
am a!” diyerek azarlıyordu.
B ir V ietn am restoranının dışında garson kapının kasa
sına dayanarak sigara içiyordu. Şimdiden yorulmuş gibi bir
hali vardı. K in g’s Cross’a yönelmiş araba ve insan kuyrukları
yavaşça Darlinghurst Caddesi boyunca ilerliyordu.
An drew , Baysw ater Caddesi’nin köşesinde domuz sucuğu
yiyerek dikiliyordu.
“İşte geldin” dedi. ‘T a m saatinde. Sapma kadar Alman’sm.”
“A m a Alm anlar”
“ E vet, A lm a n la r Tötondur. Am a siz de kuzeyli bir Cer
m en boyundan geliyorsunuz. Tipiniz bile aynı. Kendi soyunu
inkâr etmiyorsun, değil mi?”
H a rry ona aynı soruyla karşılık vermek istedi ama kendi
ni tuttu.
I 19
Andrew neşeli bir günündeydi. “Haydi, tanıdığım birine
gidelim” dedi.
Atasözündeki iğneyi samanlığın en ortasında, yani Dar-
linghurst Caddesi’ndeki hayat kadınlarının arasında arama
ya karar verdiler. Onları bulmak zor olmadı. Harry'nin bir
kaçına göz aşinalığı vardı artık.
“Mongabi, adamım, işler nasıl gidiyor?’’ Andrevv durdu ve
dar takım elbiseli, bol mücevherli koyu tenli bir adamı sa
mimi bir şekilde selamladı. Adam ağzını açınca altın dişleri
parladı.
“Tuka, azgın boğa seni! İşler iyi sayılır.”
Adamın bir pezevenge ancak bu kadar benzeyebileceğim
düşündü Harry.
“Harry, seni dostum Teddy Mongabi’yle tanıştırayım.
Kendisi Sidney’in en fena pezevengidir. Bu mesleği yirmi yıl
dır yapıyor ve hâlâ caddelerde kızlarıyla müşteri kovalıyor.
Bu işler için artık yaşlanmadın mı, Teddy?”
Teddy kollarını kaldırıp sırıttı. “Burayı seviyorum, Tuka.
Bu işin kalbi burada atıyor. Masada oturmaya başlarsan çok
geçmeden bakış açını ve kontrolünü kaybedersin. Ve bu ca
miada kontrol her şeydir. Hem kızları, hem müşterileri kont
rol etmen gerekir. İnsanlar köpek gibidir. Kontrol edilmeyen
köpek mutsuz köpektir. Ve mutsuz köpek ısırır.”
“Haklısın, Teddy. Dinle, kızlarından biriyle biraz laflamak
istiyorum. Kötü bir adamı arıyoruz da. Buralarda da pis işler
çevirmiş olabileceğinden şüpheleniyoruz.”
‘Tamam, kiminle konuşmak istiyorsun?”
“Sandra burada mı?”
“Birazdan gelir. Başka bir şey yapmak istemediğinden
emin misin? Yani laflamak dışında?”
“Yok, sağ ol, Teddy. Biz Palladium’da olacağız. Uğraması
nı söyler misin?”
Palladium’un dışında bir görevli, caddeden gt\t*n kaU-
I 20
balığı müstehcen laflarla ayartıp içeri sokmaya çalışıyordu.
Andrevv’u görünce yüzü güldü. Andrevv adamla iki çift laf etti
ve gişeye uğramadan doğru içeri alındılar. Dar bir merdiven
den aşağı inince bir avuç erkeğin masalarda oturup sonraki
gösteriyi beklediği loş bir striptiz kulübünün bodrumuna gel
diler. Arkalarda boş bir masaya geçtiler.
“Buralarda herkesi tanıyor gibisin” dedi Harry.
“Beni tanıması gereken ve benim tanımam gereken herke
si. Oslo’da da polisle yeraltı dünyası arasında böyle tuhaf bir