silikon parmaklık gitar çalanlar için / Jo Nesbo Yarasa | PDF

Silikon Parmaklık Gitar Çalanlar Için

silikon parmaklık gitar çalanlar için

J»9/»A»W0d
NESBO
» N e s b o ’ n u n ü n lü ı

' H o le ’ u n s o l a k s o lu ğ a

t m a c e r a s ı.

p i m i ü ç ya şın d a N o r v e ç li b ir kadın

i n e y d e o lu b u lu n u n ca , O slo C in a yet

sası d e d e k t ifi H a r r y H o le , bu v a k a yı
e le m e y e g ö n d e r ilir . A m a c ı S id n e y

a lisin e e lin d e n g e ld iğ in c e y a rd ım

e t m e k t ir a m a k es in b ir d ille işe bu rn u nu

so k m a m a s ı s ö y le n ir.

S o ru ş tu rm a y a s e y irc i k a lm a y a

n iy e t i o lm a y a n H a r r y . e k ib in baş

d e d e k t ifle r in d e n b ir iy le a rk a d a ş lığ ın ı

ile r le t ir v e k e n d in i o la y la r ın için d e

b u lu r. H a r r y k a tile a d ım a d ım

ya k la ştık ç a ço k t e h lik e li b ir seri

k a tilin p e ş in e d ü ştü ğü n ü v e a slın da

so ru ş tu rm a n ın iç in d e k ile r d a h il

hiç k im s e n in g ü v e n d e o lm a d ığ ın ı

d ü ş ü n m e y e b a şla r.

ta O slo da d o ğ d u . S e r iy e h a rik a b ir b a ş la n g ıç ."


N o rv e ç E k o n o m i Ü n iv e r s it e s i n d e
e k o n o m i v e iş le tm e o k u d u . D e d e k tif T htSunday Times
H a r r y H ole p o lis iy e le r iy le d tin y a ç a p ın d a
tin k a z a n a n v e k it a p la r ı 51 d ile ç e v r ile n N esb o.
ç o c u k k it a p t a n d a y a z d ı. A y n ı z a m a n d a Di D e r re
r o c k g r u b u n u n s o lis ti v e ş a r k ı y a z a n d ır . Y a z a n n
N e m e tit ( x o ıj) . Şeytan V ıld ın (). K u r t a n c ı (aoı$)
Kardan Adam (aoı$) v e Leopar () a d lı r o m a n la r ı
D o ğan K ita p t a r a f ın d a n y a y ım la n m ış t ır .

ISSN » 7 İ 6 0 S 0 9 - J 7 0 7 - 7

DOC A N
İKİTAP

Çeviren: Can Yapalak


DO£AN KİTAP TARAFINDAN YAYIMLANAN
DİĞIR KİTAPLARI

Nemesis
Şeytan Yıldızı
Kurtarıcı
Kardan Adam
Leopar

YARASA

Orijinal adı: Flaggermusmannen


©Nesbo,
Salomonsson Agency aracılığıyla yayımlanmıştır.
Yazan: Jo Nesbo
İngilizceden çeviren: Can Yapalak

Türkçe yayın haklan: © Doğan Egmont Yayıncılık ve Yapımcılık Tic. A.Ş.


1. baskı / Ekim / ISBN
Sertifika no:

Kapak tasarımı: Erbil Kargı


Baskı: Ana Basın Yayın Gıda inş. San. Tic. A.Ş.
B.O.S.B. Mermerciler Sanayi Site Cad. No: 15
Beyiikdüzü-istanbul
Tel: ()
Sertifika no:

D oğan Egm ont Yayıncılık ve Yapımcılık Tic. A.Ş.


19 Mayıs Cad. Golden Plaza No. 1 Kat 10, Şişli - İSTANBUL
Tel. () 77 00 / Faks () 83 16
seafoodplus.info / [email protected] / [email protected]
Yarasa

Jo Nesbo

f J İ M L fv u ozvjM .

Çeviren: Can Yapalak

DOĞAN
K İT A P
Walla
Sidney

Ters giden bir şeyler vardı.


Pasaport memuru kadın, gözlerinin içi gülerek “Nasılsın
dostum?” diye sormuştu önce.
“İyiyim ” diyerek yalan söylem işti H arry Hole. Uçağı
Oslo’dan kalkıp Londra üzerinden uçmasından bu yana en az
otuz saat geçmişti ve Bahreyn’de aktarma yaptıktan sonra sa­
atlerce acil çıkış kapısının yanındaki o lanet koltukta oturmuş­
tu. Güvenlik yüzünden koltuğu çok az geriye yatırabilmişti.
Singapur’a vardıklarında belini neredeyse hissetmiyordu.
Bankonun arkasındaki kadın artık gülümsemiyordu.
Pasaportunu büyük bir dikkatle incelemişti. Ciddileşme­
den önce onu bu denli neşelendiren şeyin fotoğrafı mı yoksa
adı mı olduğunu kestirmek zordu.
“İş gezisi mi?”
Harry Hole dünyanın diğer yerlerinde pasaport memur­
larının erkek yolculara “bayım” diye hitap ettiğini zannedi­
yordu; ama Avustralya’da böyle resmi kibarlıkların pek yay­
gın olmadığını daha önce okumuştu. Yurtdışı seyahatlerine
ve ukalalık taslamaya alışkın olmadığından çok da umurun­
da değildi zaten. Tek istediği bir an önce bir otel odasıyla ya­
tağa kavuşmaktı.
Parmaklarını bankonun üzerinde tıkırdatarak “ Evet” d*niı.
Kadının dudakları büzüldü, çirkin, boğumlu bir hal al*
dı; sert bir ses tonuyla “Pasaportunuzda neden vize yok, ba­
yım?” diye sordu.
H a rry nin kalbi, ufuktaki bir felaketi hissettiğinde olduğu
gibi sıkıştı. Belki de memurlar sadece iş ciddiye bindiğinde
“bayı nv' diyordu.
H a rry ceplerinin içini hararetle karıştırarak “Özür dile­
rim, unutmuşum” diye mırıldandı. Neden diğer vizelerde ol­
duğu gibi özel vizeyi de pasaporta yapıştıramıyorlardı ki? A r­
kasındaki sırada bir kasetçalardan gelen boğuk müzik sesi­
ni duyunca bunun uçakta yanında oturan adama ait olduğu­
nu anladı. Adam tüm yol boyunca aynı kaseti dinlemişti. Ivır
zıvırlarım hangi cebine koyduğunu nedense hiçbir seferinde
hatırlayam azdı. Saat neredeyse gecenin onuydu ama kavu­
rucu bir sıcak vardı. Harry kafasının kaşınmaya başladığını
hissedebiliyordu.
Sonunda aradığı belgeyi buldu ve derin bir oh çekerek
bankoya koydu.
“Demek polissiniz?”
Pasaport memuru başını özel vizeden kaldırıp dedektifi
süzdü; dudaklarını artık büzmüyordu.
“Um arım hiçbir Norveçli sarışın öldürülmemiştir.”
Kadın kıkırdadı ve mührü sertçe belgeye vurdu.
“Şey, sadece bir tanesi” dedi Harry Hole.

G eliş salonu, üzerinde isim ler yazan kartonları hava­


ya kaldırm ış acente yetkilileri ve limuzin şoförleriyle tıklım
tıklım doluydu; ne var ki Hole’un adı görünürde yoktu. Tam
taksi çağıracaktı ki buz mavisi kot ve Hawaii desenli gömlek
giym iş siyahi bir adam, aşırı geniş burnu ve kıvırcık siyah
saçlarıyla kartonları yararak ona doğru geldi.
“Bay Holy, değil mi?” diye sordu, zafer kazanmışçasına.
H arry Hole bir an için durup düşündü. Adının d elikle1

1. Hak, İngilizcede delik anlamına gelir (ç.n.)


11

karıştırılmaması için Avustralya’daki ilk günlerini soyadını


yanlış telaffuz edenleri düzeltmeye ayırmaya karar vermişti.
Fakat adının delik sanılmasından da Harry Holy2 sanılması
tartışmasız bir biçimde daha iyiydi.
Adam sırıtarak “Ben Andrew Kensington. Nasılsın?” dedi
ve kocaman elini ona doğru uzattı. Avucu bir meyve sıkacağı
kadar büyüktü.
Dostane bir tavırla “Sidney’e hoş geldin. Umarım yolcu­
luğun iyi geçmiştir” derken sesi hostesin yirmi dakika önce
yaptığı anons gibi yankılı geliyordu. Adam Harry’nin yıpran­
mış bavulunu aldı ve arkasına bakmadan çıkış kapısına yü­
rümeye başladı. Harry peşinden gitti.
“Sidney emniyetinden misin?” diyerek lafa girdi.
“Aynen öyle, dostum. Aman dikkat!”
Döner kapı tam burnuna çarpınca Harry’nin gözleri su­
landı. En az kötü bir skecin girişi kadar saçma bir andı. Bur­
nunu ovuşturdu ve Norveççe bir küfür patlattı. Kensington
onun haline acımış gibi baktı.
“Şu kör olası kapılar işte, değil mi?” diye sordu.
Harry cevap vermedi. Bu AvustralyalI “kör olası” lafına
nasıl karşılık verilir bilmiyordu.
Otoparka geldiklerinde Kensington eski ve ufak bir
Toyota’nın bagajını açıp bavulu içine tıktı. “Arabayı sen mi
sürmek istiyorsun?” dedi, şaşırarak.
Harry sürücü koltuğuna oturduğunu ancak o zaman an­
layabildi. Avustralya’da trafiğin soldan aktığını unutmuştu.
Yan koltuk kâğıtlarla, kasetlerle ve çerçöple öyle doluydu ki
arka koltuğa sıkışmak zorunda kaldı.
“Aborijin olmalısın” dedi, otoyola girerlerken.
“Senden de hiçbir şey kaçmıyormuş” dedi Kensington, goz
ucuyla aynadan bakarak.
“Norveç’te size Avustralya zencileri deriz.”

2. Holy, İngilizcede kutsal anlamına gelir (ç.n.)


}J

Kensington aynaya bakmaya devam etti. “Sahiden mi?”


Harry kendini rahatsız hissetti. “Şey Zenci derken, ata­
larınız bundan iki asır önce İngiltere’den buraya gönderilen
mahkûmlardan değildi tabii.” En azından ülkenin tarihini bi­
razcık bildiğini göstermek istedi.
“Haklısın. Holy. Atalarım buraya onlardan biraz daha er­
ken gelmiş. Tam olarak kırk bin sene önce.”
Kensington aynaya doğru sırıttı. Harry içinden bir müd­
det çenesini kapatmaya yemin etti. “Anladım ” dedi. “Bana
H arry de.”
‘T am am dır Harry. Sen de bana Andrew de.”

Andrevv yol boyunca konuşmaya devam etti. King’s Cross’a


geldiklerinde semtle ilgili ne varsa anlattı. Burası Sidney’in
fuhuş, uyuşturucu ticareti ile diğer tüm kirli işlerinin döndü­
ğü yerdi. Patlak veren her skandalin bu kilometrekare içinde­
ki bir otelle ya da striptiz kulübüyle bağlantısı ortaya çıkardı.
Andrevv aniden “İşte geldik” dedi. Arabayı yolun kenarına
çekti, aşağı atladı ve H arry’nin bavulunu bagajdan aldı.
“Y a rın görüşürüz” dedikten sonra arabasıyla b irlik te
uzaklaşıp gözden kayboldu. H arry tutulmuş sırtı, v a rlığ ı­
nı hissettirmeye başlamış yol yorgunluğu ve bavuluyla nere­
deyse Norveç’in tamamı kadar nüfusa sahip bir şehrin kaldı­
rımında, Crescent Oteli denen görkemli binanın dışında tek
başına dikiliyordu artık. Otelin ismi kapıya, üç yıldızın he­
men yanına yazılm ıştı. Oslo emniyet müdürünün çalışanla­
rının konaklaması konusunda eli açık biri olmadığını herkes
bilirdi. Bu seferki o kadar da kötüye benzemiyordu yine de.
Harry muhtemelen memurlara indirim yapıldığını ve otelin
en küçük odasının tutulduğunu düşündü.
Öyleydi de.
2

Gap Park

Harry, Surry Hills Cinayet Masası’nın kapısını dikkatli­


ce çaldı.
içeriden güçlü bir ses “Gel” diye seslendi.
Meşe bir masanın arkasındaki pencerenin dibinde uzun
boylu, iriyarı bir adam haşmetli göbeğiyle dikiliyordu. Sey­
rek saçlarının altında kırlaşmış gür kaşları görünüyordu:
gözlerinin etrafındaki kırışıklıklar gülümsediği duygusunu
yaratıyordu.
“Oslo, Norveç’ten Harry Holy, efendim.”
“Geç otur Holy. Sabahın bu saatinde zımba gibi görünü­
yorsun. Bizim narkotikteki çocuklarla falan görüşmedin, de­
ğil mi?” Neil McCormack gürültülü bir kahkaha patlattı.
“Saat farkı yüzünden. Sabah dörtten beri uyanığım efen­
dim” diye cevap verdi Harry.
“Muhakkak öyledir. Bizim aramızda bir şaka, iki sene
önce epey sansasyonel bir skandal yaşadık da. On polis me­
muru aralarında birbirlerine uyuşturucu satmanın da oldu­
ğu bir dizi suçtan yargılandı. Olay aralarından ikisinin gece
gündüz cin gibi uyanık olması şüphe çekince ortaya çıktı. Şa
ka yapmıyorum; gerçekten.” Komiser babacan bir edayla gül­
dü, gözlüğünü taktı ve önündeki kâğıtları karıştırdı.
“Demek bize Avustralya’da çalışma izni bulunan Norveç
vatandaşı Inger Holter’in cinayetinin soruşturııimasmda yar-
14

dımcı olmak için gönderildin. Fotoğraflarına bakılırsa sarışın,


güzel bir kız. Daha yirmi üç yaşındaymış, değil mi?”
Harry başıyla onayladı. McCormack artık ciddiydi.
“Watsons Koyu’nun okyanus kıyısında, tam olarak söyle­
mem gerekirse Gap Park’ın aşağısında balıkçılar tarafından
bulunmuş. Y arı çıplak halde. Vücudundaki morluklar teca­
vüze uğradığını ve boğulduğunu gösteriyor ama sperm yok.
Cesedi gece parka getirilmiş ve uçurumdan aşağı atılmış.”
McCormack yüzünü buruşturdu.
“Hava biraz kötü olsaydı dalgalar cesedi açığa sürükler­
di ama bulunana kadar kayaların arasında durmuş. Dedi­
ğim gibi, sperm örneği bulunmadı. Çünkü vajinası balık file­
tosu gibi kesilmiş ve deniz suyu vücudunu tertemiz yapmış.
O yüzden elimizde parmak izi de yok. Ama ölüm saatiyle ilgi­
li kaba bir tahminimiz var” McCormack gözlüğünü çıkarıp
yüzünü ovuşturdu. “Ne var ki ortada bir katil yok. Eee, bu
konuda ne yapmayı düşünüyorsun, Bay Holy?”
Harry cevap vermek üzereyken komiser araya girdi.
“Ben sana ne yapacağını söyleyeyim. Biz o piç kurusunu
yakalayıp hapse tıkarken sen de dikkatlice olanları izleye­
cek ve Norveç basınına hep birlikte ne kadar harika bir iş
çıkardığımızı anlatıp Norveç elçiliğinin ve kızın yakınlarının
hiçbir sıkıntı yaşamamalarını garanti edeceksin. Geri kalan
vaktinde tatil yapabilir ve emniyet müdürüne bir iki kartpos­
tal gönderebilirsin. Sahi, o nasıl?”
“Bildiğim kadarıyla iyi.”
“Harika bir kadın. Sanırım senden ne beklendiğini anlat­
mıştır, değil mi?”
“Kısmen. Bir cinayet soruşturmasına katı”
“Çok güzel. Dediklerinin hepsini unut. Sana yeni kuralları
açıklıyorum. Birinci kural, şu andan itibaren sadece ama sa­
dece benim sözümü dinleyeceksin. İkinci kural, ben söyleme­
dikçe hiçbir şeye dahil olmayacaksın. Üçüncü kural, dedikle-
15

rime biraz olsun karşı gelirsen ilk uçakla evine dönersin.”


Son kuralı gülümseyerek söylese de mesaj açıktı. Kısa­
cası hiçbir şeye bulaşmamasını, sadece izlemesini istiyordu.
Harry yanma deniz şortunu ve fotoğraf makinesini getirse de
olurmuş.
“Inger Holter’in Norveç’te tanınan bir televizyon yüzü ol­
duğunu duydum. Doğru mu?”
“Çok ünlü sayılmaz, şef. Bir iki sene önce bir çocuk prog­
ramı sunuyordu, hepsi bu. Bu olay olmasa muhtemelen in­
sanlar yüzünü unutmaya başlamıştı.”
“Evet, duyduğuma göre gazeteler bu cinayete büyük ilgi
gösteriyormuş. İki tanesi muhabirlerini buraya göndermiş bi­
le. Onlara bildiğimiz ne varsa anlattık ama kayda değer bir
şey olmadığından yakında sıkılacaklar ve basıp gidecekler.
Senin burada olduğundan haberleri yok. Onlarla ilgilenen da­
dılarımız var, o yüzden senin uğraşmana gerek kalmayacak.”
“Teşekkür ederim, şef’ dedi Harry. Gerçekten de minnet­
tardı. Norveçli gazetecilerin nefesini her an ensesinde hisset­
mekten hiç hoşlanmazdı.
“Pekâlâ, Holy. Sana karşı dürüst olacağım ve gerçekle­
ri söyleyeceğim. Hükümet, Sidney’deki meclis üyelerinin bu
dosyanın bir an önce kapanmasını istediklerini bana açık açık
söyledi. Her zamanki gibi işin içinde siyaset ve mangır var.”
“Mangır mı?”
“Bu sene Sidney’deki işsizlik oranının yüzde on arttığı tah­
min ediliyor ve şehrin turistlerin bırakacağı her kuruşa ihti­
yacı var. yılında yapacağımız olimpiyatlara az kaldı ve
İskandinav ülkelerinden gelen turist sayısı artıyor. Cinayet,
hele hele çözülmemiş bir cinayet şehre hiç de iyi bir itibar ka­
zandırmaz. O yüzden elimizden gelenin en iyisini yapıyoruz.
Dosyayla ilgilenen dört kişilik bir dedektif ekibimiz ve teşki­
latın tüm kaynaklarına sınırsız ulaşım imkânımız var. Bilgi­
sayarlar, adli tıp uzmanları, laborantlar Aklına ne gelirse.”
?o

McCormack eline bir kağıt aldı ve kaşlarını çatarak ince­


ledi,
“A slında W atk in s’le çalışman gerekiyordu ama ö ze llik ­
le Kensington'ı istediğine göre kabul etmemek için bir neden
göremiyorum.”
“Şef, hatırladığım kadarıyla bir istekte”
“Kensington iyi bir adamdır. Burada onun m evkiine gele­
bilen çok fazla yerli bulamazsın.”
“Öyle mi?”
McCormack omuzlarını silkti. “Ne yapalım, işler böyle yü­
rüyor. Her neyse Holy, başka bir konu olursa nerede takıldı­
ğımı biliyorsun. Sormak istediğin bir şey var mı?”
“Şey, sadece formaliteden şunu sormak istiyorum, şef. Ş e f
bu ülkede üstlere hitap etmek için doğru bir kelim e mi, yok­
sa biraz”
“Resmi? Soğuk? Evet, biraz öyle sanki. Am a hoşuma git­
ti. Doğrusunu istersen bana bu takım ın patronu olduğumu
h atırlattı.” McCormack kahkahaya boğuldu ve görüşm eyi
Harry’nin elini neredeyse kıracak kadar sıkı bir tokalaşmay­
la bitirdi.

“Ocak ayı Avustralya’da turizm sezonudur” dedi Andrevv,


Circular İskelesi’nin etrafındaki trafikte ilerlem eye çalışır­
larken.
“Herkes Sidney Opera E v i’ni görm eye ve lim andan gezi
teknelerine binip Bondi Plajı’ndaki kadınlara hayran hayran
bakmaya gelir. Ama maalesef sen çalışmak zorundasın.”
Harry başını iki yana salladı. “Hiç sorun değil. Öyle turis­
tik yerlerde bana fenalık basıyor.”
N ew South Head C addesi’ne çıkınca Toyota, W atsons
Koyu’nun olduğu doğu tarafına doğru hızlanarak yol aldı.
Birbiri ardına sıralanan şık evlerin önünden geçerlerken
Sidney’in doğu yakasının Londra’nın doğusuyla alakası yok-
17

tur” diye açıkladı Andrevv. “Bu semte Double Bay denir. Biz
daha çok Double Pay3 diyoruz.”
“Inger Holter nerede yaşıyormuş?”
“Bir süre erkek arkadaşıyla birlikte Nevvton’da yaşamış, on­
dan aynlınca Glebe’de tek odalı küçük bir daireye taşınmış.”
“Erkek arkadaş mı?”
Andrevv omuzlarını silkti. “AvustralyalI bir bilgisayar mü­
hendisi. iki sene önce Inger buraya tatile geldiğinde tanış­
mışlar. Cinayet saatinde başka bir yerde bulunduğuna dair
kanıtları var ve katil profiline hiç uymayan biri. Gerçi bu iş­
ler belli olmaz, değil mi?”
Sidney’in sayısız yeşil alanından biri olan Gap Park’ın
aşağısına park ettiler. Kuzeyde yükselerek Watsons Koyuna,
doğuda ise Pasifik Okyanusu’na doğru uzanan rüzgârlı par­
ka dik taş basamakları tırmanarak çıkılıyordu. Arabanın ka­
pılarını açar açmaz kavurucu sıcak yüzlerine vurdu. Andrew
kocaman güneş gözlüğünü takınca Harry onu dertsiz tasa­
sız bir pornocuya benzetti. AvustralyalI meslektaşı nedense o
gün dar bir takım elbise giymişti; Harry hemen Önünde man­
zaraya çıkan yolu tırmanan geniş omuzlu bu siyahi adamın
biraz komik göründüğünü düşündü o anda.
Harry etrafına bakındı. Batıda şehir merkezini ve Har-
bour Köprüsü’nü, kuzeyde Watsons Koyundaki plajı ve yat­
ları, daha uzakta, koyun kuzey tarafında ise şehrin dışında­
ki yemyeşil Manly mahallesini görebiliyordu. Doğu tarafın­
da sular ufuk çizgisine kadar mavinin çeşitli tonlarında uza­
nıyordu. Önlerinde dimdik aşağı inen sarp kayalıklar vardı;
dalgalar uzun yolculuklarını kayaların arasında gümbürtüy­
le patlayan dalgakıranlarda sonlandırıyordu.
Harry omuzlarının arasından bir ter damlasının sıızuldu-
ğünü hissetti. Bu sıcak, tüylerini diken diken ediyordu.

3. "Double Pay" İngilizcede "iki katı ödemek" anlamına gelir. Semt, pahalılığı yüzünden bu isimi* <mrti
yor. (ç.n.)
“Buradan Pasifik Okyanusu’nu görebilirsin, Harry. Bir
sonraki kara Yeni Zelanda; o da yaklaşık iki bin kilometre
sonra*' dedi Andrevv, uçurumdan aşağı okkalı bir tükürük sa­
vurarak. İkisi de bir süre düştükten sonra rüzgârda dağılan
tükürüğü izledi.
“Neyse ki kız düşerken hayatta değilmiş” dedi Andrevv.
“YToksa kayalara çarptığını hissedecekti; onu bulduklarında
vücudundan büyük et parçaları kopmuş haldeymiş.”
“Bulunduğunda kaç saattir ölüymüş?”
Andrew yüzünü ekşitti. “Emniyet doktoru kırk sekiz saat
olduğunu söyledi. Ama bizim doktor biraz”
Başparmağını ağzına doğru götürdü. Harry başını salladı.
Doktorun içkiyle arası iyiydi demek ki.
“Rakamlar fazla yuvarlak olunca haliyle şüpheleniyorsu­
nuz, değil mi?”
“Cuma sabahı bulunduğuna göre çarşamba gecesi öldüğü­
nü söyleyebiliriz sanırım.”
“Buradan hiç ipucu çıktı mı?”
“Gördüğün gibi arabalar aşağıya park ediyor ve park alanı
geceleri karanlık ve daha boş oluyor. Hiçbir görgü tanığı bula­
madık; dürüst olmak gerekirse bulacağımızı da sanmıyoruz.”
“O zaman şimdi ne yapacağız?”
“Amirin bana söylediği şeyi. Bir restorana gidip teşkilatın
eğlenceye ayırdığı bütçeden biraz harcayacağız. Ne de olsa en
az iki bin kilometre yakınımızda Norveç emniyetinin senden
daha kıdemli bir yetkilisi yok, değil mi?”

Andrew ve Harry beyaz örtülü bir masada oturuyordu. Bir


balık restoranı olan Doyles, Watsons Koyu’nun en uç nokta­
sında bulunuyordu ve denizle arasında sadece kumsal vardı.
“İnanılmayacak kadar güzel, değil mi?” diye sordu Andrew.
“Kartpostal gibi” dedi Harry. Önlerinde küçük bir oğlan
ve kız kumdan kale yapıyordu ve arkalarında masmavi deni-
19

zin, yemyeşil tepelerin ve Sidney’in görkemli siluetinin oldu­


ğu bir manzara uzanıyordu.
Harry mönüden deniztarağı ve Tasmanya alabalığını seç­
ti. Andrevv ise Harry’nin beklendiği üzere adını ilk defa duy­
duğu Avustralya’ya özgü bir yassı balık söyledi ve “Bu yemek
için yanlış bir tercih ama hem beyaz, hem lezzetli, hem de
bütçeye uygun” diyerek bir şişe Chardonnay Rosemount iste­
di. Harry’nin içki içmediğini duyunca biraz şaşırdı.
“Quaker mezhebinden misin?”
“Hayır, onunla ilgisi yok” dedi Harry.
Andrew, Doyles’un eski bir aile işletmesi olduğunu ve
Sidney’in en iyi restoranlarından biri sayıldığını anlattı. Tu­
rizm sezonu başladığından mekân tıka basa doluydu. Harry
garsonlarla göz teması kurmanın bu yüzden zor olduğunu
düşündü.
“Buranın garsonları Plüton gezegeni gibidir" dedi Andrew.
“Her yirmi yılda bir yakınlarda dolaşıp şöyle bir görünürler
ama yine de çıplak gözle seçilmeleri imkânsızdır.”
Harry istese de kızamadı ve sandalyesine yaslanıp halin­
den memnun bir şekilde iç geçirdi.
“Ama yemekleri harika” dedi. “Demek takım elbiseyi de
bu yüzden giydin?”
“Hem öyle hem değil. Gördüğün gibi burası çok resmi bir
yer sayılmaz. Ama böyle mekânlara tişört ve kotla gelmemek
benim için daha uygun. Görünüşüm yüzünden daima fazla­
dan çaba göstermek zorundayım.”
“Ne demek istiyorsun?”
Andrevv dedektife baktı. “Aborijinler bu ülkede pek iyi bir
konuma sahip değiller; belki sen de fark etmişsindir. Yıllar
önce İngilizler memleketlerine gönderdikleri mektuplarda
yerlilerin alkole ve mülkiyet suçlarına karşı zaafı olduğunu
y azıyorlarmış.”
Harry ilgiyle dinlemeye devam etti.
20

“Bunun bizim genimizde olduğunu düşünüyorlarmış. Hat­


ta birisi ‘iy i oldukları tek şey, didgeridoo dedikleri içi boş
uzun tahta parçalarını üfleyip gürültü yapmak’ yazmış. Bu
ülke farklı kültürleri bir potada eritip uyumlu bir halk ya­
ratmaya başardığıyla övünüp durur. Peki kimin için uyumlu?
işin kötü, ya da bakış açına göre iyi tarafı şu ki artık yerlileri
herkes görmezden geliyor.
Aborijin halkı, yerlilerin menfaatini ya da kültürünü il­
gilendiren politik tartışmalar dışında Avustralya’nın sosyal
hayatında neredeyse hiç yok. AvustralyalIlar evlerinin duva­
rına Aborijin eserleri asarak sözde onlara değer verdiklerini
gösteriyorlar. Fakat biz siyahlar yardım kuyruklarında, in­
tihar istatistiklerinde ve hapishanelerde gayet görünür du­
rumdayız. Aborijinsen hapse girme ihtimalin herhangi bir
AvustralyalIya göre yirmi altı kat daha fazla. Bunu bir dü­
şün, Harry Holy.”
Andrew şarabının kalanını içerken Harry onun dedikle­
rini düşündü. Bir de otuz iki senelik hayatında en iyi balığı
muhtemelen az önce yemiş olduğunu.
‘T in e de Avustralya diğer ülkelerden daha ırkçı değil. So­
nuçta dünyanın dört bir yanından gelmiş farklı insanlardan
oluşan çok kültürlü bir ulusuz biz. Bu da bir restorana giderken
takım elbise giymenin o zahmete değdiği anlamına geliyor.”
Harry tekrar başını salladı. Bu konu hakkında söyleyecek
başka bir şeyi yoktu.
“Inger Holter bir barda çalışıyormuş, doğru mu?”
“Evet, öyle. Paddington’daki Oxford Caddesi’nde, The
Albury’de. İstersen bu akşam uğrayabiliriz.”
“Neden şimdi değil?” H arry bu kadar boş vakitten sıkıl­
maya başlamıştı.
“Çünkü önce kızın ev sahibine bir merhaba dememiz gere­
kiyor.”
Az sonra Plüton gökyüzünde kendiliğinden belirdi.
Tasmanya canavarı

Glebe Point, küçük, sade ve ekseriyetle dünyanın fark­


lı mutfaklarını sunan etnik restoranların iç içe olduğu sıcak,
fazla hareketli olmayan bir caddeydi.
“Burası eskiden Sidney’in bohemlerinin yaşadığı mahal­
leydi” dedi Andrew. “ ’lerde öğrenciyken burada kalı­
yordum. Farklı düşünceleri ve yaşam tarzları olanlara hi­
tap eden vejetaryen restoranlarını, lezbiyenlerin takıldığı ki-
tabevlerini falan hâlâ görebiliyorsun. Ama o eski hippiler ve
uyuşturucu kullanan tipler artık yok. Glebe ‘moda’ bir yer
haline gelince kiralar da arttı. Polis maaşımla bile artık bu­
rada oturabileceğimden şüpheliyim.”
Sağa dönüp Hereford Caddesi’ne çıktılar ve bahçe kapısın­
dan geçerek 54 numaralı kapıya geldiler. Tüylü, siyah, ufa­
cık bir hayvan onlara doğru havlayarak geldi ve küçük, kes­
kin dişlerini gösterdi. Minik canavar hayli sinirlenmiş gibiy­
di ve turist kitapçığındaki Tasmanya canavarının fotoğrafına
fazlasıyla benziyordu. Kitapçıkta saldırgan ve boynunuza sa­
rılmasından hoşlanmayacağınız hayvanlar oldukları yazıyor­
du. Tasmanya canavarının neslinin tükenmek üzere olduğu­
nu okuyunca Harry tüm kalbiyle bunun doğru olmasını um­
muştu. Hayvan ağzını sonuna kadar açıp üzerlerine atılınca
Andrew ayağını kaldırdı, onu havada tekmeleyerek tiz çığlık­
lar eşliğinde çitlerin dibindeki çalılığa yolladı.
Basamakları çıktıklarında, yeni uyanmış gibi duran koca
göbekli bir adamın asık yüzüyle kapının önünde dikildiğini
gördüler.
“Köpeğe ne oldu?”
“Çalıların tadını çıkarıyor” dedi Andrevv, gülümseyerek.
“Emniyetten geliyoruz. Cinayet masası. Bay Robertson, de­
ğil mi?”
“Evet, evet. Yine ne istiyorsunuz? Size bildiğim her şeyi
söylediğimi söyledim.”
“Şimdi de bildiğiniz her şeyi söylediğinizi söylediğinizi
söylediniz” Uzun sessizlikte Andrevv sırıtmaya devam etti
ve Harry ağırlığını bir ayağından diğerine verdi.
“Özür dileriz Bay Robertson, sizi karizm am ızla öldürme
gibi bir niyetim iz yok. Bu beyefendi Inger Holter’in ağabeyi
ve mahzuru yoksa odasını görmek istiyor.”
Robertson’m tavrı bir anda değişti.
“Kusura bakmayın, bilmiyordum. Buyurun, buyurun!”
Kapıyı açtı ve önlerinden giderek merdiveni çıkmaya başladı.
“Şey, Inger’in bir ağabeyi olduğunu bilmiyordum. Ama şim­
di siz söyleyince ikisinin ne kadar benzediğini fark ettim tabii.”
H arry Andrevv’a hafifçe dönüp gözlerini devirdi.
“Inger çok sevim li bir kızdı ve harika bir kiracıydı. Tüm
apartmanın, hatta mahallenin bile gurur kaynağıydı.” Adam
bira kokuyordu ve konuşması biraz peltekleşmişti.

K im se In g e r’in odasını toplam a zahm etine girm em iş­


ti. Giysiler, dergiler, dolu küllükler ve boş şarap şişeleri her
yerdeydi.
“Şey, polis bana şimdilik hiçbir şeye dokunmamamı söyle­
di de.”
“Anlıyoruz.”
'Bir gün evden çıktı ve gece gelmedi. Sanki buhar olup uç­
tu kız.”
23

“Teşekkür ederiz Bay Robertson; ifadenizi okuduk.”


“Ona gece eve dönerken Bridge Caddesi’nin ve balık paza­
rının yakınından geçmemesini tembihlemiştim. Oraları gece
hem karanlık oluyor; hem de zenciler ve çekik gözlülerle do­
lu” Adam dehşetle Andrew Kensington’a baktı. “Özür dile­
rim, niyetim”
“Sorun değil. Artık gidebilirsiniz Bay Robertson.”
Robertson merdivenden indi; az sonra mutfaktan gelen şi­
şe tıkırtılarını duydular.
Odada bir yatak, birkaç raflık bir kitaplık ve bir masa var­
dı. Harry etrafına bakındı ve Inger Holter’i gözünde canlan­
dırmaya çalıştı. Buna kurban bilimi deniyordu. Kendini kur­
banın yerine koyma. Ele avuca sığmayan kızı iyi niyeti, genç­
liğe özgü yaşam enerjisi ve masum mavi gözleriyle televizyon
ekranından hayal meyal hatırladı.
In g er’in evcimen biri olmadığı çok açıktı. Duvarlar,
Harry’nin neden en iyi film Oscar’ını aldığını hâlâ anlayama­
dığı Cesur Yürek filminin Mel Gibsonlı posteri dışında boştu.
Sinema açısından ne kötü bir tercihti. Erkekler açısından da.
Çılgın M ax filmi Mel Gibson gibi bir adamdan bir Hollywood
yıldızı yarattığında siniri bozulan insanlardan biri de Harry
olmuştu.
In ger’in Western tarzı rengârenk evlerin önünde uzuıı
saçlı, sakallı gençlerle beraber bir bankta otururken çekilmiş
fotoğrafına baktı. Mor renkli bol bir elbise giymişti. San saç­
ları, solgun ve ciddi yüzünün iki yanından dümdüz iniyordu.
Elini tuttuğu delikanlının kucağında bir bebek vardı.
Kitaplıkta bir tütün paketi, astrolojiyle ilgili birkaç kitap
ve gagayı andıran uzun, kıvrık bir burna sahip, kabaca yon­
tulmuş ahşap bir maske duruyordu. Harrv maskenin arkası­
nı çevirdi. Etiketinde Papua Yeni Gine’de Ü retilm iştir yazı­
yordu.
Yataktakiler ve yerdekiler dışında diğer giysiler küçük bir
24

gardıroptaydı. Çok fazla sayılmazlardı. Rafta birkaç penye


bluz, eski bir mont ve geniş bir hasır şapka vardı sadece.
Andrew masanın çekmecesinden bir paket sigara kâğıdı
çıkardı.
“Büyük Boy Sarma Kâğıdı. Anlaşılan kendisine okkalı si­
garalar sarıyormuş.”
“Burada hiç uyuşturucu buldunuz mu?” diye sordu Harry.
Andrew başını iki yana salladı ve sigara kâğıdını gösterdi.
“Am a küllüklerden örnek alınsaydı bahse varım ki esrar
kalıntısı bulurduk.”
“Neden alınmadı? Olay yeri inceleme buraya hiç gelmedi
mi?”
“Birincisi, burasının olay yeri olduğuna inanmak için bir
sebebimiz yok. İkincisi de esrar içmek yaygara kopartılacak
bir şey değil. Yeni Güney Galler’de esrara diğer bazı Avust­
ralya eyaletlerine göre daha pragmatik bir gözle bakıyoruz.
Cinayetin uyuşturucuyla bağlantılı olabileceği ihtimalini göz
ardı edemem ama bir iki esrarlı sigara içmenin şu durum­
la çok da bir ilgisi olmasa gerek. Kızın bir şey kullanıp kul­
lanmadığını bilmemiz zor elbette. Albury’de kokain ve tasa­
rım uyuşturucuların döndüğünden haberim iz var ama ko­
nuştuğumuz hiç kimse bundan bahsetmedi ve kan tahlille­
rinde herhangi bir şey çıkmadı. Sonuçta kız ağır uyuşturucu­
lar kullanmıyormuş. Vücudunda iğne izi yok ve ağır kullanı­
cıların neye benzediğiyle ilgili epey fikre sahibiz.”
Harry ona baktı. Andrew boğazını temizledi.
“Bu işin resmi kısmıydı. Bize yardım edebileceğini düşün­
düğümüz bir konu daha var.”
Norveççe yazılm ış bir mektup çıkardı. M ektup “S evgi­
li Elisabeth”le başlıyordu ve besbelli yarım kalmıştı. H arry
cümlelere göz gezdirdi.
Ben gayet iyiyim ve daha da önemlisi, âşık oldum! Tabii ki
Yunan tanrıları kadar yakışıklı bir adam. Uzun, dalgalı, kah­
verengi saçları, taş gibi poposu ve sana bakarken sanki "Seni
hemen şimdi istiyorum. En yakın duvarın arkasında, tuvalet­
te, masanın üzerinde, neresi olursa orada” diye fısıldayan göz­
leri var. Adı Evans, otuz iki yaşında, evli (sürpriz!) ve Tom-Tom
adında on sekiz aylık çok tatlı bir oğlu var. Şu anda düzenli bir
işi yok, geçici işler şey yapıyor.
Evet, burnuna kötü kokular geldiğinin farkındayım. Ama bu
defa kendimi harap etmeyeceğime söz veriyorum. En azından
şimdilik.
Bu kadar Evans muhabbeti yeter. Ben hâlâ Albury’de çalışı­
yorum. Evans’ı bir gece barda görünce “Mr. Bean” dışarıda bu­
luşma teklif etmeyi bıraktı. Bu da bir gelişme sayılır. Yine de
hâlâ o sinsi gözleriyle beni izlemeye devam ediyor. İğrenç! As­
lına bakarsan bu işten sıkılmaya başladım ama oturma izni­
mi uzatana kadar idare etmek zorundayım. NRK ile görüştüm.
Önümüzdeki sonbahar programın devamını çekmeyi planlıyor­
lar; istersem devam edebilirmişim. Kararlar, kararlar!

Mektup burada sona eriyordu.


4

Palyaço

“Şimdi nereye gidiyoruz?” diye sordu Harry.


“Sirke! Bir arkadaşa müsait bir günde yanına uğrayacağı­
ma söz vermiştim. Bugün de gayet müsait bir gün.”

Powerhouse’a gittiklerinde ufak bir sirk grubu, az ama


genç ve coşkulu bir izleyici kitlesine ücretsiz gündüz gösteri­
si yapmaya başlamıştı bile. Andrew’un anlattığına göre bina
eskiden santral ve Sidney’de tramvaylar varken tramvay ga­
rajı olarak kullanılmıştı. Şimdiyse bir nevi modern müze ola­
rak hizmet veriyordu. İki kaslı kız çok da etkileyici olmayan
trapez gösterilerini yeni bitirmişti ama yine de samimi bir al­
kış tufanıyla uğurlanmışlardı.
A z sonra sahneye bir palyaço çıktı ve tekerlekli koca­
man bir giyotin getirildi. Palyaço parlak renkli bir kostüm ve
Fransız Devrimi’ni çağrıştıran çizgili bir şapka giyiyordu. Ço­
cukları eğlendirecek ne kadar numara varsa yaptı. Ardından
sahneye uzun, beyaz peruklu başka bir palyaço geldi. Harry
bunun XVI. Louis olduğunu hemen olmasa da anladı.
“Oybirliğiyle idama mahkûm edildin” diye duyurdu, çizgi­
li şapkalı palyaço.
Mahkûm adam biraz sonra bağırışlar ve yakarışlar eşli­
ğinde giyotin sehpasına götürülürken ve başını bıçağın al­
tındaki platforma yaslarken çocuklar hâlâ eğleniyordu. Kı-
27

sa süren coşkulu bir trampetin ardından bıçak aşağı indi ve


Harry de dahil olmak üzere izleyenlerin hayret dolu bakışla­
rı arasında, güneşli bir kış sabahı ağaca saplanan bir balta­
nın uğultusuna benzer bir sesle kralın başını kesiverdi. Kafa
perukla birlikte giyotinin önündeki sepete düştü. Sahne ka­
rarıp yeniden aydınlandığında başsız kral tek bir spot ışığı­
nın altında başını koltuk altında tutarak dikiliyordu. Çocuk­
lar avaz avaz bağırışıyordu şimdi. Biraz sonra sahne yeniden
karardı ve ışıklar açılınca tüm sirk ekibi hep birlikte selam
vererek gösteriyi bitirdi.

izleyiciler çıkış kapısına yönelirken Andrew ile Harry ku­


lise gittiler. Derme çatma duran soyunma odasında gösterici­
ler kostümlerini çıkarıp makyajlarını silmeye başlamıştı.
“Otto, Norveç’ten gelen dostuma bir merhaba de” diye ses­
lendi Andrew.
Bir yüz onlara doğru döndü. XVI. Louis, makyajı dağıl­
mış ve peruksuz haliyle o kadar da ihtişamlı görünmüyordu.
“Kimler gelmiş! Kızılderili Tuka!”
“Harry, bu Otto Rechtnagel.”
Otto bileğini bükerek nazikçe elini uzattı. Harry biraz
afallamış bir halde adamın elini yavaşça sıktı. Otto dedektife
içerlemiş gibi baktı.
“Öpmek yok mu yakışıklı?”
“Otto kendisini bir kadın gibi görüyor. Asil bir kadın” dedi
Andrew, durumu açıklığa kavuşturmak için.
“Saçmalama, Tuka. Otto bir erkek olduğunun gayet far­
kında. Ne o, biraz şaşırmış gibisin yakışıklı? Kendin kontrol
etmek ister misin?” Otto tiz bir sesle kıkırdadı.
Harry kulakmemelerinin yandığını hissetti. Otto sitemle
Andrew’a döndü ve takma kirpiklerini kırpıştırdı.
“Arkadaşın konuşmayı biliyor, değil mi?”
“Özür dilerim. Ben Harry eee Holy. Yaptığınız numara
zekieeydi. Kostümler güzt‘ldi. Çok nasıl desem gerçekçiy­
di Ayrıca sıradışı.”
*‘ Louis numarası mı sıradışı? Tam tersi. Epey eski bir
numara. İlk defa Ocak ’te kral idam edildikten iki hafta
sonra Jandaschewsky palyaço ailesi tarafından yapıldı. Her­
kes çok beğendi. İnsanlar halka açık infazlara ezelden beri
bayılır zaten. Kennedy suikastı Amerikan televizyon kanal­
larında her sene kaç defa gösteriliyor, biliyor musun?”
Harry başını iki yana salladı.
Otto dalgın dalgın tavana baktı. “Çok fazla.”
“Otto kendisini Jandy Jandaschevvsky’nin veliahtı olarak
da görüyor” diye ekledi Andrew.
“Öyle mi?” Harry’nin uzmanlık alanları arasında ünlü pal­
yaço aileleri yoktu.
“Arkadaşının konuştuklarımızı anladığını sanmıyorum,
Tuka. Şöyle izah edeyim Jandaschewsky ailesi müzik ça­
labilen palyaçolardan oluşan gezici bir topluluktu ve
yüzyılın başında A vustralya’ya gelerek buraya yerleştiler.
Jandy ’de ölene kadar sirklerini işletmeye devam ettiler.
Jandy’yi ilk gördüğümde altı yaşındaydım. O zamandan beri
hep onun gibi olmak istedim. Oldum da işte.”
Otto makyajlı yüzü ve üzgün palyaço gülümsemesiyle on­
lara baktı.
“Peki ikiniz nasıl tanıştınız?” diye sordu Harry. Andrevv
ve Otto göz göze geldi. Harry ikisinin de dudaklarının seğir­
diğini görünce pot kırdığını anladı.
“Yani bir polis ve bir palyaço. Biraz şey”
“Uzun hikâye” dedi Andrew. “İlla bir cevap vermem gere­
kirse beraber büyüdük diyebiliriz. Gerçi Otto’nun popomun
birazı için annesini bile satacağından eminim ama ben onun
aksine küçüklüğümden beri kendimi kızlara ve tüm o hetero­
seksüel saçmalıklara daha yakın hissediyorum. Genlerle ve
çevreyle ilgili bir şey herhalde. Sen ne düşünüyorsun, Otto?”
29

Andrew Otto’nun tokadından kaçarken pis pis güldü.


“Senin ne tarzın, ne de paran var; kıçını da gözünde faz­
la büyütüyorsun” dedi Otto. Harry odadaki diğer sirk üyele­
rine göz gezdirdi; gösteriden pek de etkilenmişe benzemiyor­
lardı. Kaslı trapezci kızlardan biri onu rahatlatmak istermiş
gibi göz kırptı.
“Bu akşam Harry’yle birlikte Albury’ye gideceğiz. Gelmek
ister misin?”
“Artık oraya gitmediğimi biliyorsun, Tuka.”
“Bunları artık aşman gerek, Otto. Hayat devam ediyor.”
“Benim dışımdaki herkesin hayatını kastediyorsun her­
halde. Benim hayatım burada, tam burada bitti. Aşk ölünce
ben de öldüm.”
“Sen bilirsin.”
“Zaten eve gidip W aldorfu doyurmam gerek. Siz gidin,
belki sonra gelirim.”
Harry bu defa kendisini mecbur hissederek dudaklarım
Otto’nun uzattığı ele götürdü ve “Görüşürüz” dedi.
“O anı iple çekiyorum, yakışıklı Harry.”
5

isveçli

Paddington’daki Oxford Caddesi’nden gidip arabayı ufak


bir açıklığa park ettiklerinde güneş batmıştı. Tabelada “Gre-
en Park” yazsa da çimler kurumuş, parkın ortasındaki küçük
bina dışında yeşil bir şey kalmamıştı. Damarlarında Abori­
jin kanı dolaşan bir adam ağaçların arasında çimlerde yatı­
yordu. Giysileri yırtık pırtıktı; üstü başı öyle kirliydi ki teni
siyahtan çok gri görünüyordu. Andrew’u görünce selam verir
gibi el kaldırdı ama Andrew onu görmezden geldi.

Albury ana baba günüydü; cam kapılardan girince ilerle­


mek için kalabalığı yarmak zorunda kaldılar. Harry önünde­
ki manzarayı idrak edebilmek için bir an durup dikildi. Müş­
teri portföyü epey renkliydi. Ama daha çok ağarmış kotlar gi­
yen rockçılardan, takım elbiseli işadamlarından, şampanya
içen keçi sakallı sanatçı tayfasından, bembeyaz dişleriyle sı­
rıtan sarı saçlı yakışıklı sörfçülerden ve siyah deri kıyafet­
li motosikletçilerden, ya da Andrew’un deyimiyle motor kafa­
lardan oluşan delikanlılar göze çarpıyordu. Mekânın ortasın­
da, barın arkasındaki sahnede uzun bacaklı, yarı çıplak ka­
dınlar, üstlerinde derin dekolteli mor bir bluzla kendilerini
kaptırmış halde dans ediyordu. Kırmızı rujlu geniş ağızlarıy­
la oradan oraya hoplayarak Gloria Gaynor’ın “I Will Survive”
şarkısını söylüyormuş gibi yapıyorlardı. Kızlar nöbetleşe ser-
vis yapıyor, boşta olanlar müşterilere göz kırpıp abartılı bir
şekilde flört ediyorlardı.
Harry ite kaka bara ulaşıp içki söyledi.
Kafasında Romalı miğferi olan barmen kadın, boğuk bir
ses ve muzip bir gülümsemeyle “Hemen geliyor, sarışın” dedi.
“Söylesene, bu şehirde ikimiz dışında eşcinsel olmayan er­
kek yok mu?” diye sordu Harry, elinde bir bira ve meyve su-
yuyla bardan döndüğünde.
“Sidney, San Francisco’dan sonra dünyanın en kalabalık
eşcinsel nüfusuna sahip şehri” dedi Andrew. “Avustralya’nın
taşra halkı farklı cinsel tercihlere hiç iyi gözle bakmaz, o yüz­
den ülkedeki bütün eşcinsel çiftçi çocuklarının Sidney’e gel­
mek istemesine şaşmamak gerek. Sadece Avustralya değil
tabii ki, bu şehre her gün dünyanın dört bir yanından geyler
akın ediyor.”
Arka taraftaki başka bir bara gittiler. Andrew tezgâhın
arkasında duran kıza seslendi. Kızın sırtı onlara dönüktü ve
Harry’nin o güne dek gördüğü belki de en kızıl saçlara sa­
hipti. Saçları dar kot pantolonunun arka cebine kadar gelse
de ince belini ve yuvarlak hatlı hoş kalçalarını gizlemiyordu.
Kız onlara döndü ve inci gibi beyaz dişleri, ince, ışıl ışıl yüzü,
gök mavisi gözleri ve sayısız çiliyle gülümsedi. Harry, kadın
değilse ne kadar yazık diye düşündü.
Andrevv 70’lerin disko müziğinin arasında sesini duyur­
mak için “Beni hatırladın mı?” diye bağırdı. “Buraya gelip
Inger’i sormuştum. Biraz konuşabilir miyiz?”
Kızıl saçlı kız ciddileşti. Başını aşağı yukarı salladı, diğer
kızlardan birine haber verdi ve onları mutfağın arkasındaki
küçük bir sigara odasına götürdü.
“Gelişme var mı?” diye sorunca Harry kızın İsveççeyi Ingv
lizceden daha iyi bildiğine kanaat getirdi.
“Bir keresinde yaşlı bir adamla tanışmıştım” dedi Ham ,
Norveççe konuşarak. Kız şaşırarak Harry ye baktı “Anıa^tuı
Nehrinde bir teknenin kaptanıydı. Sadece üç kelime Porte­
kizce konuştuğunu duydum ve İsveçîi olduğunu o an anla­
dım. Halbuki otuz yıldır orada yaşıyordu. Bense tek kelime
Portekizce bilmiyordum.”
Kız önce afallar gibi oldu ama sonra güldü. Şen şakrak gü­
lüşü, Harry'nin aklına türüne az rastlanan orman kuşlarını
getirdi.
Kız İsveççe “O kadar belli oluyor mu?” diye sordu. Kalın
ve sakin bir sesi vardı; r’leri hafifçe yuvarlıyordu.
“Tonlama yüzünden” dedi Harry. “Ne yaparsan yap, o ton­
lamadan asla tamamen kurtulamazsın.”
“Siz tanışıyor musunuz?” diye sordu Andrew, ikisini de
kuşkuyla süzerek.
Harry kızıl saçlı kıza baktı.
“Hayır” diye cevap verdi kız.
Harry “Ne fena” diye geçirdi aklından.

Kızın adı Birgitta Enquist’ti. Avustralya’ya dört yıl önce


gelmişti ve son bir yıldır Albury’de çalışıyordu.
“Tabii ki çalışırken konuşuyorduk ama Inger’le hiç ya­
kın arkadaşlığım olmadı. Kendisini açan biri değildi genel­
de. Birlikte dışarı çıktığımız bir grubumuz var; bazen o da bi­
zimle gelirdi ama yine de onu iyi tanımıyordum. Buraya baş­
ladığında Newtown’da yaşayan bir çocuktan yeni ayrılmış­
tı. Onun hakkında bildiğim en kişisel şey, ilişkisinin zaman
içinde onu yorduğuydu. Sanırım yeni bir başlangıca ihtiyaç
duymuştu.”
“Kimlerle takıldığını biliyor musun?” diye sordu Andrew.
“Pek sayılmaz. Dediğim gibi, arada bir konuşsak da bana
asla hayatından tam olarak bahsetmezdi. Ekim ayında kuze­
ye, Queensland’e gittiğini, orada Sidney’li kalabalık bir grup­
la tanıştığını ve onlarla daha sonra da görüşmeye devam et­
tiğini biliyorum. Galiba oradayken bir de çocukla tanışmış;
hatta çocuk bir gece buraya da geldi.” Birgitta sorgulayıcı bir
bakışla “Zaten bunların hepsini size daha önce anlatmamış
mıydım?” diye sordu.
“Biliyorum, sevgili Bayan Enquist; sadece Norveçli mes­
lektaşım da bildiklerinizi birinci ağızdan duysun ve Ingerin
çalıştığı yeri görsün istedim. Sonuçta Harry Holy Norveç’in
en iyi dedektifi olarak kabul ediliyor ve biz Sidney polisinin
gözden kaçırdığı bazı şeyleri yakalayabilir.”
Harry’yi bir anda öksürük tuttu.
“Mr. Bean kim?” diye sordu, tuhaf, kısık bir sesle.
“Mr. Bean mi?” Birgitta hayretle onlara baktı.
“Şu Ingiliz komedyene benzeyen adam. Şey neydi onun
adı? Rowan Atkinson mı?”
“Haa, şu adam!” Birgitta, orman kuşu gibi güldü yine.
Bu gülüşü sevdim, diye düşündü Harry. Hem de çok.
“Alex o. Barın müdürü. Geç saate kadar gelmez.”
“Inger’den hoşlandığını düşünüyoruz.”
“Evet, Alex’in gözü Inger’deydi, doğru. Sadece Inger değil,
bu bardaki çoğu kız en az bir kez onun nafile çabalarına ma­
ruz kalmıştır. Biz aslında ona Dikenli Vatoz diyoruz. Mr. Be­
an lakabını takan Inger'di. Zavallı adamın hiç de iyi bir ha­
yatı yok. Yaşı otuzun üzerinde, annesiyle aynı evde yaşıyor
ve başka hiçbir yer bildiği yok. Ama patron olarak çok iyi bi­
ridir. Ve merak ettiğiniz şey buysa, tamamen zararsızdır.”
“Nereden biliyorsun?”
Birgitta burnunun kenarına pat pat vurdu. “Çünkü için­
de yok.”
Harry defterine notlar karalıyormuş gibi yaptı.
“Peki Inger bunu yapabilecek birilerini tanıyor muydu?”
“Buraya her gün bin türlü erkek geliyor. Hepsi eşcinsel
değil ve Inger’in farkına varan çok sayıda erkek oldu. Ne do
olsa çok çekici bir kız. Yani, kızdı. Ama hiç öyle birini hatır-
lamıyorum. Sadece”
54

“Evet?”
“Yok. Yok bir şey.”
“Raporda In g erin öldürüldüğü gece burada çalıştığını
okudum, işten sonra biriyle mi buluşacaktı yoksa doğruca
eve mi gidecekti, biliyor musun?”
“Mutfaktan biraz artık yemek aldı ve köpek için olduğunu
söyledi. Köpeği olmadığını bildiğimden nereye gittiğini sor­
dum. Eve gittiğini söyledi. Bildiklerimin hepsi bu.”
“Tasmanya canavarı” diye mırıldandı Harry. Kız ona me­
raklı gözlerle baktı. “Ev sahibinin köpeği var” diye ekledi.
“Sanırım apartmana tek parça girebilmek için ona rüşvet
vermesi gerekiyordu.”
Harry genç kadına teşekkür etti. Tam çıkarlarken Birgit­
ta “Albury çalışanları olarak olanlara gerçekten çok üzüldük”
dedi. “Ailesi ne durumda?”
“M aalesef pek iyi sayılmazlar” dedi Harry. “Şoktalar doğal
olarak. Kızlarının buraya gelmesine izin verdikleri için ken­
dilerini suçluyorlar. Cenazesi yarın Norveç’e gönderiliyor. Çi­
çek göndermek isterseniz adreslerini öğrenebilirim.”
“Teşekkürler. Çok naziksiniz.”
H arry’nin dilinin ucuna bir soru daha geldi ama ölüm ve
cenazeden bu kadar konuştuktan sonra sormaya cesaret ede­
medi. Kapıya yürürlerken yüzüne bakıp gönderdiği veda gü­
lücüğü adeta retinasını yakıyordu. Ve bir süre daha yakma­
ya devam edeceğinden emindi.
“Kahretsin” diye homurdandı kendi kendine. “Yapsam mı,
yapmasam mı?”
Kulüpteki travestiler, diğer müşterilerle birlikte sahnede
Katrine and the Waves’i taklit ediyordu. Kolonlardan “Wal-
king on Sunshine” yankılanıyordu.
Manzarayı “Albury gibi bir yerde üzüntülere ve derin dü­
şüncelere ayıracak fazla zaman yok” diye yorumladı Andrew.
“Belki de olması gereken budur” dedi Harry. “Hayat de-
35

vam ediyor.” Andrew’dan bir dakika beklemesini istedi ve ba­


ra geri dönüp Birgitta’ya el salladı.
“Affedersin, son bir sorum daha var.”
“Evet?”
Harry derin bir nefes aldı. Şimdiden pişman olmuştu ama
artık çok geçti. “Şehirde bildiğin iyi bir Tayland restoranı var
mı?”
Birgitta bir süre düşündü. “Hımm Bent Caddesi’nde bir
tane var. Şehir merkezinde. Neresi olduğunu biliyor musun?
Dediklerine göre orası bayağı iyiymiş.”
“Benimle gideceğin kadar iyi miymiş?”
Harry sorunun kulağa çok abes geldiğini düşündü. Profes­
yonellikten de uzaktı. Hem de fazlasıyla. Birgitta çaresizlik­
le boyun eğer gibi iç geçirse de bu Harry’nin bir açık kapı gö­
remeyeceği kadar inandırıcı değildi. Neyse ki yüzündeki gü­
lümseme de hâlâ silinmemişti.
“Bu soruyu sık sık sorar mısınız, polis bey?”
“Çoğu zaman.”
“Peki işe yarıyor mu?”
“İstatistiksel olarak mı? Pek sayılmaz.”
Birgitta güldü, başını eğdi ve Harry’yi ilgiyle süzdü. Ar­
dından omuzlarını kaldırdı.
“Neden olmasın? Yarın boşum. Saat dokuzda. Yemek sen­
den.”
6

Piskopos

Harry arabanın tepesine mavi lambayı taktı ve direksiyo­


nun başına geçti. Virajları dönerken rüzgâr arabanın içine
doluyordu. Önce Stiansen’in sesi geliyordu kulağına. Sonra­
sında ise derin bir sessizlik. Yamulmuş bir çit direğini görü­
yordu. Hastane odasını, çiçekleri. Ve koridordaki bir fotoğra­
fı. Solarak kayboluyordu.
Harry doğruldu ve dimdik oturdu. Yine aynı rüyayı gör­
müştü. Saat henüz sabahın dördüydü. Tekrar uyumaya çalış­
tı ama bu defa da aklı Inger Holter’in bilinmeyen katiline ta­
kıldı.
Saat altı olduğunda artık kalkabileceğini düşündü. Can­
landırıcı bir duşun ardından kahvaltı yapabileceği bir yer
bulmak için cılız bir sabah güneşiyle aydınlanan uçuk ma­
vi gökyüzüne çıktı. Şehir merkezinden gelen uğultuyu duya­
biliyordu ama sabahın koşuşturması buradaki kırmızı ışık­
lı tabelalara ve siyah rimelli kadınlara henüz uğramamıştı.
King’s Crossun, Harry’ye yürürken şarkı mırıldatan umur­
samaz bir cazibesi, yerleşmiş bir güzelliği vardı. Hâlâ dışa­
rıda gezinen, haşatı çıkmış birkaç gece kuşu, merdivende bir
örtünün altında uyuyan çift ve sabah mesaisine çıkmış, açık
giysili bitik bir hayat kadını dışında caddeler henüz boştu.
Teraslı bir kafenin dışında mekânın sahibi kaldırımı su­
luyordu ve Harry o anlık bir kararla gülümseyerek içeri gir-
37

di. Tostunu ve salamını yerken haylaz bir rüzgâr peçetesini


uçurmaya çalışıyordu.

“Karga bokunu yemeden ayaktasın, Holy” dedi McCor­


mack. “Bu güzel bir şey. Beyin en iyi sabah altı buçukla on
bir arasında çalışıyor. Bana sorarsan o saatten sonra pelteye
dönüyor. Hem burası sabahları çok sakin olur. Ama dokuz­
dan sonra gürültüden ikiyle ikiyi bile toplayamam ben. Sen­
de durum nasıl? Mesela oğlum müzik setini açmadan ev öde­
vi yapamadığını söylüyor. Etraf çok sessiz olunca aklı karışı-
yormuş. Sence de saçma değil mi?”
“Şey”
“Dün canıma tak etti ve odasına girip o lanet aleti kapat­
tım. ‘Düşünmem için şart o!’ diye bağırdı. Ona normal in­
sanlar gibi ders çalışmasını söyledim. Sinirlendi ve ‘İnsanlar
farklıdır, baba’ diye çıkıştı. Tam o yaşlarda işte, bilirsin.”
McCormack duraksayıp masadaki fotoğrafa baktı.
“Senin çocuğun var mı, Holy? Yok, değil mi? Bazen ben ne
halt yedim diye düşünmüyor değilim. Sana hangi fare deli­
ğinde oda tutmuşlar bu arada?”
“King’s Cross’taki Crescent Oteli’nde, şef.”
“Demek King’s Cross. Orada kalan ilk Norveçli değilsin.
Birkaç sene önce Norveç Piskoposu ya da onun gibi biri bi­
ze resmi bir ziyarete gelmişti. Adamın adını hatırlamıyorum.
Her neyse, Oslo’daki personeli ona King’s Cross Otelinde oda
tutmuştu. Belki de Kitabı Mukaddes çağrışımı yüzündendir.4
Piskopos maiyetiyle birlikte otele girdiğinde tecrübeli hayat
kadınlarından biri rahip yakasını görmüş ve ona laf atarak
bazı şehvetli tekliflerde bulunmuş. Sanırım adam henüz ba­
vullarını üst kata bile taşımamışlarken oradan kaçmış.”
McCormack o kadar çok güldü ki gözlerinden yaş geldi.
“Neyse, evet Holy, bugün senin için ne yapabiliriz?*’

.
4 King's Cross, İngilizcede Kralın (yani İsa'nın) haçı anlamına gelir (ç.n.)
“Norveç’e gönderilmesinden Önce Inger Holter’in cesedini
görebilir miyim, onu soracaktım şef.”
“Kensington gelsin, seni morga götürür. Otopsi raporunun
bir kopyası yok mu sende?”
“Evet, var şef. Ben sadece”
“Sen sadece ne?”
“Ceset önümdeyken daha iyi düşünüyorum, şef.”
McCormack pencereye döndü ve Harry’nin “peki” olduğu­
na kanaat getirdiği bir şey mırıldandı.

Dışarıdaki yirm i sekiz derecelik havanın aksine Güney


Sidney Morgu’nun bodrumu sadece sekiz dereceydi.
“Bilgin arttı mı bari?” diye sordu Andrew, ürperip ceketi­
ne daha da sıkı sarılarak.
“Bilgim mi? Yok” dedi Harry, Inger Holter’in vücudundan
geriye kalanlara bakarken. O kadar yüksekten kayalara düş­
mesine rağmen yüzü iyi durumdaydı. Burun deliklerinden
biri yırtılmış, elmacıkkemiğinde derin bir oyuk açılmıştı ama
bu solgun yüzün polis raporundaki fotoğrafta gördüğü o cıvıl
cıvıl gülümseyen kıza ait olduğu yine de belliydi. Boynunda
siyah izler vardı. Vücudun diğer yerleri çürükler, yara bere­
ler ve oldukça derin kesiklerle doluydu. Öyle ki bir tanesinde
beyaz kemik görünüyordu.
“Anne babası fotoğraflarını görmek istedi. Norveç elçiliği
bunu yapmamalarını önerdi ama avukatları ısrar etti. Hiç­
bir anne kızını bu halde görmemeli.” Andrew başını iki yana
salladı.
Harry büyüteçle kızın boynundaki morlukları inceledi.
“Çıplak ellerle boğulmuş. Birini bu şekilde öldürmek zor­
dur. Katil ya çok güçlü ya da çok hırslıymış.”
‘T a da bunu daha önce defalarca yapmış.”
Harry meslektaşına baktı.
“Ne demek istiyorsun?”
39

“Tırnaklarının altında deri kalıntısı, giysilerinde farklı bir


saç teli ya da parmak boğumlarında sıyrık yok. O kadar hızlı
ve etkili bir biçimde öldürülmüş ki karşı koyacak en ufak fır­
satı olmamış.”
“Bu sana daha önce gördüğün bir şeyleri mi hatırlatıyor?"
Andrew omuzlarını silkti. “Cinayet masasında uzun süre
çalışınca bir yerden sonra tüm cinayetler daha Önce gördü­
ğün bir şeyleri çağrıştırıyor.”
Hayır, diye düşündü Harry. Tam tersi. İnsan ne kadar
uzun çalışırsa cinayetler arasındaki küçük farkları, onları
birbirlerinden ayıran ve her birini benzersiz kılan ayrıntıları
daha iyi yakalıyordu.
Andrew saatine göz attı. “Sabah toplantısı yarım saat son­
ra başlayacak. Kıpırdansak iyi olur.”

Soruşturma biriminin lideri, hukuk geçmişinin ardın­


dan kariyer basamaklarını hızla tırmanmış bir dedektif olan
Larry Watkins’ti. İnce dudaklı, seyrek saçlı bir adamdı. Tek­
düze bir tonla hızlı ve etkili konuşuyor, laf kalabalığını sev­
miyordu.
Onu anlatırken “Sosyal becerisi yoktur” demişti Andrevv,
lafı eğip bükmeye gerek duymadan. “Yetenekli bir dedektif
olabilir ama kızlarının ölüm haberini vermek için bir aileyi
aramasını isteyeceğin son kişidir herhalde. Ha, bir de strese
girdiğinde illa küfretmeye başlar.”
Watkins’in sağ kolu, daima şık giyinen ve siyah keçi saka­
lıyla Mephisto nun takım elbise giymiş halini andıran Sergev
Lebie adındaki kel Yugoslav’dı. Andrevv, görünüşüne bu ka­
dar önem veren adamlara genellikle şüpheyle baktığını söy­
lemişti. “Gerçi Lebie süslü savılmaz, sadece çok titiz biri” diye
eklemişti sonra. “Aynca binlerini dinlerken tırnaklarına bak
ma huyu vardır ama bunu burnu büyük olduğu için yapma/.
Öğle molasından sonra da mutlaka ayakkabılarını teminler.
tO

Ne kendisi, ııe de başka bir şey hakkında fazla konuşmaz.’'


Ekibin en genç üyesi ise kuş gibi boynu olan, yüzünden
gülümseme eksik olmayan, Yong Sue adında ufak tefek, cı­
lız ve sevimli adamdı. Yong Sue’nin ailesi Avustralya’ya otuz
sene önce Çin’den gelmişti. On sene önce, Yong Sue on do­
kuz yaşındayken anne babası Çin’e ziyarete gitmişti. Sonra
da sırra kadem basmışlardı. Büyükbabası oğlunun “siyasi bir
şeylere" karıştığını düşünüyordu ama daha fazlasına da gir­
miyordu. Yong Sue anne babasına ne olduğunu asla öğrene­
memişti. Şimdiyse büyükbabası ve iki küçük kız kardeşine
bakıyor, günde on iki saat çalışıp bunun en az onunda gü­
lümsüyordu. “Kötü bir espri yapacaksan Yong Sue’ye söyle.
Her şeye ama her şeye güler” demişti Andrew onun için.
Ekip üyeleri, köşede biraz hava akımı sağlaması için ça­
lışan gürültülü bir vantilatörün bulunduğu ufak ve dar bir
odada toplanmıştı şimdi. Watkins önlerindeki tahtanın ba­
şında dikildi ve Harry’yi diğerlerine tanıttı.
“N orveçli meslektaşımız, Inger’in odasında bulduğumuz
mektubu çevirdi. Bize bununla ilgili söyleyeceğin ilginç bir
şey var mı, Hole?”
“Ho-Li.”
“Pardon, Holy.”
“Belli ki yakın zaman önce Evans adında biriyle ilişkiye
başlamış. Yazdıklarına bakılırsa masanın üzerindeki fotoğ­
rafta elini tuttuğu kişinin o olduğu sonucunu çıkarabiliriz.”
“Araştırdık” dedi Lebie. “Adamın adının Evans White ol­
duğunu düşünüyoruz.”
“Öyle mi?” Watkins ince kaşlarından birini havaya kaldırdı.
“Hakkında çok bir şey bulamadık. Anne babası ’larm
sonunda Amerika’dan gelmiş ve oturma izni almış. O zaman­
lar zor değilmiş” diye ekledi Lebie, aydınlatırcasma. “Her
neyse, Volkswagen karavanlarıyla tüm ülkeyi gezmişler ve
muhtemelen o yıllarda çoğu insanın yaptığı gibi sadece veje-
41

taryen yemekler, esrar ve LSD ile beslenmişler. Bir çocukla­


rı olmuş, boşanmışlar ve Evans on sekizine geldiğinde baba­
sı Amerika’ya dönmüş. Annesi ise şifalı yaşam, Scientology
ve o tür spiritüel, gizemli şeylere dalmış. Şu anda Crystal
Castle’da, Byron Koyu’nun yakınındaki bir çiftlikte işletme­
si varmış. Enerji taşları ile Tayland’dan getirttiği ıvır zıvır-
ları turistlere ve ruhani yolculuğa çıkmış insanlara satıyor-
muş. Evans ise on sekiz olunca artık çoğu AvustralyalI gen­
cin yaptığı şeyi yapmaya karar vermiş.” Lebie, Harry'ye dön­
dü. “Yani hiçbir şey.”
Andrew öne eğildi ve kısık sesle mırıldandı: “Avustralya
gezip tozmak, sörf yapmak ve vergi mükelleflerinin kesesin­
den hayatın tadını çıkarmak için müthiş bir yer. Mükemmel
bir sosyal hayat, mükemmel bir iklim. Harika bir ülkede ya­
şıyoruz.” Ardından arkasına yaslandı.
“Şu anda sabit bir ikamet adresi yok” diyerek devam et­
ti Lebie. “Ama yakın zamana kadar Sidney’in yoksul beyazla­
rının yaşadığı bir varoşta, bir barakada kaldığını düşünüyo­
ruz. Orada konuştuğumuz kişiler onu bir süredir görmedik­
lerini söylediler. Ayrıca hiç tutuklanmamış. Korkarım ki pa­
saportunu alırken çekilmiş on üç yaşındaki fotoğrafı dışında
elimizde bir resmi yok.”
“Etkilendim” dedi Harry, şaşkınlığım gizlemeyerek. “Hiç­
bir yerde kaydı olmayan bir adamı on sekiz milyon insan
içinde tek bir fotoğraftan ve ilk adından bu kadar kısa sürede
bulmayı nasıl başardınız?”
Lebie, Andrew’a bakarak başını salladı. “Andrew resimde­
ki kasabayı tanıdı. Yerel polis istasyonuna resmi faksla gön­
derdik, onlar da bize ismini söyledi. Dediklerine göre camia­
da yeri olan biriymiş. Bir başka deyişle, muhitin tanınan es-
rarcılarındanmış.”
“Epey küçük bir yer olmalı” dedi Harry.
“Nimbin. Nüfusu binin biraz üzerinde” dedi Andnnv.
41?

“Avustralya Ulusal Öğrenci Birliği ’te Aquarius Festiva­


li dedikleri şevi yapmayı kafasına koyana dek genellikle süt
ürünleriyle geçimlerini sağlıyorlardı.”
Masada gülüşmeler yükseldi.
“Festival aslında idealizm, alternatif yaşam tarzları, do­
ğaya dönüş gibi şeylerle ilgiliydi. Ama gazeteler daha çok
uyuşturucu kullanıp azgınca sevişen gençlere odaklanmıştı.
On günden fazla sürdü ve bazıları için hiç bitmedi. Nimbin
tarıma uygun bir yer. Ne ekersen güneşin altında büyüyor.
Ya da şöyle izah edeyim; artık sütçülüğün orada eskisi kadar
önemli olduğunu pek sanmıyorum. Ana caddede, polis istas­
yonunun elli metre yakınında Avustralya’nın en büyük açık
esrar pazarını bulabilirsin. Ne yazık ki LSD pazarını da.”
“Sonuç olarak” dedi Lebie, “polisin söylediğine göre kısa
süre önce Nimbin’de yaşıyormuş.”
“Yeni Güney Galler başbakanı orada bir çalışma başlata­
cak” diyerek araya girdi Watkins. “Federal hükümet, bölgede
gelişen uyuşturucu ticaretiyle ilgili bir şey yapması için belli
ki onu sıkıştırıyor.”
“Doğru” dedi Lebie. “Polisler gözlem uçakları ve helikop­
terlerle kenevir yetiştirilen tarlaların fotoğrafını çekiyor.”
“Pekâlâ” dedi Watkins. “Bu herifi yakalamamız lazım. Ken­
sington, sen oralan iyi biliyorsun. Holy, sen de Avustralya’nın
başka yerlerini görmeye hayır demezsin diye tahmin ediyo­
rum. McCormack’e söyleyeyim de Nimbin’i arayıp geleceğini­
zi haber versin.”
7

Lithgow

Turistlerin arasına karışıp Darling Limanı’na giden tek


hatlı trene bindiler, Harbourside’da indiler ve dışarıda rıh­
tım manzaralı boş bir masa buldular.
Topuklu ayakkabıların üzerinde yürüyen bir çift uzun ba­
cak önlerinden geçti. Andrew gözlerini devirdi ve uygunsuz
bir şekilde ıslık çaldı. Restoranın birkaç müşterisi kafaları­
nı çevirip tiksintiyle ona baktı. Harry başını iki yana salladı.
“Arkadaşın Otto nasıl?”
“Şey, biraz yıkılmış durumda. Bir kadın için terk edildi.
Ne zaman biseksüel bir sevgilisi olsa her seferinde onu bir
kadına kaptırdığını söylüyor. Ama bunu da atlatır tabii ki.”
Harry üzerine düşen yağmur damlalarını hissedince şa­
şırdı ve kuzeydoğudan yoğun bulut katmanının sinsice üzer­
lerine doğru geldiğini gördü.
“Bir evin önünde çekilmiş tek bir resimden orasının Nim-
bin olduğunu nasıl anlayabildin?”
“Nimbin mi? Sana eski bir hippi olduğumu söylemedim mı
yoksa?” dedi Andrew sırıtarak. “Aquarius Festivali’ni hatır­
ladığını söyleyen oraya hiç gitmemiş demektir derler. Ama
ben en azından anacaddedeki evleri hâlâ hatırlıyorum. Es­
ki bir kovboy filminden fırlamış gibi duran, kanun kaçakla­
rının yaşadığı bir kasabaya benziyordu. Tek fark, her verin
saykodelik bir şekilde sarı ve mora boyanmış olmasıydı. Doğ­
rusunu söylemem gerekirse, o renklen aldığım bazı madde-
44

lere bağlıyordum. Ta ki Inger in odasındaki fotoğrafı görüp


gerçek olduklarını anlayana dek.”

Öğle yemeğinden döndüklerinde Watkins onları operas­


yon odasında başka bir toplantıya çağırdı. Yong Sue bilgisa­
yarında bazı ilginç dosyaları bulup çıkarmıştı.
“Yeni Güney Galler’de son on yılda işlenip çözülememiş ci­
nayet dosyalarını araştırdım ve bizim dosyayla benzerlik gös­
teren dört dosya buldum” dedi Yung Sue, gözlerinin içi gü­
lerek. “ Cesetler hep ücra yerlerde bulunmuş. İkisi çöplükte,
biri orman kenarındaki yolda, biri de Darling Nehri’nde sü­
rüklenirken. Kadınlar büyük ihtimalle başka bir yerde cinsel
saldırıya uğrayıp öldürülmüş, sonra da atılmış. En önemli­
si de hepsi elle boğulmuş ve boyunlarında parmaklarla oluş­
muş morluklar var.”
W atkins boğazını temizledi. “Bence çabuk heyecana kapıl­
mayalım. Tecavüz sonrası kurbanı elle boğmak olağandışı bir
öldürme şekli değil. Peki cinayetlerin coğrafi dağılımı nedir,
Y on g Sue? Darling, Sidney’in en az bin kilometre uzağında,
cehennemin dibinde.”
“M aalesef coğrafi bir benzerlik bulamadım, amirim.” Yong
Sue gerçekten de üzülmüştü.
“Hımm Eyaletin birbirinden alakasız yerlerinde son on
senede boğularak öldürülmüş dört kadın çok da”
“Bir şey daha var, amirim. Kadınların hepsi sanşm. Yani sa­
rışın dediysem, saçları çok açık san; neredeyse beyaza yakın.”
Lebie hafifçe ıslık çaldı. Tüm masa sustu. Watkins hâlâ
şüpheci görünüyordu. “Bu dediklerinin analizini yapabilir
misin, Yong? Boşa telaş yaratmadan önce benzerlikler ista­
tistiksel olarak anlamlı mı, makul sınırlar içerisindeler mi,
onları bir öğren. Ne olur ne olmaz diye önce Avustralya’nın
tamamını tara. Çözülmemiş tecavüz dosyalarını dahil et. Ba­
karsın bir şeyler buluruz.”
45

“Biraz zaman alır ama denerim, amirim” dedi Yong. Yüzü


yine gülüyordu.
“Tamamdır. Kensington ve Holy, siz neden Nimbin’e git­
miyorsunuz?”
“Yarın sabah erkenden yola çıkacağız, amirim” dedi And-
rew. “Önce Lithgow’da soruşturmam gereken yeni bir teca­
vüz vakası var. Aralarında bir bağlantı olabileceğini hissedi­
yorum. Şimdi oraya gideceğiz.”
Watkins kaşlarını çattı. “Lithgovv mu? Biz burada bir ta­
kımız, Kensington. Yani konuşup işbirliği yapıyor, kendi ba­
şımıza hareket etmiyoruz. Bildiğim kadarıyla Lithgow’da bir
tecavüz vakasından hiç bahsetmedik.”
“içimde bir his var, amirim.”
Watkins iç geçirdi. “McCormack altıncı hissinin güçlü ol­
duğunu düşünüyor.”
“Biz siyahlar, siz beyazlara göre manevi dünyayla daha iç­
li dışlıyız, amirim.”
“Ne var ki biz bu birimde işlerimizi o tür şeylere göre yü­
rütmüyoruz, Kensington.”
“Şaka yapıyorum, amirim. Tek güvendiğim hislerim değil
tabii ki.”
Watkins başını iki yana salladı. “Yarın sabah uçakta olun
da ne yapıyorsanız yapın. Anlaşıldı mı?”

Sidney’den otobana çıkıp yola koyuldular. Lithgovv on, on


iki bin nüfuslu bir sanayi şehriydi ama Harry’ye daha çok or­
ta büyüklükteki bir kasabayı anımsatmıştı. Polis istasyonu­
nun dışında bir direğin tepesine çivilenmiş yanıp sönen ma­
vi bir lamba vardı.
İstasyonun amiri onları sıcak karşıladı. Larsen soyadlı
şişman, gıdılı, şen şakrak bir adamdı. Norveç’te uzak akraba­
ları olmalıydı.
“Norveçli Larsen’leri tanır mısın, dostum*?” diye sonlu.
“Şov. o soyadından çok var” diye cevapladı Harry.
“Evet, büyükannem ailemizin kalabalık olduğunu söyle­
mişti."
“Doğru demiş.”
Larsen tecavüz vakasını hiç zorlanmadan hatırladı.
“Neyse ki Lithgow’da böyle olaylar çok sık olmuyor. Ka­
sım avının başıydı. Kadın çalıştığı fabrikada gece vardiyası­
nı bitirip evine yürürken bir arka sokakta arabaya bindiri­
lip kaçırılmış. Adam onu büyük bir bıçakla tehdit etmiş, Ma­
vi Dağlar’ın eteğinde boş bir orman yoluna götürmüş ve ar­
ka koltukta tecavüz etmiş. Elleriyle boynunu sıkarken arka­
larından bir araba gelip korna çalmış. Sürücü yazlık kulübe­
sine gidiyormuş ve onları boş bir orman yolunda sevişen bir
çift sanmış, o yüzden de dışarı çıkmamış. Tecavüzcü ön kol­
tuğa geçip arabayı çalıştırırken kadın arka kapıdan atlama­
yı başarmış ve diğer arabaya koşmuş, Tecavüzcü oyunun so­
na erdiğini anlayınca gaza basıp kaçmış.”
“Aracın plakasını alan olmuş mu?”
“Hayır, karanlıkmış ve her şey çok hızlı gelişmiş.”
“Kadın adama yakından bakmış mı? Eşkâlini verebildi
mir
‘Tabii ki. Yani, olduğu kadar. Dediğim gibi, karanlıkmış.”
“Elimizde bir fotoğraf var. Kadının adresini biliyor musu­
nuz?”
Larsen dolaba gitti ve dosyaları karıştırmaya başladı. Hı­
rıltılı nefes alıyordu.
“Bu arada” dedi Harry, “kadın sarışın mı?”
“Sarışın?”
“Evet, saçları açık sarı ya da beyaz gibi mi?”
Larsen daha da gürültülü nefes alıp verirken gıdısı sal­
landı. Harry adamın güldüğünü fark etti.
“Hiç sanmıyorum, dostum. Kadın bir Koori.”
Harry, Andrew’un yüzüne baktı.
47

Andrew yüzünü tavana dikti. “Yani siyah” dedi.


“Hem de kömür siyahı” diye ekledi Larsen.

“Demek Koori bir kabile, öyle mi?” diye sordu Harry, polis
istasyonundan ayrıldıklarında.
“Şey, pek sayılmaz” dedi Andrew.
“Pek sayılmaz mı?”
“Aslında uzun hikâye; ama özetlemek gerekirse beyazlar
Avustralya’ya ayak bastığında kıtada farklı kabilelerde yaşa­
yan bin Avustralya yerlisi vardı. ’den fazla dil konu­
şuyorlardı ve çoğu İngilizceyle Çince kadar birbirinden fark­
lıydı. O kabilelerin çoğu artık yok. Geleneksel kabile yapısı
zayıfladıkça yerliler kendileri için daha yaygın isimler kul­
lanmaya başladı. Burada, kıtanın güneydoğusunda yaşayan
Aborijin topluluklarına da Koori deniyor.”
“Neden sarışın olup olmadığını daha önce kontrol etmedin
ki?”
“Benim hatam. Yanlış okumuş olmalıyım. Norveç’te bilgi­
sayarların ekranları hiç titremez mi?”
“Kahretsin, Andrew, bu kadar alakasız vakalar için har­
cayacak vaktimiz yok.”
“Hayır, var. Sana iyi hissettirecek bir şeyler yapmak için
de vaktimiz var.” Andrew birden sağa döndü.
“Nereye gidiyoruz?”
“Geleneksel bir tarım panayırına. Hem de en iyisinden.”
‘Tarım panayırı mı? Akşam yemeği randevum var, Andrew.”
“Öyle mi? Dur tahmin edeyim, İsveç Güzellik Kraliçesiyle
mi? Merak etme, işimiz çabuk bitecek. Bu arada, adli ma­
kamları temsil eden biri olarak bir tanık adayıyla kişisel iliş­
kide bulunmanın sonuçlarını bildiğini tahmin ediyorum.”
“Bu yemek de soruşturmanın bir parçası. Emin olabilir­
sin. Ona soracağım önemli sorular var.”
“Hı hı. Elbette.”
8

Boksör

Panayır, etrafında tek tük fabrika binasının ve garajın ol­


duğu geniş bir açıklığa kurulmuştu. Arabayı geniş bir çadı­
rın önüne çektiklerinde traktör yarışının finali yeni bitmişti;
egzoz dumanı hâlâ arazinin üzerinde kalın bir tabaka halin­
de duruyordu. Pazar yeri cıvıl cıvıldı; tezgâhlardan bağırışlar
yükseliyordu. Herkes elinde bira bardağıyla halinden mem­
nun gibiydi.
“Eğlence ve alışverişin mükemmel birleşimi” dedi And-
rew. “Norveç’te böyle şeyler yoktur herhalde.”
“Bizim de pazarlarımız var. Markeder deniyor.”
“Maaar” dedi Andrevv, tekrar etmeye çalışarak.
“Boşver.”
Çadırın yanında büyük kırmızı harflerle “Jim Chivers
Boks Takımı” yazan devasa afişler asılıydı. Afişlerin altında
muhtemelen takımın üyeleri olan on boksörün resimleri var­
dı. Her birinin adı, yaşı, doğum yeri ve kilosu da belirtilmişti.
En altta ise şu yazıyordu: “Hodri Meydan. Cesaretin var mı?”
Çadırın içinde genç erkekler bir kâğıt imzalamak için ma­
sanın önünde kuyruk olmuştu.
“Burada ne oluyor?” diye sordu Harry.
“Bunlar bölgenin delikanlıları” diye cevapladı Andrew.
“Jimmy’nin boksörlerini dövmeye çalışacaklar. Başarırlarsa
büyük ödüller, daha da önemlisi çevrelerinde şöhret ve itibar
49

kazanacaklar. Şu anda sağlıklı olduklarına ve dövüşü düzen­


leyenlerin olası bir fiziksel hasardan sorumlu tutulmayacağı­
nı kabul ettiklerine dair bir belge imzalıyorlar.”
“Vay canına. Bu yasal mı?”
“Eee” Andrew bir an tereddüt etti. “ ’de bir yasak
geldi aslında, o yüzden prosedürü biraz değiştirmek zorunda
kaldılar. Jim Chivers esasen ikinci Dünya Savaşı’ndan son­
ra tüm ülkedeki etkinlikleri ve panayırları gezen bir boks ta­
kımının lideriydi. Sonraki yıllarda şampiyon olan boksörlerin
çoğu bir zamanlar onun takımmdaydı. Grupta daima farklı
milletlerden boksörler olurdu. Çinliler, İtalyanlar, Yunanlar.
Ve Aborijinler. O dönemde gönüllüler kiminle boks yapmak
istediklerini seçebiliyordu. Mesela Yahudi düşmanıysan kas­
ten bir Yahudi boksörü tercih edebiliyordun. Gerçi bir Yahu­
di tarafından dövülme ihtimali çok yüksekti ama olsun.”
Harry bir kahkaha attı. “Bu ırkçılığı körüklemiyor muy­
du?”
“Belki evet. Belki de hayır. AvustralyalIlar farklı kültür­
ler ve ırklarla yaşamaya alışkındır ama aralarında daima bi­
raz sürtüşme olmuştur. Yine de sokaklarda kavga olacağına
ringde olması daha iyi. Jimmy’nin takımında iyi dövüşen bir
Aborijin olduğunda o boksör memleketinin kahramanı hali­
ne gelirdi. Küçük görülen ırkına az da olsa bir itibar ve birlik
ruhu katardı. Bu dövüşlerin ırklar arasındaki uçurumu da­
ha da açtığına inanmıyorum. Beyazlar zenci bir adamdan so­
pa yiyorsa bu onlarda öfke değil, saygı uyandırır. Avustralya­
lIlar böyle konularda oldukça sportmendir.”
“İşte şimdi tescilli bir taşralı muhafazakâr gibi konuştun.”
Andrew güldü. “Benim gibi hödükten de bu beklenir. Taş­
ralı vahşiyim ne de olsa.”
“Hayır, değilsin.”
Andrew buna daha çok güldü.
Derken ilk maç başladı. Kısa boylu, tıknaz, kızıl bir genç
kendi eldivenleri ve taraftar grubuyla Chivers takımının çok
daha küçük bir boksörüyle dövüşecekti.
"Mıck.3Mick e karşı karşı” dedi Andrevv. bümiş bü' edayla.
“Altıncı hissin mı söylüyor?^ diye sordu Harrv.
"Hayır, gözlerim. Saçları kızıl. Sapma kadar İrlandalı. Bu
herifler fenadır. Belli ki sert bir dövüş olacak.”
Taraftarlar "Haydi Johnnyî Yürü Johnnvr diye tezahürat
yapmaya başladı.
Maç bitene kadar aynı tezahüratı yalnızca iki kez tekrar­
layabildiler. Çünkü Johnnv ne olduğunu anlamadan burnu­
na üç yumruk aldı ve devam etmek istemedi.
Irlandalılar eski Irlandalılar değil” diyerek iç geçirdi
Andrew.
Biraz sonra hoparlörler çıtırdadı ve anonsçu Chivers kam­
pından “Murri” lakaplı Robin Toowoomba ile ringe iple­
rin üzerinden atlayarak ve kükreyerek giren, civarın en iri
adamlarından biri olan “Lobby” lakaplı Bobby Pain’i takdim
etti. Dev adam tişörtünü çıkarınca kıllı, güçlü göğsü ve şiş
pazıları göründü. Beyaz giysili bir kadın ringin dibinde zıp­
lıyordu. Bobby ona bir öpücük gönderdi ve iki yardımcısının
boks eldivenlerini takmasına izin verdi. Toowoomba iplerin
arasından ringe girince çadırda bir uğultu yükseldi. Dimdik
yürüyen, aşın derecede siyah ve yakışıklı bir adamdı.
“Murri ne demek?” diye sordu Harry.
uQueensland’li Aborijinlere Mum denir.”
Johnny’nin destekçileri, tezahüratlarını “Bobby” ismine
de uyarlayabileceklerini fark edince canlandı. Gong çaldı ve
iki boksör birbirlerine yaklaştı. Beyaz adam siyahi rakibin­
den iri ve neredeyse bir baş uzundu ama en acemi gözler bile
onun Murri kadar çevik hareket edemediğini görebilirdi.
Bobby hemen öne atılıp yumruğunu salladı ama Toowo-
omba geriye eğilip kurtulmayı başardı. Seyirciler bir ağızdan

5. ItUtftdaliter içn kullanılan aşağılayıcı bir isim.


51

inlerken beyazlı kadın Bobby've cesaret vermek için bağırdı.


Bobbv iki kez daha boşa yumruk savurduktan sonra Toowo-
omba rakibine sokuldu ve yüzüne temkinli bir sağ yumruk
oturttu. Bobby iki adım geriye sendeledi ve gözlerine perde
inmiş gibi afalladı.
“Keşke iki yüz oynasaydım” dedi Andrew.
Toowoomba Bobby nin etrafında dolaştı, iki yumruk daha
attı ve Bobby kütük gibi kollarını savururken kolayca kaç­
tı. Beyaz dev öfkeyle soluyor ve bağırıyor, Toowoomba ise bir
an olsun yerinde durmuyordu. Seyirciler ıslık çalmaya başla­
mıştı. Toowoomba elini selam verir gibi kaldırdı ve Bobby’nin
karnına gömdü. Adam iki büklüm halde ringin köşesinde
durdu. Toowoomba birkaç adım geri çekildi ve ne yapacağı­
nı düşündü.
“Bitir artık şunu, lanet zenci!” diye seslendi Andrew. Too-
woomba şaşırarak ona doğru döndü, gülümseyip elini salladı.
“Sırıtacağına işini yap, salak herif! Sana o kadar para ya­
tırdım.”
Toowoomba yarım kalan işini bitirmek için ringe döndü
ama Bobby’ye son darbesini indirmek üzereyken gong çaldı.
İki boksör köşelerine çekilirken anonsçu mikrofonu eline al­
dı. Beyazlı kadın köşede Bobby’yi azarlarken yardımcılardan
biri adama bir şişe bira uzattı.
Andrew’un canı sıkkındı. “Robin centilmenlik gereği beyaz
herife zarar vermek istemiyor. Ama işe yaramaz herifin onun
üzerine bahis oynadığım gerçeğine saygı göstermesi gerek.”
“Onu tanıyor musun?”
“Evet, Robin Toowoomba’yı tanıyorum” dedi Andrew.
Gong tekrar çaldı. Bobby bu defa köşesinden çıkmadı ve
kararlı bir yürüyüşle üzerine gelen Toowoomba’yı bekledi.
Başını korumak için kollarını yukarıda tutarken Toowoomba
vücuduna yumruk attı. Bobby arkaya düşerek iplerin üzeri­
ne yığıldı. Toowoomba arkasını döndü ve aynı zamanda ma­
52

çın hakemi olan anonsçuya dövüşü bitirmesi için rica eder­


miş gibi baktı.
Andrew bir daha seslendi ama çok geçti.
Bobby’nin yumruğuyla Toowoomba adeta havaya uçtu
ve tok bir sesle yerdeki brandaya düştü. Sendeleyerek aya­
ğa kalkmaya çalışırken Bobby bir kasırga gibi üzerine atıl­
dı. Yumrukları direkt ve isabetliydi; Toowoomba’nm başı her
darbede pingpong topu gibi bir ileri bir geri sekiyordu. Burun
deliklerinin birinden ince bir kan sızıyordu.
“Kahretsin! Herif üçkâğıtçı çıktı!” diye bağırdı Andrew.
“Lanet olsun Robin. Tuzağa düştün.”
Bobby saldırmaya devam ederken Toowoomba ellerini yü­
züne siper edip kaçmaya çalışıyordu. Bobby’nin makine gibi
gidip gelen kolu rakibine her defasında güçlü yumruklar ve
yerini bulan aparkatlar indiriyordu. Kalabalık mest olmuştu.
Beyazlı kadın yeniden ayağa kalkmış, Bobby’nin adının ilk
hecesini tiz bir tonla uzatarak haykırıyordu: “Boooo”
Keyfi yerine gelen grup yeni tezahüratlarına başlarken
anonsçu başını iki yana salladı: “Haydi Bobby, yürü! Böyle
iyi Bobby!”
“Bu kadar. Bu iş bitti” dedi Andrew, neşesiz bir sesle.
“Toowoomba kaybedecek mi diyorsun?”
“Delirdin mi sen? Toowoomba o puştu gebertecek. Uma­
rım bugünkü çok korkunç olmaz.”
Harry ringe odaklandı ve Andrew’un görebildiği şeyi gör­
meye çalıştı. Toowoomba sırtını iplere yaslamıştı, Bobby kar­
nına peş peşe vururken neredeyse gevşemiş görünüyordu.
Öyle ki Harry bir an için uyuyacağını sandı. Beyazlı kadın
Murri’nin arkasındaki ipleri çekiştiriyordu. Bobby taktik de­
ğiştirip kafaya çalışmaya karar vermişti ki Toowoomba vücu­
dunu yavaş ve uysal bir kıvraklıkla bir öne bir arkaya oyna­
tarak yumrukları savuşturdu. Harry onun bu halini dik du­
rabilen o yılana benzetti
53

Kobraya!
Bobby yumruktan sonra taş kesildi. Başı az önce bir şey
hatırlamış gibi bir ifadeyle sola döndü, ardından gözleri ge­
riye devrildi, ağızlığı dışarı çıktı ve kırılan burun köprüsün­
de küçük bir delikten ince bir kan fışkırdı. Toowoomba de­
vin öne düşmesini bekleyip bir daha vurdu. Çadır bir anda
sessizleşince Harry Bobby’nin burnuna inen ikinci yumruğun
ürkütücü çatırtısını ve ismin geri kalanını bağıran kadının
sesini duydu:
“biiiiii!”
Bobby’nin başından ter ve kandan oluşan kırmızı bir sıvı
püskürdü ve ringin köşesine yağdı.
Anonsçu ringe daldı ve abartılı hareketlerle dövüşün bitti­
ğini işaret etti. Dışarı çıkmak için orta koridora koşan beyaz­
lı kadının ayakkabıları dışında çadırda hâlâ çıt çıkmıyordu.
Giysisinin önü kirlenmişti ve yüzünde Bobby’yle aynı şaşkın
ifade vardı.
Toowoomba rakibini ayağa kaldırmaya çalıştı ama yar­
dımcıları onu uzaklaştırdı. Tek tük alkış sesleri giderek sön­
dü. Anonsçu kararını verip Toowoomba’nm elini havaya kal­
dırınca ıslıklar yükseldi. Andrew başını iki yana salladı.
“Bazıları tüm parasını mahallesinin şampiyonuna göm­
müş olmalı” dedi. “Aptallar! Haydi gel, paramızı alıp Murri
denen şu gerzekle iki çift laf edelim!”

“Robin, pislik herif. Senin gerçekten de bir yere kapatıl­


man gerek!”
Robin “Murri” Toowoomba’nm yüzü kocaman bir gülümse­
meyle aydınlandı. Bir gözünün üzerine içi buz dolu bir havlu
tutuyordu.
“Tuka! Dövüşürken seni duydum. Ne o, yine kumara mı
başladın?” Toowoomba kısık bir sesle konuşuyordu. Harry
onun sözünün dinlenmesine alışkın biri olduğunu düşündü
54

nedense. Sanki az önce kendinden neredeyse iki kat iri bir


adamın burnunu kıran o değilmiş gibi güzel ve kibar bir se­
si vardı.
Andrew soruyu küçümsermiş gibi güldü. “Kumar mı? Be­
nim zamanımda Chivers takımından birine bahis oynamaya
asla kumar denmezdi. Ama artık işler değişti herhalde. Be­
yaz bir magandaya bile kendini dövdürdüğüne göre Nereye
varacak bu işin sonu?”
Harry boğazını temizledi.
“Ha, evet. Robin, seni arkadaşımla tanıştırayım. Bu Harry
Holy. Harry, bu da Queensland’in en belalı serserisi ve sadisti
Robin Toowoomba.” Tokalaşırken Harry elini kapıya sıkışmış
gibi hissetti. “Nasılsın?” diye mmidandı. Toowoomba mutlu bir
gülümsemeyle “Tek kelimeyle harikayım, dostum. Ya sen?” di­
ye sordu.
“Hiç daha iyi olmamıştım” dedi Harry, elini ovuşturarak.
AvustralyalIlarla el sıkışmak canını acıtıyordu. Andrew,
hal hatır soran insanlara abartılı cümlelerle cevap vermenin
önemli olduğunu söylemişti. Kuru bir “İyiyim, teşekkürler”
çoğu zaman soğuk bir tavır olarak algılanabilirdi burada.
Toowoomba başparmağını Andrevv’a doğrulttu. “Serseri
demişken, Tuka sana bir zamanlar Jim Chivers için dövüştü­
ğünü anlattı mı?”
“Sanırım onun hakkında bilmediğim bir şeyler var hâlâ.
Yani şey Tuka’nın. Sır küpü gibi bir adam.”
“Sır küpü mü?” diyerek güldü Toovvoomba. “Sadece biraz
gizemli konuşur, hepsi o kadar. Ne soracağını bilirsen Tuka
sana öğrenmek istediğin her şeyi söyler. Fazla tehlikeli bi­
ri olduğu için Chivers takımından ayrılmak zorunda kaldığı­
nı sana anlatmaması gayet normal. Sahi, kaç tane elmacık-
kemiği, burun ve çene kırdığını hatırlatıyor musun, Tuka? O
yıllar herkes onu Yeni Güney Galler’in en yetenekli genç bok­
sörü olarak görüyordu. Ama bir sorun vardı. Kontrolsüz ve
55

disiplinsizdi. En sonunda sırf maçı erken bitirdiğini düşün­


düğü için bir hakemi nakavt etti. Üstelik hakem onu galip
ilan etmişken! Kana susamak böyle bir şey işte. Haliyle ta­
kımdan iki yıl uzaklaştırıldı.”
“Teşekkür ederim! Ayrıca iki değil, üç buçuk sene” diyerek
sırıttı Andrew. “Anlattım sana, o hakem malın tekiydi. Sade­
ce ittim, inanılmaz ama herif düşüp köprücükkemiğini kırdı.”
Toowoomba ile Andrevv ellerini çırpıp kahkahaya boğuldular.
“Ben boks yaparken Robin daha yeni doğmuştu. Ona ne
öğrettiysem onu yapıyor” dedi Andrew. “Robin, vakit bulduk­
ça beraber çalıştığım yoksul çocukların grubundandı. Onla­
ra boks dersi verirdik; kendimle ilgili yarı doğru yarı uydur­
ma hikâyeler anlatarak çocuklara kontrollü olmanın önemini
öğretirdim. Benim yaptıklarımı yapmasınlar diye. Robin o kı­
sımları anlamamış olacak ki benim izimden gitti.”
Toowoomba ciddileşti. “Biz genelde iyi çocuklarızdır,
Harry. Kimin patron olduğunu görsünler diye insanları kas­
ten havaya sokar ve tek yumrukta yere sereriz. Zaten sonra
da pes ederler. Ama bu seferki herif gerçekten boks biliyordu
ve birilerine zarar verebilirdi. Bunun gibiler aranırlarsa be­
lalarını bulurlar.”
Kapı açıldı. “Siktir, Toowoomba. Yeterince derdimiz yok­
muş gibi Az önce burnunu kırdığın adam bu bölgenin polis
şefinin damadıydı.” Anonsçu öfkelenmiş gibiydi ve bunu belli
etmek için okkalı bir sesle yere tükürdü.
“Bir anlık refleksti” dedi Toowoomba, kahverengi sıvıya
bakarak. “Bir daha olmaz.” Andrevv’a gizlice göz kırptı.
A z sonra ayağa kalktılar. Toowoomba ve Andrevv birbir­
lerine sarılıp Harry’yi hayrete düşüren bir dilde birkaç veda
cümlesi mırıldandılar. Harry boksörün omzunu sıvazlarken
tek amacı bir daha el sıkışmak zorunda kalmamaktı.

* * *
Arabaya bindiklerinde “İkiniz hangi dilde konuşuyordu­
nuz?" diye sordu Harry.
"Ha. o mu? Bir çeşit Kreole. İngilizceyle Aborijin köken­
li kelimelerin karışımından oluşan bir dil. Tüm ülkede çoğu
Aborijin bu dili konuşur. Eee, boksla ilgili ne düşünüyorsun?”
Harry düşünmek için bekledi. “Seni birkaç dolar kazanır­
ken görmek ilginçti ama şu anda Nimbin’de olabilirdik.”
“Bugün buraya gelmeseydik akşam Sidney’e dönemeye­
cektin” dedi x\ndrew. “Öyle bir kadınla randevulaşıp da kaç­
mak olmazdı. Müstakbel karından ve iki minik Holy’nin an­
nesinden bahsediyor olabiliriz Harry.”
Ağaçların ve alçak evlerin arasından geçerlerken ikisi de
sırıttı. Doğu yarımkürede güneş batıyordu.

Sidney’e vardıklarında hava kararmıştı ama televizyon


kulesi şehrin ortasında koca bir ampul gibi yanarak onlara
yolu gösteriyordu. Andrevv, Opera Evi’nin çok uzağında ol­
mayan Circular İskelesi’ne sürdü ve arabayı durdurdu. Bir
yarasa farların önünde son süratle fırıl fırıl dönüyordu. And­
revv bir sigara yaktı ve Harry’ye arabadan inmemesini işaret
etti.
“Yarasa Aborijinlerde ölümün simgesidir. Hiç duymuş
muydun?”
Duymamıştı.
“İnsanların kırk bin sene boyunca dışarıyla iletişim kur­
madan yaşadığı bir toprak hayal et. En yakın kıtayla arala­
rında koca bir okyanus olduğundan, Hıristiyanlığı ve İslami-
yeti geçtim, Yahudilikten bile haberleri olmamış. Onun yeri­
ne kendi yaratılış hikâyelerine, yani Düş’e inanmışlar. Abo-
rijinlere göre ilk insan Ber-rook-boorn’dur. Onu yaratan tan­
rı ise her şeyin başlangıcı sayılan, yaratılmamış kabul edilen
ve tüm canlıları sevip gözeten Baiame’dir. Anlayacağın, Ba-
iame iyi biridir. Arkadaş çevresinde Yüce Baba Ruh olarak
57

bilinir. Baiame, Ber-rook-boorn’u ve karısını güzel bir yerde


yarattıktan sonra yakınlarında bulunan ve arıların yaşadığı
‘yarran’ denen kutsal bir ağaca işaretini bırakır.
‘Bu topraklarda size bahşettiğim her şeyden dilediğiniz
gibi yiyebilirsiniz; ama o benim ağacım’ diyerek onları uya­
rır. ‘Oradan bir şey yerseniz size ve sizden sonrakilere kötü­
lük musallat olur’ der. Ya da onun gibi bir şey işte. Ber-rook-
boorn’un karısı günün birinde dal toplarken yarran ağacına
gelir. Tepesinde tüm heybetiyle dikilen kutsal ağacı görünce
önce ondan korkar ama ağacın dibinde o kadar çok dal vardır
ki içindeki ses oradan var gücüyle kaçmasını söylese de onu
dinlemez. Hem zaten Baiame dallarla ilgili bir şey söyleme­
miştir. Ağacın dibindeki dalları toplarken yukarıda bir vızıltı
duyar ve başını kaldırınca arı sürüsünü görür. Sonra da ağa­
cın gövdesinden süzülen balı. Daha önce hayatında balın ta­
dına bir kez bakmıştır ama burada birkaç öğüne yetecek ka­
dar bal vardır. Tatlı ve parlak damlalar güneşte ışıl ışıl görü­
nür. Ber-rook-boorn’un karısı en sonunda dayanamayıp ağa­
ca tırmanır.
Tam o anda yukarıdan soğuk bir rüzgâr eser ve devasa si­
yah kanatları olan şeytani bir siluet onu sarar. Baiame’nin
kutsal ağacı emanet ettiği Narahdarn adındaki yarasadır bu.
Kadın yere düşer ve mağarasına gidip saklanır. Ama iş işten
geçmiş, Narahdarn’la simgelenen ölüm dünyaya salınmıştır
artık. Böylece hem onlar, hem de Ber-rook-boorn un soyu son­
suza dek lanetlenir. Yarran ağacı bu felaket yüzünden ağlar.
Gövdesinden akan gözyaşları kuruyup sertleşir. O yüzden bu­
gün hâlâ o ağacın kabuğunda kırmızı kauçuk görebilirsin.’4
Andrew mutlulukla sigarasından bir nefes çekti. “Adem’le
Havva’dan aşağı kalır yanı yok, değil mi?”
Harry başını salladı ve iki hikâye arasındaki benzerlikle­
ri düşündü. “Belki de insanlar dünyanın neresinde olurlar
sa olsunlar bir şekilde aynı hayalleri ve fantezileri pavlaşı
yor. Bu bizim tabiatımızda var; adeta hepimizin özüne işlen­
miş. Tüm farklılıklara rağmen eninde sonunda aynı yanıtla­
ra ulaşıyoruz.”
“Umarım öyledir” dedi Andrevv, kısık gözlerle dumana ba­
karak. “Umarım öyledir.”
9

Denizanası

Harry dokuzu on geçe ikinci kolasını bitirmek üzereyken


Birgitta geldi. Düz, beyaz bir pamuklu elbise giymişti ve kızıl
saçlarını etkileyici bir atkuyruğu şeklinde toplamıştı.
“Gelmeyeceksin diye korkmaya başlamıştım” dedi Harry.
Şaka yollu söylese de gerçekten böyle hissediyordu. Rande­
vulaştıkları andan itibaren içinde vardı bu korku.
“Sahiden mi?” diye sordu Birgitta, İsveççe konuşarak.
Harry’ye muzip bir bakış attı. Harry önünde harika bir akşa­
mın olduğunu hissediyordu.
Tayland usulü yeşil körili domuz, wok’ta kajulu tavuk,
Avustralya Chardonnay şarabı ve Perrier madensuyu söyle­
diler.
“Ülkemden bu kadar uzaktayken bir İsveçliyle tanıştığı­
ma şaşırdım.”
“Şaşırmamalısın. Avustralya’da neredeyse doksan bin İs­
veçli yaşıyor.”
“Ciddi misin?”
“Çoğu buraya İkinci Dünya Savaşı’ndan önce göç etmiş.
Çok sayıda genç de 80’lerde İsveç’te işsizlik baş gösterince
gelmiş.”
“Ben de İsveçliler daha Helsingora ayak basmadan köftele­
rini ve yaz şenliklerini özlemeye başlar diye düşünüyordum.”
“Bence Norveçlilerle karıştırıyorsun. Asıl siz manvaksıru*’
60

Burada kaç Norveçli tanıdıysam hepsi de birkaç gün sonra ül­


keleri için yanıp tutuşmaya başladı, iki ay sonra da Norveç’e
döndü. Yün hırkalarını özlüyorlar herhalde.”
“Ama Inger dönmemiş?”
Birgitta sessizleşti. “Evet, Inger hariç.”
“Neden burada kaldığını biliyor musun?”
“Muhtemelen çoğumuzla aynı sebepten. Tatil yapmaya ge­
lirsin ve buranın havasına, rahatlığına ya da bir adama âşık
olursun. Sonra da oturma iznini uzatmak için başvurursun.
Ne de olsa İskandinav kızları barlarda iş bulmakta hiç zor­
lanmıyor. Ve bir anda, ülkenden çok uzakta olmasına rağ­
men burada kalmanın ne kadar basit olduğunu anlarsın.”
“Senin yaşadığın da bu muydu?”
“Aşağı yukarı.”
Bir süre sessizce yemeklerini yediler. Körinin tadı yoğun,
güçlü ve güzeldi.
“Inger’in son erkek arkadaşıyla ilgili ne biliyorsun?”
“Size söylediğim gibi, bir gece bara uğradı. Inger onunla
Queensland’de tanışmış. Fraser Adası’nda galiba. Yıllar önce
nesillerinin tükendiğini sandığım türden hippilere benziyor­
du. Meğer Avustralya’da hâlâ varlarmış. Uzun ve örgülü saç­
lar, renkli ve bol kıyafetler, ayakta sandaletler. Woodstock
plajında yürür gibi bir hali vardı.”
“Woodstock, New York’un iç kesiminde kalıyor.”
“Ama yüzdükleri bir göl yok muydu? Sanki öyle hatırlıyo­
rum.”
Harry genç kadını yakından süzdü. Tabağına eğilmiş, ye­
meğiyle meşguldü. Çilleri burnunun üzerinde sıklaşıyordu.
Harry onun güzel olduğunu düşündü.
“Öyle şeyleri bilmemen gerek. Henüz çok gençsin.”
Birgitta güldü. “Ya sen nesin? Yaşlı mı?”
“Ben mi? Şey, bazı zamanlar öyle. İş yüzünden, içinde bir
yerde çok hızlı yaşlandığını hissediyorsun. Ama yine de ara-
61

da bir yaşadığımı hissetmeyecek kadar kırılmış ve bıkkın ol­


madığımı düşünüyorum.”
“Ah, kıyamam sana”
Harry’nin gülümsemesi gerekiyordu. “İstediğin gibi düşü­
nebilirsin ama bunları bana anaçlık yap diye söylemiyorum.
Gerçi ona da hayır demezdim sanırım. Neyse, sadece böyle
hissediyorum işte.”
Garson masanın yanından geçerken Harry fırsattan isti­
fade bir şişe daha su söyledi.
“Her çözdüğün cinayet dosyasında biraz daha yaralanı­
yorsun. Ve ne yazık ki karşına her seferinde Agatha Christie
romanlarında okuduğundan daha kötü cesetler, daha üzü­
cü hikâyeler ve daha basit cinayet sebepleri çıkıyor. Başlar­
da kendimi adalet dağıtan bir şövalye gibi görüyordum ama
artık bir çöpçü gibi hissediyorum daha çok. Katiller genel­
de acınası insanlardır ve neden böyle olduklarına dair rahat­
lıkla en az on iyi neden sayabilirsin. O yüzden çoğu zaman
duyduğun şey bastırılmış bir öfke olur. Kendileriyle birlikte
başkalarının da hayatlarını mahvetmelerinin verdiği bir öf­
ke. Anlattıklarım sana hâlâ fazla duygusal geliyor olabilir
ama”
“Özür dilerim” dedi Birgitta. “Amacım alay etmek değildi.
Ne demek istediğini anlıyorum.”
Caddeden gelen hafif rüzgâr, masadaki mumun ateşi­
ni titretiyordu. Birgitta, Harry’ye erkek arkadaşıyla birlik­
te dört sene önce İsveç’ten sırt çantalarıyla nasıl yola çıktık­
larını, otobüsle yolculuk yapıp Sidney’den Cairns’e otostopla
gittiklerini, çadırlarda ve gezginlerin konakladığı pansiyon­
larda kaldıklarını, oralarda resepsiyon görevlisi ve aşçı ola­
rak çalıştıklarını, Büyük Set Resifi’nde dalıp kaplumbağalar­
la ve çekiç balıklarla yan yana yüzdüklerini anlattı. Uluru’da
meditasyon yapmış, biriktirdikleri parayla Adelaide’den tre­
ne binip Alice Springs’e geçmiş, Melbourne’de Crowded Ho-
use konserine gitmiş, Sidney’de bir motel odasında da ayrıl­
mışlardı.
“Bu kadar iyi giden bir şeyin bu kadar yanlış bitmesi tu­
haf.”
“Yanlış mı?”
Birgitta tereddüt etti. Belki de bir Norveçliye kendini bu
kadar çabuk açtığı için pişman olmuştu.
“Nasıl açıklayacağımı gerçekten bilmiyorum. Yolda sanki
hep orada olan, varlığına alıştığımız bir şeyi kaybettik. Ön­
ce birbirimize bakmayı, çok geçmeden de dokunmayı bırak­
tık. Sanki çift kişilik oda tutmak ucuza geldiğinden ve çadır­
da iki kişi kalmak daha güvenli olduğundan birlikte seyahat
eden iki yol arkadaşına dönmüştük. O Noosa’da aileden zen­
gin bir Alm an kızla tanıştı, ben de rahatça işine baksın di­
ye yola devam ettim. Umursamadım. Sidney’e geldiğinde ye­
ni tanıştığım Am erikalı bir sörfçüye âşık olduğumu söyledim.
Bana inandı mı bilmiyorum, belki de ayrılmamız için kasten
bir bahane uydurduğumu anladı. Sidney’de motel odasında
tartışm aya çalıştık ama onu bile artık beceremiyorduk. So­
nunda ona İsveç’e önce onun dönmesini, benim daha sonra
geleceğimi söyledim.”
“A rayı epey açmışsınız.”
“Tam altı yıl beraberdik. Şu an yüzünü bile zar zor hatır­
ladığım ı söylesem inanır mısın?”
“İnanırım.”
B irgitta iç geçirdi. “Böyle biteceğini hiç düşünmemiştim.
E vlenip çocuklarımızın olacağından, Malm ö’nün küçük bir
banliyösünde kapısına her sabah Sydsvenska Dagbladet ga­
zetesi bırakılan bahçeli bir evde yaşayacağımızdan o kadar
emindim ki. Şimdiyse ne doğru düzgün sesini hatırlıyorum,
ne onunla sevişmenin nasıl bir his olduğunu, ne de” Başını
kaldırıp H arry’ye baktı. “Ne de iki kadeh şaraptan sonra çe­
nem düştüğünde bana kibarca susmamı söylemesini.”
63

Harry gülümsedi. Birgitta şarabına dokunmamasıyla ilgi­


li hiçbir şey söylememişti.
“Ben kibar değilim, sadece ilgiliyim.”
“O halde polis olman dışında bana kendinle ilgili bir şey­
ler anlatmak zorundasın.”
Birgitta masaya doğru eğildi. Harry gözlerini elbisesinin
aşağısına kaydırmamak için kendini zor tuttu. Teninin koku­
sunu duyunca iştahla içine çekti. Kendini kaptırmamalıydı.
Kari Lagerfeld ve Christian Dior’daki kurnaz herifler zavallı
bir adamı tuzağa düşürmek için neyin gerektiğini çok iyi bi­
liyordu.
Muhteşem kokuyordu.
“Pekâlâ” diyerek başladı Harry, “bir kız kardeşim var, an­
nem öldü ve Töyen, Oslo’da bir türlü kurtulamadığım bir da­
irede yaşıyorum. İlişkilerimin hiçbiri uzun sürmedi ve sadece
biri bende iz bıraktı.”
“Gerçekten mi? Şu anda hayatında kimse yok mu?”
“Pek sayılmaz. Birkaç kadınla yaşadığım basit ve anlam­
sız ilişkilerim var. Onlar aramazsa bazen ben arıyorum.*’
Birgitta kaşlarını çattı.
“Bir şey mi oldu?”
“Bu tip erkeklerden hoşlandığımdan emin değilim. Ya da
kadınlardan. Galiba biraz eski kafalıyım.”
“Haklısın elbette. Ama hepsini geride bıraktım” dedi
Harry, Perrier’le dolu bardağını havaya kaldırarak.
“Böyle hazır cevaplardan da hoşlandığımdan emin deği­
lim” dedi Birgitta ve kadehini kaldırdı.
“Peki sen bir erkekte ne ararsın?”
Genç kadın çenesini eline dayadı ve uzaklara dalarak so­
ruyu düşündü. “Bilmem. Sanırını ne aradığımdan çok ne ara­
madığımı daha iyi biliyorum.”
“O zaman ne aramazsın? Hazır cevaplar dışında tabii kt.
“Bir an önce ayartmaya çalışanları sevmem mesela”
M

“Başına çok mıı geliyor?”


Birgitta gülümsedi. “Sana bir ipucu vereyim Casanova.
Bir kadını etkilemek istiyorsan ona dünyadaki tek kadınmış
gibi hissettirmeli, kimsenin görmediği özel bir muamele gör­
düğünü belli etmelisin. Barlardan kız düşürmeye çalışan er­
kekler bunu anlamaz. Ama bunların senin gibi hovardalara
bir anlam ifade ettiğini sanmıyorum.”
Harry güldü. “Birkaç derken aslında iki kadını kastetmiş­
tim. Kulağa daha çılgınca geldiği için birkaç dedim. Sanki iki
değil de üçmüş gibi. Zaten bir tanesi son konuştuğumuzda
eski sevgilisine döneceğini söyledi. Bu kadar basit biri oldu­
ğum ve bu kadar manasız bir ilişki yaşadığımız için bana
teşekkür etti. Diğeri de şu sıralar, onu terk eden ben oldu­
ğum için ikimizden biri başka birini bulana kadar ona iyi kö­
tü bir cinsel hayat yaşatmaya devam etmemin vazifem oldu­
ğunu söyleyip duruyor. Bir dakika, neden kendimi savunuyo­
rum ki? Ben karıncaya bile zarar vermeyen normal bir ada­
mım. Birisini etkilemeye çalıştığımı falan mı düşünüyorsun?”
“Ah, evet, beni etkilemeye çalışıyorsun. Sakın inkâr ede­
yim deme!”
H arry karşı gelmedi. “Tamam, kabul. Peki becerebiliyor
muyum?”
Birgitta şarabından büyük bir yudum aldı ve düşündü.
“Notun B. Fena sayılmaz. Ya da hayır, iyisin aslında, B
değil”
“B eksi o halde.”
“Öyle bir şeyler.”

İskele karanlık, neredeyse bomboştu ve denizden ferah bir


rüzgâr esiyordu. Işıkları yanan Opera Evi’nin merdivenlerin­
de fazlasıyla kilolu bir gelin ve damat, fotoğrafçıya poz veri­
yordu. Adam onları bir oraya bir buraya yönlendirirken yeni
evli çift iri vücutlarını hareket ettirmekten epey sıkılmış gö-
65

rünüyordu. Neyse ki en sonunda anlaştılar ve Opera Evi’nin


önündeki gece çekimi gülümsemeler, kahkahalar ve belki bi­
raz gözyaşıyla son buldu.
“Mutluluktan uçmak diye buna deniyor herhalde” dedi
Harry. “İsveççede de böyle mi diyorsunuz, bilmiyorum gerçi.”
“Evet, böyle. İsveç’te de mutluluktan uçulabiliyor.” Birgit­
ta tokasını çıkardı ve iskelenin tırabzanında yüzünü Opera
Evi’ne dönerek rüzgârda dikildi.
“Evet, uçulabiliyor” diye tekrarladı, kendi kendine konu­
şuyormuş gibi. Çilli burnunu denize döndü ve rüzgâr kızıl
saçlarını uçurdu.
Bu haliyle püsküllü bir denizanasma benziyordu. Harry
bir denizanasının bu kadar güzel olabileceğini bilmezdi.
10

Nimbin kasabası

Uçak Brisbane’e indiğinde H arry’nin saati on biri gösteri­


yordu ama anonsu yapan hostese göre ondu.
“Queensland’de yaz saati uygulaması yok” diyerek duru­
mu açıkladı Andrevv. “Burada büyük bir siyasi mesele haline
geldi, sonunda referandum yapıldı ve çiftçiler hayır oyu ver­
di.”
“Vay canına, muhafazakâr bir eyalete geldik desene.”
“Sanırım öyle, dostum. Birkaç sene öncesine kadar uzun
saçlı erkekler buraya gelemezdi. Resmen yasaktı.”
“Şaka yapıyorsun.”
“Queensland biraz tuhaftır. Yakında da dazlakları yasak­
larlarsa şaşırmamak gerek.”
Harry kısa saçlarını kaşıdı. “Queensland’le ilgili başka bil­
mem gereken bir şey var mı?”
“Hımm, eğer cebinde esrar varsa uçağa binip kaçman en
iyisi olur. Queensland’de uyuşturucu yasaları diğer eya let­
lerden serttir. Aquarius F estiva li’nin N im b in ’de ya p ılm a ­
sı tesadüf değildi. Orası sınırın hemen dışında, Y en i Güney
Galler’de.”
Kendileri için bir arabanın ayarlandığım ve hazır bekledi­
ğini bildikleri Avis oto kiralama bürosunu buldular.
‘Öte yandan Queensland’de Inger Holter’in Evans W hite’la
tanıştığı Fraser Adası gibi yerler de var. Ada aslında devasa
67

bir kum yığınından ibaret ama üzerinde bir yağmur ormanı ve


dünyanın en temiz suyuna sahip göller var. Kumu öyle beyaz
ki plajları mermerden yapılmış gibi duruyor. Bu kuma normal
kumdan çok daha fazla silikon barındırdığı için silis kumu de­
niyor. Doğruca bilgisayara bile dökebilirsin herhalde.”
Bankonun arkasındaki adam “Bereketli topraklar, ha?”
dedi, bir anahtar uzatarak.
“Ford Escort mu?” diye sordu Andrew. Yüzünü buruştu­
rup iç geçirdi. “Çalışıyor mu bari?”
“Özel indirim, bayım.”
“Ondan hiç şüphem yok.”

Güneş Pasifik Otoyolu’nu kavuruyor, Brisbane’e yaklaş­


tıkça şehrin cam ve taştan oluşan silueti bir avizenin kristal­
leri gibi parıldıyordu.
Otoyolda doğuya doğru giderek ormanlar ve işlenmiş ara­
zilerle bezeli yemyeşil kırsallardan geçtiler.
“Avustralya taşrasına hoş geldin” dedi Andrew.
Yol kenarında uyuşuk gözlerle otlayan inekler vardı.
Harry kıkırdadı.
“N ’oldu?” diye sordu Andrew.
“Larson’un bir karikatürü vardı, görmüş müydün? Hani
inekler çayırda iki ayak üzerinde durup laflarken bir tanesi
‘Araba!’ diyerek onlara haber veriyordu?”
Kısa bir sessizlik oldu.
“Larson kim?”
“Boşver.”

Önlerinde tahtadan verandalar, kapılarında sineklikler ve


bahçelerinde kamyonetler olan tek katlı ahşap evlerin ara­
sından geçtiler. Üzgün gözlerle onları izleyen geniş sırtlı yük
beygirlerini, arı kovanlarını ve çitlerin arasında çamur keyfi
yapan domuzlan geride bıraktılar. Yollar giderek daralıyor
du. Öğle vakti geldiğinde küçük bir yerleşim yerinde benzin
almak için durdular. Tabelada köyün adının Uki olduğu ve
üst üste iki sene Avustralya’nın en temiz köyü seçildiği yazı­
yordu. Ama son kazanan nedense belirtilmemişti.

Nihayet Nimbin’e vardıklarında ‘Tok artık” dedi Harry.


Kasabanın yaklaşık yüz metrelik merkezinde her yer gök­
kuşağının renklerine boyanmıştı ve H arry’nin film koleksi­
yonundaki Gheech ve Chong filmlerinden fırlamış gibi duran
bir grup insan vardı.
“Vay be, 70’lere geri döndük!” diye bağırdı Harry. “Şuraya
baksana. Sanki Peter Fonda’yla Janis Joplin kucak kucağa.”
Araba caddede yavaşça ilerlerken uyurgezer gözler onla­
rı izledi.
“Harikaymış. Böyle yerlerden artık hiç kalmadı sanıyor­
dum. Gülecek malzeme çıktı.”
“Neden?” diye sordu Andrew.
“Sence komik değil mi?”
“Komik mi? Bu devirde bunlar gibi hayalperestlerle alay et­
menin kolay olduğunu anlıyorum. Yeni neslin, çiçek çocukları
gitar çalmak, şiir okumak ve canlan isteyince birbirlerini dü-
düklemek dışında hiçbir şey yapmamış bir grup esrarkeş ola­
rak gördüğünü de. Woodstock’ı düzenleyenlerin zaman içinde
takım elbiseyle röportaj veren ve şimdi kulağa çok safça gelen
o fikirlerden eğlenerek bahseden adamlara dönüştüğünü de.
Am a şu da var ki o kuşağın savunduğu idealler olmasaydı dün­
ya çok daha farklı bir yer olurdu. Barış ve sevgi gibi slogan­
lar günümüzde klişeleşmiş olabilir ama o zamanlar hepsinin
bizim için bir anlamı vardı. Her birine yürekten inanıyorduk.”
“Senin yaşın hippi olmak için biraz büyük d eğil miydi,
Andrevv?”
“Evet, büyüktü. Ben emektar hippilerdendim, eski kurt­
tum.” Andrew sınttı. “Bir sürü genç kız sevişmenin karmaşık
69

ve gizem dolu dünyasına Andrew amcaları sayesinde adım


attı.”
Harry meslektaşının omzunu sıvazladı. “Sadece ideallerin
için hippi oldun sanıyordum, kart zampara.”
“Tabii ki idealler için” dedi Andrew, sinirlenerek. “O kırıl­
gan ve körpe çiçekleri sivilceli beceriksiz ergenlerin eline bı­
rakıp kızların 70’li yılların tamamını travma içinde geçirme­
sine gönlüm elvermezdi.”

Andrew arabanın camından dışarıya göz attı ve güldü.


Tunik giymiş uzun saçlı ve sakallı bir adam, bankta otura­
rak iki parmağıyla barış işareti yapıyordu. Eskimiş, san bir
Volkswagen resminin olduğu afişte “Esrar Müzesi” duyurusu
yapılıyordu. En altında ise küçük harflerle şu yazılıydı: “Gi­
riş bir dolar. Paran yoksa da gel.”
“Burası Nimbin’in uyuşturucu müzesi” dedi Andrew. “İçin­
deki çoğu şey işe yaramaz ama hatırladığıma göre Ken Kesey,
Jack Kerouac ve diğer öncülerin bilinç açıcı uyuşturucuları
denediği Meksika gezilerine ait ilginç fotoğraflar vardı.”
“LSD’nin tehlikeli olmadığı yıllardan mı?”
“Ve sevişmenin sağlıklı sayıldığı. Harika zamanlardı,
Harry Holy. Görmeliydin, dostum.”
Arabayı anacaddenin biraz yukarısına park ettiler ve ge­
ri yürüdüler. Harry Ray-Ban gözlüğünü çıkardı ve bir sivil
gibi görünmeye çalıştı. Nimbin’de belli ki sakin bir gün ya­
şanıyordu. İki dedektif ısrarla kendilerine seslenen satıcıla­
rın arasında zor da olsa yürümeye çalıştı. “Şahane ot var!..
Avustralya’nın en iyi otu bende, beyler Papua Yeni Gine’nin
malı geldi, müthiş.”
“Papua Yeni Gine mi?” dedi Andrew, burun kıvırarak.
“Esrann başkenti olan böyle bir yerde bile insanlar bir malın
uzaktan gelince daha iyi olduğunu sanıyor demek. Yerli ma­
lından şaşmamak lazım.”
70

“Müze’ nin önündeki bir sandalyede oturan hamile ama za­


y ıf bir kız onlara el salladı. Yirmiyle kırk arasında herhan­
gi bir yaşta olabilirdi ve üzerinde renkli bol bir etekle karnını
bir davul gibi şiş ve gergin gösteren düğmeleri ilikli bir bluz
vardı. Kız Harry’ye sanki bir yerden tamdık geldi. Harry, göz­
bebeklerinin büyüklüğüne bakılırsa kızın kahvaltı mönüsün­
de esrardan daha uyarıcı bir şeyler olduğunu anlayabiliyordu.
“Başka bir şey mi arıyorsunuz?” diye sordu kız. Esrar al­
makla ilgilenmediklerini görmüştü.
Harry “Hayır” diyerek lafa başlamıştı ki kız onu böldü.
“Asit o zaman” dedi, öne eğilip telaşla ve heyecanla konu­
şarak. “LSD istiyorsunuz, değil mi?”
“Hayır, asit de istemiyoruz” dedi Andrew, kısık ve sert bir
sesle. “Başka bir şey arıyoruz. Anladın mı?”
K ız gözlerini onlara dikti. Andrew gidecek gibi olunca ko­
caman karnına aldırış etmeden birden yerinden sıçradı ve
kolunu tuttu. “Anladım ama burada olmaz. On dakika sonra
benimle şuradaki barda buluşmanız gerek.”
Andrew başını salladı ve kız şiş göbeğiyle arkasını dönüp
ayaklarının dibinde koşan küçük bir köpek yavrusuyla bera­
ber aceleyle caddeden aşağı yürüdü.
“N e düşündüğünü biliyorum, Harry” dedi Andrew, bir siga­
ra yakarak. ‘Tertem iz bir ana yüreğini eroin alacağız diye kan­
dırmak hoş değildi. Polis istasyonu bu caddenin yüz metre ile­
risinde ve Evans White’la ilgili istediklerimizi onlardan da ala­
biliriz. Am a içimden bir his bunun daha kestirme olacağını söy­
lüyor. Haydi gidip birer bira içelim ve neler olacağına bakalım.”

A na Yüreği yarım saat sonra en az onun kadar harap gö­


rünen bir adamla boş sayılan bardan içeri girdi. Adam soluk
teni, sıska vücudu, siyah giysileri ve gözlerinin altındaki ko­
yu renk torbalarla K ont D rakula’nın Klaus K in ski tarafın­
dan canlandırılan halini andırıyordu.
71

“İşte başlıyoruz” diye fısıldadı Andrew. “Adamı sattığı şe­


yin tadına bakıyor diye suçlayamayız, değil mi?”
Ana Yüreği ve Kinski’nin kopyası doğruca onların yanma
geldi. Adam gümşığmda gerektiğinden fazla bir dakika bile
vakit harcamak istemiyor gibiydi. Hemen konuya girdi.
“Ne kadar lazım?”
Andrew sırtı tamamen onlara dönük oturuyordu. “Sadede
gelmeden önce umuyorum ki yanında mümkün olduğunca az
insan vardır, bayım” dedi, arkasını dönmeden.
Kinski başıyla işaret edince Ana Yüreği sinirlenerek git­
ti. Muhtemelen yüzde üzerinden pay alarak çalışıyordu ve
Harry ikisinin arasındaki güven ilişkisinin tüm keşlerdeki
kadar olduğunu tahmin edebiliyordu. Yani hiç.
“Yanımda bir şey yok ve şayet polis olduğunuzu anlarsam
taşaklarınızı keserim. Önce parayı gösterin, sonra da bura­
dan gidelim.” Hızlı konuşuyordu, gergindi ve gözleri fırıl fı­
rıl oynuyordu.
“Uzakta mı?” diye sordu Andrew.
“Kısa bir yürüyüş ama uzuuun bir yolculuk sizi bekliyor.”
Dişlerini bir saniyeliğine göstermesi güldüğü anlamına geli­
yor olmalıydı.
“Aferin, dostum. Şimdi otur ve kapa çeneni” dedi Andrew,
polis rozetini göstererek. Kinski donakaldı. Harry ayağa kalk­
tı ve kemerinin arkasına dokundu. Silahının gerçekten orada
olup olmadığını kimse bilemezdi ne de olsa.
“Bu amatör oyunculuklar da neyin nesi? Size yanımda bir
şey yok dedim ya.” Adam cüretkâr bir tavırla Andrew’un kar­
şısındaki sandalyeye oturdu.
“Buranın şerifini ve yardımcısını bildiğini tahmin ediyo­
rum. Muhtemelen onlar da seni tanıyordur. Peki toz satmaya
başladığından haberleri var mı?”
Adam omuzlarını silkti. “Kim size toz sattığımı söyledi ki?
Ben ot alacağınızı”
“Tabii ki öyle. Kimse eroinden bahsetmedi ve bize birkaç
bilgi verirsen kimsenin de bahsedeceğini sanmıyorum.”
“Dalga geçiyor olmalısınız. Kasabanın dışından gelmiş ve
hiçbir ilgim in olmadığı iki polis istedi diye size gammazlık
yapıp kellemin gitmesini göze alacağımı mı”
“Gammazlık mı? Burada tanıştık, ne yazık ki malların fiya­
tında anlaşamadık ve ayrıldık, hepsi bu. Alışveriş için buluş­
tuğumuzu gören bir şahidin bile var. Söylediğimizi yaparsan
bizi ne sen, ne de buradaki başka biri bir daha görmeyecek.”
Andrew bir sigara yaktı, gözlerini kısarak masanın diğer
ucundaki perişan haldeki keşi süzdü ve dumanı yüzüne üfle­
yerek devam etti.
“Am a aradığım ızı bulamazsak buradan ayrılm adan ön­
ce polis rozetlerim izi takıp birkaç kişiyi tutuklayabiliriz. Bu
da senin bu topluluktaki itibarına fazlasıyla gölge düşürür.
Bahsettiğin taşak kesme olayları burada yaygın mı emin de­
ğilim , sonuçta esrarkeşler barışçıl insanlardır. Yin e de bil­
dikleri bir iki numara vardır herhalde. Şerif bir anda tüm zu-
la n ı şans eseri bulursa da hiç şaşırmam. Torbacılar sağlam
m allarla rekabet etm eyi pek sevmez, hele hele o m alları bir
gamm azcı satıyorsa. Ayrıca yüksek miktarda eroin satmanın
cezasını gayet iyi bildiğini tahmin ediyorum.”
K in sk i’nin yüzü bir kez daha mavi sigara dumanına bo­
ğuldu. B ir puştun suratına duman üflemenin insanın eline
her zaman geçecek bir fırsat olmadığını düşündü Harry.
“P ek â lâ ” dedi Andrew , cevap gelmeyince. “Evans White.
B ize onun kim olduğunu, nerede olduğunu ve onu nasıl bula­
bileceğim izi anlatıyorsun. Hemen şimdi!”
K inski etrafına bakındı. A vu rtları çökmüş büyük kafatası
ince boynunun üzerinde dönerken, onu bir hayvan leşinin te­
pesinde dikilen ve aslanlar geri gelecek korkusuyla etrafı ko­
laçan eden bir akbaba gibi gösteriyordu.
“Hepsi bu mu?” diye sordu. “Başka bir şey yok mu?”
73

“Yok” dedi Andrevv.


“Peki başka sorular sormak için dönmeyeceğinizi nereden
bileceğim?”
“Bilemeyeceksin.”
Adam alabileceği tek yanıtın bu olduğunun farkındaymış
gibi başını salladı.
“Tamam. Evans henüz büyük başlardan değil ama duydu­
ğuma göre giderek yükseliyor. Buranın ot kraliçesi Madam
Rousseau için çalışıyordu ama şimdi kendi işini kurmaya ça­
lışıyor. Ot, asit, belki biraz morfin. Sattığı ot burada herke­
sin sattığıyla aynı, yerli üretim. Ama Sidney’le bağlantıları
olmalı ki oraya ot satıp karşılığında iyi kalite, ucuz asit alı­
yor. Şu aralar en kârlısı o.”
“Evans’ı nerede bulabiliriz?” diye sordu Andrevv.
“Epeydir Sidney’de ama iki gün önce kasabada gördüm.
Eskiden buralarda takılan Brisbane’li bir fıstıktan çocuğu
var. Kız şimdi nerede bilmiyorum ama çocuk Evans’m Nim-
bin’deyken kaldığı apartmanda.”
Kinski apartmanın yerini tarif etti.
“Bu White nasıl bir herif?” dedi Andrevv.
“Nasıl anlatsam ki?” Adam, olmayan sakalını kaşıdı. “Ca­
zip itin teki, hani öyle derler ya?”
Andrevv ve Harry böyle dendiğini bilmese de başını salladı.
“Alışverişte düzgün bir adamdır ama sevgilisi olmak iste­
mezdim, anlarsınız ya”
Ne demek istediğini anlamadıklarını göstermek için kafa­
larını iki yana salladılar.
‘Tam bir zamparadır, asla tek manitayla idare etmez. Kız
arkadaşları sürekli birbirine girer, bağırışıp kavga eder, ba­
zıları bir süre gözü mor gezdiğinde kimse şaşırmaz.”
“Hımm. Peki Inger Holter adında sarı saçlı Norveçli bir
kızdan haberin var mı? Geçen hafta Sidney’de Watgon*
Koyu’nda öldürülmüş halde bulundu.”
'4

“Gerçekten mi? Hiç duymadım.” Gazete meraklısı biri ol­


madığı açıktı.
Andrevv sigarasını söndürdü ve Harry ayağa kalktı.
“Bunları kimseye söylemeyeceksiniz, değil mi? Size güve­
nebilir miyim?” diye sordu Kinski, şüpheli gözlerle.
Andrevv kapıya yürürken “Elbette” dedi.

Çimenliğin üzerindeki küçük tabela dışında caddedeki di­


ğer evlerden farkı olmayan polis istasyonuna nezaketen uğ­
radıktan sonra “İsveçli tanığımızla yemeğin nasıldı?” diye
sordu Andrevv.
“İyiyd i. Biraz baharatlıydı ama iyiyd i” diye yanıtladı
Harry, laubali bir şekilde.
“Haydi ama, Harry. Ne konuştunuz, söylesene.”
“Bir sürü şey. Norveç’i ve İsveç’i.”
“Anladım. Kim kazandı?”
“O kazandı.”
“İsveç’te Norveç’te olmayan ne var ki?” diye sordu Andrevv.
“Birincisi, çok iyi iki yönetmen. Bo W iderberg ve Ingmar
Bergman”
“Ah, yönetmenler” dedi Andrew, burun kıvırarak. “Bizde
de çok var. Ama sizde asıl Edvard Grieg var.”
“V ay canına” dedi Harry. “Klasik müzik uzmanı olduğunu
bilmiyordum.”
“G rieg bir dâhiydi. Do minör senfonisinin ikinci bölümü
mesela, tam bir”
“Kusura bakma, Andrevv” dedi Harry, “ben iki akortlu
punk şarkılarıyla büyüdüm ve şimdiye dek dinlediğim sen­
foniye en yakın şey Yes ve King Crimson’dı. Geçmiş asırların
m üziklerini dinlemiyorum, anlarsın ya? ’den öncesi ba­
na göre taş devri gibi. Bizde Dumdum Boys adında bir grup
vardı ve”
“Neyse ki do minör senfonisi ilk kez ’de çalındı’ de-
75

di Andrew. “Dumdum Boy s mu? Ne kadar gösterişli bir isim


öyle.”
Harry sonunda pes etti ve White’ın apartmanına gidene
kadar yol boyunca Grieg’le ilgili bir şeyler dinledi.
11

Torbacı

Evans White onları yarı açık gözlerle inceledi. Saçları yü­


züne düşüyordu. Kasığını kaşıdı ve kasten geğirdi. Karşısın­
da duran adamları gördüğüne hiç şaşırmamış gibiydi. Nede­
ni onları zaten bekliyor olması değil, muhtemelen evine bin­
lerinin ziyarete gelmesine alışkın olmasıydı. Ne de olsa böl­
genin en iyi asidi ondaydı ve Nimbin kadar küçük bir yer­
de söylentiler hızlı yayılıyordu. Harry, White gibi bir adamın
küçük alışverişlerle, hele hele kendi evinde asla muhatap ol­
mayacağını tahmin edebiliyordu ama böyle yaparsa da bü­
yük miktarlar için gelen müşterilerini kaçırabilirdi.
“Yanlış yere geldiniz. Kasabaya gidin” dedi, sinekliği ka­
patırken.
“Emniyetten geliyoruz, Bay White.” Andrew rozetini gös­
terdi. “Sizinle konuşmak istiyoruz.”
Evans onlara sırtını döndü. “Bugün olmaz. Zaten polisleri
hiç sevmem. Tutuklama emri, arama izni ya da öyle bir şeyle
gelirseniz belki yardımcı olmaya çalışabilirim. O zamana ka­
dar hoşça kaim.”
Ardından da k a p ıy ı kapadı.
Harry kapıya yaslandı ve içeri seslendi: “Evans White! Be­
ni duyuyor musunuz? Fotoğraftaki siz misiniz, onu merak et­
tik bayım. Çünkü eğer öyleyse yanınızda oturan sarışın hanı­
mı da tanıyorsunuz demektir. Adı Inger Holter. Kendisi artık
hayatta değil.”
77

Bir süre sessizlik oldu. Sonra kapının menteşeleri gıcırda­


dı. Evans kapının aralığından dışarı baktı.
Harry resmi sinekliğe dayadı.
“Sidney polisi onu bulduğunda inanın bu kadar güzel gö­
rünmüyordu, Bay White.”

Mutfakta gazeteler tezgâha saçılmış, lavabo tabak ve bar­


daklarla ağzına kadar dolmuş ve yerler aylardır sabunlu su
yüzü görmemişti. Harry yine de bir bakışta ortalığın çürüme­
ye yüz tutacak kadar bozulmadığını, burasının bitik bir ke­
şin evin olmadığını anlayabiliyordu. Bulaşıklar taş çatlasa
birkaç günlüktü, hiçbir yerde küf yoktu, burnuna sidik koku­
su gelmiyordu ve perdeler açıktı. Dahası, odada bir nebze de
olsa düzen vardı. Bu da Harry’ye Evans White’m hayatının
kontrolden çıkmadığını düşündürdü.
Kendilerine birer sandalye çektikten sonra Evans buzdo­
labından bir bira kaptı ve doğruca kafasına dikti. Mutfakta
önce bir geğirme sesi, ardından Evans’ın halinden memnun
gülüşü yankılandı.
“Bize Inger Holter’le olan ilişkinizden bahseder misiniz,
Bay White?” diye sordu Harry, geğirme kokusunu eliyle sa­
vuşturarak.
“Inger güzel, çekici ve bayağı aptal bir kızdı; ikimizin mut­
lu olacağını sanıyordu.” Evans tavana baktı. Bir daha güldü.
“Sanırım bu her şeyi özetliyor aslında.”
“Nasıl öldürüldüğü ya da bunu kimin yapabileceği hak­
kında fikriniz var mı?”
“Evet, Nimbin’e de gazete geliyor; boğulduğunu biliyorum
yani. Ama kim yapmış olabilir ki? Boğmayı seven biri herhal­
de.” Başını geriye attı ve sırıttı. Alnına bir tutam saç düştü,
beyaz dişleri bronz yüzünde parladı ve kahverengi gözlerinin
etrafında gülmekten oluşan çizgiler, korsan küpeleri taktığı
kulaklarına doğru gerildi.
78

Andrew boğazını temizledi. “Bakın Bay White, iyi tanıdığı­


nız ve yakın bir ilişki yaşadığınız bir kadın yakın zaman ön­
ce öldürüldü. Bu konuda ne hissettiğiniz ya da hissetmediği­
niz bizi ilgilendirmez. Ama sizin de iyi bildiğiniz üzere bir ka­
tili arıyoruz ve şu anda bize yardım etmeye çalışmazsanız sizi
Sidney’deki polis istasyonuna götürmek zorunda kalacağız.”
“Zaten ben de Sidney’e gidecektim; uçak biletim i de ala­
caksanız canıma minnet.”
H arry ne düşüneceğini bilmiyordu. Evans W hite zor bi­
ri gibi mi görünmeye çalışıyordu yoksa zihinsel sorunları mı
vardı? Ya da Norveç’e özgü bir tabirle, yeterince gelişmemiş
bir ruha mı sahipti? H arry merak etti. Dünyada bir ruhun
kalitesini değerlendirebilen bir mahkeme hiç olmuş muydu
acaba?
“Siz bilirsiniz Bay W hite” dedi Andrew. “Uçak bileti, ko­
naklama, yeme içme, avukat ve cinayet zanlısı olarak tanın­
ma, hepsi bizden.”
“Güzel bir anlaşma olur. Herhalde yine kırk sekiz saate
çıkarım.”
“ O zam an size yirm i dört saat takip, sabahları ücretsiz
uyandırma, hatta evinize ani baskın hizmeti de sunarız. Bel­
ki başka şeyler de bulabiliriz, kim bilir?”
Evans biranın kalanım içti ve şişenin etiketiyle oynaya­
ra k sandalyeye oturdu. “Benden ne istiyorsunuz, beyler?
Onun hakkında tek bildiğim şey, günün birinde çekip gitmiş
olduğu. Sidney’e gideceğim zaman onu aradım ama ne evde
ne de işteydi. Sidney’e vardığım gün de gazetede öldürüldü­
ğünü okudum. İk i gün zombi gibi dolaştım. Kendi kendime
devam lı ö l-d ü-rü l-d ü-m ü, diye sordum. Bir insanın boğazla­
narak öldürülme ihtim ali ne kadardır ki?”
“Fazla değil. Peki cinayet saati başka bir yerde bulundu­
ğunuza dair kanıtınız var mı? Bizim le paylaşırsanız” dedi
Andrew, not alarak.
79

Evans korkuyla irkildi. “Kanıt mı? Ne demek istiyorsu­


nuz? Tanrı aşkına, beni suçlayacak değilsiniz herhalde. Yok­
sa bana polisin bir haftadır olayı araştırdığını ama hâlâ so­
mut hiçbir ipucu bulamadığını mı söylüyorsunuz?”
“Tüm ipuçlarına bakıyoruz, Bay White. Sidney’e gitmeden
önceki iki gün nerede olduğunuzu söyleyebilir misiniz?”
“Tabii ki buradaydım.”
‘Yalnız mı?”
“Pek sayılmaz.” Evans sırıttı ve şişeyi fırlattı. Boş şişe ha­
vada yumuşak bir eğri çizdi ve sessizce tezgâhın dibinde­
ki çöp kutusuna girdi. Harry takdirini göstermek için başı­
nı salladı.
“Kiminle olduğunuzu sorabilir miyim?”
“Tahmin etmişsinizdir zaten. Neyse, saklayacak bir şeyim
yok. Angelina Hutchinson adında bir kadınla. Burada, kasa­
bada yaşıyor.”
Harry ismi not etti.
“Sevgiliniz mi?” diye sordu Andrevv.
“Sayılır” dedi Evans.
“Bize Inger Holter’le ilgili ne anlatabilirsiniz? Nasıl biriy­
di?”
“Ah, birbirimizi o kadar uzun zamandır tanımıyorduk.
Onunla Fraser Adası’nda tanıştım. Byron Koyu’na gideceği­
ni söyledi. Buraya yakın bir yer olduğundan ona Nimbin’de-
ki numaramı verdim. Birkaç gün sonra aradı ve bir geceliği­
ne sende kalabilir miyim diye sordu. Ama bir haftadan fazla
kaldı. Daha sonra ben Sidney’e gittiğimde orada da görüşme­
ye devam ettik. İki ya da üç kez olmalı. Tahmin edebileceğiniz
gibi yaşlı bir evli çifte dönüşmedik hiç. Zaten bir zaman sonra
beni sıkmaya başladı.”
“Sıkmak derken?”
“Evet, oğlum Tom-Tom’a çok düşkündü ve bir aile kurup
köy evinde yaşayacağımızı hayal ediyordu. Bana hiç uyan
80

şeyler değildi ama yine de zırvalamasına izin veriyordum.”


“Ne hakkında zırvalamasına?”
Evans eğilip büküldü. “İlk tanıştığınızda sert bir kıza ben­
ziyordu ama çenesinin altını gıdıklayıp ona sevdiğinizi söyle­
diğinizde tereyağı gibi yumuşardı. Bir de devamlı beni mutlu
etmek için çırpınıyordu.”
“Demek ki düşünceli bir genç kızdı?”
Evans’ın konuşmanın gidişatından memnun olmadığı bel­
liydi. “Olabilir. Dediğim gibi, onu iyi tanımıyordum. Bir süre­
dir Norveç’teki ailesini görmemişti, belki de o yüzden sevgi­
ye, yanında birisinin olmasına ihtiyaç duyuyordu. Kim bilir?
Sonuçta saf ve romantik bir kızdı, içinde hiç kötülük yoktu”
Evans’m sesi giderek söndü. Mutfak sessizliğe gömüldü.
H arry onun ya çok iyi oyunculuk yaptığını, ya da her şeye
rağmen insani duygular beslediğini düşündü.
“İlişkinizde bir gelecek görmediyseniz neden ondan ayrıl­
madınız?”
“Ayrılacaktım . Elveda ya da ona benzer bir söz söylemek
için kapısında bekledim. Am a ben bir şey yapamadan o git­
mişti bile. Aynı böyle” Parmaklarını şıklattı.
H a rry, konuşurken Evans’ın sesinin kalınlaştığından
emindi artık.
Evans başını eğdi ve gözlerini ellerine dikti. “N e kadar kö­
tü b ir veda, değil mi?”
12

Dev örümcek

Araba dik dağ yollarını tırmanıyordu. Bir tabela Crystal


Castle’a giden yolu gösteriyordu.
“Soru şu: Evans White doğruyu mu söylüyor?” diye sordu
Harry.
Andrevv karşıdan gelen traktörü görünce yana çekildi.
“Seninle tecrübelerimin ufak bir kısmını paylaşayım,
Harry. Yirm i yıldan uzun zamandır yalan atmak ya da doğ­
ruyu söylemek için farklı nedenleri olan insanlarla konuşu­
yorum. Suçlular, masumlar, katiller, yankesiciler, sinir has­
taları, soğukkanlılar, mavi gözlü ve bebek yüzlü olanlar, yü­
zü yaralı kötü adamlar, sosyopatlar, psikopatlar, iyiliksever­
ler” Aklına başka örnekler getirmeye çalıştı.
“Anladım, Andrevv.”
" Aborijinler ve beyazlar. Hepsinin de hikâyelerini anla­
tırken tek bir amacı vardı: beni inandırmak. Peki ne öğren­
dim, biliyor musun?”
“Bir insanın yalan söyleyip söylemediğini anlamanın
imkânsız olduğunu mu?”
“Aynen öyle, Harry!” Andrevv konuya ısınmaya başlamıştı.
“Klasik cinayet romanlarında dedektifler kimin yalan söyle­
diğini her defasında mutlaka anlar. Tam bir saçmalık! İnsan
doğası balta girmemiş kocaman bir orman gibidir ve kimse
onu tam anlamıyla çözemez. Bir anne bile kendi çocuğunun
en derin sırlarını asla bilemez.”
İçinde bir süs havuzu, çiçek tarhları ve egzotik ağaç tür­
leri arasında kıvrılan çakıltaşlı dar bir yol olan yemyeşil ge­
niş bir bahçenin önündeki otoparka geldiler. Bahçede yükse­
len devasa ev. belli ki Nimbin şerifinin haritada gösterdiği
Crystal Castle’dı.
Kapının üzerindeki zile basarak geldiklerini duyurdu­
lar. Mağazanın turistlerle dolu olmasına bakılırsa gözde bir
mekân olmalıydı. Işıl ışıl gülümseyen enerjik bir kadın onla­
rı öyle büyük bir coşkuyla selamlayıp karşıladı ki sanki aylar
sonra gördüğü ilk insanlar onlardı.
“İlk kez mi geliyorsunuz?” diye sordu, kristal mağazası bir
gelenin bir daha geldiği alışkanlık yaratan bir yermiş gibi.
“S izi kıskandım ” dedi, evet yan ıtın ı aldıktan sonra.
“Crystal Castle’ı ilk kez tecrübe edeceksiniz! Şuradaki ko­
ridora girin. Sağda en seçkin yemeklerimizi yiyebileceğiniz
muhteşem vejetaryen kafemiz var. Kafeden sola döndüğü­
nüzde de kristal ve mineral odamıza ulaşacaksınız. Esas olay
orada! Beklemeyin, haydi, haydi!”
Kadın ellerini sallayarak onları gönderdi. Böyle bir tanı­
tımdan sonra kafenin aslında kahve, çay, yoğurtlu marul ve
marullu sandviç satan alelade bir yer olduğunu görmek ha­
liyle hayal kırıklığı yarattı. Kristal ve mineral odasında ise
özenle hazırlanm ış bir ışıklandırmanın altında sergilenen
p a rıltılı kristaller, bağdaş kurmuş Buda bibloları, mavi ve
yeşil kuvarslar, kesilmemiş taşlar vardı. Oda hafif bir tütsü
kokusu, uyku getiren flütlü bir müzik ve akan su sesiyle do­
luydu. Harry mağazayı yeterince inceleyince sıradan ve nefes
kesmekten uzak olduğunu gördü. Burada insanı soluksuz bı­
rakabilecek tek şey fiyatlar olabilirdi.
“Ha ha” diye güldü Andrew, fiyat etiketlerine bakarken.
“Bu kadın bir dâhi.”
Mağazadaki çoğu orta yaşlı ve besbelli zengin müşterileri
gösterdi. “Çiçek çocuklar büyüdü. A rtık ciddi meslekleri, cid-
83

di gelirleri var ama kalpleri hâlâ astral dünyada.”


Girişe döndüler. Enerjik kadının yüzündeki gülümseme
yok olmamıştı. Harry’nin elini tuttu ve avucuna mavi-yeşil
bir taş bastırdı.
“Oğlaksınız, değil mi? Bu taşı yastığınızın altına koyun.
Odadaki tüm negatif enerjiyi alır. Aslında altmış beş dolar
ama gerçekten ihtiyacınız olduğu için size elliye bırakabili­
rim.”
Ardından Andrevv’a döndü.
“Siz de aslan olmalısınız?”
“Ah, hayır hanımefendi. Ben polisim.” Andrevv soğukkan­
lılıkla rozetini gösterdi.
Kadının birden beti benzi attı ve korkuyla ona baktı. “Hay
aksi. Umarım yanlış bir şey yapmamışımdır.”
“Bildiğim iz kadarıyla hayır, hanımefendi. Siz Marga-
ret Davvson olmalısınız, değil mi? Eski soyadımzla Margaret
White? Eğer öyleyse sizinle özel olarak konuşabilir miyiz?”
Margaret Davvson çabucak toparlandı ve kasaya bakma­
sı için kızlardan birini çağırdı. Ardından Andrevv ve Harry’yi
bahçeye götürüp beyaz renkli ahşap bir masaya oturttu. İki
ağacın arasına gerilmiş bir ağ vardı. Harry ilk önce bunu bir
balıkçı ağı sandı ama yakından bakınca dev bir örümcek ağı
olduğunu fark etti.
“Yağmur yağacak gibi” dedi Margaret Dawson. ellerini
ovuşturarak.
Andrevv boğazını temizledi.
Kadın alt dudağını ısırdı.
“Özür dilerim memur bey. Epey gerildim”
“Endişelenmeyin, hanımefendi. Burada epey iddialı bir
örümcek ağınız var.”
“Ha, o mu? O Billy, bizim fare örümceğimiz. Muhtemelen
bir yerlerde uyuyordur.”
Harry istemsizce bacaklarını altına sıkıştırdı. "Fare otum
S4

ceği mi? Yani fare mi yiyor?” diye sordu.


Andrevv gülümsedi. “Harry Norveçli. Büyük örümceklere
alışkın değiller.”
“Ha, öyle mi? O zaman sizi rahatlatayım. Büyük olanlar
tehlikeli değildir” dedi M argaret Davvson. “Ama kızıl sırt­
lı dediğimiz küçük ve ölümcül bir tür var. En çok şehirleri
sever. Kalabalığın içinde, karanlık bodrumlarda ve rutubetli
köşelerde gizlenebilir.”
‘Tanıdığım birini hatırlattı” dedi Andrevv. “Neyse, biz işi­
mize dönelim, hanımefendi. Konu oğlunuz.”
Bayan Dawson bu defa gerçekten de bembeyaz kesildi.
“Evans mı?”
Andrevv, Harry’yle göz göze geldi.
“Bildiğim iz kadarıyla daha önce başı polisle belaya girme­
miş, değil mi Bayan Davvson?” diye sordu Harry.
“Hayır, hayır, girmedi. Şükürler olsun.”
“A slında Brisbane’e dönerken yolumuz üzerinde olduğu­
nuz için uğradık. Inger Holter adında bir kızdan haberiniz
var m ı diye sormak istedik.”
K adın ismi hafızasında yokladı. Ardından başını iki yana
salladı.
“ Evans’m çok fazla tanıdığı kız yoktur. Tanıdıklarını da
bana getirip tanıştırır zaten. İsm ini bile hatırlayam adığım
o o berbat kızdan çocuğu olduktan sonra ona yasakladım
B iraz beklemesi gerektiğini söyledim. Doğru insan karşısına
çıkana kadar.”
“N eden beklemesi gerekiyor?” diye sordu Harry.
“ Çünkü ben öyle istedim.”
“Siz neden öyle istediniz, hanımefendi?”
“Çünkü çünkü henüz doğru zaman değil ve” Vaktinin
kıymetli olduğunu göstermek için mağazaya göz attı. “Evans
çok kolay incinebilen, hassas bir çocuk. Hayatında çok fazla
negatif enerji var, o yüzden ona yüzde yüz güvenebileceği bir
85

kadın lazım. Aklını karıştırmaktan başka bir işe yaramayan


bu sürtükler değil.”
Gözbebeklerine gri bir sis çöktü.
“Oğlunuzla sık görüşüyor musunuz?” diye sordu Andrew.
“Evans fırsat buldukça buraya gelir. Huzura ihtiyacı var.
Zavallı oğlum, o kadar çok çalışıyor ki. Sattığı otlardan dene­
diniz mi hiç? Bana bazen getiriyor, ben de kafede çaya koyu­
yorum.”
Andrew yeniden boğazını temizledi. Harry göz ucuyla
ağaçların arasında bir kıpırdanma fark etti.
“Biz artık kalkalım, hanımefendi. Ama size son bir sorum
var.”
“Buyurun?”
Andrew boğazına bir şey takılmış gibi peş peşe öksürdü.
Ağ sallanmaya başlamıştı.
“Saçınız hep böyle sarı mıydı, Bayan Dawson?”
13

Bubbur

Sidney’e indiklerinde saat epey geç olmuştu. Harry ayak­


ta zor duruyor, oteldeki yatağı burnunda tütüyordu.
“Birer içkiye ne dersin?” diye sordu Andrew.
“Senin eve gitmen gerekmiyor mu?”
Andrew başını sağa sola salladı. “Şu anda eve gidersem
kendim dışımda kimse olmayacak.”
“Şu anda mı?”
“Şu anda dediysem, son on yıldır. Boşandım. Eşim New-
castle’da kızlarla birlikte yaşıyor. Elimden geldiğince onla­
rı görm eye çalışıyorum ama yol çok uzun ve kızlar yakında
kendi hafta sonu planlarını yapacak kadar büyümüş olacak­
lar. Sonra da sanırım hayatlarındaki tek erkeğin ben olma­
dığım ı anlayacağım. Güzeller güzeli iki minik şeytan. Biri on
dört, diğeri on beş yaşında. Kahretsin, kapıya gelen her âşığı
kovalam ak zorunda kalacağım.”
A n drew ’un gözlerinin içi güldü. Harry bu tuhaf meslekta­
şına hayranlık duymaktan kendini alamadı.
“Bu işler böyledir, Andrew.”
“Haklısın, dostum. Sende ne var ne yok?”
“ Şey K arım yok. Çocuğum da. H atta köpeğim bile. Tek
sahip olduğum bir amir, bir kız kardeş, bir baba ve ayda yıl­
da bir aram alarına ya da benim onları ayda yılda bir arama­
ma rağmen arkadaşlarım dediğim bir iki arkadaş.”
87

“Önem sırası bu mu?”


“Evet, bu.” Güldüler.
“Haydi, sadece birer kadeh? Albury’de?”
“İş içinmiş gibi söyledin” dedi Harry.
“Kesinlikle öyle.”

Birgitta geldiklerini görünce gülümsedi. Bir müşteriye


yaptığı servisi bitirdi ve yanlarına yürüdü. Gözleri Harry’nin
üzerindeydi.
“Selam” dedi.
Harry’nin tek istediği Birgitta’nın kucağına kıvrılıp uyu­
maktı.
“Bize kanun namına iki duble cin tonik” dedi Andrew.
“Ben greyfurt suyu alayım.”
Birgitta içkilerini verip bara yaslandı.
Harry’ye “Dün akşam için teşekkürler” diye fısıldadı, İs­
veççe konuşarak. Harry arkasındaki aynada kendini salak
bir gülümsemeyle otururken gördü.
“Hey, hey, İskandinavca cilveleşmek yok; sağ olun ama
şu anda olmaz. İçkileri ben ödüyorsam herkes İngilizce ko­
nuşacak.” Andrew onlara sert bir bakış attı. “Şimdi siz genç­
lere bir şey anlatacağım. Aşkın ölümden daha gizemli oldu­
ğunu.” Sözleri etkileyici bir an yaratsın diye bekledi. “And-
rew amcanız size çok eski bir Avustralya efsanesini, dev yı­
lan Bubbur’la Walla,nın öyküsünü anlatacak.”
İkisi ona doğru yaklaştı ve Andrevv sigarasını yakarken
dudaklarını keyifle ıslattı.
“Evvel zaman içinde Walla adında genç bir savaşçı. Mo-
ora adında genç ve güzel bir kıza âşık olmuş. Kız da ona
âşıkmış. Walla kabilesinin erkekliğe adım atma ritüellerim
başarıyla tamamlayıp yetişkin bir adam olmuş ve artık ka­
bilede dilediği kadınla evlenebilirmiş. Tabii kadının evli ol­
maması ve onun da Walla’yı istemesi şartıyla. Walla haliyle
Moora vı seçmiş, Moora da onu istemiş. Walla sevgilisinin ya­
nından bir an olsun ayrılmak istemese de geleneğe göre ev­
lilikten önce bir av gezisine çıkmalı ve avladıklarını gelinin
anne babasına çeyiz olarak vermeliymiş. Güzel bir günün sa­
bahında, çiy taneleri yapraklarda ışıldarken W alla yola çık­
mış. Moora’nm ona verdiği beyaz papağan tüyünü de saçma
takmış.
W alla gittikten sonra Moora şenlik için bal toplamaya çık­
mış. Am a bal bulması kolay olmamış ve hiç istemediği halde
kamptan uzaklaşmak zorunda kalmış. Dev kayaların olduğu
bir vadiye gelmiş. Vadide tuhaf bir sessizlik varmış, ne bir
kuşun ne de bir böceğin sesi duyuluyormuş. Tam oradan gi­
decekken büyük ve beyaz yumurtaların olduğu bir yuva fark
etmiş. Hayatında gördüğü en büyük yumurtalarmış. ‘Bunları
şenliğe götüreyim’ diye düşünmüş ve elini uzatmış.
O anda kayaların arasında sürünen bir şeyin sesi yüksel­
miş; M oora kaçmaya ya da ağzını açmaya fırsat bulamadan
sarı-kahverengi dev bir yılan gelip beline dolanmış. Moora
çırpınsa da kendini kurtaramamış ve yılan onu sıkmaya baş­
lamış. Moora mavi gökyüzüne bakmış ve W alla,nın adını ba­
ğırm aya çalışmış ama ciğerlerinde ses çıkaracak kadar ha­
va yokmuş. Yılan onu daha da sıkınca Moora canını oracık­
ta teslim etmiş ve vücudundaki tüm kemikler kırılmış. Yılan
sürünmüş ve geldiği gölgelere dönmüş. Derisinin rengi güneş
vuran ağaçlara ve vadideki kayalara karıştığından onu orada
görmek imkânsızmış.
İk i gün sonra kızın ezilmiş bedeni kayaların arasında bu­
lunmuş. Ailesi perişan olmuş, annesi hüngür hüngür ağlamış
ve kocasına W alla evine geri geldiğine ona ne diyeceklerini
sormuş.”
Andrew, parlayan gözleriyle H arry ve Birgitta’ya baktı.
“W alla ertesi günün şafağında avdan döndüğünde kamp
ateşi sönmek üzereymiş. Yorucu bir gezi olmasına rağmen
89

sevinçten havalara uçuyormuş ve gözleri ışıl ışılmış. Doğruca


ateşin başında sessizce oturan Moora’nm anne babasına git­
miş. ‘İşte size hediyelerim’ demiş. Getirdikleri oldukça iyiy­
miş. Bir kanguru, bir vombat6 ve devekuşu butları.
‘Cenazeye yetiştin, Walla. Sen artık bizim oğlumuzsun
demiş, Moora’nın babası. Walla tokat yemiş gibi olmuş ve
acısını güçlükle gizleyebilmiş; ama iyi bir savaşçı olduğun­
dan gözyaşlarını tutmayı başarmış ve soğukkanlılıkla sor­
muş: ‘Neden onu şimdiye kadar gömmediniz?’ Babası ‘Çünkü
ancak bugün bulabildik’ diye cevap vermiş. Walla ‘O zaman
ona refakat edeyim ve ruhunu isteyeyim. Wirinun’umuz7 kı­
rılan kemiklerini iyileştirebilir, ben de ruhunu geri getirip
onu yeniden hayata döndürebilirim’ demiş. Babası ‘Çok geç’
diyerek reddetmiş. ‘Ruhu kadınların ruhlarının olduğu yere
gitmek üzere yola çıktı bile. Ama katili hâlâ hayatta. Bundan
sonra vazifen nedir, biliyor musun oğlum?’
Walla tek kelime söylemeden yanlarından ayrılmış. Kabi­
lenin diğer bekâr erkekleriyle birlikte bir mağarada yaşamış.
Onlarla da hiç konuşmamış. Aylar ayları kovalamış. Walla
sürekli yalnız oturuyor, ne şarkılara ne de danslara katılma­
yı kabul ediyormuş. Kimisi Moora’yı unutabilmek için bağ­
rına taş bastığını söylüyormuş. Kimisi ise kadınların ölüm
krallığına yol alan Moora’nm peşinden gitmek için plan yap­
tığını düşünüyormuş. ‘Başaramayacak’ diyorlarmış. ‘Kadın­
ların yeri ayrı, erkeklerinki ayrıdır.’
Ateşin başına bir kadın gelip oturmuş. Onlara yanıldıkla­
rını söylemiş. ‘Sevgilisinin intikamını almak için düşünüp ta­
şınıyor. Bubbur denen o sarı-kahverengi dev yılanı elinize bir
mızrak alıp kolayca öldürebileceğinizi mi sanıyorsunuz? Sız
onu hiç görmediniz ama ben gençliğimde bir kere gördüm, iş­
te saçım da o gün kırlaştı. Hayal edebileceğiniz en korkunç

6. Avustralya'da yaşayan ve boyu yaklaşık bir metreyi bulan dört ayaklı keseli hayvan, içn.)

7. Aborijinlerin büyücü ve şifacılarına verdikleri isim, (çn.)


90

manzaraydı. Bu söylediklerimi bir kenara yazın; Bubbur sa­


dece tek bir şekilde öldürülebilir. Onun için de cesaret ve akıl
şart. Bence bu genç savaşçı ikisine de sahip.’
Walla ertesi gün ateşin başına gitmiş. Kauçuk toplamak
için kimlerin ona eşlik etmek istediğini sorarken gözleri par-
lıvormuş ve heyecanlı görünüyormuş. ‘Kauçuğumuz var’ de­
mişler, Walla’vı mutlu gördüklerine şaşırarak. ‘Bizimkilerden
alabilirsin.’ W alla ‘Ben taze kauçuk istiyorum’ demiş. Şaş­
kın gözlerle onu izleyenlere gülmüş ve şöyle söylemiş: ‘Benim­
le gelirseniz size onu ne için kullanacağımı gösteririm.’ H er­
kes merakla onun peşine takılmış. W alla kauçuğu topladık­
tan sonra onları dev kayaların olduğu vadiye götürmüş. Hep
birlikte en yüksek ağaca bir yer inşa etmişler ve W alla onlar­
dan vadinin girişine çekilmelerini istemiş. En iyi arkadaşıyla
ağaca tırmanmış ve ikisi Bubbur’un adını haykırmış. Güneş
tepede yükselirken sesleri tüm vadide yankılanmış.
Yılan biraz sonra ortaya çıkmış. Sarı-kahverengi dev başı
sesin kaynağını bulmak için bir ileri bir geri sallanıyor muş.
Etrafında Moora’mn gördüğü yumurtalardan çıkmış bir do­
lu küçük sarı-kahverengi yılan da varmış. W alla ve arkadaşı
topladıkları kauçuğu ufak toplar halinde yoğurmuş. Bubbur
onları ağaçta görünce ağzını açıp dilini çıkarmış ve onlara
doğru uzanmış. Güneş o anda tam tepedeymiş ve Bubbur’un
kırmızı-beyaz ağzına vuruyormuş. Bubbur saldırınca W alla
en büyük kauçuk topunu yılanın açılan ağzına fırlatm ış ve
kauçuk dişlerine yapışmış.
Bubbur yerde debelenmiş ama bir türlü ağzındaki kau­
çuktan kurtulamıyormuş. W alla ve arkadaşı aynı şeyi kü­
çük yılanlar için de yapmış ve çok geçmeden hepsi çeneleri­
ni açamadığı için zararsız hale gelmiş. Ardından W alla diğer
erkekleri çağırmış ve hep birlikte hiçbirinin gözünün yaşma
bakmadan tüm yılanları öldürmüşler. Çünkü Bubbur kabi­
lenin en güzel kızını öldürmüş ve yavruları da günün birin-
91

de onun kadar büyük olacakmış. O günden sonra o sarı-kah-


verengi Bubbur yılanı Avustralya’da nadir görülen bir tür ol­
muş. Ama korkumuz yüzünden her geçen yıl kulaktan kula­
ğa boyu ve kalınlığı artmış.”
Andrevv cin toniğini bitirdi.
“Peki bu hikâyeden çıkarılacak ders ne?” diye sordu Bir­
gitta.
“Aşk ölümden daha büyük bir gizemdir. Bir de yılanlara
her zaman dikkat etmek gerekir.”
Andrevv içkilerin parasını ödedi, Harry’yi cesaretlendir­
mek için sırtını sıvazlayıp gitti.
Moora
14

Bornoz

Harry gözlerini açtı. Pencerenin dışında yeni uyanan şeh­


rin uğultusu yükseliyordu ve perde miskince tepesinde dal­
galanıyordu. Yataktan kalkmadan geniş odanın diğer ucun­
daki duvara asılmış garip şeye baktı, isveçli kraliyet çifti­
nin resmine. Kraliçe sakin ve kendinden emin bir tebessüm­
le poz verirken kral birisi sırtına bıçak dayamış gibi duruyor­
du. Harry nasıl bir his olduğunu tahmin edebiliyordu. Bir ke­
resinde ilkokulda zorla Kurbağa Prens'in prensini oynamıştı.
Bir yerden su sesi gelirken Harry onun yastığını kokla­
mak için yatağın diğer tarafına döndü. Yastık kılıfında bir
denizanası dokunacı duruyordu; ya da uzun ve kızıl bir saç
teli. D agbladefin spor sayfasında gördüğü bir manşet geldi
akima: ERLAND JOHNSEN, MOSS FC - KIZIL SAÇLARI
VE UZUN TOPLARIYLA TANINIR.
Ne hissettiğini düşündü. Hafiflemişti. Bir tüy kadar hafif.
Öyle hafifti ki oynaşan perdelerin onu yataktan havalandı­
rıp pencereden dışarı uçuracağından ve Sidney’in en kalaba­
lık saatinde havada süzülürken üzerinde hiçbir şey olmadığı­
nı fark edeceğinden korktu. Bu hafifliği önceki gece vücudun­
dan çeşitli sıvılar boşaltmış olmasına bağladı. İçi o denli bo­
şalmıştı ki birkaç kilo vermiş olabilirdi.
“Harry Hole, Oslo Emniyeti: Tuhaf fikirleri ve apış arasın­
daki boş toplarıyla tanınır” diye mırıldandı.
9b

“Efendim?’ diye sordu, İsveççe konuşan bir ses.


Birgitta inanılmayacak kadar çirkin bir bornoz ve başına
türban gibi doladığı beyaz havluyla odada dikiliyordu.
“Ah, günaydın. Sen esk isin , sen özgürsün, sen dağlık k u ­
zeysin. Sen sessizsin, neşeli ve güzel! Selam olsun sana.s Ben
de şuradaki duvarda duran asi kralın resmine bakıyordum.
Sence de toprak kazmakla uğraşan bir çiftçi olsaymış daha
mutlu olmaz mıymış? Ona daha çok benziyor.”
B irgitta resm i inceledi. “H ayatta her zaman bizim için
doğru yeri bulamayabiliyoruz. Sen buldun mu mesela?” Ken­
dini yatağa atıp H arry’nin yanma uzandı.
“Sabahın bu saati için ciddi bir soru. Cevaplamadan önce
senden şu bornozu çıkarmanı rica ediyorum. Sana kötü biri
gibi görünmeyi hiç istemesem de sanırım ilk aklımdan geçen,
bu şeyin ‘Hayatımda gördüğüm en kötü on giysi’ listeme giriş
yapmaya hak kazandığı oldu.”
Birgitta güldü. “Ben buna tutku katili diyorum. Dik kafalı
yabancı erkekler fazla sırnaşık olduğunda görevini fazlasıyla
yerine getiriyor.”
“Bu rengin bir adı var mıymış, hiç baktın mı? Şu anda
üzerinde renk paletinin daha önce keşfedilm em iş yeşil ve
kahverengi arası bilinmeyen bir tonu duruyor olabilir.”
“Sorumu geçiştirmeye çalışma, inatçı Norveç soytarısı se­
ni!” B irgitta yastıkla kafasına vurdu ve kısa bir güreşin ar­
dından altta kalan o oldu. H arry ellerinden sımsıkı tutup
bornozun kuşağını ağzıyla çözmeye çalıştı. B irgitta niyetini
anlayınca bağırdı ve bir dizini kurtarıp sertçe çenesine vur­
du. H arry inleyip yana devrildi. Birgitta hemen dizlerini kol­
larının üzerine koydu ve Harry’nin üzerine oturdu.
“Cevap ver!”
“Tamam, tamam, pes ediyorum. Evet, hayatımdaki yerimi
buldum. Görüp görebileceğin en iyi polisim. Evet, toprak kaz-

t. İsveç milli marjının ilk kıtasına ait sözler, (çn.)


97

mayı ya da balo gecelerinde balkonda dikilerek kalabalıklara


el sallamayı değil, kötü adamları yakalamayı kendim tercih
ediyorum. Ve evet, bunun sapıkça olduğunun farkındayım.”
Birgitta dudaklarına yapıştı.
“Bari dişlerini fırçalasaydın” dedi Harry, ısırılmış dudak­
larıyla.
Birgitta arkaya eğilip gülerken Harry yeni bir fırsat kolla­
dı. Başını kaldırdı ve kuşağı dişleriyle yakalayıp çözdü. Bor­
noz genç kadının omuzlarından düştü ve Harry dönerek üste
çıktı. Teni duş yüzünden hâlâ sıcak ve nemliydi.
“İmdat! Polis!” diye bağırdı Birgitta, bacaklarını beline do­
larken. Harry nabzının tüm vücudunda attığını hissetti.
Birgitta ‘Tardım edin!” diye fısıldadı ve Harry’nin kulağı­
nı tutkuyla ısırdı.

Biraz sonra yatakta tavanı izliyorlardı.


“Keşke” dedi Birgitta.
“Evet?”
“Ah, yok bir şey.”
Kalkıp giyindiler. Harry saatine bakınca sabah toplantısı­
na geç kaldığını fark etti. Evin kapısında dikildi ve kollarıy­
la onu sardı.
“Ne için keşke dediğini biliyorum galiba” dedi. “Sana ken­
dimden bahsetmemi istiyorsun.”
Birgitta başını Harry’nin boynuna dayadı. “Bunu sevme­
diğinin farkındayım” dedi. “Hakkında bildiğim her şeyi sana
zorla söyletmişim gibi hissediyorum. Annen iyi kalpli, zeki
bir kadındı ve yarı Sami’ydi. Onu hâlâ özlüyorsun. Baban öğ­
retmen ve sana söylemese de yaptığın işi sevmiyor. Bu dün­
yada en çok sevdiğin kişiyse kız kardeşin ve senin tabirinle
‘ucundan’ Down sendromlu. Seninle ilgili her şevi bilmek ho­
şuma gider. Ama gerçekten de içinden geliyorsa anlatmam
istiyorum.”
H arry boynunu okşadı. “Gerçek bir şey öğrenmek ister mi­
sin? Bir sır?”
Birgitta başını salladı.
H arry “Sır paylaşmak insanları birbirine bağlar” diye fı­
sıldadı saçlarına. “Bazıları bunu istemeyebilir.”
Bir süre holde konuşmadan öylece dikildiler. H arry derin
bir nefes aldı.
“ H a ya tım boyunca beni çok seven in san ların arasın­
da oldum. Bana ne istediysem verdiler. Kısacası neden böy­
le biri olduğumun açıklaması yok.” Harry saçlarına hafif bir
rüzgârın estiğini hissetti. Öyle yumuşaktı ki gözlerini kapa­
mak zorunda kaldı. “Y an i neden alkolik olduğumun.”
Bunu vahşi bir sertlikte söylemişti. B irgitta kıpırdam a­
dan ona sımsıkı sarıldı.
“N orveç’te bir devlet memurunun kapı dışarı edilmesi zor­
dur. B ecerik sizlik bir neden değildir, tem b elliğin la fı bile
edilm ez ve am irini dilediğin kadar sömürmeni kimse dert et­
mez. Doğrusunu söylemek gerekirse canının istediği hemen
her şeyi yapabilirsin; kanunlar seni çoğu şeyden korur. Ama
tek bir şey dışında. İçki içmek Emniyette mesaiye iki kere­
den fazla alkollü gelmen derhal kovulman için yeterli bir se­
beptir. V e benim bir dönem işe sarhoş geldiğim değil, gelme­
diğim günleri saymak daha kolaydı.”
H arry geri çekildi ve Birgitta’yı tuttu. N e tepki vereceğini
görm ek istiyordu. Sonra onu yeniden kendine çekti.
‘"Yine de bir şekilde idare ediyordum, ne yaptığım ı tahmin
edenler de görmezden geliyordu. Aslında birinin beni çoktan
ihbar etm esi gerekirdi ama sadakat ve dayanışma teşkilat­
ta oldukça fazladır. Bir akşam mesai arkadaşımla birlikte bir
adam la uyuşturucu cinayetiyle ilgili konuşmak için Holmen-
kollen Tepesi’ndeki bir apartmana gidiyorduk. Adam şüpheli
bile değildi ama binanın kapısında zile basarken arabasının
hızla garajdan çıktığını gördük ve kendi arabamıza atladığı-
99

mız gibi peşine takıldık. Tepeye mavi lamba koyduk ve saatte


yüz on kilometreyle Sörkedalsveien’e doğru inmeye başladık.
Yol bir sola bir sağa kıvrılırken kaldırım taşlarına çarptık.
Arkadaşım direksiyona geçebileceğini söyledi. Ama adamı ya­
kalamaya o kadar odaklanmıştım ki teklifini reddettim.”
Sonrasında olanları raporlardan okumuştu Harry. Vin-
deren’de bir araba benzin istasyonundan çıkmıştı. Direksiyo­
nunda ehliyetini yeni alan ve babasına sigara almaya giden
bir delikanlı vardı. Delikanlının aracı iki polisin bulunduğu
aracın çarpmasıyla parmaklıkları aşarak tren raylarına itil­
miş, polislerin aracı iki dakika öncesine kadar beş altı kişi­
nin beklediği bir otobüs durağını önüne katarak ancak rayla­
rın diğer tarafındaki peronda durabilmişti. Harry’nin mesai
arkadaşı ön camdan fırlamış ve yirmi metre ileride, raylarda
bulunmuştu. Başı bir parmaklık direğine çarpmıştı. Darbe­
nin etkisi öyle güçlüydü ki direğin üst kısmı eğilmişti. Kim­
liğinden emin olmak için parmak izini karşılaştırmak zorun­
da kalmışlardı. Diğer araçtaki çocuğun ise boynundan aşağı­
sı felç olmuştu.
“Sunnas denen bir yerde onu ziyarete gittim” dedi Harry.
“Hâlâ günün birinde araba kullanmayı hayal ediyordu. Be­
ni hurdaya dönmüş arabanın içinde bulduklarında kafata­
sım çatlamıştı ve iç kanamam vardı. Birkaç gün yaşam des­
tek ünitesine bağlı kaldım.”
Babası kız kardeşiyle birlikte onu birkaç sefer ziya­
ret etmişti. Yatağın iki yanına oturup ellerini tutmuşlardı.
Harry’nin geçirdiği şiddetli sarsıntı yüzünden görüşü bozul­
muştu ve bir şeyler okuması ya da televizyon izlemesi vaşak
tı. O yüzden babası ona kitap okumuştu. Sandalyesini yatağa
yaklaştırır, sesi yorulmasın diye en sevdiği yazarlar olan Si-
gurd Hoel ve Kjartan Flögstad’ın kitaplarını oğlunun kulağı­
na fısıldayarak okurdu.
“Bir adamı öldürmüş, bir diğerinin hayatını mahvetmiş­

tim; ama ona rağmen o yatakta sevgi ve özenli bir fedakârlık


görüyordum. Normal bir odaya alındığımda yaptığım ilk şey­
se yan yatakta yatan adama kardeşinin bana bir şişe viski
alması için rüşvet vermek oldu.”
Harry duraksadı. Birgitta’nın nefesi sakin ve düzenliydi.
“Şoke mi oldun?” diye sordu Harry.
“Seni ilk gördüğüm anda alkolik olduğunu anlamıştım” di­
ye yanıtladı Birgitta. “Babam da öyleydi.”
Harry ne diyeceğini bilemedi.
‘‘Sonrasını da anlatsana.”
“Sonrası sonrası Norveç emniyetini ilgilendiren konular.
Belki de anlatmasam daha iyi.”
“Am a Norveç’ten çok uzağız.”
H arry onu aceleyle kucakladı.
“B ir gün için yeterince kötü şey duydun” dedi. “Devamı
sonraki sefere. Şimdi gitmem gerek. Bu gece de Albury’ye ge­
lip sana ayak bağı olsam sorun olur mu?”
B irgitta üzgün bir tebessümle gülümsedi. Harry onun ha­
yatına gerektiğinden fazla yakınlaştığını biliyordu.
15

İstatistiksel anlamlılık

Harry odaya girince “Geç kaldın” dedi Watkins. Masasına


bir deste fotokopi kâğıdı bıraktı.
“Yol yorgunluğu. Yeni bir gelişme var mı?”
“Okuman gereken bazı şeyler var. Yong Sue birkaç eski
tecavüz vakası buldu. Kensington’la ikisi şu anda sunum ya­
pıyor.”
Yong tepegöze saydam bir kâğıt koydu.
“Avustralya’da sadece bu sene beş binin üzerinde teca­
vüz bildirilmiş. Açıkçası böyle bir yağından benzerlik çıkara­
bilmek istatistik kullanmadan imkânsız. Bize somut, kısa ve
öz istatistikler lazım. Birinci anahtar kelime istatistiksel an­
lamlılık. Başka bir deyişle, istatistiksel tesadüfle açıklana-
mayacak bir sisteme ihtiyacımız var. ikinci anahtar kelime
ise demografı.
İlk önce son beş sene içinde gerçekleşen ve ‘boğmak’ ya
da ‘boğulmak’ kelimelerini içeren çözülmemiş cinayet ve te­
cavüzlerin raporlarını araştırdım. On iki cinayet, birkaç yüz
tane de tecavüz buldum. Sonra kurbanların on altıyla otuz
beş yaş arasında sarışın kadınlar olmaları ve doğu yakasın­
da yaşamaları kriterini ekleyerek sayıyı azalttım. Pasaport
Müdürlüğü’nden aldığım saç rengine ilişkin resmi istatistik­
ler ve veriler, bu grubun kadın nüfusunun yüzde beşinden az
bir kısmını oluşturduğunu gösteriyordu. Ona rağmen elimde
yedi cinayet ve kırktan fazla tecavüz vardı.”
'OJ

Yong tepegöze yüzdeler ve çubuk grafikler gösteren baş­


ka bir saydam kâğıt koydu. Yorumda bulunmadan diğerleri­
nin okumasını bekledi. Uzun bir sessizlikten sonra ilk konu­
şan VVatkins oldu.
“Bu, şey mi demek oluyor?..”
“H ayır” dedi Yong. “Daha önce bilm ediğim iz yeni bir şey
söylemiyor. Rakamlar oldukça belirsiz.”
“Am a hayal edebiliriz” dedi Andrew. “M esela sistematik
olarak sarışın kadınlara tecavüz eden ve daha az sistematik
bir şekilde onları öldüren biri olduğunu hayal edebiliriz. Elle­
riyle kadınların boğazını sıkmaktan hoşlanan biri.”
Herkes bir anda konuşmaya başlayınca Watkins susmala­
rı için ellerini kaldırdı.
ilk söz alan Harry oldu. “Bu ilişki neden daha önce bulun­
mamış? Aralarında bağlantı olabilecek yedi cinayet ve kırkla
elli arasında tecavüzden bahsediyoruz.”
Yon g Sue om uzlarını silkti. “Tecavüz ne yazık ki Avust­
ra lya ’da her gün görülen bir olay; belki o yüzden senin dü­
şündüğünün aksine öncelik verilmiyordur.”
H arry hak verir gibi başını salladı. Norveç’in de bu konu­
da gurur duyulacak bir yanı yoktu.
“Ayrıca tecavüzcülerin çoğu kurbanlarını yaşadıkları şe­
hirden ya da bölgeden seçer ve olaydan sonra oradan kaç­
maz. Bu yüzden standart tecavüz vakaları arasında sistema­
tik bir uyum bulunmaz. Benim istatistiklerim i oluşturan va­
kalardaki sorun da coğrafi yayılım oldu.”
Yong, yer isim leri ve tarihlerin olduğu listeyi işaret etti.
“Bir tanesi Melbourne’da, ondan bir ay sonra Cairns’te ve
b ir hafta sonra N ew castle’da. İk i aydan kısa bir sürede üç
farklı eyalette gerçekleşen tecavüzler. Failler bazen kar mas­
kesi, bazen maske, en az birinde naylon çorapla yüzünü giz­
lem iş. B irkaçında da kadınlar tecavüzcüyü hiç görmemiş.
O lay m ahalleri karanlık arka sokaklardan parklara, farklı

farklı yerler. Kurbanların kimisi zorla arabaya bindirilmiş,


kimisinin gece evine girilmiş. Yani sizin anlayacağınız, sarı­
şın olmaları, boğulmaları ve kimsenin polise adamın eşkâlini
verememiş olması dışında aralarında bir benzerlik yok. Şey,
aslında bir tane daha var. O da cinayetlerin aşırı titizlikle
işlenmiş olması. Maalesef öyle Katil her kimse muhteme­
len kurbanlarını yıkıyor ve kendine ait tüm izleri yok ediyor:
parmak izleri, sperm, giysi lifleri, saç teli, kurbanların tır­
naklarının altında kalan deri ve başka ne varsa. Ama bunun
dışında vakaları bir seri katille bağdaştırabileceğimiz başka
bir şey yok. Ne alışılmadık bir işaret, ne ritüel, ne de polisle­
re ‘Ben buradayım’ diyen bir not. İki ayda üç tecavüzden son­
ra bütün seneyi sakin geçirmiş. Bildirilen başka tecavüzlerin
arkasında da o yoksa tabii. Ama bunu bilemeyiz.”
“Peki ya cinayetler?” diye sordu Harry. “Onlardan hiçbir
şey çıkmıyor mu?”
Yong başını iki yana salladı. “Dediğim gibi, coğrafi dağılım.
Brisbane polisi cinsel saldırıya uğramış bir ceset bulduğunda
ilk arayacakları yer Sidney olmaz. Cinayetler o kadar geniş bir
zaman aralığına yayılmış ki net bir bağlantı bulabilmek zor.
Sonuçta boğmak tecavüz vakalarında sık görülen bir durum.”
“Avustralya’da tam donanımlı bir federal polis teşkilatınız
yok mu?” diye sordu Harry.
Masadaki yüzler güldü. Harry konuyu değiştirdi.
“Eğer bu bir seri katilin işiyse”
“cinayetler arasında ortak bir düzen, bir fikir olmalı" di­
yerek onu tamamladı Andrevv. “Ama bunda öyle bir şey yok,
değil mi?”
Yong tekrar başım salladı. “Bunca yıldır birkaç polis orta­
da bir seri katilin dolaştığı ihtimalini düşünmüş olmalı. Bü­
yük ihtimalle arşivlerden eski dosyaları çıkartıp karşılaştır
mışlardır ama farklılıklar bu şüphelerini d^steklenun
kadar çok çıkmıştır.”

“Bu bir seri katilse öyle ya da böyle içinde yakalanma ar­


zusu olmaz mıydı?” diye sordu Lebie.
W atkins boğazını temizledi. Bu onun özel ilgi alanıydı.
“O dediğin ancak cinayet romanlarında olur” dedi. “K atil
yaptığı eylem lerle bir yardım çağrısında bulunur; bilinçaltın­
da birilerinin ona engel olmasını istediği için arkasında şif­
reli küçük m esajlar ya da kanıtlar bırakır. Bazen gerçekten
de bunu yapanlar olur. Am a ne yazık ki seri katillerin çoğu
diğer insanlar gibidir; yakalanmak istemezler. Karşım ızdaki
gerçekten bir seri katilse bize işim izi kolaylaştıracak pek bir
şey bırakmamış. Burada canımı sıkan bazı noktalar var”
Yüzünü buruşturdu ve sararmış üst dişlerini gösterdi.
“Birincisi, kurbanların sarışın olmaları ve boğulmaları dı­
şında cinayetlerde herhangi bir benzerlik görünmüyor. Bu
bize her cinayeti öncekilerden fark lı olması gereken bir sa­
nat eseri gibi bağımsız eylemler olarak gördüğünü ya da hep­
sinin arasında henüz keşfedemediğimiz bir örüntü olduğunu
söyleyebilir. Fakat aynı zamanda cinayetlerin plansız, hatta
bazı durumlarda mecburiyetten işlendiği anlam ına da gele­
bilir. Örneğin kurbanın yüzünü görmesi, direnmesi, yardım
için bağırm ası ya da beklemediği bir şeyin olması gibi.”
“Kim bilir, belki de sadece aleti kalkmadığında öldürüyor-
dur?” dedi Lebie.
“B elki de bu vak aları birkaç psikologa gösterm em iz ge­
rekiyor” diye karşılık verdi Harry. “Bize yardım cı olacak bir
profil çıkarabilirler.”
“B elki de” dedi Watkins. Başka düşüncelere kapılm ış gi­
biydi.
“İkincisi ne, amirim?” diye sordu Yong.
“Ne?” Watkins geri döndü.
“Birincisi dediniz. Canınızı sıkan ikinci şey ne?”
“Aniden durması” dedi W atkins. “Tam am en fizik sel ne­
denler yüzünden olabilir elbette. Seyahate çıkması ya da has-

talanması gibi. Ama binlerinin bir yerden bağlantı bulacağı­


nı hissettiği için de olabilir. O yüzden bir süreliğine durmuş­
tur. İşte böyle!” Parmaklarını şıklattı. “Böyle bir durumda
demektir ki gerçekten tehlikeli bir adamla karşı karşıyayız.
Disiplinli, kurnaz ve daima artarak sonunda çoğu seri katili
ele veren o yok edici tutkulardan beslenmeyen biri. Her adı­
mını hesaplayarak atan ve bu gidişle esaslı bir katliam yapa­
na kadar yakalamamızın zor göründüğü akıllı bir katil. Tabii
sonunda yakalayabilirsek.”
“Şimdi ne yapacağız?” diye sordu Andrew. “Emeklilik ya­
şı gelmemiş tüm sarışınlara akşamları evden çıkmamalarını
mı söyleyeceğiz?”
“Bunu yaparsak kendini daha da gizler ve hiç bulamayız”
dedi Lebie. Eline bir çakı almış, titizlikle tırnaklarını temiz­
liyordu.
“O zaman Avustralya’daki tüm sarışınları kaderine terk
edip bu herife yem mi edeceğiz?” diye sordu Yong.
“Kadınlara dışarı çıkmamalarını söylemenin anlamı ol­
maz” dedi Watkins. “Bir kurban arıyorsa elbet bulur. Sonuç­
ta iki eve zorla girmiş birinden bahsediyoruz. Unutun gitsin.
Tam tersi, onu ortaya çıkarmamız gerekiyor.”
“İyi de nasıl? Adam koca ülkenin dört yanını dolaşıyor ve
sonraki hedefinin kim olacağını kimse bilmiyor. Rastgele bi­
nlerine tecavüz edip öldürüyor.” Lebie tırnaklarına bakarak
konuşuyordu.
“Yanılıyorsun” dedi Andrew. “Rastgele davranan biri bu
kadar uzun süre yakalanmamayı başaramaz. Bir düzeni ol­
malı. Her zaman bir düzen vardır. Bunu planladığı için değil,
insan alışkanlıklara sahip bir canlı olduğu için. Benim, se­
nin ve o tecavüzcünün arasında hiçbir fark yok. Sadece onun
alışkanlıklarını bulmamız gerekiyor, hepsi bu.”
“Adam manyağın teki” dedi Lebie. “Bütün seri katiller şi­
zofren değil mi zaten? Onlara öldürmesini söyleyen sesler fa­

lan duymuyorlar mı? Ben Harry’yle aynı fikirdeyim. En iyisi


bir tane deli doktoru bulalım.”
Watkins boynunu kaşıyordu. Aklı karışmış gibiydi.
“Psikolog bize seri katillerle ilgili çok şey söyleyebilir ama
aradığımızın bu olduğu bile henüz kesin değil” dedi Andrew.
“Tam yedi cinayet. Ben buna seri cinayet derim” dedi Lebie.
“Bakın” dedi Andrew, masaya abanıp iri ve siyah ellerini
havaya kaldırarak. “Bir seri katil için cinsel ilişki cinayetten
sonra gelir. Cinayetsiz bir tecavüzün hiçbir anlamı olmaz. Bi­
zim adamımız içinse tecavüz daha önemli. Cinayet işlediği
vakalarda Komiser Watkins’in söylediği gibi somut nedenler
olmalı. Belki yüzünü gören kurbanlar vardı ve onu ifşa ede­
bilirlerdi.” Andrew duraksadı. “Ya da kim olduğunu biliyor­
lardı.” Ellerini indirdi ve önüne koydu.
Köşedeki vantilatör gıcırtıyla çalışıyordu ama hava her
zamankinden daha da basıktı.
“Bu istatistikler oldukça iyi” dedi Harry, “ama kendimizi
fazla kaptırmamalıyız. Inger Holter cinayetinin diğerleriyle
ilgisi olmayabilir. Veba çağında bildiğimiz zatürreeden ölen
insanlar da vardı sonuçta, değil mi? Evans W hite’ın bir se­
ri katil olmadığını varsayalım. Ortalıkta dolaşarak sarışınla­
rı öldüren başka bir adamın olması, Inger Holter’i öldürenin
Evans W hite olmayacağı anlamına gelmez.”
W atkin s “Karm aşık bir açıklama ama seni anlıyorum,
H oly” dedi ve konuyu toparladı: “Pekâlâ millet, bir tecavüz­
cüyü ve olası, tekrar ediyorum, ola sı bir seri katili arıyo­
ruz. Soruşturmayı genişletip genişletmeyeceğimizin kararı­
nı M cCormack’e bırakacağım. Bu sırada biz de şu an yaptı­
ğım ız işlere döneceğiz. Kensington, bildireceğin yeni bir şey
var mı?”
“ H oly sabah toplantısını kaçırdığı için tekrar edeyim.
Robertson’la, yani Inger Holter’in şu muhteşem ev sahibiy­
le konuştum ve Evans White adı ona bir şey çağrıştırıyor mu

diye sordum. Çağrıştırmış olacak ki aklındaki sis perdesi ge­


çici de olsa havalanır gibi oldu. Bu öğleden sonra tekrar ziya­
rete gideceğiz. Bir de Nimbin’deki şerif aradı. Angelina Hutc-
hinson denen şu kadın, Inger Holter bulunmadan önce iki ge­
ce Evans White’m evinde kaldığını doğrulamış.”
Harry bir küfür salladı.
Watkins ellerini çırptı. “Tamamdır, herkes işinin başına”
dedi. “Şu piç kurusunu yakalayahm haydi.”
Ne var ki ağzından çıkan kelimeler çok da inandırıcı ol­
madı.
16

Balık

Harry köpeklerin kısa süreli hafızasının ortalama üç sani­


ye olduğunu ama tekrar eden bir uyarıcıyla bu sürenin kay­
da değer ölçüde uzatılabildiğini duymuştu. “Pavlov’un köpe­
ği” tabiri, Rus psikolog Ivan Pavlov’un köpeklerin sinir sis­
teminde şartlı refleksleri incelemek için yaptığı deneylerden
geliyordu. Uzun bir dönem boyunca köpeklere her yemek ve­
rişinde özel bir uyarıcı sinyal de vermişti. Günün birinde ise
uyarıcıyı yemek olmadan kullanmış ve buna rağmen köpek­
lerin pankreası ve midesi yemek sindirmek için ürettikleri sı­
vıyı yine üretmişti. Çok şaşırtıcı bir sonuç değildi belki; ama
bu deney Pavlov’a Nobel Ödülü’nü getirmişti yine de. Tekrar­
lanan uyarıcılardan sonra bedenin “hatırlayabildiği” böylece
kanıtlanmıştı.'
Andrew birkaç gün içerisinde Robertson’m Tasmanya ca­
navarını isabetli bir tekmeyle ikinci kez çitlere gönderdiğin­
de, bu tekmenin hayvanın akimda ilkinden daha uzun kala­
cağını kestirmek zor değildi. Köpek bir daha bahçe kapısının
dışında tanımadığı ayak sesleri duyarsa o minik şeytani bey­
ni yaygara koparmasını emretmeyecek, onun yerine belki de
kaburgaları sızlamaya başlayacaktı.
Robertson onları mutfağa aldı ve bira ikram etti. Andrew
bira teklifini kabul etti ama Harry geri çevirerek bir bardak
madensuyu rica etti. Robertson istediğini veremeyince de bir
sigara yakarak idare etmeyi düşündü.

“Kusura bakmayın” dedi Robertson, Harry cebinden pa­


keti çıkardığında. “Evimde sigara içirmiyorum. Sigara sağlı­
ğa zararlı.” Bunu dedikten sonra bir dikişte birasının yarısı­
nı bitirdi.
“Demek sağlığınıza önem veriyorsunuz?” diye sordu Harry.
“Elbette” dedi Robertson, kinayeye aldırış etmeyerek.
“Bu evde ne sigara içiyoruz, ne de balık ve et yiyoruz. Sade­
ce temiz hava soluyup doğanın bize verdiklerinden faydala­
nıyoruz.”
“Köpeğiniz için de geçerli mi bu?”
“Köpeğim en son yavruyken et ve balık yedi” dedi Robert­
son, gururlu bir sesle. “Gerçek bir lakto-vejetaryendir.”9
“Neden huysuz olduğu anlaşıldı” diye mırıldandı Andrew.
“Anladığımız kadarıyla Evans White’ı tanıyormuşsunuz,
Bay Robertson. Bize onunla ilgili ne söyleyebilirsiniz?” de­
di Harry, not defterini çıkararak. Hiçbir şey karalayası yok­
tu ama deneyimlerine göre insanlar not defterini gördüğünde
anlattıklarının daha önemli olduğunu hissediyordu. İsteme­
den de olsa daha dikkatli konuşuyor, tarihler, isimler ve yer­
ler gibi bilgilerin tümünün doğru ve eksiksiz olmasına özen
gösteriyordu.
“Memur Kensington aradı ve burada yaşarken Inger Hol-
ter’i kimlerin ziyaret ettiğini sordu. Ben de odasına girdiğim­
de duvara tutturulmuş fotoğrafı gördüğümü ve kucağında
bebek tutan delikanlıyla daha önce karşılaştığımı hatırladı­
ğımı söyledim.”
“Gerçekten mi?”
“Evet, o çocuk bildiğim kadarıyla buraya iki kere gel­
di. İlkinde Inger’in odasına kapandılar ve neredeyse iki gün
çıkmadılar. Inger nasıl desem, bayağı gürültü çıkarıyor­
du. Komşulardan çekinmeye başladım ve ikisi rahat hisset­
sin diye yüksek sesle müzik açtım. İkisi dediğim, Inger’le o
9. Süt ve süt ürünleri tüketen vejetaryen, (ç.n.)
1 10

çocuk, yani. Gerçi hiç rahatsız olmuş gibi bir halleri yoktu.
İkinci gelişinde ise çok az kaldı ve hiddetle dışarı çıktı.”
“Kavga mı ettiler?”
“Sanırım öyle. Inger ne kadar pislik biri olduğunu o sür­
tüğe anlatacağını bağırıyordu arkasından. Bir de planlarını
adamın birine söyleyeceğini.”
“Adamın biri mi?”
“Bir isim söyledi ama hatırlamıyorum.”
“Peki sürtük dediği kim olabilir?” diye sordu Andrevv.
“Kiracılarım ın özel hayatına karışmamaya çalışırım, me­
mur bey.”
“Bira harikaymış, Bay Robertson. Sürtük kim?” diye sor­
du Andrew, yaşlı adamın az önce söylediğini umursamadan.
“Şey, mesele de bu işte.” Robertson tereddüt ederken göz­
leri gergin bir halde Andrew’dan H arry’ye kaydı. Gülümse­
meye çalıştı. “Sanırım bu kadın dosya için önemli, değil mi?”
Soru havada asılı kaldı ama çok sürmedi. Andrew birasını
sertçe masaya bıraktı ve Robertson’m yüzüne yaklaştı.
“ Çok fazla televizyon izliyor olmalısınız, Bay Robertson.
M asaya yüz dolar koyup etrafı kolaçan ederek size doğru
iteceğim i, kulağım a bir isim fısıldayacağınızı ve başka hiç­
bir şey söylemeden ayrı yönlere gideceğimizi düşünüyorsu­
nuz herhalde. Gerçek dünyada buraya bir ekip arabası çağı­
rırım , sirenler eşliğinde derhal buraya gelir, sizi kelepçele­
yip dışarı çıkarırlar ve ne kadar utandığınıza aldırış etm e­
den komşularınız seyrederken arabaya bindirirler. Sonra si­
zi merkeze götürür ve bize bir isim söyleyene ya da avukatı­
nız gelene kadar şüpheli olarak nezarette tutarız. Hatta en
kötü senaryoda bir cinayetin çözülmemesi için bilgi sakla­
m akla suçlanırsınız. Bu da sizi haliyle suç ortağı yapar ve
altı yıl hapis cezası vardır. Böyle olsun ister misiniz, Bay
Robertson?”
Robertson’m yüzü soldu ve ağzı ses çıkarmadan iki kez

açılıp kapandı. Yem beklerken yemin kendisi olduğunu yeni


fark eden akvaryumdaki bir balığı andırdı bu hali.
“Ben ben bunu demek”
“Son kez soruyorum. Sürtük kim?”
“Sanırım fotoğraftaki resimdeki kadın”
“Hangi resim?”
“Inger’in odasında asılı olan. Inger’in ve çocuğun arkasın­
da dikiliyor. Kafasında saç bandı olan ufak tefek, esmer ka­
dın. Onu hatırlıyorum çünkü iki hafta kadar önce buraya ge­
lip Inger’i sordu. Inger’i çağırdım, sonra da ikisi kapıda bir
şeyler konuştular. Sesleri giderek yükseldi ve resmen birbir­
lerinin üzerine yürüdüler. Ardından kapı var gücüyle kapan­
dı ve Inger ağlayarak odasına çıktı. O günden sonra da onu
bir daha görmedim.”
“Rica etsem bana o fotoğrafı getirir misiniz, Bay Robert­
son? Fotokopisi ofiste kaldı.”
Nedense yardımsever bir adama dönüşen Robertson he­
men Inger’in odasına fırladı. Geri geldiğinde Robertson’m fo­
toğraftaki hangi kadından bahsettiğini anlaması Harry’nin
bir saniyesini aldı.
“Onunla konuşurken yüzü bir yerden tanıdık geliyordu
zaten” dedi Harry.
“Bu bizim Ana Yüreği’miz değil mi?” diye sordu Andrew,
şaşkınlıkla bağırarak.
“Gerçek adının Angelina Hutchinson olduğuna bahse gire­
rim.”

Dışarı çıktıklarında Tasmanya canavarı ortalarda yoktu.


“Neden mahallenin devriye polisiymişsin gibi herkes sana
memur bey diyor, hiç düşündün mü dedektif?”
“Güven veren kişiliğimden olsa gerek. Memur bey sence de
daha babacan değil mi?” diye cevap verdi Andrew, memnun
bir tavırla. “Hem onları bozmaya gönlüm elvermez.”
/ 12

“Sen kocaman, sevimli bir oyuncak ayısın” diyerek güldü


Harry.
“Daha çok koala diyelim.”
“Altı vıl hapis, ha? Yalancı seni.”
“Aklıma ilk o geldi” dedi Andrew. “Ne yapsaydım?”
17

Terra Nullius

Sidney’e bardaktan boşanırcasına yağmur yağıyordu.


Damlalar asfaltı dövüp evlerin duvarlarını yıkamış ve taş
çatlasa bir dakika içerisinde kaldırımların kenarından akan
nehirler oluşturmuştu, insanlar suların içinde bata çıka ken­
dilerine sığınacak bir yer arıyordu. Kimileri sabahki hava
tahminini dinlemiş olacak ki çıkarken yanlarına şemsiye al­
mışlardı. Şimdiyse o şemsiyeler caddelerde büyük ve renkli
mantarlar gibi bir bir çoğalıyordu. Andrew ile Harry araba­
nın içinde Hyde Park’m yanındaki William Caddesi’nin tra­
fik ışıklarında bekliyordu.
“Geçen gece Albury’ye girerken parkta gördüğümüz adamı
hatırlıyor musun?” diye sordu Harry.
“Green Park’taki mi?”
“Sana selam verdi ama onu görmezden geldin. Neden?'’
“Çünkü onu tanımıyordum.”
Andrew yeşil yanar yanmaz gaza abandı.

Harry içeri girdiğinde Albury sakindi.


“Erkencisin” dedi Birgitta. Temiz bardakları raflara dizi­
yordu.
“Etraf kalabalıklaşmadan servisin daha iyi olacağını dü­
şündüm.”
“Merak etme, her zaman herkese servis yaparı*.” Birgitta
Harry’nin yanağını sıktı. “Eee, ne alırsın?"
1 14

‘'Sadece kahve."
“Müessesemiziıı ikramı olsun.”
“Teşekkürler, bir tanem.”
B irgitta güldü. “Bir tanem mi? Babam anneme derdi bu­
nu.” Bir tabureye oturdu ve barın üzerinden Harry’ye uzan­
dı. “Ayrıca daha tanışalı bir hafta bile olmamış bir adam sev­
gi sözleri sarf etmeye başlamışsa sanırım bundan korkmam
gerek.”
H arry onun kokusunu içine çekti. Bilim insanları beyin­
deki koku korteksinin, sinirlerden gelen sinyalleri bilinçli bir
koku duyusuna nasıl dönüştürdüğünü hâlâ tam olarak çö­
zem edi ve H arry de bununla pek ilgilenmiyordu. Tek bildi­
ği. B irgitta yı kokladığı zaman zihninde ve bedeninde bir sü­
rü şeyin harekete geçtiğiydi; gözkapaklarınm hafif kapanma­
sı, ağzının kulaklarına varması ve moralinin bir anda tavan
yapması gibi.
“M erak etme” dedi. ‘“Bir tanem’ daha çok evcil hayvanlara
verilen zararsız bir isim.”
“H ayvanlara hâlâ böyle isimler taktıklarını bilmiyordum.”
“ Evet, takıyorlar. M esela ‘aşkım’ da var. ‘Tatlım .’ Hatta
‘balım ’ bile diyorlar.”
“P ek i zararlı olanlar hangileri?”
“ Eee, aşkito epey zararlı örneğin” dedi Harry.
“Ne?”
“Aşkito. Y a da minnoşum. Bilirsin işte, oyuncak ayıyı çağ­
rıştıran isim ler. Bunlarda önemli olan kulağa sıradan ve ruh­
suz gelm em eleri. Daha özel ve samimi olsun diye tercih edili­
yorlar. B ir de genellikle genizden söyleniyorlar. Bebek sesiy­
le konuşanlar gibi. İnsana duyunca bile hafakanlar basıyor.”
“Verebileceğin başka örnekler de var mı?”
“Kahvem e ne oldu benim?”
B irgitta elindeki bezle ona vurdu. Ardından büyük bir ku­
paya kahve koydu. Barın arkasında sırtı dönük dikilirken

Harry uzanıp saçlarına dokunmamak için kendini zor tuttu.


Birgitta ona kahvesini verdi ve içerisi hareketlenme­
ye başladığından başka bir müşteriyle ilgilenmeye gitti.
Harry’nin dikkatini bardaki rafların tepesinde asılı duran te­
levizyonun sesi çekti. Harry haber bülteninde gösterilen ha­
berin, bir Aborijin topluluğunun kendisi için bazı toprak hak­
ları talep etmesiyle ilgili olduğunu geç de olsa anladı.
yeni yürürlüğe giren yerli hakları yasasına dayandırı­
lıyor” dedi sunucu.
Arkadan “Sonunda adalet yerini buluyor” diyen bir ses
duydu Harry.
Arkasını döndü. Kaba hatları ve sarı peruğuyla tepesinde
dikilen uzun bacaklı, yüzü pudralı kadını ilk görüşte tanıya­
madı. Ama sonra geniş burnunu ve ayrık dişlerini hatırladı.
“Palyaço!” diye bağırdı. “Otto”
“Adım Otto Rechtnagel, Yakışıklı Harry ekselansları. To­
puklu ayakkabıların da sorunu bu işte. Erkeğimin benden kı­
sa olması aslında tercih ettiğim bir durum değil. Eşlik edebi­
lir miyim?” Biraz zorlansa da Harry’nin yanındaki tabureye
oturabildi.
“Ne içersin?” diye sordu Harry, Birgitta’yla göz göze gel­
meye çalışarak.
“Merak etme, o bilir” dedi Otto.
Harry’nin uzattığı sigarayı hiçbir şey söylemeden aldı ve
pembe ağızlığa yerleştirdi. Harry bir kibrit çakıp uzattı. Otto
sigarasını yakarken çökük yanakları ve kışkırtıcı bakışlarıyla
Harry’yi izledi. Kısa elbisesi, naylon çoraplı dar kalçalarına
yapışmıştı. Harry bu aldatıcı görünüşün küçük bir başyapıt
olduğunu kabullenmek zorunda kaldı. Otto bu kadın kıyafet­
lerinin içinde şimdiye dek tanıştığı kadınların çoğundan da­
ha dişiydi. Harry gözlerini ondan alarak televizyona çevirdi.
“Adalet yerini buldu derken ne kastediyorsun?”
“Terra Nullius’u hiç duymadın mı? Eddv Mabo yu9”
lifi

Harrv başım iki yana salladı. Otto dudaklarını araladı ve


yavaşça yukarı yükselen iki kalın duman halkası çıkardı.
‘T erra Nullius komik ve basit bir terim. İngilizler buraya
geldiklerinde ve Avustralya’da çok fazla işlenmiş toprak gör­
mediklerinde bulmuşlar bu adı. Aborijinler günlerinin yarısı­
nı patates tarlalarında geçirmediği için İngilizler onları kü­
çük görüyormuş. Oysa Aborijin kabileleri doğayı onlardan
daha iyi tanıyormuş. Hangi mevsim olursa olsun yemek ne­
redeyse oraya gidiyor ve bolluk içinde yaşıyorlarmış. Ama gö­
çebe oldukları için İngilizler bu toprakların onlara ait olma­
dığına karar vermişler. Bu arazileri Terra Nullius, yani sa­
hipsiz topraklar ilan etmişler. Terra Nullius ilkelerine göre
de bu araziler için Aborijinlerin fikrini bile sormadan tapu
çıkartıp kıtaya ayak basan yerleşimcilere vermekte sakınca
görmemişler. Böylece Aborijinler kendilerinin olan topraklar
üzerinde bir daha hak iddia edememiş.”
Birgitta, Otto’nun önüne kocaman bir margarita koydu.
“Birkaç sene önce Torres Strait Adaları’ndan Eddy Ma-
bo adında bir adam, Terra Nullius ilkesine itiraz ederek ve
o zam anlar o toprakların Aborijinlerin elinden kanunsuz
bir şekilde alındığını öne sürerek düzene meydan okudu.
’de Yüksek Mahkeme adamın görüşlerini kabul etti ve
Avustralya’nın o dönemde Aborijin halkına ait olduğunu du­
yurdu. Mahkeme, beyazlar gelmeden önce yerli nüfusun ya­
şadığı ya da kullandığı arazileri Aborijinlerin geri isteyebile­
ceğine karar verdi. Haliyle çok sayıda beyaz insan arsalarını
kaybetme korkusuyla ortalığı ayağa kaldırdı.”
“Peki şu anda durum ne?”
Otto kenarları tuzlanmış kokteyl kadehinden büyük bir
yudum aldı, sirke içmiş gibi yüzünü ekşitti ve içtiği şeyi kü­
çümser bir ifadeyle dikkatlice ağzını sildi.
“Mahkeme kararı ortada. Yerli hakları yasası da duruyor.
Ama fazla despot olmayacak şekilde uygulanıyor. Bir sabah

uyandığında tarlasına el konulduğunu gören çiftçiler falan


yok. Yani o panik havası giderek azalıyor.”
Burada bir bar taburesinde oturmuş, Avustralya siyaseti
anlatan kadın görünümlü bir erkeği dinliyorum, diye geçirdi
aklından Harry. Yıldız Savaşları'mn bar sahnesindeki Har-
rison Ford gibi rahat hissetti kendisini.
H a b e rle r pazen göm lek li ve deri şapkalı gülüm seyen
A vustralyalIların olduğu bir reklamla bölündü. Görünüşe gö­
re en büyük ö ze lliği “A vu stralyalI olmakla gururlanan” bir
bira m arkasını tanıtıyorlardı.
“Haydi o zaman, Terra Nullius’un şerefine” dedi Harry.
“Şerefe, yakışıklı. Ay, neredeyse unutuyordum. Yeni gös­
terimiz Bondi Plajı’ndaki St George Tiyatrosu’nda olacak.
Andrew’a ve sana gelip izlemenizi emrediyorum. İsterseniz
yanınızda bir arkadaşınızı da getirebilirsiniz. Tüm alkışları­
nızı benim numaralarıma saklarsanız sevinirim.’*
Harry başını eğdi ve Otto’nun serçeparmağım havaya kal­
dırarak tuttuğu üç bilet için teşekkür etti.
18

Pezevenk

H arry, A lb u ry ’den K in g ’s Cross’a çıkmak için Green


P a rk ’tan geçerken gözleri ister istemez gri renkli Aborijin
adamı aradı ama o akşam park lambalarının cılız ışığı altın­
daki banka oturan sarhoş beyaz bir çift dışında kimse yoktu.
Gündüz saatlerindeki bulutlar dağılmıştı, gökyüzü açık ve
yıldızlıydı. Yolda tartışan iki adam vardı. Kaldırımın iki ta­
rafında birbirlerine bağırarak dikildikleri için Harry ortala­
rından yürümek zorunda kaldı. Biri diğerini tiz ve ağlamak­
lı bir sesle “Bütün gece dışarıda gezeceğini söylememiştin
am a!” diyerek azarlıyordu.
B ir V ietn am restoranının dışında garson kapının kasa­
sına dayanarak sigara içiyordu. Şimdiden yorulmuş gibi bir
hali vardı. K in g’s Cross’a yönelmiş araba ve insan kuyrukları
yavaşça Darlinghurst Caddesi boyunca ilerliyordu.
An drew , Baysw ater Caddesi’nin köşesinde domuz sucuğu
yiyerek dikiliyordu.
“İşte geldin” dedi. ‘T a m saatinde. Sapma kadar Alman’sm.”
“A m a Alm anlar”
“ E vet, A lm a n la r Tötondur. Am a siz de kuzeyli bir Cer­
m en boyundan geliyorsunuz. Tipiniz bile aynı. Kendi soyunu
inkâr etmiyorsun, değil mi?”
H a rry ona aynı soruyla karşılık vermek istedi ama kendi­
ni tuttu.
I 19

Andrew neşeli bir günündeydi. “Haydi, tanıdığım birine


gidelim” dedi.
Atasözündeki iğneyi samanlığın en ortasında, yani Dar-
linghurst Caddesi’ndeki hayat kadınlarının arasında arama­
ya karar verdiler. Onları bulmak zor olmadı. Harry'nin bir­
kaçına göz aşinalığı vardı artık.
“Mongabi, adamım, işler nasıl gidiyor?’’ Andrevv durdu ve
dar takım elbiseli, bol mücevherli koyu tenli bir adamı sa­
mimi bir şekilde selamladı. Adam ağzını açınca altın dişleri
parladı.
“Tuka, azgın boğa seni! İşler iyi sayılır.”
Adamın bir pezevenge ancak bu kadar benzeyebileceğim
düşündü Harry.
“Harry, seni dostum Teddy Mongabi’yle tanıştırayım.
Kendisi Sidney’in en fena pezevengidir. Bu mesleği yirmi yıl­
dır yapıyor ve hâlâ caddelerde kızlarıyla müşteri kovalıyor.
Bu işler için artık yaşlanmadın mı, Teddy?”
Teddy kollarını kaldırıp sırıttı. “Burayı seviyorum, Tuka.
Bu işin kalbi burada atıyor. Masada oturmaya başlarsan çok
geçmeden bakış açını ve kontrolünü kaybedersin. Ve bu ca­
miada kontrol her şeydir. Hem kızları, hem müşterileri kont­
rol etmen gerekir. İnsanlar köpek gibidir. Kontrol edilmeyen
köpek mutsuz köpektir. Ve mutsuz köpek ısırır.”
“Haklısın, Teddy. Dinle, kızlarından biriyle biraz laflamak
istiyorum. Kötü bir adamı arıyoruz da. Buralarda da pis işler
çevirmiş olabileceğinden şüpheleniyoruz.”
‘Tamam, kiminle konuşmak istiyorsun?”
“Sandra burada mı?”
“Birazdan gelir. Başka bir şey yapmak istemediğinden
emin misin? Yani laflamak dışında?”
“Yok, sağ ol, Teddy. Biz Palladium’da olacağız. Uğraması
nı söyler misin?”
Palladium’un dışında bir görevli, caddeden gt\t*n kaU-
I 20

balığı müstehcen laflarla ayartıp içeri sokmaya çalışıyordu.


Andrevv’u görünce yüzü güldü. Andrevv adamla iki çift laf etti
ve gişeye uğramadan doğru içeri alındılar. Dar bir merdiven­
den aşağı inince bir avuç erkeğin masalarda oturup sonraki
gösteriyi beklediği loş bir striptiz kulübünün bodrumuna gel­
diler. Arkalarda boş bir masaya geçtiler.
“Buralarda herkesi tanıyor gibisin” dedi Harry.
“Beni tanıması gereken ve benim tanımam gereken herke­
si. Oslo’da da polisle yeraltı dünyası arasında böyle tuhaf bir

Korno

Korno

Bakır nefesli müzik aletleri arasında bulunan korno, insan sesine en yakın çalgılardan biri olarak biliniyor. Boynuzu andıran formu ve ilk örnekleri gerçekten boynuzdan yapıldığı için bu isim ile anılan müzik aleti, salyangoz kabuğunu andıran kıvrımlı biçimi ile sempatik ve dikkat çekici bir görüntü sunuyor. Modern enstrüman modelleri sarmal halinde tasarlandığı için, eski versiyonlara göre oldukça yüksek boru uzunluklarına ulaşabiliyor. Sıcak ve yumuşak tınısı sayesinde solo performanslarda beğeni toplayan, orkestralarda diğer enstrümanlarla tam uyumlu olarak kullanılabilen çalgı, bas bariton, bariton, tenor ve alto aralıklarını kullanabiliyor.

Nikel, gümüş ya da lake kaplama olarak üretilen enstrümanlar, cilalı yapıları ve kırılmaz özellikleri ile uzun ömürlü bir kullanım sunuyor. Ses kalitesinin ve tonunun korunması için gerekli bakımların ihmal edilmemesi tavsiye ediliyor. Kullanım sonrası, haftalık ve daha uzun aralıklı bakım takvimlerine mutlaka riayet edilmesi enstrümanın sağlıklı biçimde kullanılabilmesi için büyük önem taşıyor.

İnsanlığın en eski zamanlarından bugüne değişerek ve gelişerek gelen bu özel aleti öğrenmeyi, çalmayı planlayan ile halihazırda severek çalanlar istedikleri enstrüman ve aksesuarlara Trendyol aracılığıyla ulaşabiliyor. Farklı markaların enstrümanları ve bu enstrümanlara yönelik olarak tasarladığı parça ve aksesuarlar tüm detayları ile incelenebiliyor, özelliklerine göre karşılaştırılabiliyor ve istenirse en uygun koşullarla satın alınabiliyor. Trendyol indirim ve kampanyalarla çok özel fırsatlar ve kaçırılmayacak korno fiyatları sağlayabiliyor. Müzik aletinin yanı sıra ağızlık, sürgü gibi parçalar, bakım için gereken sarf malzemeleri, çanta ve kılıf seçeneklerinde de geniş bir ürün yelpazesi bulunuyor.

İlkel Çağlardan Bugünlere Büyük Değişim

Korno nedir, diye merak edenlerin öncelikle tarihine ve gelişim seyrine bakması tavsiye ediliyor. Nefesli bir orkestra çalgısı olan korno hakkında bilgi edinmek için antik uygarlıklardaki kullanımlarından başlamak gerekiyor. Antik Mısır, Antik Roma, Afrika ve Mezopotamya’da farklı hayvanların boynuzları ve kemikleri kullanılarak üretilen ilk enstrüman örnekleri, daha çok haberleşmek ve işaret vermek amacıyla kullanılıyor. Daha öncesindeki ilkel çağlarda dahi farklı boynuz ve ahşap malzemelerden borular kullanılarak farklı sesler çıkaran aletler yapıldığı biliniyor. Korno adının kaynağı da Latince kaynaklı olarak pek çok Batı dilinde “boynuz” anlamına gelen kelimeden geliyor. İlk çağlarda işaretleşme için kullanılan hayvan boynuzlarından esinlenerek zaman içinde geliştirilen bu özel çalgının özellikle avcılar tarafından uzak mesafelere mesaj vermek için kullanıldığı biliniyor. Aynı biçimde hem haberleşme, hem dans ve eğlence, hem de düşmanın psikolojisini bozma amaçlı olarak savaş meydanlarında bu müzik aletine sıklıkla yer veriliyor. Enstrüman Ortaçağ döneminde de şehirlerde toplulukları bir araya getirme, ikazlarda bulunma ve dikkat çekme amaçlı bir uyarı enstrümanı olarak da iş görüyor.

İlk örnekleri kıvrık boynuz biçiminde olan, gövdesi deriyle kaplı olarak kullanılan enstrüman zaman içinde oldukça büyük değişimler geçirerek bugünlere geliyor. Bugün kullanılan forma en yakın örneklerin yüzyıldan itibaren kullanılmaya başlandığı bilinen çalgının orkestralarda ilk kullanımı da av sahneleriyle olduğu belirtiliyor. Operalarda av ve doğa sahnelerinde ilk kullanıldığı dönemlerde diğer enstrümanlarla uyumsuz olması ve çalma güçlükleri nedeniyle tartışma yaratan müzik aleti, uzunca bir süre direnişle karşılaşıyor. Benzersiz sesi, güçlü yapısı ve kusursuz ses rengi dolayısıyla vazgeçilmeyen ve bir takım değişikliklere tabi tutulan bu özel müzik aleti, yüzyıl başlarından itibaren orkestralarda yerini alıyor. Daha modern yapısıyla vazgeçilmez bir müzik enstrümanı olarak sahneye çıkmaya başlayan enstrüman için dönemin en ünlü bestecileri önemli çalışmalara imza atıyor. Enstrüman özellikle dünyaca ünlü besteci John Sebastian Bach’ın ’de “Branderburg Konçertoları” adlı yapıtına 2 korno çalgısı eklemesi ile yenden doğuyor. Wolfgang Amadeus Mozart ve Joseph Haydn gibi efsanevi besteciler de pek çok eserinde bu müzik aletine yer vererek, esin kaynağını insanlık tarihinin en eski dönemlerinden alan bu müzik aletinin gelişimine katkı sunuyor. Ludwig van Beethoven yazdığı orkestra eserlerinde bu müzik aletinin sayısını dörde çıkararak bu özel çalgıyı artık vazgeçilmez biçimde modern orkestraların bir parçası haline getiriyor. Bu özel aletin yer aldığı ve özel önem taşıdığı eserlerin arasında Mendelssohn'un “Bir Yaz Gecesi Rüyası”, Schumann'in Allegro ve Adagiosu, Brahms’ın 1. ve 2. senfonileri, Tchaikovsky'nin 5. senfonisi, Brahms'in korno keman ve piyano için triosu ile Strauss'un korno konçertosu da rahatlıkla sayılabiliyor. Caz müzikte çoğunlukla saksafon ile birlikte kullanılan enstrüman bu sayede çok daha etkileyici hale geliyor.

Korno Nasıl Çalınıyor?

Çoğunlukla bakır, gümüş ve nikel gibi madenlerden üretilen nefesli bir enstrüman olan korno çalgısı, daha çok klasik batı müziği orkestralarında yaygın olarak kullanılıyor. Caz orkestraları da saksafon ile eşleştirdikleri bu enstrümana sıklıkla yer verebiliyor. Berrak ve güçlü ses yapısı ile kolayca ayırt edilebilen müzik aletinin borusunun içindeki hava sütununun titreşmesi prensibiyle çalışıyor. yılında Saksonyalı Stölzel tarafından eklenen pistonlar ile kromatik ve diatonik sesleri kolayca çalabilme özelliğine kavuşuyor. Böylelikle ilk versiyonlarında bulunan çalma zorlukları da pistonlu yapı ile büyük ölçüde giderilmiş oluyor. Yeni tasarımı ile çok daha güçlü ve etkili bir kullanıma kavuşan çalgının tasarımında pistonlar bir süre sonra yerini “Rotary Vale” da denilen valflerebırakıyor. Üflenen nefesin silindir boruda bulunan yarım oyuklardan geçirildiği bu mekanizma ile valfli bir çalgıya dönüşse de, bugün dönem enstrümanlarının yer aldığı bazı orkestralarda halen pistonlu versiyonlar kullanılabiliyor. Yeni başlayanlar için üç ayrı valfli modeli bulunuyor ve yaklaşık bir yıl süren başlangıç eğitiminde bu versiyonlar tavsiye ediliyor. Tek valfli Single Horn, dört valfin yüzük, orta, işaret ve başparmaklarıyla kullanıldığı Double Horn ve başparmağın iki valfi idare edebildiği 5 valfli modelleri Triple Horn modelleri bu özel enstrümanı öğrenmek isteyenler tarafından sıklıkla tercih ediliyor.

Korno müzik aleti, pistonlu ve ağızlıklı bir enstrüman olarak solo performansların yanında orkestralarda çeşitli işlevler üstlenebiliyor. Melodiyi çalan üflemeli ve yaylı çalgı grupları ile eşlikli enstrümanlar arasında denge unsuru olarak kullanılabilen seçkin müzik aleti, özellikle klasik dönemde orkestralar için yazılan eserlerde oldukça kritik roller üstleniyor. Bazı romantik dönem bestecileri de enstrümanın özelliklerini ritim çalgılarına destek için kullanabiliyor. Trompet ile uyumlu olarak vurmalı müzik aletlerine eşlik edebilen enstrüman, ünlü bestecilerin eserlerinde sıklıkla başvurduğu, özel roller biçtiği müzik aletleri arasında yer alıyor.

Farklı Çalma ve Ses Teknikleri

Gövdeyi oluşturan boru ağızlık kısmından başlayarak kıvrılıyor ve genişliyor. Çan şeklini andıran genişçe bir kalak bölümü bulunan enstrümanın üfleme kısmında koni bir ağızlığı bulunuyor. Ses delikleri ya da üfleme dili olmayan müzik aletinde sesler, nefesin verilişine ve dudakların duruş biçimine göre ayarlanıyor. Dudağın duruş şekline göre gergin dudak biçimi ile tiz sesler, gevşek dudaklar ile bas sesler elde ediliyor. Dudaklardaki milimetrik değişimlerin dahi sesi etkileyebildiği bir enstrüman olan korno solo kullanımlarda daha da güç ve yorucu bir performans isteyebiliyor. Alto, bariton ve tenor sesleri için tasarlanmış üç ayrı türü olan müzik aletinde daha kısık sesler için sağ elle kalak tıkanabiliyor. Kalağın içine el sokma tekniği aynı zamanda enstrümanın oldukça dar olan ses sahasını genişletmeye de yarıyor. Handstop denilen bu çalma tekniğinin yanı sıra kısık sesler için kalağın içine sürdin bir parça da takılabiliyor. Farklı malzemelerden değişik tasarımlarla üretilen sürdin modelleri müzik aletinin sesini oldukça düşük seviyelere indirerek, egzersiz yapmak isteyen öğrenci ve sanatçıların işini büyük ölçüde kolaylaştırıyor.

Orkestraların çalması en güç, tekniği en karmaşık çalgısı olarak bilinen müzik aleti, farklı teknikler ve yöntemlerle değişik duyguları aktarma imkânı sağlıyor. Farklı tonlarda çalınarak farklı duygular oluşturabilen bu özel enstrüman bu nedenle de yoğun olarak tercih ediliyor. İnce tonlarda daha narin ve soft bir hava veren müzik aleti, kalın seslere çıktığında korkutucu ve dramatik bir etki uyandırıyor. En karakteristik sesleri orta kısmından çıkaran enstrüman, boğum ve gizemli havasıyla pek çok duyguyu verebiliyor. Tarihsel kaynağı av hayatı ve doğa olan enstrüman, farklı hiçbir müzik aletinin sağlayamadığı çok özel ses tonuyla bilhassa dağ, orman, doğa gibi temalarda mükemmel bir işlev üstleniyor. Uzun sesleri sayesinde eşlik görevlerinde oldukça başarılı olan çalgı, ikili, üçlü ve dörtlü kullanım ile dinleyicilerde güçlü etkiler bırakabiliyor. Kornet, trompet ve diğer pek çok bakır çalgı ile birlikte kullanılabilen enstrüman, tahta üflemeli çalgılar ile bakır üflemeliler arasında geçiş görevini de gerçekleştiriyor.

Korno nedir sorusunun yanı sıra “Ne kadar sürede öğrenirim?”, “Öğrenmeye kaç yaşında başlamak gerekir?” gibi pek çok soru da gündeme gelebiliyor. Çocukların öğrenmesi daha kolay ve önemli olduğundan konservatuvarlar genellikle yaş arasında çocukları kabul edebiliyor. Çocukluk çağı dışında da özel dersler, kurslar ve sistemli bir çalışma ile enstrümanı öğrenmek mümkün olabiliyor. Çalması en zor enstrümanlardan biri olduğu için sürece başlayacakların iyice düşünüp adım atması öneriliyor. Sesler tamamen ağız ve dudak duruşu ile sağlandığından bu enstrümanı öğrenmek isteyenlerin ön dişlerinin eksiksiz, diş ve dudak yapısının kusursuz olması da tercih ediliyor. Çalması oldukça güç olduğu için pek çok enstrüman gibi güçlü bir müzik dudağı isteyen müzik aletinde ustalaşmak için uzun süre yoğun biçimde çalışmak da gerekiyor. Sol el pistonları kontrol ederken, sağ el ile kalağın içinde farklı ses renkleri sağlandığından çok yönlü güçlü bir kontrol ve çok yönlü bir müzik kulağı da gerekiyor.

Korno Enstrüman Bakım Setleri

Sökülüp takılabilir bir enstrüman olan korno müzik aleti, pek çok çalgı gibi hem ilk kullanım öncesi, hem de sonrasında düzenli bakıma ihtiyaç duyuyor. Enstrüman bakımı ve akort işlemleri valf sayısına göre değişebiliyor. Çalgının estetik görüntüsünü korumak ve ses performansında olası kayıpların önüne geçebilmek için kullanım sonrasında bazı noktalara dikkat edilmesi tavsiye ediliyor. Genellikle korozyana dayanıklı olan pirinç ya da nikel gibi malzemelerden yapılsa da uzun süre temizlenmediğinde valf sürgülerinde korozyon görülebiliyor. Bu nedenle nemi almak için bu parçaların çıkarılarak temizlenmesi gerekiyor. Gövdenin ise parlatma bezi ile silinmesi tavsiye ediliyor. Leke oluşmuşsa lake kaplamalar için lake cilası, gümüş kaplamalar için gümüş cilası kullanılabiliyor. Haftalık olarak rotor yataklarına ve kol gruplarına buralar için özel hazırlanmış yağlar uygulanması gerekiyor. Rotor yağı ve diğer gerekli malzemelerin bulunduğu özel bakım setleri Trendyol’da rahatlıkla bulunabiliyor ve bakım için ihtiyaç duyulan tüm malzeme ve aksesuarlara kolayca erişilebiliyor. Ayda bir ise valf sürgülerinin daha titiz bir bakımdan geçmesi, kirlerden arındırılması ve yağlanması öneriliyor.

Yılda iki kez ise enstrüman daha kapsamlı bir temizlikten geçiriliyor. Ilık su ve pirinç sabunu ile hazırlanan solüsyonla müzik aletinin tüm parçaları temizleniyor, fırça ile tüm kirlerden arındırılıyor. Enstrüman borusunun iç kısımlarının mutlaka ayrıntılı biçimde temizlenmesi gerekiyor. Pirinç sabunu ile yapılan temizliğin ardından enstrümanın içi ve dışı iyice durulanıyor ve kurulanıyor. Sonrasında yağ ve gres uygulanarak gövde temizliği tamamlanıyor. Bu sırada rotor parçalarının sökülmemesi, valflerin tıkanmaması için suyun hava akışının aksi yönünden akıtılması tavsiye ediliyor. Ağızlık kısmının da fırçalanarak detaylı bir temizlikten geçirilmesi öneriliyor.

Korna bakım seti ürünleri içinde rotor yağı, akort slide kremi gibi bakım ve temizlik ürünleri ile ağızlık fırçası, boru fırçası, piston kordonu gibi temizlik için gereken aparatlar yer alıyor. Bakım seti ürünleri enstrümanın düzenli bakım ihtiyacını karşılayacak biçimde oluşturulduğundan ihtiyaç duyulan tüm malzeme ve aksesuarlar içinde yer alıyor. Bazı setlerin içinde işlenmemiş Polonya bezi gibi çok özel temizlik bezleri, anahtar ve rotor yağları, kızak gresi ürünleri, vinil malzemeden temizleme kordonu, ağızlık fırçası gibi önemli ürünlerin yanı sıra temizlik süreçlerinin takibi için belgeler ve kalem ile işlemlerin detaylı olarak anlatıldığı bakım talimatları da çıkabiliyor.

Korno Fiyatları ve Aksesuarları

Korno solo ya da orkestra içinde doğru sesi verebilmesi için kullanılmadığı zamanlarda özenli biçimde korunmaya ihtiyaç duyuyor. Valf, sürgü, rotor ve vida gibi parçadan oluşan ve doğru biçimde sökülüp takılması, akort yapılması gereken enstrüman, özel kutusu ile taşınıyor ve koruma altında tutuluyor. Enstrümanın pek çok parçası da bu kutuya sığacak biçimde tasarlanıyor. Özel tasarlanmış kutu ve çantaları bulunan enstrüman, bu sayede daha rahat taşınabiliyor. Çoğu marka tarafından enstrümanı alanlara çanta ve bakım seti gibi ürünler hediye edilebiliyor. Enstrümanın kendisi için üretilen kılıf, kutu ve çanta modellerinin yanı sıra ağızlık kılıfı gibi aksesuarlar için tasarlanmış koruyucu ürünler de bulunuyor. Farklı bölgeler için özel tasarlanmış ellikler ya da valfler için özel tasarlanan parmaklıklar hem kavrama rahatlığı sağlıyor, hem de enstrümanı ter gibi dış etkilerden koruyor. Yüksek kaliteli malzemeden, enstrümanın performansını olumsuz etkilemeyecek biçimde tasarlanan bu özel aksesuarlar, en uygun fiyatlarla Trendyol’da bulunabiliyor.

Ses düzeyi ayarlarını elini kalağa sokmayıp, sürdin kullanarak yapmak isteyenler için farklı boy ve özellikteki sürdin modelleri büyük kolaylık sağlıyor. Ses yüksekliğini ayarlayarak oldukça kısık düzeylere indirebilen sürdinler, müzisyenlere her her ve koşulda alıştırma yapabilme imkânı da sağlıyor. Enstrümanın oldukça yüksek olan ses düzeyi nedeniyle alıştırma yapmak için özel stüdyo ya da salonlara ihtiyaç duyan müzisyenler, büyük bir sessizlik sağlayan profesyonel sürdinler sayesinde çok daha sık ve fazla alıştırma yapma imkânı bulabiliyor. Performanslar esnasında da ses düzeyini ayarlamak için kullanılabilen sürdinler tercihe göre ahşap ya da metal malzemelerden üretilebiliyor. Sürdin fiyatları kullanılan malzemenin kalitesine, ürünün markasına ve işlev özelliklerine göre değişik düzeylerde olabiliyor.

Trendyol web sitesi aracılığıyla dünyaca ünlü markalarının kusursuz enstrüman modellerine uygun koşullarla sahip olmak mümkün olabiliyor. Tercihe göre değişik valf sayılarına ve özelliklerine sahip enstrümanlar farklı fiyat seçenekleri ile bulunabiliyor. Enstrümanların yanı sıra ağızlık, ellik, farklı fırça türleri, sürgü gibi parçalar da ayrıca satın alınabiliyor. İçinde ihtiyaç duyulan tüm ürün ve aparatların yer aldığı bakım setler ile çantalara da en uygun satın alma koşulları ile ulaşılabiliyor. Trendyol’un avantajlarla dolu dünyasında indirim ve kampanya dönemlerinde çok daha uygun korno fiyatlarıyla istenen enstrümanı, parçaları ve aksesuarları satın almak mümkün olabiliyor.

Manuel Raymond Enstrüman Parmak Koruyucu Silikon PKS

KARGO BEDAVA

Kurumsal Fatura

86 favori

  • 15 gün içinde ücretsiz iade. Detaylı bilgi için tıklayın.
  • Bu ürün SEVFE İTHALAT tarafından gönderilecektir.
  • Enstrüman Parmak Koruyucu Silikon PKS Pratik yaparken parmaklarınızın zarar görmesini önlemek için kullanılır . Silikon malzemeden üretilmiştir ve uzun ömürlüdür . Çeşitli renkleri mevcuttur ve stok durumuna göre bir renk gönderilecektir Tek olarak satılır .
  • Bu üründen en fazla 17 adet sipariş verilebilir. 17 adetin üzerindeki siparişleri Trendyol iptal etme hakkını saklı tutar.
  • İncelemiş olduğunuz ürünün satış fiyatını satıcı belirlemektedir.
  • Bu ürün indirim kampanyasına dahil değildir.
  • Bir ürün, birden fazla satıcı tarafından satılabilir. Birden fazla satıcı tarafından satışa sunulan ürünlerin satıcıları ürün için belirledikleri fiyata, satıcı puanlarına, teslimat statülerine, ürünlerdeki promosyonlara, kargonun bedava olup olmamasına ve ürünlerin hızlı teslimat ile teslim edilip edilememesine, ürünlerin stok ve kategorileri bilgilerine göre sıralanmaktadır.

ÜRÜNÜN TÜM ÖZELLİKLERİ

Ürün Değerlendirmeleri

Henüz Yorum Yazılmamış.

Ürün Bilgileri

Manuel Raymond Enstrüman Parmak Koruyucu Silikon PKS

  • Enstrüman Parmak Koruyucu Silikon PKS Pratik yaparken parmaklarınızın zarar görmesini önlemek için kullanılır . Silikon malzemeden üretilmiştir ve uzun ömürlüdür . Çeşitli renkleri mevcuttur ve stok durumuna göre bir renk gönderilecektir Tek olarak satılır .
  • Bu üründen en fazla 17 adet sipariş verilebilir. 17 adetin üzerindeki siparişleri Trendyol iptal etme hakkını saklı tutar.
  • İncelemiş olduğunuz ürünün satış fiyatını satıcı belirlemektedir.
  • Bu ürün indirim kampanyasına dahil değildir.
  • Bir ürün, birden fazla satıcı tarafından satılabilir. Birden fazla satıcı tarafından satışa sunulan ürünlerin satıcıları ürün için belirledikleri fiyata, satıcı puanlarına, teslimat statülerine, ürünlerdeki promosyonlara, kargonun bedava olup olmamasına ve ürünlerin hızlı teslimat ile teslim edilip edilememesine, ürünlerin stok ve kategorileri bilgilerine göre sıralanmaktadır.

nest...

batman iftar saati 2021 viranşehir kaç kilometre seferberlik ne demek namaz nasıl kılınır ve hangi dualar okunur özel jimer anlamlı bayram mesajı maxoak 50.000 mah powerbank cin tırnağı nedir