taassup dini anlamı / TAASSUB | Sorularla İslamiyet

Taassup Dini Anlamı

taassup dini anlamı

Taassup Nedir?

Toplumları ve toplumlar arası bağları yok eden taassup nedir? Taassubun sebepleri nelerdir? Mutaassıp kime denir? Müslüman taassup yapabilir mi? İşte cevabı

Bağnazlık kelimesiyle ifade edilen taassup terim olarak şöyle tanımlanır: Doğru veya yanlışlığına bakılmaksızın bir düşünce veya ekolün savunuculuğunu yapmak, mensubu olduğu din, mezhep ya da partiyi her halükârda desteklemek, doğruluğu araştırılmadan karşıt düşünceye saygısızlık etmek, bir düşünceye bir inanışa aşırı ölçüde bağlanıp ondan başkasını düşünmemek, ayrıca kendi yandaşlarına ister haklı isterse haksız olsunlar mutlak destek vermek, onların tarafını tutmak.

İnatçılık, şiddete baş vurma, bir şeyi doğru ve yanlışlığına bakmaksızın körü körüne savunma, kendisi gibi düşünmeyenler üzerinde hakimiyet kurma, hoşgörüsüzlük ve cahillik gibi sıfatlar taşıyan kimseler mutaassıptırlar. Konuya bu çerçeveden bakıldığında gerçek bir Müslümanın mutaassıp olması düşünülemez. Çünkü Müslüman her görüş ve düşünceye açıktır. “Onlar sözü dinlerler ve en güzeline tabi olurlar. İşte onlar Allah’ın kendilerini doğru yola ilettiği kimselerdir. İşte onlar aklı başında olanlardır.” (Zümer, 18)

Taassup daha ziyade kavmiyet, din, mezhep, ideoloji alanında tezahür eder, ayrıca şahısları putlaştırma şeklinde de gözükür.

Geçmişi körü körüne taklit etmek, yeniliklere açık olmamak kınanmıştır. “Onlara: Allah’ın indirdiğine ve Resûl’e gelin denildiğinde, babalarımızı üzerinde bulduğumuz yol bize yeter derler. Peki ataları hiç bir şey bilmiyor ve doğru yol üzerinde bulunmuyor iseler de mi?” (Bakara, )

İnsan her halükârda gerçekleri kabule açık ve hazır olmalıdır. Penceresini ışığa açık tutmalıdır. Kendisinin ve yakınlarının aleyhine de olsa doğrudan ve doğruluktan yana tavır koymalıdır. “Ey iman edenler! Kendinizin, ana babanızın ve yakınlarınızın aleyhine de olsa Allah için şahitlik ederek adaleti gösteren kişiler olun.” (Nisa, )

TAASSUBUN SEBEPLERİ NELERDİR?

İnsanı taassuba iten, tarafsızlıktan uzaklaştıran pek çok sebep vardır. Kibir ve kendini beğenmek, inatçılık, haset ve düşmanlık, geçmişe duyulan hayranlık, geleneğin tabulaştırılması, cehalet ve düşüncesizlik, art niyet ve samimiyetsizlik, aşırı sevgi ve nefret, statükoyu korumak, menfaat kaygısı, mahalle baskısı, grup körlüğü, refahın yol açtığı şımarıklık, değişime karşı direnme vs.

Fert ve toplum olarak huzurlu ve mutlu bir hayat için akıl, ilim ve imanın rehberliği asıldır. Böyle olmakla beraber insanları yönlendiren akıldan ziyade duygulardır. Sevgi, nefret ve menfaat duygusu çok zaman akla galip gelmektedir. Akl-ı selim, kalb-i selim sahibi olmak zorlaşmaktadır.

Gazali merhum insanların önemli bir zaafından bahsetmektedir. O da; sevdiğinde hiç kusur bulmamak, sevmediğinde ise hiç meziyet görmemek. Halbuki Hz. Peygamber (s.a.v.); “Sevdiğinizi aşırı sevmeyiniz, kötülediğiniz kimseleri de fazla kötülemeyin.” (Tirmizi, Birr, 60) buyurmuş, ayrıca şu hususa dikkat çekmiştir. “Bir şeyi aşırı sevmen seni kör ve sağır yapar.” (Ebu Davud, Edeb, ) Nefret de böyledir. Zira aşırı sevgi ve nefret akla ve göze perde olmaktadır. Bu durumda insan objektif ve tarafsız olamamaktadır. Bizde “Aşkın gözü kör olur” derler. Menfaat ve akrabalık duygusu da böyledir. Bundan dolayı yakın akrabadan şahit kabul edilmez, hiç bir hakime de kendi hakkında karar verdirilmez.

Toplum içinde kamplaşmanın sebebi taassuptur. Taassupla gözleri, kalpleri ve akılları perdelenenler sadece görmek istediklerini görürler, duymak istediklerine kulak verirler, başkalarıyla aralarına adeta demir perde çekerler. Bu tavır din içinde ve dışında, siyasi ve ideolojik zeminde çok görülür. Ham yobazlar, kaba softalar olduğu gibi devrim yobazları, mütecaviz laikler ve saldırgan ateistler de olur. Taassubun belli bir dini, mezhebi, ırkı ve ideolojisi olmaz. Gerçeklere karşı gözlerini kapayan, kulaklarını tıkayan herkes mutaassıptır, yobazdır. Yobaz ve mutaassıp denince akla öncelikle Müslümanların gelmesi kasıtlı bir algının sonucudur.

Müslüman muhafazakâr olur. Fakat mutaassıp olmaz. Ahlâkî ve insani değerleri korumak, geçmişe saygılı olmak erdemdir. Eskiye ait her şey kötü değil, yeni olan her şey de iyi değildir. Aslolan doğrunun, iyinin ve güzelin yanında olmaktır.

Partiler ve sahıslar tabu değildir. Peygamberler ve kesin dini kurallar hariç her şey tartışılabilir. Şahıs, parti ve ideolojileri tabulaştırmak, tartışılmaz saymak hem ilerlemeye hem de birlikte yaşamaya engel olur. Zira ilerlemenin şartı tartışma, araştırma ve daha güzel ve daha faydalı olanı bulmak için çaba sarf etmektir. Şahısları, ideolojileri aşamayan şahıs ve toplumlar daima yerinde sayarlar. Hayvanlar aynı şeyleri hep aynı tarz ve üslupla yaptıkları için ilerleyemezler. Zira akılla değil, iç güdüleriyle hareket ederler.

Biz, insanları gerçeğin terazisinde tartarız, gerçeği insanların terazisinde değil. Kimin söylediğine değil, neyin söylendiğine bakarız. Doğruyu kim söylerse söylesin doğrudur. Eğriyi kim söylerse söylesin eğridir. Taassup gözlüğünü takanlar neyin söylendiğine değil, kimin söylediğine bakıyorlar.

“Akıl için yol birdir” derler. Evet akl-ı selim, yani sevgi ve nefretin esiri, menfaat ve taassubun tutsağı olmayan akıl için bu doğrudur. Fakat duyguların tutsağı olan, başkalarına kiralanan akıl için geçerli değildir.

İnsanları maddi-manevi esaretten kurtarmayı hedefleyen İslamiyete karşı geliştirilen kasıtlı algı operasyonu islamofobi, tamamıyla taassuptan, kıskançlıktan ve menfaat kaygısından kaynaklanmaktadır. Bu bağnazlığın, kara taassubun tarihte ve günümüzde nelere mal olduğuna dair pek çok acı tablolar vardır. Hak dinin temel kuralı; kendin için istediğini başkaları için de istemektir. Yaradılmışları yaradandan ötürü sevmektir. Benden bize ulaşmaktır. Eşya ve olaylara adavet gözüyle değil mahabbet gözüyle bakmaktır. Bu da taassuptan kurtulmakla olur.

Gerçeklerin kabulüne en büyük engel bağnazlıktır dedik. Buna dair son derece çarpıcı bir misal aktaralım.

Abdullah b. Selam Medine civarına yerleşmiş olan üç Yahudi kabilesinden Benî Kaynukaya mensup bir Yahudi bilginiydi. Kendisi Rasulullah’ı görünce onun, Tevrat’ta geleceği müjdelenen peygamber olduğunu fark etmiş ve Müslüman olmuştu. Müslüman olmazdan önce, kabilesi arasında büyük bir itibara sahipti. Kendisi gibi aile fertleri de islamiyeti seçmişti. Abdullah bir müddet Müslümanlığını gizlemiş, bilahare Rasûlullah’a gelerek: Ya Rasûlallah! Yahudiler iftiracı bir kavimdir.

Şayet onlara benimle ilgili sorular yöneltmeden Müslüman olduğumu öğrenirlerse bana çamur atarlar. Beni bir odaya sakla ve onlara benimle ilgili soru sor. Rasulullah onu bir odada gizledi. Yahudiler geldi ve onlara: Bu Abdullah b. Selam size göre nasıl birisidir? dedi. Onlar da: O bizim en hayırlımızdır, en hayırlımızın çocuğudur, efendimizdir, efendimizin oğludur, dediler. Rasulullah: Peki ya Abdullah b. Selam Müslüman olduysa! deyince Yahudiler: Allah korusun! Öyle bir şey olmaz dediler. Abdullah odadan çıktı ve şehadet getirerek Müslümanlığını ilan etti. Ey Yahudi topluluğu! Allah’a karşı saygılı olun. Onun gönderdiklerini kabul edin. Siz de biliyorsunuz ki; Hz. Muhammed onun peygamberidir. O, isim ve sıfatlarıyla Tevrat’ta haber verilen peygamberdir. Ben onun Allah elçisi olduğuna inanıyorum, getirdiklerini kabul ve tasdik ediyorum, deyince; Yahudiler: Sen bir yalancısın, bizim en kötümüzsün, en kötümüzün çocuğusun, diyerek onu aşağıladılar.

Bunun üzerine Abdullah b. Selam; Yâ Rasûlallah! Korktuğum başıma geldi, onların iftiracı, zalim, sahtekar ve fâsık bir topluluk olduklarını size söylemiştim, dedi. Netice olarak Müslümanlığını ve aile fertlerinin de Müslüman olduklarını ilan etti. Teyzesi Hâris kızı Hâlide de Müslüman oldu ve iyi bir Müslüman olarak yaşadı. Abdullah Uhud Savaşına, Kudüs’ün fethine, nihavend savaşına katılmış, Hz. Osman’ın kurtarılması için çalışmış mübarek bir sahabidir. “Kendilerine kitap verdiğimiz kimseler, Peygamberi, kendi çocuklarını tanıdıkları gibi tanırlar.” (Bakara, ) Âyetinin onun hakkında nazil olduğu söylenir.

Baştan beri belirtmeye çalıştığımız taassup fert ve toplumları gerçekten kör ve sağır yapıyor. Biraz önce Abdullah b. Selam’ı yere göğe sığdıramayan Yahudiler, biraz sonra onun Müslüman olduğunu öğrendiklerinde hiç tereddüt etmeden onu yerin dibine batırmaya kalktılar. Görüldüğü gibi en büyük körlük ve sağırlık taassuptur. Tedavisi son derece zor bir hastalıktır. Çünkü bu hastalığa yakalananlar hasta olduklarını kabullenmemekte, üstelik başkalarını hasta saymaktadırlar.

Taassuba karşı ilimle, hilimle, sabır ve müsamaha ile donanmak, mutaassıpların tavırlarından olabildiğince uzak durmak, taassubu besleyen ortamları normalleştirmeye çalışmak, hür düşünceyi, hoş görüyü, birlikte yaşama kültürünü yeşertecek zeminleri oluşturmak için seferber olmak gerekiyor.

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Altınoluk Dergisi, Yıl: Ay: Haziran, Sayı:

İslam ve İhsan

Peygamberimizin Fitneye Karşı Tutumu

Fitne ve Kargaşa Zamanında Nasıl Davranmalıyız?

PAYLAŞ:                

Taassup nedir?

S&#;zl&#;kte “yakalamak, kuşatmak, sarmak, bağlamak” anlamındaki asb (us&#;b) k&#;k&#;nden t&#;reyen ve “kendi soyuna yardım etmek, k&#;r&#; k&#;r&#;ne bağlanmak” m&#;nasına gelen taassub genelde asabiyyetle eş anlamlı kabul edilir (Lis&#;n&#;’l-ʿArab, “ʿaṣb” md

Ancak başlangıçta "kabile taassubu" anlamında kullanılan asabiyet zamanla daha geniş bir etnik ve siyasal içerik kazanırken Batı dillerinde fanatizm (fanatisme) Türkçe'de bağnazlık kelimesiyle karşılanan taassup din, düşünce, siyaset, milliyet gibi birçok alanda koyu bir muhafazakârlığı, değişik anlayışları aşağılayıp yok etme eğilimini, farklılıklara karşı katı bir hoşgörüsüzlüğü ifade eden bir terim haline gelmiştir. Tehânevî'nin "herhangi bir tarafa bağlılıktan dolayı delili apaçık ortaya konduğunda bile gerçeği kabul etmeme" şeklindeki tanımı (Keşşâf, II, ) terimin belirtilen geniş kapsamına uygundur. Bu anlayışa sahip olan kimseye mutaassıb denir. Taassubun karşıtı müsâmaha ve tesâhüldür. İslâm literatüründe özellikle dinî ve fikrî taassup daha çok taklid kavramı çerçevesinde ele alınmıştır.

Kur'ân-ı Kerîm'de taassupla aynı kökten türeyen kelimeler geçerse de bunların terim anlamıyla ilgisi yoktur. Dört âyette kör bir inatla gerçeğe karşı direnenler hakkında "anîd" kelimesi (M. F. Abdülbâkī, el-Muʿcem, "ʿand" md.), bir âyette de (el-Mü'minûn 23/75) "yanlış bir inancı inatla sürdürme" anlamında "lecâc" masdarından fiil kullanılmıştır. İbn Hazm lecâcı, "yaptığının yanlış olduğu apaçık görünmesine yahut doğru mu yanlış mı olduğu bilinmemesine rağmen kafasına koyduğu şeyi sürdürme" şeklinde tanımlamakta ve bunun "yanlışlığı ortaya çıkmadığı sürece hak olduğuna inandığı şeye göre davranma" mânasındaki sebattan farklılığına dikkat çekmektedir. Bir âyette geçen (el-Feth 48/26) "hamiyyete'l-câhiliyye" sözü taassuba yakın bir anlam içermektedir (bk. HAMİYET). "İyilik ve takvâ üzerinde yardımlaşın, kötülük ve düşmanlık yönünde yardımlaşmayın" meâlindeki âyetle (el-Mâide 5/2) tartışmaların doğru bilgilere, kanıtlara, aydınlatıcı kaynağa dayandırılması (Âl-i İmrân 3/66; el-Hac 22/3, 8) ve güzellikle yapılması (en-Nahl 16/; el-Ankebût 29/46; Fussılet 41/34) gerektiğini, dinde zorlama olamayacağını (el-Bakara 2/) bildiren âyetlerde dolaylı biçimde taassup reddedilmektedir. Elmalılı Muhammed Hamdi, son âyetin insanları zorla bir dine sokma çabasını yasaklaması yanında hürriyet alanına giren konularda kimseye baskı yapılamayacağı anlamına geldiğini belirtmektedir (Hak Dini, II, ). Atalarının yanlış inançlarını ve hayat tarzlarını körü körüne sürdürerek hak dine karşı direnen inkârcıların tutumlarını anlatıp eleştirme bağlamında taassuba işaret eden ifadeler birçok âyette yer almakta, insanlar düşünerek ve bilerek inanmaya çağrılmaktadır (meselâ bk. el-Mâide 5/; el-Enbiyâ 21/; Lokmân 31/). Bir âyette, Allah'ın bildirdiği gerçeklere uymaları istendiğinde atalarının tuttuğu yolda yürüyeceklerini söyleyen müşrikler, atalarının akla uygun davranıp davranmadığı, tuttukları yolun doğru olup olmadığı üzerinde düşünmeye davet edilmekte, bilinçsizce atalarının yolunu izleyenler çobanın sesine göre hareket eden sürüye benzetilerek, "Onlar sağır, dilsiz ve kördür, çünkü akıllarını kullanmazlar" şeklinde eleştirilmektedir (el-Bakara 2/). Bu âyetleri yorumlarken, sapıklık içinde oldukları Allah tarafından bildirilen ataları taassupla taklit etmenin onları Allah'a eş tutma anlamına geldiğini belirten Elmalılı Muhammed Hamdi'ye göre gerçeğin ve iyinin ölçüsü Allah'ın buyruğu ve delile dayalı bilgi olduğundan geçmişi sırf kendi geçmişi diye taklit etmek taassuptur (Hak Dini, I, ). Asabiyet kavramının geçtiği hadislerde kabile taassubu reddedilmiştir (meselâ bk. Müsned, II, , ; Müslim, "İmâre", 57; Nesâî, "Taḥrîm", 18). Taassuba yakın bir anlamda kullanılan hamiyet bazı hadislerde olumsuz bir duygu biçiminde zikredilir (meselâ bk. Müsned, I, ; Buhârî, "Meġāzî, 34; Müslim, "Tevbe", 56). Taassup kavramının, bir inancı körü körüne kabul edip başkasına dayatma ve başkalarının inanç ve düşüncelerini aşağılayıp baskı yoluyla yok etmeye çalışma gibi sonuçlar içerdiği dikkate alınırsa hadislerdeki müsamaha, hilim, teenni, sabır, sekînet vb. kavramlara yapılan vurgularla Hz. Peygamber'in bu yöndeki davranışlarını anlatan ifadelerin Câhiliye geleneğinde köklü bir yeri olan taassup ruhunu yıkmayı ve yerine müsamahakâr bir anlayış koymayı amaçladığı ortaya çıkar.

Ahlâk kitaplarında cedel, hilâf, husumet gibi kavramlar çerçevesinde daha çok inanç ve fikir taassubuyla bunun doğurduğu kısır çekişmeler üzerinde durulmuştur. Râgıb el-İsfahânî bu yolda çekişmeye girenleri birbiriyle vuruşan hayvanlara benzetir. Çünkü bunlardan her biri kendisinin baskın çıkmasını, rakibinin yenilmesini ister. Peygamberlerin mûcizesi, hakîmlerin hikmeti bile inadı karakter haline getirmiş mutaassıba gerçeği kabul ettiremez. İsfahânî öldürmenin yaşatmaktan, yıkmanın yapmaktan daha kolay olduğunu belirten ifadeleriyle taassubun hiçbir olumlu değer üretmeyen yıkıcı bir ruh hali sayıldığına dikkat çeker (eẕ-Ẕerîʿa ilâ mekârimi'ş-şerîʿa, s. ). Taassubu en çok eleştiren İslâm âlimlerinden biri de Gazzâlî'dir. Gazzâlî'ye göre bir sözü söyleyene göre değil gerçek olup olmadığına bakarak değerlendirmek gerekir (el-Münḳıẕ, s. ). Bir düşünce ve inanç hareketiyle ilgili duydukları şeyleri inceleyip değerlendirmek yerine kulaktan dolma bilgilerin taklitçi bir tutumla benimsenmesi insanlarda katı bir bağlılık doğurmakta ve giderek taassup duygusunun yerleşmesine yol açmaktadır (İḥyâʾ, I, ). Nitekim İslâm dünyasında özellikle fıkıh ve kelâm alanlarında mezheplerin ortaya çıkmasından sonra taassubun ürettiği tartışmalar kan dökülmesine ve ülkelerin tahrip edilmesine kadar varan düşmanlıklara sebep olmuştur (a.g.e., I, ; mezhep taassubu hakkında bk. DİA, XIII, 9). Gazzâlî'nin mezhep kavramının anlamına ve insanların farklı mezhepleri benimsemesinin sebeplerine dair Mîzânü'l-ʿamel'inin son sayfalarında yaptığı değerlendirmeler taassubun İslâm dünyasındaki fikrî, sosyal ve siyasal gelişmelere etkisi hakkındaki görüşlerini yansıtması bakımından önemlidir. Buna göre mezheplerin doğuşunun farklı sebepleri olsa da hepsinde ortak yan, "bir inanç veya düşünceye gerçeğini anlamadan sıkı sıkıya bağlılık" anlamında taassuptur. Mezhep taassubunu kabilecilik dayanışmasına benzeten Gazzâlî'ye göre bu taassubun asıl sebebi halkı kendine bağlamak suretiyle liderlik elde etme tutkusudur. Hatta bir tek mezhebin bulunduğu yerlerde bile liderlik peşinde koşanlar yapay ayrılıklar üreterek halkı taassuba yöneltir. Gazzâlî, insanların bir yandan hak mezhebin bir olduğunu söylerken diğer yandan kendi ataları, hocaları veya beldelerinin mezhebine taassupla sarıldıklarını belirttikten sonra şöyle der: "Mezheplere yönelmeyi bırakıp gerçeği düşünce yoluyla kendin bul ki sana ait bir görüşün olsun. Kılavuzunun koluna takılıp giden kör gibi olma!.. Kurtuluş bağımsızlıktadır Yalnız kuşkular insanı gerçeğe götürür, çünkü şüphe etmeyen gerçeği göremez."

İslâm dünyasında XIX. yüzyılın başlarından itibaren Batı karşısındaki gerileme sürecinin yol açtığı tepki psikolojisinin etkisiyle taassup kavramına "kendi dinî ve millî değerlerine sarılıp kararlılıkla sahip çıkma" şeklinde olumlu bir anlam yükleyenler olmuştur. Muhammed Abduh'un Cemâleddîn-i Efgānî ile birlikte yazıp el-ʿUrvetü'l-vüs̱ḳā'da yayımladığı "et-Taʿaṣṣub" başlıklı makalede taassup millî birlik ve bütünlüğü sağlayan, ümmet yapısını ayakta tutan küllî bir ruh olarak değerlendirilmiş, taassup bağları zayıflayınca ümmet fertlerinin birbirinden kopmasının kaçınılmaz olduğu belirtilmiştir. Bununla birlikte Abduh taassubun farklı derecelerinin bulunduğunu, taassup duygusundaki eksikliğin ümmette çözülmeye yol açmasına karşılık aşırı derecesinin de zulüm ve düşmanlık üreteceğini ifade etmektedir. Din rahmet, edep, bilgi gibi erdemlerin kaynağı olduğu halde din adına haksızlık yapılabileceğini söyleyen ve Hıristiyanlık tarihinden buna örnekler gösteren Abduh'a göre bugün de Avrupalılar, aslında kendileri en koyu mutaassıp oldukları halde müslümanlar söz konusu edildiğinde taassup kavramını onları aşağılamak için kullanmakta; böylece İslâm ümmetinin dinî bağlarını koparmaya, aralarına fitne sokmaya ve kendi siyasal hedeflerini gerçekleştirmeye çalışmaktadırlar. Abduh müslümanların kendi değerlerini korurken adaletten ayrılmamasını, başka din mensuplarının haklarını gözetmesini, asabiyet duygusunu bilgi ve erdem gibi meziyetlerle ilerleme gücü şeklinde değerlendirmesini istemektedir (Abduh'un bu konudaki görüşlerinin tahlili ve eleştirisi için bk. Nâsîf Nassâr, "Fî Naḳdi't-taʿaṣṣub", Eḍvâʾ ʿale't-taʿaṣṣub içinde, Beyrut , s. ). Midhat Cemal de Batılılar'ın müslümanları taassupla suçlamasını eleştiren bir risâle yazmıştır (Taassub, İstanbul ). Said Halim Paşa'nın yılında Sırât-ı Müstakîm'de çıkan "Taassub-ı İslâmî ve Ma'nâ-yi Hakîkiyyesi" başlıklı yazıları daha sonra kitap halinde yayımlanmıştır. Müellif burada hıristiyan dünyası ile İslâm dünyası arasındaki düşmanlığın sebeplerini incelemekte, Batı'nın müslümanlara yönelttiği taassup suçlamasına karşı çıkmakta, ancak Batı'nın böyle bir yargıya varmasında müslümanların da payının bulunduğunu belirtmektedir. Muhammed Gazzâlî et-Taʿaṣṣub ve't-tesâmuḥ beyne'l-Mesîḥiyye ve'l-İslâm adıyla bir eser yazmıştır (Dârü'l-kütübi'l-Arabiyye, ts.). Muhammed Tâcâ el-Meẕâhibü'l-fıḳhiyye el-İslâmiyye ve't-taʿṣṣubü'l-meẕhebî ismiyle yüksek lisans (Beyrut /) ve Ahmet Vefa Temel Kur'an'a Göre Taassup adıyla doktora (bk. bibl.) tezi hazırlamıştır. Eḍvâʾ ʿale't-taʿaṣṣub adlı derleme içinde on Arap müellifinin yazıları bulunmaktadır (Beyrut ).

Kaynak: TÜRKİYE DİYANET VAKFI İSLAM ANSİKLOPEDİSİ

Aşırı olmama, ne çok fazla ne çok az, tam gerektiği kadar olma, orta hâlde bulunma, ölçülü, dengeli ve soğukkanlı olma anlamlarını ifade etmek için itidal kelimesi kullanılır. Şiddet ve heyecandan uzak, davranışlarında dengeli olan kişi de mutedil olarak isimlendirilir. Yeme, içme, giyim ve kuşam ile duygu, düşünce, inanç, ibadet ve davranış gibi insanın bireysel ve toplumsal tüm hayatını ilgilendiren hususlarda dengeli ve ölçülü davranması da itidal kelimesiyle ifade edilir. Dinî literatürde ise insanın duygu, düşünce, ahlâk ve davranışlarında yaratılış amacına uygun bir şekilde davranması anlamında kullanılır. İtidal kelimesi ahlâk ve psikoloji terimi olarak da “mizaç, karakter ve ahlâkta aşırılıklardan uzaklık, ılımlılık, denge” gibi anlamlarda kullanılmıştır.

Aşırılık kelimesi alışılagelen ölçü ve düzenin dışına çıkmak, toplumca benimsenen değer ölçülerine aykırı davranmak, söz ve davranışlarda ölçüyü kaçırmak, itidali elden bırakmak ve abartmak anlamlarında kullanılır. Beklenen davranıştan daha fazlasını göstermek, usandırmak ve ölçüyü kaçırmak, aşırı gitmektir. Aşırılık kelimesi dinî bir kavram olan “ğulüv” kelimesinin karşılığı olarak da kullanılır. Her türlü fikir, söz ve davranışta aşırılık gösterip kabul edilen sınırların dışına çıkmayı ifade eden bir terim olmakla birlikte ğulüv, daha çok dinle ilgili alanda kullanılmıştır. Kur’ân’ın ve Hz. Peygamber’in sünnetine göre şekillenen İslâm anlayış ve yaşayışının dışına çıkan her türlü inanç ve davranışı nitelemek için “ğulüv” terimi kullanılır. Dinî metinlerde aşırılık kelimesiyle eş anlamlı kullanılan çeşitli kavramlar da bulunmaktadır. Bu kavramlar inanç, amel, ibadet, savaş, düşmanlık ile her türlü tüketim konusunda aşırı gitmek ve haddi aşmak gibi anlamları içerecek şekilde kullanılmıştır. Mesela Kur’ân’da tuğyan/azgınlık, i’tida/taşkınlık, bağy/isyan, taassup ve israf gibi kelimeler sözü edilen anlamlara işaret etmektedir.

Kişisel görüş ve yorumları din olarak benimsemek, peygamberlik iddiasında bulunmak, bazı şahsiyetleri kutsallaştırmak, dinde yeni inanç ve ibadetler ihdas etmek, dünya ve ahiret dengesinde itidalden sapmak, herhangi bir dinî yorumu, fikri veya mezhebi taassup derecesinde benimseyip diğerlerini tekfir etmek, batıl inançları savunmak “ğuluv” olarak isimlendirilen dinî aşırılıkların başında gelir.

İslâmiyet insan, toplum ve kâinatta var olan denge, ölçü ve itidalin korunması gerektiğini belirterek aşırı tutum ve davranışları yasaklar. İnsan ve kâinatın doğal yapısının denge olduğunu belirtir ve bunun toplumsal ilişkilerde de korunmasını ister. Ayrıca Kur’ân-ı Kerim, Müslüman toplumun vasat, dengeli ve itidalli bir topluluk (Bakara 2/) olduğunu belirtir. Burada belirtilen vasatlık ve dengelilik nitelemesi adalet, doğruluk, iyilik, güven, birlik ve beraberlik gibi toplumu bir arada tutan temel özellikleri ifade eder. İtidal ilkesi insan hayatının inanç, ibadet, ahlâk, hukuk, siyaset ve iktisat alanlarının tamamında gözetilmesi gereken bir özelliktir. Hem Kur’ân’da hem de Hz. Peygamber’in hadislerinde sıklıkla kullanılan “sırât-ı müstakīm” ifadesi de inanç, ibadet ve ahlâk gibi alanlarda her türlü aşırılıktan uzak bir şekilde dengeli, itidalli ve orta bir yol olarak kullanılmıştır.

Aşırılığın her türlüsü hem insanı hem de toplumu olumsuz etkileyen etkenlerin başında gelir. Sevgi ve öfkede itidali korumak, herhangi bir din, mezhep veya ideolojik mensubiyette aşırı gitmemek sosyal hayatın düzeni açısından önemlidir. Herhangi bir fikir, akım ve felsefî düşünce ile dinî bir yorum, mezhep ve oluşum konusundaki aşırılıklar günümüz dünyasında, yaşadığımız birçok soruna sebep olmaktadır. Gözü kör, kulağı sağır eden bir bağlılık ve taassup fayda yerine zarar getirmektedir. İdeolojik, siyasî veya dinî aşırılıklar geçmiş toplumları felakete sürüklediği gibi günümüz için de birer tehdit potansiyeli taşımaktadır. Bundan dolayı da son evrensel din İslâm, inanç ve ibadet konuları dâhil olmak üzere tüm alanlarda itidali emretmiş ve aşırılığı yasaklamıştır.

Dinî veya seküler referanslı her türlü aşırı fikir, söylem ve davranış, ötekileştirici, dışlayıcı, tehdit edici ve hatta şiddete varan baskıcı bir karakter taşır. Bu açıdan taassup, ifrat ve bağnazlık gibi nitelemeleri herhangi bir din, mezhep, seküler ideoloji veya felsefî bir görüşle özdeşleştirmek de bir çeşit aşırılıktır. Benzer karakteristik özellikler taşıyanlar, fikir ve eylemlerini meşrulaştırıcı dinî veya dinî olmayan her türlü referansı kullanmaktan çekinmezler. İnsanların çoğunluğunun din, mezhep veya siyasî ve felsefî görüşlerle ilişkisi daha çok itidal çerçevesinde olurken bazıları da bu ilişkilerinde aşırıya gitmişlerdir. Geçmiş toplumlarda olduğu gibi peygamberler dâhil herhangi bir insanı tanrılaştırmak, dindarlığı dünyadan el etek çeken bir ruhbanlığa dönüştürmek veya dinî olan her şeyi sosyal ve kültürel hayatın dışına itmeye çalışmak, toplumu belirli bir ideolojiyi benimsemeye zorlamak, sebebi ne olursa olsun şiddete başvurmak, yeryüzünde bozgunculuk yapmak, insanların inanç, fikir ve teşebbüs özgürlüklerini ortadan kaldırmak, işgal ve sömürü faaliyetlerinde bulunmak gibi hususlar da tarih boyunca karşılaşılan aşırılıklar olmuştur.

İslâm, toplumsal hayatın her alanında dengeyi sağlamayı, ifrat ve tefritten uzak durmayı öğütlemiştir. Kur’ân-ı Kerim’in birçok ayetinde bu husus vurgulanmıştır. “(Allah’ın koyduğu) sınırları aşmayın. Çünkü Allah, haddi aşanları sevmez.” (Mâide, 5/87) ayetinde de açıkça her türlü aşırılık ve dengesizlik yasaklanmıştır. Ayrıca Hz. Peygamber de “ Ey insanlar! Dinde aşırılıktan sakının. Çünkü sizden öncekileri dinde aşırılık helâk etti.” (İbn Mâce, “Menâsik”, 63; Nesâî, “Menâsikü’l-hac”, ) buyurarak bütün aşırılıkların insanı ve toplumu çöküşe sürükleyeceğini dile getirmiştir. Nitekim o, yaptıkları ibadetleri azımsayarak geceleri sürekli namaz kılacaklarını, gündüzleri de devamlı oruç tutacaklarını ve cinsel hayatlarına son vereceklerini söyleyen bazı sahabîlerin bu tutumunu sünnetine aykırı bularak reddetmiş ve “İslâm’da ruhbanlık yoktur” diyerek her hususta dengeli davranmayı tavsiye etmiştir (Buhârî, “Nikâh”, 1; Ebû Dâvûd, “Tatavvu”, 27). İslâm’da malın harcanması konusunda israf ve cimrilik yasaklanırken cömertliğin teşvik edilmesi de aynı amaca yöneliktir. Şu hâlde İslâm’a göre esas olan duygu, düşünce, ahlâk ve davranışlarda aşırılıktan uzak olmak ve dengeyi sağlayarak itidal ile hareket etmektir.&#;

Ramazan Yıldırım &#;

nest...

batman iftar saati 2021 viranşehir kaç kilometre seferberlik ne demek namaz nasıl kılınır ve hangi dualar okunur özel jimer anlamlı bayram mesajı maxoak 50.000 mah powerbank cin tırnağı nedir