Güncelleme Tarihi:
LinkedinFlipboardE-postaLinki KopyalaYazı Tipi
Söz konusu akım ateizm ve deizmden farklıdır. Örneğin ateistlere göre evrenin özü maddeden oluşur ve Tanrı kesinlikle yoktur. Evren Big Bang ile oluşmuştur ve madde ezelidir. Oysa agnostikler Tanrının var olup olmadığının kesin olarak bilinemeyeceğini savunur. Deizm ise bir yaratıcının varlığını kabul edip tüm semavi ve çok tanrılı dinleri reddeder. Deistlere göre yaratıcı hiç peygamber ve kitap göndermemiştir. Tanrı, insana akıl ve vicdan, yani doğru ile yanlışı ayırt etme kudreti vermiştir. Agnostisizmde ise dinler de Tanrı kavramı gibi doğrulanamaz ya da yalanlanamaz. Çünkü dinlerin nasıl oluştuğuna dair deney ve gözlem yapmak mümkün değildir.
Agnostisizm Nedir?
Agnostisizm temelinde ''belirsizlik ilkesi'' olan bir disiplindir. Bu ilkeye göre insanın gerçek bilgiye ulaşması mümkün değildir. Duyu organları tarafından algılanan birçok şey illüzyon gerçek sanılabilir. Ya da tam tersi birçok göz yanılgısı, gerçek olarak kabul edilebilir. Bu nedenle ''Tanrı var mı?'' ya da ''Evrenden önce ne vardı?'' gibi sorulara cevap verilemez.
Belirsizlik ilkesi Kuantum fiziğine dayanır. Zamanı, maddeyi ya da enerjiyi tam olarak ölçmek mümkün değildir. Çünkü zaman ve enerji gibi kavramlar bulundukları konuma ve algılayan kişiyle arasındaki mesafeye göre değişebilir. Agnostiklere göre fiziğin bile yetersiz olduğu bir alanda metafizik bilgilerin sağlaması yapılamaz. Bu nedenle soyut kavramların ve varlıkların tamamı ''bilinemez'' olarak tanımlanır.
Agnostik Ne Demek?
''Bilinemezcilik'' olarak tanımlanan bu akımı savunan kişilere ''agnostik'' denir. Agnostik kavramını ilk kullanan kişi İngiliz biyolog Thomas Henry Huxley olmuştur. Aynı zamanda Darwin'in Evrim kuramını savunan Henry Huxley, kaleme aldığı birçok eserde, doğada evrimin olduğunu, buna karşın Tanrının varlığının kesin olarak bilinemeyeceğini ifade etmiştir.
Agnostik sözcüğü Yunanca ''An'' ve ''gnostik'' kelimelerinin birleşmesiyle türetilmiştir. ''Bilgisi bulunmayan'', ''Bilmeyen'' manasına gelir.
Felsefede Agnostisizm (Bilinemezcilik) Akımı Özellikleri
Felsefede agnostisizm akımının öncülerinden biri Rene Descartes'tir. Fransız filozof ''Düşünüyorum öyleyse varım'' saptamasında olduğu gibi insan bilincinin, sadece kendisini algılayabileceğini öne sürmüştür. Bilincin an be an algıladığı dışsal gerçeklikler ise gerçek ya da göz yanılgısı olabilir. Bertrand Russell ise ''düşünüyorum öyleyse varım'' saptamasına da karşı çıkar. Onun felsefesinde ''kendi kendisini algılayan bilinç'' güvenilir bir kaynak değildir. Ünlü düşünür ''Felsefe Sorunları'' adlı kitabında ''bir şey algılanıyor'' cümlesini kurar. Buna göre bilincin kendi kendini algılaması bile şüphelidir. Bu nedenle ''ben'' öznesi yerine ''bir şey'' ifadesi kullanılmalıdır.
Albert Einstein'ın ''Görelilik Teorisi'' agnostisizm felsefesinin gelişmesinde etkili olmuştur. Evrendeki zaman-madde ilişkisine yepyeni bir boyut katan Genel Görelilik Kuramına göre,, maddenin ağırlığı ve zamanın geçiş hızı, evrendeki konuma göre değişebilir. Bu farklılık, izafiyet teorisini doğrular niteliktedir.
Alman filozof ve matematik Gottfried Leibniz ise agnostisizm ve ateizme karşı çıkmış ve ''Neden hiçbir şey yok da bir şey var?'' sorusunu yöneltmiştir. Filozof, evrendeki düzen ve uyumu işaret ederek, bunların tesadüfen oluşamayacağını, her şeyin insan iradesinin çok daha üstünde olan bir irade tarafından yaratıldığını öne sürmüştür.
Agnostisizm Akımının Kurucusu ve Temsilcileri
Thomas Henry Huxley: Evrim ve Etik, Yöntemler ve Sonuçlar, Agnostisizm ve Hristiyanlık
Bertrand Russell: İktidar, Neden Hristiyan Değilim, Aylaklığa Övgü, Felsefe Yapma Sanatı, İnsanlığın Geleceği,
Ludwig Wittgenstein: Kültür ve Değer, Kesinlik Üstüne, Felsefi Soruşturmalar
Immanuel Kant: Evrensel Doğa Tarihi ve Gökler Kuramı
Yayınlanma: 17 Eylül
Diyanet İşleri Başkanlığı, Güncel Dini Meseleler İstişare Toplantısı'nda geçen hafta; deizm, ateizm, nihilizm ve agnostisizm kavramlarını tartıştı. Ne yazık ki basına kapalı düzenlenen toplantıdan nasıl bir sonuç çıktı, bilmiyoruz; ancak gençlerimizin her geçen gün dinden uzaklaştıkları ve dine karşı tepki oluşturdukları tespitinde katılımcılar ittifak etmiş.
Doğrudan konuya girelim. Öncelikle yanlış anlaşılmak istemem; düşünen, eleştirel düşünceye önem veren Müslüman bir kadınım. Her Müslüman gibi dinimin “en ekmel din” olduğuna inananlardanım. Lakin İslam'ın dünyaya verdi(rildi)ği fotoğraf, bu tanımla örtüşmüyor.
Öncelikle, Diyanet Başkanı'nın yaptığı açıklama gibi “Bizim milletimizin hiçbir ferdi böyle sapık, batıl bir anlayışa asla prim vermez. Milletimize, gençlerimize kimse iftira atmasın. Benim bu tanımımdan sonra hiçbir gencimizin ve insanımızın sapık ve batıl felsefi bir düşüncenin peşinden gidecek kadar buna itibar edeceğini zannetmiyorum” diyerek noktayı koymak, derde derman olmak bir yana, Müslümanların içinde bulunduğu krizi daha da derinleştirecektir. Zira genel anlamda dine ve dindarlığa yönelik tepkilerin artması sorun değil, bir sonuçtur. Sorun sonuçta değil, sorun hastalıktadır. Değerli bir profesör arkadaşım anlattı, bir arkadaşıyla inanç konusunda sohbet ederken; “Tanrı'nın karşısına çıktığımda bana niye inanmadın diye sorarsa, sana inananların halini görmediğin için inanmadım, benden hesap soramazsın diyeceğim” demiş. Her devirde dine mesafeli kişiler olmuştur; fakat gittikçe yaygınlaşıyorsa, sorun çok daha derinlerde yatıyor demektir. Lafı dolandırmadan şu tespiti yapmak durumundayız; bugün, modern insanın krizine din dediğimiz kurum cevap vermiyor. Çünkü din mahiyetinden uzaklaştı. Eğer dine karşı tepkiler büyüyorsa, bu tepkilerin altında yatan hastalığa yoğunlaşmak gerekir.
İkincisi: Tüm dinlerin karakterinde yayılmacılık vardır; misyonerlik ve tebliğ kavramları bu zeminde düşünülmelidir. Dinlerin muhatapları, ötekini ya yok etme ya da kendi gibi kılma anlayışıyla hareket ederler; tarihsel süreç bunun ispatı. Meslektaşlarım bana kızmasın, sadece bir tespit yapıyorum; Diyanet'in din karşıtı akımlarla ilgili çıkışı da bu anlayışın bir tezahürüdür. Elbette insanlar, kendilerini belirli aidiyetler üzerinden tanımlarlar. Bu aidiyetlerin en başında din ve milliyet gelir. Dolayısıyla her dinin mensubu, kendi tanımlama biçimi üzerinden evrensel insan tanımı elde ettiğini düşünür. Hâlbuki o tanım kimlik tanımıdır. Zihninde evrenselleştirdiği bu tanımı hakikat olarak görür ve “öteki” saydığına dayatmaya başlar. Meşruiyetiyle ilgili deliller öne sürer; genelde insanlar nasıl inanıyorlarsa ona uygun delilleri dikkate alırlar; ayet seçimi konusunda dahi böyledir. Oysa bu yaklaşım, hoşgörüyü ortadan kaldırır, farklı olanı anlamayı öldürür.
Bu tanımlama biçimlerinden vazgeçilmediği sürece, düşüncenin önü açılmayacaktır. Yerellik ve millilik dediğimiz şey de burada tehlike arz eder. Bunu bertaraf etmek için yapılacak şey, kendimize yönelik öncelikli sorumuz “ben neyim” sorusu olmalıdır. “Ben kimim” sorusu; kişiyi, bir yere, bir gruba, bir mezhebe, bir ideolojiye hapseder. “Ben neyim” dediğinde ise kendini bir türün altına koyar; örneğin, “Ben insanım.” Demem o ki; konuları irdelerken, metodolojik ve mantıksal hatalar yapıyoruz. Soru sormaktan ve ezberlerimizle yüzleşmekten korkuyoruz. Çağımızın bu hastalığı; insanları, dinci, mezhepçi, ırkçı bir noktaya taşıyor. Empatiyi, başkasını tanımayı, başkasına açılmayı, hoşgörüyü “ben kimim” sorusu ortadan kaldırıyor. Elbette kimliklerimiz var ve onlara sahip çıkacağız; ancak kimlik çatışmalarının önünü alabilecek ve bizi evrensel olana taşıyacak üst kavramlarımız olmalı. Kişi, “ne'lik” içerisinde “ben kimim” dediği zaman, hiçbir kimliği ötekileştirmez. Önce “ben neyim”, “ben insanım” diyerek o şemsiyenin altına girmesi, onunla ünsiyet kurması ve başkalarını da o şemsiyenin altında görmesi lazım. Bunu yapmadan, “ben kimim” sorusuyla başlaması, başkasını “öteki” haline getirir. Alevi, Sünni, Hristiyan, Müslüman, inançlı –inançsız, deist, ateist vs. bu sürer gider. Peki, buraya kadar söylediklerimi din ile temellendirebilir miyim? İşte temel sorulardan biri budur. Kadim kültürlerin yarattığı söylemleri hâlâ din diye insanlara dayatacak mıyız, yoksa modern dünyanın özgürlükçü bireye yönelik yeni bir din söylemi oluşturabilecek miyiz?
Üçüncüsü: Diyanet'in siyasi bir kurum haline gelmiş olması. Aslında, tarih boyunca din-devlet ilişkilerine baktığımızda bu böyledir. Dinin önündeki en büyük engellerden biridir dinin kurumsallaşması. Kilise nasıl Hristiyanlığın önünde engelse bizde de otorite olarak gördüğümüz her kurum, dinin özel belirlenmiş bir mecrada akmasına yol açmıştır; bu mecra siyasettir. Bu durum bir paradokstur; din kurumsallaşmazsa yaşayamaz, kurumsallaştığı takdirde ise statükonun emrine girer ve rijitleşir.
Düşüncenin üretileceği kurumlar bellidir. Dini düşüncenin önünün açılması, Diyanet'in dışında özerk kurumlar eliyle ve üniversitelerle ancak oluşturulabilir. 3 Mart Anayasası'ndaki Diyanet'in görev sınırları da bellidir.
Son olarak, deistler, ateistler, agnostikler ne söylüyorlar, neye inanıyorlar, neyi savunuyorlar bunu çok iyi analiz etmek gerekiyor. Kazının dibinde hangi tortular var, hangi fiziksel, psikolojik ihtiyaçlar dizisi çıkacak, bunu görmeden, ezbere kurulacak her cümle din karşıtlarını sadece güldürecektir.