ağlamak anlamaktır / Ali Lidar-Ağlamak Anlamaktır – Şiir – Podcast – Podtail

Ağlamak Anlamaktır

ağlamak anlamaktır

AĞLAMAK…ANLAMAKTIR…!

Taştın yine deli gönül,

Sular gibi çağlar mısın?

Görüp kurdet deryasını,

Yaşın yaşın ağlar mısın?

Tükenince umutların,

Karaları bağlar mısın?

 

Ağlamak; gözyaşı dökmek midir yoksa gönülden kir sökmek midir? Bilmiyorum…

Ağlamak; göze ilaç mı yoksa azığa aş mıdır? Anlayamıyorum…

 

Fakat anladığım bir şey var ki ağlamak; göze, yüze ve söze tesir eder. Bazen dağlanan yüreklerin feryadı, bazen de mutlu olan gönüllerin sevdası olarak tezahür eder. Ya kederden ya sevinçten ağlarız. Her ikisinde de göz yaşları bazen içe, bazen de dışa akar.

 

Ancak ağlayabilenler, anlayabilirler. Öyle şeyler vardır ki ağlamakla anlaşılabilir. Ağlamanın erkeği kadını olmaz. İnsanlar ağlar, çünkü anlarsa da ancak insanlar anlar. Ağlamak utanılacak bir şey değildir. Asıl ağlayamamak utanma sebebidir. Bedenlerimizde taş değil yürek taşıyoruz.

 

Arifler, alimler ağlamıştır.

Evliyalar, asfiyalar ağlamıştır.

Komutanlar, filozoflar ağlamıştır.

Enbiyalar, Peygamberler ağlamıştır.

Kalpleri, ciğergahı dağlamışlardır.

 

Ağlamakta gülmekte iki mühim husustur,

Bu güzelim hasletler insanlara mahsustur.

 

Ne diyordu Merhum Akif;

Kanayan bir yara gördüm mü yanar ta ciğerim

Onu dindirmek için kamçı yerim, çifte yerim!

Adam aldırma da geç git, diyemem aldırırım.

Çiğnerim, çiğnenirim, hakkı tutar kaldırırım.

 

Gezmiş dolaşmış Anadolu’yu açları, açıkları, yoksulları, evi yıkık, damı çökükleri görünce; çare olamadığı, çözüm bulamadığı için üzülmüş “Allahım ya merhametsiz olaydım ya da bir çare bulaydım” demişti. Çünkü bizler, “Komşusu açken tok yatan bizden değildir” diyen bir Peygambere ümmetiyiz. İlgisiz, duyarsız, neme lazım diyenler gibi olamayız.

 

Ağlayan masum görünce

Yanar için göynür özüm

Derde deva olamazsam

Gözlerime geçer sözüm

 

TARİHTEN BİR KESİT

Endülüs Emevi Devleti Tarık b Ziyad tarafından () kurulmuştur. Cebeli Tarık Boğazını geçip İspanya’ya giren komutan gemileri yakmış, askerlerine şu tarihi sözleri söylemişti.

“Arkanızda düşman gibi bir deniz, önünüzde deniz gibi bir düşman var.  Nereye kaçacaksınız?

Vallahi sizin için ancak sadakat ve sabır kalmıştır.

Düşmanın silahı, teçhizatı ve erzakı boldur.

Sizin silah olarak ancak kılıçlarınız, erzak olarak da düşmanın elinden sahip olabileceğiniz vardır.” 

Cesur komutan böyle diyerek ve yaparak İspanya’yı fethetti.

 

yılına kadar birlik ve dirlik içinde ülke yaşarken daha sonra fitne fesat, seküler hayat tarzı, dine karşı lakayt davranışlar, kendi değerlerine hor, düşman tekliflerine hoş bakmalar başlayınca yıkılışın emareleri her geçen gün artmaya başladı.

Osmanlı Devletinden bir asır daha uzun yaşayan bu devlet yıkılınca son padişah Ebu Abdullah son kez başkent Gırnata şehrine bakarak ağlıyordu. Hüzün ve keder hat safhadaydı.

Annesi Ayşe Sultan oğluna dönüp:”Ağla oğlum ağla. Zamanında aslanlar gibi dövüşüp vatanını savunmadın. Öyleyse şimdi kadınlar gibi oturup ağla. Sana bu yaraşır!” Diyerek aynı üzüntüye ortak oluyordu.

 

2 Ocak ’de şehri terketmek istemeyen Endülüs’lülerin dilinden ise şu sözler dökülür:

“Kendi yurtlarında Bey idiler,

Şimdi küfür ülkesinde uşak,

Ululuğun görkemli yükselişinden,

Uçuruma yuvarlanan bu halka kim acıyacak? Nerdesiniz!”

 

Avrupa’da Endülüs’ün kalan son müslümanları kandırılmış, çoğumuzun “Bir Nisan Şakası” olarak eğlendiğimiz bir günde herkesin gözleri önünde diri diri yakılmışlardır. Bu ağlanacak bir durum değil midir?

 

Akif der ki:

Tarih’i tekerrür diye tarif ediyorlar; 

Hiç ibret alınsaydı, tekerrür mü ederdi.

 

Eğer geçmişten ibret almazsak, olumsuz şartlar tekerrür eder ve gelecekte de aynı sonuçlar ortaya çıkar. yıl yaşanan ve Avrupa’daki teknik gelişmelerin temellerini atan bir halktan bu gün geriye yedi müslüman dahi kalmamıştır. Eğer anlamazsak ağlamakta çözüm olmaktan çıkar. Yumuşak eldiven içinde “Demir Balyoz” tepemize iner.

 

Ağla gözlerim ağla, yüreğimi sen dağla,

Göremedin gerçeği, sanki örülmüş ağla.

 

AĞLAMAK, ANLAMAK, KAVUŞMAK

Cenneten dünyaya atılan Adem ve Havva atalarımız kırk yıl nedamet, pişmanlık ve ağlamanın sonunda Arafat denilen o büyük kutlu meydanın ortasında Rahmet Dağının tepesinde bir araya geldiler. Namazlarımızda okuduğumuz Sübhaneke duasını Hz. Adem ilk kez orada okumuştur.

“Allahım! Sen bütün noksan sıfatlardan uzaksın. Hamd sanadır. İsmin yüce, şanın büyüktür. Senden başka ilâh yoktur, sadece sen varsın Allahım”

 

Senden sana sığınırım

Günahımı sen bilirsin

Bak göklere çıktı ahım

Mükafatı sen verirsin

 

Ağlamak ve gülmek ikiz kardeş gibidir. Birinin sırrı diğerinde saklıdır. Dünya bazen gülen ve güldüren yüzüyle özümüzü mutlu eder; bazen de dert ve acılarla içimize salar keder. Ama Rabbim ne ederse güzel eder. İşte bunu anlamak ve bilmek bize yeter.

Bütün peygamberlerin hayatlarında gözyaşı vardır.

 

YAKUP VE YUSUF

Hz. Yakup, Yusuf’umun kokusunu alıyorum demiş ve yıllar boyu ağlamış, yalvarmıştır. Onun öldüğüne, öldürüldüğüne hiç inanmamıştır. Oğulları kardeşleri Yusuf’u kuyuya atıp evlerine dönerken babalarına sahte kanlı bir gömlek getirdiler. Kurt yedi aha da gömleği dediler.

Yıllar sonra kavuşma anında Yusuf onlara:”Şimdi siz, benim şu gömleğimi götürün de babamın yüzüne bırakın, gözü açılır…Bütün aile fertlerinizle toplanıp bana gelin” dedi. Ne zaman ki beriden kervan ayrıldı, öteden babaları:”Doğrusu, dedi eğer siz bana bunaklık isnat etmeye kalkışmazsanız, bilesiniz ki ben gerçekten Yusuf’un kokusunu alıyorum !”(Yusuf, 12/93,94)

 

Bu gömlek daha önce götürülen kanlı gömleğin karşılığı olduğu aşikardır. Kanlı gömlekle başlayan hüzün, keder ve kör olan gözler; yıllar sonra Yusuf’un gönderdiği gömlekle yerini gören gözlere ve sevinçten akan göz yaşlarına bıraktı.

 

Halbuki aynı evlatlar yıllar önce babalarına şöyle diyorlardı:”Allah’a yemin olsun ki, sen hala Yusuf’u anıp duruyorsun. En sonunda üzüntüden eriyeceksin veya yok olanlara karışacaksın. Yakup, “Ben dedi, derdimi ve üzüntümü ancak Allah’a şikayet ederim ve Allah’tan sizin bilemeyeceğiniz şeyler bilirim. (Yusuf, 12/85,86)

Kuran’ın en güzel kıssası olan Yusuf süresinden çok sayıda hikmetler, Yakub’un göz yaşlarından alınacak ibretler vardır.

 

Ağlamak acizlik değildir. Suçlular da ağlar, güçlüler de ağlar. Tıpkı zaman zaman güldükleri gibi. Her şey zıddıyla kaimdir. Biri anlaşılmazsa diğeri de anlaşılmaz.

 

EFENDİMİZ DE AĞLIYORDU

Vefat eden annesinin ve küçük yaşta ölen oğlu İbrahimin başında ağlayan Peygamber; ”Kalp ürperir, göz yaş döker, ben de sizin gibi bir insanım. Hislerim ve duygularım vardır” diyordu dönerek ashabına.

Çocuğunun kabrine inip önemsiz sayılacak bir toprak parçasını alınca; “Niçin aldınız, ölüye ne zararı olur ki” diye sorulunca o rahmet elçisi; “Ölüye değil ama diriye zararı olur” buyuruyordu.

 

Kabe’nin yanında üzerine deve pislikleri atılınca Hatice’nin en küçük goncası Fatıma hem ağlıyor, hem de babacığının üzerine atılan pislikleri temizliyordu. “ Güzel yavrum hiç üzülme. Allah senin babanı mahcup etmez” diyen bir Nebi.

 

Uhud’da hunharca şehit edilen amcası Hz. Hamza’nın başında, yine bir başka şavaşta şehit edilen amcazadesi Cafer’i Tayyarın ağlayan çocukları yanında göz yaşı döken bir Peygamber. Babası şehit düşen bir çocuğa; “Bundan böyle Muhammet baban , Aişe de annen olsun ister misin?” diye soran bir Allah’ın elçisi.

 

NİÇİN GÜLERSİN YÂ ÂİŞE?

Bir gün, Efendimiz Hazret-i Âişe’nin evine geldiler. Âişe vâlidemiz Rasûlullahın nur cemâline bakıp gülümseyince, Efendimiz;

-“Niçin gülersin yâ Âişe?” diye sordular.

Hazreti Âişe;

-“Yâ Rasûlallah, sen gelmeden az önce elimdeki iğne yere düşmüştü. Ne kadar aradımsa da bulamamıştım. Sen içeri girince oda öyle aydınlandı ki, iğneyi rahatlıkla gördüm ve aldım. Onun için gülüyordum.” dedi.

O durumu böyle arz edince, Efendimiz  ağlamaya başladılar.

Bu defâ Âişe vâlidemiz merak etti.

Ve Efendimize dönüp;

-“Siz niçin ağlarsınız yâ Rasûlallah?” diye sordu.

Efendimiz cevâben;

-“Mahşeri hâtırladım yâ Âişe. O gün ümmetimden bâzısı benim cemâlimi göremeyecekler. Onların hâline üzülüp de ağlıyorum.” buyurdular.

 

Hakkını yediğiniz insanlardan, kanına girdiğiniz masumlardan dolayı ağlarsınız.

Yanlış verilen ve infaz edilen bir idam kararından sonra ömür boyu ağlasanız yeridir.

Adalet terazisini tartanlar çok dikkat etmeli, kılı kırk yarmalı, hakikate varmalıdır.

İslamda şahitlik önemli bir kurumdur. İki şahit dinden olursa hakim sizleri candan edebilir.

Doksanlı yılların başında merhum üstat Necip Fazıl’ın yazdığı “Reis Bey” filmi beyaz perdeye aktarılmış, yanlış verilen bir kararın sonucu sokaklara düşen mahkeme reisi “Bütün günahkarların vebali benim boynumda. Beni asın hakim bey” diyerek feryat ediyordu.

 

İşte o nedenle yarım hoca dinden, yarım doktor candan eder demişler. Yarım adalette insanı canından eder, sonra da bir türlü gitmez keder.

 

Arşı ağlanın gölgesinde himaye görenlerden birisi Allah’ın kudretini farkederek yaş döken gözdür.

Cehennem ateşinin dokunmayacağı iki göz vardır buyurur Efendimiz: “Allah korkusundan dolayı ağlayan, diğeri de sınırda nöbet tutan göz”

 

Göz ağlamazsa öz ağlamazmış.

Ağlarsa anam ağlar gayrısı yalan ağlar.

 

Ağlarken yaşlar bazen içe, bazen de dışa akar ama hiç boşa akmaz.

 

Örnekleri çoğaltmak mümkün ama kıymetli okuyucularımın sabrını zorlamamak için burada iktifa ediyorum.

 

 

Ağlamak, anlamaktır

İnsan garip şekilde kuvvetli geliyor bana kâri. Bunca derdi, bunca kederi ve bunca acıyı taşıyabilecek dünyada başka hiçbir varlık yok. Gücümüz buna nasıl yetiyor inan ki hayret ediyorum.

Bir de şu var ki unutabiliyoruz. Unutmanın bazı durumlarda ihanet olduğunu düşünsem de çoğu zaman bir nimet olduğuna inanıyorum ben. Her acıyı her derdi devamlı ve aynı şiddette hissetseydik, unutamasaydık ne yapardık? Nasıl katlanırdık buna?

Bazıları “unutmak diye bir şey yok” diyor. “Onun adı alışmak” diye de ekliyor. Acıya, kedere, derde ve her ne varsa yakan hiçbiri unutulmuyor da sadece alışıyorsun. Öyle mi bilmiyorum. Zira böylesi bir alışkanlık da acı verir gibi geliyor bana.

Hani anlatırlar ya dervişin birinin yanına bir gün bir genç gelmiş de:

“Efendim” demiş “derdim çok büyük ve artık dayanamıyorum. Ne olur bana bir çare…”

İyice dinlemiş genci derviş. “Eyvallah” demiş “sen yarın yine gel.”

Ertesi gün yine gelmiş genç yine benzer şeyler söylemiş derviş yine aynı cevabı vermiş. Sonra yine ve yine… Günlerce sürmüş bu. En sonunda genç dayanamamış

“Efendim” demiş “günlerdir gelip gidiyorum. Ne olacak böyle? Geçecek mi bu dert?”

“Geçmeyecek” demiş derviş.

“Ya ne olacak?” demiş dertli genç.

“Geçmeyecek ama alışacaksın…”

“Ağlayan insan anlayan insandır” diye yazdığımı hatırlıyorum. Ağlayabilmek de büyük meziyet. Gözden akan yaş ruhu temizliyor sanki. Onun için insan en çok ağladığında saf ve gerçek insana benziyor bence.

Göz ruhun penceresi gibi bence. Gören şey beden değil ruh. Sanki beden bir zindan da içine sıkışıp kalmış insan göz penceresinden dünyayı seyrediyor. Ve oradan akan damla da bir damla sudan farklı, çok farklı.

“Gözyaşı” kelimesi öyle çok da üzerinde düşünülüp bulunmuş bir kelime değil. Bir hikâyesi, bir efsunu yok. “Gözden akan yaşa ne denir? El-cevap gözyaşı denir” demek kadar basit, sıradan.

Eskiler gözyaşı diye bir kelime kullanmıyorlar. Onlar bu kelimenin yerine “eşk” diyorlar. Eşk Farsçadan gelen bir kelime. “Aşk” ile benzerliğinin farkındasınızdır. Duygusal olarak bakarsak mutlaka ve çok büyük bağları var ama dilde yok maalesef. “Aşk” Arap diyarının gülü ve “aşk”ın tutunmak, tutulmak, sarılmak manaları var. Hatta Araplar “sarmaşık” demek için bile aynı kelimeyi kullanıyor. İki kelime birbirleriyle bağlı değilse de gönlünü aşk sarmaşığı saran kişinin en nihayetinde ve mutlaka gözünden “eşk” dökülüveriyor.

“Eşk” her ne kadar tek başına gözyaşı anlamında kullanılıyorsa da genelde bu manayı verenler onu yalnız bırakmıyor. Eşk-i dîde, eşk-i çeşm gibi tabirlerle kullanıyor. “Dîde” de “çeşm” de göz demek aslında. Hatta dilimizdeki “çeşme” kelimesi de buradan geliyor.

Gözyaşından bahsetmişken bugün çok bilinmeyen, bilinse de anlaşılmayan eski bir gelenek geldi hatırıma. Hani “unutmak” demiştim ya. “Alışmak” demiştim. Eskilerin bu geleneği kederi, acıyı ve ayrılığı unutmamak içinmiş.

“Gözyaşı şişeleri” bu bahsettiğim. Eski zamanlarda sevdiği birinden ayrılan ya da sevdiğini kaybeden kadınlar onun acısıyla döktükleri gözyaşlarını cam bir şişenin içinde saklarlarmış. Bir tıpa ile kapatılan bu şişe onlar öldüklerinde mezarlarına dahi konurmuş hatta.

Bir şekilde acılarını unutmuyor ve hatta unutmamak için saklıyorlar yani.

Aşk ile eşkin bir bağı var yani. Gönülden akıp da şişeye bile doluyor.

ali lidar ustanın yine pek bi mükemmel şiiri.

o kadar güçsüzüm ki sesim bile çıkmıyor
saat üçtür belki dört uyusaydım ya keşke
uyanmaktan korkmasam yüz yıl uyurum sanki
ağaçlar, evler, kuşlar bile uykuda
bir garip, bir tuhaf, bir huysuzum ki sorma.
sana söyleyemediklerimi bak gaybına söylüyorum
i&#;çinden konuşma!
bu yeryüzü bu gökyüzü iyi güzel amenna
her işte bir hayır var doğru bunları geçmeyelim
ama bıktım artık şerden hayır damıtmaktan
misal şimdi yan yana uyumak var
uyumamakta hayır var da
uyumakta ne mahsur var
bir güzel olsak ya senle bu anlaşmamazlıklar niye
secdelere küs alnımda bir kara bir kara
kalksak gitsek ya şimdi
belki abant olur belki porsuğun kenarı
bayram namazından sonra
ben anlatsam sen anlasan beraberce ağlasak
ağlamak anlamaktır benimle ağlasana..

(bkz: alengirli şiir)
(bkz: mukavemetsiz şiir)

Ağlayamamak vardır bir de..

nest...

batman iftar saati 2021 viranşehir kaç kilometre seferberlik ne demek namaz nasıl kılınır ve hangi dualar okunur özel jimer anlamlı bayram mesajı maxoak 50.000 mah powerbank cin tırnağı nedir