boğaziçi mehtapları kimin eseridir / Boğaziçi Mehtapları Hangi Tür? - Türkiye | Yürüyüş yolları | Seyahat

Boğaziçi Mehtapları Kimin Eseridir

boğaziçi mehtapları kimin eseridir

Abdülhak Şinasi Hisar Geçmiş Zaman Edipleri S

Abdülhak Şinasi Hisar (İstanbul, 14 Mart - 3 Mayıs )


l,\ıcukluğu Rumelihisarı, Büyükada ve Çamlıca'da geçti. 'de
<: alatasaray Lisesi'ne girdi; 'te Fransa'ya kaçtı. Paris'te Ecole
Libre des Sciences Politiques'e devam etti. II. Meşrutiyet'in ilanın­
dan () sonra Türkiye'ye döndü. Fransız ve Alman şirketlerin­
de, Osmanlı Bankası'nda, Reji İdaresi'nde, 'den sonra ise An­
kara'ya yerleşerek Dışişleri Bakanlığı'nda çalıştı. 'de İstanbul'a
gelerek Ayaspaşa'da Boğaz'ı gören bir apartınana yerleşti. Bir süre
Türk Yurdu dergisinin genel yayın müdürlüğünü üstlendi ().
Cihangir'deki evinde, beyin kanamasından hayatını kaybetti.
'de İleri gazetesinde yazmaya başladı. Dergah ve Yarın dergile­
rindeki eleştiri, deneme ve şiirleriyle kendini kabul ettirdi. Cum­
huriyet döneminde Varlık, Ülkü, Muhit, Ağaç, Türk Yurdu dergileri
ile Milliyet, Hakimiyet-i Milliye (Ulus) ve Yeni İstanbul gazetelerinde
yazdı. Eleştiri dışındaki asıl hatıra metinlerine 'larda yöneldi.
Maurice Barres, Anatale France ve Mareel Proust'tan yola çıkınakla
birlikte, bütünüyle kendine özgü üslupla yazdı ve öylece tanındı.
CHP Hikaye ve Roman Mükafatı'nda üçüncülük alan Fahim
Bey ve Biz Almancaya çevrildi (Unser guter Fahim Bey, Çev.: Fried­
rich von Rummel, ). Serınet Sami Uysal () ve N. Turinay'ın
() Abdiiihak Şinasi Hisar adlı birer çalışması bulunmaktadır.
Eserleri:

Roman: Fahim Bey ve Biz, ; Çamlıca'daki Eniştemiz, ; Ali Niza­
mf Bey'in Alafrangalığı ve Şeyhliği,
Anı/Deneme: Boğaziçi Mehtapları, ; Boğaziçi Yalıları, ; Geç­
miş Zaman Köşkleri, ; Geçmiş Zaman F ıkraları,
Anı/Biyografi: İstanbul ve Pierre Loti, ; Yahya Kemal'e Veda, ;
Ahmet Haşim: Şiiri ve Hayatı,
Antoloji: Aşk imiş her ne var alemde,
Yazılar: Kitaplar ve Muharrirler- I, II, lll (Hz. N. Turinay) ;
Türk Müzeciliği, ; Geçmiş Zaman Edipleri,

Necmettin Turinay (Sandıklı/Afyonkarahisar, 7 Şubat ) İstan­


bul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü
mezunu (). Abdiiihak Şinasi Hisar ve Romancılığı üzerine doktora
çalışması yaptı (). İkinci Meşrutiyet döneminin önemli dergi­
lerinden Resimli Kitap hakkında da bir çalışması bulunuyor. Turi­
nay'ın Geleneğin Dünyası/Yeniliğin Ufukları (), Abdiiihak Şinasi
Hisar (), Değişen Toplum ve Aile (), Kültür Dil ve Sanata Dair
(), Dua ve Yakarış (), Bir Yusuf Bin Züleyha () ve Şehrin
Büyük Rüyası () adlı eserleri bulunuyor. Ayrıca Ahmet Mithat
Efendi'nin natüralist romanı Müşahedat'ı () ve Mehmet Akif Er­
soy'un Safahat'ını () yayma hazırladı.
Abdülhak Şinasi Hisar'ın
YKY'deki kitapları:

Çamlıca'daki Eniştemiz ()


Fahim Bey ve Biz ()
Ali Nizarnı Bey'in Alafrangalığı ve Şeyhliği ()
İstanbul ve Pierre Loti ()
Yahya Kemal'e Veda ()
Ahmet Haşim: Şiiri ve Hayatı ()
Aşk imiş her ne var alemde ()
Boğaziçi Yalıları ()
Boğaziçi Mehtapları ()
Geçmiş Zaman Köşkleri ()
Geçmiş Zaman Fıkraları ()
Kitaplar ve Muharrirler- I ()
Kitaplar ve Muharrirler- II ()
Kitaplar ve Muharrirler- III ()
Türk Müzeciliği ()
Geçmiş Zaman Edipleri ()
. . . . .

ABDULHAK ŞINASI HISAR

Geçmiş Zaman Edipleri

Yayma hazırlayan:

Necmettin Turinay

Yazılar

om o
Yapı Kredi Yayınlan
Yapı Kredi Yayınları -
Edebiyat-

Geçmiş Zaman Edipleri / Abdülhak Şinasi Hisar

Kitap editörü: Murat Yalçın

Kapak tasarımı: Nahide Dikel

Baskı: Pasifik Ofset Ltd. Şti.


Cihangir Mah. Güvercin Cad. No: 3/1
Baha İş Merkezi A Blok Hararnİdere- Avcılar 1 İstanbul
Telefon: (O ) 17 77
Sertifika N o:

1. baskı: İstanbul, Mayıs


ISBN

©Yapı Kredi Kültür Sanat Yayıncılık Ticaret ve Sanayi A.Ş.


Sertifika No:

Bütün yayın hakları saklıdır.


Kaynak gösterilerek tanıtım için yapılacak kısa alıntılar dışında
yayıncının yazılı izni olmaksızın hiçbir yolla çoğaltılarnaz .

Yapı Kredi Kültür Sanat Yayıncılık Ticaret ve Sanayi A.Ş.


Yapı Kredi Kültür Merkezi
İstiklal Caddesi No. Beyoğlu İstanbul
Telefon: (0 ) 47 00 (pbx) Faks: (O ) 07 23
http:/ /seafoodplus.info
e-posta: [email protected]
İnternet satış adresi: http:/ /seafoodplus.info
İÇİNDEKİLER

Önsöz (N. Turinay) • 7

EDİPLERİMİZE DAİR HATIRALAR


Hamdullah Suphi'ye Dair Hatıralar I 25 •

Hamdullah Suphi'ye Dair Hatıralar II 32 •

Süleyman Nazif' e Dair Hatıralar 38 •

Halil Halit'in Hayatı ve Eserleri 47 •

Nigar Hanım 53 •

Şehabeddin Süleyman 57 •

Halit Raşit 61

Tunalı Hilmi 66•

Saffeti Ziya 71

Tevfik Pikret I 76

Tevfik Pikret II 81 •

Ahmet Midhat Efendi 86 •

Ziya Gökalp 93•

Abdullah Zühtü 98 •

Süleyman Nazif'in Son Günleri I •

Süleyman Nazif'in Son Günleri II •

Cenab Şehabeddin'e Dair Hatıralar 1 14 •

Nigar Hanım'a Dair Bir Hatıra •

Celal Sahir'e Dair Hatıralar I •


Celal Sahir'e Dair Hatıralar II •

Şairin Altmış Beş Yılı •

Selim Nüzhet Gerçek •

Abdülhak Hamid •

Faik Ali •

GEÇMİŞ ZAMAN EDiPLERİ


Halit Ziya I •

Halit Ziya II •

Mehmet Rauf 1 71 •

Nigar Binti Osman I 1 78 •

Nigar Binti Osman II 1 84 •

Ahmet Hikmet I •

Ahmet Hikmet II •

Abdurrahman Şeref I •

Abdurrahman Şeref II •

Recaizade Ekrem •

Ercüment Ekrem Talu'ya Dair Hatıralar •

Ziya Osman Saha'nın Ölümü •

Dizin •
Hazırlayanın Önsözü
Hatıra Portreler

Abdülhak Şinasi Hisar'ın vefatından önce yayınladığı Yahya


Kemal'e Vedd () ile Ahmet Haşim: Şiiri ve Hayatı () adlı
eserlerinin baş kısımlarında, yazarın eserleri listesi verilirken
ilkinde "yakında basılacağı", diğerinde de "yakında neşir oluna­
cağı" belirtilen yeni bir eserinden söz ediliyor. Hisar'ın Geçmiş
Zaman Edipleri adını taşıyan bu eseri, ne yazık ki kendi sağlığın­
da yayınıanma imkanı bulamadı. O yıllarda Hisar'ın eserleri­
ni topluca yayınlayan Hilmi Kitabevi bu işi gerçekleştirmediği
gibi, 'da aynı eserlerin yayın hakkını elde eden Yaşar Nabi
de maalesef başarılı olamadı.
Bunun her halde bir sebebi bulunmalıdır diye düşünüyoruz.
Bu da olsa olsa Hisar'ın, vefatı sonrasında, böyle hazırlanmış bir
dosya bırakmamış olmasıdır. Nitekim Hisar'ın vefatının ardın­
dan terekesi sokaklara saçılmış, parça parça yazıları, evrakları
da kapanın elinde kalmıştır. İşte bu evrakların, yazıların peşi­
ne düşenler, şimdiye kadar Hisar'ın böyle bir eserine maalesef
ulaşamadılar. Dolayısıyla Hisar'a ve sanatına büyük saygı bes­
leyen, onu yeni yeni eserler noktasında teşvik edip duran Hilmi
Kitabevi'nin, böyle bir eserin peşine düşmemesi düşünülemez.
Kaldı ki yayınevinin, "yakında basılacağını" kendisinin duyur­
cluğu bir eserin peşine düşmemesi nasıl mümkün olabilir?
Aynı husus Varlık dergisi ve yayınevi sahibi Yaşar Nabi için
de geçerlidir. Nitekim bir yandan Hilmi Kitabevi'nin içine düş-

7
tüğü ekonomik rnüzayakayı, diğer yandan da Varlık camiası­
nın Abdülhak Şinasi'ye karşı duyduğu kadirşinaslığı hatırdan
çıkarmayan Yaşa Nabi, Hisar'rn eserlerini çağdaş baskı teknik­
lerine uygun şekilde yeniden basmak istemiş, bunun için de
Hisar'rn varisieri ile yepyeni bir sözleşme irnzalarnıştı. İşte bu
sözleşmenin ardından Yaşar Nabi, ilki Fahim Bey ve Biz olmak
üzere Hisar'rn bütün eselerini yayınlama yoluna gitrnişti. Bu
açıdan Yaşar Nabi'nin, Hisar'ın şahsına ve sanatına karşı duy­
duğu yüksek takdir hislerini tanırnak bakımından, dizinin ilk
kitabı Fahim Bey ve Biz'in başına koyduğu uzun, rnufassal "gi­
riş/sunuş" rnetnini okumak lazımdır. İşte oradan öğreniyoruz,
Abdülhak Şinasi Hisar ile Yaşar Nabi arasındaki dostluğun de­
rinliğini. Ta Varlık dergisinin ilk çıktığı tarihe kadar uzanan bir
dostluk. .. Hatta daha da gerilerde, Yedi Meşale döneminde Ya­
şar Nabi ve Ziya Osman Saba'ya, Hisar'ın doğrudan destek ve
arkalarnaları. Nitekim Varlık çıktığında, dergide en çok yazan
ve en düzenli yazan Abdülhak Şinasi'den başkası değildir. Bu
yakınlığı tanımak, derinleştirrnek bakımından, bu açıklamalar
bile belki yeterli olmayabilir. Bir de ikisi arasında 'den beri
sürüp gelen mektuplaşmalar vardır. İşte o rnektuplaşrnalardan
öğreniyoruz Abdülhak Şinasi'nin Varlık'a olan destek ve bağlılı­
ğını. Dergiye yazı ternin etmeye, çeşitli şair ve yazarları dergiye
transfere, özellikle de İstanbul ve Ankara'daki iş çevrelerinden,
bankalardan Varlık'a reklam terninine dönük gayretlerini. Hele
bir de bunlara Boğaziçi YaZıları, Geçmiş Zaman Köşkleri ve Boğaziçi
Mehtapları'nı teşkil eden rnetinlerin peyderpey ya da tefrika ha­
linde Varlık'ta yayınlandığını eklerseniz, ne dernek istediğimiz
daha iyi anlaşılır diye düşünüyoruz.
Hal böyle olunca Yaşar Nabi gibi birinin, Abdülhak Şinasi
Hisar'rn yayınlanacağı duyurulan, fakat yayınlanarnayan böyle
bir eserinin peşine düşmemesi mümkün olabilir mi? Ancak gö­
rünen odur ki Yaşar Nabi, Hisar'ın sağlığında yayınladığı eser­
lerin hemen bütününü neşrediyor, fakat çıkacağı duyurulan ve
beklenen eseri Geçmiş Zaman Edipleri'ne sıra gelince, maalesef
ondan da bir ses çıkmıyor.
İşte biz bu olumsuz sonucu, vefatının ardından Hisar'a
karşı sergilenen umumi bir lakaydi ile, urnursarnazlıkla izah

8
etmiyoruz. Tam tersine, büyük nesir ustasının terekesinden çı­
kan evraklar arasında düzenlenmiş, yayma hazır hale getirilmiş
bir dosyanın mevcut olmaması ihtimali ile izah ediyoruz. Ya da
geçen yıllar arasında peyderpey yayınlanmış bu portre ve hatı­
ra metinlerinin, cahil ve fırsatçı sınıfların dikkatsizliği sonucu,
oraya buraya savrulup dağılmasına bağlıyoruz. Fakat siz neye
sayarsanız sayın: İster o eski metinler bir dosya olarak düzen­
lenınemiş bulunsun, isterse de yazılar, hazırlanmış dosyalardan
sağa-sola savrulup saçılmış bulunsun Zira netice meydanda!
Tesbihin dizildiği ibrişim ip kopmuş, ya da zihinde diziimiş ha­
zır bekleyen yazıların insicamı ve ahengi bozulur gibi birşey ol­
muş. Geriye kalan da, farklı farklı tarihlerde kaleme alınmış sa­
yısız yazı ve not! Kimi eleştiri, kimi biyografik hatıra, kimisi de
Boğaziçi hatıralarına dayalı sayısız deneme. Dolayısıyla bunları
kim tasnif eder, nasıl tasnif eder, boşlukları nasıl doldurulur?
Özellikle de yazarın tasavvur ettiği gibi bir tasnif ve kurgula­
ma nasıl mümkün olabilir? Bir de Hisar'm evrak-ı metrukesinin
çuvallar halinde oraya buraya, Sahaflar'a dağıldığı düşünülecek
olursa, meselenin güçlüğü daha iyi anlaşılır sanıyoruz.

Kayıp Kitabın İzleri

Fakat ne olursa olsun, Abdülhak Şinasi Hisar gibi bir nesir us­
tasının, edebiyatçılarımız hakkındaki hatıralarının boşlukta
kalmaması, peşine düşülmesi, ayrıca yeniden düşünülmesi de
gerekirdi. İşte elinizin altındaki eser, böyle bir çalışmanın so­
nunda ortaya çıkmış bulunuyor. Tabii ki bu çalışmanın, Hisar'ın
tasavvur ettiği eserin aynısı olması beklenemez. Geçmiş Zaman
Edipleri'ne Hisar hangi yazılarını alır, kime veya kimlere dair
hatıralarını koyardı? Ayrıca bunları nasıl bir sıraya sokardı, doğ­
rusu bunu tahmin bir hayli güç.
Fakat şu var ki Hisar'ın yazılarının bibliyografyası bilinir,
o yazıların hangilerinin deneme ve eleştiri, hangilerinin hatıra/
portre metinleri olduğu iyi tayin edilirse, önümüzün biraz olsun
aydınlanması mümkündür. Ancak bu da yetmeyebilir. Bunun
ötesinde yazarın, yazı ve düşünce hayatına ilişkin ayrıntılara da

9
vakıf olmak icap eder. Mesela kendi sağlığında dostlarına yazdı­
ğı mektuplarda, özel hatıralarında, bu esere dönük atıflada kar­
şılaşmak mümkün olmaz mı? Nitekim hadiseye böyle yaklaşın­
ca, bazı eserlerin kaderinin ne kadar derinlere kök saldığını fark
ederiz. Yani sanatçı bir eser tasavvur ediyor, yıllar boyu onu
kendi ruhunda besleyip büyütüyor. Bazı bölümlerini yazıyor,
bazı bölümlerini de boşluğa bırakıyor, ya da gelecek zamanlara
doğru tehir edip duruyor.
İşte Geçmiş Zaman Edipleri de aynen böyle bir eser. Yazımı
çeşitli sebeplerle uzun tarihlere yayılmış, parça parça yazılmış
bir eser. Nitekim veya 'te yayınlanması düşünülen ese­
rin kökleri, bakın nerelere uzanıyor?
Abdülhak Şinasi Hisar 'de, dönemin Milliyet'inde haf­
talık deneme ve eleştiri yazıları yayınlıyor. Bu yazılar ilgi ile de
takip ediliyor. Faruk Nafiz, Hikmet Feridun, Halit Ziya, Cevdet
Kudret, Yaşar Nabi, Nurullah Ataç, Necip Fazıl, Peyarnİ Safa,
Tanpınar vs. Yani dönemin edebiyat ve sanat çevreleri Hisar'ı
yakından takip diyor. Yazıları gündem oluşturuyor, takdir gö­
rüyor, hakkında da çeşitli değerlendirmeler yapılıyor. İşte o sıra­
larda dağılmış Yedi Meşale'ciler, Hisar'la yakın temas içindedir­
ler. Hem onunla sık sık buluşuyor, uzakta oldukları takdirde de
mektuplaşıyorlar. Nitekim onlardan biri de, Yaşar Nabi'nin yanı
sıra, Cevdet Kudret'tir. Meğer Cevdet Kudret, Hisar'ın kendine
yolladığı mektuplardan bir haylisini muhafaza etmemiş mi? İşte
o mektupların birinde Hisar Milliyet'teki yazılarını kestiğini,
bundan böyle Hakimiyet-i Milliye'de yazmaya başiayacağını söy­
lüyor. Fakat bir şey daha söylüyor Cevdet Kudret'e. Hakimiyet-i
Milliye'de, Milliyet'teki gibi çok değişik konuları değil de, edebi
portreler yazmayı düşündüğünü vurguluyor: "Niyetim böyle
hatıralara müstenit otuz kadar portre yazmaktır. Sonra bunları
bir ciltte toplamak istiyorum." (4 Ağustos )
İşte Hisar'ın Cevdet Kudret'e yazdığı bu mektup, ilgili eser
için bize bir hareket noktası teşkil ediyor. Buradan öğreniyoruz
ki o, bundan böyle hatıralarının içinden çekip çıkardığı edebi
portreler kaleme alacak, bunların sayısı otuzu bulacak, ayrıca
bir cilt içinde toplayarak kitaba da dönüştürecek Dolayısıyla
Hakimiyet-i Milliye'deki hatıra/portre denemelerinin bu açıdan

lO
izlenmesi gerekirdi. Nitekim Hakimiyet-i Milliye'de çıkan yazı­
larda bir şey daha dikkatimizi çekiyor. O da dönem yazıları için
kullandığı genel "köşe başlığı"dır: Yani onları okuyucularına,
Ediplerimize Dair Hatıralar biçiminde sunuyor. İşte Hisar'ın
'larda kullandığı bu adın, yıllar içinde evrile çevrile şekil
değiştirdiği, nihayetinde de Geçmiş Zaman Edipleri biçimine
dönüştüğü kolayca anlaşılabiliyor.

Kimlerin p ortresini yazıyor?

Dolayısıyla bu noktadan kademe kademe ilerleyerek, ilgili kita­


bın içeriğini tayin edemez miyiz? Mesela Hakimiyet-i Milliye'de,
Ediplerimize Dair Hatıralar başlığı altında kimleri yazmıştır
gibi! Nigar Hanım, Şehabeddin Süleyman, Halit Raşit, Tunalı
Hilmi, Saffeti Ziya, Tevfik Pikret (iki yazı), Ziya Gökalp, Ab­
dullah Zühdü'yle ilgili hatıralar bu arada zikredilebilir. Fakat
takdir edersiniz ki bunlar sayıca pek azdır. Ama o dönemde,
aynı mahiyette başka yazılarının bulunduğunu da unutmamak
gerekir. İşte Muhit'te yazdığı Süleyman Nazif, Ahmet Mithat,
Halil Halit ve iki yazı halinde kaleme aldığı Hamdullah Sup­
hi metinleri gibi! Dolayısıyla Hakimiyet-i Milliye'de çıkan hatıra/
portrelere Muhit'te çıkanlar da eklenince, sayı otomatik olarak
yükselecek demektir.
Fakat 'de Varlık çıkmaya başlayınca, Hisar'ın bütün
ağırlığını bu dergiye verdiği görülür. Artık arda burda yazdığı
yazıları kesmiş, bütün yazılarını Varlık'ta yayınlamaya başla­
mıştır. Bu bakımdan Varlık'ta Boğaziçi Yalıları ile Geçmiş Zaman
Köşkleri'ni teşkil eden yazılarını yayınlarken, öbür yandan da
deneme ve eleştirilerini, hatıra/portrelerini sürdürdüğü görü­
lür. Nitekim Süleyman Nazif, Ahmet Haşim, Celal Sahir, Nigar
Hanım ve Cenab Şehabeddin'e dönük hatıralarını bu dönemde
yazar ve yayınlar.
Sonradan sonraya araya uzun bir fasıla girer. Çünkü Hisar,
öncesinde, daha farklı konular üzerinde yoğunlaşmaya
başlar. O da kendisi için yeni bir edebi tür, yani roman konu­
sudur. 'de Hakimiyet-i Milliye'de tefrika edilmeye başlanan

ll
Fahim Bey ve Biz'in o arada yazıldığını, onun ardından da Boğa­
ziçi Mehtapları ile Çamlıcadaki Eniştemiz romanına eğildiğini be­
lirtmemiz gerekir. Dolayısıyla Hisar bu döneminde, parça parça
yazdığı deneme ve eleştirileri gibi, hatıra portrelere de ara ver­
miş gözükmektedir.
Bilahare Hisar'ın ortalarında, Hamdullah Suphi'nin ıs­
ran ile, Türk Yurdu dergisinin yayın yönetmenliğini üstlendiğini
görüyoruz. Üç yıl süren görevi sırasında Türk Yurdu'nda çoğu
aylar ikişer, üçer yazı kaleme alır. Bir yandan kitap kritikleri
yapar, diğer yandan da birbirinden bağımsız seyreden "Türk
Ocağı Hatıraları" ile, sözünü ettiğimiz hatıra portreleri sürdü­
rür. İşte orada yazdığı hatıra portrelerin, öncekilere göre daha
geniş ve daha derinlikli olduğunu görüyoruz. Hem kendisi ya­
şını-başını almış, zevkleri durulmuş, hem de sayfalar kendisi­
ne açıldıkça açılmıştır. Dolayısıyla Türk Yurdu'nda yayınladığı
portreler, öncekilere göre daha geniş tutulmuş metinlerdir de­
nebilir. Nitekim Halit Ziya, Nigar Binti Osman, Ahmet Hikmet,
tarihçi Abdurrahman Şeref'le ilgili hatıraları ikişer sayı devam
etmişlerdir.
Yaptığımız bu izahları topadayacak olursak, elinizin al­
tındaki kitaba giren hatıra portrelerden dördünün (Hamdul­
lah Suphi (iki bölüm), Süleyman Nazif, Halil Halit ve Ahmet
Mithat Efendi'nin) Muhit'te; Nigar Hanım, Şehabeddin Süley­
man, Halit Raşit, Tunalı Hilmi, Saffeti Ziya, Tevfik Pikret (iki
bölüm), Ziya Gökalp ve Abdullah Zühdü olmak üzere sekizinin
Hakimiyet-i Milliye'de; gene Süleyman Nazif (iki bölüm), Cenab
Şehabeddin, tekrar Nigar Hanım, Celal Sahir (iki bölüm) ve Ah­
met Haşim kitabındaki bir hayli hatırasının da, 'te çıkma­
ya başlayan Varlık'ta yayınlandığı görülür. 'te yeni bir dal­
ga olarak yazmaya giriştiği Abdülhak Hamid, Halit Ziya (iki
bölüm), Mehmet Rauf, Nigar Binti Osman (iki bölüm), Ahmet
Hikmet (iki bölüm), Abdurrahman Şeref (iki bölüm), Recaiza­
de Ekrem, Ercüment Ekrem ve Ziya Osman Saba'ya ait olan­
lar da Türk Yurdu'nda yayınlanmış olurlar. Dolayısıyla bunlara
Yeni İstanbul'da çıkan "Şairin Altmış Beş Yılı" (Yahya Kemal)
ile yeni bir Abdülhak Hamid yazısı ve Akşam'da çıkan "Selim
Nüzhet Gerçek" eklenince, tablo daha bir kabarmış olur. Fakat

12
böyle böyle de, Geçmiş Zaman Edipleri'nin çatısı az çok kurulmuş
sayılabilir.
İşte biz elinizin altındaki eseri hazırlarken, yukarıdaki bi­
yografik hatıra metinlerini, yayınlandığı tarihlere göre sıraya
sokarak, yeni bir düzenlemeye tabi tuttuk. Bununla da yetinme­
yerek, onları iki ayrı bölüm halinde düzenledik Birinci bölüm­
de, Hakimiyet-i Milliye yazılarında kullandığı Ediplerimize Dair
Hatıralar başlığını; ikinci bölümde de Türk Yurdu'nda kullandığı
Geçmiş Zaman Edipleri başlığını kullandık. Böyle yapınca da,
Türk Yurdu öncesinde Muhit, Yeni İstanbul ve Akşam'da çıkan bir­
kaç parça biyografik hatıranın Ediplerimize Dair Hatıralar bölü­
müne yerleştirilmiş olduğu rahatlıkla görülebilecektir.
Fakat bu çalışmayı sürdürürken kitabın adını, ister istemez
yeni baştan düşünmemiz gerekti. Yukarıdaki iki ayrı genel baş­
lıktan acaba hangisi daha uygun düşer diye. Hatta bir yerde
Hisar, ilgili eseri için, "Geçmiş Zaman Muharrirleri" adını bile
düşünüyor. İşte bu noktada daha serbest hareket edebilir miyiz
diye, kendi kendimize sormadık değil. Çünkü bu adlandırma­
ların üçü de güzel göründü bize. Fakat sonunda da, yazarın ve­
fatına yakın tercih ettiği isimde karar kılmak durumunda kal­
dık. Böylece de eserin adı olduğu gibi kaldı ve Geçmiş Zaman
Edipleri öne çıktı. Geçmiş Zaman Köşkleri () ile Geçmiş Zaman
Fıkraları'nda () olduğu gibi, bu eser de Geçmiş Zaman Edipleri
olarak şekil ve hüviyet kazandı.
Ancak dikkat etmişseniz, Hisar'ın yazdığı kişi sayısı otuza
yaklaşıyor, fakat bulmuyor. Halbuki kendisi başlangıçta, kita­
bı için, otuz portre/hatıra yazmayı düşündüğünü söylüyordu.
Demek ki listesine dahil ettiği bazı sanatçıları yazamamıştır.
Ancak burada, Türk Ocağı Hatıraları içinde de bazı portreler,
yazıcı sınıfıara dair hatıralar kaleme aldığını kaydetmek gere­
kir. Ağaoğlu Ahmet, Veled Çelebi, Necip Asım ve Reşit Saffet
bunlar arasındadır. Eğer o metinleri de kitaba dahil etmiş olsa
idik, sayı kendiliğinden otuzu bulur veya aşardı. Fakat böyle
bir zorlamayı gereksiz bulduğumuzu ifade edelim. Çünkü ilgili
metinlerin yeri olarak, o eser daha uygun düşmektedir. Ayrıca
Hisar'm o eserini de yayma hazırlayacağımızı bu vesile ile ha­
tırlatmış olalım.

13
Kimleri, Niçin Yazıyor, Niçin Yazmıyor

Geçmiş Zaman Edipleri'nin kurgusu meselesini burada tamamla­


yarak, biraz da kitabın içine doğru ilerlememiz gerekiyor. Me­
sela Hisar kimleri, niçin yazıyor, daha önemlisi de nasıl yazıyor
gibi Bu sorulara verilecek ayrı ayrı cevapların, Hisar'ın yazma
tutumuna açıklık getireceği düşüncesindeyiz. Gerçi Hisar'ın ro­
man kişilerini nasıl yazdığım, karakter oluşturma tekniklerinin
neye dayandığını azçok biliyor olsak bile, bu metinler onlara ba­
karak gene de farklı sayılır. Bilmem biliyor musunuz? Hisar'm
bir de, Geçmiş Zaman Adamları adı altında yayınlamayı düşün­
düğü hikayeleri vardır. Nitekim o hikayelerde de kişilerin belirli
zaman ve mekanlada ilişkilerini kurarak, onların hayat karşı­
sında takındıkları farklı farklı tutumları açığa çıkarmaya çalışı­
yor. Fakat romanlarında olduğu gibi hikayelerinde de Hisar'ın,
hemen daima iç hayatın yazımına ağırlık verdiğini unutmamak
gerekir. Bundan ayrı olarak Hisar'ın, kendi benini merkeze aldı­
ğı Boğaziçi hatıraları vardır ki, orda da daha ayrı bir yol tuttu­
ğu görülür. Tabiatı ve zamanı derinden duymaya dayalı, dıştan
ziyade içte cereyan eden akışı öne çıkarmaya çalışan bir yazış
tarzı. Hatta bu noktada daha da ileri giderek, sosyal çevreyi bü­
tünüyle ihmale varan bir yaklaşım. Sizin anlayacağınız eylemi,
hareketi durdurmaya dayalı bir yazış ve aniatma tekniğidir bu.
Dolayısıyla geriye, güç hal ile hatırlanan bir çocukluk ve onun
yarı panteist, cezbeli duyumları kalır. Bir de tabii bu eserleri, ço­
cukluk döneminde. duyumsanan zamanın ebediyeti ile, yazma
sırasında ancak fark edilebilen bir başka zaman algısı alttan alta
gerer ve ilgili eserlerin trajiği buradan kuvvet alır. Kaldı ki söy­
lediğimiz hususu daha iyi kavramak için, Fazıl Hüsnü'nün Ço­
cuk ve Allah'ı önemli bir anahtar mesabesindedir. Nitekim Fazıl
Hüsnü'nün şiirinden bildiğimiz, çocukla aramıza giren büyük
boşlukların sırrı burada yatmaktadır.
Öyleyse asıl söyleyeceğimize gelirsek, Hisar ilgili portrele­
ri, ya da sanatçılara dair hatıralarını kaleme alırken nasıl bir yol
izlemektedir? Onları çoğu hatıra yazanların yaptığı gibi, olabil­
diğince dıştan mı anlatmaktadır? Ya da mesela amacı daha ziya­
de, yazdığı kişiler hakkında bilgi vermeye mi dayalıdır? Yoksa

14
yukarıda işaret ettiğimiz gibi, kendi yazma tarzına uygun derin
tahliliere mi girişmektedir?
Fakat bu metinlerin bütünü aynı havada değiller tabii ki.
Kimisi çok erken zamanlarda, kimisi de Hisar'ın son yıllarında
yazdığı metinler bunlar. Bazılarında ölümün ardından yazılmış
olmanın verdiği bir sıcaklık var, bazılarında da araya zamanlar
girmekle ancak hasıl olan bir durmuş dinlenmişlik. .. Fakat ne
olursa, onları bütünleyen bir yan var ki, o da Abdülhak Şinasi
Hisar tarafından yazılmış olmaları. Yani Hisar'm eserlerinden
aşinası olduğumuz kuvvetli, derinlikli bir bakış açısı ile kaleme
alınıyor bu metinler.
Daha garibi ve belki Ahmet Haşim'e ait olanlar hariç, hiçbir
sanatçıyı yüceltmeye ve övmeye kalkışmayan, devirden devire
şahit olduğu kınimalara bir bütün olarak bakmaya çalışan bir
yazış tarzı bu. Fakat şunu fark ediyoruz ki bu hatıralar boyun­
ca, bir yandan yazılan sanatçı değişiyor, öbür yanda da onları
yazan Hisar'm bizzat kendisi. Dolayısıyla bu iki değişmenin bir
arada ve yan yana izlendiği, uzun birer hikaye ortaya çıkmakta­
dır desek yanılmış olmayız.
İşte bu yüzdendir ki Hisar'ın her hangi bir sanatçı hakkın­
daki düşüncesi, bir esere veya olaya bağlı kalmıyor. Buradan
yola çıkarak başı sonu gelmez genellernelere başvurmuyor,
vurmamaya çalışıyor. Sanatçıları öyle uzun zamanlar içinde
gözlemlediği anlaşılıyor ki, bunun da adeta başı sonu gelmiyor.
Yani bir hayatın, sanatçı ile geçirdiği ilişkilerin bütününe baka­
rak hükümler çıkarıyor. Dolayısıyla yazmaya değer gördüğü
hayat ve hatıranın tamamlanması lüzumu, kendiliğinden hasıl
oluyor demektir. Fakat buradaki amacı da, sonuca bakarak genel
hükümlere varmak değil. Tam tersine ilgili kişinin zamana bağ­
lı iniş çıkışlarını, tavır değişikliklerini daha iyi kavrayabilmek
için. Öyleyse diyebiliriz ki Hisar, yazdığı sanatçıları akan, sona
doğru akan hayatlar olarak, bir bütün halinde yazmayı tercih
etmektedir.
Bu böyle de, bu hatıra portreler okunurken, satır araların­
dan buharlaşıp duran bir acı duygusu sarıyor, kuşatıyor etrafı.
İşte bu buruk acı bizim, okuma esnasında, Hisar'm bakış açısı­
na teslim olduğumuzun resmidir. Belki o öyle söylemiyor ama,

ıs
okuduğumuz portreler bir an gelip gözümüzün önünde, nere­
deyse birer Fahim Bey olup çıkmıyorlar mı?
Yani zaman geçiyor, şartlar değişiyor, yazdığı sanatçılar da
halden hale giriyor Fakat bu hal, görünen manzaranın bir yö­
nüdür sadece. Öbür yandan da Hisar'dan metinlere yansıyan bir
yan var ki, asıl o tesir dolduruyor metinleri. Dolayısıyla yazılan­
lar kadar, bizzat yazanın trajiği de bir o kadar ağır basmış oluyor.
Hisar'm kimleri yazdığı ile ilgili olarak da, şunları söyle­
mek mümkün. Onun yazdığı kişiler için, önemlisi veya önemsi­
zi yok. Nitekim eserde çok meşhur şair ve romancılar bulundu­
ğu gibi, hemen hiç bilmediklerimiz de eksik değil. Dolayısıyla
edebiyatımızda önemli bir yer işgal etmemiş kişilikleri neden
yazmış olabileceği düşünülebilir. Bu tür bir soruya cevap vere­
bilmek için, Hisar'ın bize izah etmediği örtük noktainazarını
şüphesiz bilmek gerekir. Bir defa o çocukluğundan, aile muhi­
tinden, Galatasaray veya Paris döneminden tanımadığı, daha
doğrusu sonradan tanıdığı kişileri yazmak taraftarı değil. Geç­
miş Zaman Edipleri'ni okurken, bu hususu asla unutmamak gere­
kir. Yani onun tercihi her önüne geleni, her tanıdığını, ya da her
şöhreti yazmaktan yana değil. Dolayısıyla onun yazmak istediği
kişilerin, kendi derin hatıraları arasında kök salmış bulunma­
sı icap eder. Tevfik Fikret, Recaizade, Cenab Şehabeddin, Halit
Ziya, Nigar Hanım, Hamdullah Suphi veya Haşim gibi isimler
bunun için öne çıkıyorlar. Fakat bu tercihinin bazı istisnaları da
yok değil, mesela Süleyman Nazif!
İşte bu açıdan düşününce çok yakın dostu Yakup Kadri'yi,
Cevdet Kudret ve Yaşar Nabi'yi, gazete ve dergisinde yazılar
yazdığı Celal Nuri ile Sedat Nuri'yi, beraber parti kurdukları
İsmail Hami Danişment'i, Hisar'ı o kadar çok takdir eden Mus­
tafa Şekip Tunç'u, Fahim Bey ve Biz'in CHP roman yarışmasında
birinci gelmesi için çırpınıp duran Ismayıl Hakkı Baltacıoğlu'nu,
hatta hatta Ahmet Harndi Tanpınar'ı, devamlı yazar kadrosunda
yer aldığı Ağaç'ın sahibi Necip Fazıl'ı, dahası Nahit Sırrı Örik'i,
Peyarnİ Safa'yı niçin yazmadığı kolayca anlaşılabilir.
Fakat bazı isimler var ki, onların mutlaka yazılması gere­
kirdi diye düşünüyoruz. İşte mesela İzzet Melih, kendi okul
arkadaşı ve uzaktan akrabası. Özellikle de Ruşen Eşref, hem

16
Galatasaray'dan arkadaşı, hem de nesrini takdir ettiği yazıcı­
lardan biri. Ve bir de tabii, bilhassa Prens Sabahattin Bey! Türk
düşünce hayatında Ziya Gökalp'ten farklı bir kutup teşkil etmesi
ile tanınıyor. Kaldı ki şu günkü günde Türkiye'de, onun düşünce
sistemi daha bir revaçta görünüyor. Ayrıca Ziya Gökalp'e göre
Hisar, Prens Sabahattin'i daha yakından tanıyor. Paris'te iken
ona o kadar yakın. Çünkü İttihat Terakki'cilere değil, ona yakın
hissediyor kendini. Onun tesiriyledir ki devlet memurluğuna
ve bürokrasiye, 'lara varıncaya kadar itibar etmiyor. Hatta
kendisi açığa vurmak istemese bile, Mütareke yıllarında, Prens
Sabahattin'ci gruplarla birlikte, Milli Ahrar Fırkası'nın kurucu­
ları arasında yer aldığı nasıl olur da unutulur? Bu parti bilindiği
gibi, Anadolu'da başlayacak olan Milli Mücadele'ye destek çık­
mış, sonra da kendini feshetmek yoluna gitmiştir. Demek istiyo­
ruz ki Prens Sabahattin gibi yakından tanıdığı bir düşünürün,
Hisar tarafından yazılması beklenen bir husus olmalıydı. Fakat
onun bu yönünü, Cumhuriyet tarihi boyunca devamlı örtük tut­
mak istediği anlaşılıyor. Fakat bu hatıraların bir yerinde Prens
Sabahattin, hafiften başını çıkarır gibi de olur. Cenab Şehabed­
din bölümü bu açıdan ayrıca okunabilir.

Refik Halit ile Ahmet Haşim

Bir de burada Refik Halit'in yokluğu meselesine değinmemiz ge­


rekiyor. Çünkü Refik Halit Hisar'ın, Galatasaray'dan yakın arka­
daşıdır. Daha önemlisi de Refik Halit ile Ahmet Haşim, Abdülhak
Şinasi'nin sahibi olduğu edebi birikimin en çok farkında olanlar.
Düşünün ki Mütareke yıllarında Refik Halit, Hisar'ın geliştirdiği
roman anlayışını o kadar benimser hale gelir. Maupassant tar­
zından rücu ile, İstanbul'un İç Yüzü romanını kaleme alır ve bu
eserini Hisar'a ithaf ederek yayınlar. Dolayısıyla bu romanın,
Refik Halit'in eserleri arasında, çok farklı bir anlayışı temsil et­
tiği kolayca anlaşılır. Vakaları kırmak, gerilimi düşürmek, tahlili
ön plana çıkarmak, ilgili romanın alametifarikaları arasındadır.
Biz bu roman tutumunu, ancak Abdülhak Şinasi Hisar'm telkin
ve tesirleri ile izah edebiliyoruz. İşte bütün bunlara rağmen de

17
Hisar, bu halıralarında Refik Halit'e yer vermiyor. Bu duruma
sadece dikkat çekmek istiyor, fakat sebebini izaha girişmiyoruz.
Son bir husus olarak da, Hisar'ın hayatının son günlerinde
kitaplaştırdığı Ahmet Haşim'le ilgili yazılara değinmemiz icap
ediyor. Bilindiği gibi Haşim, Hisar'm kendine en yakın hissetti­
ği sanatçı!.. Yahya Kemal'den bile daha yakın! .. Galatasaray'dan
arkadaşı ve ömür boyu dostlukları devam eden birisi. Belki bun­
da bir istisna düşünülürse, o da Ahmet Haşim'in, Piyale adlı şiir
kitabını yayınladığı sırada () birbirine küs olmaları. Dola­
yısıyla dostluğun derinliğine bakın ki, tam da o sırada Haşim,
çıkacak kitabı Piyale'yi Abdülhak Şinasi Hisar'a ithaf etmek bü­
yüklüğünü gösterir. Fakat bu ithaf, bir ilk değildir ki!.. Bundan
önce de Haşim, bazı önemli şiirlerini Abdülhak Şinasi'ye ithaf­
tan geri durmamıştır. Dolayısıyla Haşim'in kendi şiirini, en iyi
ve en erken kavrayan kişi olarak Abdülhak Şinasi Hisar'a ayrı
bir önem verdiği ortadadır. Çünkü Hisar, Mütareke yıllarında
Göl Saatleri'ni () yadırgayan çevrelere, bu şiiri izah noktasın­
da adeta bir misyoner kesilmişti. Ayrıca bu şiirin edebiyatımız
için yeni bir ufuk teşkil ettiğini ilk söyleyen o olmuştu. Bunun
için de sayısız yazı kaleme almıştı.
Haşim'in bir de, İkdam ve Akşam gibi gazetelerde sürdür­
düğü günlük yazı denemeleri vardır. Haşim'e bu imkanı sağla­
yan, gazeteleri kapı kapı dolaşarak Haşim'in oralada bağlantı­
sını kuran kişi, gene Abdülhak Şinasi'den başkası değildir. Yani
Haşim'in nesirde de başarılı olabileceğini keşfeden, buna ken­
disini ikna eden kişidir Abdülhak Şinasi. İşte bu yüksek sanatı
takdir bir yana, aralarındaki derin dostluğun hatıralar biçimin­
de yazılması, anlatılması gerekmez miydi? Nitekim görüyoruz
Hisar'ın, hakkında en çok yazı yazdığı kişidir Ahmet Haşim.
Hem eleştiri ve tahliller biçiminde, hem de bu eserde okuyacağı­
nız gibi edebi hatıralar olarak!..
Fakat Haşim'le ilgili bu yazı bolluğu, bizi bu eseri hazırlar­
ken rahatlatacağı yerde, tahminierin ötesinde sıkıntıya sevketti.
O da Hisar'm, Haşim'le ilgili müstakil bir eserinin bulunma­
sından ileri geldi. Hisar, Ahmet Haşim: Şiiri ve Hayatı () adlı
eserini hazırlarken, ister istemez o eski yazılarını da kullanmak
istemiş, hatta kullanmış da!.. Dolayısıyla Hisar'm Haşim'le il-

18
gili hatıra metinlerinin, Geçmiş Zaman Edipleri'ne dahil edilip
edilmeyeceği hususu bizi epeyi düşündürdü. Nihayetinde aynı
muhtevayı tekrarlamamak adına söz konusu yazılardan hiçbiri­
ni, ilk halleriyle bile olsa, Geçmiş Zaman Edipleri'ne dahil etme­
meye karar verdik.
Yalnız o metin karşılaştırmalarımız sırasında şunu fark et­
tik: Hisar daha önce yazdığı metinleri kitabına dahil ederken
orasından burasından bölüp parçalamış. Bu bölümleri birbirinin
devamı olarak da değil, hazırladığı kitabın ihyacına göre ayrı
ayrı yerlere, bölümlere yerleştirmiş. Bu bölümler için de ayrı ayrı
başlıklar kullanmış. Hatta bazı bölümlerin başlarına, aralarına
paragraflar eklemiş. Tabii bütün bunların sebebi, müstakil ma­
kale veya hatıra metinleri ile, kitabın ihtiyaç duyduğu bir farklı­
lıktan ileri geliyor. Bir de şu var ki yazılan her yazı, kendi içinde
yazıldığı dönemin aktüalitesinden bir şeyler barındırır.
Bütün bu izahların ardından vardığımız sonuç şu oluyor:
Sözünü ettiğimiz, Haşim'le ilgili hatıra metinlerin müstakil hü­
viyetleri, büsbütün ortadan kalkmıştır. Çünkü onların parça­
lanmış, dağılmış, genişletilmiş, kitabın orasına burasına serpiş­
tirilmiş halleri başka, yazıldığı halleri ile ifade ettikleri özgün,
bütünlükçü yapıları daha bir başkadır. Metin mukayeselerine
heves duyan okuyuculara bilgi mahiyetinde yeri gelmişken bu
konuyu da böylece açıklama gereği duyduk.

Geçmiş Zaman, Başka Zaman

Bu eser dolayısıyla Abdülhak Şinasi'nin, "zaman" kavramı kar­


şısında takındığı bir tutuma da temas etmek gerekir. Onun sa­
natının şifreleri burada yatmaktadır çünkü. Roman ve hikayele­
rinde olsun, Boğaziçi Yalıları veya Boğaziçi Mehtapları'nda olsun,
ya da burada olduğu gibi hatıra-portrelerde Onda şahidi oldu­
ğumuz farklı bir zaman idraki, yazdığı metinleri baştan sona iş­
gal ediyor, dolayısıyla da kendi rengine boyamakta gecikmiyor.
Nihayetinde de yazdığı metinleri ve kişileri bir uzak zamana,
bizim dünyamızdan ve zamanımızdan çok çok ötelerde duran
bir "geçmiş zaman"a öteleyip duruyor.

19
Mesela Saffeti Ziya'yı anlatırken kullandıgı bir ifadesi var
ki bayağı dikkat çekici: "Tarihten önceki vukuat" diyor. Yani
anlattığı şeylerin bize göre çok uzak zamanlarda cereyan ettiği­
ni, bunların şimdiki zamanla alakasının kurulamayacağını söy­
lemek istiyor. Gene bu eserin ilk metinlerini teşkil eden Ham­
dullah Suphi bölümlerinde de benzer bir ifadesi var: "Dostluğa
inandığımız o zamanlarda." Hisar buna benzer, anlattığı husus­
ların bizim zamanımıza olan uzaklığı duygusunu verebilmek
için, zamanı sürekli müphemleştirmeye dayalı bir dil geliştiri­
yor. Böylece de bu metinlerin yazıldığı veya bizim tarafımızdan
okunduğu zamanla, hadiselerin cereyan ettiği zamanlar arasm­
da öyle büyük mesafeler, uçurumlar hasıl ediyor ki tahmin edi­
lemez. İşte o uzak zamanlara Hisar, eserin adında olduğu gibi,
"Geçmiş Zaman" tabirini kullanıyor. Fakat mantıki olarak dü­
şündüğümüzde de o zamanlar, bize çok uzak ve eski gelmiyor,
gözükmüyor. Çünkü şunun şurasmda takvimle tayin edilen, yıl
olarak hesap edilebilen zamanlar bunlar. Fakat o sayıp döktüğü
bin bir ayrıntı ile, gelip geçen modalarla, devir-dönem kırılma­
ları ile aramıza öyle setler çekiyor, bunları kurduğu uzun cüm­
lelerle öyle dolduruyor ki, biz buradan ister istemez bir uzaklık,
eskilik, geçmişlik duygusu ediniyoruz. Dahası, Hisar'm bizzat
kendi sanatının ürettiği bu derin, müphem zaman algılaması
karşısında da adeta ürpertiler duyuyoruz.
İsterseniz bu izahı biraz daha geliştirelim. Yukarıda bir yer­
lerde, Hisar'm yazdığı sanatçılara ilişkin değişmeleri, kırılma­
ları gözlemlediğini, bunların anlatırnma büyük önem verdiğini
söylemiştik. Kaldı ki geçen zamanla birlikte devirlerin değişme­
si kadar, anlatılan sanatkarların değişmesi de çok tabiidir. Fakat
bu metinleri okurken, aynı anda, yazıcı Hisar'm da değiştiğini
farkediyoruz biz. Yani öyle bir hal ki bir yandan devir dönem,
bir yandan anlatılan sanatçı, öbür yandan da anlatıcının bizzat
kendisi İşte Hisar bütün bunları anlatırken, süratle akıp giden
bir zaman duygusu ile, bizi adeta karşı karşıya bırakıyor.
Fakat burada asıl önemli olan, bize göre, yazdığı sanatçıdan
ziyade, Hisar'm bizzat kendisinde şahit olunan bir değişmedir.
Sanatkarlada ilgili olan hususları zaten bu metinlerden okuma
imkanı bulacaksınız. Ne var ki Hisar'a ait olan ve bu metinlerin

20
orasına burasına monte edilmiş, şifre niteliği arz eden dil kulla­
nımlarına ise özellikle işaret edilmesi gerekiyor.
Nitekim Cenab Şehabeddin'le ilgili hatıralarını nakleder­
ken, şöyle bir ifade kullandığı dikkatlerden kaçmıyor: "Çocuk­
luğumun hayranlığın ı, ilk gençliğimin hayretini, orta yaşıının
anlaşamamazlığını ve son zamanlarıının teessürünü tespit eden
dört beş hatıraını kaydedeceğim." O zaman burada sormamız
gerekmez mi? Değişen kim, Cenab Şehabeddin mi, Hisar'ın biz­
zat kendisi mi? Yoksa, yazan ve yazılan olarak, her ikisi birden
mi değişime uğramışlardır? Kuşkusuz biz bu metinleri okurken,
Cenab Şehabeddin'e ait olumlu-olumsuz bazı gelişmelere şahit
oluyoruz. Fakat alttan alta, Hisar'ın bizzat kendisinde cereyan
bir başkalaşma da söz konusudur ki, bunu asla unutmamak icap
eder. Veya şöyle ifade edelim: Bir kişiye veya nesneye çocuklu­
ğumuzda, ilk gençliğimizde, orta yaşta veya yaşlılıkta bakıyo­
ruz ve onu her seferinde de farklı farklı idrak ediyoruz gibi bir
durum.
İşte bu tür atıflarla, Geçmiş Zaman Edipleri'ni teşkil eden me­
tinlerde sık sık karşılaşmak mümkün. Mesela:

Lakin dalgın ve muhayyel hayatıının çocukluğunda, gençliğin­


de, ve orta yaşında hayal, hakikat, sanat ve ölümün canlı, hesabi,
mesut ve biçare yüzlerini temsil ederek, bana dört kıymetli ders
vermiş olduğunu düşünüyorum.

İnsanlar yaşlandıkça aralarındaki dostluklar git gide ya fikir,


ya menfaat yakınlıklarına dayandığı için bir dostluk, bir hayat
içinde ne güç kök tutar! (.. . ) Öyle ki insan, içinde bu uzun kök­
lerin artık kuruduğunu duyduğu gün temelinden sarsılıyor.
[Celal Sahir]

Gençler geleceğini hissettikleri "iyi zamanları" kendi yakın is­


tikballerinde görürler, bu hayal onlara şimdiden içine girdikleri
bir saray, bir kilinat gibidir" gibi!.. [Hamdullah Suphi]

Öyleyse biz bu hatıralar vasıtasıyla, Hisar'ın çocukluğundan


itibaren tanıdığı sanatçıları okuyacağız. Fakat aynı zamanda da

21
Hisar'ın bizzat kendisini! Dolayısıyla duyan, düşünen, değişen
bir yazıcı ve onun bakış açısı, bu eseri baştan sona işgal ediyor
gibi bir durum söz konusu.
Hisar'ın yakın arkadaşı Yakup Kadri'nin, Gençlik ve Edebiyat
Hatıraları'nın başına koyduğu şu ifadeleri dikkat çekici:

Arkamda bıraktığım uzak geçmişi hayalimde tekrar yaşarken,


"zevk" diyebileceğim bir şey duymamaktayım. Hatta tam ter­
sine hayıflanmaya, yerinıneye ya da hayal kırıklığına benzer
bir takım yürek sıkıntıianna kapılmaktayım. Çünkü, o geçmiş­
te birçok yanlış davranışlar, kaçırılmış fırsatlar, erişilmemiş
amaçlar görmekteyim. (Bilgi Yayınevi, )

Kuşkusuz Hisar'ın, kendi eserinin/başına koyduğu böyle bir ön­


sözü bulunmuyor. Keşke bu eser onun sağlığında yayınlansay­
dı da, o da geriye böyle bir önsöz bıraksaydı diye düşünmeden
edemiyoruz. Ayrıca o bu bölümde nelere işaret ederdi, doğrusu
onu da kestiremiyoruz. Yakup Kadri gibi bir acıyı, nedameti mi
dile getirirdi? Kendi tarzını, yöntemini mi açıklamaya çalışırdı,
kestiremiyoruz. Fakat bu hatıra-portrelerin okunmasından ne
çıkıyor, geriye ne kalıyor? İşin bu kısmına girmiyor ve onu doğ­
rudan okuyucunun kendisine bırakmak istiyoruz.

Necmettin Turinay
Ankara, Nisan

22
EDIPLERIMIZE DAIR
. . . .

HATIRALAR
Edebi Musahabe
Hamdullah Suphi'ye Dair Hatıralar I -

O zamanın hatıraları ruhuma öyle sinmiştir ki hiUa daha, uyur­


ken kalbimin üstüne biraz fazla yaslanmış olsam, kendimi o
aleme dönmüş sanırım. Fakat bir türlü geçmiyor zannolunan
günlere ve gecelere rağmen, seneler o kadar çabuk geçti, aradan
öyle berrak mevsimler ve bedbaht seneler, ihtilaller, harpler ve
facialar ve öyle beklenmez, inanılmaz ve unutulmaz şeyler geçti
ki, şimdi o eski zamanları tavsif için "tufandan evvel" demek
ihtiyacını duyuyorum.
Meşhur bir söze tebaiyetle haydi tufandan evvelki zamanı
karıştırmasak bile, bu hatırlatmak istediğim 1 seneleri,
ismi o vakit Mektebi Sultani olan Galatasaray Lisesi herhalde
türlü türlü sefaletler içinde, fakat ümit suları üstünde yüzen bir
Nuh gemisini andırırdı. Talebe bilhassa yağışlı, ıslak ve karlı
mevsimlerde, titreşen zavallı bir muhacir kafilesine benzerdi.
Sabahları yataktan uykuya doymamış ve bir saniye geç kalma­
yı bir kar sayarak ayrılır, midelerimizi yemekle doyurmaktan
ziyade, iştahımızı çirkin kokularla kaçıran yemekhanelerin ki­
rinden yarı aç kalkardık Rutubetli dehlizlerde rüzgarlar eser,
çamurlu ve karlı bahçelerde ayaklarımız sızlar, ellerimiz donar­
dı. Bütün bunlar hassasiyetimizi marazi bir halde arttırıyordu.
Bazı günler Boğaziçi'ne yahut Adalar'a gittiğini duyduğumuz
bir vapurun uzaktan gelen sesi ruhumuzdaki daüssılaya doku­
nunca, bütün mevcudiyetimiz sanki manevi bir romatizma ile

25
sızlardı; ekserisini "rate" ve akılsız bulduğumuz ve haklarında
hiçbir hürmet beslemediğimiz, bazıları ise aramızda tahkiri ta­
zammun eden lakaplarla anılan hocalarımız bize, ne hayalimizi
zenginleştirecek ne ruhianınıza bir gıda olacak bir ders veremi­
yorlardı. Dersler hep imtihanlar için öğrendiğimiz kaba, kuru
şeyierdi ve bütün bu ruhsuzluk, bu gıdasızlık, bu rahatsızlık
felaketleri arasında, çabuk çabuk akan, parlayan ve geçen em­
salsiz şiir ve lezzet menbaları vardı: Pikirierimize bir aşinalık,
samimiyetimize bir mukabele bulmak imkanını balışeden te­
neffüs saatleri! Bahçeye çıkınca, dostluğa inandığımız o zaman­
larda, kendimize benzediklerini sandığımız arkadaşlar vardı;
onlarla, bir işte şerik olanlar arasında mutat olduğu gibi, kesik
kesik cümlelerle çabuk çabuk konuşup anlaşmak, emellerle hül­
yalarımızı birbirimize itiraf etmek, edebiyattan, hürriyetten,
Paris'ten ve atiden bahsetmek imkanı vardı. Dört kuru duvar
arasında bir leyli mektep bahçesi, ne kadar hülyaların sinmiş ol­
duğu bir yerdir. En asil hayallerin konduğu yüksek bir tepe, bir
ati yuvası ve akıllara heyret verici bir yer!
Senelerden sonra, bu bahçeyi tekrar gördüğüm zaman bu
kadar küçük, bakımsız, hakir ve manasız göründüğüne, taşları
arasında her yerdeki yeşil otların bittiğine ve toprağının da her
taraftaki adi, esmer ve hissiz topraktan ibaret olduğuna hayret
ettim. Benim hafızamda, büyük ressamların tersim etmiş olduk­
ları resimler gibi, manalarla ve şiirle dolu harikulade bir bahçe,
müstakbel saadetterimizin mahfuz bulunduğu bir hazine idi ve
biz halin bütün yoksulluklarından ve rahatsızlıklarından ziya­
de, istikbalin vaatlerinin hakikatine inanıyorduk.
Mektebin sınıfları üç bahçeye tabi idi. Bunların her birinde
ancak birkaç sınıfın talebesi birleşip tanışırlar, diğerleriyle ihtilat
etmezlerdi. Bizden birkaç yaş büyük olan Hamdullah Suphi bü­
yüklerin bahçesindendi. Fakat Müfit Ratip, Ahmet Haşim, İzzet
Melih, Emin Bülent, ben vesair birkaç arkadaşın edebiyatla işti­
gal ettiğimizi duymuş, bize haber gönderdi ve bir gün teneffüs
saatinde tanışmak için bahçemize geldi. O zamanlar ekser tale­
benin giydikleri de, mektebin sefalet manzaralarına ve renkle­
rine uygundu. Hamdullah Suphi'nin giyinişi ise itinalı idi. Sesi
samirniyetten ziyade resmiyet hissini veriyordu ve o teşrifatla,

26
tekellüf perestane bir tarzda konuşuyordu. Bize edebiyattan,
Namık Kemal'den, atiden bahs etti. Hamdullah Suphi'de vatan
aşığı ve şairi Namık Kemal'in tesiri çok mühim olmuştur. Ger­
çi kendisini tecrübesi çoğalmış bir ağabey telakki ediyor, fakat
bize itibarla hitap ediyordu. Ruhumuza bir tesir icra etmek iste­
yen üstat veya arkadaş, en evvel bize inandığını göstermelidir.
Öyle zengin bir kalbi olmalıdır ki bize muhabbet ve emniyetini
bezl ettiğini görebilelim.
Hamdullah Suphi hakkımızdaki muhabbetli sözleriyle,
nezdimizde kendi nüfuzunu tesis ediyordu ve biz de kendimi­
ze verilen bu ehemmiyetten memnun oluyorduk. Birbirimizden
tekrar görüşmek temennisiyle ayrıldık Onunla ilk görüşmemi­
zin bu tarzını sonra adet edindiğini ve tanışmak istediği baş­
kaları için de tatbik ettiğini gördüm, ve onunla ilk görüştüğüm
gün bana yaptığı tesiri sonra birçok gençlere de yapmış oldu­
ğunu müşahade ettim. Binaenaleyh bu ilk hissim sonraki gör­
düklerimle teeyyüt etmiştir: Hassas, şair bir mütefekkir olan ve
ta mektepte bulunduğu zamanlardan beri ruha heyecan veren
fikirleri seven Hamdullah Suphi, sözleriyle genç kalplere mu­
habbet ve hürmet telkin etmeyi bilen, daha hisli bir hayata atıl­
mak cesaretini bahş eden ve muvaffak olmak ümidini veren,
nazariarın hududunu tevsi ve kalplerin hararetini tezyit eden,
ruhları yükselten, hülasa asil bir musiki tesiri yapan üstatların
soyundandı.
Böylece tanıştığımız Hamdullah Suphi bizi, o tatil mevsi­
minde, Küçük Çamlıca tepesinde pederinden kalan korudaki
köşkte bir öğle yemeğine davet etti ve o gün ilk defa, onun hül­
yalarını açan manzaraları, fikirlerinin kök salmış olacağı yerleri
gördük. Bütün bu güzel ve büyük koru, buradaki ahşap ve şimdi
harap köşk, izmihlal eden bir eski zaman debdebesine, gönüller­
de baki kalan ve hatıralarda yaşayan bir asalet ananesine delildi.
Eski zaman çehrelerinin mübarek ve yüksek manalarını taşıyan
birer sima gibi manidar yerlerdi. Buralarda yaşayan ecdat geniş
odalar, sofalar ve mufassal teşrifat içinde kendi ruhlarının va­
karını korumuş olacaklardı. Şahsın kendi kendisine verdiği bu
paye, bu asalet hissi, bu ecdattan ve bu yerlerden arkadaşımızın
ruhuna sinmiş olmalı ve fikirlerinin köklerini bu yerler besle-

27
miş olmalı idi. Hamdullah'ın babası Suphi Paşa ve büyük babası
Sami Paşa'dan evvelki ecdadı da, Mora'nın merkezi olan Tire­
Paliçe'nin mutasarrıfları ve aynı zamanda oradaki Nakşıbendi
tekkesinin bütün cemaat işleriyle uğraşan şeyhleri imiş.
Sınıfımız değişince biz de artık büyüklerin, Hamdullah'ın
bahçesine gelmiştik. Ders aralarında buluşuyor, yeni dostumu­
zun seslerini dinliyorduk. Onun biri kalbine, latifesine ve evine
ait hususi; diğeri telkinine, işlerine ve yabancılara ait resmi iki
sesi vardır, yahut sesi bu iki makamdan birine tabi olur. Arka­
daşlarımız bize, niçin kendileriyle oyun oynamadığımızı so­
rarlardı. Fakat hülyalarımıza, atiye ve şiire dair sözlere hangi
oyunları tercih edebilirdik? Bizim yaptığımız gibi, şiir ve hülya
ile, hayat ve istiklal ile oynamak, daha müheyyiç bir oyun değil
miydi? Bu bahçe saatlerinde uzun uzadıya atiden, arzularımız­
dan, emellerimizden bahsederdik ve tasavvur ettiğimiz hayat
ne cazip, ne güzel, ne kadar da hürdü! Gençler geleceğini hisset­
tikleri "iyi zamanlar"ı kendi yakın istikballerinde görürler, bu
hayal onlara şimdiden içine girdikleri bir saray, bir kainat gibi­
dir. Ve daha ancak kendi hülyalarında mevcut olan bu güzellik­
ler de kendilerinin asıl sevgilileridir. Mektebi Sultani'ye, demin
yad ettiğim maddi hayatın bütün hatıralarına rağmen, manen
ne kadar şükran borçlu olduğumu duyuyorum. Zira gençliği­
min bu tahayyül, bu ümit, bu iman senelerini o muhit içinde
geçirdim ve burada maddi çerçevenin sefaletine rağmen, ruhla­
rımızın inkişaf ve serbestisine halel gelmiyordu. İstipdadın tev­
lid ettiği anarşi içinde, harice nefretle bakan bu muhit, emeller­
den ve ümitlerden mahrum kalmıyordu. Epeyce öğrendiğimiz
Fransızca sayesinde kendimize, inanabileceğimiz üstatları da,
bilhassa hariçte, buluyorduk.
İşte, bu samimiyet, tahayyül ve itiraf saatlerinde Hamdul­
lah Suphi, ati hakkındaki arzularını böyle icmal ederdi: Sesiyle
halkı sevk etmeyi bilen kuvvetli bir hatip olmak, bir de memle­
ketin maarifini istediği istikametlere tevcih eden müteceddit bir
Maarif Nazırı olmak istiyordu. Mazi bizi ne kadar eski bir za­
mandan beri hazırlar, yaptığımız işlerin ve hatta hayalimizden
geçen şeylerin bize meçhul kalan mezarlar içinde ne derin ve ne
eski kökleri ve sebepleri vardır? Birçoklarımız, Hamdullah Sup-

28
hi gibi, filhakika istediklerini olmuşlardır, çünkü hep mukad­
der olan şeyleri istemişlerdi. Denilebilir ki inkişaf eden atinin
tohumlarını, zaten kendi kalplerinde taşıyorlardı.
O zamanlar bile Hamdullah Suphi'nin ismi, kendi sınıfın­
dan diğer sınıfıara geçerek, mektep muhitinde tanılınağa baş­
lamıştı. Ve onun belki birbirine zıt olan şöhretleri vardı. Evvela
hiçbir fen için hususi bir temayülü olmadığı, hatta fenden uzak­
laşan bir zihniyeti olduğu halde, bir fen adamı olarak telakki
ediliyordu. Bu şöhretinin hikmeti şudur ki Hamdullah Suphi,
ta mektep zamanından beri, bütün bildiğini çok iyi bilir ve ka­
tiyetle söyler. Kafası mütemadiyen madalyanlar darp eden bir
makina gibi, muntazam cümleler hazırlar. Sözleri hep yazılmış
cümleler halindedir. Bunun içindir ki, bugün de yazmaktan zi­
yade söyleyerek yazdırınayı kolay buluyor. İşte, içimizden kim­
se bildiğini böyle söylemez ve bundan dolayı onun çok bilmişli­
ğine ve fennine hükmederdi.
Sonra manzumeler yazdığı ve bahçe zamanlarında bazan
bir cezbe halinde yüksek sesle şiir okuyarak gezindiği için ken­
disine şair diyorlardı. Biz daha ziyade Edebiyat-ı Cedide üstatla­
rının tesirine kapılıyorduk. İzzet Melih "Tezad"ının ilk şekli olan
ve benim o zaman daha ziyade beğendiğim "Maziye Rağmen"
hikayesini büyük bir hürmetle Halit Ziya Bey'e ithaf ediyordu.
Cenab Şehabeddin Bey'in şiirleri bende bir sihir tesiri yapıyor,
kendi kendime ve başkalarının yanında muttasıl sevgili şairimi
zikrederek:

Kim bilir, kim bilir neler söyler


Bu susup durma sonra söylemeler

diye mırıldanıyordum. Hala daha, ne zaman Edebiyatı-Cedicle


Kütüphanesi'nin kırmızı-beyaz kaplı kitaplarından birini gör­
sem, vaktiyle pek sevilmiş şeylerin bir malıfazasım görmüş gibi,
mütehassis olmaktan kendimi alamam. Hamdullah Suphi o
zamanlarda, dışarıda edebi simalardan birkaçını, mesela Halit
Ziya ve Faik Ali beyleri tanır, onlarla görüşür ve bize onlardan
bahsederdi. Fakat o, Edebiyat-ı Cedide'nin üstünden atlayarak,
daha evvelki Namık Kemal, Abdülhak Hamid ve kendi amcası

29
Samipaşazade Sezai beylerin azarnet hissini daha iyi duymuş
olan neslinden ilham alıyordu. Bizim malumatımız daha ziyade
kitabi kalıyor, onunki doğrudan doğruya ruha, fikre, söze, "ak­
tualiteye" hülasa hayat ve hakikate temas ve istinat ediyordu.
Hamdullah Suphi kitapları hiç bilmiyordu, İzzet Melih
Fransız tiyatrosuyla teferruatına kadar meşguldü. Ahmet Ha­
şim Fransız sembolist şairlerinin şiiriyle meşbu idi. Ben bütün
vaktimi Fransızca kitaplara vakfediyordum. Esasen içlerinden
muhtaç olduğumuz bütün sevgili musikiler, iklimler ve hayat­
ların intişar ettiği kitapların bir gün bile, nasıl ihmal edilebile­
ceğini hiçbir zaman anlayamadım ve daima Celal Sahir Bey'in
meşhur bir mısraını tanzir ile, "Kitaplar olmasa öksüz kalırdı
eyyamım" diyeceğim gelir. Fakat o bunlardan müstağni kalmış
ve mektep zamanlarında bile pek az okumuştur. O sıralarda
Ahmet Şuayp Bey'le ilk tanıştığı gün, malumatfuruş olan ve her
ilmi yalnız kitaplarda gören bu muharrir, ona derhal ne oku­
muş olduğunu sormuş. Hamdullah o zamanlarda belki yirmi
yaşında bir gençti. Saymaya başlamış: "Aziyade, Les Chatiments,
L'Aiglon, Pecheurs d'Islande" demiş ve söylenecek başka bir isim
hatırlamayınca, Ahmet Şuayp Bey bu kadar az okumuş bir gen­
cin kalemiyle bir isim kazanmaya başlamış olmasına şaşarak:
"Demek ki size de ancak dört kitap nazil oldu! .." cevabını ver­
miş. Bilahare bize bu sözleri nakleden arkadaşımız, hafızasına
kızarak "Halbuki hiç olmazsa on kitap okumuşumdur, hatırla­
yamadım işte!.." diyordu.
Fakat bizim, kendisine hiçbir hudut tanımayan muhayyile­
mize ve hiçbir istinat toprağı aramayan kültürüroüze mukabil,
Hamdullah'ın etrafımızdaki hakikatİn hududunu tanımaya baş­
layan ve en evvel bizi tahdid eden bu tali ve mukadderata ram
olarak, sonra onları ila etmek isteyen ruhu ne kadar daha haklı
imiş!.. İşte bilahare icraat hayatına giren bu mütefekkir, yine bu
sayede sukut etmemiştir.
Hamdullah Suphi kendini idrak etmeye başladığı o günler­
den beri, vatanı ve milleti için "daha iyi günler"in layık olduğu­
nu duymuş, sözleri, hitabeleri ve şiirleriyle hep o günleri çağır­
mıştır. Tevfik Fikret'in, "Bu memlekette de bir gün sabah olur­
sa, Haluk!" mısraı, söylendiğinden çok zaman evvel hepimizin

30
ruhunu dolduran bir histi. Onun için bu mısraı bu kadar kolay
tefsir etmiş, bu kadar zengin duymuş ve bu kadar sevmiştik. O
da ruhumuzdaki daussılayı inleten bir sesti.
Hamdullah Suphi'nin yazdığı şiirlerin ekserisi bile içinde
bulunduğu hayat ve hadiseleri terennüm ediyor, vatanamızm
geçirmekte olduğu acı devirden, hülasa aktüaliteden ilham alan
şiirler oluyordu. O, istipdat aleyhine gayet coşkundu. İşte bu
coşkunlukla yazdığı manzumeleri Paris'e amcası Samipaşaza­
de Sezai Bey'e gönderir, o da bunları Paris'te İttihat Terakki'nin
neşrettiği Şura-yı Ümmet gazetesine dere ederdi. O devirde Şura­
yı Ümmet İstanbul'a gizlice gönderiliyordu. Bu manzumelerin
Hamdullah Suphi'nin olduğunun anlaşılması, kendisi için şüp­
hesiz pek büyük tehlikeleri mucip olacaktı. O şiirlerini bastır­
mamaktansa bu tehlikelere girmeyi tercih ediyordu.

Muhit, Teşrinisani , nr. 25, s.

31
Edebi Musahabe
Hamdullah Suphi'ye Dair Hatıralar - II

İtalya dahi şairi Gabriele d'Anunzio, bir gün, İtalyan Millet


Meclisi'nde, kendisinin güzelliğin mebusu olduğunu söylemiş.
Sonra, "estetik" muallimi olunca güzelliği birtakım düsturla­
ra rabt ve ders halinde talim eden Hamdullah Suphi, ta o za­
manlarda, güzelliğin aşığı ve taraftarı olduğunu da beklenmez
bir tarzda göstermişti. tarihindeki Rus-Japon muharebesi
esnasında bütün arkadaşlarımız, Rusların tarihi düşmanlığını
ve vatanımıza ne muzır olmuş olduklarını bilerek Japonların
muzafferiyetlerini alkışlarken, içimizden yalnız o, kalbinde bes­
lediği güzellik muhabbetiyle, güzellik narnma da bir fikir ser­
detmek ve bir söz söylemek cesaretinde bulunmuş: "Çirkin bir
ırkla güzel bir ırk çarpışıyor, ben dünyada çirkinliğin tarafını
iltizam edemem, güzellik tarafında kalarım" demiş ve bu sözü
bize cidden garip görünmüştü. Aradan birçok seneler geçti, bir
gün mühim bir payitahta, setirimiz olarak gayet çirkin bir zat ta­
yin edilmişti. Siması bilakis ince, munis ve kendisi zarif, sevimli
bir genç de katip olarak ona refakat edecekti. Senelere rağmen
değişmemiş olan Hamdullah birdenbire, ta o eski sözünü ha­
tırlatan bir cümle ile, katibe: "Sizin sefirle birlikte gideceğinize
çok memnun oldum. O yalnız gitseydi, Türklerin pek çirkin bir
mümessili olacaktı. Siz onun yanında milletimiz hakkındaki fi­
kirleri tenvire yarayacaksınız" dedi.
Hamdullah Suphi, mektepten çıktıktan sonra ve Meşru-

32
tiyet'ten bir sene kadar evvel büyük bir hastalık geçirmiş, pek
sarsılmış bir halde kaldığından yorgunluğun, zafiyetin ve miza­
cı bir kabiliyetİn neticesi olarak kuvvetli bir nevrasteniye tutul­
muş. Yirmi sene sonra bu hastalığın kendisinde büyük bir zihin
yorgunluğu neticesinde nüksettiğini gördük. Hamdullah Sup­
hi'ninki kadar kalabalık bir muhite, yevmi bir temas ile yorulan
asabın, bazan böyle isyan etmemesi imkansız değil midir? Bir
de o, bütün icraat ihtiyacını tevarüs etmiş olduğu ecdadından,
bazan manevi inzivaya çekilmek ihtiyacını da tevarüs etmiş ol­
malıdır. Öyle ki ömrünün uzun say seneleri arasında belki böyle
asabi bir yorgunluk neticesinde büyük bir sükilt, uzun bir ta­
hayyül ve tam bir vahdet fasılası ile geçirilecek devrelerin be­
lirlemesi tabii ve mukadderdir. Bunu anlamak için, bu müfrit
hassasiyet için İstanbul'un dağınık mesafelerinden, Ankara'nın
tozundan, toprağından, gazete idarehanelerinin ve Meclis kori­
dorlarının patırtılarından ve dedikodularından, harareti gittik­
çe artan Ocak içinde sarfedilmiş bu kadar müdafaa ve bu kadar
muzafferiyetten sonra, artık yorulmuş bir asap ile kalınca, sa­
atlerini ancak sabah, öğle ve akşam vakitlerine taksim eden bir
inzivagahın sükiln ve sükiltu içinde kalbinin çarpışlarını ecda­
dının vakur ve yavaş ahengine tevfik etmek, kim bilir ne lezzet,
ne saadet olacaktır. Aynı zamanda sanırım ki bu uzlet, maksat
ve hayatlarını daha iyi anlamak isteyen dindarların, muhtelif
veehelere dağılan kalplerini bir noktaya tevcih etmek ve ondaki
aşkı daha alevlendirmek için, çekmeyi ihtiyar ettikleri ve zaman
zaman da buna muhtaç oldukları "çile"lerden biridir. İnsan bu
uzlette asabını dinlendirir, düşünür, unutur, toplanır, hazırlanır
ve bu sayede bütün mevcudiyet, yeni bir hamle için lazım olan
bir intizam ve çeviklik kesbeder.
Meşrutiyet'in ilanından sonra tekrar buluştuğumuz zaman­
lar Hamdullah Suphi, muhitinde iyi bir tesir yapmaya pek ziya­
de itina eden bir gençti. Daima hitabet cümlelerine dönen sözle­
ri ve resmi bir ahenkteki sesi, yabancılara daha ziyade musanna
gibi geliyordu. Konuşmasında merasimpereset, giyinişinde ga­
yet dikkatli ve titizdi. Çamlıca tepesindeki güzel koru satılmıştı.
İstanbul'da Horhor'da, pederinden kalma ve artık bahçevansız
ve bakımsız bir bahçe ortasında büyük, kagir ve eski bir konakta

33
oturuyordu. Gidip iki üç saat Beyoğlu'nda gezinmek kararıyla
buluştuğumuz günler, sokağa çıkıncaya kadar akla karayı seçer­
dik. Marmara'ya bakan camlardan akşamın koyulaşan mavili­
ği gözlerimize bir davet, bir serzeniş gibi görünürdü. Biz, ümit
ettiğimiz tesadüfleri belki şu esnada kaçırmakta olduğumuzu
düşünür, sabırsızlanırdık. Arkadaşımız iki saat sürecek bu sey­
rana, ancak iki saatte hazırlanırdı. Bir heykeltıraşın yaptığı bir
heykele vereceği itinayı, yahut kendisinin hazırladığı bir nutka
sarf edeceği emeği üşenmez, yorulmaz, usanmaz bir say ile ken­
di kıyafeti için sarf ederdi.
O zamanki matbuat hürriyete kavuşunca, gazetecilik etme­
ye ve muharrirlik hayatına başlamıştı. Abdullah Zühdü Bey'in
neşrettiği ve bir aralık edebi başmakalelerini Cenab Şehabeddin
Bey'in yazdığı Yeni Gazete'de bir müddet, her gün bir mizahi ya­
zısı intişar etti.
Nutkunun cümlelerini tanzim etmemiş ve yüzünün çiz­
gilerini yabancılara karşı birer müdafaa hattı gibi kapayarak,
haricin ciddiyeti karşısında bir cephe almaya mecbur olmamış
olduğu zamanlarda, Hamdullah Suphi'nin kolay kolay ve uzun
uzun gülen, eğlenen, latife eden, neşeli bir gençliği, hiç yıpran­
mamış bir saffeti vardı. Her zaman nükte ile konuşur ve gayet
hazır cavaptır. Komik şeyleri görür ve gösterıneyi sever.
Bir aralık, birkaç ay müddetle, Davul isimli resimli bir mi­
zah mecmuası da neşretmişti. Burada gayet tumturaklı ve eğ­
lenceli birkaç manzumesi vardı. Birisinde, hatırlıyorum ki "peki
efendim" demek itiyadında olan mebusları tehzil ile, Mahmut
Şevket Paşa'dan bahsederken "fikrinin hay hay diye başlarlar is­
tihsanına" diyordu.
Sonra İkdam, Sabah, Hak gibi gazetelerde, Musavver Muhit,
Resimli Kitap ve Servet-i Fünun gibi mecmualarda, daha kitap ha­
linde toplanmamış birçok yazılar neşretti ve mektepteki şifahi
mücadelelerini hatırlatan birçok münakaşalarda bulundu.
senesinde Fecr-i Ati edebi zümresi teşekkül ettiği za­
man, o da bu toplanışa iştirak etmekle kalmamış, nazım ve nesri
ile tanılmış muharrir, bu zümrenin riyesetine intihap olunmuş­
tu. Hatta denilebilir ki Fecr-i Ati reisinin Rumeli seyahati esna­
sındaki gaybubeti ile dağılmıştı.

34
Yine o sıralarda Hamdullah Suphi ilk önce Ayasofya rüştiye­
sinde kitabet ve Fransızca, bilahare Darülmuallimin'de edebiyat
ve fen, terbiye, nihayet Darülfünun'da estetik muallimliklerine
tayin olunmuştu. Bu sonuncu derste, istihlaf ettiği Halit Ziya
Bey ona, bu kürsü ile hereber bir de kitap bırakmıştı: Eugene
Veron'un L'esthetique'i. Fakat, Hamdullah Suphi derslerini yalnız
bu kitaptan çıkarmaya razı olmamış, bilahare mühim bir yenilik
olarak, bu dersi Türk ve İslam Sanayi-i Nefisesi kürsüsü haline
koymuştu.
O zamanlara Hamdullah Suphi talebeye ders takrinin ver­
diği bir meleke ile, fırsat buldukça umumi konferanslar da ve­
riyor ve nutuklar irat ediyordu. Kendisinin hiçbir zaman kita­
bi bir müfekkiresi olmadığını söylemiştim. Seyahatlar ona çok
yaramıştır. Tepebaşı tiyatrosunda ilk verdiği konferanslardan
birinde, dikkat etmiştim ki mevzubahis ettiği fikirler mücerret
birtakım düsturlar olduğu halde, o bütün misallerini, bir müd­
det evvel iştirak ettiği ve zihninde birçok intibalar uyandırmış
olduğu belli olan Romanya ve Rumeli seyahatlerinden alıyordu.
Bir mehaz zikreder gibi, hep bu Romanya ve Rumeli seyahatin­
den bahseden hatip, sanki bütün bildiklerini yolda öğrenmiş ve
oralardan avdetinden eşyasıyla birlikte getirmişti.
Fakat çoğumuzun gözleri daha bağlı kalırken, Hamdullah
Suphi'ninkiler yavaş yavaş açılmıştı. O milletimizin nasıl sağ­
lam ruhlu olduğunu, tarihini ve varlığını biliyor ve bu varlığı
ve bu ruhu korumak için bir iman lazım geldiğini görüyordu.
O, milli abidelerimizi, çeşmeleri, sebilleri, hanları, imaretleri,
mezarları, türbeleri, mescitleri ve ilahi camilerimizi görüyor ve
bunlardan ilim ve muhabbetle bahsedip, bunları gösterıneyi ve
sevdirmeyi de biliyordu.
Şimdi karşımızda daha mezhebini bulmamış ve ona erme­
miş olduğu halde, yaşıyla beraber tecrübesi artmış, kuvvetleri
çoğalmış ve etrafında hayatın, geniş manzaraları açılan bir genç
beliriyor.
Onun pek hususi meziyetleri ve kabiliyetleri de var:
O bilhassa vatanında müstait telakki ettiği bütün genç kuv­
vetleri arayıp takdir ve teşvik etmeye alışkın, onlara mefkureli
bir ruh telkin etmeye ve onlardan kendisi için de bir muhab-

35
bet duymaya susamıştır. Namık Kemal'den ateşli vatanperver­
lik, hamiyet, cesaret, feragat ve fedakarlık dersleri almıştır ve
onu kalbinde bir veli gibi taziz ediyor. Kendi ailevi asaleti hak­
kında, samimi bir hisle mütehassistir ve aldığı terbiyenin tesiri
altında, her zaman asil kalmayı hayatın en büyük mazhariye­
ti biliyor. Onda bir tekke cemaatini asırlarca idare etmiş olan,
ecdattan mevrus bir didinme ve uğraşma ihtiyacı ve kabiliyeti
var. Sesine, milletinin hislerini duyuracak bir olgunluk vermeyi
ve milleti de bu sesle harekete getirmeyi murat ediyor. Mille­
tin marifetiyle meşgul olmayı istiyor. Onda, fikirlerinin maddi
tahakkukunu istihsal etmek, edebiyattan hayata geçmek zevki,
itinası ve azmi vardır. Kütüphanesine çekilmiş bir alim değil,
ilmini muhit, hayat ve tecrübesine medyun bir mütefekkirdir.
Ruhun lirik bir ifadesi olan şiirde bile, vatanını terennüm etmeyi
seven bir şairdir. İstipdada karşı gayzla mütehassistir. Tehlike
karşısında cesaret gösterıneyi biliyor. Hayatta güzelliğin mev­
kiini müdrik ve hukukunu tasdike kaildir. Kendisi hakkında
etrafına iyi bir fikir vermeye daima itina ediyor. Ruhunda hiç
yıpranmamış, tamamen genç kalmış dinç bir cephe, bir neşe var­
dır. Ta mektepten beri elinde tuttuğu kalemine, gazetecilik ha­
yatına girdikten sonra her istediğini yazdırabiliyor. Muallimlik
hayatı da onda, yazmak kudretinden daha müessir olan söyleme
kabiliyetini çoğaltmıştı. Milliyet mefhumunun noksanını, mille­
tin en büyük bir kusuru olarak görmüş, milli ananeleri bulmuş,
kadim faziletiere ermiştir. Ecdadın mirasını ruhunda bir hazine
gibi muhafaza ediyor. Milli abidelerimizin azametini ve güzel­
liğini anlıyor ve bunları hissettirmeye çalışıyor. Onun yapmaya
başladığı şey, fikirleri his haline ifrağ ve ıs'at ve ruhumuza mal
etmektir.
Biz, onun arkadaşları, daha onun kıymetini iyice takdir
edemiyor, kalbirnizin taziz ihtiyacına layık olan bir üstadı, bir
mürşidin tekevvününün arifesinde olduğunu daha idrak ede­
miyoruz. Bu ruhta, etrafına diğer ruhları da toplamayı bilen
mukaddes bir ateş vardır ve yarınki muzafferiyetleri için ken­
disine lazım olan silahlar da bugünden elindedir. O ırsi kabi­
liyederi ve mizacıyla, geçirmiş olduğu hayat ve tecrübeleriyle,
kalbiyle, fikriyle, kalemiyle, sözüyle hazırdır. Her şey onu o

36
sıralarda, 'de açılmış olan Türk Ocağı'nın eşsiz bir reisi ol­
mak için hazırlamıştır. Demin, birer birer, hafızamda bulduğum
canlı hatıraları buraya kaydettim. Hafızamız hatırladığı şeylere,
mazinin daima kullandığı bir şiir damgası basar. Binaenaleyh
ben de mazinin sihrine kapılarak, fazla samimi ve laubali ol­
dumsa mazur görülmeliyim. Fakat yad ettiğim bu eski şeylerin,
hep bu günkü Ocak reisi Hamdullah Suphi'nin simasım tersime
nasıl iptidadan beri başlamış olduklarını, yola çıktıklarından se­
nelerce sonra gözlerimize vasıl olan yıldız ziyaları gibi, şimdi
görüyor ve bunların o zaman delalet ettikleri manaları şimdi
anlıyorum. Mukadderatın tecellisine ve onu Ocak reisliğine ha­
zırlayan taliin inkişafına doğru bu örnrün gidişindeki ziya insi­
cam ve intizamını şimdi kavrıyorum. Dostlarının da bir üstada
gösterebilecekleri en büyük muhabbet, onun kanaatlerinin inki­
şafı hakkında bildiklerini söylemek ve böylece hayat ve eserinin
ihtiva ettiği dersleri daha ziyade tebarüz ettirmek değil midir?
Hamdullah Suphi'yi, hemen kendisini idrak etmeye başladığı
ilk zamanlardan beri tanımış ve hemen otuz senedir samimi­
yetinden mahrum kalmamış olduğum içindir ki, bu gün ruh ve
fikrinin tekevvünü hakkında bu şahadette bulunmayı bir nevi
vazife bildim. Onun Ocak'ı ve Ocak'ın onu bulmuş oldukları
gün, Türk'ün hayırlı ve talihli bir günüdür. Hamdullah Suphi
Ocak'ı bulmakla sayine, muhabbetine, kalbine ve bütün haya­
tına, nasıl muhtaç olduğu bir iman ve bir ruh buldu ise, Ocak
da başında Hamdullah Suphi'yi bulmakla milliyetçiliğin bizde
taammüm ve inkişafı uğruna mukaddes ışığını Türk kalplerine
salmak için öylece vakit, fırsat ve kuvvet kazanmıştır.

Muhit, Kanunuevvel , nr. 26, s.

37
Büyük Ediplerimiz
Süleyman Nazif'e Dair Hatıralar

Kanunusaninin beşi Süleyman Nazif'in bizden ayrılalı dört sene


geçmiş olduğunu hatırlatıyor. Burada onun hakkında sadece bir­
kaç küçük hatıraını kaydetrnek istiyorum. 'de Meşrutiyet'in
ikinci ilanından biraz sonra tanıdığım Süleyman Nazif'i ta ve­
fatına, senesine kadar -o arada İstanbul'dan ayrıldığından­
fasılalı olmak üzere, hemen yirmi sene gördüm ve dinledirn. Ve
onun bütün hayatı, bulunduğumuz devir içinde, vatanırnızda
bir edip tali ve rnukadderatının ne olabileceğini bana tamarnıyle
ve etrafıyla göstermiş oldu.
Süleyman Nazif'i daima ilk gördüğüm gün gibi buldum
ve seneler onun hakkında edindiğirn fikirleri değiştirrnedi, te­
yit etti. Onun pek şarklı ve hatta Asuri bir çehresi ve rnanzarası
vardı. Ekser koyu renkli esvaplar giyer, güler ve söylerdi. Son
zamanlarına doğru yanları beyaziaşmış siyah bir sakalı, iri ve
esrner bir yüzü, çıkık dişli bir ağız üstüne açılan irice dudakları
ve bu simayı sanki örten ve ona bütün manasını veren siyah, par­
lak, zeki ve cevval gözleri vardı.
31 Mart irticaı, Meşrutiyet ilanının verdiği sarhoşluktan
bizi acı acı uyandırrnıştı. Havaya atılan silah sesleri içinde neye
uğradığırnızı şaşırmıştık Süleyman Nazif İttihatçı değildi. Fa­
kat fırkaya intisap etmemiş olması rnani olmadı, bu hareketin
karşısına geçrnek isteyerek, Ayasofya'da askerlerin ve matbuatta

38
mürted gazetelerin önüne bir emniyet temin etmek isterken o
kendisini ateşe, afete attı.
Meşrutiyet'in ilk zamanlarında Hasan Fehmi Bey ismin­
de, İttihat ve Terakki'nin muhalifi bir gazeteci köprü üstünde
öldürülmüştü. Atiyi keşfeden gazeteler maktulden "hürriyet-i
matbuatın ilk kurbanı" diye bahsettiler, ve hakları vardı: Çok
geçmeden hürriyet-i matbuatın ikinci kurbanı dostumuz Ahmet
Samim ile, üçüncü kurbanı Zeki Bey'in de öldürüldüklerini gö­
recektik. Bu birinci katle isyan eden Süleyman Nazif'in, şimdiki
adiiye binasında bulunan o zamanki Meclis-i Mebusan koridor­
larında, mebuslardan mürekkep bir grup içinde hiddetle bağır­
dığını işittim.
Süleyman Nazif'in büyük bir hasleti cesaretti. Kin yahut
din narnma olsun o kalemiyle, sözüyle, bütün mevcudiyetiyle
mesuliyet deruhte etmeyi ve harbin içine girmeyi bilirdi. Bu
harikulade adam bu gibi cesaret numunelerini bize bütün ha­
yatında gösterecekti. Mesela İaşe Nazırı Kara Kemal'e yazdığı
mektupta*, Beylerbeyi'nde mevkuf Sultan Hamid'e hitap eden
şarkısında, "Kara Gün"de vatana müstevli ecnebilere dair yazı­
da ve nihayet Sultan Vahdettin ile Damat Ferit Paşa'sına karşı
isyanında!.. Süleyman Nazif böyle buhranlı günlerde emsali bu­
lunmaz bir kuvvetti. Cesareti, rüzgarların söndüremediği, ale­
vini artırdığı büyük ateşiere benzerdi.
Üstat "hücum için hücum"u da sever, makalelerinde hu­
dudun haricine çıkarak sağa sola çatar, sırası gelmemişken ve
damdan düşer gibi ism-i haslar zikrederek bütün mevzuunu
hasmının başına yığar, ve zülfüyar ile oynardı. O zaman "bey"
olan Talat Paşa, "Süleyman Nazif herhangi bir gazeteye girse
uslu duramaz, ikinci yazısında sapıtır, üçüncüsünde pot kırar"
dermiş.
Acaba o zamanki nüktelerinin ve hücumlarının vaktin­
de malum olmuş ve şimdi unutulmuş gizli maksatları ve itiraf
olunmayan gayeleri yok mu idi? O zamanki tecrübesizliğim bu

* Süleyman Nazif'in Kara Kemal'e yazdığı pervasız mektup için bkz.: İbrahim
Alaattin (Gövsa), Süleyman Nazif, Semih Lütfi Kütüphanesi, İstanbul , s.
İlgili mektup dönemin gazetelerinde yayınlanmış açık bir mektup olmayıp,
İaşe Nazırı Ali Kemal'e özel olarak gönderilmiştir. [Haz .N.]

39
hususta bir fikir edinmeme imkan bırakmıyor. Fakat şimdi dü­
şünüyorum: Politikanın profesyonelleri, siyaset alemini bir cam­
bazhaneye çevirmişlerdir. Burada herkesin gözü önünde hüner­
ler gösterilir ve sonra derhal bir mükafat istenir; adet böyledir.
Süleyman Nazif hakikati gören o müthiş gözleriyle, dünyanın
olağan şeylerine bizden elbette çok evvel ve çok ziyade vakıftı.
Paris'e firarında, Bursa mektupçuluğunu kabul ile avdet et­
miş olduğuna belki pişman olan Süleyman Nazif, Meşrutiyet'ten
sonra İstanbul'a dönünce kendisine teklif edilen bir mutasarrıf­
lığı kabul etmemiş, az bir müddet geçince de Tasvir-i Efkar gaze­
tesinde her gün bir makale ve yüz günde tam yüz makale yaz­
mış. Ortalığı karıştırmasın ve uzaklaşsın diye ona Basra valili­
ğini vermişler. Kendisi de gülüyor ve bu yüz günü Napolyon'un
"Cent Jours"una teşbih ediyordu.
Kaç defa Süleyman Nazif'in deruhte ettiği vazife başında
ciddi, çetin, sert olduğunu ve pürüzsüz iş görmek arzusunda
bulunduğunu müşahede ettim. Kaç defa bütün manasıyla bir
aristokrat olan üstadın, babası Sait Paşa'nın asalet ve şöhretiyle
olduğu gibi, kendi hükümet adamlığıyla da iftihar ettiğini gör­
düm. Bununla beraber onun iyi bir devlet memuru ve bilhas­
sa iyi bir vali olabildiğini zannetmiyorum. Hiç beğenmediği ve
sevmediği İttihatçılar'la yarı uyuşarak, yarı hırlaşarak ve netice­
de vali olarak Trabzon'a, Musul'a, Bağdat'a gider, fakat çok dur­
madan yine geri dönerdi. Bütün bu vilayetlerin onca müşterek
bir kusuru Babaıali caddesinden çok uzakta olmaları idi.
Bir aralık İttihatçılar gerek kendisini, gerek muhalif olabile­
cek genç ve kıymetli muharrirleri celp ile, lehlerinde çalıştırmak
için ona Hak gazetesini neşrettirdiler. Süleyman Nazif burada
yazmayı aleyhlerinde de yazabiirnek şartıyla kabul etmişti. Ek­
ser genç muharrirler, nispeten yüksek bir yazı ücreti almak için
buraya yazıyorlar, Hak İttihatçılar'ı tutuyor, Tevfik Pikret bu ga­
zeteye "Hak tuuu gazetesi" diyordu.
Süleyman Nazif'in kuvvetli irfanına rağmen, mazimizin
birçok ananesinden pek kolaylıkla ve iffetle ayrılışına, bunların
aleyhinde bulunuşuna bazan hayret ederdim. Süleyman Nazif
pek şarklı idi. Halis Türk olmakla beraber, Türk Ocağı'nı hiç sev­
mezdi.

40
Üstat işlek ve seri olmayan Fransızcasıyla yeni neşriyatı pek
okumaz, Fransız edebiyatını en çoğumuz gibi hemen bir rubu
asırlık bir teehhürle takip ederdi. Fakat fena telaffuzuna rağmen,
keyifli zamanlarında Victor Hugo ile Sully Prudhomme'dan ez­
berlediği şiirleri yüksek sesle söylemeyi severdi. O bunları ima­
lelerle okudukça, işittiğiniz Fransızca Parisiyi andırırdı ve siz
dinlediklerinizi aruz vezninde şiirler sanırdınız. Lakin o oku­
duğu bu güzel şiirleri kıskanarak, böylece ila ettiği garbın ya­
nma, hemen şarkı da ikame etmek lüzumunu duyar ve derhal
size Farisiden, Arabiden, Türkçeden de birçok şiirler söylemeye
koyulurdu, ve bu kadar zeki olan bu adam, bu vadide bazan
bir çıkmaz sokağa benzeyen sualler sorardı: "Fransızcayı İzzet
Melih Bey mi daha iyi bilir, Reşit Saffet Bey mi? Yoksa Halit Ziya
onlardan daha iyi mi bilir?"
"Milliyetçi" olmayan üstat, gayet "milli" idi ve milli bir hü­
viyetti. Ecnebileri iyi anlamıyor ve çok sevmiyordu. Lisan me­
selelerindeki taassubu hoşumuza giderdi. Zaten o çok kere, her
sahada bir mutaassıp zihniyetin nasıl bir şey olduğunu anlama­
mıza yardım ediyordu.
Süleyman Nazif halis ve eski zaman manasıyla bir "efen­
di" idi ve bu efendilik onun en hürmet edilecek hasletlerinden
biri idi. Bilhassa ecnebilere karşı vakarını gayet gözetirdi. Macar
sefiri Mösyö Tahi cenaplarını galiba Bağdat'ta tanımıştı. Bir iş
için ona müracaat etmek isteyen matbuat erkanından bir dos­
tuna uzun uzadıya itiraz etti ve istemiş olduğu gibi bir takdim
ve rica mektubu vermedi. Gayet meşhur bir Fransız gazetesinin
pek maruf bir muhabiri, hem kendisiyle görüşmek istediğini ya­
zıyor, hem kendisini nerde ziyaret edebileceğini sormuyor da,
onu kendi ikamet ettiği yere davet ediyordu. Üstat Fransızcasına
itina ettiği bir cevapla bu zata bir nezaket dersi verdi ve kendisi­
ni görmek isterse evine gelebileceğini bildirdi.
Onun için asıl alem Babıali cıvarı, İstanbul'un yalnız söz de­
ğil hatta nükte ve remz anlayan, Osmanlı inceliklerini bilen ve
kendisine hürmet ve itibar gösteren muhitlerdi. Süleyman Nazif
İstanbul'un maruf ailelerini de ecdat ve ahfad, adeta bütün aza­
sıyla tanır ve söylerdi. Bu hususta kendisine tefevvukunu teslim
ettiği galiba bir Ali Emiri Efendi vardı. Şair Ziya Paşa hakkın-

41
da toplamış olduğu vesikalarla memnun ve müftehirdi. Bunla­
ra hasretmiş olduğu zamanlara hiç acımazdı. "Diyarıbekir'den
geldim. Siz İstanbullular'ın yapamadığınız bir işi ben yaptım"
derdi.
Osmanlı tarihinin menkıbevi kısmı hakkında birçok malu­
matı vardı. Bu mesmuat ne dereceye kadar mevsuk ve itimada
şayandı ve kendisinin imaleli bir "t" ile "tarih" diye telaffuz et­
tiği tarihin doğruluklarına nasıl emniyet ediyordu? Bunu bile­
miyorum. Fakat Süleyman Nazif bunlara dair hikaye ettiklerini
de yazsa o ahenkli, edebi, müheyyiç ve Namık Kemal'in şivesin­
deki makalelerinin yanı sıra, tarihi kıymetleri olacak başka zih­
niyette yazıları da bulunacaktı. Osmanlı paşalarının bazılarını
biz belki ne yapsak, artık onun gibi hissedip anlayamayacağız.
Süleyman Nazif pek çabuk heyecana gelir, fakat yine sü­
ratle yatışırdı. Aleyhtarlığı da lehtarlığı da pek şiddetli idi. Zan­
nederim ki o hayatında hiçbir vakit bitaraf kalamamıştır. Ya
kaside, ya hicviye!.. Yazdıkları ekseriyetle bunların biridir. İşte,
fikirleri his halinde bir adam! ..
Onun taraftarları da aleyhtarıarı da çok olacaktı ve filha­
kika böyle olmuştur. Ölümünden sonra kendisine acımış olan
muharrirlerin birçoğu hayatında onu kırmışlardır. Matbuat
aleminde kendisine birçok kere hücum edilmişti, fakat kendi­
sinin de başkalarına pek mübalağalı tecavüzlerde bulunduğu­
nu gördüm. Bunların sebepleri sırf fikri meseleler miydi? Yok­
sa hissine tabi ve alıngan olan üstat onlara kızardı da, bundan
dolayı mı aleyhlerinde bulunurdu? Bunu muttasıl tahkike fırsat
bulamadım. Ancak onun muasırlarının en çoğu ile dargın olma­
sı dikkate şayandır. Üstadın eserlerine, şahısıarına kalemle ve
sözle hücum ettiği muharrirlerin tam bir listesi yapılmış olsa, bu
listenin haricinde ancak birkaç kişi kalırdı.
Abdullah Cevdet, Ahmet Cevdet, Ahmet Haşim, Falih Rıf­
kı, Hamdullah Suphi, Hüseyin Cahit, İzzet Melih, şair Meh­
met Emin, Köprülüzade Mehmet Fuat, Refik Halit, Rıza Tevfik,
Ebuzziyazade Velit, Yakup Kadri, Yunus Nadi ve Ziya Gökalp
beyler, sözleriyle ve kalemiyle en çok aleyhtarlık ettiği muarızla­
rıydı. Celal Nuri Bey'le barışıp danlmak mutadı idi. Sırf siyasi­
yat alemindeki düşmanlarını bilemiyor, sayamıyoruz.

42
Süleyman Nazif, Mütareke devrinde Hadisat gazetesinin
yazı odasına, Rumların mavi beyaz renklerle basmış oldukları
ve bir köşesinde Ayasofya'nın, diğerinde Atina'nın resimlerini
gösteren bir haritayı asmış ve cami resminin üstüne "dinim",
öteki manzaranın üstüne "kinimdir" kelimelerini yazmıştı. Fa­
kat muhabbet kadar kin besleyen bu hassasiyetİn duyduğu mü­
temadi öfke, onu elbette yoruyor ve ona ızdırap veriyordu.
Süleyman Nazif, Edebiyat-ı Cedide erkanının çoğunu tak­
dir etmez, ve gençler arasında da kimseye büyük bir kıyınet at­
fetmezdi. En çok Cenab Şehabeddin Bey'in zekasına, ilmine ve
dehasına kani ve ona muhip ve taraftardı. Abdülhak Hamid'e
ise perestiş ederdi, bu malum!.. Onu vatanın "şair-i azam"ı ve
velinimeti bilir, hakkında samimi, ciddi, derin bir muhabbet
besler, ve onun işleriyle uğraşmaktan bıkmaz, yorulmaz, usan­
mazdı.
Umumi Harp içinde, her cuma günü Tokatlıyan'da hususi
bir odada, Abdülhak Hamid'in lafzi kalan riyaseti altında bu­
luşur, bir masa etrafında hepimiz kendi hesabımıza çay içerek
konuşurduk Süleyman Nazif'le Celal Nuri Bey bu içtimaların
en çok söyleyen hatipleriydi. Buraya en çok devam edenler de,
isimlerini saydıklanından mada Samipaşazade Sezai, Cenab Şe­
habeddin, Ali Ekrem, Sami (Süleyman Nesip), Faik Ali, Hüseyin
Suat, İsmail Hami, Celal Esat, Yusuf Razi, Diyarıbekirli İsmail
Hakkı beylerdi.
Umumi Harp'in sonlarına doğru Süleyman Nazif maişetin­
de sıkıntı çekiyordu. İaşe Nazırı Kara Kemal'e yazdığı meşhur
mektup, medeni bir şecaat eseri ve numunesidir. Sultan Hamid'e
hitap eden meşhur şarkısı da basılmamış olmakla beraber, der­
hal şayi olmuş bir feryattı.
Süleyman Nazif'in yazısı işlek ve güzeldi. Mürettiphaneye
giden her müsveddesi bir mektup kadar itinalı idi. Hüsnü hattını
herkesten evvel kendi beğenir, gazete idarehanesine her gelişin­
de mutlaka ister, makalesini bizzat ve yüksek sesle okur, dikkat­
le dinlenilmesini arzu eder, ve çok kere yazısının methine kendi
başlardı. Bunu galiba muharrirlere lazım olduğunu hissettiği
bir nevi üslup ve edebiyat dersi diye yapıyordu. Süleyman Nazif
bu zamanlarda küçük bir tenkit ve itiraza tahammül edemezdi.

43
Kendisine üstat diye hitap olunmasını severdi. Musahhihleri hiç
yormaz, çünkü tashihlerini kendisi yapardı. Gazetenin siyase­
tiyle mesleği icabı olarak, eğer yazısından bir kelime, bir cümle,
yahut birkaç satır çıkarılması lazım gelse, adeta hasta olurdu.
Hülasa meslek ve vazifesini pek ciddiye alıyordu ki bu itibarla
da takdire layıktır.
Üstat birkaç seneden beri her cuma sabahı evinde misafir
kabul etmeyi itiyat edinmişti. Ve bu ziyaretler biraz garip birta­
kım merasime tabi idi. Kendimi hala bugünlerin birisinde sanı­
yorum: Gelenler içinde belli başlı kimler var? Birazı mütekait, bu
ınİsafirlerin gitmesini bekliyoruz. Yemek vakti gelince, gidecek­
lere yolu hatırlatmak isteyen bir sükut devresi beliriyor. Susuyo­
rum; ayrılanlar bu sükut içinden sıyrılıp çıkıyorlar. Üstadın arzu­
su üzerine nadiren Ali Ekrem Bey, İsmail Hami ve ben kalıyoruz.
İptidai bir masa, basit bir sofra takımı, alaturka bir yemek. Bütün
bu evdekiler ne kadar sade eşyalar!.. Şu birtakım küçük raflar ve
küçük vazolar "eser-i sanat" değil, süs değil, Almanların "ersatz"
dedikleri zavallı şeyler!.. Ciddi ve kıymetli olarak yalnız büyük
bir kütüphane var. Eski zaman tabı'ları ve eski zaman itinalarıyla
çoğu ciltlenmiş kitaplar! .. Ekserisini o kadar biliyorum ki onlara
doğru eğilsem, bütün çiçeklerini bildiğim bir büyük baharı bir­
den koklamış oluyorum. Ruhum bir nevi baygınlık geçiriyor.
Fakat sonunda o kadar çok iş için ricacı gelmeye ve gelen­
lerin bazısı da birer bahane ile yemeğe kalmaya başlamışlar ki,
üstat nihayet kendi kendini bu cuma ziyaretlerini kabul etmek
zevkinden de mahrum etmeye mecbur olmuştu.
Tanıdığım adamların en incelerinden biri, senelerdir vefa­
tma bir türlü alışamadığım akrabamdan biri, Hişam, Süleyman
Nazif'in nüktedanlığını pek beğenirdi. Ona hürmetini ibraz
etmek istiyordu. Umumi Harp'in sonuna doğru, Tokatlıyan'da
hususi bir odada, ona benim de bulunduğum bir yemek daveti
vermek istemişti. Üstat memnunen geldi. Ve gördüğü ve bulun­
duğu şeylerle, kendisi için süslenmiş masa ile, kendisine göste­
rilen itina ve ikram ile daha çok memnun oldu. Bir iki sene bu
küçük daveti unutmamış ve ondan minnetle bahsetmişti.
Yine bir akşam Süleyman Nazif yemekten sonra buluşma­
mızı ve o gece mükemmel bir saz dinleyeceğimizi söylemeye

44
geldi. Buluştuk. Taksim bahçesinin bir köşesinde, hususi bir
kapıdan girilen, şimdi otomobil satan bir dükkan olmuş, ve o
zaman Eldorano unvanını taşıyan bir bara gittik. Meğer üstadın
bir iki şarkısını bestelemişler ve o gece bunları çalacaklarmış.
Tenha bir salonda rakı içenlerin masaları, nim-sarhoşlukla söy­
lenen sözler arasında, nim-dinlenen bir saz!.. Söylenen şarkılar
belli değil, çalgının matbu bir programı yok. Derken, sazende
veya hanendelerden biri, "Sıranız geldi" der gibi üstada ima ile
bakıyor. Kimsenin ne yeniliğine, ne Süleyman Nazif'in olduğu­
na, ne güfte sahibinin salonda bulunduğuna haberi olmadan
dinlenilen bir iki şarkı. Biz hafif tertip alkışlıyoruz. Hanende
yanımıza geliyor. "Doğrusu güzeldi" tarzında birkaç cümle! ..
Bir iki kadeh rakı ikram ediyoruz. O biraz oturup başka havalar
çalmaya gidiyor. Yarabbi!.. Şark ne kadar reklamdan çekinen,
ticaretten ne kadar uzak, ne mütevazı, ne kadar deryadil bir
yerdir?*
Hak gazetesinin niçin kapanmış olduğunu şimdi hatırla­
yamıyorum. Fakat kendi kendime diyorum ki: Gazeteler niçin
kapanır? Elbette o da parasızlıktan kapanmıştır! Süleyman Na­
zif Mütareke devrinde Cenab Şehabeddin Bey'le birlikte Hadisat
isimli, ve diğerlerinden daha ucuz bir gazete neşrine başlamıştı.
Bu da tutunamayarak ve ucuzluğundan dolayı ötekilerden beter
bir imkansızlıkta kalarak kapandı.

* Hisar'ın, "Meğer üstadın bir iki şarkısını bestelemişler ve o gece bunları çala­
caklarmış" dediği eserler neler olabilir? Süleyman Nazif'in yedi ayrı güftesi
ayrı ayrı makamlarda ve bunlardan bazıları da tekrar tekrar bestelendiğine
göre (bestelerin sayısı on biri buluyor), bunlardan hangileri Mütareke yıllarına
denk düşebilir? Bu hususta kesin bir şey söylemek güçtür.
Fakat Leyla Saz tarafından bestelenen hicazkar şarkı (Sensiz ne kadar şiid u şenim)
ile Bimen Şen'in hicaz şarkısı (Ağyiir ile sen geşt ü güztir eyle çemende) ve gene
Bimen Şen'in (Derdimi ummana döktüm, iisümana ağladım) adlı bestenigar şarkısı
bu arada düşünülebilir görünüyor. Fakat İbrahim Alaattin Gövsa Süleyman Nazif
adlı eserinde, Leyla Saz tarafından bestelenmiş bir başka Süleyman Nazif güftesi
daha veriyor. Onun sözleri şu şekildedir:

Seriipii kaplamış kasvet cihanı


Arar daim gözüm geçmiş zamanı
Gelince hatıra vuslat aviinı
Bahar ağlar hayalimde nihiinf

[Haz.N.]

45
Süleyman Nazif, General Franchet d'Esperay'nin İstanbul'a
girişi üzerine, "Kara Bir Gün" unvaniyle Hadisat'ta neşretti­
ği müheyyiç fıkra sebebiyle general tarafından kurşuna dizil­
meye mahkum edilmişken, yapılan adilane bir tetkik netice­
sinde hayatını kurtarmıştı. Fakat bir müddet sonra sevmediği
İttihatçılar'a karıştırılarak, İngilizler tarafından Malta'ya sevk
edildi. Ve oradan da birkaç manzume, bir iki mensure ve kav­
ga etmiş oldukları arasından yeni birkaç düşman daha edinerek
avdet etti.
Edebiyat tarihlerinin kaydına göre dünyanın hemen her ta­
rafında, her devrinde ve hemen her büyük edip için vaki olmuş
olduğu gibi, onun da hayatında birçok edebi muvaffakiyetleri,
mesela Pierre Loti'ye dair olan gibi galeyanla alkışianmış hi­
tabeleri ve on beş bin nüsha satılmış kitapları (ki bizde edebi
eserlerin nadiren vasıl oldukları azami satış miktarı demektir)
ve sonra, kendi gazetesinin kapanması gibi adem-i muvaffaki­
yederi de vardı.

Muhit, Mart , sene: 3, nr. 29, s.

46
Haftalık Edebi Musahabe
Halil Halit'in Hayatı ve Eserleri

Halil Halit'in bugün sonuna varmış olan hayatını düşünerek si­


masını hafızamızda ihya ettiğimiz zaman, onun hususiyetlerini
teşkil eden sıfatlarla bizi ona cezbeden meziyetlerin bu ömrü
nasıl yoğurmuş ve ona şeklini vermiş olduğunu anlar, ve bu ha­
yatın ondan kalan en canlı eser olduğunu görürüz.
Halil Halit bilhassa hürriyete muhip ve otoriteye taraftar,
mübariz ve çekingen, haluk ve titiz, ilim ve fazilete meftun, fa­
kat sanatkar ve şair değil, yazıcı ve hoca yani okuyup öğrenmek
ihtiyacı ile doğmuş bir misyoner tabiat, fakat sözünde talakat ve
kaleminde cazibeden mahrum, vatan hissiyle meşbu, milliyetçi,
azimkar, sebatkar, halis bir "efendi", salabet ile muttasıf bir şah­
siyetti. İşte bütün hüviyeti bu sıfatlarla hülasa edilebildiği gibi,
bütün hayatı da bu hasletlerin mahsulüdür. Ve onun asıl eseri
silintiler ve tashihlerle dolu olan bu atılgan ve perişan hayatıdır.
Halil Halit kadim Çerkeş-şeyhi ailesinden, 'de Anka­
ra'da doğmuş, tahsilini İstanbul'da Hukuk Mektebi'nde ikmal
etmişti. Sarık sarıyordu. Oldukça muntazam bir Şark ve İslami­
yet kültürü iktisap etmişti. Bu sonraları garp kültüründen isti­
fade edince kendisine çok yaramış, bir taraftan lisanına kıymetli
bir vokabüler kazandırmış olduğu gibi, diğer taraftan da garbın
hakkımızda, dinimiz ve şark hakkında beslediği fikirlerdeki
yanlışlıkları ve bunlara ne cevap verilebileceğini öğretmişti.

47
Halil Halit Efendi, ta o gençlik zamanında ilim ve hürriyet
istiyor, yazmak istiyordu. Burası ona sükutu ve samirniyetsiz
sözleriyle tahammül edilmez bir muhit geldi. Bir adaya hapse­
dilmiş Namık Kemal'in hatırası kalplerde canlı idi. Abdülhak
Hamid Londra'nın sisleri içine bürünmüştü. Bu, Ahmet Midhat
Efendi'nin, bir münkir tesiri yapmış olduktan sonra, şimdi de
bir alim tesiri yaptığı devirdi. Matbuat alemini Sait Bey'in, Mu­
aHim Naci'nin, Recaizade Ekrem'in, Ebuzziya Tevfik'in isimleri
dolduruyordu. Halil Halit kendini muhitine karşı haklı ve mü­
tefevvik hissetmekle, bu muhiti biraz istihfaf etmeye mütemayil
kalmıştı.
Halil Halit buradan kaçtı. En evvel Paris ve Cenevre ile
birlikte, hürriyetçi Türklere makarr olmuş olan Londra'ya kaç­
tı. Orada Selim Paris'in neşretmekte olduğu Hürriyet gazetesine
nam-ı müstearla yazmaya başladı. Abdülhak Hamid hatıratın­
da kırk yıllık dostu Halil Halit'ten uzun uzadıya bahseder. Sa­
rayın daveti ve şairin delaletiyle Halil Halit bir müddet sonra
İstanbul'a dönmüş, adliyede bir memuriyete tayin edilmişti. Fa­
kat on sekiz gün sonra tekrar fikrini değiştirdi, tekrar Londra'ya
kaçtı. Ve bir müddet sonra Abdülhak Hamid'le Londra'da tekrar
buluştular.
İngilizler o zaman da bizim pek aleyhimizde idiler. Bizi
barbar telakki eden bir hükümet ve onun tesiri altında kalan
bir efkarıumumiye vardı ve bu zamanda Cambridge darülfü­
nununda asil, zeki ve çalışkan bir İngiliz, Mister E. J. Gipp Türk
Edebiyatı tarihini tedris ederek Türk irfan ve medeniyetini ila
ediyordu. Mister Edward G. Browne kendisinin hem dostu, hem
muaviniydi. Abdülhak Hamid'in Mister Gipp'e takdim etmiş
olduğu Halil Halit de onların yanında, Cambridge darülfünu­
nunda otuz İngiliz lirası maaşla Türkçe muallim muavinliğine
tayin olundu.
Halil Halit Londra'da on altı sene kalmıştı. Yazılarının bir
kısmı istipdat aleyhine olan neşriyatımızın ve "Jön Türk"lerin
edebiyatma dahil olduğu gibi, bir kısmı da hukukumuzu garp
cihanına karşı müdafaa mahiyetindedir. İngiltere'de Türk düş­
manlığı aleyhine birtakım neşriyattır ve dünyadaki İngiliz ci­
hangirliği aleyhtarı cereyan edebiyatında yer alır.

48
Halil Halit Londra'da İngilizce olarak 'te Bir Türk'ün
Jurnali, 'te İngiliz Türko-Fobisi Üzerine Bir Tedkik ve 'de
Hillile Karşı Salip unvanlı üç eser neşretmişti.
Gene Meşrutiyet'ten evvel Cezayir Hatıratı unvanlı seyahat­
namesi, 'da Mısır'da içtihat matbaasında Hilal ve Salip Müna­
zaası unvanlı büyük eseri, 'de gene Mısır'da tab edilmiş bir
kitap Arapçaya ve Hindistani'ye tercüme edilmişti.
Meşrutiyet'in ilanından sonra, İttihatçılar nezdindeki itiba­
rı malum olan Sait Halim Paşa'yı Mısır'dan tanıyan Halil Halit
memleketine dönmüş ve Ankara mebusluğuna intihap edilmiş­
ti. Cambridge'de terk etmiş olduğu kürsü kendisine bir şöhret
temin ediyordu. Tekrar matbuata intisap etmiş, yevmi Servet-i
Füniin'da yazmaya başlamıştı. Bosna-Hersek'in Avusturya'ya il­
hakında memlekette hasıl olan heyecana tercüman olarak, garp­
lı "boykot" kelimesini ilk defa ortaya atmış ve halkı bu fikrin
arkasından yürütmeye muvaffak olmuştu.
Fakat Halil Halit ilmin, sahibine bir nevi rütbe şeklinde
bir selahiyet bahşetmiş olmasını ister, kendisinde ilimdeki es­
kiliğinden mütevellit bir paye görür ve buna müsteniden haklı
bilinmek arzu ederdi. O zamanki Osmanlı muhiti pek karışıktı.
Halil Halit'in belagati mefkut olduğu gibi, kalemi ateşin ve cer­
bezeli değildi. Teessürünü mavi gözlerinin hüznü ile ifşa ederek
sustu ve Meclis'te bir tesir icra edemedi.
Bir müddet sonra Bombay başşehbenderliğine tayin edildi.
Halil Halit imzası, İngiliz matbuatında az çok tanılmıştı. İngilte­
re hükumeti onun Hindistan'da bulunmasını istemedi ve Halil
Halit'le doğrudan doğruya meşgul oldu. Nihayet onu gönder­
miş olan Sait Halim Paşa, bilmem neredeki istemediğimiz bir
İngiliz konsolasunun tebdil edilmesi mukabilinde memuriye­
tİnden geriye çağırdı.
Halil Halit'te bir muharrir tabiat ve sedyesi vardı. Kalemi
en genç yaşından beri şahsına itimat etmek için lüzumunu his­
settiği bir silah ve bütün hayatı müddetince de kendisine yara­
yan bir destek olmuştu. Türkçe ve ecnebi lisanlarındaki gaze­
telere birçok yazı yazmış olduğu gibi, kitap ve risaleleri ecnebi
lisanlarına en çok tercüme edilmiş veya doğrudan doğruya o
lisanlarda yazmış muharrirlerimizden biridir. Ve bu eserler bi-

49
raz para olmak ümidiyle Maişetimizi İstihsal, Her Günkü Hayatın
İktisadiyatı, İngilizceden tercüme ettiği bir iki kitap hertaraf edi­
lirse, Türkçe ve İngilizce, Almanca, Fransızca yazılmış veya ter­
cüme edilmiş, hep vatanın ve İslamiyet harsımızın hukukunu
müdafaa için yazılmış eserlerdir.
Halil Halit İstanbul'da, /'da tarihi bazı bahisler
hakkında Fusul-i Mütenevvia unvanı altında dört küçük risale ve
Balkan muharebesi sırasında Mısır'da, Arapçasıyla birlikte ola­
rak Arap ve Türk unvanlı bir eser daha neşretmişti.
Umumi Harp esnasında Almanya'ya giderek neşriyat ve
müdafaatına devam etti. 'de Berlin'de, Bazı Berlin Makalatı
unvanlı bir makale mecmuası ve aynı sene zarfında Almanca
olarak Panislamizm Tehlikesi unvanlı bir risale neşretti.
Mütareke senelerinde İsviçre'ye geçti. 'da hem Fransız­
ca hem İngilizce olarak, La Turco-phobie des İmperialistes Anglais
unvanlı ve aynı sene zarfında İngilizce İngiliz Mesai Fırkası ve
Şark unvanlı iki eser neşretti. Türklüğün varlığını ve hukukunu
müdafaa için yazılmış bu eserlerin hepsi Arapça, Hindistani ve
Urdu lisanlarına tercüme edilmiştir. Halil Halit imzası evvelce
İngiltere'de olduğu gibi, böylece Alman ve Fransız matbuatında
da bir hayli tanılmıştı. O bütün hayatı müddetince hazırlanmış
olduğu fikirleri şimdi büyük bir teessürle müdafaa ederek, Türk
hukuk ve İrfanının kıymetli bir mümessili ve müdafii olmuştu.
Yüksek ve kibar manasıyla bir propagandacı, bir mücahit ve bu
sıfatla hükumetten bir yardım da görüyordu.
Mütareke devrinin ortasına doğru vatanına döndü. Müca­
hede hayatı devam ediyordu. Harbiye Mektebi'nde İngilizce mu­
allimi ve ilahiyat Fakültesi'nde Milel-i İslamiye Menşe-i Tarihi
müderrisi tayin edilmişti. Bazan gazetelerde makaleler yazıyor­
du. /'de telif olarak Türk Hakimiyeti ve İngiliz Cihangirliği
ve /'te İngilizceden büyük bir İntişar-ı İslam Tarihi tercü­
mesini tab ettirmişti.
İstanbul'u gezmek için gelen seyyahlara, daha onlar vapur­
dan çıkmadan evvel, İngilizce birtakım konferanslar vermesi
teklif edilmişti. Bunun için de vapur limana yanaşmadan evvel
yetişrnek lazım geliyordu. Bu zahmetli işi de deruhte etmişti.
Zaten hayatına hatime veren hastalıkların başlangıcı olan zatül-

50
cenbi de böyle bir gün kapmıştır. Zavallıya bu konferanslardan
ziyade, maruz kaldığı acib ve garib sualleri dinlemek güç geli­
yordu. Bunlara müessir ve müskit cevaplar buluyor, fakat kızı­
yordu.
Esasen bütün bu işler biraz fahri kalıyordu. Halil Halit re­
fikasından ayrılmış, tekrar Beyoğlu'nun kiralık oda ve pansiyon
hayatına düşmüştü. Duvarlarında biraz dağınık ve seyyah haya­
tını İngiltere'de, Mısır'da, Cezayir'de, çölde, Hindistan'da, muh­
telif kılık ve başlıklada çıkartmış olduğu fotoğraflarını astığı bu
odalarda, akşamın yalnız saatleri acı geliyordu. Bütün bu faali­
yet neye müncer olmuştu? Kendisini takdir eden sadık dostları
var mıydı? Hak vermeyen adamlarla mücadeleden artık bıkmış­
tı ve yaşlanmış vücudu bu ömre tahammül etmekte müşkilat çe­
kiyordu. Harbiye mektebindeki muallimliğine nihayet verdiler.
Bir ev ve bir aile hayatı ve rahatı ihtiyacıyla yeniden evlenmişti.
Yazıları pek az bir para getiriyordu. Halini biraz düzeltmek için
yeni birtakım projeler tasavvur ediyordu.
Bazı konferanslar vermek için Amerika'dan davet edilmiş­
ti. Mesarif-i rahiyesini temin edemediğinden gidemedi. Bütün
bunlar da maneviyatını kırıyordu. İngiliz gazetelerine birtakım
makaleler gönderecek, Hindistan'a gidip konferanslar verecekti.
Bu işi tertip etmek üzere iken, hastalık ve ihtiyarlık yakasına ya­
pışıp birçok ümitlerini kırınca, Halil Halit ağladı. Artık vücudu
pek yıpranmıştı. Geçen sene yazın Çamlıca'da bir yer tutmuş,
hava tebdilini orada geçiren kadim dostu Abdülhak Hamid'in
komşusu olmuştu. Kışı İstanbul'da geçirmek pek tehlikeli olaca­
ğından Mısır'a gitti. Fakat zaafı ve hastalığı arttığından döndü.
Geçen cuma günü İstanbul'a, Laleli'deki apartınanına avdet ve
cumartesi günü de vefat etti.
Halil Halit'in yazıldığı zaman canlı olan eseri, vatanın mü­
tehavvil hayatının yevmi meselelerine bağlı kaldığı ve hülasa
aktüaliteye tabi olduğu cihetle geçmiş hissini veriyor. Onda nok­
san olan, çoğumuzda olduğu gibi edebiyattı. Eğer edebiyat için
daha hassas olsa ve müdafaa ettiği fikirleri daha klasik ve derin
bir kültür ve daha cazip bir kalemle yazsa, bugün irfan hayatı­
mızcia daha payidar bir isim ve daha müessir bir eser bırakmış
olurdu. Fakat biz ki onun hayatının, hep vatan menfaatlerinin

51
müdafaasına vakfedilmiş olduğunu gördük, ona hürmetimizin
esbabı mucibesini söylemek vazifemiz değil midir? Halil Halit
asıl muasırlarının şehadetine mazhar olmaya layık bir mücahit­
tir. Bu bildiklerimize nasıl şehadet etmek isterneyelim ki, vatan
muhabbet ve hizmetine mevkuf geçen hayatı, bu en samimi,
müessir ve perişan eseri de bugün hitam buluyor.

Muhit, 7 Nisan

52
Ediplerimize Dair Hatıralar
Nigar Hanım

Hayatın zevklerinden bile bıkmış ve lütuflarmdan bile müstağ­


ni bir ruh ile kaldığımız kuraklık ve bitkinlik zamanlarında,
dünyanın hars ve sanat yatağı olan meşhur beldelerini saysa­
lar Paris, Roma, Londra, Venedik, kalbirnize hiçbir kıvılcım sıç­
ratmayan bu şehrayin isimlerini lakaydi ile duyabiliriz. Fakat,
arzulardan ve hülyalardan başka kalp eski zamanın ve hatıra­
ların bir nevi malıfazasma döner. İçinde mazimizin geçtiği bir
mahallenin ismini duyar duymaz, derhal çocukluk zamanının
kokusunu alarak uyanır ve canlanırız.
Yanımda birisi, en lakayt bir sesle, Rumelihisarı'nda otur­
muş olduğundan bahsetse, birden bire, sanki daha genç bir kan
tabakası beynimi ve kalbimi istila eder, sözüne derhal alakadar
olurum. Ya, Rumelihisarı'nda mı, derim. Hangi mahallesinde,
yalı boyunda mı, hangi yalısında? Tekmil suallerim birer cevap
ister. Zira Rumelihisarı, hayatıının duymuş olduğu musikilerin
ilk kaynağıdır. İçinde bütün ailemin yaşadığı geniş bir yalı, ve
buna bitişik bir diğerinin alt tarafında da Nigar Hanım'ın yalısı
vardı. Nigar Hanım, yani çocukluk gözlerimin temaşa ettiği ilk
şair!.. O mavi sularıyla ve mavi akşamlarıyla Rumelihisarı ve
Nigar Hanım'ın yalısı, kayığı ve rengarenk feraceleri, kalbimin
bir türlü aşındıramayacağı hatıralardır.
Bir sanat eserinin kıymeti daima nisbi kalır. Eserine bu kıy­
meti atfeden ve buna inanan sanatkarın kendisi ve bir de mu-

53
hitidir. Onun bütün muhiti bilinmezse, zamanında yapmış ol­
duğu tesir bir türlü ölçülemez. Vaktinde gözlerimizde büyüyen
birçok hususi kıymetler, bugün istihsal olunmayacak bir yekun
teşkil ederler. Nigar Hanım Tanzimat'tan sonraki teceddüt ede­
biyatında en çok şöhret kazanmış kadın şairdi. Resmi bir rütbe­
si, nişanları, bir madalyası vardı. Hatta edebiyat düşmanı olan o
istipdat devri bile, zevcinden ayrılmış olduğundan, babasından
mevrus küçük bir maaş alan şairenin ihtiyacını tehvin için, ona
"hidemat-ı kalemiye" mükafatı olmak üzere, on beş lira olarak
hatırladığım bir maaş tahsis etmişti.
Nigar Hanım şiirinin ciddiyetine kani idi. Tevfik Fikret'e
kızgın ve dargındı. Zira Makbule Leman Hanım'dan bahsetti­
ği bir makalesinde, onu yegane kadın şair addeder gibi, kendi­
sinden hiç bahsetmemişti. Nigar Hanım bundan dolayı Tevfik
Pikret'in yazılarını okumazdı. Esasen tanıştığı Cenab Şehabed­
din ile Halit Ziya'ya muhabbetine rağmen, Edebiyat-ı Cedide'ye
hemen lakayt kalıyordu. Onun itikadınca halis şiir, Üstat
Ekrem'in Zemzeme'lerinde kalmıştı. Belki bu zevki ancak Mus­
tafa Reşit'le, Ahmet Rasim'in bazı şarkılarında buluyordu. Ben,
günlerin perşembe olduğunu hatırlamayarak, Servet-i Fünun'un
mündericatını merak etmeyen Nigar Hanım'a şaşar ve bu lakay­
diye kızardım.
Nigar Hanım, kısmen babasının mühtedi oluşu sayesinde,
daha serbest bir terbiye ve tahsil görmüş olduğu için, Meşru­
tiyet'in ilanından sonra, Türk hanımları arasında sanırım ki
ilk olarak, Osmanbey'deki küçük evinde, sah günleri, erkek ve
kadın, Türk veya ecnebi misafirlerini birlikte kabul ederdi. Bu
tabii ve basit usulü ilk tatbik eden olduğu için, kim bilir, vak­
tinde ne acı, ne müfteris, ne mecnun tenkitlere maruz kalmış,
ve izzeti nefsini yaralayan ne sözler işitmişti? Bugün hayat için­
de bir refika, bir anne veya bir hemşire ile beraber yaşamaya
bir kere alışanlar; hem günün aydınlık ve makul, hem akşamın
müphem ve hassas, hem de gecenin esrarlı ve bihuş saatlerinde,
elleri içine teslimiyetle terk edilen bir elin nevazişini duyanlar,
bu daimi refakatten mahrum edilmeye razı olmazlar. Kadınla­
rımızın hayatımıza daimi iştiraki, medeniyetimizin inkişafında
en mesut tahavvüllerden biri olmuştur. Ve bugün muasır hayata

54
girmiş olan hanımlarımız, bu hayatın ilk mübeşşiri olan Nigar
Hanım'ın hatırasını hürmetle yad edebilirler.
Onun birçok fotoğraflada süslenen odalarında, Pierre
Loti'nin bahriyeli ve sivil kıyafetle alınmış imzalı ve dedikas­
lı resimleri vardı. Şimdiki İtalya kralı da veliahtlığı zamanında
İstanbul'a gelmiş, bir Türk hanımıyla görüşmek istemiş, o za­
manki İtalya sefiri Baron Blanc daha pek genç olan Nigar Ha­
nım'ın babası Osman Paşa'yı tanıdığı cihetle, onun vasıtasıyla
Nigar Hanım'la görüşmüş ve bu musahabenin hatıra ve teşek­
kürü olmak üzere büyük bir resmini imzalayarak şaire hediye
etmişti. Nigar Hanım misafirlerine elinden geldiği kadar ikram
eder ve burada birçok dedikodular yapılırdı. Gelip gidenler, söy­
lenen sözler ve hatta giyilen şeylerle o kadar alakadar olurdum
ki, sonraları bu şeylere duyduğum kati alakasızlığı hep bu sa­
landa sarfetmiş olduğum itina sermayesine ve bundan duymuş
olduğum yorgunluğa medyunum sanırım.
Hayatta bazan ne hazin tesadüfler oluyor!.. Diyorlar ki,
Nigar Hanım ilk manzume olarak, feci bir kaza neticesinde ölen
kardeşi için bir mersiye yazmış ve vefatından iki üç hafta evel,
hastalığının daha kendisince malum olmayan inkübasyon dev­
resinde iken de, aynı hastalıktan ölen M. Rauf Bey'e bir mersiye
yazmış. Bütün şiirleri iki mersiye arasında yazılmış oluyor. Ve
bu manzumesinin, artık sonuncusu olacağını kendisi de bilmiş.
Tedavi için yatırıldığı ve . içinde öldüğü Etfal hastahanesinde
kendisini ziyarete giden Raif Necdet Bey'le görüştükten sonra,
o veda edip ayrılmışken, onu tekrar odasına çağırtmış ve zih­
ni ölümün pençesinde bozulmaya başlayan biçare sanatkar, son
düşüncelerinden birini gene eseri hakkında söyleyerek, ona:
"Raif Bey demiş, bilin ki Rauf Bey için yazmış olduğum mersiye,
benim sonuncu yazım olacak!"
Fanilerin namını ve hatırasını ancak dahilerin eserleri tem­
did edebilir. İstanbul'a, Umumi Harp'ten bir sene eveiki sonun­
cu seyahatini, Supremes Visions d'Orient eserinde nakleden Pierre
Loti, şiirinden hiç bahsetmediği şairimizden, "solgun mor esva­
bıyla pencerenin kafesi arkasından kendisine son selamını ver­
miş olan Nigar Hanım" diye bahsediyor. İşte Nigar Hanım o sa­
niye zarfında hiç bilmeyerek, namını ibka için, şiirlerine bütün

55
hayatı müddetince tahsis etmiş olduğu zamanların yekünundan
daha kıymetli bir saniyesini yaşamış. Her yıl, hazanın soldurup
çürüttüğü o binlerce yapraklar gibi, şairlerin şiirleri de geçip
unutulduğu zamanlarda, onun hayatında sevmiş ve intihap
etmiş bulunduğu renklerin hepsi ebediyen solmuş ve uçmuş
olacak, fakat muhtemeldir ki ondan insanların hafızasında en
sonraya kalacak hatıra, eski Boğaziçi akşamlarından birinde
veda için kafes arkasından elini sallayan leylaki esvaplı bir eski
zaman hanımının Loti tarafından bir sahifesine nakşedilen bu
hatırası olacaktır.

Hakimiyet-i Milliye, 27 Haziran

56
Ediplerimize Dair Hatıralar
Şehabeddin Süleyman

Kalıpsız ve tepesi kalkık bir fes, uzun bir boy, ergenliklerin kap­
ladığı bir yüz, sarı bir ten, siyah saçlar, gözlüğün camları arka­
sında büyüyen ve titrekleşen siyah gözler, sarı ve yosunlu dişler,
kirli tımaklı esmer eller!.. Onu düşündüğüm zaman bunlarla bir
de, muttasıl uçlarına kadar içtiği küçük sigaralarını hatırlıyorum
ve bu sigarayı tutan parmakları bir kehrüba suyu ile boyanmış
gibi sapsarıydı. Şehabeddin Süleyman'ın sesi de biraz kısık al­
kolün, nikotinin ve tasannuun tesirleriyle çatal çutal olmuş bir
sesti ve galiba hafif bir tarzda peltekti. Yahut onun biraz telaffu­
zu bozuktu. Sözleri sigarasının dumanıarına dökülüp karışmış
gibi fikirleri vuzuhtan mahrum geliyor, iyi görünmeyen gözleri
bu karışık çehre hakkında muayyen bir fikir vermiyor, fakat o
parmaklarında bir kordon sallayarak, yüksekten ve amirane bir
şeyler söylüyordu. Bütün bu hüviyetleriyle biraz dumanlı, biraz
silik, biraz kendine mahsus, biraz malum, biraz amiyane ve bazı
kadınların sevdikleri çirkinlikte bir tip teşkil ediyordu. Rum bir
de metresi vardı.
Onun matbuata dahil olduğu sene, Meşrutiyet'in ilan edil­
diği seneydi. Her şeyin adeta bir kepçe ile, hürriyet kepçesiyle
karıştırılarak karmakarışık edildiği sene!.. İstipdadın durgun
sularında, derinliklere ve sazlara sinmiş bekleyen ne varsa hep
suyun üstüne çıkıyor, yüzüyor, bir şenlik ziyasında parlıyor,
bir avam musikisi gibi keyifleniyordu. Acele acele birçok yazı-

57
lar yazılıyor, bunlar harıl harıl basılıyor ve basılanların birçoğu
okunuyordu. Hürriyetin verdiği ilk hızla yazıya başlayanları bir
cesaret ve bir hamle, bir su gibi boyuna sürüklüyordu.
Şehabeddin Süleyman, Fecr-i Ati zümresine mensup bir
muharrir, hatta içlerinde kendisinden en çok bahsettirenlerden
biriydi. Resimli Kitap mecmuasında Çıkmaz Sokak unvanlı roman
gibi okunmak için yazılmış bir piyes neşrediyordu. Bunun mev­
zuu kadınlar arasındaki sevgiydi. O, bir taraftan muhavereli kü­
çük hikayeler, bir taraftan da edebiyata dair ve tenkide benzer
yazılar, "doktrin" yazıları, bir de edebiyat için tedris kitapları
neşrediyor, çok yazıyordu. Ancak bana üslubu daha rahatını
bulmamış ve samirniyetine ermemiş gibi geliyordu.
Bir müddet sonra edebiyat muallimliği de etti. işittim ki ta­
lebesine derbeder, bakımsız, süfli ve perişan bir adam hissini
veren bir hoca imiş. Fakat edebiyat tedrisini "retorik" belasın­
dan o kurtardı ve asrileştirdi. "Talim-i Edebiyat" usulünden beri
daha yeni bir edebi usulü pek iptidai bir tarzda, ilk tatbik eden
muallim belki odur. Nasıl ki o sıralarda Köprülüzade Mehmet
Fuat Bey'le birlikte yazdıkları edebiyat kitabı da, iptidai bir şe­
kilde olmakla beraber, şimdikilerine bir yol açmıştır ve edebiyat
tedrisi bugün hala bu usulü takip ediyor.
Nihayet bir parça gazeteciliğe yani siyasete de karıştı. Ahmet
Samim'in dostu idi. Samimi miydi? Belli değildi. Onun kuvveti
ve ehemmiyetle telakki ettiğimiz hüviyeti yalnız edebiyat sev­
gisi, tasannuu ve havasında yaşıyordu. Edebiyatın asıl "bohem"
tipi o, asıl "dekadan" Edebiyat-ı Cedide'ciler değil o idi. Acaba
kimleri beğeniyar ve seviyordu? Bizdeki muharrirleri anlamak
için, garpta kendilerine edindikleri üstatları bilmek başlıca bir
anahtardır. Şehabeddin Süleyman Fransızcayı da az bilirdi.
Ona bazan Beyoğlu'nda, muttasıl çektiği küçük sigarasının
dumanları içinde, itikafa çekilmiş gibi sivri ve yalnız, ve bazan
da Şeyhülislamzade Ahmet Muhtar Bey'in yalısında veya ara­
basında, sözlerini beğendirmeye uğraşırken tesadüf ederdim.
Fakat hiçbir zaman samirniyetine dahil olmadım. Ben onunla
çünkü samimi olabilecek bir tabiatta değildim.
O aralık, güya felsefi bir mecmua neşreden genç bir Baha
Tevfik vardı. Kendi yazdıklarına yine kendisi cevap verirmiş! ..

58
Kullandığı müstear adları bilenler "Baha, Tevfik'e çatıyor; Tev­
fik, Baha'ya cevap veriyor" derlerdi. O da bu numuneden mi il­
ham almıştı? Bir gün, İstanbul'da bir kahvehanede, Şehabeddin
Süleyman'ı gençleri Nayiler unvanlı bir mecmua çıkarmaya teş­
vik ederken duymuştum. Gençlere izah ediyordu ki, onlar güya
üsluba ve ahenge büyük bir ehemmiyet verecekler, bunun için
Nayi olacaklar, kendisi fikir narnma onlara hücum edecek, ve
neticede hem mecmua satılacak, hem kendi şöhreti artacak ve iş
cümlesi için bir kar olacaktı.
O zaman gülüyordum. Şimdi düşünüyorum: Zira çok kere
vaktinde ders almaz da, hakikatin hikmetini sonradan anlarız.
Şimdi düşünüyorum ki o zamanlar Şehabeddin Süleyman, rek­
lamla geçinen modern edebiyatın ve edebiyatın politikasını ya­
pan gençlerin bir "prekürsörü", bir mübeşşiri imiş!..
Biraz, fakat ekseriyetin olduğundan fazla değil, gülünç bul­
duğum Şehabeddin Süleyman'da safdil bir kurnazlık, ahlaksız
görünmeyi seven bir sadedillik, biçare bir gösteriş ve aleni bir
parasızlık göze çarpıyordu. Ailesi kimdi? Bu bizce meçhuldü.
Yani o İstanbul'da tanıdıklarımızdan bir ailenin çocuğu değildi.
Nihayet, nasıl oldu bilmiyorum, İhsan Raif Hanım'la ni­
şanlandı. İhsan Hanım İstanbul'un en maruf, kibar ve zengin
bir ailesindendi ve ondan kat kat akıllı, rabıtalı ve canlı bir tesir
yapardı. Galiba Rıza Tevfik'ten hece veznini öğrenmişti. Bazı ar­
kadaşlarımla onun birkaç mısraını pek seviyorduk.
İhsan Hanım Yeniköy'de otururdu. Bir ilkbahar yahut yaz
mevsiminde kaç akşam Şehabeddin Süleyman'ın, köprüden
Yeniköy'e giden vapura nişanlısı ile binip, oradan bir başka va­
purla avdet ettiğini gördüm. Ve bunu ancak bir vapurda bulun­
duklarını bilmek zevki için yapıyorlardı. Zira kaç göçten dolayı
vapura girer girmez, İhsan Hanım hanımlar arasında kaybolu­
yor, Şehabeddin Süleyman da bizimle kalıyordu.
Fakat bu izdivaçla Şehabeddin Süleyman zengin bir evin
beyi olunca, bilhassa gidip bu evin maroken koltuklarında bir
kere oturan onun asıl eski arkadaşları, güya bu kırmızı odada
kuduz bir kıskançlık kalplerini ısırmış da kudurmuşlar gibi,
hep birden onun aleyhine saldırıyorlardı. O zamanlar ben de
işittiğim bu sözlere kızar, onun müdafii kesilirdim. Zavallı Şe-

59
habeddin Süleyman'a en çok bu sıralarda taraftar olduğumu ha­
tırlıyorum. Böylece onunla muarefemizin en iyi ve en hararetli
devresine gelmiştik.
Bir müddet sonra refikasıyla birlikte İsviçre'ye giden Şe­
habeddin Süleyman, Mütareke'nin bidayetlerinde, o seneki
öldürücü gripten birkaç gün içinde ölüverdi. Yakup Kadri'nin
bulunduğu otelde, beraberce hastalanmışlar. Odadan odaya bi­
ribirleriyle muhabere ederlerken, birden onun mektupları ke­
silmiş. Vefatını Yakup Kadri'den saklamışlar. Ailesinin bazı ec­
nebi dostları, bütün hüsnüniyetleriyle hareket ederek, ölüsünü
bir gün belki İstanbul'a nakletmek isterler diye tahnit etmişler;
Müslüman adetlerini bilmedikleri için ona Hıristiyan ölüsü gibi
fırak giydirmişler. Şimdi Şehabeddin Süleyman, Davos tepesin­
de, frakı içinde "anbome" ve belki ömründe olmadığı kadar şık,
muttasıl bir haber bekler gibi, fakat unutulmuş yatıyor!..
Yakup Kadri Hüküm Gecesi'nde, Şehabeddin Süleyman'ı ro­
manın eşhasından biri olarak yaşatıyor. Fakat onu bir parça kari­
katüre doğru sürüklemiyar mu? Bir sanatkarın gözü ne müthiş
bir kudrettir? Gördüğü şeyi artık ilanihaye, size de kendi gör­
müş olduğu gibi gösterir. ihtimal ki ben de onun çizmiş olduğu
karikatürvari portrenin tesiri altında kalıyorum.
Şimdi, kendi kendime soruyorum: Bu eserden acaba ne ka­
lacak, ve hatta şimdiden ne kaldı? Şehabeddin Süleyman'ın o ke­
sik cümleli muhavere üslubuyla, derin bir şey yapılabileceğini
zannetmiyorum. Sanıyorum ki onun bu muhavere tarzındaki
hikayelerinin bir mecmuası, Fecr-i Ati kütüphanesinin dördün­
cü kitabı olarak intişar etmişti. İsmi nedir? Bunu bile hatırlaya­
mıyorum. Şehabeddin Süleyman'ın büyük hisleri yoktu. Ken­
disini yaşatmış, sürüklemiş ve tebah etmiş olan, bir büyük aşk
değil küçük iptilalardı.

Hakimiyet-i Milliye, 3 Temmuz

60
Ediplerimize Dair Hatıralar
Halit Raşit

Paris'in ruha bir musiki gibi tesir eden ve bir vuslat zamanı
kadar güzel gelen ince ve mavi bir akşam saatinde, büyük sarı
yüzlü, omuzlarına doğru kesilmiş uzun siyah saçlı ve iri siyah
gözlü tıknaz bir genç, bir hülyada yürür gibi, ölçülü ve sessiz
adımlarla Rue des Ecoles'den geçiyor. Arkasındaki uzun etekli
pelerin bir harmaniyeyi andırıyor, ceketi Rus buluzlarına dön­
müş, pantolonu kadife şalvarlara benziyor, boyunbağı var ama
fular bir fiyongadır. Sanılır ki harici ona hiç tesir etmiyor, ken­
dini ihata eden şeylerden hiç mütehassis olmuyor gibidir. Vücu­
dunu sarsınayan bir intizam ile gelip geçen o, böylece Rue des
Carmes'da fakir bir talebe odasında kendisiyle birlikte yaşayan
bir Rus kızını, metresini bulmaya gidiyor.
Halit Raşit bizden çok evvel, belki 'den biraz sonra bu­
raya gelmiş, şimdi tahsilini unutmuş, belki ailesi de onu burada
unutmuştur. Bu fakir kız da, kendisinden daha az bohem hissini
veren bir Rus talebesidir. Bana onları, İstanbul'dan Paris'e firarı
o devir içinde bir hadise teşkil etmiş olan arkadaşım Neyyir ta­
nıttı ve bir gün onların odalarına gittim.
Esvapları siyah ve yüzleri sarı birçok genç sakallı Ruslar,
burada matemli edalarla oturmuşlar, belki başlıca gıdalarını teş­
kil eden çay içiyorlardı. Biraz konuştuk. Bu hava benim ruhumu
sıkıyordu. ihtimal ki bu fakir, sarı ve siyah odanın loşluğunda,
mahrumiyetten kısılmış ve bitkin bir sesle konuşan ve biribiri-

61
ne benzeyen (zira bir hayat ve mukadderatın adamları hep biri­
birini andırırlar) ve adeta birer tarik-i dünyaya dönmüş olarak
çay içenlerden biri, sonraları bir kısım beşeriyetİn taliini ve bir
kısım dünyanın yüzünü değiştirecek olan insanlardan biri idi:
Lenin!.. Ve belki böylece ben, haberim olmadan, o gün kendisiy­
le bir müddet beraber bulunmuşumdur. Zira Lenin'in o seneler­
de Paris'te gayet mütevazı bir hayat geçirdiğini ve Ciaseries des
Lilas kahvesine bir iki kere, bu çiftle birlikte gitmiş olduğunu
sonradan işittim. Belki bu tarih daha sonraki bir zamana tesadüf
eder. Fakat böyle olmasa da şimdi milyonlarca zihni dolduran bu
isim, vakitsizken, yani daha hiçbir mana ifade etmediği zaman­
lar, kulaklara değse de hafızaya bir şey söylemediği için hatırda
kalamazdı.*
Ancak Halit Raşit'i hatırlıyorum: O, düşünün!.. O zaman,
bütün hayatını kahvede geçiren Yahya Kemal'i bile burjuva
buluyordu ve ben ona ne kadar bohem diye şaşıyordum. Fakat
şimdi sefir Yahya Kemal'i hatırladıkça, görüyorum ki onun için
hakkı varmış. Yahya Kemal'le dargındı. Neyyir'i ise, bir arkada­
şından fazla ailesinden biri gibi telakki ediyor ve yaşamak için
ondan biraz para alıyordu. Halit Raşit'te beğendiğimiz, en sev­
diğimiz şey "espri"si ve "pastiş"leriydi. Maeterlinck, Paul Adam
vesair meşhur ediplerin taklitleri olarak yazılmış, manzum ve
mensur öyle yazıları vardı ki, sonraları Fazıl Ahmet Bey'in Türk
şair ve muharrirleri ağzından yazdıkları kadar kıymetli, zeki
ve güzeldi. Edebiyattan anlayan tanıdığımız bazı Fransızlar da
bu taklit edilmiş, daha doğrusu avianmış ahenkleri pek takdir
ederlerdi. Pastiş olduklarını bildiğimiz bazı şiirleri, asıllarından

* Abdülhak Şinasi Hisar, kendinden dört-beş yıl önce Paris'e firar eden Halit
Raşit'i, orada bulunan Rus çevrelerle iç içe veriyor. Bunun sebebi, Halit Raşit'in
birlikte olduğu fakir, bohem bir Rus kızıdır. Yani yazar Halit Raşit'i anlatır­
ken, Paris'te bulunan muhalif Rus çevreleri de anlatmış oluyor. Fakat burada
enteresan olan, Hisar'ın sözü döndürüp dolaştırıp Rus devrimci lideri Lenin'e
getirmesidir. İlgili bölümde son derece müphem bırakılan bu anlatmalar, bize
ziyadesiyle manidar göründü. Fakat şunu belirtelim ki Hisar'ın bu yılların­
da, aynen Halit Raşit gibi, Sosyalist söylemi dikkat ve hayranlıkla takip ettiği
gerçeğidir. Bundan sonra gelen Tunalı Hilmi yazısında ve Mütareke yıllarında
kaleme aldığı "Haşim Nahit Bey'in Üç Muamması"nda bu yönde atıflar bula­
biliyoruz. Bkz.: A. Ş. Hisar, Kitaplar ve Muharrirler I / Mütareke Dönemi Edebiyatı
(Hazırlayan: N. Turinay), YKY, İstanbul , s. [Haz.N.]

62
ziyade severiz. Arkadaşımızın bu zeka ve kabiliyetine gıpta edi­
yorduk.
O, Meşrutiyet'in ilanından sonra da Paris'te kalmıştı. Ara­
dan iki üç sene geçti. Birgün galiba Tanin gazetesinde Mehmet
Ali Tevfik Bey'in bir makalesini okuduk. Bizce meçhul kalan
dahi bir Türk şairinin Fransızcaya tercüme edilmiş bir eserin­
den, onu göklere çıkaran bir medih ve sitayişle bahsediyordu.
Paris'teki bir matbaa bütün milletierin edebiyatından, birer
numune tercüme ettirerek tab etmeye karar vermiş. Türk ede­
biyatının bu milli şaheseri de bu külliyatta intişar etmiş. Buna
hayran kalmış olan Mehmet Ali Tevfik, bir bilmece hallini teklif
eder gibi, edebiyat tarihi mütehassıslarından bu eser sahibinin
kaçıncı asırda yaşamış, hangi dahi şair olduğunu soruyordu.
Meğer bu şair Halit Raşit'miş! .. Fransız matbaası, Türk eser­
leri arasında milli bir şaheserin tercemesine mukabil birkaç para
teklif edince, o bilmediği böyle bir eseri, eski edebiyatımız için­
de aramanın pek güç, hiç bulmamanın da pek mümkün oldu­
ğunu düşünerek, bunu eski bir eser tercüme ediyormuş gibi ve
doğrudan doğruya Fransızca yazmayı daha kolay bulmuş. Za­
vallı Mehmet Ali Tevfik'in o kadar bayıldığı bu şaheser, onun
bir "pastiche"i imiş!..
Halit Raşit, Umumi Harp'ten evvel Paris'ten İstanbul'a dön­
müştü. O daima biraz esrarlı ve garip bir tesire malikti. Hükü­
metin, böyle teşebbüslerin ne kadar milli menfaatimiz iktizasın­
dan olduğunu henüz kavramadığı bir zamanda, İstanbul'da La
Pense Turque unvanlı Fransızca bir mecmuanın intişarını temin
etti. Halit Raşit asıl Paris'te yaşamış Türklerin, Fransız inceliği­
ne en yaklaşmış olanlarından biridir. Eğer bir gün, Paris'te bir
müddet yaşamış Türklerin bir hikayesi yazılırsa, onun bu ta­
rihçede muhakkak bir mevkii olur. O, hülasa Türkçe yazmış bir
muharrir değil, fakat Fransızca yazmış Türk muharrirlerinin en
iyilerinden biridir. Eğer kardeşi ve dostlarının himmetiyle bir
gün "pastiche"leri toplanıp bastırılırsa, bu Türk zeka ve zerafe­
tinin Fransızca güzel bir vesikası olacaktır.
Paris'te parası olmayan bu gencin, Trablusgarp'ta mı, böyle
uzak bir yerde zengin emlaki ve arazisi varmış, bunları da kur­
tarmak istiyor. Talat Paşa ile randevu alıyor, görüşüyor ve başka

63
işlere de teşebbüs ediyordu. Eski bohem, asri bir iş adamı olmuş­
tu. Bu, vesika ve vagon ticaretiyle pek çabuk zengin olunduğu
bir devirdi. işittim ki Halit Raşit böyle bir iki işle para kazanmış,
İzmir'de Kordonboyu'nda güzel bir yalı satın almış veya kirala­
mış, hayatında Paris'in fakrı nisbetinde bir servet kaim olmuş.
Gurubun kızınıklarında başlayan saz alemleri ta fecre kadar de­
vam eder ve sular daha şarkılar inierken ağarırmış. Halit Raşit
burada Yahya Kemal'in mısraıyla, "Cananla, meyle, son günü,
ey mevt sendeyiz!" diyebilmiş olacaktır. Onun talii inip çıkan
büyük bir dalga gibi idi. Bu İzmir kaşanesinden daha uzun
müddet kam alamadan, o seneki grip-İspanyol kendisini raksan
bir gecesinde yakalayarak, iki üç gün zarfında kim bilir nerede­
ki mezarına tıktı ve onun küçük şöhretini de üflediği bir mum
ziyası gibi söndürüverdi.
Fakat düşünüyorum: Hayatta çok kere yardım etmek, al­
kışlamak veya okşamak için uzattığımız elin ısırıldığını görü­
rüz. Ve muhabbet ekenlere çok kere, haset ve iftira mahsulünü
biçrnek düşer. Gülleri muntazaman dikenli yollardan geçenle­
rin elleri o kadar kanıyar ki, insan tabiatında görmeye maruz
kaldığımız bu kabalık, artık insana bıkkınlık veriyor. Yeni bir
çehre ile tanışmak, yeni bir tehlike karşısında kalmak gibi em­
niyetsizliğimizi uyandırıyor. Halbuki Halit Raşit odasında ve
sokakta beni kendisine ve hayatının tarzına taraftar bulmamış,
müctenip bulmuş olmalıydı. Ben ona belki züppe ve snop, her­
halde haki ve burjuva bir genç tesiri yapmış olmalıydım. Zira
zevkimin, mecnun ve bihuş rüyalara dalmak için, muttasıl da­
yanacağım, muntazam çerçevelere ihtiyacı vardır. Böyle iken,
ancak beraber sevdiğimiz bir iki Fransız üstadının muhabbeti­
ne iştirak ve refakatimiz kifayet etti. Ve benim kendisine hiçbir
arkadaşlığım dokunmamış olduğu halde, onu daima hakkımda
hayırhah, nazik ve mültefit buldum. İnsanlar arasında sadece
"correct" olmak en büyük kibarlık yerine geçiyor. Bazan insana
mütebaki ömrünün kıymeti, ancak böyle, yapabileceği birkaç
şehadette bulunmaktan ibarettir gibi geliyor. Bunun içindir ki
onun bu mümtaz halini de kaydediyorum ve onu hatırladığım
zamanlar başı fikirler ve projeler ve elleri para ve kalemle oy­
namayı bilmiş bu ince ve keskin zekalı, bu sert ve çalak tabiatlı

64
adam benim hayatıma, ancak bir havuz üstünde yüzen su kuş­
ları gibi sessiz ve munis temas etti; biraz yabancı ve uzakta ka­
lan nazarlarla bakıştık, o sonra bu dostluğun ahengini bozma­
dan, bana yokluğunun teessürüyle bir hiffet hatırası bırakarak
uzaklaşıp gitti sanıyorum!

Hakimiyet-i Milliye, 13 Temmuz

65
Ediplerimize Dair Hatıralar
Tunalı Hilmi

Tunalı Hilmi!.. O, hepimiz gibi alelade bir insan değil, fakat san­
ki Tuna'dan bir dalga, bir rüzgar gibi bir şeydi. Ben onu tanımış
olduğum zaman yaşı bir hayli geçkindi. Beyaz ve kıvırcık saçları
daima harekette ve coşkun yüzü, her vakit üst perdeden taşan
sözü, dağınık yürüyüşü ve perişan tavrıyla o adama samimi ve
muztar bir kuvvet hissi veriyordu. Onun, ilk insanların söyle­
miş olacakları gibi lisanını zahmetle, yağura yağura ve adeta
kelimeleri kendi icat ediyor gibi, içinden taşan bir hisle konuştu­
ğunu duyduğunuz vakit, hitap edilecek bir mantığı olmadığına
acır ve onu makul cevaplada rencide etmekten kaçınırdınız.
Ben esasen, şöhretini temin etmiş olan eserlerini de oku­
mamıştım. Bunlar onun "hutbe"leriydi. İsmini taşıdığı Tuna
gibi uzun mesafeler kat etmeyi seven bu seyyah, senesin­
den evvel vatanın kurtuluşu için hariçte çalışan genç Türklerin
yanma gitmiş ve bunları kah Avrupa'da, kah Mısır'da yazmış,
bastırmış ve gizlice memlekete dağıtmıştı. Tunalı Hilmi'nin
ismi, Sultan Hamid istiptadına karşı, gurbette hürriyet için
çalışmış Türklerin hatıralarına karışır. Bunların hep Paris'ten,
Cenevre'den, Kahire'den gelen biraz başı dumanlı bir "Genç
Türk" edebiyatı vardı ki, o zamanlar İstanbul'un manevi kafes­
lerle örtülü mekteplerindeki gençliği gönülden buna vurgun­
du. Eminim ki bu neslin çocukları olan hepimizin kalbi, bağ­
rı yanık bu edebiyat ile sızlamış ve bütün o senelerimize bazı

66
içli manzumeler, mısralar ve ahenklerle biraz bu edebiyatın
fedakar kokusu sinmiştir.
Fakat Avrupa'daki hürriyetçi genç Türkler hep aristokrat
yahut burjuva idiler. İçlerinde bir halk çocuğu, bir plebyen ola­
rak galiba yalnız Tunalı Hilmi vardı. O Eski Cumalı bir esnaf­
rençperin, Kantarcı oğullarından İsmail Ağa'nın oğlu imiş.
Bu yazıları samirniyet hissi veren coşkun ve dalgalı bir nevi
nutuklar, bir nevi kalp ve fikir köpüğü bir edebiyat imiş ve o
istipdat zamanının mekteplerinde bunalan gençlere, mesela Yu­
suf Akçura'nın şehadetiyle anlıyoruz ki pek çok tesir edermiş.
Tunalı Hilmi'nin idari teşkilatımız hakkında düşünülmüş
etraflı fikirleri, talim ve terbiyeye dair muayyen düsturları ve
noktainazarları vardı. Gurbette bu "hutbe"lerinden başka me­
sela Türk gençlerine Avrupa'da çalışmak emelini aşılamak için
İsviçre'de Tahsil ve Abdülhamid aleyhinde olarak Peşte'de Reşit
Efendi'yle Mülakat gibi bazı risaleler de neşretmişti. Meşrutiyet'ten
sonra vatanına avdet edince, siyasi ve içtimai makalelerini, şiir­
lerini yazmaya ve bastırmaya devam etti. Fakat onun bu küçük
risaleleri hep ötede beride, en çoğu Sinop'ta basılmış ve ekse­
riyetle meçhul kalmış kitaplardır. Memiş Çavuş unvanlı man­
zum ve mensur bir temaşası varmış, bu da otuz küsur perdeden
mürekkepmiş. Bununla yapmak istediği şey, bir nevi milli halk
tipi, bir köylü tipi vücuda getirmekti. Tunalı Hilmi o kadar de­
mokrattı ki, bu demokratlık yalnız fikrine ve sözüne değil, hatta
kitaplarının unvanlarına, şekillerine, harflerine ve basılışlarına
kadar sirayet etmişti. Bu risalelerde bir muharririn bizde belki
ilk defa olarak, doğrudan doğruya ve bilhassa "köylü"ye hitap
ettiği görülür. Fakat bu eserler vakitlerinde de büyük bir edebi
rağbet bulmamışlardı ve bugün belki maddeten bile buluna­
mazlar.
Bu isim yahut bu lakap bile (Tunalı, bir kasaba, bir şehir
değil de bir nehir ismi "Danünziyesk" değil mi), bizim hoşu­
muza gitmeli değil miydi? Niçin onun yanında sırf muhabbet­
le mütehassis alamıyor, bir emniyetsizlik duyuyor, o söylerken
ben dikkat edilse iştirak ve tasvip edeceğim fikirleri dinlerken,
sevmediğim bir halet sezmiş gibi oluyor, rahatsız oluyor ve hep
itiraz etmek istiyordum?

67
Bazan o coşkunca söyleştiği zaman, ona bir muhabbet duy­
mak ister ve kendi kendime: "İşte vatanına ait toprakların bir
mahsulü!.. Böyle yerden bittikleri belli olan Fransızlar yok mu?
Sen bazan böyle Sosyalist mebusları dinlerken, bunların nasıl
birer kuvvet olduklarını duymaz mıydın? Böyle milli kuvvetle­
rin teşekkülüne taraftar değil misin? Sevmeyi istediğin bir şeyi
sevsene!.." derdim ve yine derdim ki: "Makul olmak ve kendi
fikirlerine sadık kalmak için, asıl böylelerini dinleyip anlamaya
ve vasi bir kısım topraklar üzerinde husule gelen fikirleri topla­
yarak kaale almaya taraftar olmalısın!.."
O eski zamandan kalma ve gelme bir tip, coşkun, mütehay­
yir, yanık ve şair bir mahluk değil miydi? Onun eski, şarklı bün­
yesi üzerine aşılanmış olan hususiyetleri de garplılığı, çalışmak
sevdası, milliyetçiliği, halkçılığı ve sade lisan taraftadığı ise hep
kendi prensiplerimiz değil miydi?
Fakat böyle iken, ona her tesadüfüm ve onu her dinleyişim,
bende samimi bir mantık ihtiyacını isyan ettirerek, beni öfke­
lendirir ve ondan uzaklaştırırdı. Zira Tunalı söylemez, bağırır;
izah etmez, teganni ederdi. Nasıl ki bir gün Meclis-i Mebusan
riyasetine mensur bir takrir değil, takrir olarak bir manzume
vermişti. O böyle zamanlarda "sublime" katabilmek için, laakal
Lamartine kadar bir üsluba malik olmalıydı.
Şimdi düşünüyorum: Onunla aramızdaki mühim farkı ve
suitefehhüm teşkil eden hep onun "plebyen" oluşu ve hal ü ka­
linde böyle kalmakta devam edişiydi. O içimizden biri değildi,
ve bunun içindir ki söylemeye değil haykırmaya başlar başlamaz
biz: "Eyvah, kimbilir yine ne potlar kıracak?" diye düşünür; bu
gürültülü ses, bu acemi eller, o beğendiğimiz ve sevdiğimiz his
ve fikirleri kırıp birbirlerine karıştırmasın diye yüreğimiz hop­
lar, heyecanımız başlar, benzirniz uçar, keyfimiz ve rahatımız
kaçardı.
Fakat Tunalı Hilmi, "yeni lisan" taraftarlarından çok evvel,
öz ve sade Türkçenin yazıcısı ve hatta nazariyecisi değil mi, ve
bu itibarla edebiyat tarihimizde ismi zikredilmeli değil midir?
Hürriyet, medeniyet ve milliyet için uğraşmış ve yazmış mu­
harrirlerimizin tarihçesinde bir mevki işgal etmez mi? Fikirleri
içinde bizim milli ananemize intikal ile yaşayacak olanları ve

68
eserleri içinde de böyle milli bir noktainazardan kıymetli olan­
ları yok mudur? Onun ölümünden sonra ondan bize miras kal­
ması layık ve ziyan olması günah olacak fikirleri ve sahifeleri
toplamak isterdik Ancak bu vazife, asıl onun eserlerini vaktin­
de okumuş olan muasırlarına, arkadaş ve takdirkarlarına dü­
şer. Zira her muharririn bütün eserlerini bulup okumak, ancak
alimiere müyesser olacak bir iştir. Bir de harcıalem bir ilim ol­
malıdır ki bunun rayiç akçelerini, ancak bir muharririn dostları­
nın sadakatleri ve himmetleri meydana çıkarabilir. Şimdi bütün
bunları bize kim tespit edecek? Bütün bunlar ki, bugün parça
parça bildiğimiz ve yarın hayatımız gibi parça parça unutacağı­
mız şeylerdir!
Tunalı Hilmi vefat ettiği zaman Zonguldak mebusu bulu­
nuyordu. Fakat Millet Meclisi'nde mevkiini yadırgıyor gibiydi.
Denilebilirdi ki müsterihti, fakat rahat değildi. Muhitine istediği
tesiri yapamıyor, ciddi bir adamdan ziyade mizahi bir adam te­
siri veriyordu. Maksadını işittirmeye güya yalnız sesi kafi gel­
miyormuş gibi, daha çok bağırıyor, daha çok çırpınıyor ve gü­
lünç oluyordu. Çok kere kendisi alayla, sözleri kahkahayla istik­
bal edilirdi. Onu belki bizden daha çok sevenler "Gel bakalım,
Tunalı! .. " diye eğlenirler, o birçok sebeplerle teessür duydukça,
bunlar gülerlerdi. Hülasa, demek ki o bizim heyeti içtimaiye­
mizce mevcut ve malum bir tipi teşkil ediyordu ve ona meczup
diyorlardı.* Fakat ilmin karşısında zaten hepimiz nim-akıllı ve

* Abdülhak Şinasi Hisar'ın Tunalı Hilmi anlatımı, uzaktan uzağa, Fahim Bey ve
Biz romanının kahramanı Fahim Bey'i hatırlatınıyar değil. Bir yandan Tunalı
Hilmi'yi anlamaya ve anlatmaya çalışırken, öbür yandan da bu anlatmaya üstü
örtülü bir istihza eşlik ediyor çünkü. Nitekim Tevfik Fikret'in 14 kanunu sani
/ tarihinde Servet-i Fünun'da yayınlanan "Nef'i" adlı şiiri ile bu yüzden
oynuyor. Fikret'in, Nef'i'yi yüceitme amaçlı şiiri, bütünüyle aksi bir yönde kul­
lanılıyor. Şiirin son iki beyitinin aslı şu şekildedir:

Sana bir başka zemin, başka zaman liizımdı


Sana bir tilem-i liihut-nişan liizımdı
Öyle bir nehr-i muazzam gibi cii ş etmişsin
Fakat eyvah! Çorak yerde akıp gitmişsin.

Tevfik Fikret'in daha böyle Fuzuli, Cenab Şehabeddin, Nedim, Recaizade Ekrem
ve Abdülhak Hamid için de şiirleri vardır. İlgili şiirler için Rübab-ı Şikeste'ye
bakılabiiir. [Haz.N.]

69
nim-deliyiz. Normal akıl nerede biter ve delilik nerede başlar?
Gayri muayyen ve adeta mütehavvil bir mıntıkadaL O kadar
hepimiz de biraz anormaliz ki, anormal de bugün biraz normal
olmuştur. Bu talii yadettiğim zaman, Pikret'in Nef'i'ye hitabını
hatırlayarak, bu hitabı biraz daha küçük bir mikyasa indirmek
için biraz tahrif ederek, Tunalı'ya demek istiyorum ki:

Sen de bir nehr-i mutantan gibi cuş etmişsin


Fakat eyvah! Çorak yerde akıp gitmişsini

Hakimiyet-i Milliye, 24 Temmuz

70
Ediplerimize Dair Hatıralar
Saffetf Ziya

Bu isim bende en uzak ve uzun hatıralara yol açıyor. Zira


senesi civarından, çocukluğumdan ta Paris'e gidinceye kadarki
zamanıma ait Boğaziçi, Mektebi Sultani ve Edebiyat-ı Cedide ha­
tıralarıma karışmıştır. Saffeti Ziya'nın babası Ziya Bey'in ailesiy­
le benim ailemin, çifte bir sıhriyetle çoğalmış dostlukları vardı.
Bizde isimleri "Boyacı köyündekiler" olan bu komşularımızia
sık sık görüşürdük. Ziya Bey'in ailesi o zaman, alafrangalılaşan
ailelerden biriydi. Yeni yaptırmış oldukları kuleli yalı -ki pek
çirkindir- alafrangalığın olanca cazibesiyle şık ve güzel görü­
nürdü. Saffeti Bey babasının ismini kendi ismine ilave eden ilk
Türklerden ve o zaman Türklerin müdavimi olmadıkları Beyoğ­
lu, balo, Fransız tiyatrosu ve suvare alemlerine dahil olan sayılı
Türklerden biriydi. Yalıda kulelerin birinin altındaki yuvarlak
ve büyük odasını bilirdim, ama kendisine burada bir defa bile
rastgelmemiştim.
Saffeti Bey gençliğinde şıklığı ile meşhurdu: Açık renkli
kalın İngiliz kumaşları ve Batter'den olacak, kloş pardösüler,
yakası kadife lacivert makferlanlar, açık renk eldivenler giyer,
kutusundan yeni çıkmış gibi fazla ütülü, renkli, Tepebaşı ve Be­
yoğlu caddelerinde dolaşır, bir aşağı bir yukarı ve arada -şimdi­
ki Turkuvaz'ın bulunduğu Bonmarşe'nin içinden-, bir sokaktan
ötekine geçerdi. Bir gün o böyle her önünden geçtiği camekanda
tuvaletini süzerek, memnun ve neşeli dolaşırken, arkasından

71
yürüyordum ve haline baktım. Potinlerinin, gömleğinin, bo­
yun bağının, esvabının renkleri ve biçimleri kendisine aleni bir
haz veriyor ve gözleriyle bu taşıdığı şeyleri adeta yiyor gibiydi.
Siyah, ince, uzun, uçları yukarıya doğru kalkık, tıpkı Edmond
Rastand'ın meşhur bir resminde görüldüğü gibi bıyıkları vardı.
Ve o zamanlar bu ince siyah saçlı, sivri bıyıklı genç "Aiglion" şa­
irini andırıyordu. Kendisinin de fraklı olarak alınmış bir resmi
vardı ki bunu hem odasına asmış, hem akrabasından birisine
vermiş ve her ikisinde de Saffeti Ziya ismi üstünde, şu cümleyi
yazmıştı: "Gayet resmi!.."
Bir gün de, inanılmaz manzara!.. Saffeti Bey o şıklıktan ade­
ta frenkleşmiş haliyle, Küçüksu deresinin sandaHa gidilen son
noktasında, Hasan'ın salaş tiyatrosuna geldi ve bizim bulundu­
ğumuz locanın yanında oturan birisine şu cümleyi söylediğini
duydum: "Ben buraya, 'ide' almaya geliyorum, monşer!.." Hatta
bu geliyorumu bile "r", Fransızcaya çalan fena bir telaffuzla iyi
çıkmadığından, -zira Saffeti Ziya Bey biraz peltekti- "geliyo­
ğum" gibi ecnebilik, tasannuu kokan bir kelime oluyordu.
Bütün bir refah ve medeniyetin, bu kadar sathi ve basit bir
mahsül yetiştirmesi hazindir!.. Fakat Edebiyat-ı Cedide'nin za­
vallı muhitini, gitgide anlayamaz bir hale geliyoruz. O zaman­
lar, her türlü tezahüratında garplılaşmak o kadar seviliyar ve
isteniyordu ki, iyi giyinip vakitlerini alafranga bir yerde çay iç­
mekle geçiren adamlar, bir medeniyet lazımesini ifa etmiş gibi,
vicdanen müsterih ve memnun olurlar ve kendi kendilerine bir
mübeşşir, bir örnek, bir mücahit kıyınet ve ehemmiyeti atfeder­
lerdi. İstanbul'un böyle alafranga bazı mahalleri vardı ki, bura­
larda yalnız bir seyran zevki değil, hem de yüksek bir medeni­
yete intisap etmiş olmanın gururu da tadılırdı.
O zamanlar Şura-yı Devlet azasından olan Saffeti Ziya Bey
Sadrazam Sait Paşa'nın kızıyla evlenmiş, fakat ayrılmıştı. Ona
Servet-i Fünun da bastırmış olduğu romana izafetle, "Salon Köşe­
'

lerinde muharriri" denilirdi. Bir müddet sonra da Hanım Mektup­


ları unvanlı hikayelerini, yine o mecmuada neşretmiş ve kısmen
Fransızcaya da tercüme etmişti. Edebiyat-ı Cedide kendi hare­
ketine iştirak edenlere kuvvetli damgasını basardı. Harice karşı
bir mekteb-i edebiyeye mensup görünmenin tesiri ne büyük olu-

72
yor!.. Bir gün yalıda rahatsız bulunduğu bir perşembe, kendisine
Servet-i Fünun getirmeyi ihmal etmiş olan kayınbiraderine karşı,
pek ziyade hiddetlenmiş olması bize bir hürmet ilka ediyordu.
Onun üstünde bütün Edebiyat-ı Cedide'nin havası vardı. Ben
onu böyle bir edip olarak takdir ederken daha pek çocuktum.
O meşhur romanını bile okumamıştım. Kitapları, hep edebiyata
mevkuf olacağını umduğum bir atiye saklardım. Bu eseri yine
anlayamayacak bir yaşta okudum. Onun içindir ki pek beğen­
miştim.
Bütün bunlar bende hoş birer hatıra idi. Şimdi bunlara
"tarihten evvelki vukuat" diyeceğim geliyor. Sonra Meşrutiyet
oldu. Saffeti Ziya, hafiyelere dair Yıldız Böcekleri diye adi bir
roman, Haralambos Cankıyadis diye, isminin kastettiği cinastan
belli, diğer hayide bir roman neşretmişti. Eyvah, sukutu hayale
uğramıştım! .. Edebiyat-ı Cedide'nin zarif muharriri bu muydu?
Şimdi şahsen de tanışmıştık. Zavallı Saffeti Ziya Bey! Ne iyi bir
adama benziyordu. Nazik, kibar, hüsnüniyetle muttasıf, lakin
mahdut ve havai! ..
Sonra menhus harp seneleri başladı. Ve o Umumi Harp için­
de Berlin'e, sefirimiz Mahmut Muhtar Paşa'nın yanına gidip kal­
mış, tekrar uzun bir müddet matbuat aleminden uzaklaşmıştı.
Nihayet Mütareke içinde, avdetinde tekrar buluştuk. Ailesi yine
Boyacı köyünde oturuyordu. Kömür az, köprüden son vapur
erken kalkıyor, inanılınayacak kadar dolu, yan karnarasında da
sigara içiliyor, herkes müşterek mübahaseyi duyuyor: "Medeni­
yet demek konfor demek midir?" -ki kendisi böyle derdi-, "De­
ğil midir?" gibi bir mevzu üzerine bir münakaşa!.. Asabımı ve
tahammülümü yoran ve bozan bu akşamlar için, o bir müddet
sonra tekrar Avrupa'ya gitmek üzere veda ederken: "Ömrümde
bu kadar lezzetli ve istifadeli saatler geçirmedim, o vapur ak­
şamlarını pek arayacağım" deyince şaşırdım.
Bir müddet sonra tekrar döndü geldi, yevmi bir gazetede
gençlerin edebiyatı takip etmediklerine, eskilerine hürmette ku­
sur ettiklerine ve saireye dair çarşaf boyunda makaleler yazı­
yordu. Her fikir, her fikircik ikizli, hatta üçüzlü sıfatlarla, uzun
boylu üç dört cümle içinde seriliyor, sallanıyor, dağılıyor, bir
türlü kendini toplayamıyordu. Ve bu makaleler mabadlı olarak

73
intişar ediyordu. Zavallı Saffeti Ziya Bey!.. Kalemi ve edebiya­
tı hakkında yeni bir sukutu hayale uğradım. Ve sonra "Adabı
Muaşeret" hakkında bir kitap neşredince, ki belki yegane ehem­
miyet verdiği ve ihtisası olduğu bir şeydi, ne yapayım, onu artık
ciddiye alamadım ve bu kitabını okuyamadım.
Saffeti Ziya şimdi orta yaşlı bir adamdı. Tekrar evlenmişti.
Hayatından memnundu. Ankara'ya gelmiş, şehri ve idareyi pek
takdir etmiş, ve nihayet "Salon Köşeleri"nden teşrifat koltuğuna
geçmiş, Teşrifat Umum Müdürü olmuştu. Bu kendi zevkine, ta­
biatına ve merakına uyan bir vaziyfeydi. Bu hizmette ifratı vazi­
fe-perestlik olacak, hoppalığı ciddiliğe dönecek, kusuru bir me­
ziyet sayılacaktı. O kadar vazife-şinastı ki, iyi bir hareketin teş­
rifata muhalif olabileceğini düşünse, -nasıl ki misalini gördük­
bunu yapmaktan vazgeçerdi. Saffetli gözleri hala gençliklerini
muhafaza ediyordu. Bıyıklarını büsbütün kesmişti. Pek ziyade
memnundu. Hemen evvelki perran devirlerindeki kadar neşeli,
çalak ve adeta raksandı. Hayatının en muvaffakiyetli devresine
gelmişti. Ancak geçmiş seneler, omuzlarında yaşlılığın çöküntü­
sünü hasıl etmiş, ve saçları beyazlaşmıştı. Hala monokl takarak
eski monden zarafetiyle giyiniyorsa da, vücudundan taşan bol
kumaşlar ve boynuna sardığı fularlar ona bir nevi ihmal ve acele
hali veriyordu.
Hayat ve tecrübesi onu öyle hesabi bir burjuva yapmıştı
ki ekseriyetle söze ve tenkide karışmayan tok bir diplomat hali
almıştı. Bazan cevap vermek istemediği sözleri, hiç duymamış
gibi sükutla karşılardı. Bu, belki protokola muvafıktı, fakat bu
derece basit bir çareye tevessülünden, insan adeta çocukluk kar­
şısında gibi, biraz merhamet duyuyordu.
Ölümü de hayatına benzedi. Fransızlar olsa, "sans accent
grave" diyeceklerdi. O zamana kadar gördüğüm diğer ölülerde
bir ağırlık, güya bir hazırlanış duymuştum. Sanıyordum ki ha­
riçten kazaen gelmeyen ölümün, içimizde bir hazırlanış devresi
vardır. Saffeti Ziya'da bunun aksini gördüm. Ve o bana ne biçim
hiçten oyuncaklar olup, nasıl birdenbire kırılıverdiğimizi gös­
terdi.
Bir akşam Lebon'da, refikasma götürmek için hazırlattığı
fondan paketini almaya acele ediyordu. Ve bana: "Bu gece ada-

74
da balo var" diye tebessüm ederek gitti. Ertesi sabah gazetede
onun, o gece vefat etmiş olduğunu hayretle karışan bir teessürle
okudum. Zavallı "Salon Köşelerinde muhariri" bir salon köşesin­
de ve baloda, frakıyla gayet resmi çalgı dinlerken fenalaşmış ve
kendisine şüphe yok ki Boğaziçi, Beyoğlu, Berlin, Ankara haya­
tının zübdesini sunmuş olacak bir kadeh suyu içerken, ve ötede
daha susmamış musiki şüphesiz bütün ümitlerini ve hülyalarını
kendinden söküp sonuncu bir guruba doğru sürüklüyor gibi ge­
lirken, her şeyin bitmekte olduğunu duyuran ancak iki üç daki­
kalık facianın büyük buhranı içinde, birden bire ölüvermiştiL

Hakimiyet-i Milliye, 7 Ağustos

75
Ediplerimize Dair Hatıralar
Tevfik Fikret I -

Burada ne Tevfik Fikret'e dair bütün hatıralarımı kaydetmeye,


ne de onun edebi ve içtimai hüvviyeti hakkında etraflı malumat
vermeye imkan yok. Sadece bu düşünceli, hassas, muhabbetli,
müstağni, titiz, münzevi, mükedder, kibar, mağrur, zarif, mus­
tarip ve ma'lul adamın mahpus kalmış bulunduğu muhtelif mu­
hitlerin birer krokisini çizeceğim.
Tevfik Pikret'in ilk gençliği hakkında bildiklerimiz onun
çok zeki, çok neşeli bir çocuk olduğu ve eski zaman tarzında
yazdığı Mehmet Tevfik imzalı ilk manzumelerinin bir mecmua­
da, o zamanın adeti veçhile birçok medhiyelerle neşredildiğidir.
Ebubekir Hazım Bey'in bir makalesiyle de öğrendik ki,
Pikret'in yarı memur, yarı menfi hayatıyla İstanbul'dan uzak
vilayetlerde gezdirilen ihtiyar babası, şair kelimesini haylaz ve
işe yaramaz suretinde tefsir ederek onu aşağı yukarı reddetmiş,
hatta ve Servet-i Fünun'da epeyce bir şöhret ve hürmet kazandığı
zamanlara kadar, oğlu hakkında fena bir fikir beslemiş olan bu
babanın, ancak vali beyin bu hususta irşadı üzerine gözleri açıl­
mış ve oğluna kalbini ve kesesini tekrar açmış.
Tevfik Fikret'i çok takdir eden hocası Üstat Ekrem onu,
Servet-i Fünun'da çalışması için Ahmet İhsan'la tanıştırmıştı.
Pikret Servet-i Fünun'da sırasıyla veya hep beraber musahhih,
muharrir, heyet-i tahririye müdürü, arada sırada ressam, şair,
sermuharrir, nihayet "mekteb-i edebi" şefi gibi bir şeyler oldu.

76
Bütün bu zamanlarda maaşı pek azdı, titizliği malum olan Ah­
met İhsan Bey'le geçinebildi. Ve daha mühimi, yazılarını Servet-i
Füniin'da neşreden bütün şairler ve muharrirlerle geçinebildi.
Bizde hiçbir mecmuanın devam edemediği ve sahipleri yahut
muharrirleri olan birkaç arkadaşın şiirlerinin biri ötekinden
daha büyük puntolu harflerle dizildiği, makalelerinin öteki be­
rikinden daha evvele konduğu gibi sebeplerle, mutlaka araların­
da kavga çıkarak ayrıldıkları düşünülürse, Tevfik Pikret'in İs­
mail Safa, Süleyman Nazif, Süleyman Nesip, Cenab Şehabeddin,
Faik Ali, Hüseyin Siret, Hüseyin Suat ve Celal Sahir gibi şairleri;
Halit Ziya, Mehmet Rauf, Hüseyin Cahit, Ahmet Hikmet, Saffeti
Ziya gibi hikaye ve romancıları; Ahmet İhsan, Mahmut Sadık,
Ahmet Şuayp gibi makale muharrirlerini idare ederek ve aynı
zamanda -bu vakıa şahsen pek iyi bir adam olan Çelebi Veled
Bahai Efendi'ydi- devrin sansürüne de meram anlatarak, mec­
muayı bu kadar uzun müddet yaşatabilmiş olması, bizde emsali
tekerrür etmemiş bir mucize değil midir? Esasen Pikret'in eski
edebiyatımıza epeyce vukufu olduğu halde, garp kültürü biraz
zayıftı. Arkadaşları içinde belki bu irfanı en kuvvetli olan ken­
disi değildi. Buna ancak tabiatındaki asalet, ciddiyet ve "otorite"
kabiliyetiyle muvaffak olmuştur.
Kavga ancak bir kere, Ali Ekrem ve H. Nazım beylerin Ser­
vet-i Füniin'u müştereken terk ederek, mahut Malumat mecmua­
sına geçmeleriyle vaki oldu ki Pikret bunu senelerce affetmemiş
ve Üstat Ekrem'in rica ve ısrarına rağmen Ali Ekrem Bey'le son
zamanlarına kadar barışmamıştı.
İşte bu uzun sa'y neticesinde Servet-i Füniin edebiyatımı­
zın tarihinde mühim bir yer tutmuş, etrafında bir de "mekteb-i
edebi" teessüs etmişti: "Edebiyat-ı Cedide!.." Edebi bir mektebin
programı ve gayesi ne kadar mazbut olursa olsun, daima ona
intisap edenlerin hususiyetlerine göre muhtelif temayülleri ve
birtakım farkları ihtiva etmesi tabiidir. Bugün edebiyat tarihi
noktainazarından, Edebiyat-ı Cedide'ye edebi bir mektep diye­
biliriz. O zamanlar daha ziyade şarklı bir edebiyattan ve zih­
niyetten kurtulamamış olan muhitimiz de, daha ziyade garplı
bir cereyana müteveccih ve taraftardır. Bu mektebin bize miras
kalan kitaplarını bugün hala bulabiliyor, okuyabiliyor, hiç ol-

77
mazsa ismen biliyoruz ve tenkit ediyoruz. Edebiyat-ı Cedide'yi
tenkit etmek artık moda olmuştur. Ve ona atfolunan kusurların
birçokları doğru, binaenaleyh bu tenkitlerin çoğu haklıdır. Fakat
Edebiyat-ı Cedide'nin muhiti, bu cereyana muarız olan matbu­
at ekseriyetle çürümüş ve unutulmuştur. Onun muharrirlerini
bugün muahaze etmiyoruz. Çünkü isimlerini bile bilmiyoruz.
Edebiyat-ı Cedide'nin şiirine karşı müdafaa edilen şiir ne adi,
hikaye ne bayağı, fikir ne saçma ve ruh ne musibetti!
Ahmet Midhat Efendi'nin "Dekadanlar" unvanlı bir maka­
lesi üzerine ağzından salyalar akan ahmak ve bunak bir istipdat
idaresinin adeta tasvip ve teşviki karşısında, bizim garplılaşmak
fikirlerimizin alemdar ve pişdarları olan muharrirler, senelerce
manası anlaşılınayan ve kırk türlü tefsir edilen bu "dekadanlar"
kelimesiyle tahkir ve tezyif edildiler. Tevfik Fikret yolda gider­
ken kavgalaşan sokak çocuklarının bile biribirlerini "dekadan"
diye tahkir ettiklerini ve en kaba ve adi adamların bu dekadan
kelimesiyle cinas yapmak istediklerini duymuştur. Muarızları
yazılarında, Pikret'in ölümünü istemeye kadar vardılar. İşte onu,
Ahmet Midhat Efendi'yi "Timsal-i Cehalet" unvanlı bir manzu­
me ile tahkir etmeye sevkeden sebepler bunlardır. Ve bu adilik­
ler karşısında duymuş olacağı gayz ve nefret de kolayca anlaşılır.
Tevfik Fikret o zamanlar Rumelihisarı'nda kayınpederinin
yalısında oturuyordu. Kendisinde hattat, hicviyeci, eski şairle­
rin gazellerini seven, eski kibarlıkların varisi olan bir "efendi"
şahsiyeti mevcut oluşuna rağmen, oğlunu başı açık gezdirdiği
için alafranga telakki edilir, o zamanki dar kafalı, mutaassıp ve
dedikoducu avam muhitinde bir hayli aleyhinde bulunulurdu.
Fikret de biliyordu ki bu muhit kendisini haksızca tenkit ediyor­
du. Devir yalnız müstebit değil, bir taraftan da halkın müthiş
cehaleti sayesinde "popüler"di. Her yandan fisebilillah hafiyeler
türüyordu. Esasen Fikret idare tarafından mimlenmişti; tarassut
altında bulunduğunu duyuyordu. Bir iki defa kendisi istintak
edilmiş, evrakı aranmıştı. Muhitiyle teması pek sevmez, hatta
ihtilattan kaçardı. İstipdat idaresine hizmet etmekten istinkaf
ediyordu. Bir defa tecrübe etmiş olduğu memuriyet hayatından
istikrah ile kaçmıştı. Kabul etmiş olduğu ancak bir hocalık kal­
mıştı. Mekteb-i Sultani'de "kitabet ve edebiyat" muallimi idi.

78
Buradan da istifa etmeye mecbur oldu. Bütün maruz kaldığı bu
tenkitler ve geçimsizlikler Pikret'i bittabi küçültmez, büyültür.
O zamanki efkarıumumiyenin ve idarenin ne oldukları malum
olduğuna göre, onların yalnız medih ve tasvip edecekleri bir
adamın küçük bir adam olması lazım gelecekti.
Pikret, sonra Robert Kolej'de bir muallimlik aldı. Burası da
pek basit ve iptidai zihniyette adamların muhiti idi. Arkadaşları­
nın ekserisi kendisini anlayacak, takdir edecek ve hatta onu mü­
teessir etmeden muamele edebilecek bir kabiliyette değillerdi.
O eski gülen ve şakacı Pikret, senelerce bütün bu muhit­
lerde yavaş yavaş yıpranmış, hırpalanmış, yaralanmış ve şimdi
haşin, sert, titiz, ters ve hasta bir Pikret olmuştu. Cenab Şehabed­
din Bey bir gün bana: "Ömrümde ahlak ve tabiatı onunki kadar
değişmiş bir adam görmedim" demişti. Pikret ta /'te,
Süleyman Nazif'e yazdığı bir mektupta "sönüyorum!" diyor.
Bütün bu sebeplerle Pikret'in ruhunda büyük bir hayal,
bir "mythe" doğmuştu. Kendisi bir de Hüseyin Kazım, Hüse­
yin Cahit beyler ve dahasını bilmiyorum, belki Mehmet Rauf
Bey vesair birkaç arkadaş haremleriyle, çocuklarıyla galiba Yeni
Zelanda'da hayali küçük bir adaya gidip yerleşecekler ve orada
hep birlikte müsterih, asude, sakin, çalışkan ve bilhassa medeni
bir hayat yaşayacaklardı. Daha yüksek bir medeniyet usulüne
tabi olarak yaşamak!.. İşte gayeleri buydu. Eminim ki bu ernelin
asıl müşevviki ve şairi Tevfik Pikret'ti. Bu projeyi, bu ideali se­
nelerce zihinlerinde taşıyarak yaşadılar. Bu hayal ile Pikret şüp­
he yok ki bir nevi "mythomane" olmuştu. Nihayet hemen her
güzel tasavvurun fiile inkilap etmesine mani olan parasızlık,
hakikate yaklaştıkça beliren ve çoğalan müşkilat, arkadaşlardan
birkaçının bu hülyadan vazgeçmesi bu ümidi de suya düşürdü.
Edebiyat-ı Cedide'den bahseden muharrirlerin bu hayal ve ma­
ceraya, bir zamanlar onların ne ehemmiyet vermiş olduklarını
kaydettiklerini görmedim. Halbuki Pikret'in "Bir An-ı Huzur",
"Yeşil Yurt", "Bir Mersiye" manzumeleri hep zihninde çok yer
tutmuş olan bu ümidin sukutu üzerine yazılmışlardır. Hüseyin
Cahit'in de Edebiyat-ı Cedide Kütüphanesi'nin ilk kitabının ilk
hikayesi olan ve ismini kitaba veren "Hayat-ı Muhayyel" bu ha­
yalin hikayesidir.

79
Pikret'in yazmış olduğu hemen bütün manzumeleri böyle
ya vatanın umumi hayatına ait siyasi ve içtimai, ya kendi ha­
yatının vakalarına ait hususi, yahut hiç olmazsa tanıdığı bazı
kimselere dair şahsi bir telmih, bir cinas, bir ima saklar. Bütün
Rübab-ı Şikeste bu devirden gizli bir iştika ve bir feryat mahiye­
tindedir. Bu meşhur şiir mecmuasının ilk tabı muhteviyat itiba­
riyle zayıftır. Fikret daha bundan sonraki marazi, taşkın ve co­
şan talakatine, ruh hamlesine vasıl olmamıştır. Ancak kitabının
ikinci tabında o hisli, kuvvetli, buhranlı, isyanlı ve imanlı klasik
şiirlerini buluruz. Ve kitabın asıl kıymetlerini teşkil eden bun­
lardır. Fakat Rübab-ı Şikeste gerek ilk ve gerek sonraki tabılarıyla
bizde en çok okunmuş, beğenilmiş, sevilmiş şiir kitaplarından
biri oldu. Ve zavallı Fikret hayatında hiç olmazsa bu büyük mu­
vaffakıyeti olsun gördü.

Hakimiyet-i Milliye, 27 Ağustos

80
Ediplerimize Dair Hatıralar
Tevfik Fikret - II

Tevfik Pikret'in "Sis" manzumesi, içinde bunaldığı İstanbul mu­


hitinin bir tasviridir. Manzume güzeldir, fakat kim bilir nasıl
ruhunu dolduran bir acının taşması, içinde ne derin bir teessü­
rün kanaması ve ne ağır gelen bir sukutun feryadıdır!
Pikret, bir aralık bizde Angio-Sakson terbiye usulünü ta­
mim için galiba "Yeni Mektep" unvanıyla ve gençlerin hem
tahsilini temin etmek, hem onları hayata hazırlamak üzere ve
adeta Edmond Demolins'in "Ecole des Roche"undan mülhem
olan hususi bir lise tesis etmek emeline düşmüştü. Bu hayal
ile uğraşıyor, mektebe bir yer arıyor, binanın resimlerini çizi­
yor, programlarını bastırıyordu. Bunun aynı zamanda bir para
işi olacağını da memul ediyordu. Yalnız mektebin masrafı çok
olacağından, tabii daha yüksek bir tahsil ücreti almak da iktiza
edecekti. Birçok müracaatlara ve hatta kendisine ilk önce veri­
len vaitlere rağmen sermayeyi tedarik edemedi. Müteşebbislerin
belki bu mektebin rahat bırakılacağına ümitleri kalmamıştı. Ve
o, bu hülyayı da terk etmeye mecbur oldu.
Tevfik Pikret denebilir ki, bütün zevkleri itibariyle artist ve
işgüzardı. İyi bir hattattı, bizde hatırı sayılır bir ressamdı. Re­
simlerinin çerçevelerini de kendisi yapardı. Marangozluğa me­
rakı vardı. Hayli becerikli bir "tapisiye" idi. Evini kendi süsle­
miş, evinin planlarını, resimlerini de kendi çizmişti.
Pikret kayınpederinin yalısından çıkarak, dostu Hüseyin

81
Kazım Bey'den aldığı borç sayesinde, gene Rumelihisarı'nda,
Kayalar tepesinde kendi yaptırmış olduğu ve Aşiyan unvanını
verdiği köşke nakletti. Bu zamanlarda bütün sayini Robert Kolej
muhitine hasrediyordu.
Bu milletin kara "yıldızı" etrafına ziya değil karanlık ve
korku salarken, Pikret Kayalar tepesinde, "Bir Lahza-i Taah­
hur"u ve Meşrutiyet'in ilanından on beş gün evvel de "Millet
Şarkısı"nı yazdığı zaman, hayatını tahdid eden bir uçurum
önünde, bir başına müstesna bir zirveye yükselmişti. Küçükler
ona aşağıdan, bu tehlikeli şahikada başının dönmediğine hay­
retle bakıyorlardı. Millet, Namık Kemal'den beri daha böyle bir
şair görmemişti. Fikret, kendi kendisi için yazdığı manzume
olan "Heykel-i Say"inde ve oğluna verdiği nasihatlerde sakin
bir burjuva ahlakına değil, bir nevi kahramanlığa yükselrnek
isteyen, yevmi ve kevni bir ahlaka kanmayan: "Yüksel ki yerin
bu yer değildir!" diyen bir adamdır. Bu kahramanlık ihtiyacı
Edebiyat-ı Cedide'nin tasannuundan ve açtığı haki yollardan de­
ğil, kendi ruhundan geliyordu. Fakat bu kadar yüksekten bakı­
hp görülünce, bütün adamlarıyla birlikte belde kirli ve kusurlu
görülür. Pikret'in şehirle arası açılmakta devam ediyordu.
Meşrutiyet'in ilanından sonra Aşiyan'ını günler ve geceler­
ce donatmış ve "Sis" manzumesine zeyl olarak "Rücu"unu yaz­
mış olan Tevfik Fikret, gene Hüseyin Cahit ve Hüseyin Kazım
beylerle birlikte Tanin gazetesini neşre başladı. Burada, ilk gün­
leri, bir Rus gömleği giymiş, ellerini kirleterek şevk ile çalışıyor­
du. Fakat politikanın profesyonelleri aralarında yeni bir menfaat
birliği teşkil ederlerken, bu asri mütefekkiri yanlarına almakta
bir fayda ummadılar. Pikret'in fırkalarına getireceği asaleti hiçe
saydılar. Pikret İstanbul mebusu olmadı. Ve çok geçmeden yev­
mi politikanın adilikleri, vakaları ve dedikoduları kendisine bi­
rer diken gibi batmaya başladı. Meşrutiyet'in ilk zamanlarında
matbuatta öyle bir rekabet vardı ki, bu say karlı bir iş olmuyor
ve o şerikleriyle de pek iyi geçinemiyordu. Mekteb-i Sultani mü­
düriyetini kabul ile Tanin'den ayrıldı.
Hatırlıyorum ki Fikret, Tanin'de Cahit Bey'den ayrıldıktan
sonra bu iftirakın hikayesini söylemiyordu, ama Cahit Bey'le
kendisinin tabiatındaki farkı anlatıyor, "Cahit, çamura taş at-

82
maktan çekinmiyor. Hatta dahası, gördüğü şeyin ismini de veri­
yor, çamur diyor ve paçasını sıvayarak içine giriyor" diyordu. O
böyle değildi, çamurun manzarasından bile tiksiniyor, muttasıl
kaçıyor, istifa ediyordu. Belki ancak bir şiir, bir de istifaname
yazdığı zaman biraz ferahlardı.
Pikret Mekteb-i Sultani müdürü olunca, mektebe maddeten
büyük bir temizlik, manen de yeni bir hamle, medeni bir ruh te­
min etmişti. Muhitine zarif, ince, şair, çelebi, sportmen, arif, üs­
tat tesiri, canlı bir tesir yaptı. Gençler üzerindeki nüfuzu hariku­
ladeydi ve günden güne artıyordu. Mektep hakkında büyük bir
aşkı vardı. Burası kendisi için yeni bir "Yeşil Yurt", yeni bir ideal
oldu. Fakat kendisini rahat bırakmadılar. Gerçi ilk verdiği isti­
fasını rica ve ısrar üzerine geri almıştı. Lakin bir müddet sonra
gene işine kabaca müdahale ettiler, o da tekrar istifa etti ve gene
Kayalar tepesindeki Aşiyan'ına çekilerek, gene Robert Kolej'deki
derslerine döndü. Talebe arkasından mektebi terk ve adeta ihti­
lal ettiler. Şimdi böyle bir üstadın, gençlik ve mektep muhitinde
böyle bir mevki ve nüfuz sahibi olduğunu göremiyoruz.
Memleketi pek fena idare eden İttihatçılar kendi mevkile­
rini pek iyi müdafaa ediyorlar ve istipdatlarını da günden güne
artırıyorlardı. Pikret hürriyetçi burjuvazinin şairi oldu. Sultan
Hamid istipdadına karşı o zamanki usul ile gizli gizli yazmış
ve eserleri elden ele kopya edilerek dolaşmış olan Fikret, şimdi
matbuatın arasıraki serbestisinden istifade ederek "Doksan Beşe
Doğru", "Han-ı Yağma" gibi şiirlerini yazdıkça neşrediyordu.
Bu şüphe yok, şiirin bizde bir numunesini maatteessüf göster­
ınediği medeni bir cesaret eseriydi. Pikret yeni bir Namık Ke­
mal gibi bir şey, yani olmak istediği bir kahraman olmuştu. Biz
harbe girdikten ve "cihad" ilan ettikten sonra bile, "Feteva-yı
Şerife Karşısında" diye yazdığı manzumede, bu hale gözyaşları
ile gülüyordu. Onun görüşlerinde bir "pathetique" ve bir asa­
let bulunduğu muhakkaktır. Pikret'te milli hislerin neşvünema
bulmamış olduğu ve kendisinin bir milliyet şairinden ziyade
bir beşeriyet şairi olduğu, muahaze yolunda söyleniliyor. Fakat
muhitinin şüphesiz bir kurbanı olan Fikret, gene şüphe yok ki
muhitinin bir neticesidir. Fikirlerimiz, hayatımızın geçtiği za­
manların ve yerlerin mahsulüdürler. Biribirini takip eden insan

83
nesillerinin, biribirine bu kadar az benzeyerek geçişleri içinde,
tahayyül ettikleri ve yaşadıkları zamanların da kendi araların­
da, biribirierine daha fazla benzemediklerinden ileri geliyor.
Pikret hepimizin kalbini dolduran bir tahassür ve melal ile,
"Bu memlekette de bir gün sabah olursa Haluk!" demişti. Onun
hayatı hep bu sabah için mütehassir, asabi, hırçın ve münfail
bir intizar oldu. Bir gün eski bir talebesi olan, ilk gençliğinden
beri kendisini çok seven ve hakkında küçük bir kitap neşretmiş
olan Ruşen Eşref'e, "Şaşıyorum! Pikret bütün Edebiyat-ı Cedide
zamanında, o matbaada geçen hayatına nasıl mukavemet etti?
Resmi ve müesses kuvetlerle ne Sultan Hamid, ne İttihat ve Te­
rakki, ne de arada sırada hüseafoodplus.info gelen muhalifler zamanın­
da anlaşamayarak, muhitlerine mütemadiyen muhalefette ka­
lan bir ruh ile yaşamaya nasıl tahammül etti?" diyordum. Ru­
şen Eşref cevaben, "Dayanamadı, kırk sekiz yaşında öldü" diye
cevap verdi.
Tevfik Pikret, Ömer Seyfettin ve Ziya Gökalp gibi, hasta­
lığına başlangıcında teşhis konulamamış olduğu için, tedavi
edilerneden ölmüş sayılabilir. Meğer şeker hastalığına tutulmuş.
Doktorlar kendisine, sinirlerini tedavi için, Şirket-i Hayriye va­
puruyla her gün Kavaklar'a kadar giderek hava almasını tavsi­
ye ettiler. Nasıl ki biçare bunu yapıyordu. Şeker veremi tevlid
ettikten sonra hastalığını tedaviye başladılar, ama tedavi artık
imkansız olmuştu. Zavallı, sonuncu gün, ölümünü duymuş ve
"yıkılıyorum" diye bağırmış!
Gerek Tevfik Pikret, gerek Ziya Gökalp, yani son zamanla­
rımızın yetiştirdiği en mümtaz iki üstadı, tedavi edilmek üzere
Avrupa'ya gitmeleri kendilerine musırran tavsiye edilmişken,
parasızlıklarından dolayı buna muvaffak olamadıkları için
kaybettik. Kendilerine sonraları o kadar acımış olan milletin
idari teşkilatı, vaktinde böyle, belki hayatlarını kurtaracak bir
yardımda bulunmaya müsait olmadı. Halbuki bıraktığı eserin
kıymeti ne olursa olsun, Pikret'in hayatı düşünülürse, numu­
ne ve tesir olarak bunun kıymetinin, eserine de tefevvuk ettiği
görülür. Pikret'in hayatını tanıyanlarca bu eserinden lakayt bir
tarzda bahsetmeye imkan yoktur. Bu o kadar mütemadi, hisli
ve içli bir ibda, müessir bir sanat eseridir. İnsanlara hiç itimat

84
ve muhabbetleri kalmamış olanlar, onun hatırasını nasıl taziz
etmesinler ki, o da insanlara itimat ve muhabbetinden nadim,
pişman ve perişan olmuştu. Tevfik Pikret bir zamanlar, vatanın
kayalarma bağlı bir "Promethe" gibi bir şey olmuştu! Biz ki,
onun ruhundaki kanatların, bütün bu muhitlerin içine sığma­
yarak ve çarparak kanadığını gördük. Biz bu meşhur mezarın
başı ucunda, yavaşça ve ağlar gibi, kendisinin Nef'i'ye söylemiş
olduğunu ona tekrar edebiliriz: "Sana bir başka zemin, başka
zaman lazımdı! .."

Hakimiyet-i Milliye, 3 Eylül

85
Ediplerimize Dair Hatıralar
Ahmet Midhat Efendi

Şimdi gözlerimi kapasam hala daha çocukluğumda görmüş ol­


duğum gibi mavi, rakit ve geniş bir su tabakası üstünde, alçak
bacalı bir çatananın arkasında sürüklediği sıra sıra, bir küçük
donanma kadar muntazam mavnalar ve kayıkların, Boğazın
aşağısına inerken dolu ve yukarısına dönerken boş su fıçılarıyla
geçtiklerini görüyorum. Bunlar, bundan otuz sene evvel, Ahmet
Midhat Efendi'nin sattırdığı galiba şu tılsımlı, "Sırmakeş" ismi­
ni taşıyan Beykoz sularıydı.
Ben daha okuyabildiklerim hakkında hiçbir hüküm edi­
nemeyecek bir yaşta iken, Ahmet Midhat Efendi'ye dair bizim
evde söylenen fikirler, kanaatler ikiye ayrılırdı: Büyük annem
onun kitaplarını pek sever ve onu pek çok takdir ederdi. Lakin
büyük babamla annem, onun tercüme veya telif ancak birkaç
eserini beğenider ve onu pek takdir etmezlerdi. İşte böylece Ah­
met Midhat Efendi kavgasını ben bir çeyrek asırdan beri ve için­
den bilirim. Bu münakaşanın elbette daha evvelleri de olacaktı
ve daha sonrası da olacaktır.
Boğaziçi'ne nefiy edilmiş gibi, kendini münzevi bir hayata
mahkum eden zavallı büyük babam, Ahmet Midhat Efendi'yi
tanıyor, o zamanlar sık sık işleyen zikzak vapurlarda bazan ona
rastgeliyordu. Biz bu tesadüfleri akşam sofrada hep beraber ye­
mek yerken duyardık. Fakat o devirde bütün muharirler biraz
"mimli" idi. Zaman, Sultan Hamid korkusuyla o kadar dolu idi

86
ki, hep "zülfüyare" dokunmamak kaygusuyla geçer, "mim"liler
yalnız biribirlerinden değil, hatta kendi gölgelerinden bile çeki­
nirlerdi. Bunun içindir ki bu tesadüflerinde kim bilir nasıl, aşina
selamlar teatiysiyle iktifa ederler, ve pek az görüşürlerdi. O bazı
kitaplarını resmi elkap ile, bir isimden ibaret bir dedikasla gön­
derir, fakat biribirierine hiç gidip gelmezlerdi.
Onu, küçükken görmüş olduğumu da hatırlıyorum: Bir
gün, ona Köprü'ye yakın bir yerde rastgelmiştik. Ve bana elini
öptürdüler. Gayri muntazam bir kılık, siyah bir redingot, arkaya
atılmış bir fes, sapsarı bir beniz, son derece canlı siyah gözler,
uzun, sivrice ve karışık bir sakal ve bu sakalda, bıyıklarda ve
kaşlarda çarpık çurpuk siyah kılların bir hareket teşkil ettikle­
ri irice bir yüz, o kadar çocukça ve bedevi bir yüz gördüm ki,
hala bu siyah ve keskin gözlerin çölde yetişmiş gibi panltısına
rağmen, bu yüzdeki iptidailiğe ve çocukluğa şaşıyorum. Ah­
met Midhat Efendi kendi zamanında bile bir eski zaman tipiy­
di. Aceleci ve çalak haliyle bir uzak yerden koşarak gelmiş bir
haberci gibi hususi bir hali vardı. Vakıa ben, o zamanki ketum
ruhumda, bu muarefenin şerefini duymuştum. Fakat o sanki
benden daha ziyade memnun olmuş gibiydi. Kulaklarına kadar
gülerek ve -okumak bildiğim için miydi?- bana nasıl aferin di­
yeceğini şaşırarak, bende mahçup ve hassas bir adam ve daha
tanzim edilmemiş büyük cüsseli bir kuvvet hatırası bıraktı. Ve
kocaman vücudundan umulmayacak bir hiffetle, bir omuzunu
indirip kaldırarak ve sanki yalpa vurarak, yanımızdan bir ayrıl­
dı, gittiydi!..
Ahmet Midhat Efendi bu mu idi? Çocuk gözlerim, tec­
rübesizliklerine rağmen, -zira tecrübesiz çocuklar gözleriyle
gördüklerine inanırlar. Gözlerimize bile itimad etmemek ve
gördüklerimizden bile şüphe etmek bize sonraki acı tecrübele­
rimizin yadigarıdır-, bana büyük bir adamın böyle olmaması
lazım geleceğini duyurmuştu. Güya nasıl olduğunu biliyormuş
gibi, büyük bir adam böyle değildir diyordum. Ondan daha ev­
vel görmüş olduğum Recaizade Üstat Ekrem bana tasvip ettiğim
büyük adam tipinde, çelebi bir tesir yapmıştı.
Sonraları Ahmet Midhat Efendi'nin bazı yazılarını ve ona
dair yazılan şeylerin bazılarını okudum. Leh ve aleyhinde söy-

87
lenen birçok sözler duydum. Fikirlerirn havalandı. Şimdi hatı­
ralanma hariçten gelme birtakım rnalurnat ve düşündükleri­
me başkalarından duyulrnuş birtakım şeyler kanşıyor. Kendi
zarnanlarırnla başka toprakların bu mahsullerini, hep beraber
bağlıyorum:
Gerçi Recaizade Üstat Ekrem ve Samipaşazade Sezai gibi
edebiyatperesHer hiçbir zaman ona büyük bir paye vermemiş
ve hatta onu hiçbir vakit ciddiye alrnarnışlardı. Hatırlanın ki,
babarn istihza kasdıyla ondan hep, "Ahmet Midhat Efendi haz­
retleri" diye bahseder ve bazan cahilane bulduğu bir şey için:
"Acaba bunu da Ahmet Midhat Efendi hazretlerinin eserlerinde
mi okudunuz?" derdi. Kemalpaşazade Sait Bey'in de onu istih­
faf edenler arasında olduğu rnalurndur. Meşhur bir rnünakaşa­
ları, Babıali caddesinde bir rnudarebe ile hitarn bulmuştu. Belki
fikri bir rnünakaşayı bir döğüşle fasletrnek zevkini Babıali rna­
hallesine aşılarnış olan bu örnektir. Ahmet Midhat Efendi rnü­
nakaşanın çıkmaz bir sokağa saplandığını görmüş, bu Gordiorn
düğümünü kesrnekten başka bir çare olmadığına hükrnetrniş.
Etrafındakilere: "Ben bu işi başka türlü halledeceğirn" demiş ve
Babıali caddesinde Sait Bey'e rasgeldiği bir gün, ona bastonuyla
vurarak, ertesi günü de "Lastik Said'e Dayak" unvanlı bir maka­
lesinde bununla öğünrnüştü.
Lakin rnuhitine rnühirn bir tesir icra etmiş ve rnuasırlarının
ekseriyeti nezdinde büyük bir şöhret kazanmış olduğu muhak­
kaktır ki, bunun da esbabı rnucibesini anlamak için fikirlerirnizi
o zamanlara irca etmek ve bu "chaotique" devri düşünrnek la­
zım gelir.
Ahmet Midhat fikir ve rnatbuat hayatına dahil olduğu sı­
ralarda, eskilerden bize miras kalan medeniyet sistemi hiçe
sayılmaya başlamıştı. Tanzimat'tan sonra yenileşrne hareketi­
nin hızlanmaya, her garplı fikrin doğru telakki edilmeye, ladi­
ni bir felsefenin rnücerret bir ilim addedilrneye ve yeni bir fen
iHerninin bizi mesut edecek makineler getireceği, fabrikaların
hayatı refaha, yeni bir usül ve nizamın bizi medeniyete götü­
receği düşünülrneye başlamıştı. Yani bunları düşünmeye baş­
layanlar türernişti. İşte Ahmet Midhat Efendi, içinde bütün bu
fikirlerin kaynaştığı geniş bir kazan gibiydi. Bu şeylere karşı

88
bir kısım için de bu hareket bir hamiyetsizlik, bir dinsizlik, bir
gavurluk telakki ediliyordu. Her iki taraftaki bütün bu fikirler,
tabii büyük bir kargaşa içinde kekeliyor ve haykırışıyordu. ihti­
sas sahalarının daha ayrılmamış olduğu o zamanlarda, adi bir
"vülgarizatör" kendini bir alim addetmek ve basit bir "poligraf"
bir allame geçinmek zevklerini duyarlardı. Sade bir tercüme bile
bir keşif ve fetih mahiyetinde telakki edilirdi. İlme karşı cahille­
rin müfrit hürmetini duymuşa benzeyen Ahmet Midhat Efendi,
ah kim bilir, bu ilim deryasına kendinden emin olan ne cahilane
bir saffet ve lezzetle atılmıştı!
Ahmet Midhat Efendi'nin tabiatında, eski istila devri Os­
manlılarını hatırlatan kabarık ve taşkın bir ruh ve bir eda vardı.
Akıl ve zekası bolluk ve bereket istiyor, hayatı hareket seviyor­
du. Kalemi Sırmakeş suyu kadar mebzul akıyor ve o su sattı­
ğı gibi, kaleminden durmadan akan bu yazıları da iyi bir fiatla
satabiliyordu. Ahmet Midhat iki yüzlü bir adam değildi. Fakat
onun, resimlerini gördüğümüz eski Hint mabutları gibi, san­
ki birçok yüzleri ve birçok elleri vardı. Onu köşesinde bağdaş
kurmuş, bu muhtelif ellerinde tuttuğu muhtelif kalemlerle ya­
zarken tasavvur ediyorum. Kendisine daha yazı makinelerinin
icat edilmiş olmadığı o zamanlarda, tabı makinelerinden kinaye
olarak "Yazı Makinesi" lakabını vermişlerdi.
Fakat o bir Şark kafasıyla "Avrupa kafalı" olmak isteyen
bizlerin bir pişdarımız değil miydi? Ve zaten böyle olduğu için
tekfir edilmiş ve ilk zamanlarında bu kadar aleyhinde bulunul­
muş değil midir?
Ahmet Midhat Efendi bir kanaat edinmişti. Ve bunda hak­
sız değildi. Vatanın kurtarılması için maarifin tamimi lazımdır.
Yüksek edebiyat yapmanın sırası değil, lakin bu millete oku­
mak hevesi aşılamanın zamanıdır. Maarifin her şubesini teşvik
etmelidir. İşte bundan dolayıdır ki o, her vadide yazar çizerdi.
Binaenaleyh okuyup yazmanın gayet az müteammim olduğu o
zamanlarda, o kendisine bilhassa halkın hacası nazarıyla bakı­
yordu. Ve Ahmet Midhat, hocaları şaşırtacak bir yazıcıdır: Sat­
hi, acul, adi, amiyane, hayide, lakin işte, sonra kendini bihak­
kın beğenmeyip inkar edeceklere yol açmış bir muharrirdir. Bir
muharririn nasıl olmaması lazımsa öyledir. Her telden çalar,

89
her mevzuu yazar. Lakin devasa bir şahsiyettir ve milletimizde
okumak merakını tenmiye edebiimiş bir yazıcıdır!
Sonraları Ahmet Midhat Efendi, Çelebi Veled Bahai Efen­
di'ye: "Benim için 'popüler' bir muharrir derler, amma bizim
zamanımızda hiçbir şey bilinmiyordu. Ve daha mütehassıslık
zamanı gelmemişti. Her vadide yazmaya ben mecburdum. O
zamanki hal bunu icap ediyor ve bu millete bilhassa okutınayı
öğretmek lazım geliyordu" dermiş.
Bir gün Sirkeci civarında, arabasında müşteri bekleyen
bir arabacı, bir gazete okuyormuş. Bunu gören Ahmet Midhat
Efendi'nin fahr ve sevincinden gözleri yaşarmış: "Şükür ki bu
günleri de gördük!.. Millet okumaya o kadar alıştı ki, işte bir ara­
bacı bile gazete okuyor."
Edebiyat, lisan, felsefe, tarih, roman, masal, din, politika,
ilm-i iktisat, tıp, askerlik, muhtelif ilim ve fenler, her yolda gaze­
te makaleleri ve her türlü tercümeler! .. "Hezarfen" Ahmet Mid­
hat Efendi'nin yazmadığı vadi kalmamıştır. Ciltsiz kitaplarını
üst üste kor, "Boyumca kitap yazdım!" diye öğünürmüş. Fakat
eminim ki bunların tam sayısını kendisi de bilmedi. Kırk Ambar
müellifinin neşretmiş olduğu irili ufaklı eserlerinin sayısını bir
Allah bilir!..
Ahmet Midhat Efendi gazetecilik aleminde de büyük bir
varlık göstermiş ve mühim bir tesir icra etmişti. Tercüman-ı
Hakikat'i nasıl çıkarmış olduklarını Velet Bahai Efendi'ye an­
latmış: "Gazeteyi kendi evlerinde, kadın erkek bütün ailesinin
yardımıyla kamilen hazırlarlar, hatta kağıtlarını, kardeşi Meh­
met Cevdet Efendi Galata'dan İstanbul'a kadar sırtında taşırmış.
Böylece gazetenin her şeyi tertip edildikten sonra, ancak hasıl­
ması bir Ermeninin matbaasına havale edilirmiş." Ahmet Mid­
hat Efendi görülüyor ki, bizde matbaayı İbrahim Müteferrika ile
birlikte tesis edenlere benzeyen bir şahsiyetti. Böyle hasılınasına
kadar uğraştığı Tercüman-ı Hakikat'in makalesinden ve birçok
fıkralarından başka, tefrika edilen romanlarını da yazan ken­
disiydi.
Ve o mutlu zamanlarda kalemin öyle bir kıymeti, muhar­
rirliğin öyle bir payesi vardı ki gazeteci hüriyetperver demek;
muharrir de milliyetperver demek gibi bir şeydi. İstipdat idaresi

90
Ahmet Midhat Efendi'ye Üssü İnkılap diye kendi müdafaaname­
sini yazdırmışken, o yine bir hürriyetperver diye tanılırdı. Nasıl
ki zamanı cahiliyyette, diğer taraftan da bir hakim ve bir filozof
tesiri yapıyordu.
Ahmet Midhat Efendi'nin o zamanın okuyan gençliği üze­
rinde bir alim tesiri yapmış olduğu muhakkaktır. Mahmud Sa­
dık gibi fikir hayatına o zaman yeni doğan gençler, onda üstat
ve mütefennin bir muharriri selamlamışlardır. Bu onun fenne
dair eserler yazdığı ve adeta bir "materyalist" tesiri yaptığı za­
manlardı. O zamanın dini istipdadı o kadar şiddetliydi ki, biraz
fen bile böyle zımmen bir dinsizlik, hatta bir din aleyhtarlığı gibi
telakki ve tefsir ediliyordu. Ve daha garibi, yalnız dindarlar ta­
rafından değil, hatta din aleyhtarı olanlarca bile!
İşte Ahmet Midhat Efendi bu zamanlarda kazandığı mev­
ki ve şöhreti, bu defa dine dair aynı sadedillik, sathilik, saffet
ve acele ile ve mal bulmuş magribi gibi, her öğrendiğini derhal
öğretivermek gayesiyle yazınca, gençler indinde kaybetmiş ve
onların ıs'at ettikleri mevkiden sukut etmişti.
Bütün bu eserlerin tesirlerini hikaye ile, onlar hakkında
hem esasi, hem tarihi bir hüküm ihtiva eden tetkikleri biz ancak
mesela Ali Kemal gibi, onun zamanındaki gençlerin yazıların­
da ve şehadetlerinde bulabiliriz. Ve bunları bizde şimdi, bilhas­
sa Meclis-i Umuru Sıhhiye'de onu çok tanımış ve onunla uzun
müddet beraber çalışmış olan Cenab Şehabeddin Bey, yahut Ah­
met Rasim ve Necip Asım beyler gibi o devre yetişmiş olanlar
yazabilirler.
Cenab Şehabeddin Bey hikaye edermiş ki, uzun müddet
Meclis-i Umuru Sıhhiye reis vekili bulunan Ahmet Midhat
Efendi, daireden -yani Köprü'ye iki dakikalık bir yer- çıkar­
ken, hatırına bir roman mevzuu gelir, bunu Boğaziçi vapuruna
girineeye kadar zihninde tasarlar, yan karnarada bir yer bulup
yerleşir yerleşmez yazmaya başlar. Vapur Beykoz'a gelinceye ka­
dar, romanda bir hayli maceralar geçermiş. Fakat Ahmet Mid­
hat Efendi'nin asıl Hüseyin Efendi isminde halis hattat bir kati­
bi varmış ki, işte ekseri eserlerini ve bilhassa romanlarını imla
suretiyle bu Hüseyin Efendi'ye yazdırır ve o esnada bir yandan
da resmi işleriyle meşgul olarak, odadakilerle de görüşürmüş.

91
Bahtiyar muharrirler ki yazmanın hiçbir müşkilatını duymamış
ve yalnız çocukluklarından zevk almışa benziyorlar! Biz niçin
onlara benzeyemiyoruz?
Böyle iken, bu kitaplarının, hele romanlarının birkaçı pek
çok şöhret kazanmıştır. Gerçi, bilhassa ilk zamanları, bu roman­
lar züppelik, ahlaksızlık, frenkHk ve dinsizlik addedilerek, ken­
disini adeta küfürle itharn etmişlerdi. Lakin bir kısım kariler ya­
vaş yavaş bu tarza ısınıp alıştılar. O, romanlarında hem bir yan­
dan merakı tahrik etmek, hem de diğer yandan rastgele, bir sürü
malumat vererek, kendini okuyaniara birtakım şeyler öğretmek
gayesini takip ediyordu. Bu itibarla her roman bir nevi ambardı.
Ve tabii tercüme olmayan romanlara da, tercüme etmiş olduk­
ları gibi bir örnek hizmetini gördürüyordu. Monte Christo'nun
tercümesinden sonra ve ona birer nazire gibi yazılmış Hüseyin
Me/lah, şimdiki bazı romanların kariler nezdinde kazandığı şöh­
reti o zamanlar da kazanmışlardı. O, vaktinde en okunmuş, be­

kaynağı değiştir]

Anı[değiştir kaynağı değiştir]

Ayrıca bakınız[değiştir

şehir & toplum ISSN: ŞEHİR&TOPLUM İÇİNDEKİLER Sayı: 9, Aralık - Mart ISSN: TARİHİ BİNALARIN YENİDEN İŞLEVLENDİRİLMESİ VE ÇAĞDAŞ YAŞAMDAKİ YENİ ROLLERİ Zeynep Ahunbay İMTİYAZ SAHİBİ M. Cemil Arslan (Marmara Belediyeler Birliği adına) TARİHİ VE MİMARİ KÜLTÜREL MİRAS ALANLARININ GENEL YAYIN YÖNETMENİ SÜRDÜRÜLEBİLİR KORUNMASI M. Cemil Arslan Demet Ulusoy Binan EDİTÖR Ezgi Küçük İSTANBUL KÜLTÜR ENVANTERİ ÇALIŞMALARI İhsan İlze DOSYA EDİTÖRÜ Alim Arlı EDİTÖR YARDIMCISI KÜLTÜREL MİRAS, KORUMA VE PLANLAMA: DEĞİŞEN ALGILAR, Samet Keskin SORUMLULUĞUN DEVAMLILIĞI ÜZERİNE Eda Ünlü Yücesoy YAYIN KURULU Alim Arlı Ülkü Arıkboğa TARİHİ KENTİN VE KÜLTÜREL PEYZAJIN KORUNMASINDA Burcuhan Şener SÜRDÜRÜLEBİLİR TURİZM İLKELERİ İclal Dinçer DANIŞMA KURULU Ahmet Güner Sayar Ahmet İçduygu 3 SORU 3 BAKIŞ: KÜLTÜREL MİRAS, KORUMADA SÜREKLİLİK VE Ali Yaşar Sarıbay KÜLTÜR EĞİTİMİ ÜZERİNE CENGİZ ERUZUN, SUPHİ SAATÇİ VE Beşir Ayvazoğlu MEHMET ŞİMŞEK DENİZ İLE SÖYLEŞİ Bilal Eryılmaz Alim Arlı, Ezgi Küçük, Samet Keskin Fatih Andı Feridun Emecan Hasan Taşçı KORUMA KURULLARI VE KORUMA SÜREÇLERİNDEKİ İŞLEVLERİ Hüsrev Subaşı Alidost Ertuğrul Kemal Sayar Korkut Tuna Ruşen Keleş TARİHİ ÇEVRELERDE KARAR VERİCİLER: KORUMA BÖLGE KURULLARI Selçuk Mülayim Safa Avcıoğlu Semavi Eyice Suphi Saatçi YAYIN ARALIĞI SÜLEYMANİYE VE ZEYREK DÜNYA MİRAS ALANLARINDAKİ AHŞAP Şehir & Toplum dergisi, Marmara Belediyeler Birliği YAPILARIN GÜNCEL DURUMLARI Mehmet Şimşek Deniz Şehir Politikaları Merkezi tarafından yılda üç defa yayımlanmaktadır. EDEBİYATTA MEKÂN OLARAK BOĞAZİÇİ: BOĞAZİÇİ MEDENİYETİ, SEMTLERİ VE YALILARI Emine Banu Burkut İLETİŞİM Tel: +90 19 00 KÜLTÜR VARLIKLARINI KORUMA VE RESTORASYON SÜRECİNE Faks: +90 19 55 BELEDİYELERİN MÜDAHLİ: AYDOS KALESİ HİKÂYESİ Adres: Marmara Belediyeler Birliği Ali İhsan Öztürk Ragıp Gümüşpala Cad. No Eminönü Fatih / İstanbul KİMLİK İRDELEMESİ ADINA BİR BAŞUCU KİTABI: “ÖLÜMCÜL KİMLİKLER” YAPIM Büşra Yılmaz Gafa Ajans Adres: Katip Mustafa Çelebi Mah. Anadolu Sok. No D Beyoğlu / İstanbul Tel: +90 20 86 Faks: +90 28 59 GRAFİK TASARIM Merve Zenginel KAPAK TASARIM Ezgi Küçük BASKI Matsis Matbaa Sayı:9, aralıK - mart şehir & toplum EDEBİYAttA MEKÂN OLARAK BOĞAZİÇİ: BOĞaZiÇi mEdENiYEti, SEmtLERi VE YaLILaRI Emine Banu Burkut* “Birden kapandı birbiri ardınca perdeler Reşat Ekrem Koçu, Boğaziçi’ni; “İstan- Kandilli, Göksu, Kanlıca, İstinye nerdeler?” bul’da, İstanbul Boğazı ile iki kıyısını içine Yahya Kemal Beyatlı alan kent parçası” olarak tanımlamıştır. Beyatlı () Boğaziçi’ni, “İstanbul’dan ayrı, kendi çerçevesi içinden görünen, yalnız kendine benzer, iki sahil boyunca parça parça lakin hüviyeti ile yekpare bir Boğaziçi1 şehir” olarak tanımlamaktadır. Ayverdi Dünyada en eski, köklü ve zengin bir () ise, Boğaziçi hakkında, “Boğaziçi tarihe sahip olan şehirlerden biri İstan- diyoruz, acaba Boğazı İstanbul’dan ayır- bul’dur. Tarih boyunca birçok millet mak mümkün mü? Hatta Boğaziçi köyleri İstanbul’a hâkim olmak istemiştir. İstan- arasında hudut çizip, her bir isme ayrı bir bul’u birçok devletin gözde mekânı kılan, mal etmek bile müşkül, belki de muhal! tarihi ve kültürel olarak esrarlı ve cazibeli Zira kaşı, gözü, eli, kolu ve nazlı endamın hale getiren en önemli hususiyet şüphe- bütünlüğü içinde dilberliğine doyamadı- siz, iki denizi ve kıtayı birleştiren, strate- ğımız bir güzele bakar gibi, İstanbul’un DOSYA: KÜLTÜREL jik ve ticari yönden İstanbul’u doğal bir latif bir devamı olan Boğaz’ı da aynı coğ- MİRAS başkent haline dönüştüren “Boğaziçi”dir. rafyanın birliği ve yekpareliği içinde sey- retmek gerek…” diye dile getirmektedir. * Fatih Sultan Mehmet Vakıf Üniversitesi, Mimarlık ve Hisar ()’a göre, “Boğaziçi, emsalsiz Tasarım Fakültesi şehir & toplum ISSN: İstanbul’un en güzel; fakat, en ince ve asil ve ufak balıkçı köylerinin bulunduğu bir şeyler gibi mahzun bir güzellikler güzeli kıyı şeridinden ibaret olduğu, fetihten bir parçası”dır. Sadettin Ökten, “coğrafi sonra 20 km uzunlukta, ,5 km geniş- olarak burası munis bir yükselti ve huzur likteki bu deniz yolunun yalılar, köşk- veren bir ritimdeki yeşil yamaçların ara- ler, korular, çeşmeler, park ve çayırlarla sında yer alan ve Karadeniz’i Marmaray’a çevrilerek dünyada eşi benzeri olmayan bağlayan bir su geçişidir” diye tanımla- bir manzaraya kavuştuğundan bahset- maktadır (Ökten, ). mektedir. Şehsuvaroğlu ()’na göre, Boğaziçi’nin imarı Fatih’le başlamış, Ka- nuni ile genişlemiş, ve asırlarda en güzel devirlerine erişmiştir. Evliya Çelebi asırda bize Boğaziçi’ni köy köy anlatmıştır. Beyatlı (), Boğaziçi yer- leşimiyle ilgili olarak, “Fetih’ten sonra İs- tanbul’un imarı hemen başlamıştır. İmar sadece sur içi ve çevresinde değil, Boğazi- çi’nde iki sahil boyunca köy köy, Kavak- lardan Marmara’ya kadar yalı mimarisiy- le süslenmiş, yeryüzünde yalnız kendine benzer başka bir şehir olmuştur” demiştir (Beyatlı, Türk İstanbul, 23). XV. yüzyıl ortalarından itibaren tabii güzellikleri, mimarisi, nakil vasıtaları ve hayat tarzı bakımından önemli değişiklikler geçiren Boğaziçi gittikçe güzelleşmiş, Bizans dö- nemindeki ıssızlık ve sessizliğin yerini gi- derek artan bir ihtişam ve azamet almış- tır. Kısa zamanda her iki sahilde kurulan köyler, başta hanedan mensupları olmak Şekil 1. Boğaziçi (İBB, ) üzere devlet büyükleri tarafından yaptı- Koç () çalışmasında, Boğaziçi ve Bo- rılan kasırlar, köşkler, yalılar, bahçeler, ğaziçi medeniyeti uzun asırlar boyunca cami ve çeşmelerle Boğaziçi kalabalıklaş- değişik coğrafyalarda yaşamış devletler mış, şenlenmiş ve güzelleşmiştir. Bizans ve medeniyetler kurmuş olan Türk mil- imparatorluğu zamanında bugünkü ma- letinin meydana getirdiği büyük bir kül- nasıyla bir Boğaziçi yoktu. Hisar’a göre, tür ve medeniyet olduğundan bahsetmiş Boğaziçi halis bir Türk eseridir. Boğazi- DOSYA: ve Boğaziçi’ni tüm yönleriyle ele almıştır. çi kendi içine kapalı bir âlem, kendisine KÜLTÜREL MİRAS Koç ()’a göre, Boğaziçi’ni bir İstan- has tamamen milli ve mahalli bir mede- bul simgesi haline getiren, Osmanlı me- niyetin ifadesiydi (Hisar,). Hisar’a deniyeti olmuştur. İstanbul’un fethinden göre, “Mimarimiz tamamıyla milli ve önce Boğaziçi, terk edilmiş manastırlar mahalliydi. Selatin camileri İstanbul’da Sayı:9, aralıK - mart şehir & toplum inşa edilir, Boğaziçi mahallelerinde birer zamanı gelince, İstanbul’un birçok sem- minareli camiler yapılırdı”. Evliya Çelebi tinden Boğaz’ın mahallelerine göçler seyahatnamesinde Boğaziçi’nin Rumeli başlardı. Boğaziçi’nin kenarlarına yapıl- ve Anadolu yakalarının kıyılarını tasvir mış ve hâlâ kısmen eski erkân sedirleri, ettiğinden bahsetmektedir. kerevetler üstünde şilteler ve halılar üs- tünde yer minderleri gibi eski eşyalarla Beyatlı ()’ya göre, Türkler Boğazi- döşenmiş geniş gönüllü yalılara taşınır- çi’ne yerleştiklerinde beş yüz yıl süreyle dı. Boğaziçi’nde bilhassa sularla ışıkların tabiat şartlarını göz önünde bulundu- oyunları esrarlı bir canlılıktadır (Hisar, rarak deneyim ve birikimlerini katmak ). Samiha Ayverdi romanlarında, suretiyle kendilerine has bir yaşam tarzı Türk medeniyetinin müzesi olarak gör- kurmuşlardır. “Boğaziçi kültürü” veya düğü İstanbul’a geniş yer ayırmıştır. Ay- “Boğaziçi medeniyeti” olarak adlandırılan verdi “Boğaziçi’nde Tarih” adlı eserinde bu beş yüz yıllık süreç bir bütün olarak İstanbul medeniyetinden bahsetmekte- ele alındığı zaman dünya üzerinde yega- dir. Ayverdi ()’ye göre, kökleşmiş ne olduğu görülmektedir (Beyatlı,). bütün bir Boğaziçi hayatı, görgüsü ve üslubu ile bir yandan toplumsal ve sa- natsal hayatı etkiler. Saraylar, yalılar, köşkler, evler, mahalleler, şiir ve musi- ki Türk İslam medeniyetinden beslenen kendine özgü medeniyeti oluşturmakta- dır (Özgürel, ). “Boğaziçi Medeniyeti” başlıklı yazı, üç İs- tanbul âşığı Abdülhak Şinasi Hisar, Ah- met Hamdi Tanpınar ve Yahya Kemal Beyatlı tarafından kaleme alınan İstanbul adlı eserde yer almış ve Hisar’ın Boğaziçi Şekil 2. Boğaziçi (Burkut, ) Mehtapları adlı eserine dâhil ettiği bir de- neme yazısıdır (Zariç, ). Yazıda sa- Boğaziçi Medeniyeti dece bir Boğaziçi mimarisi değil, Boğaziçi musikisi, Boğaziçi örf ve adetleri de var- Boğaziçi Medeniyeti, Hisar ()’a göre, dır. Üç önemli edebiyatçımızın birlikte -en çok hatıra getirdiği eski Venedik hazırladığı ve Othmar’ın fotoğraflarının gibi- sanki bir göl tarzında kendi üstüne bulunduğu İstanbul isimli kitapta Yahya kapanmış ve kendine mahsus âdetleri ve Kemal’in İstanbul’un fethinin tarihi ile zevkleri olan büsbütün hususî bir âlem- fethinden sonraki imarından bahseden DOSYA: di. Barındırdığı ananeler kendine has “Türk İstanbul” isimli yazısı, Abdülhak KÜLTÜREL MİRAS tabiatının hususiyetlerine katılarak ona, Şinasi Hisar’ın “Boğaziçi Medeniyeti”, bazı kısımlarıyla eş bulunduğu İstanbul Ahmet Hamdi Tanpınar’ın “İstanbul’un medeniyetinden bile ayrılan, hususî bir Mevsimleri ve Saatleri” isimli yazıları İs- medeniyet kurmuş oluyordu. Her sene, tanbul’un portresini çizmektedir. şehir & toplum ISSN: Boğaziçi Semtleri göremezsiniz. Boğaziçi’nin bu kıvrımlı yapısı ve Boğaziçi yamaçları belirli nis- “Sana dün bir tepeden baktım aziz İstanbul! petler içerisindeki eski İstanbul semtle- Görmedim gezmediğim, sevmediğim hiçbir rinde olduğu gibi Boğaziçi köylerinde ilk yer. bakışta aynı gibi görülen fakat derinlere Ömrüm oldukça gönül tahtına keyfince indikçe birbirinden ince nüanslarla ay- kurul! rılan çok farklı ve zengin yaşam tarzları vardır (Şekil 3) (Ökten, ). Sadettin Sade bir semtini sevmek bile bir ömre değer.” Ökten, “Yahya Kemal’in İstanbul’u ve Yahya Kemal Beyatlı Devamı”nda, “Boğaziçi’nden Vatan Gö- Abdülhak Şinasi Hisar, “Boğaziçi Meh- rünüyordu” bölümünde İstanbul’un Bo- tapları ()”nda bütün Boğaziçi, ğaziçi denilen bölgesi semt değil, semtler Tophane’den Salıpazarı’ndan, Rumeli manzumesidir şeklinde ifade etmektedir fenerine ve Harem İskelesi’nden, Sala- (Ökten, ). Beyatlı () “Aziz İstan- cak’tan Anadolu Feneri’ne kadar birçok bul” eserinde, daha elli sene evveline ka- yalı, rıhtım, bahçe, çiçek, yol, ağaç, ka- dar İstanbul, Eyüp, Üsküdar ve Boğaziçi yıkhane, kayık, duvar, parmaklık, iskele semtleri yeryüzünde görülmüş semtlerin merdiven, saatlerce süren bir mesafede en güzelleriydi, her biri diğerinden başka, hala büyük bir refah hissini veren dün- kendine benzer, şekli ve havası birbirin- yanın belki en geniş olduğu gibi, en den çok farklı semtlerdi, diyerek aktar- güzel, en emsalsiz caddesi sayılabilecek maktadır. Bir semtten diğerine geçerken muazzam ve muhteşemdi, demektedir bir yıldızdan bir yıldıza geçmiş gibi baş- (akt. Uysal ). kalık duyulurdu. Boğaziçi’nde Kandilli, Anadoluhisarı, Kanlıca, Çubuklu bir- Sadettin Ökten (), kitabının “Bo- birine komşu köylerdir; lakin her biri- ğaziçi” bölümünde konuyu farklı yön- nin çevresi ve havası güzelliği başkadır, leriyle ele almıştır. Boğaziçi, coğrafyada birinden ötekine geçerken manzaranın Karadeniz’i Marmara’ya bağlayan bir su değiştiğinden bahsetmektedir. yoludur. Boğaziçi’nde, burunları, kör- fezleri, sürekli istikamet değiştiren ana Dursun ()’a göre, İstanbul Boğa- yapısıyla bir uçtan baktığınızda diğer ucu zı, her ne kadar Haydarpaşa Limanı’yla, DOSYA: KÜLTÜREL MİRAS Şekil 3. Boğaziçi Sayı:9, aralıK - mart şehir & toplum Ahırkapı Feneri arasından başlatılabilirse sözünü hatırlatmakta ve hayranlığını de, Boğaziçi özelliğine ancak Tophane, dile getirmektedir. Ahmet Hamdi Tan- Salacak arasında kavuşur. Bu başlangıç pınar, Beş Şehir ()’de “Venedik ve Rumeli Feneri-Anadolu Feneri hattına Napoli’den başka hiçbir memlekette kadar uzayabilmekle beraber Rumelika- rastlanmayacak şekilde, denizle böyle vağı, Anadolukavağı sınırında son bulur. baş başa yaşamak imkanını veren Bo- ğaziçi” diye dile getirmiştir. Hisar ise, Günümüzde Boğaziçi’nde 6 ilçe vardır. "Boğaziçi yalılarında geçen bir devri, Bu ilçeler, Avrupa Yakası’nda, Beyoğlu, bir ömrü, bir mevsimi değil, bir tek Beşiktaş ve Sarıyer; Anadolu Yakası’n- günü bile, nasıl anlatmalı ki bu, bir gülü da Kadıköy, Üsküdar ve Beykoz’dur. Bu gösterip koklatmadan, onu tarif etmeye ilçelerin Avrupa yakası sahil şeridinde benzer. Dikkatimize dokunan rengini Ahırkapı, Karaköy, Fındıklı, Kabataş, nasıl söylemeli? Ve gönlümüzü bayıl- Dolmabahçe, Akaretler, Beşiktaş, Çı- tan kokusunu nasıl duyurmalı?” demiş- rağan, Ortaköy, Kuruçeşme, Arnavut- tir. Boğaziçi yazar, şair ve sanatçılara köy, Bebek, Rumelihisarı, Baltalimanı, her dönem ilham kaynağı olmuştur. Emirgân, İstinye, Yeniköy, Tarabya, yüzyılda Boğaziçi’nin daha fazla önem Kireçburnu, Büyükdere, Sarıyer, Rume- kazanıp sahilsaray, sahilhaneler, köşk likavağı semtleri yer alırken; Anadolu ve yalılar yapılmasına başlanmasıyla yakası sahil şeridinde Salacak, Üsküdar, beraber Boğaziçi edebiyatta daha fazla Kuzguncuk, Beylerbeyi, Çengelköy, Va- yer almaya başlamıştır. Sonraki dönem- niköy, Kandilli, Anadoluhisarı, Kanlıca, lerde de Boğaziçi tüm yönleri, semtleri, Çubuklu, Paşabahçe, Beykoz, Poyrazköy mimarisi ve yalılarıyla hafızalarda ye- ve Anadolukavağı bulunmaktadır. rini almıştır. Edebiyatta Boğaziçi yapı- larının en küçük, en mütevazi olanları Edebiyatta Boğaziçi Literatür bile “lebi deryahane” en azametlileri de “sahilsaray” isimlerini almıştır. Aslında Taraması “yalı” da ikisinin ortasındakiler için kul- ‘’İstanbul’da Boğaziçi’nde lanılmıştır (Erdenen, ). Bir garip Orhan Veli’yim … Boğaziçi ve güzellikleri Tanzimat’tan Rumelihisarı’na oturmuşum sonraki edebiyatımızdaki roman ve hikâyelere de konu olmuştur. Gökbil- Oturmuş da bir türkü tutturmuşum” gin’in çalışmasında, Halit Ziya Uşak- Orhan Veli Kanık lıgil’in Aşk-ı Memnû’su ve Bir Yazın Boğaziçi, Kaplan ()’a göre, “tabi- Tarihi, Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın atla mimarinin, mimari ile insan ruhu- Metres, Cehennemlik ve Cadı adlı eser- DOSYA: KÜLTÜREL nun kaynaştığı bir cennettir”. Beyatlı leri, Halide Edip’in Tatarcık’ı, Yakup MİRAS () “Aziz İstanbul” eserinde, Théop- Kadri Karaosmanoğlu’nun Nur Baba’sı, hile Gautier’in, “toprakla sema arasında Refik Halit Karay’ın İstanbul’un İç Yüzü dalgalanan en güzel hat Boğaziçi’dir” adlı eseri, Ahmet Râsim’in birçok hikâ- yesi, Saffetî Ziya’nın Silinmiş Çehreler şehir & toplum ISSN: ve Beliren Simalar’ı, Ruşen Eşref Ünay- daima bir şeyler mırıldanır, sayıklar ve dın’ın Ayrılıklar’ı, Abdülhak Şinasi Hi- söyler.” (Hisar,, akt. Uysal ). sar’ın Boğaziçi Mehtapları ile Boğaziçi Yalıları adlı eserlerinde Boğaziçi’nin Abdülhak Şinasi Hisar, “Boğaziçi Ya- bir kesiminde, bir semtinde veya bir lıları ()”, eski yalıların hatırlattığı yalısında geçen olaylar anlatılmıştır. Boğaziçi, Boğaziçi Yalıları, yalıların Fakat İstanbul gibi Boğaziçi’ni de şiir- etrafı, Boğaziçi kayıkları, Boğaziçi’nde lerinde bütün ihtişamı ile yaşatan şair mevsimler, yalılarda günler ve saatler, Yahya Kemal Beyatlı’dır. Boğaziçi’nde akşam gezintileri, gezinti- den dönüşler, Boğaziçi hâtıraları, Kan- Abdülhak Şinasi Hisar, “Boğaziçi Meh- lıca’daki yalı, havuzlu oda, eski zaman tapları ()”nda, İstanbul’da tabiatın eşyaları, aynalar karşısında hanımlar, emsalsiz güzelliği, şüphe yok ki Bo- Boğaziçi’nde guruplar ve yıkılan yalı ğazaiçi’ndedir ve İstanbul’un en güzel gibi bölümler vardır. Boğaziçi hâtırala- semti olan Boğaz’a o zaman gösterilen rı bölümünde baştanbaşa duygulardan rağbet tabiata duyulan sevgiyi ve veri- örülmüş eski Boğaziçi bulunmaktadır: len kıymeti gösteriyordu, demektedir. “Boğaziçi”nde bağdaş kurmuş gibi rahat Boğaziçi Mehtapları, Boğaz’ın ay ışı- ve alçak dağlar, çömelmiş gibi tepeler, ğında yüzdüğü şahane geceler için ne- aralarında halleşen kadınlar kadar sa- sirle yazılmıştır. Boğaz’ın, artık bugün kin görünür. Su kenarındaki bayırlar, için unutulmuş olan birçok güzel âdet- ağaçlar ve renkler kalbimizin muhab- lerini, hele deniz ve mehtapla ilgili pek betli hisleri kadar yumuşak ve tatlı du- çok geleneğini, çağrışımı en kuvvetli yulur. Bu mavi, rüzgârlı sular, beyaz ve kelimelerin sihriyle yeniden gözlerimi- geçici bulutlar, bu birleşik güzellikler zin önünde canlandırır. Bu kitapta his, bize mutlaka annelerimizin şefkatleri- hayal, renk ve kokunun en incelmişini ni, çocukluk günlerimizin his ve hayal eski Boğaziçililerle birlikte yalılarda ya- dolu saatlerini, dünyanın bize en iyi ol- şıyor, akşamları morlaşan sularda do- duğu zamanları hatırlatır. laşıyor, gece ay ışığının gümüşten bir “şahrah”a benzettiği Boğaziçi’nde saz Abdülhak Şinasi Hisar, “Geçmiş Za- âlemlerine katılıyoruz (Uysal ). man Fıkraları” adlı kitabında da Bo- İşte geçmişin güzelliklerini dile getiren ğaziçi’yle ilgili olanlar yer tutmaktadır şiirle yüklü bir parça: (72, 76, , , 32 , , , , , ve ) (Uysal ). Haluk “O zamanlarda Boğaziçi’nde tabiatın Şehsuvaroğlu () çalışmasında Bo- manzaralarına ve tatlarına açılmış pen- ğaziçi’nin güzelliği ve dönemsel gelişi- DOSYA: cereler ve gözlerle yaşanırdı. Buradaki mi, Boğaziçi kıyıları ve Boğaziçi üzeri- KÜLTÜREL gönül sahibi insanlar talihlerini tevek- ne yapılmış yerli ve yabacı çalışmalara MİRAS külle düşüne düşüne içinde ömür sür- yer vermiştir. Şehsuvaroğlu tepeler, dükleri lezzetli tabiatla uyuşmuşlardı. köyler, saraylar, kasırlar, yalılar, mesi- Bu sular, bu sahiller, kendilerini daima reler ve Boğaziçi ile ilgili diğer bilgileri seyredenlere ezelî dostlarıymış gibi, aktarmıştır. Sayı:9, aralıK - mart şehir & toplum Ökten, “Fikret’in Gördüğü Boğaziçi” bölümünde, Boğaziçi’nin bir medeni- yet anlayışının hayata aksettirilmesiyle ortaya çıktığından, Boğaziçi mimari- sinin özgün, özel ve zarif yapılardan oluştuğundan ve Boğaziçi’nde yaşamak ve yalıların bakımını yapmanın hiç de Şekil 4. Yedi Sekiz kolay bir iş olmadığından bahsetmiştir Hasan Paşa Yalısı (s. ). Ökten’e göre, “Yahya Kemal’in Gördüğü Boğaziçi” harpten yeni çıkmış ). Ruşen Eşref Ünaydın’ın ifade- mağlup, mahzun bir medeniyetin elin- siyle yalılar: “Her mevsimi başka bir de kalan Boğaziçi’dir; bu harp bir me- semtte geçirmeye alışkın eski İstanbul deniyet savaşıydı diye nitelendirmiştir. zenginlerinin, vükelasının birkaç ay Ökten, “Yahya Kemalden Sonra Boğa- deniz ve koru sefası sürmek için kur- ziçi”nde yüzyılın ilk yarısında deği- durmuş oldukları su kenarı konakla- şim ve modernleşmenin başlamasıyla rı”dır (Ünaydın, , sy. ). Ökten beraber Boğaziçi kıyıları ve yamaçla- () ise, Boğaziçi kıyıları çok zarif rında farklı bir yerleşmenin söz konusu mimari bir birikimle donatıldı, bunla- olduğu ve Boğaziçi’nin dokusunun de- ra “Boğaziçi yalıları” diyoruz. Bu yalılar ğiştiğinden bahsetmektedir (s. ). Boğaziçi’ni tabii dokusunu oluşturan yeşilin içinde adeta kaybolmuşlardır. Yazarların eserinde Boğaziçi ve semtle- Her yalının hususiyetle bir bahçesi bu- riyle ilgili bir listeleme yapıldığı zaman lunur ve bahçelerin arkasında yamaçla- Tablo 1. oluşmaktadır. ra doğru korular bulunur. Boğaziçi’nin vazgeçilmez bir unsuru da kayıklar ve Boğaziçi Yalıları kayıkhanelerdir. Her yalının denize mülaki olduğu alt katında rıhtımdaki “Seni görüyorum yine İstanbul bir kapıdan içeri alınırlardı. Kayıkha- Gözlerimle kucaklar gibi uzaktan neler karayla suyun, yalıyla denizin or- Minare minare, ev ev, tak kullandığı mahallerdi diye aktarıl- Yol, meydan. maktadır (Ökten, , s. ). Geliyor Boğaziçi’nden doğru Osmanlılar Boğaziçi kıyılarında inşa Bir iskeleden kalkan vapurun sesi” edilen ve tabiatın bütün verileriyle Ziya Osman Saba fevkalade uyumlu olan ahşap mima- ri ve Türk bahçeleri inşa ettiler. Eski Yalı kelime anlamı itibarıyla, “deniz İstanbul’da Eyüp, Üsküdar ve Fatih’te DOSYA: kıyısında yapılmış ve denizle dolaysız aynı medeniyet değerlerini paylasan KÜLTÜREL bağlantısı bulunan konut türü, su kı- ana nüanslarla birbirinden ayrılan in- MİRAS yısında yapılmış büyük, görkemli ev, sanlar yetişmiştir. Topkapı Sarayı esas (Yunanca. yalos)” anlamına gelmek- itibarıyla Üsküdar, Boğaziçi ve Haliç’e tedir (Kentbilim Terimleri Sözlüğü nazırdır. Ancak ağırlıklı olarak seyir şehir & toplum ISSN: Tablo 1. Ökten ()’e göre Topka- pı’nın seyir teraslarından görülen sa- dece fiziksel dokuyu, denizi, semayı ve yeşil yamaçları görmez. Yemen, Mısır, Anadolu, Adalar, Kırım ve Viyana’ya kadar uzanan bir coğrafyayı hisseder ve görür demektedir. Dolayısıyla Boğaziçi bütün vatanın göründüğü bir merkez olma durumunda hayata, kâinata ve medeniyete bütün olarak bakmakta- dır (Ökten, ,73). Abdülhak Şina- si Hisar ise şöyle tarif eder: “Yalıların denize girmiş, direkler üzerinde sulara Şekil 5. Hekimbaşı Yalısı konmuş olanları vardı. Ne hülyalarını, ne rüyalarını hâlâ bitirmemiş olanları lonların kapıları açılınca bir uçta koru, vardı. Bazı yalılar, suların kenarında bir uçta da deniz görünür (Koç, , geçecek hülyaları avlamak için kurul- s. ). Boğaz tiryakilerinin daha zi- muş dalyanlara benzerler; bazı yalılar, yade severek “lebiderya” dedikleri bu yelkenleri rüzgârla dolmuş, hayal ik- eski halis Boğaziçi yalılarının klasik limlerine hareket edecek gemilere ben- mimarinin hususi vasıtaları vardı. Bo- zerlerdi. Neye benzerlerse benzesinler, ğaziçi dediğimiz incelik, güzellik, sanat bütün bu yalılar eski Boğaziçi zamanla- harikasını vücuda getiren yalıyı yapan rının mahsulleri, hepsi de birer Boğazi- hassas mimar, ince bir takım hesapla- çi mahlûku idiler.” ra istinat eder, yalıyı önündeki denizin emsalsiz mavisiyle, arkasındaki dağla- Türk mimarisinin Osmanlı döneminde rın yeşili arasında yerleştirmiştir. Hisar, oluşturduğu ihtişamlı konutlar arasın- sofalar üzerindeki odaların kapıları açı- da yalılar da vardır. İstanbul’a, Türkler lınca ön taraftaki sular ve arka taraftaki tarafından getirilen yalı tarzı, denizle yamaçlar gözler için birleşir, diye anlat- iç içe yaşamanın konuta yansıyan sim- maktadır (Hisar, ). Bütün yalılar gesidir (Hisar, , s. 13). Yalıların birbirlerine üst üste bitişik değillerdi. en önemli tarafları, suyla bütünleşmiş Büyük yalıların her biri bir bahçe için- ahşap yapılar olmalarıdır. Denize sınır de olduğundan bu bahçelerin ilavesiyle olarak yapılan bu binalar, bazen çakılan suyun yüzünde gördükleri maviliğe ve kazıklar üstünde denize doğru çıkıntı dağların yeşiline yan taraftaki odaların yapmışlardır. Yapı olarak yayvan bir pencerelerinden çiçeklerin renk âlemi- DOSYA: şekilde inşa edilen yalılar, genellikle iki ni katmak istemişlerdi (Uysal,). KÜLTÜREL MİRAS katlıdırlar. Üst katları biraz çıkarılarak su üstünde asılıymış gibi inşa edilen Yalıların Boğaz’ı seyretmeye ayrılmış bu mimaride amaç, denizin mavisiyle ön odalarında sulara çarpan ışıkların korunun yeşilini birleştirmektir. Sa- içeriye sıçramış akisleriyle birdenbire şehir & toplum ISSN: oda duvarının bir parçası bir vücudun yıklar ve sandallar, gezintileri özler gibi derisi gibi ürpermeye ve başınızın üs- bekleşirlerdi. Böyle hususî kayıkları tünde, tavanın bir parçası, bir nehrin olmayanlar için de, iskele başlarında, altın sularıyla akmaya başlar. Karada Venedik’te olduğu gibi, Boğaziçi’nde temelleri üstünde sabit duran yalılar de, arabaların yerini tutan ve ikide bir- sularda, baş aşağı, temelleri havada, de öteye beriye gitmek için binilen kira yüzmeye koyulurlar. Yosun kokulu sandal ve kayıkları bulunurdu. Birçok kayıkhaneler denizin mırıldanan sula- yerlerde deniz kenarında yalıların önle- rını yalının, bir zemin kat odasının tâ rinden geçen yollar ancak kendilerinin, altına getirirler. Burada yalıların gezen daracık ve hususî ahşap rıhtımlarıydı. bir parçası, birer yavrusu gibi olan ka- Yalının kayıkhanesi önünden bitişik bir DOSYA: KÜLTÜREL MİRAS Şekil 6. Yalı konumları, yalı, deniz ve yol ilişkileri (Erdener, ). Sayı:9, aralıK - mart şehir & toplum yalının rıhtımına altı desteklenmiş bir (s. ). “Anadoluhisarı’nda Köp- tahtanın teşkil ettiği küçücük köprüden rülüler Yalısı” başlıklı yazı da Boğaziçi geçilirdi. Bir sahil karşıki sahile bir bah-Yalıları’nda yer alan yazılardandır. Bu çe gibi görünür. İçlerinde oturanların anı/denemede Köprülüler Yalısı’nın konuşa konuşa bu sahilleri, bu suları tarihçesi hakkında bilgiler verilir ve bu seyrettikleri Şirket vapurları İstanbul’a yalının bir yalı-müze olarak geleceğe gidip gelirken, Boğaz’ın seyrine mahsus taşınması önerilir (s. ). “Boğa- seyyar salonlara benzer (Hisar, ). ziçi Yalılarına Dair” başlıklı denemede yazar, yalıların hususiyetleri olduğunu; Ayrıca yalılara hayran kalan, ’da onların bir tabiatın, iklimin, ananenin, İstanbul Boğazı’ndan geçmiş olan Lord imanın ve zevkin şuurlaşmış eserleri Byron ve Don Juan, Boğaziçi’nden bah- olduklarını; hatıralar ve hayaller yuvası setmektedir (Aracı, ). Epik şiirinin olduklarını; yanlış idarî tedbirlerin bu beşinci kantosunda Byron iki mısrayla yalıların mevcudiyetini mahvettiğini Boğaz yalılarını mükemmel bir opera anlatmaktadır. Hisar, hatırladığı kıy- dekoruna benzettiği söylemektedir: metli on yalının adlarını sıralamış ve bunların yalı-müzelere dönüştürülme- “Each villa on the Bosphorus looks a screen si temennisini dile getirmiştir (s. / New-painted, or a perfect opera scene” ). “Yalıların Sonuncuları” Hisar’ın (Her bir yalı Boğaz’da / yeni boyanmış, diğer eserlerinden olan ve “Boğaziçi opera dekoru havasında). Yalıları”nda yer verdiği yazılarından- dır. Yazar, bu anı/denemede yok ol- maya yüz tutmuş yalıların hüznünü ya- Boğaziçi Yalı Müzesi Önerisi şamaktadır, bu yalıların hangi yollarla Boğaziçi’nin tarihi, kültürü ve medeni- tahrip ve yok edildiklerini ve yine han- yetiyle, tüm güzelliklerini yansıtan Ab- gi yollarla korunup yaşatılabileceğini dülhak Şinasi Hisar, Semavi Eyice, Na- anlatmaktadır (Zariç, , s. ). hid Sırrı Örik, Haluk Dursun ve Halûk Haluk Dursun’un, “En güzel yalı müzesi Şehsuvaroğlu’nun dile getirdiği Boğazi- hangisi olur?” başlıklı yazısında, İstan- çi’nde bir “Boğaziçi Yalısı Müzesi” fikri bul’da “Boğaziçi’nde Yaşama Kültürü ve bu müzenin hangi yalı olabileceği Müzesi” açılması gerektiğini dile getirir. konusudur. Dursun’a göre, müze olabilecek yalılar- Hisar’ın, Boğaziçi Yalıları kitabında la ilgili, ilk anda akla gelebilecek olanla- yer verilen ikinci bölümünün ilk ya- rı devlete ve kamuya ait olan binalardır. zısı olan “Bir Boğaziçi Yalısı Müzesi” Elzem olanı ve ehem olanı (en lüzumlu başlıklı yazısında, Boğaziçi medeniyeti ve önemli) Topkapı Sarayı’nın Sepetçi- DOSYA: KÜLTÜREL fikrini hayata geçirmek üzere Boğaziçi ler Kasrı, Emirgan’daki Şerifler Yalısı, MİRAS yalılarından bazılarının müzeye dönüş- Çengelköy’deki Bostancıbaşı Abdullah türülmesi düşüncesini dile getirmiştir Ağa Yalısı (Adalet Bakanlığı) ve Sadul- şehir & toplum ISSN: lah Paşa Yalısı, Huber Köşkü’ne Cum- tirmiştir. Bu müzenin ne gibi eserleri hurbaşkanlığı, Müşir Fuat Paşa Yalı- ihtiva edeceğinden bahsederek, Boğaz sı’na Dışişleri Bakanlığı, Mediha Sultan içine ait her hatırayı, eski fotoğraflarla, Yalısı’na Sağlık Bakanlığı, Damat Ferit literatürden nebatatına ve balıklarına Paşa Yalısı, Tarabya’da İpsilantis Yalı- kadar her şeyi ihtiva edecek bir müze- sı, Sait Halim Paşa Yalısı turizm amaçlı nin tesisine Zeki Paşa Yalısı’ndan daha kullanılıyor; kültür amaçlı değerlen- mükellef bir bina bulunamaz diye tale- dirilebilir. Hele içindeki “Çöldeki Av” bini aktarmıştır. isimli tablo gibi kıymetli kültür varlık- larıyla Semavi Eyice, Ahmet Rasim Paşa Yalısı’nı düşünmüştür. Dursun, Sonuç Yerine “Korusuyla birleştirilip ‘Ahmet Fethi Boğaziçi, sahip olduğu konumu, tarihi Paşa Yalısı’ müze olur. Hem de Türk ve kültürel değerler bakımından İstan- müzeciliğinin kurucusu Ahmet Fet- bul için önemli bir parça durumunda- hi Paşa adına. Ne güzel olur değil mi? dır. Boğaziçi, fetihten sonra imar edil- (URL 1)” demektedir. miş, iki yakası boyunca çeşitli yapılar yapılmıştır. Boğaziçi’ne yerleşilerek Nahid Sırrı Örik, “Müze için Yeni Yer” beş yüz yıl süreyle tabiat şartlarını göz başlıklı yazısında, Rumeli hisarında her önünde bulundurularak deneyim ve gün evinin pencerelerinde gördüğü ve birikimler katılmak suretiyle kendile- her gün önünden geçtiği bir büyük ve rine has bir yaşam tarzı kurulmuş ve kâgir yalıda bir (Boğaziçi müzesi) vü- bu Boğaziçi medeniyeti olarak adlandı- cuda getirilmesi temennisini dile ge- rılmıştır. Boğaziçi farklı yönleriyle, sa- Şekil 7. Köprülü Amcazade Yalısı DOSYA: KÜLTÜREL MİRAS Şekil 8. Köprülü Amcazade Yalısı Planı Sayı:9, aralıK - mart şehir & toplum natçıların ilgisini çekmiş; şiir, şarkı ve Kaynakça romanlara konu olmuştur. Bu çalışma- Alan, S. (). Selami Edebiyatımızda Değişen Yön- da, edebiyatta Boğaziçi, Boğaziçi mede- leriyle Türk Ev Mimarisi Asia Minor Studies niyeti, semtleri ve yalıları incelenmiş- Aracı, E. (). “Boğaziçi Kıyıları’nda” bir geçmiş za- tir. Boğaziçi yalılarının, “Boğaziçi Yalı man konseri , Aralık seafoodplus.info Müzesi”ne dönüştürülmesi fikrine yer Ayverdi, S. (). Boğaziçi’nde tarih. Vol. Kubbe- verilmiştir. Boğaziçi Yalı Müzesi ola- altı Neşriyat, İstanbul bilecek yalılar hakkında fikir beyan Belge, M. ().”Boğaziçi’nde Yalılar ve İnsanlar.” İle- eden isimlerin önerileri aktarılmıştır. tişim Yayınları, İstanbul Boğaziçi medeniyetinin anlatılması, Beyatlı, Y. K. Hisar, A. Ş., ve Tanpınar A. H. (). İstanbul. Yapı ve Kredi Bankası, İstanbul aktarılması ve yaşatılması adına fikrin önemli olduğu düşünülmüştür. Yeni Dursun, H. (). İstanbul armağanı2: Boğaziçi me- deniyeti. İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kültür İşleri nesillerin İstanbul’u, Boğaziçi’ni daha Daire Başkanlığı, İstanbul iyi anlaması, tarihi ve turistik olarak da Eldem, S. H. (). Boğaziçi yalıları: Anadolu yakası. geçmiş arşivler, resimler, kitaplar, gra- Vol. 2. Altin Kitap, İstanbul vürlerle yaşayan bir müze olması fikir Eldem, S. H. (). Boğaziçi yalıları: rumeli yakası. olarak beyan edilmiştir. Vehbi Koç Vakfı, İstanbul Şekil 9. Sadullah Paşa Yalısı Şekil Sadullah Paşa Yalısı DOSYA: Şekil Sadullah Paşa Yalısı KÜLTÜREL MİRAS şehir & toplum ISSN: ELDEM, S. H. (). “Boğaziçi Yalıları 2.” Vehbi Koç Vakfı Yayını İstanbul Eldem, S. H. (). Boğaziçi anıları. Vol. 2. Aletaş Alarko Eğitim Tesisleri, İstanbul Erdenen, O. ().”Boğaziçi sahilhaneleri. Vol. 3. İs- tanbul Büyükşehir Belediyesi Kültür İşleri Dairesi Baş- kanlığı, İstanbul Evin, İ. ().”Yaşadığım Boğaziçi. Türkiye Turing ve Otomobil Kurumu, İstanbul Gökbilgin, M. T. Boğaziçi seafoodplus.infonsiklo- seafoodplus.info Hisar, A. Ş. (). Boğaziçi mehtapları. Hilmi kitabe- vi, İstanbul Hisar, A. Ş. (). Geçmiş zaman köşkleri. Vol. Varlık yayınevi, İstanbul Hisar, A. Ş. (). Boğaziçi yalıları. Vol. 2. Yapı Kredi Yayınları, İstanbul Hisar, A. Ş. (). Türk müzeciliği: yazılar. Vol. Yapı Kredi Bankası, İstanbul Hisar, A. Ş. (). Boğaziçi Medeniyeti, İstanbul Armağanı 2: Boğaziçi Medeniyeti, (Haz.: Mustafa Ar- mağan), İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kültür İşleri Daire Başkanlığı Yay., İstanbul. Kaplan, M. () Türk Yurdu, Ocak, İstanbul Koç, M. (). Yeni Türk Edebiyatında Boğaziçi ve Boğaziçi Medeniyeti, Eren Yay., İstanbul. Koçu, R. E. İstanbul Ansiklopedisi Koçu, R. E. (). “Ev, Apartımanlar”, İstanbul An- siklopedisi, C. 10, İstanbul Ökten, S. (). Yahya Kemal’in İstanbul’u ve devamı. Ötüken, İstanbul, Örik, N. (). “Boğaziçi Müzesi.” İstanbul Örik, N. (). “Bir müze için yeni bir yer.” İstanbul Özgürel, E. G. (). Samiha Ayverdi’nin romancılığı. Akcag, Ankara Şehsuvaroğlu, H. (). Boğaziçine dair. Türkiye Tu- ring ve Otomobil Kurumu, İstanbul URL seafoodplus.info?lan- DOSYA: g=tr&page=10&anIIcat_2=4&anIIitm_2= KÜLTÜREL MİRAS Ünaydın, R. E. (). “Yalılar”, Dünden Bugüne İstan- bul Ansiklopedisi, C. 7, Numune Matbaacılık, İstanbul. Zariç, M. (). Abdülhak Şinasi Hisar’ın Türk Mü- zeciliği Adlı Eseri, Edebiyat Bülteni, S. 13, s. Ço- rum, Haziran

nest...

batman iftar saati 2021 viranşehir kaç kilometre seferberlik ne demek namaz nasıl kılınır ve hangi dualar okunur özel jimer anlamlı bayram mesajı maxoak 50.000 mah powerbank cin tırnağı nedir