ela gözlü bir çöl ahusu / freud saçmalıkları, Leyla Ela gözlü bir çöl ahusu Saçları bahtından

Ela Gözlü Bir Çöl Ahusu

ela gözlü bir çöl ahusu

Leyl, Leyla ya da Allah’ın yemini!

Allah, Kuran-ı Kerim’in “Leyl” suresinde daha önce yapmadığı bir şeyi yapar; yemin eder!Her şeyi örten geceye, her yeri aydınlatan gündüze ve erkek ile dişiyi yaratanaant olsun ki!..

Sure adını “geceden” alır. İnsanın iki zıt huyundan, cömertlik ve cimrilikten bahseder Allah; imanla cömertlik ve imansızlıkla cimrilik arasındaki ilişkiye dikkat çeker.

“Leyl”kelimesinden türemiş “leyla”ya yüklenen anlamın, edebiyata, şiire, aşka bu kadar çok konu olmasının bu “yeminle” ilişkisi var mı bilmem ama Arapçanın ve Farsçanın ve Türkçenin ve Kürtçenin en güzel kadın isimi “Leyla” hayatımıza girdiği andan beri en çok şiire, en çok şarkıya, en çok aşka konu olması sebepsiz olmasa gerek.

Her şairin bir “Leyla”sı vardır mutlaka, ama o “Leyla” çoğu zaman var olan birisi değil, herhangi birisidir. Ama neylersiniz işte, Mecnun olmasaydı Leyla’nın adını bilmezdi kimse.

*

Kürtçede isim olarak “Leyla”dan çok “Leyl” vardır özgün haliyle… Hayata selam çaktığım andan beri hep en yakınımda gördüğüm dayımın karısının adı “Leyl”di, hitap ederken “Leylê” derdik biz ona.

Yüzüne dökülmüş kınalı zülüflerini hiç toplamazdı oradan. Biçimli burnunda sallanan bir hızma gezdirirdi arada bir perçemine değen.

Hepimizi o sünnet etmişti. Biz ki sünnet hatırası olmayan çocuklarız. Üç günlükken yaparmış Leyl o işi, kuşağının arasında sakladığı küçük, keskin makası tek tıbbi cihazıydı.

Bir kızamık salgını sırasında babam istemediği halde kaçtım şehirden, gittim köye. Kızamığa yakalandım varışımın ikinci gününde. Şairin tarif ettiği gibi bir sıcak vardı köyde. “Sıcak, sapı kanlı, demiri kör bir bıçaktı.” Sivrisinekler kaplamıştı semayı. Çeltik tarlalarından yükselen kurbağa viyaklamalarına sivrisinek vızıltılarına karışmıştı. Dayımın evinde, ateşler içinde, çardak altındaydım, ölüm yoklayıp yoklayıp gidiyordu. Leyl yemin etmiş, çaresiz annemim çaresi olmuş, başucumdan ayrılmamıştı. Dua ediyor, havlu ıslatıp koyuyormuş alnıma, dua ediyor, bileklerimi sirkeyle ovuyormuş. Dua ediyor, dua ediyordu… Bir hafta sonra kendime geldiğimde, annemin yüzünün yanında onun merhametli yüzü vardı; zülüfleri, burnundaki hızması duruyordu karşımda.

Ölüm meleğini, sanırım hayat meleği Leyl kovdu başımdan.

*

Tevfik Fikret’i babasının esir pazarından satın aldığı Sudanlı bir köle kadın büyütür. “Siyah Bacı” şiirinde onu anlatır, şiir şöyle başlar:

“Benim siyah bir bacım var,

Adı Leyla!

Gözü şehla.

Kollarında ellerinde,

Saçlarının tellerinde,

Pullar, inciler parıldar.

Dilber bacı, Anber bacı

Yatayım, akşam olsun da

Siyah bacımın kolunda.”

*

“Gece, Leyla’yı ayın on dördü

Koyda tenha yıkanırken gördü”

Salah Bey’in demesine göre Yahya Kemal, “Leyla’nın uğradığı nazardan” adını alan ve bu iki beytiyle başlayan meşhur şiirini Kıbrıslı Mehmet Paşa yalısında yazmış. yılında “mektepten memlekete döndüğünde” bu yalıya sık sık sık gelir, haftalarca, aylarca kalır, her “ayın on dördünde” de yalı halkına şiirlerini yüksek sesle okumayı pek severmiş.

“Nazar” şiirinde koyda yıkanırken gördüğü kıza “Leyla” adını koyar şair. Leyla “ayın on dördünü” kıskandıracak bir güzelliktedir. Şaire göre güzel ve aşık olunacak kadına başka isim aramaya gerek yok, “Leyla ile Mecnun”dan beri güzel kadının adı “Leyla”dır zaten.

Uzun şiirde anlatılan Leyla’nın sonu trajiktir, biraz da “Leyla ile Mecnun” hikayesiyle benzerlik taşır, şiir şöyle biter:

Nice günler bu seametli ölüm,

Oldu çok kimseye bir gizli düğüm;

Nice günler bakarak dalgalar,

Dediler: “Uğradı Leyla nazara!”

Nazım Hikmet; mektepte hocası olan ve ressam annesi Celile Hanım’a aşık Yahya Kemal’in bu şiirine karşılık, yılında, henüz 22 yaşındayken “Ayağa Kalkın Efendiler” şiirini yazar ve Yahya Kemal’i “kadın teninden yararlanmaya çalışan şehvet düşkünü” birisi olarak tasvir eder:

Behey!

kaburgalarında ateş bir yürek yerine

idare lambası yanan adam!

Behey armut satar gibi

san’atı okkayla satan san’atkar!

Ettiğin kar kalmayacak yanına!

soksan da kafanı dükkanına,

dükkanını yedi kat yerin dibine soksan;

yine ateşimiz seni yağlı saçlarından

tutuşturarak

bir türbe mumu gibi

damla damla eritecek!

Çek elini san’atın yakasından çek!

Çekiniz!

Bıyıkları pomadalı ahenginiz süzüyor gözlerini hâlâ

“koyda çıplak yıkanan Leyla’ya” karşı!

Fakat bugün ağzımızdaki ateş

borularla çalınıyor

yeni san’atın marşı!

Yeter artık Yenicami tıraşı,

yeter!

Ustası “Leyla” şiirini yazar da “çırak” durur mu? “Nasılsa Yahya Kemal gibi şiir yazamam” deyu şiiri bırakıp romana geçen, -iyi ki de geçen-, Yahya Kemal şeyh olsa dergahında mürit yazılmaya çoktan hazır, talebeliğinde onun “düello” mektuplarının postacılığını yapan, ustası hastalandığında hastanede idrar şişesini başının üzerinde taşıdığı söylenen Ahmed Hamdi Tanpınar’ın “Leyla”şiiri ise şöyle başlar:

Bu akşam rüyamda Leyla’yı gördüm

Derdini ağlarken yanan bir muma;

İpek saçlarını elimle ördüm,

Ve bir kemend gibi taktım boynuma

Bu akşam rüyamda Leyla’yı gördüm

Onun şiiri ustasınınki gibi trajik bitmez ama. Onun da anlattığı Leyla ile Mecun hikayesindeki Leyla’dır aslında, şiir şöyle devam eder:

Leylâ

Ela gözlü bir çöl ahusu

Saçları bahtından daha siyahtır.

Kurmuş diye sevda yolunda pusu

Döktüğü gözyaşı, çektiği ahdır.

Leylâ

Ela gözlü bir çöl ahusu.

Bir damla inciydi kirpiklerinde,

Aşkın ızdırapla dolu rüyası

Bir başka güzellik var kederinde

Bir başka âlem ki ruhunun yası

Sessiz incileşir kirpiklerinde.

Ve “evlerin şairi” Behçet Necatigil ki “Üzgünün Leyla” dizesinin mucididir- onda nice nice Leyla vardır: Aşık olunan Leyla, endamına şiirler yazılan Leyla, terk edilen Leyla, terk eden Leyla, uğruna Mecnun olunan, çöllere düşülen, diyar diyar gezilen Leyla

“Sevda Peşinde 1” şiiri şöyledir:

Ben artık bulunduğun şehirden gittim,

İnsan kuş misali.

Sen hâlâ O kalabalık evde olmalısın,

Gelip gidenin çok mu bari?

Üzgünüm Leylâ,

Dünya hâli!

Dünya hali

Seza Karakoç ise “Leylâ Köşesi”nden bakar meseleye, “Bir de bakalım Leyla köşesinden/Aşkın kadın adlı penceresinden,” diyerek Leyla’ya bazı idealler yükler ve onu yeniden yorumlar. Hem dünya hem de ahiret “dirilişi” Leyla’yla başlar kudretli şaire göre.

Ahmed Arif ise çok uzun süre umudunu kesmedi Leyla’sından… “Leylım leylım” diyerek beklemeye karar verir;

“Ayvalar, nar olanda

Sen bana yar olanda.

Belalı başımıza

Dünyalar dar olanda,” ya kadar ama boşuna

*

Şairlerin, aşıkların dilindeki, hayatlarındaki “Leylalar” her zaman somut bir varlık olmayabilir. Hatta çoğu zaman aşka karşı duyarsız, cefa çektirmeyen, mağdur ve hatta herhangi birisidir Leyla.

Bir süre önce Ahmed Arif’in “Leyla”sını yazınca bir okur yazının altına “Bir yazınızda da Neşet Ertaş’ın Leyla’sını yazsanız ne güzel olur,” diye bir not düştü. Ben de türkülerinde “Leyla”nın bu kadar yer bulmasının esbab-ı mucibesine baktım abdalın…

Evet abdalın bir Leyla’sı var ama hikaye sanırım bilindiği gibi değil. Bir pavyonda karşılaşmış onunla. Babası, ustası Muharrem Ertaş’ın ondan dargın ölmesine sebep olmuş. Ustası istemediği halde onunla evlenmiş, çocuk yapmış ama gerçek adı Leyla değil onun.

“Leyla” bir değil ki…

Hepimiz ulaşılmaz bir saz virtüözü biliriz ya abdalı, aslında değilmiş. Asıl aleti kemanmış, kemanı sazdan daha iyi konuştururmuş aşık. Ama kimseye keman çalmaz, bir tek ona, sadece Leyla’ya

Bolulu bir “cingen” kızıdır Leyla. Ankara’da bir pavyonda çıkar yoluna aşığın. “Göynü” düşer ona, aşıklık “hallarını” bir türküye döker:

“Yazımı kışa çevirdin

Karlar yağdı başa

Leylam Viran oldu evim yurdum

Ne söylesem boşa Leylam”

Leyla’nın da “göynü” ondadır. Derdini ustasına, babasına açar, “Aslı bozuk, evlenme,” der Muharrem Usta’sı. Bu laf üzerine ilk defa başkaldırır babasına, “Aslı bozuk deme insanoğluna” diye bir türkü havalandırır. Bir bozlağa asılır gibi “yol verir göynüne”, Leyla’yla evlenir. Aşkı katmerleşir:

“Her an gözümde perdesin

Nere baksam sen ordasın

Mevlam ayrılık vermesin

Gölde uçan kuşa Leylam”

Leyla’dan üç çocuk yapar abdal. Ama aşk bu, hayata benzer, günün birinde o da biter. Ayrılır Leyla’dan.

Ve hikaye de asıl burada başlar. Uğruna babasını, ustasını “küstürdüğü” kadının asıl adı Leyla değil, Nigar’dır. Neşet Usta’nın“Leyla”ya söylediği türküleri tekmil Anadolu coğrafyasının dağında taşında yankılanınca Nigar hanım “o Leyla benim işte” demek için mahkeme kararıyla adını “Leyla” diye değiştirir.

Oysa “Leyla” yok biridir aşığın “göynünde.”

Yıllar sonra “yüzünde dane dane benleri” olan Seyhan’a kaptırır “göynünü” bu kez. Öldükten sonra Etiler’deki evini Seyhan Hanım beklemeye başlar.

Galiba “Leyla” diye biri hiç olmadı, zira Leyla abdalın “güzel göynünün” adından başka bir şey değildi.

*

Siz bakmayın erken cumhuriyet döneminin “mürşidi” Ziya Gökalp’in;

Aruz sizin olsun hece bizimdir

Halkın söylediği Türkçe bizimdir

Leyl sizin, şeb sizin, gece bizimdir

Değildir üç mana üç ada muhtaç

demiş olmasına… “Leyl” de, “şeb” de, “gece” de bizimdir. Üç manayı bir ada hapsetmeye hiç niyetimiz yok ey mürşid!

Ha, dayımın karısı Leyl ve bana gelince. Oğlu Selim köyümüzün imamıydı. Sara hastalarının kulağına Leyl Suresi’nin okunduğunu biliyordu. Ben yatakta ateşler içinde yanarken, “saraya şifa olan neden kızamığa da şifa olmasın” diye düşünen annesinin isteğiyle günde bir defa bu sureyi okumuş kulağıma, ta ki gözlerimi açıp karşımda hayat meleği Leyl’i görünceye kadar.

Ankara’da öldürülen Eylül’ün acısı dinmeden Türk halkı Leyla’nın acı haberiyle yıkıldı. Ağrı’dan bayram ziyaretine gittiği dedesinin köyünde kaybolan ve 18 gündür aranan Leyla’dan gelen acı haber, sosyal medyayı ayağa kaldırdı.

Tabutu küçük kucaklasan götürürsün, acısı koca bir dev omuzlarsan yıkılırsın. Çocuklarımıza ne oluyor? Neden kayboluyorlar, neden öldürülüyorlar?

Eskiden çocuklara büyüyünce ne olmak istediklerini sorardık onlar gülerek anlatırlardı. Şimdi soruyoruz aynı soruyu aldığımız cevap; ‘ Ben büyümek istemiyorum. Büyüklerden korkuyorum ’ oluyor. Korkunun çocukları bir ülkenin geleceğine vurulmuş en büyük darbedir.

Leyla’nın masmavi gözlerine, masum yüzüne, gülüşüne içim yanarak bakarken şair Ahmet Hamdi Tanpınar’ın şiirini anımsadım: Şair şiirinde ‘‘saçları bahtından daha siyahtır’’ diyor. Hem kötü kaderine hem güzelliğine müthiş gönderme yapıyor. Ağrılı Leyla gibi.

‘‘Leyla, kendi var hazzı yok

Leyla, dili var ağzı yok

Leyla, eli var nabzı yok

Leyla, çekilen bir su

Ben kahır kuyusu…

Bu akşam rüyamda Leyla’yı gördüm

Derdini ağlarken yanan bir mum

İpek saçlarını elimle ördüm

Ve bir kement gibi taktım boynuma

Bu akşam rüyamda Leylayı gördüm

Leyla, ela gözlü bir çöl ahusu

Saçları bahtından daha siyahtır

Kurmuş diye sevda yolunda pusu

Döktüğü gözyaşı, çektiği ahtır

Leyla, ela gözlü bir çöl ahusu

Bir damla inciydi kirpiklerinde,

Aşkın ıstırapla dolu rüyası

Bir başka güzellik var kederinde

Bir başka âlem ki ruhunun yası’’

Annesinin ağzından lokma yedirdiği bir kız çocuğunu kim açlığa terk eder? Kim dört yaşındaki bir çocuğa bu denli işkence eder? Ancak bir sapık! İnsan olan bu kadar kötülüğü ruhunda besleyemez çünkü! Çocukluğumuzda anneler mahallenin orta yerinde bir leğenin içinde yıkardı küçük kızlarını. Kimse o melek kızların organlarına bakmaz, kimse soysuzluğun tahrikine kapılmazdı.

Bütün çocuklar melektir ya da bütün melekler çocuktur.

Ama ahlakın küçümsendiği ülkelerde çocuklar kolay harcanıyor. Eskiden sokaklarda oynayarak büyüyen çocuklar şimdi korkak ve güvensiz duygularla yaşlanıyorlar. Ne yani anneler evlatlarını uzaktan kumandalı kelepçemi taktırsın? Nasılsa mevsim yaz diye derin dondurucu damı saklasınlar çocuklarını?

Dört yaşındaki Leyla’nın bedenine otopsi yapılmış. Asıl o canavarlara o katillere uygulansın otopsi. Nasıl üredi bunlar, nasıl amip gibi çoğaldılar? Ve biz nasıl geldik buralara? Kibarlığın, zarafetin yok sayıldığı bu dünyada; bu katillere, bu sapıklara bir de kravat indirimi yapılıyor.

Çiçekler kuruduktan sonra su vermenin nasıl ki faydası yoksa çocuklar katledildikten sonra çığlık atmanın da bir yararı yok!

Üzgünüz, çok üzgünüz… Eylül hüznü, yerini bu kez Leyla’nın karasına bıraktı. Acımız, utancımız, kahrımız büyüdü arttı. Ağzı süt kokan bir ana kuzusu, deniz gözlü minik Leyla’yı da kaybettik.

Bu sapkın tayfa nerede nasıl ve hangi ruh haliyle bu duruma geldi: Bütün bu sorulara cevap aramak mecburiyetindeyiz. İnternet: Eylül cinayetinde sapık adamın telefonunda çocuk pornosu bulunmuş.

İzliyorlar, sonra dönüp en yakınındaki çocuklara saldırıyorlar bu sapık ahlaksızlar!

Eğitim: Yığınla bilgi veriyoruz. Bomboş maneviyat yoksunu gençler yetişiyor büyük oranda! Eğitim her şeyi çözmüyor anlıyoruz git gide… Biz bir yerler de yanlış yapıyoruz, bir yerleri es geçiyoruz. Ve ne yazık ki sorunlarımız daha da büyüyor.

Aile terbiyesi: Kimse kusura bakmasın ama analar iyi çocuk yetiştirmiyor artık. Helal süt emmiş, gözünün ucuyla bile harama bakmayan, aklı ve kalbi tertemiz gençler nerede?

Alperenlerin, erenlerin, evliyaların kaynadığı Türkiye’de bu sapıkların mutlaka önüne geçilmelidir.

Deniz gözlü Leyla’yı kim dalından kopardıysa mutlaka bulunmalı ve gereken ceza verilmelidir.

Ne olursa, nasıl olacaksa bu sapıklığın önünü mutlaka kesmeliyiz.

Hadım yasalarıyla veya idamlarla değil. Dünyanın en şerefsiz ve en rezil erkeklerinin organlarını keserek değil.

Ahlaksızlığın ve cehaletin önünü keserek!

Adaletsizliğin kökünü kurutarak!

Hepinize iyi hafta sonları sevgili Denge okurları. 



BİRSEN (AYDINBAŞ) GÜVEN'İN ARDINDAN

LEYLA

Bu akşam rüyamda Leyla'yı gördüm 
Derdini ağlarken yanan bir muma; 
İpek saçlarını elimle ördüm, 
Ve bir kemend gibi taktım boynuma 
Bu akşam rüyamda Leyla'yı gördüm. 


LeylaEla gözlü bir çöl ahusu 
Saçları bahtından daha siyahtır.
Kurmuş diye sevda yolunda pusu 
Döktüğü gözyaşı, çektiği ahtır. 
LeylaEla gözlü bir çöl ahusu. 


Bir damla inciydi kirpiklerinde, 
Aşkın ızdırapla dolu rüyası 
Bir başka güzellik var kederinde
Bir başka âlem ki ruhunun yası 
Sessiz incileşir kirpiklerinde.   -AHMET HAMDİ TANPINAR 


SEVGİLİ BİRSEN, AİLE İÇİNDE ADIN LEYLA İDİ Bu yüzden bu şiiri çok severdin. Seni bugün sonsuzluğa ve sevenlerinin gönlündeki yerine uğurladık. Çok sevdiğin Pınar ve Başar'a kavuştun. 
Benim 58 yıllık arkadaşımdın. Kopmamıştık. AYÖO. Hazırlık Sınıfı'nda yılında başlayan arkadaşlığımız, dostluğumuz yarım asırdan fazla sürdü. Ama oyunbozanlık ettin sen. İkimiz aynı anda hastalanmışız; benim böbrek sorunum, senın safra kesesi sorunun varmış ve ikimiz de operasyonla kurtulmuştuk, sözde!..
Kısa bir süre önce telefonla konuştuğumuzda, benim söylediklerime çok gülmüştük.
Benim bir önerim olmuştu sana "Taşı benden, çamuru senden Ardeşen'de bir yayla evi yapalım." demiştim ve önerimi  onaylamıştın, her zamanki güzel gülüşünle. Zaten ne zaman birlikte olsak çok gülerdik. 
Geçen yıl Facabook'ta bir yazı paylaşmıştın; ben de yorum yapmıştım ve yine çok gülmüştük. Sonra ben kendi sayfamda paylaşmıştım, kendi yorumumla birlikte. Bu kez de sen yorum yapmıştın. Canım, can  arkadaşım, seni  hep gülerken anımsamak istiyorum; onun için de, bu okuyanları da güldüren ortak yazımızla uğurlamak istiyorum. 


SUYA  SABUNA  DOKUNMAMAK
"Celal Vardar unutulmuş ozanlarımızdan biridir. Oysa çok yalın bir söyleyişin içine çok derin anlamlar sığdırmıştır. O da Ahmed Arif gibi şiirlerini “İki Dal” adını verdiği tek kitapta toplamıştır. Ancak Ahmed Arif’in “Hasretinden Prangalar Eskittim” adlı şiir kitabı yasal/korsan defalarca basılmış, "İki Dal" belki de tek baskıyla kalmıştır.
Salgın günlerinde sık sık el yıkamaktan söz edilince bir Celal Vardar şiiri geldi aklıma. Şiirin tümü üç dize.

Marifet
Suya dokunmazmış
Sabuna dokunmazmış
Pise bak!

Sessiz sedasız ılımlı otokrasiye geçtiğimiz şu günlerde suya sabuna dokunalım mı dokunmayalım mı?"( Birsen'in yazısıydı)
"Birsenciğim öğrencilik yıllarıma döndüm. Geyik yapardık arada bir. Böyle derin anlamlı şiirlerin, güzel şiirlerin kıymetini bilmezdik ilk gençlik çağımızda Biz edebiyat öğrencileri -çok da biliriz ya!- bunları eğlence konusu ederdik. Çok ağır ama, bir o kadar güzel Divan şiirini gerçekten çok sevdiğimiz için bunlar bizi doyurmazdı. Bir de şunları söylerdik, hatırlar mısın? Yazarı kimdi, biz mi uydururduk bilmiyorum? 

Burnuma burcu burcu
Kan kokusu geliyor
Öldürmeliyim, öldürmeliyim
Diyorum
Ensemdeki tahtakurusunu.

Bazı şiirlerin az sözle neler anlattığını yıllar yıllar sonra anlıyoruz. Sevgiler" (Yorumumdu)
"Nereden hatırladın tahtakurusunu? Hâlâ gülüyorum. Bir de Sunullah Arısoy’un Nasıl Bildim Ama şiirini okurduk." (Birsen'in yanıtıydı)
Yazını paylaşabilir miyim? İkimizin yorumuyla birlikte hatırlayan Yüksek Öğretmen Okullu arkadaşlarımız da gülsün.
Birsenciğim şiirin sonunu okurduk diye hatırlıyorum.
Başını ezbere bilir miydik, bilmiyorum; ama son bölümünde kıkırdardık:

Nasıl Bildim Ama
"Biri bana ölürsün diyor
Ama ardından, anıtlar, ağıtlar
Yok devenin pabucu
Nasıl bildim ama"

Pekiiii, şunu hatırlıyor musun? Dehşet dolu bir sesle başlardık: 

“Gece yarısı
Cinayetler saati
Hatçe Hatçe kalk!
Çocuk altına etti.
Sevgiler. HOŞÇA KALIN" Yazımı böyle bitirmişim. 

İki yıl önce Side'de buluştuğumuzda yine çok eğlenmiştik; ne güzel kahve falı bakardın. Mustafa ile mutfakta hünerlerinizi yarıştırmıştınız; sen ona teflon tavada mısır ekmeğinin nasıl yapıldığını öğretmiştin, o da sana Giritli simitinin nasıl yapıldığını

"Ağlamak 
Bazı acılarda yetmez
Bazı ölümlere.."
"Ölmek kaderde var yaşayıp köhnemek hazin
Bir çare yok mudur buna ya Rabbe'l-âlemin"

Canım Birsen, biraz geç kaldım; ama, verdiğin öğüdünü tutacağım. "Sen, bildim bileli attığın her adımın sorumluluğunu duyarsın. Yaşamı bu denli ciddiye alma!" derdin bana. Ölümün olduğu bu dünyada hiçbir şey çok da ciddi değilmiş aslında! Bu gerçeği yaşıtım olan seni yitirdiğimde ve ölümün kıyısından döndüğümde anladım ve biraz geç kaldım. Biraz mı?..
Nur içinde yat arkadaşım, mekânın cennet olsun, ruhun şad olsun.

nest...

batman iftar saati 2021 viranşehir kaç kilometre seferberlik ne demek namaz nasıl kılınır ve hangi dualar okunur özel jimer anlamlı bayram mesajı maxoak 50.000 mah powerbank cin tırnağı nedir