ey engelli evladıyla imtihan edilen anne / Evladın ölümüne sabır - Dinimiz İslam

Ey Engelli Evladıyla Imtihan Edilen Anne

ey engelli evladıyla imtihan edilen anne


Sual: Küçük çocuğumuz öldü. Ana-baba olarak çok ağladık. Bize günah oldu mu?
CEVAP
Ağlamak merhametten ileri gelir. Ağlamak günah olmaz. Bağırıp çağırıp isyan etmek günahtır. Çocuğun ölmesi, malın elden çıkması, gözün kör, kulağın sağır olması, bir uzvun telef olması gibi, insanın isteği ile ilgisi olmayan musibetlere sabretmekten daha faziletli sabır yoktur. Sabredenlere verilen sevabın miktarını Allahü teâlâdan başkası bilmez.

Musibetlere sabır, sıddıkların derecesidir. Bunun için Peygamber efendimiz şöyle dua ederdi:
(Ya Rabbi, bana öyle yakîn ver ki, musibetler bana kolay gelsin!) [Tirmizi]

Oğlu İbrahim ölünce de, (Ya İbrahim, ölümüne çok üzüldük. Gözlerimiz ağlıyor, kalbimiz sızlıyor. Fakat, Rabbimizi gücendirecek bir şey söylemeyiz) buyurmuştu.

(Bir çocuk ölünce, Allahü teâlâ, bildiği halde, meleklerine sorar:
- Kulumun çocuğunu aldınız, kalbinin meyvesini kopardınız. Peki kulum buna ne dedi?
- Ya Rabbi, hamd edip teslimiyet gösterdi.
- O kuluma Cennette bir ev yapıp, adını da, “Hamd evi” koyun!)
[Tirmizi]

Bunları Cennete götürün
Kıyamette Allahü teâlâ, müminlerin çocukları için, (Bunları Cennete götürün) buyurur. Melekler, çocukların Cennete girmesini söylerler. Çocuklar, (Ana-babamız hani?) derler. Melekler, (Onlar sizin gibi günahsız değildir. Görülecek hesapları var) derler. Çocuklar ağlaşır, (Ana-babamızı almadan girmeyiz) derler. Cenab-ı Hak, çocuklara buyurur ki:
(Ey yavrular, haydi gidin, ana-babanızı da alıp Cennete girin!) [Nesai]

Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:
(Küçükken ölen çocuklar, ana-babaları ile karşılaşınca, ellerinden tutup, ana-babaları Cennete girinceye kadar, onlardan ayrılmazlar.) [Müslim]

(Hiçbir Müslüman yoktur ki, büluğa ermemiş bir çocuğu ölsün de, Allahü teâlâ, bol rahmeti sebebiyle, onu Cennete koymasın.)
[Buhari, Nesai]

(Üç evladı ölmüş olan bir Müslüman ateşe girmez.)
[Buhari, Müslim]

(Kimin bâlig olmamış üç evladı ölmüşse, bu çocuklar, onu ateşten koruyan bir kale olur, ölen evlat iki, hatta bir olsa da)
[Tirmizi]

Peygamber efendimiz, (Üç çocuğu ölen, Cennete girer) buyurdu. Oradakiler, (İki çocuğu ölen de mi?) diye sual edince, (İki çocuğu ölen de Cennete girer) buyurdu. (Ya bir çocuğu ölen?) diye tekrar sual edilince, buyurdu ki: (Allah’a yemin ederim ki, bir çocuk doğup hemen ölse, annesi sabredip sevabını Allahü teâlâdan beklerse, annesini Cennete götürür.) [Taberani]

Yine buyurdu ki:
(Alan da, veren de Allahü teâlâdır. Çocuğu ölen o kadına taziyede bulunun. Sabretsin, ecrini görecektir.) [Müslim]

Musibete uğrayanı teselli etmelidir. Bir hadis-i şerifte buyuruldu ki:
(Çocuğu ölen kimseyi teselli edene Cennet hırkası verilir. Musibete uğrayanı teselli eden, onun sevabı kadar sevap kazanır.) [Tirmizi]

Sual: Çocuğum yok veya öldü diye fazla üzülmek uygun mu?
CEVAP
Hayır. Hadis-i şerifte buyuruldu ki:
(Allahü teâlâ sevdiği kulu kendisine bağlar. Çoluk çocuğu ile meşgul etmez.) [Deylemi]

Belanın geliş sebepleri
Sual:
Bazı hadis-i şeriflerde, Peygamberi sevenin, çeşitli musibetlere maruz kalacağı ve Ona düşmanlık edenin ise, mal ve evladının çok olacağı bildiriliyor. Bunların açıklaması nasıldır?
CEVAP
İnsanlara dert, bela, musibet birkaç bakımdan gelir:
1- Bunlardan biri işlediğimiz günahlar sebebiyledir. İmam-ı Rabbani hazretleri buyuruyor ki: Belaların gelmesine sebep günah işlemektir. Kur'an-ı kerimde mealen buyuruluyor ki:
(Size gelen musibet, işlediğiniz [günahlar] yüzündendir.) [Şura 30]

(Sana gelen kötülük, kendindendir, [günahların yüzündendir.]) [Nisa 79]

(Bir millet, kendini bozmadıkça, Allah onların hallerini değiştirmez.) [Rad 11]

2-
Bela, hastalık ve musibetler, günahların kefareti [affolması] için gelir. Dünyada musibetlere maruz kalıp da güzelce sabreden kimse, ahirete günahsız gider.
Hadis-i şeriflerde buyuruluyor ki:
(Her musibet, affedilecek bir günah için gelir.) [Ebu Nuaym]

(Mümine gelen her sıkıntı, günahlarına kefaret olur.) [Buhari]

(Müminin günahları affoluncaya kadar bela ve hastalık gelir.) [Hakim]

İnsan kendisine gelen beladan hoşlanmaz. Halbuki günahları affolacak ve güzel sabrederse ahirette büyük nimetlere kavuşacaktır. Kur'an-ı kerimde mealen buyuruldu ki:
(Hoşlanmadığınız şey sizin iyiliğinize; sevdiğiniz şey de, kötülüğünüze olabilir. Siz bilmezsiniz, Allah bilir.) [Bekara ]

3-
Cennette yüksek derecelere kavuşması için mümine musibet gelir. Bunun için Peygamberlere çok bela gelmiştir. Hadis-i şeriflerde buyuruluyor ki:
(Nimete kavuşması için insana musibet gelir.) [Buhari]

(Musibet, kavuşulacak bir derece için gelir.) [Ebu Nuaym]

(Allahü teâlânın hayrını murad ettiği kul, belaya maruz kalır.)
[Taberani]

(Kişi, hep sıhhat ve selamette olsa idi, bu ikisi onun helakı için kâfi gelirdi.) [seafoodplus.info]

(Mümin, keler deliğine saklansa, ona, eza edecek biri musallat olur.)
[Beyheki]

(Dünya, [Cennetteki nimetlerin yanında] mümine zindandır.) [Müslim]
(Allah’ı ve Resulünü seven, belaya
[hazırlıklı olsun] zırh giysin!) [Beyheki]

(En şiddetli bela, Peygamberlere, velilere ve benzerlerine gelir.) [Tirmizi]

Demek ki belanın en şiddetlisi, Allahü teâlânın çok sevdiği kimselere geliyor. Belalara sabır, sıddıkların derecesidir. Peygamber efendimiz, kendisine gelecek musibetlere karşı dayanma gücü vermesi için Allahü teâlâya dua ederdi.

4-
Bela, imtihan için de gelir. Bakalım kul, Allahü teâlânın gönderdiği belaya razı olacak mı, olmayacak mı? Hadis-i şeriflerde buyuruluyor ki:
(Şüphe edilen altın, ateşle muayene edildiği gibi, insan da bela ile imtihan olur.) [Taberani]

(Ya Rabbi, beni sevene, hayırlı mal ver! Bana düşmanlık edene de çok mal, çok evlat ver!)
[İbni Asakir]

Mal ve evlat fitne mi?
Mal ve evlat kötü mü de böyle buyuruluyor? Kur'an-ı kerimde de mealen buyuruluyor ki:
(Mallarınız ve çocuklarınız sizin için elbette bir fitnedir.) [Tegabün 15]
Fitne imtihan demektir. Anarşi, bozgunculuk, günah, şirk, bela, düşman ve daha başka manalara da gelir. Mal ve çocuklar hayırlı olmazsa bela olur, fitne olur.

İnsan, genel olarak malını iyi yolda kullanmaz. Bu bakımdan malı kendisi için düşman olmuş olur. Aslında mal, kılıç gibi bir nimettir. İyi kullanılmazsa sahibini keser. Evlat da, bir nimet iken, iyi terbiye edilmezse, ana-babaları ile birlikte Cehenneme gider. Nimet, düşman olmuş olur. Çoğunluk bu imtihanı kazanmadığı için, mala ve evlada fitne denilmiştir. Mesela, İskoçyalılar, genelde cimri oldukları için, her İskoçyalıya cimri gözü ile bakılır. Belki de içlerinde çok cömert olanları da vardır. Kayserililer, gözü açık olarak bilinir. (Okur-yazar değilim ama Kayseriliyim) denir. Kayseri’de gözü açık olmayan da vardır. Hüküm ekseriyete göre verilir. Peygamber efendimiz, (Zenginlerin ve kadınların çoğunu Cehennemde gördüm) buyurdu. Halbuki Cennete gidecek zenginler ve kadınlar da çoktur. (Ramuz)

(Sizin çokluğunuzla, diğer ümmetlere karşı iftihar ederim)
ve (Velud [doğurgan] kadınla evlenin) hadis-i şerifleri, evlenmeyi teşvik etmektedir. Gerekli İslami terbiye verilemediğinden gençler, namaz kılmamakta, dinden uzaklaşmakta, hatta bir kısmı dinsiz ve anarşist olmaktadır. Peygamber efendimiz elbette, böyle gençlikle övünmez. İbni Asakir’in bildirdiği (İki yüz yılından sonra en iyiniz, hanımı ve çocuğu olmayandır) hadis-i şerifi, ortam müsait olmayınca, çoluk çocuk sahibi olmamanın daha iyi olduğunu göstermektedir.

Sual: Küçük çocuklar da ölürken sıkıntı çeker mi?
CEVAP
Bir Müslümanın çocuğu, ölüm döşeğinde iken, melek gelir, o masumun karşısında durup, (Ya masum, müjdeler olsun sana, bugün, ölmüş olan, âbâ ve ecdadını ve bütün komşularını, Hak teâlâdan dile) derler.

Melekler, başına bir şefaat tacı ile gayret ve kuvvet gömleğini giydirip, gözünün perdesini kaldırırlar. Perdeler kalkınca, tâ Hazret-i Âdem aleyhisselamdan beri, geçmiş ecdatlarını görür. Onların bazısı için hazırlanan azabı görünce, haykırıp titrer. Bunu bilmeyenler can çekişiyor zanneder.

Can alıcı melekler gelirler, (Ya masum, âlemlerin yaratıcısı sana selam söyleyip, “Ben onu yarattım, yine bana gelsin. O ruh emanetini ben verdim, yine bana versin. Onun karşılığında ona Cennet ve didar vereyim” buyurdu. Haydi yüzünü çevir, bak) dediklerinde, o masum da, bakar, melekleri görür. Sevinçten coşup titrer ve döşeğinde can vermeye atılır.

Yine o azap içindeki ecdatları gözüne erişince, yine canını vermek istemeyip, (Ey melekler! Allahü teâlâ, akraba ve ecdadımı bana bağışlasın) der. Allahü teâlâ da, (İzzim hakkı için bağışladım) buyurur.

Melekler, (Ya masum, sana müjdeler olsun, Hak teâlâ, imanı olanların günahlarını bağışladı ve bütün dileklerini kabul eyledi) dediklerinde, masum sevinçli iken, masumun anası ve babası suretinde iki huri gelip, kollarını açarak, (Ey evladımız, bizimle gel, biz Cennette sensiz olamayız) derler.

Masumun eline bir Cennet meyvesi verirler. Masum, meyveyi koklarken Azrail aleyhisselam, kendi gibi, bir güzel masum olup, habersizce canını alır ve Cennete götürür.

Orada, yeşil bir sahra vardır. Masum, (Beni buraya niçin getirdiniz) diye sorar.

Melekler şöyle cevap verirler:
Kıyamet yeri vardır. Çok sıcaktır. Bu sahrada, 70 bin rahmet pınarı vardır. Resul-i ekremin havzının başında durup, nurdan bardakları görürsün.

Anan, baban kıyamet yerine geldiklerinde, bu bardakları su ile doldurup, onlara verirsin ve onları bırakma ki, Cehennem yoluna gitmesinler. Çünkü, senin duan, Hak katında makbuldür. Cuma geceleri, yeryüzüne inersin. O vakit Allahü teâlânın selamını, Müslümanlara ulaştırırsın.

Ne mutlu, çocuğu ölüp de, sabreden ana-babaya

altÖzürlü insanların yaratılışında bir çok hikmetler vardır. Kainatta bir tek nokta bile hikmetsiz ve boşu boşuna yaratılmadığı gibi özürlü insanların yaratılmasında hem şahsi hayat açısından, hem de toplum ve cemiyet hayatı açısından sayısız hikmetler ve dersler vardır. Özürlü bir insan tüm insanlara fiili bir nimet dersi verir. Bizlere verilen nimetlerin ne kadar değerli, ne kadar kıymetli, ne kadar vazgeçilmez ilahi birer ikram olduğunu hatırlatır. Mesela görmek büyük bir nimettir.

Gözümüzle şu harika dünyanın harika manzaralarını seyrederiz. Bu nimetin değerini ise tam olarak görme özürlü bir insan sayesinde öğreniriz. Düşünün bir kez, günde kaç defa göz nimetini hatırlayıp idrak ediyoruz ve bu vesile ile ne kadar Rabbimize teşekkür ediyoruz? Çoğu zaman aklımıza bile gelmiyor, değil mi? Ama ne zaman ki görme özürlü bir insan görsek, hemen gözlerimize dikkat kesiliriz. Bu nimetin ne kadar önemli olduğunu tam olarak idrak ederiz, zihnimizde fiili bir şükür kapısı açılmış olur. Duymak ve konuşmak da çok büyük bir nimettir. Ne zaman duyma ve konuşma özürlü bir insan ile karşılaşsak bu nimetin kıymetini tam olarak tasdik ederiz. Düşünmek ve akıl nimeti başlı başına bir nimettir. Düşünme özürlü bir insan bu nimetin insan için ne kadar vazgeçilmez olduğunu bizlere tam olarak bildirir. İşte bu misaller gibi özürlü insanlar insanlara verilen nimetlerin değerini tam olarak bildirmekle halis ve safi bir şükrün kapısını açarlar.

Özürlü insanlar toplum hayatı için de çok önemli birer ders ve ibret levhalarıdır. Cemiyet hayatı için vazgeçilmez birer haslet ve özellik olan yardımlaşma, sevgi, saygı, merhamet, hürmet, fedakarlık, sabır, diğer gamlık gibi ulvi duyguların inkişaf etmesine vesiledir. İnsan ne zaman bir özürlü kişi görse ona yardım etmeye çalışır. Ona merhamet eder, şefkat gösterir. Sevgi ve saygı ile onun isteğini yerine getirmeye çalışır. İşte bu tür duygular da toplumda sosyal bağların güçlenmesine vesile olur. Burada kısaca temas ettiğimiz gibi özürlü insanların yaratılmasında daha çok hikmetler var, bilhassa tıbbi ve fenni sahadaki hikmetler saymakla bitmez. Burada şimdilik o hikmetlere temas etmeyeceğiz.

Sual: Peki, kabul. Bu hikmetler doğru gözüküyor. Ancak insanlar ders alacak diye, nimetin değerini öğrenecek diye, veya toplumda bazı duygular gelişecek diye niçin ben özürlü yaratılayım? Özürlü olan benim, bu sıkıntıları yaşayan benim, bütün bunlardan bana ne? Ben niçin özürlü yaratıldım? Yoksa, Allah beni diğer insanlar ders alsın diye bir kobay olarak mı yarattı?

Cevap: Haşa!.. Cenab-ı Hak her insanı mükemmel ve yüzlerce nimet ve hikmet içinde yaratmış. Özürlü insanların yaratılışında da yine binlerce hikmet var. Ancak özürlü olarak yaratılışında insanlar önce kendilerine bakacaklar. Cenab-ı Hak her insanı mükemmel yaratıyor. Fakat bazı insanlar özürlü insan yaratılmasında fiili dua ile istekte bulunuyorlar. Dikkat ediniz! Özürlü çocukların dünyaya gelmesi ekseriyet itibari ile insanların hatası iledir. Yakın akraba evlilikleri, kan uyuşmazlıkları, güçsüz ve zayıf ve hastalıklı kadınların doğumları, ileri yaşlarda çocuk doğurmalar, bazı hastalıklar, hamilelik esnasında meydana gelen aşırı üzüntü, aşırı stres vs gibi daha bir çok sebep doğumlarda özürlü hallere sebep olur. Çocuk da özürlü olur. Yoksa Cenab-ı Hakkın Cemil, Rahim, Kerim, Kamil gibi isimleri özürlü bir insanın yaratılmasına müsaade etmezler. Ancak Hikmet ismi, dünyanın imtihan dünyası olması nedeni ile insanların fiili duasını kabul eder ve böylece özürlü çocuklar dünyaya gelir. Yani burada Cenab-ı Hak, kendi isteği ve rızası ile değil, kullarının fiili duaları neticesinde istediklerine müsaade etmesi ile özürlü insan yaratır. Cenab-ı Hak bütün eksikliklerden münezzehtir, hata ise biz insanlara aittir.

Sual: Sosyal hayatın tecrübi verilerine baktığımız zaman bu doğru gözüküyor. Hakikaten özürlü çocuklar insanların hatası ile meydana geliyor. Ancak başka insanların hatalarını niye ben çekeyim? Benim suçum ne?

Cevap: Senin bir suçun yok. Her çocuk gibi dünyaya gelen özürlü çocuk da günahsız doğar. Her insan gibi özürlü insan da kendine verilen kabiliyet ölçüsünde imtihana tabi tutulur. Bu nedenle özürlü bir insan da kendisine verilen nimetler ölçüsünde sorumlu olacak. Ancak burada önemli bir husus var. &#;Özürlü olmaya&#; karşı itiraz biraz sıkıntılı. Evet, insanlar bilerek veya bilmeyerek bir hata yapmış ve özürlü bir evladı dünyaya gelmiş. Özürlü de olsa bir hayat sahibi olmuş. İşte önemli olan bu. Bu hayata gelmek, hayatı görmek, bilmek, yaşamak. Şimdi şöyle bir kıyaslamaya gitsek, yani bir tercih yapma durumunda kalsak. Özürlü bir çocuğun olacak veya o çocuk hiç olmayacak, hiç hayata gelmeyecek. Burada elbette ki özürlü bir çocuğun olması tercih edilir. Çünkü özürlü de olsa hayatta olmak, var olmak, yaşamak, her zaman yok olmaya tercih edilir, edilmesi gerekir.
Sual: Elbette ki özürlü de olsa yaşamak ve hayat, yokluğa tercih edilir. Ama insanın aklına şöyle bir soru daha geliyor. Çocuk anne rahmine düşüyor, anne ve baba daha dört ay geçmeden hiçbir şeyden haberi olmuyor. Ancak Allah biliyor, rahimlerde ne olduğunu. Acaba Cenab-ı Hak kimse bilmeden özürlü çocuğun özürlerini gideriverse, onu da tam yaratsa olmaz mı? Bu durum Kudret , Rahmet ve Şefkatin de bir isteği değil mi?

Cevap: Evet, Kudret, Rahmet ve Şefkat bunu ister. Lakin Hikmet ismi buna müsaade etmez. Allah&#;ın bu dünyadaki isimlerinin tecellisi Hikmet ismine bağlıdır. Hikmet-i İlahi ise bu dünyayı bir imtihan dünyası olarak yaratmış. İmtihan dünyasında ise insanların iradesi önemlidir. İnsanların istekleri meşru dairede Kudret tarafından yerine getirilir. Yani insan fiili ve kavli olarak neye meylediyorsa o yerine getirilir. İyi istemişse iyiyi, kötüyü istemişse kötüyü, hayrı istemişse hayrı, şerri istemişse şerri, eksikliği istemişse eksikliği, güzelliği istemişse güzelliği yaratan Allah&#;tır. İşte özürlü insan da bir ölçüde anne ve babanın fiili istekleridir. Bu istek Allah tarafından yerine getirilir. Aksi halde kötü, eksilik, şer, bela, musibet vs. gibi zıtlıkların icrası anında Kudret tarafından iptal edilmiş olsa idi hem bu dünyanın, hem insanlığın, hem de böyle bir hayatın manası kalmayacaktı.

Netice-i kelam:

Evet, Cenab-ı Hak hikmetiyle özürlü bir insan yaratıyor. Bazen elden, bazen dilden, bazen kulaktan, bazen gözden, bazen koldan ve ayaktan, bazen de düşünüp konuşmaktan mahrum bırakıyor. Ancak bu eksiklikleri ahirette hesapsız bir şekilde karşılayacağı Rahmet isminin bir gereğidir. Zaten insana verilen bir eksilik bir ölçüde bu dünyada bile rahmete vesile oluyor. Zira insandaki bir özür çevresindeki insanların şefkat ve merhametini kendine çekiyor. Allah verdiği bir özrün karşılığını, sağlıklı insanları özürlü insanların yardımına koşturarak daha bu dünyada iken vermeye başlıyor. Elbette ki aynı Kudret ve Rahmet ahirette özürlü insanın özründen dolayı meydana gelen eksiliği sonsuz rahmetiyle mükafatlandıracaktır. Önemli olan özürden dolayı Allah&#;a isyan etmeden, şükür ve sabır içinde Allah&#;a kulluğa devam etmektir.

Benzer konuda makaleler:

Aile konusunda en çok merak edilenler

1 Çocuklara isim verirken dikkat edilmesi gerekenler nelerdir?

Yeni doğan çocuğa kısa bir süre içinde güzel bir isim koymak anne ve babaların en önemli görevlerindendir. Çocuğa konulan isim hem bu dünyada hem de ahirette geçerlidir. Rasulullah (sav) sadece çocukların değil, büyük insanların ismiyle dahi ilgilenmiştir. Kötü bulduğu bazı isimleri değiştirme yoluna gitmiştir. Yine konulması gereken güzel isimler hakkında bilgiler vermiş, zaman zaman bizzat kendileri çocuklara isimler vermiştir.

Rasulullah (sav) güzel isim koymanın önemini şöyle açıklıyor:

“Sizler kıyamet günü isimlerinizle ve babalarınızın isimleriyle çağrılacaksınız. Öyleyse isimlerinizi güzel yapın.” (Ebu Davud, Edeb 69)

Bu çağırma işlemini Allah'ın görevlendirdiği bir melek Allah'ın izniyle yapacaktır. Hiç kimse kıyamet günü Allah (c.c.)’ın hoşlanmayacağı isimle O’nun karşısına çıkmak istemez. Öyleyse kötü olan isimlerin çocuklara verilmemesi gerekir.

Rasulullah (sav)’ın isim konusundaki hassasiyetini daha iyi anlamak için şu hadis-i şerifi de görmek lazım. Yahya bin Said (r.a.) anlatıyor:

Hz. Peygamber (sav) bol sütlü bir deve hakkında:

“Bunu kim sağacak?” diye sordu. Bir adam ayağa kalkmıştı ki, Rasulullah (sav) adama:

“İsmin ne?” diye sordu. Adam:

“Mürre (acı)” diyince ona “Otur!..” dedi. Hz. Peygamber (sav) tekrar:

“Bunu kim sağacak?” diye sordu. Bir başkası ayağa kalktı, ben sağacağım diyecekti. Hz. Peygamber (sav) ona da:

“İsmin ne?” diye sordu. Adam:

“Harb” diyince, ona da: “Otur!..” dedi. Rasulullah (sav):

"Bu deveyi bize kim sağacak?” diye sormaya devam etti. Bir adam daha kalktı. Ona da ismini sordu. O da

“Ya’iş” (yaşıyor) cevabını alınca ona,

“Sen sağ” dedi. (Muvatta, İsti’zan 24)

Allahü Azimüsşan’ın has isimleri olan Allah ve Rahman isimleri, kullara isim olarak verilmez. Sadece Abdullah ve Abdurrahman şeklinde verilir. Ancak sıfatları isim olarak verilebilir. Mesela; Kerim, Halim, Kadir, gibi kelimeleri insanlara isim olarak vermek caizdir. Ancak bu isimlerin başına bir (Abd) kelimesi ilave ederek söylemek ise pek güzel bir dikkattir. Zira (Abd) kelimesini ilave ederek söylediğiniz takdirde Kerim’i Abdülkerim olarak söylersiniz. Bu takdirde Kerim’in kulu demiş olacağınızdan mana pek güzel bir şekil alır.

Nitekim Aziz isminin başına da bir (Abd) kelimesi ilave ederek, söylediğinizde azizin kulu manasına Abdülaziz demiş olursunuz. Mecburi olmasa da güzel bir hassasiyet olur.

İslam alimlerinin bildirdiğine göre, Zat-ı Akdesin Allah  lafza-i celal gibi Rahman isimi de başkaları için kullanılmayan ism-i hastır. (Taberi, 1/)

Yine Taberi’nin belirttiğine, göre, Rabbimiz;  insanlara “Allah, Rahman, Halık” gibi isimlerle isimlendirmelerini yasaklamıştır. Buna mukabil, “rahim, semi, basir, kerim” gibi isimlerle isimlenmelerine cevaz vermiştir. (Taberi, 1/)

Buna göre, genel ilke olarak denilebilir ki, Allah’a mahsus bir vasfı ifade den isim ve sıfatlarla isimlenmek caiz değildir. Örneğin: “Halık, Samed, Bâki, Ebedî, Ezelî, Sermedi, Rezzak, Mütekebbir, Evvel, Âhir, Zahir, Batın, Allamu’l-ğuyub” gibi isim ve sıfatları kullanmak doğru değildir.

Rasulullah (sav)’ın açıklamalarına göre en güzel isim olarak adlandırılanlardan bazıları şunlardır: Erkek ismi olarak, Abdullah, Abdurrahman, Muhammed, peygamberlerin isimleri, Hasan, Hüseyin ve diğer İslam büyüklerinin isimleri tavsiye edilen isimlerdir. Kız isimleri olarak da, Aişe (Ayşe), Fatıma, Zeyneb, Hatice, Cemile, Zehra… gibi isimler güzeldir.

Mahşerde her çocuk, konan ismiyle çağrılacaktır. Şayet çocuğun ismi kötü manaya gelen gayri müslim ismi ise, mahşer halkı önünde isminden dolayı utanan çocuk,

"Allah beni doğuştan Müslüman olarak dünyaya gönderdi, sen neden bana kötü manaya gelen ismi koydun?" diye isim koyandan davacı olacaktır. İsmin manasının böylesine ehemmiyetinden dolayıdır ki, Peygamber'imiz (sav) kötü manaya gelen yabancı isimleri iyi manaya gelen Müslüman isimleriyle değiştirme örnekleri vermiştir. Mesela (Uzza putun kulu) manasına gelen (Abdu'l-uzza)'yı, Allah'ın kulu manasına gelen (Abdullah) ile değiştirmiştir. Ateş parçası manasına gelen (cemre)'yi de güzel kız manasına gelen (cemile) ile Harp ismini de Hasan'la düzeltmiştir. Demek ki, Müslüman isminden maksat, mananın kötü olmamasıdır.

Bununla beraber bazen isimlerde mana açık da olmayabiliyor. (Aleyna) gibi. Son zamanlarda çok rastladığımız bu (Aleyna)'nın ne manaya geldiğini pek bilemiyoruz. Çünkü, Kur'an'da geçen (aleyna) isim değildir. Sadece yer aldığı cümlenin içinde (üzerimize) manasına gelmektedir:

- (Vema aleyna) bizim üzerimize, (illel'belağ) tebliğden başka bir görev yoktur, manasına gelebilen (bizim üzerimize)'yi, cümle içindeki yerinden çekip birine isim olarak verdiğinizde, ne manaya geldiğini anlamak zorlaşmaktadır. Belki de Yasin'deki bu (aleyna)'yı isim olarak seçenler, (bu çocuk bizim üzerimize Allah'ın bir ihsanıdır) demek istemekteler.

Bir de kızlarımıza verilen Kezban ismi vardır ki, zannederim yanlış anlaşılan isimlerden biri de budur. Kezban'ı hep yalancı manasına anlayanlar, Kur'an'daki (tükezziban) ile karıştırmışlardır. Çoğu kimseler Farsçadaki (ev hanımı) manasına gelen (Kedban)'dan alınma Kezban'ı, Arapçadaki 'yalanlayan' manasına gelen tükezziban'dan alınma sanarak bu isimden hep ürkmüşlerdir

Bununla baraber iyi bir anlamı olmasına rağmen yanlış anlaşılacak isimler koymamaya dikkat etmenin faydalı olacağını düşünüyoruz. Bu nedenle kız çocukları için, Büşra, Beyza, Selma, Esma, Ahsen, Rabia, Saliha, Salime, Adile gibi kolay seslendirilen, yanlış yazma ve yanlış söyleme ihtimali olmayan tek isimler tercih edilebilir.

Çocuğun isminin güzel olması bir fazilet olsa da ahirette özel muameleye tabi tutulacağı söylenemez. Çünkü ahirette insanın göreceği muamele onun ameline göre olacaktır.

Sözün özü: Ebeveynler yavrularına karşı ilk görevlerini yerine getirirken, gayri müslim kimliğini çağrıştıran yabancı isim koymaktan kaçınmalı ki, mahşerde koydukları isimlerle çağrılan çocuklarının şikayetine muhatap olmasınlar. Bu konuda elbette bizim gibi düşünmeyenler de olabilir: "Tercih size aittir, kim neye layıksa onu bulur." demekten başka sözümüz olamaz onlara da.

Müddessir Sûresi'ndeki ayetin ikazı hepimiz için geçerlidir:

"Herkes kendi tercihinin sorumlusudur!.." (Müdessir, 74/38)

2 Evlenmeden önce, nişanlılık döneminde görüşmenin (telefonlaşma, bilgisayarla görüşme) ölçüsü nedir?

Sünnette bu hususta iki yol görüyoruz. Birisi, kişinin güvendiği bir kadını evlenmek istediği bir kıza bakması için göndermesidir. Enes bin Mâlik’in bu konuda şöyle bir rivayeti vardır:

“Resulullah (a.s.m.) Ümmü Süleym’i bakması için bir kadına göndermiş, ‘ayak üstlerine bak, ağzını kokla’ buyurmuşlardır.” Bu isteklerden gaye, bacaklarının düzgün olup olmaması, diğeri de ağız kokusunun olup olmadığıdır.1

Bu mesele iki taraflıdır, yani aynı husus kadın için söz konusudur. Evlenecek kız da, evlenme niyetinde olduğu erkeğe birisini göndererek, aradığı özellikler neyse onu öğrenebilir.

Evlenecek tarafların birbirini araştırmasının sünnetteki diğer bir şekli de doğrudan birbirlerini görmeleridir. Bunda erkek evleneceği kızın yüz ve beden güzelliğini öğrenir. Burada ancak yüzüne, ellerine ve boyuna bakabilir. Yüz güzelliğe, eller zerafete ve hayra delalet eder. Boy da uzunluk ve kısalığı hakkında kanaat verir.

Bu meselede Peygamberimizin (a.s.m) bizzat verdiği ruhsat vardır. Ebû Humeyd’in rivayetine göre Peygamber Efendimiz (a.s.m.) şöyle buyurmuşlardır:

“Sizden biriniz bir kadınla evlenmek istediğinde ona bakmasında bir sakınca yoktur. Ancak evlenme niyetiyle bakması caizdir. Bunu baktığı kadın bilmese de hüküm değişmez.”2

Hattâ bu hususu Sevgili Peygamberimizin (a.s.m.) teşvik ettiğini de görüyoruz. Şöyle ki:

Muğîre bin Şûbe bir kadınla evlenmek istiyordu. Peygamberimiz (a.s.m.), ona, “Git, onu gör. Zira görmek, aranızda âhenk olması bakımından daha iyidir.”3

Bir başka hadis-i şerifte de Peygamberimizin (a.s.m) nasıl yol gösterdiğini öğreniyoruz:

“Sizden biriniz bir kadınla evlenmek istediği zaman onunla evlenmesini teşvik edici özelliklerine bakabilirse baksın.”4

Bu hadis-i şerifler bakmanın lüzumunu, faydasını ve hikmetlerini anlatıyor. Bakma ve görüşme esnasında bazı sınırlamalar da vardır. Birincisi görüşme yeri ile alakalıdır. Bu meseleye şu hadis-i şerif ışık tutuyor:

“Sizden kim Allah’a ve âhiret gününe inanıyorsa, yanında mahremi olmayan bir kadınla başbaşa kalmasın. Zira bunu yaparsa üçüncüleri şeytan olacaktır.”5

Bunun için evlenmek düşüncesiyle görüşecek olan tarafların yanında mutlaka üçüncü bir şahıs hazır olmalıdır. Aksi halde “halvet” olarak tabir edilen “başbaşa yalnız kalma” söz konusu olur ki, bu caiz değildir. Bu görüşmenin içine konuşma, sohbet etme, tarafların birbirlerinden talep ve isteklerini dile getirmeleri de mümkündür. Çünkü gerek konuşmadaki tutukluk veya kekemelik, gerekse ses tonu; tarafların düşünce ve kültür seviyeleri daha çok konuşunca açığa çıkar.

Bu görüşme ve konuşmalardan bir müddet sonra tarafların birbirleri hakkındaki kanaat ve intibaları belli olur. Çok geçmeden kararlarını bildirirler. Dinî müsaade bir defalık görüşme için vardır. Üç-beş defa görüşme hem ciddiyetten uzaktır, hem de kurulacak ailenin sağlığı açısından bir faydası yoktur. Bu bakımdan yanlarında üçüncü bir kişi de olsa böyle sık görüşmeler doğru değildir.

Bu meseleye Şâfiî mezhebinin bakışı, aile müessesesinin vakar ve ciddiyetini göstermesi bakımından dikkat çekicidir. Evlenmek isteyen kişinin, talip olmadan önce kıza bakması gerekir. Bundan kızın ve ailesinin haberinin olmaması lâzımdır. Bu şekilde davranmak kızın ve ailesinin şerefi açısından daha münasiptir. Eğer kızı beğenirse talip olur, böylece kız da, ailesi de incinmemiş olur. Makul ve tecrübeye şayan olan görüş de budur. Kızın izni olsun olmasın, bakmanın caiz olduğunu gösteren hadis-i şerifler de bu görüşü teyid etmektedir.6

Nikâha kadar bundan sonraki görüşmelerde, herhangi yabancı bir kadına bakmada olduğu gibi, şehevî bir duygu taşımamak kaydıyla bakmakta bir mahzurun olmadığı açıktır.

Dipnotlar:

1 Hâkim, el-Müstedrek, 2:
2 Neylü’l-Evtâr, 6:
3 Neseî, Nikâh:
4 Hâkim, el-Müstedrek, 2:
5 Buharî, Nikâh:
6 İslâm Fıkhı Ansiklopedisi, 9:

(bk. Mehmed PAKSU, Aileye Özel Fetvalar)

İlave bilgi için tıklayınız:

- EVLENMEK İSTEDİĞİ KADINA BAKMANIN SINIRI

3 Aile hayatında (karı-koca ilişkilerinde) cinsel hayatın ölçüleri nelerdir?

Cevap 1:

İslam, kişinin bütün hayatını içine alan ve her konuyu değerlendiren bir dindir. Bu sebeple insanın hayatında önemli bir yer tutan cinselliği ve eğitimini de ihmal etmemiştir. Belirli ölçüler içerisinde helal dairesinde keyfe kafi gelecek şekilde düzenlemiştir.

Her problemlerini Hz. Peygambere (asm) sorup öğrenen sahabeler ve onların hanımları, cinsellikle ilgili sorunlarını da bizzat sorarak öğrenmişlerdir.

Nitekim, sahabeden birisi hanımına üreme organından olmak şartıyla arka tarafından yaklaşmak istemiş, ancak hanımı buna karşı çıkmış ve doğacak çocuğun şaşı olacağı şeklindeki Yahudi anlayışını da bahane göstererek itiraz etmişti.

Durum Peygamber Efendimize (asm) haber verildiğinde,

"Kadınlarınız sizin için bir tarladır. Tarlanıza nasıl dilerseniz öyle varın. Kendiniz için önceden (uygun davranışlarla) hazırlık yapın. Allah'tan korkun, biliniz ki siz O'na kavuşacaksınız. (Yâ Muhammed!) müminleri müjdele!"(1)

ayeti gelmiştir.

Bu ayeti açıklayan Peygamberimiz (asm) de “üreme organından olmak şartıyla arkadan, yandan, üstten, alttan, istenildiği ve hoşa gidildiği şekilde cinsel ilişkiye girilebileceğini" ifade etmiştir.(2)

İslam, kişinin eşiyle cinsel ilişkisini şu durumlarda yasaklamıştır:

1. Âdet halinde ve lohusalı iken cinsel temas.

2. Eşinin dışkı yerinden yani anüsünden / zevceye arkasından yaklaşmak büyük günahlardandır. Peygamber (asm) şöyle buyuruyor:

"Allah bir kadının dübüründen münasebette bulunana rahmet nazarıyla bakmaz."(İbni Mace, Beyhaki)

Dinimizin bunların dışındaki cinsel ilişkiyi, üreme organından olmak şartıyla her türlü şekline müsaade ettiğini ve haram kılmadığını anlıyoruz. Eşlerin birbirini yalama, okşama, dudaklarıyla, oral yolla ve elleriyle cinsel ilişkiye hazırlamak için vücutlarının değişik yerlerine yaptıkları her türlü hareketin haram olmadığını söyleyebiliriz.

Ancak kesin bir yasağın olmaması, bazı tavsiyelerin de olmadığı anlamına gelmez. Cinsel ilişki esnasında dikkat edilmesi tavsiye edilen hususlar şunlardır:

1. Eşlerin cinsel ilişki esnasında üstlerine bir örtü almaları.(3)

2. Eşlerin birbirlerinin cinsel organlarına bakmamaları.(4)

3. Cinsel ilişki anında az konuşmaları.(5)

Bu tavsiyelere uymak güzel olmakla beraber, üreme organından olmak şartıyla her türlü sevişme ve ilişki caizdir.

Cevap 2:

Öpme, okşama dışında tam olarak cinsel temas yapılamaz, yapılırsa mekruh olur. "Eşlerin birbirine her yerleri mübahtır, haram değildir." şeklindeki bir hüküm doğru değildir; kadına anüsten yaklaşmak (ters ilişki) Ehl-i sünnete göre caiz değildir. Ağız da cinsel temas için değil, başka işler için var edilmiştir; oradan cinsel temas yaratılış amacına da, fıtrata da ters düşer, fıtratları bozulmamış olanlar bundan nefret ederler.

Bu konuda kadının âdetli olup olmaması önemli değildir. Âdetli kadınla cinsel beraberlik caiz olmaz. Ancak kadının diz kapağıyla göbeği arası örtülü olmak şartıyla, ondan istifade etmek caizdir.

Ayrıca bu hâldeki kadın kocasını eliyle teskin edebilir. Hz. Aişe (r.a.) şöyle anlatıyor:

"Eşleri olan bizlerden biri âdet gördüğü zaman, Allah'ın Resulü (göbekle dizler arasına örten) genişçe bir örtü örtünmesini emreder, sonra da onun göğüslerine yönelirdi."(Nesai, 1/)

Dipnotlar:

1. Bakara Suresi,
2. bk. Elmalılı Hamdi Yazır’ın ve İbni Kesir’in Tefsirlerinin Bakara ayetin tefsirine.
3. Kenzu’l-ummal, VI/
4. İbn Mace, Nikah,
5. Feyzu’l- Kadir, 1/

4 Çocuklara isim verirken nelere dikkat etmek gerekir? Taha ismi uygun mu; ne anlama gelmektedir?..

Taha ismini çocuklara vermekte bir sakınca yoktur.

TAHA : (Ar.) Er. - Kur´an-ı Kerim´in suresi. Hz. Ömer (ra)´e Müslüman olmadan önce okunan ilk sure. Hz. Ömer (ra) bu sureden etkilenmiş ve Müslüman olmuştur.

"Tâ-Hâ" buyruğunun anlamı hususunda ilim adamlarının farklı görüşleri vardır. Ebu Bekr es-Sıddîk (ra): Bu "sırlardan bir sırdır" demiştir. Bunu el-Gaznevî nakletmektedir. İbn Abbas: "Ey adam" demektir der. Bunu da el-Beyhakî zikretmektedir.

Bu lafız her ne kadar başka bir dilde de bulunmakta ise de Arapça'dır. Ve bu Akk, Tay' ve Ukllüler ara­sında bir Yemen bölgesi şivesidir.

Bunun yüce Allah'ın isimlerinden bir İsim ve O'nun adına yaptığı bir ye­min olduğu da söylenmiştir. Bu da aynı şekilde İbn Abbas rivayet edil­miştir.

Tâ-Hâ
'nın, yüce Allah'ın Peygamber (asm)'e -ona Muhammed adını verme­si gibi- verdiği bir isim olduğu da söylenmiştir. Peygamber (asm)'ın şöyle bu­yurduğu rivayet edilmektedir:

"Benim, Rabbimin nezdinde on tane ismim vardır" diye buyurmuş ve bunlar arasında Tâ-Hâ ile Yâsîn'i saymıştır. (Suyûtî, ed-Durru't-Mensûr, V, )

Şöyle de denilmiştir. Bu lafız, bu sûrenin adıdır ve bu sûrenin anahtarı du­rumundadır. Yüce Allah'ın, bilgisini özel olarak Rasûlüne verdiği Allah'ın ke­lâmının kısaltılmışı olduğu da söylenmiştir.

Bir başka görüşe göre Tâ-Hâ, mukatta' harflerden olup bu harflerin her biri bir anlama delâlet etmektedir. Bu harflerin hangi anlamda oldukları hu­susunda da görüş ayrılığı vardır. Bir görüşe göre "Tâ" Tûbâ ağacıdır, "Hâ" ise ateşin bir adı olan "Hâviye" demektir, Araplar bazen bir şeyin bir bölümü­nü zikrederek onun tümünü kastederler. Sanki bunlarla yüce Allah, cennet ve cehenneme yemin etmiş gibidir.

Said b. Cübeyr dedi ki: "Tâ" Peygamber Efendimizin (asm) Tâhir ve Tayyib isim­lerinin başlangıcıdır, da onun Hadi isminin başlangıcıdır.

Bir diğer görüşe göre "Tâ" ey ümmetine şefaati tama' eden, "Hâ" ise ey yüce Allah'ın kullarını hidayete ileten demektir.

"Tâ"nın taharetten, "Hâ"nın hidayetten kısaltma olduğu da söylenmiştir. Sanki yüce Allah Peygamberi (sav)ne: Ey günahlardan tahir (temiz) ve insan­ları gaybları en iyi bilene hidayet eyleyen kişi, diyor gibidir.

Bir diğer görüşe göre "Tâ" gazilerin davullannı (tubûl) "Hâ" ise onlann kâ­firlerin kalplerindeki heybetini ifade eder. Bunu da yüce Allah'ın şu buyruk­ları açıklamaktadır:

"O kâfirlerin kalplerine korku salacağız" (Âl-i İmran, 3/);

"Kalplerine de korku saldı" (Ahzâb, 33/26)

"Tâ"nın cennet ehlinin cennetteki Urab'ı (sevinci), "Hâ"nın da cehennem ehlinin cehennem ateşi içerisindeki hevânı (aşağılıkları) demek olduğu da söy­lenmiştir.

Altıncı bir görüşe göre "Tâ-Hâ", hidayet bulan kimseye ne mutlu demek­tir. Bu görüş Mücahid ile Muhammed b, el-Haneftyye'ye aittir.

Yedinci bir görüşe göre "Tâ-Hâ" sen yeryüzüne bas, demektir. Çünkü Pey­gamber (asm) ayakları şişinceye kadar namazın sıkıntılarına tahammül edi­yor ve ayaklarını sırayla dinlendirmek gereğini duyuyordu. O bakımdan ken­disine yere bas denildi, yani sen bu şekilde dinlenme ihtiyacını görecek ka­dar kendini yorma! Bunu da İbnu'l- Enbarî nakletmektedir.

Kadı Iyad'ın "eş-Şifa" adlı eserinde naklettiğine göre er-Rabi' b. Enes şöy­le demiş: Peygamber (asm) namaz kıldığında ağırlığını bir ayağına verir, di­ğerini rahat tutardı. Bunun üzerine yüce Allah ona: "Tâ-Hâ" yani ey Muham­med yere bas, "Biz, sana Kur'ân'ı güçlük çekmen için indirmedik." buyruk­larını indirdi.

ez-Zemahşerî dedi ki: el-Hasen'den bunu "Tahh" şeklînde okuduğu ve bu­nun da yere basmak emri diye açıklandığı nakledilmektedir. Bu rivayete gö­re, Peygamber (asm) teheccüd namazı kıldığında ağırlığını bir ayağına veri­yordu. Ona her iki ayağını da yere basması emri verildi. Bu okuyuşun aslı sakin hemze olup onun hemzesi "he"ye kaib edilmiştir. Nitekim; deki hemze "elife kalb edilmiştir. Şu mısraın bir bölümünde de ("la"dan sonra­ki kelime) hemze "elif"e kalb edilmiştir:

"Bu nimetleri afiyetle içinize sindiremiyesin"

Sonra buna binaen bu emri yapmıştır; sonundaki "he" ise sekt (susarken telaffuz edilen) "he"sidir.

(İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami'l-Kur'an, Buruc Yayınları: 11/)

İlave bilgi için tıklayınız:

Çocuklara isim verirken nelere dikkat etmek gerekir?

5 Yeni doğan çocuğun kulağına ezan ve kamet okunması konusunda bilgi verir misiniz?

Çocuk dünyaya geldikten sonra ilk fırsatta dinî bilgisi olan kimse çağrılır, çocuk kucağına verilir. Sağ kulağına ezan, sol kulağına da kamet okunur. Sonra da şöyle dua etmesi sağlanır:

"Allah’ım, bu yavruyu İslâm fidanlığında biten güzel bir fidan olarak büyüt, İslâmî hayatta ebedî ve sabit kıl."

Bu sıralarda çocuklarına bakan ana-baba, İbrahim Aleyhisselâm’ın oğulları İsmail ve İshak’a bakarken okuduğu şu duayı okurlar:

"Elhamdülillahillezî vehebe lî ale’l-kiberi İsmâile ve ishak. İnne Rabbî lesemîu’d-duâ."

“Bana bu evladı ihsan eden Allah’a hamd eder, minnet ve şükranlarımı takdim ederim”

İlave bilgi için tıklayınız:

- Yeni doğan çocuğun / bebeğin kulağına ezan ve kamet okunması hakkında bilgi verir misiniz?
 

6 Eşlerin cinsel görevden kaçınması günah mıdır? Erkek veya kadın hasta iken eşinin cinsel isteğine hayır diyebilir mi?

1. Zulmetmek sadece dayak atmak demek değildir. Evlilikte asıl zulüm, cinsel iktidarı olmayan birinin evlenmesi veya eşini cinsel yönden tatmin etmemesidir. Böyle birinin evlenmesi caiz olmaz.

2. İslam'dan önceki Arapların kadına, kız çocuğuna, soyca düşük saydıklarına, gariplere, kölelere,.. karşı haksız, sert, insafsız, ölçüsüz davranışları vardı. İslam bunları yasakladı, Peygamberimiz (asm) de yeni topluluğun "sevgi, barış, merhamet ve dayanışma" dini olan İslam'ı, özümseyerek yaşamaları ve gelecek nesillere aktarmaları için bir ömür boyu gece gündüz gayret etti, çaba gösterdi. Buna rağmen eski kötü huyları ve alışkanlıklarına dönenler olurdu ve Peygamberimiz (asm) onları "Sende hâlâ İslam öncesi kültürün izleri var." diye uyarırdı.

Kadınlar ile erkekler arasında birçok bakımdan farklılıklar bulunsa da "insan olmak" bakımından farkları yoktur. Hangi cinse mensup olurlarsa olsunlar, insanlar gerekli bilgi ve olgunluktan yoksun iseler zaaflarına boyun eğerler, akıl, vicdan ve dinin emirleri dışına çıkarlar.

İslam'ın ilham ettiği cemiyet düzeninde aile "olmazsa olmaz" bir birimdir. Ailenin üzerine yüklenen pek çok vazifenin gerçekleşmesi, ailede düzenin olmasına bağlıdır. Bu düzen de "ailenin geçimini sağlamakla yükümlü olan kocanın aile reisliği altında sevgi, şefkat, dayanışma, danışma ve güven" temellerine oturtulmuştur.

Ailenin izin isteyen üyesine aile reisi izin vermezse üç durum ortaya çıkar: İzinsiz gitmek ve yapmak, izin vermemek haklı olmasa bile katlanıp sineye çekmek, haksızlığı ortadan kaldırmak için şahsi gayreti veya yakın çevrenin hakemliği ile çözüm aramak.

İnsanların birbirine zarar vermemeleri, eziyet etmemeleri, haksız baskı uygulamamaları konusunda birçok ayet ve hadis yanında yalnızca şuna dikkat çekiyorum:

"Müslüman, diğer müslümanların onun elinden ve dilinden emin oldukları kimsedir." (Buharî, İmân, 4; Rikâk, 26; Müslim, İmân, 65; Ebû Dâvud, Cihâd, 3; Tirmizî, Kıyâme, 53, İmân,13)

Daha özel olarak da, "cinsel temasta kadının da duygu ve tatmininin gözetilmesini, horoz gibi çıkıp inme yapılmamasını" (bk. Suyutî, el Camiu's-sağîr (Fethu'I-Kadîr ile) 6/) buyuran hadisi hatırlalayalım.

Şimdi bu ayetin ve hadisin yanına "Koca istediğinde kadın gelmezse lanetlenir." (Buharî, Nikâh 85; Müslim, Nikâh ) mealindeki hadisi koyalım ve birlikte değerlendirelim: Bu hadislerden şu sonuç çıkarılabilir mi: "Kadın istesin istemesin, rahatsız olsun, eziyet görsün görmesin, kocanın dini ve ahlaki bir kusurundan dolayı ona tavır koymuş olsun olmasın, çağırınca koşacak, koşmazsa lanetlenecek!"

Elbette böyle bir sonuç çıkarılamaz. Lanetin bir sebebi olabilir ki, o da "ortada meşru bir mazeret olmadığı halde kadının, bazı isteklerini elde etmek veya kapris yüzünden cinselliğini kullanması"dır.

Bunları kuşatan ve aşan bir ayet meali şöyledir:

"Kadınlara karşı, örf ve adetlere uygun davranın." (Nisâ, 4/19).

Burada ölçü olarak verilen "örf ve adetler" Müslümanların yaşadığı farklı zaman ve mekanlarda ilişki kurallarının da kısmen değişebileceğini gösteriyor.

3. Eşlerin cinsel görevden kaçınmaları caiz değildir.

Kadının cinselliğinden yararlanmak kocanın hakkı olduğu gibi, erkeğin cinselliğinden yararlanmak da kadının hakkıdır. Kadın bu hakka riayet etmediği takdirde günahkar olmuş olur. Cenab-ı Hak buyuruyor:

"Erkeklerin kadınlar üzerinde hakları olduğu gibi, kadınların da erkekler üzerinde hakları vardır. Erkeklerin kadınlar üzerinde hakları bir derece daha fazladır." (Bakara, 2/)

Bu ayette bahsedilen "bir derece", cinsellik konusunda değildir. Cinsellik konusunda erkek-kadın eşittir. Erkeğin bir derece daha haklı olduğu konu onun kadını gözetmesi, malını koruması, onu idare etmesi, ailenin yükünü çekmesi açısındandır.

Allah Resulu (asm) buyuruyor:

""Kocası yanında iken onun iznini almadan bir kadının nafile oruç tutması helâl olmaz. Kadın, kocasının izni olmadıkça, evine hiç kimsenin girmesine izin veremez." (Buhârî, Nikâh 86; Müslim, Zekât 84)

"Kişi cinsel ilişkide karısını çağırdığı zaman, karısı ocak başında yemek pişiriyorsa da kocasının davetine cevap versin." (Tirmizî, Radâ` 10)

"Kişi karısını yatağa çağırdığı zaman (bir özrü olmadan) kadın gelmekten kaçınır, kocası da bu sebeple ona kırgın olarak gecelerse, melekler sabaha kadar o kadına lanet ederler." (Buharî, Nikâh 85; Müslim, Nikâh )

"Size cennetlik kadınları tanıtayım mı? Onlar bir hata ettikleri veya kocaları tarafından bir haksızlığz uğratıldıkları zaman kocalarına karşı: 'Seni hoşnud etmedikçe uyumayacağım.' diyebilen kocalarına düşkün kadınlardır." (Tefsir-i Kurtubi, III/)

Aynı şekilde kocanın cinselliğinden yararlanmak da kadını hakkıdır. Bu hakkını almasına yardımcı olmak da kocasının görevidir. Kocanın bu görevini yapmaması, onu suçlu ve günahkar yapar. (Tefsir-i Kurtubi, III/) Hatta koca cinsel görevini yapamadığı zaman, kadın mahkemeye başvurup boşanabilinir. Bu hak erkeğe de verilmiştir.

Peygamberimiz (asm), karısını düşünmeden, işini bitirerek hemen inen insanları horoza, yani hayvana benzetmiş ve sevişip okşama olmadan cinsel ilişkiye geçilmemesini tavsiye etmiştir. (bk. Suyutî, el Camiu's-Sağîr (Fethu'I-Kadîr ile) VI/] Çünkü erkek bakmakla hemen tahrik olabilir, ama kadın cinsel ilişkiye ancak uzun bir okşama döneminden sonra hazır hale gelir. Iyi bir erkek, karısını bu işe hazırlamayı başarabilen ve kendi doyduğu gibi onu da doyurabilen erkektir.

Cinsel ilişkide sadece kendisini düşünen erkekler, karşısındakine zulmettiklerini ve işkence ederek zevk aldıklarını unutmamalıdırlar.

Demek ki eşler arasında cinsel görevden kaçınma yoktur. Bu açıdan taraflardan her biri eşine karşı olan cinsel görevini yerine getirmelidir. Ancak eşlerden birinin meşru bir mazereti varsa ya da biyolojik veya psikolojik olarak hazır değilse, bu konuda eşlerin anlayışlı olmaları gerekir.

4.Yüce Allah evli eşlerin karı-koca hayatını meşru kılmıştır. İslamî edep sınırları içinde kalan eşlerin, kendi aralarındaki cinsel hayatının ayıplanma ve kınanma yönünün bulunmadığı da belirtilmiştir. (bk. Mü'minûn, 23/6.) Ancak özellikle kadını fizik ve ruh sağlığı bakımından korumak gayesiyle, evli eşlerin cinsel hayatına da bazı sınırlamalar getirilmiştir.

Kadının, aybaşı ve lohusalık günlerinde, hacda ihramlı olduğu sürece, dolaylı boşama yöntemleri olan zıhar veya îla, durumunda bunlara ait kefaret cezası yerine getirilinceye kadar kocası ile cinsel ilişkide bulunması caiz değildir. Böyle durumlarda kadın eşini reddetmelidir.

Ayrıca hastalık, zayıflık ve güçsüzlük gibi bir sebeple cinsel ilişkiye dayanamayan ve bu yüzden istemeyen kadın da cinsel ilişkiden sakınabilir. Hatta böyle bir durumda kadınla cinsel ilişkiye girmek ona zarar vereceğinden erkek sorumlu olur. (Ibn Âbidîn, el-Ukûdü'd-dürriyye I/)

Kadının sağlık, biyoloyik, psikolojik gibi nedenlerden dolayı eşiyle cinsel ilişkiden sakınma hakkı vardır. Bu konularda eşler arasında anlaşmazlık çıkarsa, dindar ve uzaman bir doktorun vereceği karara göre haraket etmeleri gerekir.

Erkeğin eli vb. şeylerle kendini tatmin etmesi caiz olmadığı gibi, kadının da bu yolla tatmin araması câiz değildir. Ancak koca, karısının eli ile ya da vücudunun diğer yerleri ile tatmin olabileceği gibi, karısını da bu yolla tatmin edebilir. (Serahsî, Mebsût X/) Bu açıdan herhangi bir nedenle eşiyle ilişkiye girmeyen erkek, eşinin yardımıyla cinsel ilişkiye girmeden tatmin olabilir.

7 Kadının aile içerisindeki sorumlulukları ve kocasına karşı görevleri nelerdir?

Kadının Kocasına Karşı Vazifeleri: 

1. Kanaat. Çünkü kanaatkar olmak kalp rahatlığının sebebidir. Bir kadın arsızlık ve açgözlülük ederek efendisini, kendisinden ve evinden soğutmaktan sakınmalıdır. Kanaat; kafi gelecek miktar ile yetinmek, tamahkarlık etmemek demektir.

2. Kocaya itaat. Peygamberimiz (a.s.m.) 

"Bir kadın kocası kendisinden memnun olarak ölürse cennete girer." (İbn Mace, Nikah, 4)

buyurmuşlardır.

3. Temiz olma. Kocanın göreceği yerlere itina ile dikkat etmek ve temizlemek. Bilinmelidir ki, güzellik ve temizliği getiren şeylerin en güzeli sudur. Daima güzel kokular sürünmeli.

4. İhtiyaçların karşılanması. Kocanın yemek yiyeceği vakte dikkat etmek, uyku saatini geçirmeme. Kocanın âdeti nasılsa o zamanlarda yemek ve yatağını hazırlamak

5. Malın korunması. Kocanın mal ve eşyasını korumak, çünkü mal ve eşyayı korumak iş bilmekten geçer.

6. Akrabaya saygı. Kocanın akrabasına ve yakınlarına hürmet etmek. Çünkü kadının kocanın akrabasına ve yakınlarına hürmet etmesi, güzel idare ve tedbirden ileri gelmektedir.

7. Sır saklanması. Kadın kocasından edindiği sırrını hiç kimseye duyurmaması. Eğer duyuracak olursa kocasının itimadını kaybeder. Kadında ondan emin olamaz.

8. Saygı ve hürmet. Kocanın emrini yerine getirmek. Ona karşı çıkmama ve asi olmamak. Eğer ona karşı gelecek olunursa onu kendine kinlendirip düşman yapma ihtimali yüksektir.

Ayrıca bir koca hanımını istediği şeye zorlaması da caiz değildir ve kadın bu gibi şeyleri dinen yapmak zorunda değildir. Mesela, bir kadın yemek yapmak veya kendi çocuğuna bakmak zorunda değildir. Ama ailenin huzuru ve selameti için, aile fertleri arasında karşılıklı hürmetin tesisi için, kadının meşru ve müspet olanı (kendi hoşuna gitmese de) yapması elbette güzeldir.

Aile İçinde Karı Kocanın Görev Paylaşması 

İslam'da aile, korunması gereken kutsalların başında yer alır. Bu sebeple aile başı boş bırakılmamış, bireylerini koruyacak biri aile reisi olarak en başta sorumlu tutulmuştur. Bu sorumlu kimse, sözünü dinletecek güç ve kuvvette olmalı ki, ailede haddi aşanları meşruluk çizgisinde muhafaza edip sözünü dinletebilsin. Bu da aile içinde etkisini herkese kabul ettirecek güçte olan baba ve koca olacaktır.

İslam’da ailenin bu reisi, başına buyruk kimse değildir. Tam aksine reisi olduğu ailenin sorumluluklarını olanca ağırlığıyla yüklenen, geçimini temin etme görevini de omuzlarına alan kimse demektir; yani baba ve kocanındır dışarıda çalışıp ailenin geçimini temin etme sorumluluğu. Hanım aile reisi gibi dış işlerinde çalışarak , geçim temin etme zorunda değildir.

Efendimiz (asm) Hazretleri, kızı Fatıma (ra) ile damadı Ali (ra)’yi evlendirdiği sırada, evin iç işlerini kızı Fatıma’ya, dış işlerini de damadı Ali’ye verirken şu tavsiyede bulunmuştur:

"Çeşmeden su getirmek, hamur yoğurup ekmek yapmak, evin temizliğini yapıp iç işlerini düzenlemek Fatıma’ya aittir. Dış işleri de Ali’nin sorumluluğundadır!.."

Bununla beraber, bey ev işlerine de yardım edebileceği gibi, hanımın da dış ilerinde beye destek olması da caiz görülmüştür. Nitekim Efendimiz (asm) Hazretleri ev işlerinde ailesine yardım etmiş, hatta evdeki bu yardımın ümmetine de sünnet olduğu kitaplarımızda ifadesini de bulmuştur.

Kadın Kocasına Yemek Yapmak Zorunda mıdır?

Kadının yiyecekleri, elbisesi, oturacağı yerden ibaret olan nafakası, meşrû şartlar dâhilinde kadının nikâhlı kocasına aittir. İsraftan sakınmak gerekir. Zira Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz, “Kocanın malından, iyilikle sana ve çocuğuna yetecek kadar al.” buyurmuşlardır.

Hanımların yemek ve ekmek pişirmesi, elbise yıkaması, oda süpürmesi, ev işlerini tertip ve düzenlemesi, kocasının yükünü hafifletmeye çalışması ahlaki birer görevdir ve şerefli bir hizmettir. (Hukuku İslamiyye Ö. N. Bilmen 2/)

Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem kızı Fatıma'ya: "Kızım sen ev işlerini, Ali de dış işleri görsün." buyurdu.

Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem her şeyde olduğu gibi aile hayatında bize en güzel örnektir. Bu günkü aile sıkıntılarımızın başında Kur'an ve sünnetten ayrılmamız gelir.

Anne Çocuğu Emzirmeye Zorlanır mı?

“Çocukların, annelerinin nafakaları ve elbiseleri kendileri için çocuk doğurdukları (kocaları) üzerinedir." (Bakara, 2/)

Bir anneye doğurduğun çocuğu emzir diye cebrolunmaz. Ancak çocuk anasından başka kadınları emmez ise cebrolunur. Allah Teala Kur'an-ı Kerim'de: "Anneler çocuklarını tam iki sene emzirirler.”(Bakara, 2/) buyurmuştur. Bu ayet-i kerime, kadınların çocuklarını emzirmelerine delildir.

Annesi çocuğunu emzirmediği müddetçe babası ücretle bir sütanne tutup, annesinin yanında çocuğu emzirir. Zira çocuğu koruma ve terbiye etme hakkı annenindir.

Çocuğunu emzirmek, anne üzerine diyaneten lazımdır. Çünkü Kur'an-ı Kerim'de geçen, "Anneler çocuklarını tam iki sene emzirirler." ifadesi, haber sigası ile tekitli emirdir.(Mevkufat, 1/)

Kadın Eşinin Ailesine İyi Davranmalı

Müslüman bir hanımın eşine iyi davranmasının bir diğer yönü de, eşinin anne ve babasına karşı iyi davranması, onlara hürmeti ve takdiri elden bırakmamasıdır. Kadın, kayınvalidesine yardımcı olarak kocasına ikram ve iyilikte bulunur. Dolayısı ile koca da bu durumu göz önünde bulundurarak hanımına ve onun annesine karşı iyi davranır. Kadın bunu yapmakla aslında kendine iyilik yapmış olur. Zira Allah Teâlâ, "İyiliğin karşılığı iyilikten başka bir şey midir?” (Rahman, 55/60) buyuruyor.

Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem buyuruyor:

"İnsanların hayırlısı, insanlar için hayırlı olandır."

Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellemin ümmetine öğrettiği merhamet, sadece yakınlarını değil bütün insanlığı kucaklamaktadır. Bir hadis-i şerifte şöyle ifade edilmiştir:

"İnsanlara merhamet etmeyene Allah merhamet etmez.” (Buhâri, Tevhid 2, Edeb 27; Müslim, Fedail 66, Tirmizi, Birr 16)

"Merhamet edenlere Allah da merhamet eder. Siz yeryüzündekilere merhamet edin ki göktekiler de size merhamet etsin." (bk. Ebû Dâvûd, Edeb 58; Tirmizî, Birr 16)

Merhamet bazı kimselerin sandığı gibi, sadece bir acıma duygusu değildir. Sevgiyle gelişen yardım ve fedakârlıkla büyüyen şümullü bir histir. Eğer bir kalpte merhamet duygusu yoksa o kalp hastadır.

Zamanımızda bazı kişiler "Kadın, erkeğinin çamaşırını yıkamak zorunda değildir, çocuğunu emzirmek mecburiyeti yoktur." diyerek, aile hayatının yaşanmaz hale gelmesine vesile oluyorlar. Her ne kadar kazaen mecbur değilse de işin bir de dinî yönü, insanî yönü, merhamet boyutu vardır.

Memure kadın, alacağı para karşılığında tanıdığı, tanımadığı insanlara günlük en az sekiz saat hizmet ederken kocasına, çocuğuna, kocasının anne, babasına neden itaat etmesin. Bu garip düşünceler ve benzeri yanlışlar nice ailelerin çözülmesine ve huzursuzluğa vesile oluyor. Aileler her şeyden fazla muhabbete muhtaçtırlar.

Ailelerin dünya ve ahiret saadeti için önce Allah ve Rasulü’ne itaat etmesi birbirlerine meşrû zeminlerde itaatleri gerekir. Masiyette hiç kimseye itaat gerekmez.

Diğer taraftan, herkesin birbirlerine karşı sorumluluklarını yerine getirmeleri ailenin mutluluğunu sağlar. Aksi halde aile hayatı yaşanmaz hale gelir. Bir diğer yönü ise, hayat sadece bu dünya ile sınırlı değil, bir de asıl hayat olan ahiret hayatı vardır. Biz öyle bir aile ortamı oluşturalım ki haramlrdan uzak, Kur’an ve sünnet ikliminde, cennetî bir hayat yaşanan aklıselim sahibi insanların hayatı olsun. Zira Allah Teala güzel davranışta bulunanları sever.

Çalışan kadın iş gereği, işin zaruri kıldığı ölçüler içinde erkeklerle beraber ve yan yana olabilirler. Ancak, bu beraberlik zaruret sınırını aşmamalı ve ihtilat (karışım) çerçevesine girmemelidir. İş yerlerinde amirler bu ölçüye özen göstermeli, Müslüman (dindar ) kadınları gereksiz ihtilata zorlamamalı, bunun için baskı yapmamalı, iş arkadaşları da kadınlara anlayış göstermelidirler.

Şehirler arası seyahatlerde kadınlarımızın yanına yabancı erkeklerin oturtulmaması, ikinci bir kadın bulunamadığı zaman koltuğun maddi fedakarlık yapılarak boş bırakılması takdire şayan bir davranıştır. Bu titizliğin devlet dairelerinde ve iş yerlerinde de gösterilmesini beklemek Müslüman (inandığını yaşamak isteyen) kadınların hakkıdır.” (Hayreddin Karaman, Kadın ve Aile, s, 98)

Evet, İslam’ın aile anlayışındaki ölçü aşağı yukarı böyledir: Bey evin dış işlerini ve ihtiyaçlarını karşılamalı, hanım da iç işlerini ve hizmetlerini görmelidir. Aralarında yardımlaşma her zaman mümkündür. Ancak hanım dış işte çalışma zaruretini duyarsa, bunun şartlarını beyiyle konuşup birlikte karar vermeli, çalışma mekân ve şartları müsait değilse bunda ısrarcı olmamalı, ailenin mutluluğunu en başta tutmalıdır

“Erkek, kadın, inanmış olarak kim iyi iş işlerse ona hoş bir hayat yaşatacağız. Ve mükâfatlarını, elbette yapmakta olduklarının en güzeli ile veririz.” (Nahl, 16/97)

“ Ben sizden erkek ya da kadın olsun çalışan hiç kimsenin amelini zayi etmeyeceğim. Hep birbirinizdensiniz” (Âl-i İmran, 3/)

8 Sıkıntılar için dua ve sabır konusunda bilgi verir misiniz?

Allah'tan, sabır (oruç) ve namaz ile yardım dilemenizi tavsiye ederiz.

İnsan, maruz kaldığı sıkıntılı tekdirlere nefsinin isyan etmeyip itaat etmesi için duâ etmeli, hakkında hayırlısını dilemelidir. Peygamberimiz (asm) böyle sıkıntı içinde kalan kimseye dua tavsiye buyurmuştur. Onu okumalı, Allah'a teslim olmalıyız. Duâ şöyledir:

"Bismillâhi alâ nefsi ve mâlî ve dînî. Allahümme raddınî bi-kadâike ve bârik lî fîmâ kuddire lî, hattâ lâ uhibbe ta'cîle mâ ahhartehu ve te'hîra mâ acceltehu."

"Allah'ım, senin ismine malımı, dinimi ve nefsimi emanet ediyorum. Allah'ım, hükmüne beni razı kıl, kaderimde olanı bana mübarek kıl ki, te'hir ettiğinin acelesini, acele ettiğinin de te'hirini istemeyeyim. Nefsimin isyanını önle, teslimini sağla."

Allah'a içinizden geldiği gibi dua edebilirsiniz. Ama duaların kabul olması için bazı hususlara dikkat etmek gerekir.

- Evvela, dua kabul çerçevesi dahilinde olacak.
Sonra, samimi ve günahsız bir ağızla olacaktır.
Mümkünse abdestli ve helal lokma alınmak suretiyle bereketlenecektir.
Mübarek mevkilerde, özellikle mescit ve camilerde,
- Mübarek zamanlarda, özellikle ramazan ayı ve Kadir Gecesi, Berat Gecesi gibi mübarek gecelerde,
- Namazlardan sonra, özellikle sabah namazından sonra dua edilmesi,

kabule karin olması hikmet-i ilahiye ve rahmet-i ilahiyece matluptur. Bu şartlardan uzaklaşıldığı taktirde de duanın tesiri azalacaktır.

Onların verdiği sıkıntılara sabretmekle günahlarınızın affedileceğini ve sevap kazanacağınızı düşünün. Size neden sıkıntı verdiklerinin gerçek sebebini bulmaya çalışarak o hususlara dikkat ediniz.

Sabır ruhun bir melekesidir, güzel bir huydur. Tahammülü zor ve nefse ağır gelen şeylere katlanmak ancak sabır ile olur. Bir hakkı müdafaa ve muhafaza etmek için gösterilen sebat, sabretmekle mümkündür. Allah'ın emirlerini yerine getirmek, aklın ve dinin hoş görmediği ve nefsin meşrû olmayan istek ve arzularına mukavemet edebilmek, hayatta elde olmadan başa gelen ve insana büyük elem ve keder veren bela ve musîbetlere karşı koyabilmek ve bunların üstesinden gelebilmek için sabırlı olmak ve sabretmeye alışmak lazımdır.

Bütün faziletlerin anası, hayatta muvaffak olmanın ve kemale ermenin sırrı bu güzel özelliktir. Her türlü rezaletin sebebi sabırsızlık veya gerektiği kadar sabır gösterememektir. Sabır her faziletin üstünde bir değer taşır.

"Şüphesiz Allah Teâlâ sabredenlerle beraberdir." (Bakara, 2/, )

Sabrın sonu selamettir, başarıdır. Sabır acıdır. Fakat sonucu tatlıdır. Peygamber Efendimiz,

"Sabır bir ışıktır." (Müslim, Taharet, 1) buyurarak, sabrın nice güzellikleri görmeye vesile olacağına dikkat çekmiştir.

Büyüklerimiz de:

"Sabreden başarıya ulaşır' ;
"Sabır başarının anahtarıdır";
"Sabır cennet hazinelerinden bir hazinedir";

 

diyerek, sabrın faziletini anlatmışlar.

Ayrıca, Hz. Peygamber (asm);

"Sabır, acı bir olayın yaptığı sarsıntıya karşı ilk anda gösterilen tahammüldür."(Buhârî, Cenâiz, 32)

sözüyle, bir felaketle ilk karşılaştığı zamandaki sabrın önemini vurgulamıştır.

Sabretmek, mahkûmiyete, meskenete ve zillete razı olmak, haksız tecavüzlere, insan haysiyetine gölge düşürecek saldırılara katlanmak ve bunlara ses çıkarmamak anlamına gelmez. Çünkü meşru olmayan şeylere karşı sabretmek caîz değildir. Bunlara karşı içten elem duymak ve bunlarla mücadele etmek gerekir. İnsanan kendi gücü ve iradesiyle üstesinden gelebileceği kötülüklere katlanması ya da karşılayabileceği ihtiyaçları karşısında gevşemesi sabır değil, acizlik ve tembelliktir. Rasulullah (asm);

"Ya Rabbi! Acizlikten ve tenbellikten sana sığınırım." (Buhari, Cihad, 25)

diye dua etmiştir.

Bazı sıkıntılar vardır ki, kulun irade ve gücünü aşar. Böyle felaketler başa geldiği zaman heyecana kapılmadan ve şikayet etmeden takdir-i ilâhiye razı olup sabretmek müminlerin özelliklerindendir. Nitekim Cenab-ı Allah Kur'an-ı Kerim'de sabr-ı cemili (güzel sabır) emretmektedir. (Yusuf, 12/18). Rasulullah (asm) 

"Sabr-ı cemil, şikayet edilmeyen sabırdır." (Beyhaki Şuabul İman, Hadis Nu. )

buyurmuştur.

Kur'ân-ı Kerim'in yetmişten fazla âyetinde zikredilen sabır, insan tabiatına aykırı olan zorunlu hallere uymak ve güçlüklere karşı koymak demektir. Sabrın gâyesi, beklenmedik olaylar, içine düşülen güçlükler karşısında tedirgin olmamak, paniğe kapılmamak ve tahammül göstermektir. Allah Teâlâ sabredenlere mükâfatını hesapsızca vereceğini müjdelemiş ve onları övmüştür.

Müminler, çoğu zaman sırf inandıkları için Allah düşmanlarının zulüm ve kötülüklerine hedef olurlar; çeşitli işkencelere uğrar, onlarla savaşmak zorunda kalırlar. İşte bu durumda sabır, müminin güç kaynağı, imanının koruyucusudur. Hz. Musâ (as)'ya inananlara Firavun eziyet etmek isteyince onlar:

"Ey Rabbimiz, üzerimize sabır yağdır ve bizi Müslüman olarak öldür." (Â'raf, 7/)

diye duâ etmişlerdi. Sevgili Peygamberimiz (asm) ve ilk Müslümanların, yapılan işkence ve eziyetlere nasıl sabır ve tahammül gösterdikleri bilinen bir husustur.

İbadetlerin nefsimize ağır gelen yönleri de sabırla hafifler. Böylece huzur içinde günde beş vakit namaz kılar, sıcak yaz günlerinde hiçbir sıkıntı duymadan oruç tutarız. Diğer ibadetler ve ahlâkî davranışlarda böyledir. Aşağıdaki âyetler bunu göstermektedir:

"Her kim sabreder ve suç bağışlarsa, bu hareket arzu edilen en iyi işlerdendir." (Şurâ, 42/43)

"İçinizden mücahitleri ve sabredenleri belirtelim diye sizleri mutlaka imtihan ederiz. Haberlerinizi de denetleriz." (Muhammed, 47/31).

Çoğu zaman insan nefsine uyar; Allah Teâlâ'nın emirlerine uyup yasaklarından kaçınmak ona zor gelir, nefse hoş gelen fena arzularını tatmin etmek ister, iyilik ve faziletlerden kaçınır. Meselâ; cebindeki parasını eğlence ve zevkleri için harcamak, bir yoksula vermekten daha hoş gelir. Bir çocuk için oyun oynamak, ders çalışmaktan daha ilgi çekici görünür. Gezip tozmak, çalışıp kazanmaya tercih edilir.

İşte bu durumda, insanın, kendisine zor gelse bile, iyi olanı, faydalı olanı seçmesi, sabır ve tahammülle onu yerine getirmeye çalışması çok güzel bir davranıştır.

Ayrıca insanlar hayat boyunca, bolluk veya yokluk içinde kalabilir, sağlıklı iken hastalanır, sel, deprem, yangın gibi felâketlerle karşılaşabilir; bütün bu durumlarda insanın en büyük dayanağı sabırdır. Aksine davranış, insanı Allah Teâlâ'ya isyana ve nankörlüğe sürükler. Cenab-ı Hak bu konuda şöyle buyurmuştur:

" Doğrusu kim Allah'tan korkar ve düştüğü felâkete sabrederse; muhakkak ki Allah iyilik edenlerin mükafatını boşa çıkarmaz." (Yusuf, 12/90).

Peygamberler sabrın en büyük örnekleridir. Çünkü onlar bütün güçlükleri sabırla karşılamışlardır. Dileğimiz Allah (c.c.)'ın bizi, "belâlarına çok sabreden ve nimetlerine çok şükreden" kullarından eylemesi olmalıdır (İbrahim, 14/5).

Sabrın sonu selâmettir. Sabır, iman ve ibadetin, ilim ve hikmetin, kısaca bütün faziletlerin başıdır. Sabırlı insan iyi insandır. İyi işler yapıp birbirine hakkı ve sabrı tavsiye edenlerin kurtuluşa ereceklerini Allah Teâlâ haber vermiştir. Sabır zafere giden yoldur (el-Asr, /).

Peygamber Efendimiz buyuruyor:

"Sabır ve tahammül gösteren kimseyi Cenab-ı Hak sabırlı kılar. Sabırdan daha hayırlı ve geniş bir nimet hiçbir kimseye verilmemiştir." (Tirmizi, Birr, 76).

"Hoşlanmadığın şeye sabretmende büyük fayda vardır." (Ahmed b. Hanbel, Müsned, I/)

Ayrıca Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor:

"Muhakkak sizi biraz korku, biraz açlık ve mallardan, canlardan, ürünlerden biraz eksiltmekle deneriz; sabredenleri müjdele." (Bakara, 2/).

Bu ve benzeri âyetlerden Allah Teâlâ'nın insanları çeşitli sıkıntılara uğratarak imtihan ettiğini ve bu imtihanı sabredenlerin kazandığım öğreniyoruz.

Sabırla bütün zorluklar halledilmekte, her türlü engel aşılmaktadır. Onun için atalarımız: "Sabırla koruk, helva olur." demişlerdir.

Hz. Peygamber (asm) şöyle buyuruyor:

"Müminin işi hayrete şayandır. Zira işinin hepsi onun için hayırlıdır. Bu özellik yalnız mümine özgüdür. Zira sevinirse şükreder. Bu ise onun için hayırlıdır. Başına belâ gelirse sabreder. Bu da onun için hayırlıdır." (Riyâzü's-Sâlihin, I/54).

Bizim için mutlaka hayırlı olduğuna inandığımız sabır, bütün peygamberlerin ortak sıfatıdır. Allah'ın dinini tebliğ ederken hepsi çeşitli sıkıntılara uğramış, kendilerine eziyet edilmiş, yurtlarından çıkarılmış. Hükümdarlar tarafından zindana atılmış, ama onlar daima sabretmişlerdi. Kur'an-ı Kerim'de peygamberlerin sabrını dile getiren pek çok ayet-i kerime vardır. Rasulullahın hayatı ise baştan sona en güzel sabır örnekleri ile doludur. Bu sebeple her Müslümana düşen görev, kurtuluşun sabırda olduğunu düşünerek, Allah'tan sabır dilemek ve sabırlı olmaktır.

9 Çocuğun anne ve baba üzerindeki hakları nelerdir?

İnsanların bu dünyada ekonomik imkanları aynı olmadığı için, bütün çocukların da ekonomik yönden aynı şartlar altında yetiştirilmesi mümkün değildir. Ancak çocuğun zaruri olan maddi ve manevi ihtiyaçlarının karşılanması için İslam dini belirli hükümler koymuştur.

Mesela,çocuğun iki yaşına kadar anne sütü içirilmesi, çocuğun İslam ahlakıyla yetiştirilmesi, çocuğa güzel giysiler giydirilip temiz yataklarda yatırılması, helal rızık ile beslenmesi, güzel isim hakkı, sünnet olma hakkı, güzel terbiye edilme hakkı, eşit muamele hakkı, farzı ayn ilimleri öğrenme hakkı, yazı öğrenme hakkı, Kur'an öğrenme hakkı, sanat ve zanaat öğrenme hakkı, yüzme ve atıcılık gibi sünette yeri olan sporları öğrenme hakkı, oyun hakkı, evlendirilme hakkı gibi hususlar getirilmiştir.

Bir kimse, çocuğu olduğu vakit müjdelenince onu bir nimet bilip, Allah'a hamd etmeli, Hadis-i şerifte:

"Evlad kokusu, cennet kokusudur." (Câmiü’s-Sağîr, 2/)

"Evlad dünyada nur, ahirette sürurdur." (Câmiü’s-Sağîr, 2/)

buyurulmuştur. Çocuğu beyaz elbiselere sarmalı. Çocuğun ağlamasından, anası ve babası üzülmemelidirler.

Erkek çocuk olunca sevinip de, kız olunca üzülmek yersizdir. Çünkü, bunların hangisinin daha hayırlı olacağını Allah'tan başka kimse bilemez. Aksine olarak, kız çocuğunda daha fazla memnuniyet göstermek lazımdır. Zira, Kur'an-ı Kerim'de Allah Teâlâ, çocuktan bahsederken, kız çocuğunu takdim ederek, mealen şöyle buyurmuştur:

" Allah, dilediğine kız, dilediğine erkek evlad verir." (Şura, 42/49)

Bu ayet-i kerime, kız çocuğunun erkek evladdan hayırlı olduğuna delalet eder.

Bir hadis-i şerifte şöyle buyurulmuştur:

"Bir kimsenin bir kız evladı olsa da, onu İslam adabı ile terbiye etse ve Allah'ın kendisine verdiği nimetlerle büyütse, Allah Teâlâ, o kişiyi cehennem ateşinden korur." (Taberani, Mu’cemu’l Kebir, 9/45, H. No: )

"Bir kimsenin üç kızı olup da, onları besler, merhamet eder, terbiye ederse, cennet ona vacib olur." 

(Ebu Davud, Edep, , )

 

Kızını ve kızkardeşini besleyenler hakkında şöyle buyurulmuştur:

"Bir kimsenin bir kızı ve üç kız kardeşi olup, onlara ihsanda bulunursa, cennette ben onunla beraber olurum." (Taberani, Mu’cemu’l Evsat, 17/24, H. No: )

Resulullah aleyhisselam, bunu söylerken şehadet parmağı ile orta parmağını göstermiştir; yakın olacağından kinayedir.

Diğer hadis-i şerifte:

"Birinin, üç kızı ile üç kızkardeşi olur da onların ezalarına sabrederse, Allah Teâlâ o kimseyi Cennet-i alaya (en yüksek makama) ulaştırır."

buyurunca, bir adam:

"Ya Resulallah! İki kızı olsa da cennet'e girer mi?" dedi. Resulullah aleyhisselam:

"Bir olsa da yine Cennet'e girer." buyurdu. (bk. Ahmed b. Hanbel, Müsned,22/ ; Buhari, el-Müfred, Riyad, /, 1/45; Hakim, Müstedrek (Telhis’le birlikte), 4/ )

- Çocuk dünyaya gelince, sağ kulağına ezan,sol kulağına kamet okumak. Hz. Peygamber'in aleyhisselam torunu Hz. Hasan dünyaya geldiği zaman kulağına ezan okuduğu rivayet edilmiştir. Bir çocuk dünyaya geldiği zaman sağ kulağına ezan, sol kulağına kamet okunması, bu çocuğa bir çok fayda sağlar.

Buhari’nin rivayetine göre, Efendimizin baldızı, Hz. Zübeyr’in hanımı  Hz. Esma İslam döneminde ilk çocuğu Abdullah b. Zubeyr’i doğrunca onu resulullah’a götürmüş; Hz. Peygamber de bir hurmayı kendi ağzında çiğnedikten sonra çocuğun ağzına vermiş, onunla ağzını açmıştır. ‘Sonra da ona bereket (mübarek olması, her cihetle bereket bulması) için dua etmiştir…” (bk. Buhari, Menakıbu’l-Ensar, 45)

Anneler, babalar çocuklarının yüzlerine bakınca Sure-i İbrahim'deki Hz. İbrahim'in aleyhisselam duası olan şu mealdeki duayı okumalıdırlar:

"Hamd olsun o Allah'a ki, bana ihtiyarlık halimde İsmail'i, İshak'ı ihsan buyurdu. Şüphe yok ki, Rabbim her halde duayı işitiyor."

- Çocuğa güzel isim koymak. Çünkü, kıyamette herkes ismi ile çağırılacaktır. Hadis-i şerifte:

"Allah indinde sevgili olan isimler, (Abdullah, Abdurrahman)'dır."

(Müslim, Adab, 2, (); Ebu Davud, Edeb 69)

buyurulmuştur. Mehmed, Ahmed gibi medhi anlatan isimlerle çocuklara ikramda bulunulması; meşru olmayan (çirkin mana taşıyan) isimlerin değiştirilmesi hakkında hadisler rivayet edilmiştir. (Çocuklara kafir isimleri verilmemelidir. Bir de uydurma isimlerden de sakınmalıdır. Cengiz, Temuçin, Atilla, Ateş, Alev, Özbay gibi)

- Çocuğu olanın bir hafta sonra, başındki tüyleri kırkıp altın veya gümüş para ile tartarak o parayı fukaraya tasadduk etmesi. Çünkü, Hz. Hasan dünyaya gelince Resulullah aleyhisselam, kızı Fatıma'ya, tüyünü kırkıp, o zamanın parasiyle tartmasını ve onu tasadduk etmesini emir buyurdu.

- Yedinci günü sünnet edilebilir. Çünkü, çocuk taze iken yarası çabuk iyileşir. Yedinci gününden yedi yaşına kadar sünnet etmek müstehaptır.

- İmam Muhammed'e göre, akika kurbanı kesmek vacibtir. İmam Şafii'ye göre ise, sünnettir. Diğer imamlara göre, müstehaptır. Kesilecek kurban, erkek için iki koyun, kız çocuk için bir koyun olmalıdır.

Akikanın kemiklerini kırmamalı ve koyunun bir budunu ebe kadına verip, kalan kısımlarını fukaraya tasadduk etmelidir. Akikayı yedinci veya on dördüncü günde yapmalı, çocuğun ismini de bu müddet içinde takmalıdır.

Çocuk, Allah tarafından anaya, babaya her hususta temiz olarak verilmiş bir emanettir. Ebeveyn, çocuklarını terbiye hususunda dikkatli davranırsa, çocuklarını maddi manevi yüksek mertebelere çıkarmış olurlar. Aksi takdirde, çocuklarını helake sürükleyecekleri gibi, kıyamet gününde kendileri sorumlu olacaklardır. Çocuğuna dünyada iyi edep öğretmemek günahtır.

Âile efradını, çocuklarını terbiye etmeyip, İslami hususlarda cahil bırakan ana ve babadan, çocuklar Allah huzurunda davacı olacaklar ve şöyle diyeceklerdir:

"Bizi, anamız, babamız cahil bıraktı. Haram lokma yedirdi. Haram elbise giydirdi. Biz, bunları bilmiyorduk. Hakkımızı onlardan al."

“Ey iman edenler! Kendinizi ve çoluk-çocuğunuzu ateşten koruyun” (Tahrim, 66/6)

mealindeki ayet, çoluk-çocuğunun cehennemden kurtulmalarını sağlamaya yönelik her türlü sorumluluğunun olduğunu göstermektedir. Bu sorumlulğun hem babaya hem de anaya ait olduğunu gösteren şu hadis-i şeriftir: “Hepiniz çobansınız/gözetmensiniz ve hepinizi elinizin altındakilerden sorumlusunuz..” (Buhari, Nikah,91) manasındaki meşhur hadisten de ana-babanın bu sorumluluğunu anlayabiliriz.

Bazı alimler, bu gibi ayet ve hadislere dayanarak “kıyamet günü Allah babalardan dolayı çocukları sorguya çekmeden önce, evlatlardan ötürü babaları sorguya çeker” demişler. (bk. İbn Kayyım el-Cevziye, Tuhfetu’l-Mavdud bi Ahkami’l-Mevlud,Dımaşk, /, 1/)

İnsanın, evladına verdiği en büyük hediye, terbiyedir. Doğan çocuk, bir süt anaya verilecekse bunun iyi, akıllı, kanı temiz, huyu güzel, itaatkar bir kadın olması uygun olur. Çünkü, kadının sütü çocuğun huyuna tesir eder.

Nitekim, insanlarda yemeklere göre hal değişikliği olur. Yani haramdan haramzade olur. Nasıl ki, tohum iyi olursa, ekin de iyi olur. Hadis-i şerifte şöyle buyurulmuştur:

"Haramdan çekinin. Çünkü, haramın binası er geç harab olur."

(bk. Beyhaki, Şuabu’l-İman, Riyad, /, 13/)

Çocuk konuşmaya başladı mı, evvela kelime-i tevhidi, yani "La ilahe illallah, Muhammedün Resulullah" cümlesini öğretmeli. Mü'minun suresinin yüz on altıncı ayetini yedi defa, sonra Âyete'l-Kürsi'yi, Haşr suresinin on üç ayetini okutmalıdır. Çocuğa bunları okutmakta şu faydalar vardır:

Çocukta haya alameti belirir; aklı, anlayışı, damarları bunların nuru ile aydınlanır ve iyi evlad olur. Çocuğa küçük iken, öğretimesi lazım gelen hususlar da şunlardır: Yemeğe besmele ile başlamasını, sağ eliyle ve önünden yemesini, lokmasını küçük yapmasını, çok çiğnemesini, elini elbisesine sürmemesini, çok yemenin zararlı olduğunu anlatmak, az yemenin faydasını medh etmek, gibi.

- Ana, baba çocuğuna eski elbise giydirmemeli, bazı aşk maceralarının hususi hallerini öğretmemeli, menkıbelerini medh ve hikaye etmemelidir. Çünkü, bunların menkıbeleri çocuğun yoldan çıkmasına, sefahete düşmesine sebep olur. (Çocuklara zararlı kitapları okutmamalıdır.)

Bu hususta seçilecek yol, Peygamber'in aleyhisselam sözlerini, alimlerin, iyi kimselerin hallerini hikaye etmektir ki, bunlar onun kalbine tesir eder, alim olmak veya iyi insanlardan olmak hevesi uyanır ve onlara karşı sevgi beslemeye başlar.

- Çocuk, yaramazlık yaptığında onu azarlamamalı, bazı zamanlarda yaptığı kötülüğü görmezlikten gelmelidir. Çünkü her zaman azarlanacak olursa, buna alışır, yüzgöz olur; tehditlerin, azarlamaların tesiri kalmaz. Anası çocuğu, "Kabahatlerini babana söylerim." diye korkutmalıdır. Çocukların tembel olmaması için yumuşak yatak üzerine yatırılmaması daha uygun olur. Arkasını açmaktan, çabuk yürümekten, akran ve emsallerine karşı elbiseleri ile, yediği yemekler ile böbürlenmekten, kibirlenmekten kat'iyyetle men etmelidir.

- Başkasından bir şey alınca ona kızıp, bir daha almaması için şiddetle azarlanmalıdır ki, böylece belki kalbi yumuşar. Kötü huyların fenalıklarından, para ve madde sevgisinin zararlarından bahsetmelidir.

- Kahvehanelerde oturmaktan, fena meclislere, [tiyatrolara, sinemalara, moda defilelerine, kokteyllere, balolara, plajlara, çıplak gösterilere] gitmekten men etmeli, insanların yanında gerinmekten, esnemekten, parmaklarını çıtlatmaktan, çok konuşmaktan, otururken arkasını başkalarına çevirmekten, ayak ayak üstüne koyup oturmaktan, ellerini çenesinin altına koymaktan, bağdaş kurup oturmak gibi, edebe aykırı hareketlerden men etmelidir.

- Bundan başka, yemin etmekten, herkesten evvel söze başlamaktan çekinilmesi lazım geldiğini öğretmelidir. Kur'an dinlemeğe teşvik etmeli, lüzumsuz şeylerle vakit geçirmenin doğru olmadığını, kötü şeylerden, fena kimselerden uzak kalmanın kendisi için selamet yolu olduğunu, sefih insanların meclisine gitmenin zararlı, köt ahlakın sirayet edici olduğunu söylemelidir.

- Dini terbiyesine ve nasihata medar olacak alimlerin meclisine göndermelidir. İnsanların feyz menbaı olan Kur'an-ı Kerim'i ve lüzumlu bütün ilimleri öğretmelidir. Her türlü atıcılık, binicilik, yüzücülük gibi faydalı şeyler anlatılıp öğretilmelidir. Resul-i Ekrem aleyhisselam bunların öğretilmesini emretmiştir.

* * *

Not: Prof. Dr. Mehmet Soysaldı’nın, “Çocukların Anne Baba Üzerindeki Hakları” isimli şu makalesini de okumanızı tavsiye ederiz:

Anne-babanın çocukları üzerinde hakkı olduğu gibi çocukların da anne ve babaları üzerinde birtakım hakları vardır. Genellikle anne-babanın çocukları üzerindeki hakları üzerinde durulup çocukların anne ve babaları üzerindeki hakları göz ardı edilir. İşte biz bu yazımızda çocukların anne ve babaları üzerindeki haklarını inceleyeceğiz.

Hiçbir varlığın bu dünyada ebedi var olma imkânı olmadığı gibi, insan denen varlığın da bu dünyada ebedi olarak yaşaması söz konusu değildir. Ancak insanın fıtratında ebedi olarak yaşama isteği ve arzusu vardır. İşte bu duygu ve istek bu dünyada insanın kendi neslinden gelen çocukları sayesinde gerçekleştirilmektedir. İnsan bu dünyaya doğumla gelmekte çocukluk, gençlik, yetişkinlik ve yaşlılık evrelerinden sonra eceli geldiğinde bu dünyadan göçüp gitmektedir. Ancak geride bıraktığı çocukları ve torunları vasıtasıyla bu dünyada neslini devam ettirebilmektedir. Adeta insanın sonsuzluk duygusu bu şekilde gerçekleşmiş olmaktadır. O halde geleceğimizin teminatı olan çocuklarımıza ve gençlerimize önem vermeliyiz. Onlara karşı olan görev ve sorumluluklarımızı azami ölçüde yerine getirmeye çalışmalıyız.

Anne babalar çocuklarına Allah'ın verdiği bir emanet nazarıyla bakmalıdırlar. Ailevî sorumlulukları yerine getirmek anne-babanın kıyamet günü Allah huzurunda sorguya çekileceği bir emanettir. Nitekim Yüce Allah buyurmaktadır:

"Ey iman edenler! Kendinizi ve çoluk çocuğunuzu yakıtı insanlar ve taşlar olan cehennem ateşinden koruyunuz." (Tahrim, 66/6)

İslam âlimleri ayet-i kerimenin emrettiği ateşten koruma işinin eğitimle olacağını belirtmektedirler. Yani aile fertlerine İslamî terbiye verildiği takdirde, onların hem dünyada hem de ahirette mutluluğa ulaşmaları sağlanmış olur. Böylece onlar cehennem azabından korunurlar.

Kur'an'da aile reisine terettüp eden uhrevî sorumluluk çeşitli ayetlerde veciz bir şekilde ifade edilmektedir. Nitekim bir ayette İslamî terbiyeyi ailesine vermeyip de onların cehennem ateşine düşmelerine sebep olan kişinin kıyamet gününde en bedbaht kişi olacağı şöyle belirtilmektedir:

"De ki: Asıl ziyan edenler, asıl hüsrana uğrayanlar hem kendilerini hem de ailelerini kıyamet günü hüsrana uğratanlardır. Haberiniz olsun ki apaçık hüsran işte budur. Onların hem üstlerinde hem altlarında ateşten kat kat örtüler vardır. İşte Allah böyle bir azabın varlığını bildirerek kullarını bunlardan sakındırıyor. Ey kullarım! Bana karşı gelmenizden ötürü azabıma uğramaktan sakının."(Zümer, 39/)

Rasulullah (asm) bu hususta şöyle buyurmuştur:

"Hepiniz bir sürünün çobanı gibisiniz. Çoban sürüsünü koruduğu gibi siz de evlerinizde ve emriniz altındakileri cehennemden korumalısınız! Onlara Müslümanlığı öğretmelisiniz. Öğretmezseniz mesul olacaksınız." (Buhârî, Vesâyâ 9; Müslim, İmâre 20)

Bu ayet ve hadisten anlaşıldığı gibi çocuklar anne-babaya Allah'ın verdiği bir emanettir. Bu emanet de anne-babalara büyük bir sorumluluk getirmektedir. Zira anne babalar kıyamet gününde bu emanetlere karşı nasıl davrandıkları hususunda Allah'ın huzurunda hesaba çekileceklerdir.

İslam'a göre çocukların anne ve babaları üzerinde bir takım hakları vardır. Bu haklardan bazılarını burada açıklamaya çalışacağız:

1. Evlilik öncesi haklar: İslam'a göre çocukların anne ve babaları üzerindeki hakkı, anne ve baba evlenmeden önce başlamaktadır. Yani kişi evleneceği ve neslini devam ettireceği eşini seçerken dikkatli davranması ve eşini itinayla seçmesi gerekir. Çünkü soyu ondan devam edecektir. Bu dünyada en değerli varlığı olan çocukları ondan dünyaya gelecek ve aynı zamanda da çocukların yetişmesinde büyük rolü olacaktır.

Nitekim büyük İslam âlimlerinden olan Ebu Esved ed-Düelî çocuklarına şöyle deyip övünürmüş: "küçüklüğünüzde, büyüklüğünüzde ve doğumunuzdan önce size iyilik ettim." Doğumlarından önce kendilerine nasıl iyilik ettiğini soran çocuklarına: "Size sövülmeyecek bir anne seçtim." dermiş.(1)

Anne çocuğuna hamile olduğu süre içerisinde, yediğine içtiğine ve bütün davranışlarına dikkat etmek zorundadır. Çünkü hamilelik döneminde yaptıkları karnındaki çocuğuna mutlaka etki etmekte ve çocuğun ona göre şekillenmesini sağlamaktadır. O halde insan neslini devam ettireceği eşini itinayla seçtikten sonra, çocuğun anne karnındaki yetişme sürecinde de azami dikkati göstermesi gerekir.

2. Güzel bir isim koymak: Çocuk doğumla dünyaya geldikten sonra çocuğun anne-baba üzerindeki hakları devam etmektedir. Çocuk dünyaya geldikten sonra anne ve babanın çocuklarına karşı yapmaları gereken ilk vazifeleri; yavrularına uygun ve güzel bir isim koymalarıdır. Zira isim kişi için çok önemlidir. Nitekim Hz. Peygamber (asm):

"Çocuğun babası üzerindeki haklarından biri de ona güzel bir isim koyması ve terbiyesini güzel yapmasıdır."(2)

"Siz kıyamet günü kendi isimleriniz ve babalarınızın isimleriyle çağrılacaksınız öyle ise çocuklarınıza güzel isimler koyunuz."(3)

buyurmaktadır.

İsim deyip geçmemek gerekir. Çünkü isim olarak seçilen kelime; adı olduğu şahsa psikolojik, sosyolojik ve daha pek çok yönlerden etki etmektedir. Bu tesir altına alış hem müspet manada hem de menfi manada olabilmektedir. Ayrıca ismin şahsiyetle bütünleşmesinin uyumluluğunun o kişinin çevresindeki insanlara da tesiri vardır. İsmin telkin gücünü artırdığı da bir gerçektir.

Çocuğa konulacak isim çocuğun içinde yetişeceği toplumda ve kültür çevresinde alay konusu yapılmayacak ve onu küçük düşürmeyecek isimlerden olmalıdır.

Allah Resulü (asm) de çocuklara güzel isim konmasını tavsiye etmiştir. Çocukluğunda kendilerine güzel isim verilmemiş olan pek çok sahabenin ismini değiştirmiştir. Mesela huzuruna gelen bir sahabeye ismini sormuş "Zahim" dediğinde bu ismi beğenmemiş ona "Beşir" ismini vermiştir. Böylece sıkıntı manasına gelen bir ismi neşeli müjdeci manasına gelen bir isimle değiştirmiştir.

Bir başka sahabenin ismi de "el-Âsî" idi. isyan eden anlamına gelen bu ismi Peygamberimiz (asm) itaat eden anlamına gelen "Mûtî" ismiyle değiştirmiştir.(4)

Hz. Ali çocuğuna isim verilmesi ile ilgili olarak şöyle anlatmaktadır:

"İlk oğlum doğduğunda ona savaş anlamında Harb ismini vermiştim. Allah Resulü geldi. 'Oğlumu bana gösterin ona hangi ismi verdiniz?' dedi. Harb ismini verdik dedik. Hayır onun ismi "Hasan"dır dedi."(5)

3. İyi bir eğitim ve terbiye vermek: Çocukların anne-baba üzerindeki diğer bir hakkı da onların güzel bir eğitim almalarını sağlamaktır. Zira çocukları eğitmek ve geleceğe hazırlamak anne babanın görevlerindendir.

Anne babalar çocuklarını sadece yedirmek, içirmek, giydirmekle görevli değildir. Aynı zamanda onların iyi bir eğitim görmesini sağlamakla da sorumludurlar. Ailenin çocukların eğitiminde büyük bir yeri ve önemi vardır. Zira aile çocukların ilk eğitim yeridir. Eğitim ailede başlamaktadır.

Çocukların eğitimi konusunda ilk etapta baba sorumludur. Babanın bu konudaki sorumluluğu Allah'a karşıdır. Bu sorumluluğunu yerine getirmeyen aile reislerinin kıyamet gününde en bedbaht ve hüsrana uğrayan babalar olacağı Kur'an'da ifade edilmektedir.

Kişi ailesinden sorumludur. Zira Kıyamet günü çocukları ya şefaatçi ya da şikâyetçi olacaklardır. Baba çocuklarına İslamî terbiye verdiği takdirde onların sevaplarına aynen iştirak edecek, böylece şefaatlerine mazhar olacak vermediği takdirde de "Bizim eğitimimizi niçin ihmal ettin niye cehennem ateşine girmemize sebep oldun?" diye şikâyetlerine sebep olacaktır. Nitekim bir ayet-i kerimede;

"Mallarınız ve evlatlarınız sizin için bir imtihandır." (Teğabün, 64/15)

buyrulmaktadır. Ayette bahsedilen imtihan babaların çocuklarının sadece maddî ihtiyaçlarını karşılamakla kalmıyor, ayrıca onların eğitimini de güzel bir şekilde yaptırmakla da sorumludurlar.

O halde İslam'a göre babalık sorumluluk demektir. Baba aile fertlerinin dünyevî ve uhrevî sorumluluğu sırtında olan kimsedir. Çocuğun güzel terbiye edilmesi, çocuğun hayata mükemmel bir şekilde hazırlanmasıyla bütün mükellefiyetlerini ifa edebilecek şekilde yetiştirilmesiyle yerine getirilmiş olur. Sadece din terbiyesi veya sadece meslek eğitimi vermek güzel terbiye değildir. Eksik terbiyedir.

Bir Babanın Sorumlulukları

İslama göre bir babanın çocuğuna öğretmekle yükümlü olduğu temel bilgileri maddeler halinde şöyle sıralayabiliriz:

a. İtikad ve ibadetle ilgili temel bilgiler.

b. Ahlak ile ilgili temel bilgiler.

c. Diğer insanlarla ilişkilerinde (adab-ı muaşerette) dikkat edeceği hususlarla ilgili bilgiler.

d. Meslek eğitimi.

Çocuğa aile içi eğitim verirken, anne baba başta olmak üzere büyükler çocuklara güzel örnek olmalıdırlar. Aile içerisinde anne babasından ve büyüklerinden daima güzel örnekler gören çocuk mutlaka onlardan olumlu yönde etkilenecektir. Anne-baba çocukları önünde birbirine güzel hitap etmeli, doğru konuşmalı yalandan sakınmalı, verdikleri sözlerde durmalıdırlar. Aynı zamanda ibadetlerini de düzgün bir şekilde sürekli yapmalıdırlar. Anne-babalarından bütün bu olumlu davranışları gören çocuklar olumlu yönde etkileneceklerdir. Demek ki bizler gençlere düzgün ve ideal yaşayışımızla örnek olmalıyız. Şunu çok iyi bilmeliyiz ki hal dili söz dilinden daima daha etkilidir. Sigara içen bir anne-babanın çocuğuna "sigara içme" demesi ne derece etkili olur? Elbette ki etkili olamaz. O halde söz ve davranışlarımız birbirine uymalıdır. Davranışları sözlerine uymayan bir anne babanın çocuklarına verdiği eğitimde başarılı olması mümkün değildir.

Aile kanatları altında çocuğun inanç esaslarını; İslam'ın prensiplerini değerlerini ve öğretilerini öğrendiği ilkokuldur.

Bizler sadece çocuklarımızın bir meslek edinip ilerideki hayatlarında rahat etmelerini sağlayacak eğitim ve öğretimi almalarını değil, aynı zamanda onların inançlı ve dindar olarak yetişmesi için doğru ve yeterli bir dini eğitim almasını da sağlamak zorundayız.

4. Çocuklara güzel davranmak: Aile içinde anne-babaların çocuklara güzel davranmaları çocukların anne babaları üzerindeki haklarındandır. Çocukları terbiye etmek için dövmek doğru değildir. Ancak yanlış bir iş yapınca cezalanabileceği hissini vermek lâzımdır. Aile içinde anne-baba çocuklarını eğitirken onlara daima anlayış, sevgi, şefkat ve merhametle yaklaşılmalıdır. Çocuk kötü bir davranışı ilk defa yapınca onun kötü olduğu güzelce izah edilmelidir. Çocuk ısrarla tekrar aynı hatayı yapmaya devam ederse uygun bir şekilde cezalandırma yoluna gidilebilir. Ancak asla zorlama ve baskıya müracaat edilmemelidir. Her hatayı büyütmek, hemen müdahale etmek, ağır şekilde cezalandırmak, başkalarının yanında yapılan hatayı teşhir etmek uygun değildir.

Hakikatler çocukların seviyelerine inilerek onların anlayabilecekleri bir üslupla anlatılmalıdır. Gençlerin seviyesine inmek onların anlayabilecekleri bir dille anlatmak eğitimin başarılı olmasında önemli bir etkendir. Çünkü dinî hakikatler genellikle soyuttur. Anlaşılması, idrak edilmesi kolay değildir. Bu nedenle Kur'an, Hz. Peygamber (asm) ve İslam büyüklerinin metoduna uyarak meseleleri temsil ve örneklerle onların akıllarına yaklaştırmalıyız. Günlük hayattan yaşayıp gördüklerinden temsiller getirmeliyiz. Temsil ve örnek, soyut gerçeği hem kavratır hem de zihinde kalıcı hale getirir.

5. Çocuklar arasında eşit ve adil davranmak: Anne-babalar çocuklarına karşı eşit ve adil davranmalıdırlar. Anne babalar aile içerisinde bütün çocuklarına kız erkek büyük küçük farkı gözetmeksizin eşit davranmalıdır. Bu eşitlik çocuklar için alınıp satılan maddî şeylerden tutun da bir öpücüğe varıncaya kadar her türlü ilgi ve ikramda da gözetilmesi gerekir. Maalesef günümüzde bazı anne babalar çocuklarına karşı gerek sevgi ve ilgide gerekse onlara aldıkları maddî şeylerde eşit davranamamaktadırlar. Özellikle erkek çocukların daha fazla sevilmesi ve kız çocuklarının hor görülmesi ülkemizde yaygın bir yanlış davranıştır. Bu yanlış davranışın sonucu olarak da çocuklar birbirine karşı haset ve kin beslemekte ve böylece aralarındaki sevgi ve saygı ortadan kalkmaktadır. Hâlbuki İslam dini çocuklar arasında adaletli ve eşit davranmayı emretmektedir.

Numan b. Beşir'den rivayet edildiğine göre o şöyle anlatmaktadır:

"Babam bana malından bir şeyler hibe etmişti. Annem Amra Bintu Ravaha: 'Bu hibeye Resulullah (asm)'i şahit kılmazsan kabul etmiyoruz.' dedi. Bunun üzerine bana yaptığı hibeye şahit kılmak için babam beni de alarak Resulullah (asm)'e gittik. Durumu öğrenen Hz. Peygamber (asm) babama: 'Başka çocukların da var mı?' diye sordu. Evet cevabı üzerine 'Aynı şekilde bütün çocuklarına hibede bulundun mu?' dedi. Babam hayır deyince Hz. Peygamber (asm): 'Allah'tan korkun, çocuklarınız hususunda adil olun.' dedi. Babam oradan ayrıldı ve hibeden vazgeçti."(6)

Bu hadisten de açıkça anlaşıldığı üzere, çocuklar arasında eşit ve adil davranmak çocukların ebeveyni üzerindeki haklarındandır. Bazı İslam âlimleri çocuklar arasında eşit davranmak sadece maddi konularda değil öpücüğe varıncaya kadar her şeyde şarttır demişlerdir. Nitekim Hz. Enes (r.a)'dan rivayet edildiğine göre;

"Bir adam Hz. Peygamber (asm)'in yanında otururken oğlunun biri gelir. Adam çocuğunu öper ve dizinin üstüne oturtur. Az sonra kızı gelir. Adamcağız onu öpmeksizin önüne oturtur. Bunun üzerine Resulullah (asm):

'Böyle yaparak aralarında eşit davranıyor musun?' diyerek onu kınar.(7)

Yine başka bir hadiste Hz. Peygamber (asm) buyurmuştur:

"Allah öpücüğe varıncaya kadar her hususta çocuklar arasında adaletli davranmanızı sever."(8)

Anne-babaların bu hususlarda azami dikkati göstermeleri ve çocukları arasında eşit ve adil davranmaları gerekir. Zira şunu asla unutmamalıyız ki bizler bu dünyada yaptıklarımızdan dolayı bir gün Allah'ın huzurunda hesap vereceğiz.

6. Evlilik çağına geldiğinde evlendirmek: Çocuğun babası üzerindeki haklarından biri de buluğ çağına erişince çocuğunu vakit geçirmeden evlendirmesidir. Zira gerek Kur'an gerekse Hz. Peygamber (asm) gençlerin ve yetimlerin buluğ çağına erince evlendirilmelerini emretmektedir.

Evlenme ve evlendirme işi çocuğa verilecek ailevî terbiyenin en önemli bir meselesi bir parçasıdır. Çünkü İslam'ın aile kurmada güttüğü gayeler iyi bir evlilikle gerçekleşebilir. Bu sebeple Kur'an evlenme meselesine teferruatıyla yer vermiş, namus ve iffet sahibi fuhuş ve gizli dosttan uzak kızların hoşa gidenlerinden ailelerin izniyle ve mehirleri verilerek aleni bir şekilde meşru bir nikâhla evlendirilmesi emredilmektedir.(Nisa, 4/25) Keza kızlar mümin ve dindar bir erkekle erkekler de mümine ve dindar kızlarla evlendirilmeli, müşrik ve dinsiz gençlerden kaçınılmalıdır. (Bakara, 2/) Hz. Peygamber (asm) ise evlenecek eşin dindar olmasına dikkat edilmesi gerektiğini vurgulamaktadır.(9)

Esasen ebeveynin çocuğuna vereceği ideal manadaki temel eğitimi ve vazifesi, buluğa eren gencin vakit kaybetmeden bir iş sahibi kılınarak evlendirilip müstakil bir yuvaya kavuşturulmasıyla noktalanmaktadır.(10)

Evlenen genç artık müstakil, mükellef bir fert ve bir aile reisi olmuştur. Artık o ailesinin ve cemiyetinin sırtında bir yük olmaktan çıkmış sorumluluk sahibi bir fert haline gelmiştir.

Sonuç

Anne ve babaların çocuklarına karşı birtakım görev ve sorumlulukları vardır. Bu görevlerini yapıp yapmadıkları hususunda Allah'ın huzurunda hesaba çekileceklerdir. Geleceğimizin teminatı olan çocuklarımıza karşı görevlerimizi yapmada azami gayret göstermeliyiz.

Çocuklarımıza karşı görevlerimiz daha onlar dünyaya gelmeden başlamakta, çocuk ana rahmine düştüğünde devam etmekte ve onlar dünyaya geldiklerinde ise sorumluluklarımız daha da artarak devam etmektedir.

Çocuğu dünyaya gelen bir anne baba önce ona güzel bir isim koymalıdır. Çocuğunun en güzel bir şekilde terbiyesi ve eğitimiyle ilgilenmeli bu terbiye ve eğitim süresinde de onlara şefkat ve merhametle muamele etmeli çocukları arasında eşit ve adil davranmalıdır.

Ergenlik çağına gelen çocuğunu da evlendirmek suretiyle ailesine ve topluma faydalı bir birey haline gelmesini sağlamalıdır.

Dipnotlar:

(1) Ahmed el-Gandur el-Ahvâlu'ş-Şahsiyye fi't-Teşrî'i'l-İslâmiyye, Kuveyt s; Ateş Süleyman Evlenme ve Boşanma. s
(2) Canan İbrahim Hadis Ansiklopedisi VII/
(3) Ebu Davud, Edeb
(4) el-Edebü l-Müfred, II/
(5) el-Edebü l-Müfred, II/
(6) Müslim, Hibat
(7) Canan Peygamberimizin Sünnetinde Terbiye, Tuğra Neş. İst. trs s
(8) Feyzu l-Kadir, II/
(9) Buhârî, Nikah
(10) Canan İslamda Aile Terbiyesi Din Öğretimi Dergisi s

Not: Bu konuda detaylı bilgi için "Allah'ın Çocuklara Bahşettiği Haklar, Prof. Dr. İbrahim Canan" ın eserini DE okumanızı tavsiye ederiz.

10 Allah sevdiği kuluna kız çocuğu verir, anlamında bir hadis var mıdır?

Soruda geçen şekliyle bir rivayet bulamadık.

Günümüzde bile soğukluğunu hissettiğimiz bir Câhiliye devri âdeti vardır: Kız çocuklarını hor görmek. Bu kaba ve çirkin âdet, Peygamber Efendimiz (asm)’in yaşadığı devirde Arabistan’da pek yaygındı. Çöl bedevileri, kız çocuklarının doğumunu büyük bir felâket sayarlardı. Onların ileride kötü yollara düşeceği zannıyla üzülür, utanırlardı. Kur’ân-ı Kerîm’in pek güzel tasvir ettiği üzere, bir kızları dünyaya geldiğini öğrenince yüzleri kararır, hiddetlerinden köpürürler, kendilerine verilen bu felâket haberinden dolayı halktan gizlenmeye çalışırlardı. Daha sonra da acaba bu kızı, herkesten utanmayı göze alarak büyütüp beslesem mi, yoksa toprağa gömüp ondan kurtulsam mı diye ince bir hesaba girerlerdi. (bk. Nahl, 16/) Kızını diri diri gömmeye karar verince de o mâsum yavruyu alıp çöle götürürler, elleriyle kazdıkları bir çukura iterek üstüne yığın yığın kum atarlar, sonra da ellerini kollarını sallayarak evlerine dönerlerdi.

İnsanlıkla hiçbir şekilde bağdaşmayan bu âdet bazı bölgelerde oldukça tabii karşılanırdı. Evlilikten önce oğlan ve kız tarafı bu konuyu gündeme getirir, kız çocuğu doğarsa onu anne mi yoksa baba mı gömecek diye konuşup bir karara bağlarlardı. Şayet çocuğu gömme işini anne üstlenmişse, olayı seyre gelen bir sürü kadının gözü önünde cinayetini işlerdi.

Şükürler olsun İslâmiyet geldi de bu çirkin âdeti yerle bir etti.

Kur'an-ı Kerim'de mealen, “Göklerin ve yerin egemenliği Allah'a aittir. O dilediğini yaratır; dilediğine kız çocukları bahşeder, dilediğine de erkek çocukları bahşeder. Yahut erkek ve kız çocuklarını birlikte verir. Dilediğini de çocuksuz bırakır. Şüphesiz O her şeyi bilir, her şeye gücü yeter." buyurulur. (Şura, 42/)

İnsanoğluna ilâhî bir rahmet geldiği zaman sevinip şımarması, ama istemediği bir durumla karşılaşınca nankörlük etmesi her zaman mümkündür. Bu ayetlerde, Kur'an'ın geldiği dönemde ve toplumda bu tavrın çok açık bîr örneğine, çocuk sahibi olma ve çocukların cinsiyeti konusundaki anlayışa değinilmektedir. Câhiliye dönemi Arapları, çocuğun meydana gelmesi ve özellikle cinsiyetinin belirlenmesini Yüce Allah'ın irade ve kudretine bağlamak yerine insanlara nispet edercesine; bu konuyu övme, övülme, kınama ve kınanma sebebi sayıyorlardı. Esasen değişik toplumlarda görülegelen ve günümüzde de yer yer açık veya gizli biçimde insanlar üzerinde etkisini hissettiren bu telakki Kur'an tarafından mahkum edilmiştir.

Bu âyetlerde biri inanç diğeri ahlâk alanıyla ilgili iki ana tema dikkati çekmektedir:

İnançla ilgili olarak şu mesajın verilmek istendiği söylenebilir: Evrendeki hiçbir varlık ve oluş Yüce Allah'ın hükümranlığı dışında düşünülmemelidir; insanlar için büyük önem tanıyan çocuk sahibi olma ve çocuğun cinsiyeti konusunda -tıbbî müdahalelerin etkileri dahil olmak üzere- insan irade ve çabasının ürünü gibi görünen sonuçların da gerçekte ilâhî iradeden bağımsız olmadığı ve Allah Teâlâ'nın koyduğu yasalar çerçevesinde gerçekleştiği asla göz ardı edilmemelidir.

Buna bağlı olarak verilmek istenen ahlâkî mesaj da şu olmaktadır: âyetin lafızlarından açıkça anlaşıldığı üzere, ister kız ister erkek cinsinden olsun, doğan her çocuk Allah'ın bağışı ve armağanı olduğuna, erkek ve kız çocuklarına birlikte sahip olmak da kısır kalmak da ilâhî iradeye bağlı bulunduğuna göre, çocuk sahibi olma veya olamama, kız veya erkek çocuğunun dünyaya gelmesi insanlar için bir övgü veya yergi konusu olmamalı, bir üstünlük ya da kusur gibi görülmemelidir. Kulun görevi, çocuk sahibi olmuşsa -bazı âyetlerde dünya hayatının süsü olarak nitelenen- bu armağanı veren Allah'a şükretmek, istediği veya gerekli meşru sebeplere tevessül ettiği halde çocuk sahibi olamamışsa -sınav alanı olan dünya hayatında insanların sağlık, vücut temliği vb. bütün nimetlerde eşit tutulmadıklarını dikkate alarak- sabretmektir.

İnsanın çocuk sahibi olmayı ve bunun mutluluğunu yaşamayı arzu etmesi doğaldır ve din bunu kınamaz. Fakat ister bu ister başka konuda bir kimsenin gerçekleşmesini arzuladığı bir sonucu kendi hayatı ve mutluluğu için vazgeçilmez görmesi, sonuçta kendisi için neyin iyi neyin kötü olduğunu daha çok kendisinin bildiği iddiasında bulunması gibi bir anlam taşır. Böyle bir tutumun yanlışlığı ve İlâhî takdire rıza göstermeme anlamı taşıdığı ise açıktır.

Bu ve buna benzer bir yanlışlığa düşülmemesi için Kur'an'ın yaptığı uyanlardan biri şöyledir:

"Hakkınızda hayırlı olduğu halde bir şeyden hoşlanmamış olabilirsiniz. Sizin için kötü olduğu halde bir şeyden hoşlanmış da olabilirsiniz. Yalnız Allah bilir, siz ise bilemezsiniz."(Bakara, 2/)

Kaldı kî böyle bir durumda kişinin kendisini şartlandırıp gücü ve iradesi dışındaki bir sonucun meydana gelmesini isteme uğruna hayatını karartması yerine, sahip olduğu nimet ve imkânları başkalarıyla paylaşmaya çalışması, meselâ kimsesiz çocuklarla ilgilenmenin mutluluğunu yaşaması ve bunun ecrini Allah'tan beklemesi daha akılcı, hem dünya hem âhiret saadeti için daha elverişli bir yoldur. (bk. Kur’an Yolu, Heyet, ilgili ayetlerin tefsiri)

Buna göre, erkek veya kız çocuk yerine, hayırlı evlat istemek ve hangisi veya hangileri verilirse şükrederek, maddi ve manevi terbiyelerine özen göstermek gerekir.

Çocuk, insana Allah’ın bir emanetidir. Onları himâye edip büyütmek yetişkinlerin vazifesidir. Çocukları hayata hazırlamak, yıllarca devam eden bir sabrı gerekli kılar. Kızları büyütüp yetiştirmek daha fazla bir dikkat ve îtina ister.

Çocuğu himâye edip yetiştirmek iki şekilde olur. Biri maddî ihtiyaçlarını temin etmek, diğeri onu mânevî bakımdan besleyip iyi bir terbiye almasını sağlamaktır.

Kız çocuklarının himâyesi, onların dürüst ve namuslu bir kişiyle bir yuva kurmasını sağlayıncaya kadar devam eder. Hatta Resûlullah Efendimiz (asm)’in işaret buyurduğuna göre bu himâye daha sonraları da devam eder. Bu nedenle, kız çocuğunu, kız kardeşini veya başkasına ait olan kız çocuklarını güzel yetiştiren ve dini terbiyelerini verenlerin cennete gireceklerine dair rivayetler vardır:

"Kim ki üç tane kız çocuğu yetiştirir, güzel terbiye eder, evlendirir ve onlara iyilikte bulunursa, o kişi için cennet vardır."(Ebu Davud, Edep, , )

"Kimin üç kızı ve üç kız kardeşi veyahut da iki kızı veya iki kız kardeşi olup da geçimlerini güzel sağlar, onlar hakkında Allah'tan korkarsa, o kişi için cennet vardır."(Tirmizi, Bir 13)

"Her kim iki kız çocuğunu yetişkinlik çağına gelinceye kadar büyütüp terbiye ederse, kıyamet günü o kimseyle ben şöyle yanyana bulunacağız."(Müslim, Bir, ; Tirmizi Bir, 13)

"Her kim kız çocukları yüzünden bir sıkıntıya uğrar da onlara iyi bakarsa, bu çocuklar onu cehennem ateşinden koruyan bir siper olurlar." (Buhârî, Zekât, 10, Edeb, 18; Müslim, Bir, 47 Ayrıca bk Tirmizî, Bir, 13)

Yetiştirilmesi tavsiye buyurulan kız çocukları insanın kendi çocuğu olabileceği gibi, kız kardeşleri, sonradan evlendiği eşinin çocukları, hatta başkalarının himâyeye muhtaç çocukları olabilir. Bu konuda yakınlık veya uzaklık önemli değildir. Nitekim Resûl-i Ekrem Efendimiz (asm), “Kendi yetimini veya başkasına ait bir yetimi himâye eden kimseyle ben, cennette şöyle yanyana bulunacağız.”(Buhârî, Talâk 25, Edeb 24) müjdesini vermiştir.

Buna göre, kız çocuklarını yetiştirip hayata hazırlamak Allah’ı ve Resûlullah (asm)’ı memnun eden bir davranıştır. Kızlarının İslâm esaslarına göre büyütülmesini ve eğitilmesini sağlayan anne babalar, âhirette Resûl-i Ekrem Efendimiz (asm)’e komşu olacaklardır.

Konuyla ilgili, Hz. Âişe (seafoodplus.info) validemizden gelen bir rivayet şöyledir: Yanında iki kız çocuğu bulunan bir kadın gelerek bir şeyler istedi. Evde bir hurmadan başka bir şey yoktu. Onu çıkarıp kadına verdim. Kendisi hiç tatmadan hurmayı ikiye bölerek çocuklarına verdikten sonra kalkıp gitti. Bu sırada Peygamber aleyhissalatü vesselâm yanımıza geldi. Ben bu olup biteni kendisine anlatınca şöyle buyurdu:

“Her kim kız çocukları yüzünden bir sıkıntıya uğrar da onlara iyi bakarsa, bu çocuklar onu cehennem ateşinden koruyan bir siper olurlar.”(Buhârî, Zekât 10, Edeb 18; Müslim, Birr )

Yine Hz. Âişe (seafoodplus.info) validemiz şöyle bir olay anlatır: Sırtına iki çocuğunu almış yoksul bir kadın çıkageldi. Ona üç hurma verdim. O da çocuklarına birer hurma verdi; öteki hurmayı yemek için ağzına götürmüştü ki, çocukları onu da istediler. Kadıncağız yemek istediği bu hurmayı çocuklarına bölüştürdü. Kadının bu tutumuna hayran kaldım ve yaptığını Resûlullah (asm)’a anlattım. Şöyle buyurdu:

“Bu şefkati sebebiyle Allah Teâlâ o kadına mutlaka cenneti vermiş (veya) bu sebeple onu cehennemden âzâd etmiştir.” (Müslim, Birr )

Bir önceki hadiste Hz. Âişe (seafoodplus.info)’nın kadıncağıza bir hurma, bu hadiste ise üç hurma verdiği görülmektedir. Demek ki annemiz, bazen üç ay boyunca ocağı yanmayan, çoğu zaman yiyecek bir şey bulunmayan evinde, önce bir hurma bulup vermiş, sonra bir yerlerden iki hurma daha bulup vermiştir. Yahut bu olay iki defa meydana gelmiştir.

Hadis-i şerîfteki “Her kim kız çocukları yüzünden bir sıkıntıya uğrar da onlara iyi bakarsa” ifadesinde geçen sıkıntı sözüyle Peygamber Efendimiz (asm) acaba neyi kasdetmiştir?

Bir ailede fazla sayıda kız çocuğunun bulunması, onlar için bir sıkıntı ve hoşnutsuzluk sebebi olabilir. Kızların himâyesi, yetiştirilmesi, evlendirilmesi gibi konular bazı ailelerin bütçesini zorlayabilir. Hele o aile kız çocuğunu istemiyorsa, bu yük daha ağırlaşabilir. İşte bu sebeple Efendimiz (asm) kızları büyütüp beslemenin, aile yuvası kurana kadar onlara yardımcı olmanın insanı cehennem azâbından kurtaracağını haber vermiştir.

Kız çocukları yüzünden sıkıntıya uğramanın bir başka şekli de o yavrulardan birinde veya birkaçında maddî veya rûhî bir rahatsızlığın bulunmasıdır. O takdirde bu çocukların bakımı, tedâvisi, korunup gözetilmesi birçok sıkıntı doğurabilir. Bu hâli Cenâb-ı Hakk’ın bir cilvesi, kulunu denemesi kabul ederek sabreden, bu ağır imtihana isyan etmeyen insanlar -Efendimiz’in buyurduğuna göre- cehennem azâbından kurtulmuş olurlar.

Hadis-i şerife göre, normal ve sağlıklı iki kız çocuğunu büyütüp yetiştiren kimse Resûl-i Ekrem Efendimiz (asm)’e komşu olacaktır. Öyleyse yetiştirilmesi problemli olan kız çocuklarını himâye edenler bu bahtiyarlığı daha öncelikle ve daha fazlasıyla elde edeceklerdir.

Merhamet ne büyük, ne ulvî bir duygu

Elindeki bir tane hurmayı hiç tatmadan ve kendi açlığına bakmadan yavrularına veren bu annenin şefkati ne yüce, ne asildir değil mi? Ya evindeki üç hurmayı hiç düşünmeden fakire veren Âişe (seafoodplus.info) annemizin merhameti!..

Ebedî kurtuluşun merhamet sayesinde mümkün olacağını ifade buyuran Efendimiz (asm)’in şu hadîs-i şerîfi ne kadar düşündürücüdür:

“Merhamet edenlere, Cenâb-ı Hak merhamet eder. Siz yeryüzündekilere merhamet ediniz ki, göktekiler de size merhamet etsin”(Tirmizî, Birr 16; Ebû Dâvûd, Edeb 58)

Rabbimiz! Bizim gönlümüzü de merhamet duygusuyla yeşert!..

11 Kadının kocası üzerındeki hakları nelerdir?

Kadının genel haklarını kısaca açıklamaya çalışalım:

"Birisine bir kız çocuğu müjdelenirse, üzüntüsünden yüzü simsiyah kesilir"(Nahl, 16/58 )

Bu âyette Allah (c.c.) cahiliyyet insanının kadına bakışını anlatır ve takbih eder. Halbuki,

"Allah dilediğine kız, dilediğine erkek, dilediğine ikisini birden verir, dilediğini de kısır yapar." (Şûrâ, 42/49)

Kadın da tıpkı erkek gibi doğar, erkek gibi insan yavrusudur. Şefkatte ve hediyede aralarını ayırırlarsa, anne baba sorumlu olurlar. Peygamberimiz (asm)'in vasiyyetini gözetmemiş olarak şefaatten mahrumiyeti hak ederler. Cahiliyyet duygularının insanlarda zaman zaman depreşeceğini bildiği için, Efendimiz (asm) kız çocuklarının, eğitimini özellikle vurgular ve"üç, iki, hattâ bir kız çocuğunu, haklarını koruyarak yetiştiren babanın, cennette kendisiyle beraber olacağını" (Ibn Mâce, Edep 3) duyurur.

Çocuğun kız doğmasında da erkekte olduğu gibi, "şükür" olarak "akîka" kurbanı kesilir. Ismi güzel verilir, zorunlu eğitimi yaptırılır. Gerekli cinsel bilgileri anneden alır. Kur'ân'da ve Sünnette ilme teşvik eden hiç bir nas, kadınları bundan ayırmaz. Tersine, ihmale uğrayacaklarını bildiği için, Peygamberimiz (asm) özellikle kadın eğitimini tavsiye etmiş. haklarının korunmasını emretmiştir. Onun devrinde "müctehid" olan kadınlar yetişmiştir. (Meselâ Resûlüllah'ın zevceleri Âişe validemiz bunlardan biridir.)

Kadın, hiçbir konuda erkekten ayrı tutulmadan büyütülmüş ve yetiştirilmiş, sıra evlenmesine gelmiştir. Damat adayını görmesi bir hakkı ve aynı zamanda bir sünnettir. Beğenmezse reddeder, velîlerin ve damat adayının ısrarı hiçbir şeyi değiştirmez.

Evlenirken ağırlığını koyar, damat adayından istediği kadar "mihir" alır. Mihir onun Allah tarafından belirlenmiş en tabii hakkı ve hayat garantisidir. Harcama sahası, meşru çerçevede tamamen kendi iradesine bağlıdır. Mihrini, ya da varsa diğer mal varlığını, hayır yolunda harcayabileceği gibi ticarî işletmelerde kullanabilir, şirketler kurar, şirketlere hisse senetleriyle ortak olur, kazanır ve kazandığını da istediği yerde harcar. Çünkü kendi sosyal güvenliği, kocaya varmakla garanti altına alınmıştır. Ev için ve kendisi için gerekli bütün zarûri harcamalar erkeğin sırtınadır. Erkek, elbiseni ya da süs malzemeni kendi kazancınla al, diyemez. Kendi varlığı ölçüsünde kadının nafakasını sağlamak zorundadır. Sağlayamayacaksa evlenemez. Evlendikten sonra sağlamazsa kadının boşanma talebi olumlu sonuçlanır.

Kocası onu tahkir edemez, onun hayat arkadaşı olduğunu unutmamak zorundadır, darılıp evinde yalnız bırakamaz. Erkeğin en hayırlısı, kadına en iyi davranandır. (bk. Buhâri, nikâh 43; Müslim, fedâil 68)

Evde hanımıyla şakalaşmak, eğlenmek ve onu eğlendirmek kocanın görevlerindendir.

Kadının hak-hukuk tanımayıp isyan etmesi dışında, sudan bahanelerle erkek karısını dövemez,(1) hastalık kıskançlığından kaynaklanan şüphesinden ötürü, karısını anî baskınlarla rahatsız edemez. Peygamberimiz (asm) bir hadîslerinde ailesinden uzun zaman ayrı kalan birisinin, haber vermeden gece ansızın eve gelmesini yasaklamıştır. Bunda ayrıca koltuk altı, etek tıraşı ve süslenip taranmayla kocasına hazırlık yapabilme imkânı bulması da, sebep olarak zikredilmiştir. Bu konuda bir hadîs-i şerîfin meâli şöyledir:

"(Uzaklardan) geceleyin geldiğinde hanımın yanına girme ki, bıçak kullanıp tıraş olsun, dağınıksa tarasın. (gelişine hazırlansın)."(Buhârî, Nikâh, ; Müslim, Radâ' 58,; Dârimî, Nikâh, 32)

Hadîs şerhleri buna sebep olarak bir de, eve geceleyin aniden girmesinin, hanımının ihanetinden şüphelendiği anlamına gelebileceği ihtimalini gösterirler.

Kocanın karısını cinsel yönden tatmin görevi de vardır. Peygamberimiz (asm), karısını düşünmeden, işini bitirerek hemen inen insanları horoza, yani hayvana benzetmiş ve sevişip okşama olmadan cinsel ilişkiye geçilmemesini tavsiye etmiştir.(2) Çünkü erkek bakmakla hemen tahrik olabilir, ama kadın cinsel ilişkiye ancak uzun bir okşama döneminden sonra hazır hale gelir. Iyi bir erkek, karısını bu işe hazırlamayı başarabilen ve kendi doyduğu gibi onu da doyurabilen erkektir. Cinsel ilişkide sadece kendisini düşünen erkekler, karşısındakine zulmettiklerini ve işkence ederek zevk aldıklarını unutmamalıdırlar.

Evlendikten sonra bir yıl içerisinde hiç cinsel ilişki yapamayan erkekten kadının ayrılma hakkı vardır. Kadın "peşin mihrini" almadan kendisini erkeğe teslim etmeyebilir.

Kadının nafakası gibi, tedavisi ve ilâç harcamaları da kocaya aittir. Kadın ekmek yapamayan birisi ise, erkek hazır ekmek almak zorundadır. Süslenmesini istiyorsa, süs malzemeleri ve koku masrafi erkeğe aittir. Yılda yazlık ve kışlık olmak üzere iki takım elbise erkeğe aittir. Anlaşmazlik söz konusu olursa elbisenin nitelikleri mahalli idarelerce tesbit edilir. Kadın, kocası sefere çıkarken, gelmediği günler için nafakasına, ondan kefil alabilir. Âdetli günlerinde kocasından ayrı yatmak isterse, ayrı bir yatak istemek hakkıdır.

Durumuna göre kadın kocasından hizmetçi isteyebilir. Hizmetçinin ücreti kocasına aittir. Örfe göre kadınların yapmaması ayıplanan ev işleri dışında kadın, hiçbir iş yapmak zorunda değildir.

Ihtiyaç duyarsa kocasıyla aylık nafaka miktarında anlaşırlar. Yetmediğini anlarsa artırmasını ister, koca kabul etmezse mahkemeye başvurabilir.

Kadın, kocanın yakınlarını istemediği takdirde, kocası onu müstakil bir evde oturtmak zorundadır. Buna sebep olarak, kocasıyla oynaşmak ve yararlanmak arzusuna, onların bulunmasının engel olacağı gösterilmiştir. Hattâ cinsel ilişkiyi bilmeyecek kadar küçük olan çocuğu dışındakiler için de aynı sebeble ayrı odalar istemek, kadının hakkıdır.

Kadının, haftada bir kez anne-babasını ziyaret hakkı vardır, erkek buna engel olamaz.

Erkeğin haklarına bir zarar vemeyen meşru işlerde; kadının meşru çerçevede çalışmak hakkıdır.

Âdet ve lohusalıktan ötürü hamama gitmek istediği takdirde, hamam parasını erkek verir, ancak hamamda avret yerlerinin açılmamasına riayet edilmediği biliniyorsa, kadın hamama gönderilmez.

"Ric'î" (dönülebilir) ya da "bâin" talakla boşanan karısının her türlü nafakasını, iddeti içerisinde erkek verir.

Bu söylediklerimiz bütün fıkıh kitaplannda kadının erkek üzerindeki hakları sayılırken açıklanan konulardan sadece birkaç örnektir. Sonra bunlar birer tavsiye niteliğinde değil, yaptırımı olan kanûni haklardır.

Karadeniz'de, Anadolu'da. şurada-buradâ kadınlar çalıştırılıyor ve ancak erkeğin yapabileceği zor işler altında eziliyorlarsa, bunun suçu İslam'ın değil, Islâmı onların hayatından uzaklaştıranların olsa gerektir.,

Bir seçim söz konusu olduğunda kadının seçme hakkının bulunduğunu çoğu Islâm bilginleri söylemişlerdir. Çünkü onların böyle bir hakkının olmadığına dair hiçbir delil yoktur. Kaldı ki seçme, "bey"at"tan ibarettir. Halbuki, Peygamberimiz (asm) kadınlardan da bey'at almıştır. (bk. Mümtahine, 60/12 âyeti ve tefsirleri.) Hz. Ömer (ra)'den sonra seçilecek halife için, evlenmemiş genç kızlar dahil, herkesten fikir alınmıştır.[bk. Muhammed Hamîdullah, Islâm Müesseselerine Giriş Ist, s. (Ibn Kesîr'den nakil)]

Nihayet kadın öldüğünde kefeni de kocasına aittir.(3)

Görüldüğü gibi kadın geçim konusunda hiçbir derdi ve endişesi olmayan, yani alabildiğine sosyal güvenliği bulunan bir insandır. Ve bütün bunlar bir anlaşmazlık söz konusu olduğunda mahkeme kararı ile belirlenecek olan kanunî haklardır. Yoksa Islâm'da karı-koca birbirinden devamlı hak koparmak için çekişip duran iki düşman kutup değildirler. Birbirlerini tamamlayan, birbirlerine yardım eden, destek olan, huzur ve moral kaynağı oluşturan, bir bütünün iki yarım parçasıdırlar. Tıpkı Peygamberimiz (asm)'in ev işlerine yardım etmesi, Hz. Ali (ra) ile eşi Fatıma (seafoodplus.info) arasında iş bölümü yapması gibi.

Dipnotlar:

1) Karının dövülmesi konusunda Nisâ suresi âyeti ve tefsirlerine bakılabilir. Örnek olarak bk. Ibn Kesîr N/; Kurtubî NI/,,; Elmalı IV/; Ebû Dâvûd, menâsik 56; Ibn Mâce, menâsik 84; Müslim hac ; Tirmizi, Rada'11; Ebû Dâvûd, menâsik 56; Halebî Sağîr s. ; Halebî Kebîrs. ; Canan, Terbiyes.
2) bk. Deylemî'den, Gazâlî, Ihyâ N/52 (Terc. N/); Ayrıca bk. Suyutî, el Camiu's-sağîr (Fethu'I-Kadîr ile) VI/
3) Özet olarak sunduğumuz bu maddelerin daha geniş bir açıklaması için bk. Ibn Âbidîn, Reddü'l-Muhtâr, Mısır () VI/ vd. Ayrıca bütün fıkıh kitaplarının nafaka bölümleri ve özellikle Serahsî, Mebsût, V/ vd.

12 Ergenlik yaşına gelen bir çocuğa, anne baba olarak nasıl davranmak gerekir?

ON BEŞ YAŞ CİVARINDAKİ çocuklara, yani ergenlere nasıl davranılması gerektiği, öteden beri bütün anne ve babaların kafalarında yer eden bir sorundur. Bir başka yaygın ifade biçimiyle “gençleri anlamak” (ya da anlamamak), dedelerimiz zamanında bir problemdi, babalarımız zamanında da problemdi, şimdi de problem. Ergen olmak da zor, ergen ana-babası olmak da. Zorlukları kolaylaştıran ise bilgi. Bu sorunlarla defalarca karşılaşmış bir uzmanın bilgi ve tecrübelerine dayanan birkaç tavsiyesi ise faydalı olabilir umarım.

YENİ BİR ERİŞKİN GELİYOR

Psikolojik açıdan ergenlik çağı, çocukluk döneminde temel elemanları (yani hammaddesi) belirlenmiş olan kişiliğin, toplumda bir birey olarak, nasıl bir rolle, nasıl bir şekilde var olacağının belirlendiği, yani gencin erişkin bir insan olarak toplumda kendi adına var olmaya hazırlandığı bir dönemdir. Çocukken her şeyi ailesinden bekleyen, sürekli desteğe muhtaç olan insanın, kendi ayakları üstünde durup kendi yolunu çizebilmesi için de, böyle zorlu bir değişim dönemi geçirmesi kaçınılmazdır zaten. Zahmetsiz rahmet olmaz. Yeni ve kendinden öncekileri aşmış bir bireyin meydana atılması zamanıdır artık. Ve Bediüzzaman’ın ifadesi ile “anne-baba, kimsenin değil ama, çocuğunun kendisinden daha iyi olmasını ister.” İyi ama bu “kendisinden daha iyi”olma, nasıl olacaktır? Eğer çocuk anne-babanın dizinin dibinde, aynı yolda, onların izinde yürürse, ancak onlar kadar iyi olabilir; onları aşamaz ki. Onları aşabilmesi, kısmen de olsa onlardan ayrımlaşması, yeni şeyler denemesi ile mümkündür. Bu da gösterir ki, gencin kendine has bir yol çizmesi, değil şikayet etmek, istenmesi gereken bir şeydir aslında. İşte ergenlik çağı problemlerinin belki de en önemli püf noktası buradadır. Ebeveyn, çocuğunun hâlâ o eski uslu, ana kuzusu halinin devamını isterse, değişime karşı direnirse, bu dönem kolay atlatılamaz. Hatta bazen yirmili yaşlara kadar gecikir. Yoksa yirmi beş yaşında bile hâlâ dizinizin dibinde duran, her sorumluluğu size yıkan bir çocuğunuz mu olsun istiyorsunuz?

SERSERİ OLMASINI İSTEMİYORSAK

Yirmili yaşlardan bahsedince bir tespitimi sizlerle paylaşmak isterim. Bilmem dikkatinizi çekti mi, dünyada üniversite gençliği en haylaz, en sorumsuz ve en uç yaşam tarzlarında dolaşan ülkelerden biri biziz. Oysa aynı gençleri ilkokul, hatta lise yıllarında bile hayli uslu, efendi, terbiyeli çocuklar olarak görüyoruz genellikle. Nedir bunun sırrı sizce? Bence sebebi açık. Normalde ergenlik döneminde yaşanması gereken değişimler, farklı arayışlar, çoğu aile tarafından (hatta zorla) baskılandığı için, birikmiş olan dürtü ve hevesler, üniversitedeki özgürlükle birlikte âniden ve dengesiz biçimde patlayabiliyor. O yaşa kadar “uslu çocuk” konumunda yaşayan (tutulan) gençler, yaydan boşanırcasına diğer uca, haylazlık, serserilik, sorumsuzluk ucuna sıçrıyorlar bir anda. İşte böylesi dengesiz oynamalar istemiyorsak, ergenlik dönemindeki değişimleri zorla engellemeye çalışmak yerine, anlamaya ve doğru yönlendirmeye çalışmalıyız.

İPLERİ KOPARMAYIN

Bediüzzaman’ın muhteşem tespitidir: Canlılar âleminde ebeveyn-çocuk ilişkisinin ölüme dek devam ettiği tek canlı, insandır. Zira insan, yaradılış itibariyle acizdir, her zaman, her yaşta şefkate muhtaçtır. Düşünün, altmış yaşında bile olsa bir insan, seksen yaşındaki ebeveyninin kendisini okşamasından, sevmesinden zevk alır. Böylesi aciz bir insan, ebeveyni ile bağlarını koparmak isteyebilir mi? Ya da koparsa, mutlu olabilir mi? Genç ne kadar kızsa, hatta küçümsese bile, için için ebeveyninden tamamen kopmak istemez. Oysa (maalesef) bazı ailelerin tavırlarına bakınca, çocuğa sadece iki seçenek bırakıldığını görürüz:Ya benim dediğim gibi olursun ya da defolur gidersin.” Bir üçüncü yol olmalı değil mi? İlla evden kaçması mı lazım? Eğer aradaki bağı biz zorlayıp çocuğun kopmasına yol açmazsak, bazı hatalar yapsa bile sonunda ebeveyni ile bir uzlaşma noktası bulacaktır ergen.

DİSİPLİNİ DE BIRAKMAYIN

Anne-baba otoritesi olmalıdır tabii ki. Ben genellikle yazılarımda “gençlere daha fazla özgürlük ve seçme hakkı” kavramına yer veriyorum, ama bunun sebebi, bizim toplumumuzda ortalama ve sağlıklı olana kıyasla çok daha disiplinci bir yaklaşımın hâkim olmasıdır. Ama önerdiğim şey kesinlikle bir başıboşluk, mutlak serbestlik de değildir, yanlış anlaşılmasın lütfen. Zaten bu tip bir “ne isterse yapsın” boş vermişliği, aslında sorunlarla yüzleşmekten kaçışın bir başka biçimidir. Anne-baba, görevini yapacak ve evde geçerli olan kuralları koyacaktır mutlaka. Madem ki genç hâlâ kendi başına yaşayacak imkanlara sahip değildir, ebeveyninin desteğine bir ölçüde muhtaçtır, o desteğin karşılığında kendisinden bazı beklentiler olması da tabiidir. Ama bu kuralları koyarken de gencin fikirlerini almak ve onun da onayı ile kuralları netleştirmek daha doğru olur. Kendisinin de fikrinin alındığı kurallara uymak, zorla dayatılmış kuralları uygulamaktan daha hoştur muhakkak ki.

NEDEN OLUYOR BU DEĞİŞİMLER?

Ergenlik dönemindeki bu köklü değişimler, ilk etapta çocuğun vücudundaki hormonsal değişikliklerle başlar. yaş civarında çocuğun vücudunda, hormon salgılarında yenilikler, farklılaşmalar oldukça, bu değişimler bir dizi fiziksel dönüşümü ve beyindeki davranış merkezlerini de etkileyerek köklü bir başkalaşmaya yol açarlar. Bunların ayrıntısına girmek istemiyorum. Ancak unutulmaması gereken şudur ki, bu değişimler anne-babadan önce, gencin kendisini huzursuz eder. Vücudundaki, özellikle de hislerindeki değişim, en önce genci tedirgin eder. “Bana ne oluyor?” der ergen; şaşırır. Ama için için de bu değişimlerle kendi kendine baş etmek ister ve pek de hevesle yardım istemez. Hem onun bu gururunu anlayışla karşılamak ve hem de ona rehberlik yapmak, gereğinde aydınlatmak, ebeveynin dikkat etmesi gereken hassas bir dengedir.

Bu dönemin fiziksel değişimlerinin en belirgin biçimi, gencin cinsel yönden “uyanma”sıdır. yaşlarında cinsellik konusunda şaşırtıcı bir ilgisizlik sergileyen çocuk, ergenlik dönemiyle birlikte cinsel kimliğinin farkına varır ve bu konularla ciddi biçimde ilgilenmeye başlar. Bu dönemden itibaren ebeveynin çocukları bilgilendirmesi, bunun için de aralarında (bir anlamda) paylaşması, kız çocukları ile annenin, erkek çocukları ile de babanın daha fazla ilgilenmesi tavsiye edilir.Babanın kızlarına, annenin oğullarına karşı araya biraz mesafe koymasında fayda vardır. Aksi takdirde özellikle oğlan çocuklarının “koskoca adam oldum, ana kuzusu değilim artık, annem benim üstüme düşmeyi bıraksın” demesi veya kızların babanın aşırı ilgi ve merakından (bu döneme mahsus tedirginlikle) huzursuz olması mümkündür.

MEĞER BABAM SÜPERMEN DEĞİLMİŞ

Bu dönemin çok tipik bir özelliği, daha önceki bağımlı, uysal özelliklerin yerine isyankâr ve başına buyruk bir yapı gelişmesidir, demiştik. Ve daha önce de belirttiğim gibi, bu, bir anlamda çocuğun kendi başına ve kendi adına var olabilmek için kabuklarını kırması anlamına gelir. Ergenliğe kadar çocuk kendini güçsüz, yardıma muhtaç olarak kabul eder ve anne-babasını kendisini koruyan güçlü varlıklar olarak görür (görmek ister). “Benim babam senin babanı döver.” “Benim annem dünyanın en iyi annesidir.” der. Ama ergenlik döneminde bu abartılı makamlar geri alınır.“Ben güçlüyüm, her şeyi biliyorum, yardıma muhtaç değilim.” diyebilmek ister (ve der). Çocukluk döneminin Süpermen’leri olan anne babasını bu kez de acımasızca eleştirmeye başlar. Onların fikirlerini eskimiş bulur, tavsiyelerine tepki gösterir. Hatta bazen sırf onlara karşı çıkmış olmak için karşı çıkar. Sanki anne-babasını reddedercesine kendi yolunu çizmeye çalışır. Eğer ebeveyn, bu tip tavırları kendi kişiliklerine karşı bir saldırı gibi algılar ve aşırı tepki verirlerse, olacak olan bellidir: “Anlamıştım zaten böyle yetersiz olduğunu.” Bunun yerine “Ben de senin zamanında babam için böyle şeyler düşünürdüm, seni anlıyorum, zamanla değişir bu fikrin.” deyip, gülümseyerek geçmelidir.

BU HAMURA BİR KALIP LAZIM

Tabii, henüz şekilsiz bir hamur gibi olan bu dönemdeki kişiliğin bir şekle girmesi için bir de kalıp lazımdır. O kalıp da “idoller”dir. Yani genç, kendisine dış dünyadan taklit edilecek “mükemmel” örnekler bulur. Daha önceleri bu idoller anne-baba iken, artık dış dünyadan örnekler aranır. Bu bir öğretmen de olabilir, bir sporcu veya bir siyasetçi de. Ve onlarla özdeşim kurar, yani onlara benzemeye çalışır. Ayrıca kendine bir amaç, bir varoluş hedefi bulmaya çalışır. Meslek seçimi, işte bu noktada devreye girer (ya da girmelidir). Dikkat edin, çoğumuz kendimizi neredeyse sadece mesleğimizle tarif ediyoruz. Hâl böyleyken, meslek seçiminin 18 yaşına (hatta sonrasına) ertelenmesi, kişilik gelişiminin gecikmesine yol açar. Gelişmiş ülkelerde erken yaşlarda meslek seçiminin teşvik edilmesi ve eğitimin liseden itibaren branşlaşması, boşa değildir. Ben üniversitede okuduğu halde, hâlâ “ileride ne olacağına” karar vermemiş bir çok genç tanıdım. Bu belirsizlik gencin yolunu çizememesine ve kişiliğinin oturmamasına yol açar maalesef. O yüzden bu dönemlerde (en geç 15 yaşında) gencin meslek seçimini yapmasında çok fayda vardır. Onunla bu konularda sohbet etmek ve kabiliyetlerine göre (ama zorlamadan, sadece tavsiyelerle) yönlendirmek çok faydalı olacaktır.

SORUMLULUK VERİN

Bu dönemde bir diğer anahtar kavram sorumluluktur. Ergenin, kendi davranışlarından daha çok sorumlu, ana–babanın ergen çocuğunun davranışından daha az sorumlu olması gerekir. Bizde yine çok tartışmalı bir konudur bu. Sanki çocuklarımız aptal ve beceriksizmiş gibi, yapacakları her şeye karışmak, ona basit bir harçlık konusunda bile insiyatif vermemek, odasına varıncaya kadar her şeyine müdahale etmek gibi “kötü” alışkanlıklarımız var toplum olarak. Peki bu şartlarda çocuğun yetenekleri, iradesi, planlama kabiliyeti nasıl gelişir, söyler misiniz? Lafa gelince övdüğümüz gençlere, odalarının düzeni konusunda bile özerklik vermezsek, genç kendine nasıl güvenecektir? Benim bu dönem için önerdiğim görünürde basit ama çok etkili tedbirlerden birisi budur mesela. "Odasına karışmayın, orası onun özerk sahası olsun. Düzeni, temizliği bile onun sorumluluğunda olsun. Herhalde orayı çöplüğe çevirecek değil?" Ya da mesela giyim-kuşam vs. için ona ayırdığınız parayı, belirli bir haftalık olarak kendisine vermek ve kendi bütçesini yapmasını istemek de güzel bir yöntemdir. Bazı ev işlerinin (fatura ödeme gibi), sorumluluğunu ona aktarmak da çocuğun kendine güven kazanmasına yardımcı olur.

ÖRNEK OLUN

Anne ve baba arasındaki ilişki ailenin temel taşıdır. Eğer, ebeveynler kendi ilişkilerinde sıkıntılar yaşıyorlarsa, bu sıkıntıların ailenin diğer fertlerine yansıması kaçınılmazdır. Anne ve baba, çocukları ile olan ilişkilerine olduğu kadar, birbirleri ile olan ilişkilerine de dikkat etmelidirler. Eğer anne, babayı aşağılıyorsa veya baba, anneyi ciddiye almıyorsa çocuklar eşlerin (hatta genel olarak insanların) birbirine saygı göstermesi konusunda ne öğrenebilir dersiniz?

Zaten bir çocuğun mesela ruhsal sorunları olduğunda biz daima aileyi inceleriz. Çocuk uzaydan gelmediğine göre, sorunları da ailedeki sorunların bir yansımasıdır tabii ki. Ve (daha önce de yazmıştım) genel bir tabir olarak, bu tip görüşmelere “önce çocuk girer ve çıkar. Sonra aile girer ve kalır.” Zira problemin kaynağı hemen hemen daima anne-babadır. Bu görüşme tarzı ergenlerde biraz değişir ve gençle daha fazla görüşürüz. Ama bunun sebebi, artık gencin de (çevre değişmese bile) kendini fark etme ve değiştirme yeteneğine sahip olmasıdır, sorunların esas kaynağının aile olmaması değil.

Kısaca, iyi bir genç yetiştirebilmek için, önce ailenin çekirdeğinin, yani anne-baba ilişkisinin sağlam olması gerekir.

ÇOCUKLAR DUYSUN

Aile içi uyumdan bahsedince yeri geldi. Aile terapisine aldığım sorunlu çiftlerde en sık gördüğüm yanlış, aradaki sorunları çocuklardan saklamaya çalışmaktır. Oysa bu çaba anlamsız ve hatta boşunadır. Çocuklar aptal değildir, ebeveynlerin arasındaki tatsızlığı hissederler. Tartışmalar sadece baş başa kalındığında yapılsa bile, evdeki huzursuz havayı ve kopukluğu çocuk mutlaka hissedecektir. Eğer problemler onlara yeterince açık (ve tabii uygun) bir dille anlatılmazsa, kafaları daha da karışır. Temel güven duyguları iyice zedelenir. “Bir şeyler dönüyor ama, nedir anlamadım.” demek kadar, yani kaynağı belirsiz bir gerginliğin ortasında yaşamak kadar, insanı rahatsız eden bir şey de yoktur. Düşünün, yanınızda oturan iki kişinin arasında bir soğukluk var, bunu hissediyorsunuz ama sebebini bilmiyorsunuz; ne kadar rahatsız olursunuz değil mi? Hele bunlar anne-babanız olursa Oysa aralarındaki problemi (yeterince) bilirseniz, en azından sebebi anlamanın rahatlığını hissedersiniz.

Hiçbir problem dünyanın sonu değildir, ama tüm problemler dünyanın gerçeğidir. Çocuğun bunlarla (dozunca) yüzleşmesi, onun hayattaki sorunlarla baş etme yeteneğini de artırır. Ama bunu söylerken, her ayrıntıyı olduğu gibi anlatın da demiyorum tabii. "Her dediğiniz doğru olmalı, ama her doğruyu demek de doğru değildir." Fakat hiçbir şey yokmuş gibi davranmaya çalışmak, hiç doğru değildir. Bir tür (fiilî) yalancılıktır hatta. Hem unutmayın ki, biz kendi sorunlarımızı çocuğumuzdan saklarsak, onun da kendi sorunlarını bizden saklamasını teşvik etmiş oluruz aslında. Mantık aynıdır zira: “Üzülmesin diye anlatmıyorum.” O yüzden, meşhur dizinin adının zıddına, aile içi sorunları “çocuklar duysun” diyorum.

DİNLEYİN VE KONUŞUN

Bütün aile üyelerine, duygu ve düşüncelerini ifade etme fırsatı verilmelidir. Hatta bunun için belli sıklıkla aile toplantıları düzenlemek hoş bir yoldur. Eğer bir gencin fikirlerini dinlemez ya da öfkeyle veya aşağılayarak susturursak, aradaki tek kapıyı da kapatmış oluruz. Ve artık o kapalı kapının ardında hangi dünyaların kurulduğunu anlamak da mümkün olmaz.

Aslında bu dönemde karşıdakini anlama ve iletişim konusunda, anne-baba çocuğa göre çok daha avantajlıdır. Zira ergenler henüz erişkin olmadılar ama, anne-baba bir zamanlar ergen olmuştu. İşte bu geçmişteki tecrübeleri hatırlayıp gözden geçirerek, çocuğu anlamaya çalışmak, ebeveynin en önemli yardımcısı olabilir. “Ben onun yaşlarında iken, buna benzer neler yaşamıştım acaba?” diye zihnini tarayan her ebeveyn, çocuğunu anlamasına yardım edecek ipuçları bulacaktır geçmişinde. Bu da çocuğa daha bir anlayışla yaklaşmayı sağlar. Hele hele bu hatıralarımızı çocukla paylaşırsak, o zaman çocuğumuz “o da bana benzer şeyler yaşamış, demek ki beni anlayabilir” diye düşünüp, daha önce paylaşmak istemediği şeyleri ifade etmeye başlayabilir. Bunu deneyin mutlaka.

DEĞER YARGILARINIZI ANLATIN

İnsanların davranışlarını belirleyen, değer yargılarıdır. Değerler, inançlar, bir ağaç ise, davranışlar onun meyvesidir. Sağlam bir hayat görüşü yerleşmeden, doğru davranışlar edinilemez. Eğer gençlerin davranışlarının istediğimiz yönde olmasını istiyorsak, önce onların hayat görüşlerinin doğru yönde gelişmesini sağlamalıyız. Maalesef bu nokta çokça gözden kaçırılıyor. “Onu yapma, bunu yap; o yanlıştır, bu doğru” demeyle yetiniyor çoğu kez. Peki neden? Neden gencin saatlerce ders çalışması ve üniversite kazanması lazımdır? Neden gece geç gelmemesi gerekir? Neden internette chat yapmamalıdır? Bunlar anlatılmaz genellikle. Sadece açıklamasız, kestirme cevaplar verilir. Oysa konulan kuralların içindeki mantık doğru biçimde anlatılsa, çocuk herhalde anlayacaktır. Zeka özürlü olduğunu mu sanıyorsunuz onun? Yoksa kendi değer yargılarınıza mı güvenmiyorsunuz? Belki de o kuralları ezbere öğrendiniz ve aslında yanlışlar? Nereden biliyorsunuz? Ha, eğer değerlerinize güveniyorsanız, o zaman buyurun münazara meydanına. Gençler biraz isyankardır evet, ama ne aptaldırlar ne de şeytan. Doğru anlatın, anlarlar tabii ki. Allah da, emir ve yasaklarını bildirirken hikmetleri ile birlikte açıklamıyor mu? Yoksa -haşa-, “hikmetini sormayın, siz anlamazsınız, bunu bunu yapın, soru da sormayın!” mı diyor?

Eğer bizim amacımız terbiye etmekse, terbiye ediciliğin kaynağı olan Rabbimizin insanlara nasıl muamele ettiğini hatırlamamız lazım. O, önce akla kapı açarak, gerçekleri bildirerek, emir ve yasaklarını (hikmetleri ile birlikte) açıklar, sonra da insanı özgür iradesi ile hareket etmek üzere serbest bırakır. Ve her ufak hatada hemen ceza vermez, sabırla kulunun ıslah olmasını bekler, zaman zaman ikazlarla uyarır, ama tövbe kapısını kapatmaz, umudu kırmaz, tekrar tekrar iyiye teşvik, kötüden sakındırmaya devam eder, ama sonuçta yine de seçme gücünü insana bırakır.Eğer “Rab” isminin gözlüğü ile Kur’an’a bakar ve Allah’ın kullarına(bu dünyada)nasıl muamele ettiğine dikkat edersek, çocuk yetiştirme konusunda çok ilginç ipuçları buluruz.

KISACA

Özet olarak söylersek, ergenlik çağındaki çalkantılar doğaldır ve hatta olması gerekli değişimlerdir. Bunları anlamamak, ya da engellemeye çalışmak da hatadır, tamamen boş verip sadece izlemek de. Kendi ergenlik dönemimizi de hatırlayıp çocuğumuza rehberlik yapmamız gerekir.  Bunun için;

1. Onu anladığımızı hissettirmemiz,

2. Kendisini gerçekleştirebileceği bir çevre sağlamasına yardım etmemiz,

3. Örnek alabileceği ideal insanlar, yıldız kişiler göstermemiz,

4. Seçimlerini ve çözümlerini kolaylaştırmak için bilgi ve tecrübelerimizi, değer yargılarımızı ona aktarmamız,

5. Ve son aşamada bulacağı yola saygı göstermemiz ve onun artık bağımsız bir birey olduğunu (olacağını) kabullenmemiz gerekir.

Tabii bütün bunları doğru yaptığımızı varsaysak bile, bu değişim döneminin sonunda nasıl bir kişinin ortaya çıkacağının garantisi de yoktur. Uç bir örnek verirsek, peygamberlerin bile çocukları, inançsız dahi olabilir. Hep dediğim gibi, biz üstümüze düşeni yaparız, ama neticesine karışamayız. O Allah’ın takdiridir.

İlave bilgi için tıklayınız:

Çocuklara dini ve ahlaki eğitimi nasıl vermeliyiz?

13 Çocuk terbiyesi ve din eğitimi nasıl olmalı?

Deneysel psikoloji, okul çağına kadar çocukta sanatsal bir düşünce biçimi olduğunu ileri sürmektedir. Buna göre çocuk gördüğü her şeyin bir insan eliyle yapıldığını; güneş, ay, yıldızlar, denizler vs. gibi zor şeylerin de daha güçlü ve daha büyük bir insan tarafından yapıldığını düşünmektedir.

Çocuktaki bu"Büyük işleri büyük insan yapar." düşüncesi ileride, soyut zekânın gelişmesi ile birlikte,"Allah, yoktan var eden, her şeyi bilen, her şeye gücü yeten, kâinatın tek sahibidir." inancını kolay kabul etmesini sağlamaktadır.

Deneysel psikolojiye göre bir çocuğa Allah inancı verilmese bile, bu sanatsal düşünce yeteneği sayesinde kâinatın bir yaratıcısı ve yöneticisi olduğunu kolayca bulabilecektir. Çocuk ayrıca soyut zekânın işlemeye başladığı okul yaşına kadar -her şeyi canlı kabul eden- bir dünya görüşüne sahip olduğu için, Allah'ı büyük bir insana benzetmekten kurtulamaz. Bu yüzden çocukların "Allah nerede oturuyor? Allah'ın evi var mı? Allah'ı neden göremiyoruz?" gibi sorularını anlayışla karşılamalı, onlara kızmamalıyız.

Bazı anne ve babaların"Allah gökyüzünde oturur. Allah cennette oturur." şeklinde cevaplar verdiğini duyuyoruz. Allah mekândan münezzeh olduğu için, bu cevaplar İslam itikadına aykırıdır.

Çocukların en çok sordukları sorular "Allah nerede?", " Allah'ı niçin göremiyoruz?" sorularıdır. Bu soruya klasik cevabımız, "Allah'ın bizim gibi maddî bir varlığı yok. Bu yüzden Allah hiç bir yerdedir. Ancak, Allah'ın yarattığı varlıklar her yerdedir ve yarattığı bu varlıklardaki görünen güzellik, mükemmellik gibi özellikleriyle de her yerdedir."şeklinde olabilir.

Bir ailenin aktardığı şu örnek bizim de işimize yarayabilir:

O sıralarda çocukları baba ve anneye "Allah nerede, niçin göremiyoruz?" sorularını sormaktadır. Bir gün başka bir ilde oturan babaanne torunlarına özel bir su böreği yapar ve bir akrabalarıyla yollar. Su böreğini yerken babanın birden aklına gelir.

"Çocuklar, şimdi babaannemiz nerede?" diye sorar.

Çocuklar babaannenin oturduğu ili söylerler. Babanın,

"Bu börekleri kim yaptı ve yolladı bize?" sorusunu çocuklar,

"Babaanne!.." diye cevaplarlar. Baba yine sorar:

"Nerden biliyorsunuz onun yaptığını?"

"Çünkü bu güzel su böreğini babaanne yapıyor." diye cevap verir çocuklar. Baba burada şu yorumu ekler:

"Biz babaanneyi göremiyoruz gözümüzle. Ancak onun yaptığı bu börek yoluyla onu tanıyor ve biliyoruz. Ayrıca o İstanbul'da olmasa da yaptığı börekle şimdi bizim yanımızda. Yaratıcımızı da gözümüzle göremiyoruz. Ancak yaratmış olduğu çiçeklerle, rüzgârla, çilekle bizim yanımızda o da."

Allah'ın çok büyük olduğunu, bizim onu göremeyecek kadar küçük olduğumuzu söyleyebiliriz. Allah bizi görüyor, fakat biz onu göremiyoruz. TV'de görünenleri biz görürken, onlar bizi göremiyorlar. Vazifemiz Allah'ı görmek değil, bilmek, tanımak ve sevmektir. Sevdiğimiz her şeyi O verdi bize. Öyle ise onu çok sevmeliyiz. O'nu sevdiğimizi göstermek için, O'nun istediklerini yapmalıyız., O'nun istediği gibi olmalıyız, yani Peygamberimiz (asm) gibi Kim o? Allah'ın elçisi, O'nun en çok sevdiği insan. Çocuğun merakını, nazarını Peygambere çevirirsek, O'nu düşünmesini temin edersek işimiz daha da kolaylaşır. O'nun gibi yaşadıkça Allah bizi sevecek, daha sonra (öldükten sonra) kendisini bize gösterecek.

Çocukların sıkça sordukları diğer bir soru da"Allah Nasıl Bir Varlık?"

"Nasıl" sorusu iki farklı anlamı ima eder.İlki maddî varlık anlamındadır. Büyük-küçük, uzun-kısa gibi. İkinci anlam ise o varlığın hususiyetlerini ima eder.

Allah maddi bir varlık olmadığı için, maddi varlıklar için geçerli olan özellikleri olamaz. Bu aynen bu şekilde çocuğa aktarılabilir:

İkinci anlamdaki Allah'ın nasıl bir varlık olduğu ise çocukların gerçek ihtiyaç duyduğudur. Çocuğun duygularını sadece "Bir Allah var. Her şeyi O yarattı." şeklindeki bir yaklaşım tatmin edemez. Yaratıcı öyle bir yaratıcıdır ki: Rahmetli, şefkatli, hayatı ve ölümü veren, rüzgârı harekete geçiren, ölen kuşunu cennete yollayan, güzel, mükemmel yaratan, adaletli, anlamsız iş yapmayan, insanı çok seven ve değer veren, kocaman her şeyi, küçücük her şeyi yaratan, hamam böceklerini, yılanları, fareleri, koyunları en güzel ve en biçimli şekilde yaratan, annenin kalbine kek yapma isteği koyan, anneye güzel yemekler yapma ilhamı veren, insanların iyiliğini isteyen bir Yaratıcıdır.

Yaratıcının nasıl bir varlık olduğu her fırsat değerlendirilerek anlatılabilir.

"Rabbimiz ağaçları ne güzel yaratmış, demek ki O çok güzel,"
"Kediye süt verme isteği koyuyor içimize, ne kadar şefkatli O,"
"Bulutları ne kadar düzenli yaratıyor. Ne kadar adaletli",
"İnsanların elinin değmediği her yer ne kadar temiz, O Kuddûs olmalı"
gibi.

Çocukların Allah'ın maddî varlığına ait sorularında ısrarcı olmalarının bir nedeni, çocuğa özellikleriyle Allah'ın nasıl bir varlık olduğunu anlatmaktaki eksikliktir. Eğer bu eksiklik giderilirse, çocuklar, "Allah'ı neden göremiyoruz, maddî olarak nasıl bir varlık" şeklindeki sorularında ısrarcı olmayacaktır.

Çocuk doğruyu yanlışı farkedene kadar ailesi tarafından yönlendirilmeli ve eğitilmelidir. Eğitimi ileride doğruyu seçmesine yönelik olmalıdır. Çocukluğunda hiç dini eğitim almamış bir kızdan, yirmi yaşında örtünmeyi seçmesini beklemek zordur. Çocuk bu yönde eğitilmeli, ama bunu yaparken nefret ettirmemeye azami gayret etmeli ve sevdirerek gerekli eğitimi vermeli

- Çocuğun Dini Eğitimi Ne Zaman Başlar?

Çocuk terbiyesi çocuğun doğumundan önce başlayan, peder ve validenin ortak bir misyonuyla kendilerinin vefatlarına kadar devam eden oldukça uzun bir zaman dilimine ihtiyaç duyulan bir süreçtir.

Bu konuda örnek göstermemizi istediğiniz Bediüzzaman Hazretleri en önce kendi anne ve babası tarafından doğumundan önce terbiye edilmeye başlanmıştır. Validesi ona hamile olduktan sonra abdestsiz yere basmamakta ve doğumundan sonra da abdestsiz onu emzirmemektedir. Pederi de aynı inceliği gösterip, geçim kaynağı olan büyükbaş hayvanlarını tarlaya götürürken, başkalarının bağ ve bahçelerinden ot yiyip rızıklarına haram bulaşmasın diye ağızlarını bağlamıştır.

Bu örnekte de görüldüğü gibi, doğumdan önce peder ve valide en önce kendilerini bir terbiyeye tabi tutmuşlardır. Bir peder ve valide, çocuğunun doğumundan önce kendi ibadet hayatına çeki düzen vermeli, kötü alışkanlıklarından vazgeçmeye azmetmelidir. Unutulmamalıdır ki çocuğun doğumundan sonraya bırakılacak bir iş değildir. Bir çocuk hayatı boyunca öğrenip öğreneceklerinin hemen hemen yarısını bir ile beş yaş arasında öğrenmektedir. Bu döneme ailenin iyi hazırlanması gerekir.

Çocuk terbiyesinde diğer bir önemli hususu Bediüzzaman Hazretleri şöyle ifade etmektedir:

“… bir çocuk, küçüklüğünde kuvvetli bir ders-i imanî alamazsa, sonra pek zor ve müşkül bir tarzda İslâmiyet ve imanın erkânlarını ruhuna alabilir. Âdetâ gayr-ı müslim birisinin İslâmiyeti kabul etmek derecesinde zor oluyor, yabani düşer. Bilhassa, peder ve validesini dindar görmezse ve yalnız dünyevî fenlerle zihni terbiye olsa, daha ziyade yabanilik verir. O halde o çocuk, dünyada peder ve validesine hürmet yerinde istiskal edip çabuk ölmelerini arzu ile onlara bir nevi belâ olur. Âhirette de onlara şefaatçi değil, belki dâvâcı olur: 'Neden imanımı terbiye-i İslâmiye ile kurtarmadınız?..'(Emirdağ Lahikası-I, Mektup)

Ayrıca çocukların küçük yaşta namaza başlatılması hususunda ise yedi yaşından sonra vefat edenler büyük insanlar gibi hesaba çekileceklerinden “vildanun muhalledun” ayetinin ifadesine dahil olmadıklarını, bu yüzden şeriatın “zamanında namaza başlamayan çocukların hafifçe dövülebilecekleri” ni söylemesinin hikmetlerini ifade etmektedir.

Çocuk Ruh Sağlığı Açısından Din Eğitimi

Bazı eğitimciler çocuklara küçük yaşlarda din eğitimi vermenin laikliğe aykırı olduğunu, ancak ergenlik çağına geldiğinde hür iradesi ile buna kendisinin karar vermesi gerektiğini ileri sürüyorlar. Bu görüş, gerçekçi bir yaklaşım değildir. Ateist bir anne veya baba din eğitimine karşı olsa bile çocuğunu içinde yaşadığı toplumdan soyutlayamaz. Zira çocuk, yetişkinler gibi peşin yargılara sahip değildir. Çevresinde gördüğü her şeyle ilgilenir, öğrenme isteğiyle doludur, tarafsız bir gözlemcidir. İlk defa duyduğu ezan sesini yahut ilk defa gördüğü caminin ne olduğunu sorup öğrenmek isteyecektir.

Psikolog Antonie Vergote, "Din Psikolojisi" isimli eserinde, çocukların doğuştan din duygusuna sahip olduklarını söyler. İnsan sadece etten, kemikten ve kandan ibaret maddî bir varlık değildir. Onu diğer canlılardan ayıran doğuştan sahip olduğu ruh ve duygu zenginliğidir. İnsan sosyal bir varlıktır. Sevmek, sevilmek, bir inanca sahip olmak, kendisini değerli ve güçlü hissetmek ister. Bu da ancak bir aileye, bir topluma, bir vatana ve bir dine bağlı olmakla mümkündür.

Kuralsız toplum yoktur. Bir toplumu ayakta tutan kurallar bütününe hukuk diyoruz. Hukukun olmadığı yerde anarşi, kargaşa ve kaba güç vardır. Hırsızlığı, haksız kazancı, zayıfı ezmeyi, adam öldürmeyi, kısacası cana-mala-namusa tecavüzü yasaklayan hukuk maddeleri kaynağını dinden almaktadır. Allah'ın elçisi bütün peygamberler bu kuralları insanlara bildirmek ve toplum düzenini sağlamak için gönderilmiştir. Helâl-haram, sevap-günah kavramlarını kullanmadan, yani dinî kaynaklara başvurmadan çocuklara ahlâkî davranışlar kazandırmamız çok zordur.

- Çocuklarımıza Allahı Nasıl Anlatacağız?

Çocuklar, hikaye ile anlatılan konuları daha kolay ve daha istekli öğrenirler. Allah'ı ve sıfatlarını öğretirken Lokman (a.s.) ile oğlu arasında geçen konuşmaları hikaye şeklinde anlatabiliriz. Ben çocuklarıma Peygamberimizi (asm) anlatırken, çocukları ne kadar çok sevdiğini, torunları Hz. Hasan ve Hüseyin Efendilerimizden ve kızı Fatıma anamızdan örnekler vererek hikaye şeklinde anlatmıştım. Keza gösterdiği mucizeleri anlatırken de hikaye yolunu seçmiştim. Meselâ, Sevgili Peygamberimiz ve Hz. Ebu Bekir hicret için Sevr mağarasına gizlendiklerinde yaşanan örümcek ve güvercin mucizesini hikaye suretinde anlattığımda, oğlum dört yaşındaydı. O kadar hoşuna gitmişti ki, "Babacığım, bir daha anlat." demişti.

Lokman (as)'ın oğluna yaptığı öğütlere baktığımızda ilk sırada "Allah'tan başka ilâh yoktur." inancının geldiğini görüyoruz:

"Hani Lokmân oğluna öğüt vererek şöyle demişti: 'Yavrum! Allah'a ortak koşma! Çünkü ortak koşmak elbette büyük bir zulümdür.' " (Lokman, 31/13)

Biz de bu âyetten hareketle, çocuklarımıza Allah'ın büyüklüğünü anlatacağız:

 "Kâinatı, güneşi, yıldızları, ayı, dünyayı ve üzerindeki bütün canlıları yaratan Odur. Dünyanın en güçlü kralına da küçücük sineğe de can veren O'dur. Allah'tan başka ilâh yoktur. İbadete ve duaya lâyık ancak O'dur. Ancak Allah'ın önünde eğilir (namaz kılar) ve gücümüzün yetmediği şeyleri O'ndan isteriz. Eğer Allah'ı unutur, mal, para ve makam elde etmek için başkalarının önünde eğilirsek Allah'a ortak koşmuş, büyük bir haksızlık yapmış oluruz."

 "(Lokmân öğütlerine şöyle devam etti:) 'Yavrum! Şüphesiz yapılan iş bir hardal tanesi ağırlığında olsa ve bir kayanın içinde, yahut göklerde ya da yerin içinde bile olsa, Allah onu çıkarır getirir. Çünkü Allah en gizli şeyleri bilendir, (her şeyden) hakkıyla haberdar olandır.'" (Lokman, 31/16).

Biz de Lokman (as) gibi, çocuklarımıza Allah'ın yaptığımız her şeyi gördüğünü, aklımızdan ve kalbimizden geçen en gizli duyguları bildiğini, O'ndan hiçbir şeyi gizleyemeyeceğimizi, iyi şeyler yaptığımızda çok hoşuna gideceğini ve bizi seveceğini anlatmalıyız.

Sonraki âyetlerde, Lokman (as) öğütlerine devam eder:

 "Yavrum! Namazı dosdoğru kıl. İyiliği emret. Kötülükten alıkoy. Başına gelen musibetlere karşı sabırlı ol. Çünkü bunlar kesin olarak emredilmiş işlerdendir. Küçümseyerek surat asıp insanlardan yüz çevirme ve yeryüzünde böbürlenerek yürüme! Çünkü Allah hiçbir kibirleneni, övüngeni sevmez.Yürüyüşünde tabii ol. Sesini alçalt. Çünkü seslerin en çirkini herhalde eşeklerin sesidir!"(Lokman, 31/).

Bu âyetlerde hem Allah'a, hem de O'nun yarattığı insanlara karşı görevlerimiz sıralanmakta; adabımuaşeret kurallarının bir özeti verilmektedir. Bunları çocuklarımıza anlatırken, kelime ve açıklamalarımızı onların yaşına ve anlayışına göre seçmemiz gerekir.

Sorulara Çocuk Mantığı ile Yaklaşmalıyız

Çocukların her konudaki sorularına cevap verirken yetişkin mantığı ile değil, çocuk mantığı ile düşünmeliyiz. Yapacağımız küçük bir hata onların zihinlerini karıştırmaya yetecektir. Çocuklar dört yaşına kadar ben-merkezci bir düşünceye sahiptir. Canlı cansız ayırımı yapamazlar; onlara göre her şey canlıdır. Bu sebeple masallarda geçen olayların tamamına inanırlar, uydurma olduğunu düşünmezler.

Okul öncesi eğitimde masalların ve dinî hikayelerin rolü büyüktür. Masal kahramanlarının şahsında doğru davranışları öğretmek kolaylaşır. Çocuk kendisini kahramanın yerine koyar, onunla özdeşleşir.

Çocuklar yaptığımız basit açıklamalarla yetinir, fazlasını merak etmezler. Bir anne anlatmıştı:

"Dört yaşındaki çocuğum bana, 'Anne, neden Allahı göremiyoruz?' dedi. Ben de gözlerimiz küçük olduğu için Allah'ı göremeyiz, dedim. Kendi kendine mırıldandı: 'Evet, gözlerimiz küçük olduğu için Allah'ı göremeyiz.' Bu cevap ona yetti, başka soru sormadı. Büyük çocuklara bu açıklama yeterli olmayabilir."

"Niçin Allahı göremiyoruz, Allah nerededir, ne kadar büyüktür?" gibi soruların cevabını vermemiz ve onların şüphelerini ve zihinlerindeki yanlış imajları düzeltmemiz gerekir. Ben, on yaşında bu soruları soran oğluma karşılıklı diyalog yoluyla cevap vermiştim.

Önümüzde duran masayı göstererek sordum:

- Bu masa kendi kendine olur mu?
- Olmaz.
- Yani bunu yapan biri var, diyorsun.
- Evet.
- Şu giydiğimiz terlikler ve ayakkabılar da kendi kendine olmaz, değil mi?
- Olmaz.
- Onları kim yapıyor?
- Adamlar.

- Evet, adamlar yapıyor. Biz onlara ayakkabıcı diyoruz.Ayakkabı kendisini yapan ayakkabıcıya hiç benziyor mu? Ayakkabıcının ağzı, gözü, kulağı, ayağı, kolu var, yürüyor ve konuşuyor. Ayakkabıya bakıyoruz, kendisini yapan ustaya hiç benzemiyor, ne gözü var ne de kulağı, ne yürüyebiliyor ne de konuşabiliyor, değil mi?

- Evet.
- Basit bir masa ve ayakkabı kendi kendine olmazken, gökyüzünde gördüğümüz güneş, ay, yıldızlar ve üzerinde yaşadığımız şu dünya kendi kendine olur mu?
- Olmaz.
- Demek onları yapan, yani yaratan biri var. Kimdir o?
- Allah.

- Evet, dünyayı ve üzerinde yaşayan canlıları yaratan yüksek bilgi ve güç sahibi Biri var ve biz Ona Allah diyoruz. Nasıl ayakkabıcı yaptığı ayakkabıya hiç benzemiyorsa, Allah da yarattığı varlıklardan hiçbirine benzemez. Yemek, içmek, uyumak, bir evde oturmak bize mahsus şeylerdir. Allah, bize benzemediği için bunlardan hiçbirine ihtiyacı yoktur. Allah'ın varlığını biliyoruz, ama Onu göremiyoruz. Duyularımız, aklımız ve bilgimiz sınırlı olduğu için her şeyi göremez, her şeyi duyamaz ve her şeyi bilemeyiz. Allah melekleri nurdan yarattığı için onları da göremiyoruz.

- Çocuklarımızı İbadete ve Duaya Nasıl Alıştırabiliriz?

Sembollerle düşünme, yani soyut düşünce tam gelişmediği için, çocuklar yedi yaşına kadar her şeye inanırlar. Dört yaşındaki bir çocuk için imkânsız diye bir şey yoktur, her şey mümkündür."Dün gece, sen uyurken, gökten bir yıldız indi; seni öpüp gitti." deseniz hemen inanır, bunun mümkün olamayacağını düşünmez.

Dört yaşındaki çocuklara ibadetler ve dua çok ilginç gelir, bizi taklit etmeye çalışırlar. Bizimle birlikte namaz kılmak, dua etmek, oruç tutmak, camiye gitmek çok hoşlarına gider. Yemeklerden önce ve sonra Allah'a verdiği nimetlerden dolayı sesli olarak şükretmek, namazlardan sonra yine sesli olarak dua etmek; kendimiz, eşimiz, aile büyüklerimiz ve çocuklarımız için iyi dileklerde bulunmak yavrularımız üzerinde büyük tesir bırakır ve onları Allah'a yaklaştırır.

Küçük çocukların dil ve zihin gelişimi henüz yeterince olgunlaşmadığı için, soruların amacını tam olarak ifade edemezler.

Bir gün çarşıda dolaşıyordum. Annesinin kucağında, iki-üç yaşlarında bir erkek çocuğu parmağıyla camiyi göstererek sordu:

- Bu ne? Annesi,
- O bir cami, dedi. Çocuk tekrar sordu:
- Bu ne? Annesi yine aynı cevabı verdi:
- O bir cami. Çocuk istediği cevabı alamadığını anlatmak için yine sordu:
- Bu ne? Anne sesini yükselterek ve kelimelerin üzerine basarak,
- O bir cami, dedi. Anneye yaklaştım,
- Hanımefendi, dedim, çocuk caminin adını sormuyor; eve benzemediği için ne işe yaradığını soruyor.

Eğitimci Yazar Cezmi Tahir Berktin, "Okul Öncesi Eğitim" isimli kitabında kendi başından geçen bir olayı anlatıyor:

- Dört yaşındaki kızım, açlık grevine başlamış gibi, birdenbire yemek yememeye başladı. Bizimle sofraya oturmuyor, ağzına bir lokma koymuyordu. Bütün çabalarımıza rağmen sebebini öğrenemedik. Gece olmuş, yatma saati gelmişti. Kucağıma alıp yatağına götürdüm. Başını okşayarak, "Seni seviyorum, yemek yemeyişin beni üzüyor." dedim. Ağlayarak boynuma sarıldı: "Babacığım, ne olur sen de yeme!" dedi ve çocuk diliyle sebebini anlatmaya başladı.

Meğer eşim, farkında olmadan, bir eğitim hatası yapmış. Her anne gibi, bizim hanım da çocuğun beslenmesini aşırı önemsediği için kızım soruyor:

- Anne, neden yemek yiyoruz?
- Büyümek için.
- Büyüyünce ne olacak?
- Yaşlanacağız.
- Yaşlanınca ne olacak.
- Her yaşlı gibi bir gün biz de öleceğiz.

Kızım, o küçük mantığı ile ölümden kurtulmanın çaresini yemek yememekte buluyor. "Yemek yemesem büyümem, büyümezsem yaşlanmam, yaşlanmazsam ölmem." gibi basit bir mantık geliştiriyor.

Berktin Hocanın da ifade ettiği gibi, biz ne kadar saklasak da çocuk er veya geç ölüm gerçeği ile yüzleşecektir. Çok sevdiği büyükannesi, büyükbabası veya arkadaşı öldüğünde bize sormayacak mı:"Büyükannem (veya arkadaşım) nereye gitti?"Vereceğiniz cevapta ahiret (cennet) inancı yoksa, ayrılık acısıyla dolu o küçük yüreği nasıl teselli edeceksiniz? Omuzlar üzerinde taşınan bir tabutu görüp sorduğunda ne cevap vereceksiniz?

Korkutarak Değil, Sevdirerek Eğitmeliyiz

Çocuklar dört-beş yaşına kadar rüya ile gerçeği birbirinden ayıramaz, düşüncelerin ve hayallerin gerçekleşebileceğine inanırlar. Kardeşini kıskandığı ve içinden ölmesini arzuladığı zaman, bunun gerçekleşeceğini düşünerek korkar, suçluluk duygusuna kapılır.

Çocuğun yaramazlığından bıkan bir anne,"Beni çok üzüyorsun, bir gün üzüntüden öleceğim." diye yakınsa veya "Allah annelerini üzen çocukları sevmez, cehenneminde yakar." diye korkutsa, çocuk bunun gerçekleşeceğini zannederek paniğe kapılır.

Çocuklara din eğitimi verirken, çoğu aileler farkında olmadan korku objesini kullanırlar. Salzman tarafından kaleme alınan ve "Yengeç Kitap" olarak bilinen bir eğitim klasiğini"Çocukları Kötü Eğitmenin Yolları"adıyla çevirmiştim. "Çocukları Dinsiz Yapmanın Yolları" başlığı altında şu tavsiyeler yer alıyordu:

" Zorla dua ezberletin, ezberleyemediği zaman cezalandırın.

" Yaramazlık yaptığı zaman Allah'ın onu cehennemde yakacağını söyleyerek korkutun.

" Din adamlarını, dindar akrabalarınızı ve komşularınızı çekiştirin, yaptıkları hataları sayarak gözden düşürün.

Salzman, çocuklarına söz geçiremeyen beceriksiz bir annenin hikayesini anlatırken de şöyle der:

"Bu ahmak kadın çocuklarını üç şeyle korkutarak sindirmeye çalışırdı: Öcü, baba ve Allah. Çocukları yatmaya zorlamak için,

- Yatın çabuk, kapatın gözlerinizi, yoksa öcüler gelir sizi yer, derdi. Yaramazlık yaptıkları zaman,

- Allah annesini üzen çocukları cehenneminde yakar, diye korkuturdu. Bir suç işleyen veya yalan söyleyen çocuğu tehdit eder,

- Baban akşam gelsin görürsün sen, temiz bir dayak ye de aklın başına gelsin, derdi."

Çocuk eğitiminde davranışlarımız sözlerimizden daha etkilidir. Namaz kılacağı zaman çocukları odadan dışarı çıkaran anne babalar var. Camide çocuk azarlayan ve dışarıya kovalayan yaşlılar görürsünüz. Sebebini sorduğunuzda, "Yaramazlık yapıp namazımızı bozuyor." derler. Davranışlarıyla çocukları dinden soğuttuklarının farkında değildirler.

Bir gün ailece yaşlı bir akrabamızı ziyarete gitmiştik. Hoş beş ve çay faslından sonra sıra namaz kılmaya geldi. Biz namazda iken dört yaşındaki oğlum gelip sırtıma çıktı, kollarıyla boynuma tutundu. İkimiz de buna alışığız. Peygamberimiz (asm)'in çocuk sevgisini anlatırken Hz. Hasan ve Hüseyin efendilerimizin dedeleri namazda iken sırtına tırmandıklarını, Peygamberimiz (asm)'in buna ses çıkarmadığını, böyle birlikte namaz kıldıklarını anlatmıştım. O günden sonra, kimbilir belki de kendisini Hz. Hasan veya Hüseyin yerine koyarak, ben namazda iken gelip sırtıma tırmanır, elleriyle boynuma tutunur, böylece birlikte secdeye varırız. "Ne yapıyorsun?" diyenlere de "Babamla namaz kılıyorum." der.

Biz oğlumla son rekatta iken, namazını bitiren yaşlı akrabamız hışımla çocuğu sırtımdan alıp odadan dışarı çıkardı ve kapıyı kapattı. Bana, "Bu namaz olmadı, yeniden kılacaksın!" dedi. Güldüm. "Yapma Hacı Amca, Peygamberimiz (asm)'in namazını bozmayan bir şey neden benim namazımı bozsun." dedim. Ne demek istediğimi anlamadı tabiî. "Neymiş Peygamberimizin namazını bozmayan şey?" dedi kızarak. Ben de anlattım, ama aklı yatmadı. "Olmaz öyle şey, nereden uyduruyorsun bunları!.." dedi.

Çocuklara Cenneti Olan Allah'ı Anlatmalıyız

Bir akşam bir komşumuz telefon etti:

- Ali bey, bizim çocuğa bir haller oldu, nazara geldi herhalde, şeytan ağza alınmayacak şeyler söylettiriyor, dedi.

- Hayırdır, hele anlat bakayım, dedim. Anlatmaya başladı:

- Ah sormayın, benimle birlikte namaz kılan, camiye giden bu güzel çocuğa neler oldu anlamıyorum. Gerçi yaşı daha küçük, dört yaşında, ama söylediği şeyler aklımı başımdan aldı, ne diyeceğimi, ne yapacağımı şaşırdım. "Ben namaz kılmayacağım!.." diye tutturdu. Olur mu, Allah namaz kılmayanları cehenneminde yakar, dedim. "Ben de onu yakarım!" demez mi? Şaşırdım kaldım. Aklıma bir hocaya götürüp okutmak geldi, ama gitmeden önce size bir danışayım dedim.

Komşuyu dinledikten sonra güldüm.

- Hocaya filan götürmenize gerek yok, çocuk haklı, dedim.

Böyle bir cevap beklememiş olacak ki, tepkisi sert oldu.

- Ne diyorsunuz siz, Ali bey?

- Küçük çocukları cehenneminde yakan Allah'ı hangi çocuk sever ve içinden gelerek namaz kılar? Çocuğu cehennemle korkutmaya ve Allah'tan soğutmaya ne hakkınız var? Çocuklara cehennemin kapalı olduğunu bilmiyor musunuz? Peygamberimiz (asm) buyuruyor ki: "Buluğa erinceye kadar çocuktan ve akıl hastasından kalem kaldırılmıştır." Çocuğu cehennemle korkutarak hem Allaha, hem çocuğa haksızlık ediyorsun. Çocuğun tepkisi gerçek Allah'a değil, senin uydurduğun Allah'a. Bu vebalin altından nasıl kalkacaksın?

Çocuk adına çok üzüldüğüm için sözlerim sert olmuştu, bunun farkındaydım, ama kendimi tutamamıştım. Adam bir müddet sustuktan sonra:

- Ali bey, kusura bakmayın, aklım iyice karıştı dedi. Ben hocalardan Peygamberimiz (asm)'in "Çocuklarınızı yedi yaşından itibaren namaza alıştırın.", dediğini duydum.

- İyi de kardeşim, cehennemle korkutarak alıştırın dememiş ki!..

- Haklısınız galiba Peki, ne olacak şimdi? Hatamı nasıl tamir edeceğim?

- Çocuğunuzun terapiye ihtiyacı var, gelin de bunu nasıl yapacağımızı konuşalım.

Baba iyiniyetli ve söz dinleyen biri olduğu için, verdiğim tavsiyeleri yerine getirdi ve çocuğun bozulan itikadı kısa zamanda düzeldi.

Çocuklarda Ölüm Korkusu

Araştırmalar, okul öncesi çocuklarda ölüm korkusunun çok baskın olduğunu göstermektedir. Öncelikle anne babasının, daha sonra kendisinin öleceğinden korkar. Ölüm korkusunun tek çaresi ahiret inancıdır. Ölümü öldürüp kabir kapısını kapatamadığımıza göre, "Nereden geldik, nereye gideceğiz?" sorusuna cevap bulmak zorundayız. Bu sorunun cevabı da İslâm inancında vardır.

Bir gün bir hanım okuyucum telefonla beni aradı. Ağlamaklı bir sesle,

- Ali bey, annemi kaybettik, dedi.

Başsağlığı ve sabır diledim. Konuşmaya devam etti:

- Annemin öldüğüne fazla üzülmüyorum, iyice yaşlanmıştı, kendini zor taşıyordu. Namazında, niyazında, iyi bir insandı. Çok defa, "Allah'ım beni çocuklarıma yük etme, yatağa düşürmeden emanetini al, beni Hasan'ıma kavuştur." diye dua ettiğini duydum. Hasan derken ölen babamı kastediyordu. Babamı üç sene önce kaybettik. Sözü fazla uzatıp başınızı ağrıtmak istemiyorum. Dört yaşındaki kızım için arıyorum. Büyükannesini çok severdi. Annem ölünce, kızımı hemen götürüp teyzesine bıraktım. Annemin hasta olduğunu söyledik, öldüğünü bilmiyor. Uzun süre saklamamız imkânsız, bir şekilde bir yerlerden duyacak veya nereye gittiğini soracak. Ne cevap vereceğimi, nasıl anlatacağımı bilemiyorum; bana yardımcı olun lütfen.

Tekrar başsağlığı ve sabır diledim.

- Siz inançlı bir insansınız. Bir-iki gün sonra acınız hafifleyince çocuğunuzu yanınıza alın. Ona "büyükannesinin öldüğünü, fakat cennete gittiğini, orada daha güzel bir hayat yaşayacağını" anlatın, dedim.

Anne biraz tereddüt geçirdikten sonra:

- Ben de buna benzer şeyler anlatmayı düşünmüştüm, dedi. Ancak, "Büyük annemi bir daha göremeyecek miyim?" derse ne cevap vereceğim?

- Çocukların sorularına cevap verirken dürüst olacağız. Detaylara girmeden, kısaca, anlayacağı kelimelerle cevap vereceğiz. Nasıl inanıyorsak öyle anlatacağız. İnancımıza göre, ahirette yine biraraya geleceğiz, akrabalık ve dostluk ilişkilerimiz devam edecek. Siz de çocuğunuza bunları anlatın. "Büyükannesiyle cennette buluşacağını, yine kendisini seveceğini" söyleyin.

Çocuğun din eğitimini bir makaleye sığdıramayacağımızı siz de takdir edersiniz. Çocuklardan gelen, cevaplamakta zorluk çektiğiniz soruları elektronik posta adresime gönderebilirsiniz; elimden geldiğince yardımcı olmaya çalışacağımdan emin olabilirsiniz.

Konu ile alakalı detaylı bilgi edinmek isterseniz Ali Çankırılı'nın "Çocuğun Manevi Eğitimi" isimli kitabından faydalanabilirsiniz.

İlave bilgi için tıklayınız:

- Çocuk ve Allah

14 Gelin, damat kaynanasına, kayınpederine bakmak zorunda mıdır?

Müslüman bir hanımın eşine iyi davranmasının bir diğer yönü de eşinin anne ve babasına karşı iyi davranması, onlara hürmeti ve takdiri elden bırakmamasıdır. Kadın, kayınvalidesine yardımcı olarak kocasına ikram ve iyilikte bulunur. Dolayısı ile koca da bu durumu göz önünde bulundurarak hanımına ve onun annesine karşı iyi davranır. Kadın bunu yapmakla aslında kendine iyilik yapmış olur. Zira Allah Teâlâ buyuruyor:

"İyiliğin karşılığı iyilikten başka bir şey midir?”(Rahman, 55/60)

Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem,

"İnsanların hayırlısı, başka insanlara faydalı olanıdır.”(Feyzu'l-Kadir, III/)

buyuruyor. Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellemin ümmetine öğrettiği merhamet, sadece yakınlarını değil bütün insanlığı kucaklamaktadır. Bir hadis-i şerifte şöyle ifade edilmiştir:

"İnsanlara merhamet etmeyene Allah merhamet etmez.”(Müslim, Fedâil, 66; Tirmizî, Birr, 16) 

"Merhamet edenlere Allah da merhamet eder. Siz yeryüzündekilere merhamet edin ki göktekiler de size merhamet etsin."(Tirmizî, Birr 16; Ebû Dâvûd, Edeb 58)

Merhamet bazı kimselerin sandığı gibi, sadece bir acıma duygusu değildir. Sevgiyle gelişen yardım ve fedakârlıkla büyüyen şümullü bir histir. Eğer bir kalpte merhamet duygusu yoksa o kalp hastadır.

Zamanımızda bazı kişiler "Kadın, erkeğinin çamaşırını yıkamak zorunda değildir, çocuğunu emzirmek mecburiyeti yoktur."diyerek, aile hayatının yaşanmaz hale gelmesine vesile oluyorlar. Her ne kadar kazaen mecbur değilse de işin bir de dinî yönü, insanî yönü, merhamet boyutu vardır. Memure kadın, alacağı para karşılığında tanıdığı, tanımadığı insanlara günlük en az sekiz saat hizmet ederken kocasına, çocuğuna, kocasının anne, babasına neden itaat etmesin. Bu garip düşünceler ve benzeri yanlışlar, nice ailelerin çözülmesine ve huzursuzluğa vesile oluyor. Aileler her şeyden fazla muhabbete muhtaçtırlar.

Ailelerin dünya ve ahiret saadeti için önce Allah ve Rasulü’ne itaat etmesi, birbirlerine meşrû zeminlerde itaatleri gerekir. Günahlarda ise hiç kimseye itaat gerekmez.

Saniyen herkesin birbirlerine karşı sorumluluklarını yerine getirmeleri ailenin mutluluğunu sağlar. Aksi halde aile hayatı yaşanmaz hale gelir. Bir diğer yönü ise, hayat sadece bu dünya ile sınırlı değil, bir de asıl hayat olan ahiret hayatı vardır. Biz öyle bir aile ortamı oluşturalım ki haramlardan uzak, Kur’an ve sünnet ikliminde, cennetî bir hayat yaşanan akl-ı selim sahibi insanların hayatı olsun. Zira Allah Teala güzel davranışta bulunanları sever.

Kayınpeder ve Kayınvalideye Hizmet

Bu ve buna benzer hadiselere, İslam hukukundaki maslahat prensibi açısından bakarak bazı şeyler söylemeye çalışacağım. Nihai anlamda söyleyeceğim şeylerin “mutlaka uyulmalı” veya literatürdeki ifadesiyle “mucebince amel oluna” cinsinden bir fetva olmayacağını baştan ifade edeyim. Çünkü hem bu satırların yazarı kendisini içtihadi ahkam üretme konusunda ehliyetli görmemektedir, hem de -velev ki öyle bile olsa- içtihadi meselelerde nihai ve mutlak doğru yoktur. Metodolojisine uyularak ehil insanlar tarafindan yapılan içtihadlar, yeni hükümler birbirinden siyah-beyaz nisbetinde farklı olsa da doğru oldukları herkesin bildiği bir gerçektir. Daha gerçekci bir ifadeyle bunlar, “Eşbeh bi’l-hak” nazariyesine göre, şartlarına riayet edilerek ehilleri tarafından yapılan içtihatlar olduğu için doğruya en yakın olandır. Fıkhi mezhepler arasındaki görüş ayrılıkları, hem de aynı mesele üzerindeki farklı hükümlerin bulunması bunu açık ve net bir biçimde göstermektedir.

Bu hadise münasebetiyle bahsini ettiğimiz türden bir denemeye girmemizin sebebi ise, soruda bahsi geçen konu ile alakalı olarak Kur’an ve bağlayıcı sünnette aksine ihtimal vermeyecek ölçüde nihai hükmün bulunmamasıdır. Burada hemen akla anne-baba hakkında Kur’an’da “öff” bile demeyin ayeti gelebilir. Ama şu detay oldukça önemlidir ve gözden kaçırılmaması gerekir; bu ayetin her bir kişinin kendi anne ve babasını kasdettiği kesindir, fakat kayınvalide ve kayınpederi kapsadığı şüphelidir. Usul-u fıkıh ifadesiyle bu ayetin sübutu kat’idir, ama muhtevanın kayınvalide ve kayınpedere delaleti zannidir. Zaten bağlayıcı bir beyan olsaydi Ebu’s-Suud Efendinin fetvalarına benzer tek kelimelik “mecbursun” türü bir beyanla soruyu cevaplamış olurduk.

Sorudaki meselenin iki boyutunun olduğunu baştan kabullenmek gerek; bir; evli bayanın anne-babasını veya anne-babasının kızını ziyaret etme hakları. İki; karı-kocanın aile saadeti, evliliklerinin huzur ve mutluluk içinde devamı ki benim maslahat prensibi açısından deneme yapacağım alan da burası. Hadisenin birinci boyutu ile alakalı olarak, evli bir bayanın anne-babasını veya anne-babasının kızlarını ziyareti tartışma götürmez bir haktır. Ama bunun zamanlaması tamamı ile örf ve adete ya da eşlerin pozisyonlarına göre karşılıklı anlaşmalarına bırakılmıştır. Yüz hanelik bir köyde evli olan bayanın anne-babasını ziyaret sıklığı ile örneğin başka bir şehirde veya yurt dışında hayatını sürdüren bir bayanın anne-babasını ziyaret sıklığı bir olmayacaktır.

İkinci hususa gelince; önce kayınpeder ve kayınvalidenin veya kayınbirader ve baldızların damad ile olan irtibatını açık ve net bir biçimde ortaya koyalım; akraba. İslam hukunda akrabalar asabe (kan bağı), zevi’l-erham (evlilik) ve vela (köle azadı) vesilesi ile olmak üzere üç ayrı grupta ele alınır. Gerek miras, gerek diyet, erş gibi tazminat ve gerekse ihtiyaç hasıl olduğunda vasi tayini gibi hususlarda bu sıralamaya riayet edilir. Kayınpeder ve kayınvalide başta kayınbirader ve baldızlar bu kategori içinde ikinci sırada yer alır. Bunlara yapılacak maddi destekler de üçüncü şahıslara nisbetle daha çok sevaptır. Bu görüşü şu hadisle temellendirebiliriz. Allah Rasulü (asm) sadaka mahallerini beyan eden hadislerinde akrabaya yapılan yardımlar için buyururlar ki; mealen: “Onlara verilen sadakadan hem sadaka hem de sılayırahim sevabı alınır.”

Kaldı ki bu vesile ile hadis kitaplarında akraba bağlarının gözetilmesi ile alakalı müstakil babların ve yüzlerce hadisin bulunduğunu da hatırlatmak isterim.

Bunu öncelikle belirtmemin sebebi, Kur’an ve sünnette kayınpeder ve kayınvalideyi görüp gözetme, koruyup kollama hususunda net bir beyan yoktur, itiraz veya düşüncelerinin önünü kesmek içindir. Hayır, Kur’an ve sünnette kayınpeder ve kayınvalideyi direkt veya dolaylı olarak ele alan beyanlar vardır. Yukarıda sunduğumuz akraba kategorileri buna bir örnek olduğu gibi, Kur’an’da (Nisa, 4/23) kendisi ile evlenilmesi haram insanlar sınıfında açıkca kayınvalidelerin zikredilmesi de ayrı bir örnektir.

Bir başka açıdan; diyelim ki Kur’ani ve Peygamberi beyanlarda bu çizgide bir açıklama, emir veya yasak yok. Bu takdirde ne yapılacak; işte maslahat prensibinin işletileceği nokta burasıdır. Maslahat İslam hukukuna göre hükmü bilinmeyen meselelerde kullanılan bir metodolojidir. Genel tarife göre maslahat; hükmün kendisine bağlanması ve üzerine hüküm bina edilmesi insanlara bir fayda sağlayan veya onlardan bir zararı gideren ve bunun geçersiz sayıldığına dair şer'i bir delil olmayan manalara denir.Maslahat Allah'ın muteber sayıp-saymamasına göre üçe ayrılır. Mutlak anlamda dikkate alınması gerektiğine dair şer'i delil olan maslahatlara maslahat-i mutebere (mesalih-i mutebere) denir. Allah tarafindan geçerli veya geçersiz sayıldığına dair delil bulunmayan maslahatlara -ki içtihada bırakılmış meselelerdir bunlar- maslahat-i mürsele (mesalih-i mürsele), şer'i delilin muteber sayılmayacağını gösterdiği maslahatlara ise maslahat-i mülğa (mesalih-i mülğa) denir.

Bir başka açıdan maslahata dayalı olarak hüküm verebilmek için maslahat denilen, maslahat olarak görülen mananın Ramazan el-Buti’nin tesbitlerine göre;

1. Allah’ın hedeflediği gayelere uygunluk içinde olması,
2. Kur’an ile çelişmemesi,
3. Sünnet ile celişmemesi,
4. Kıyasa aykırı olmaması,
5. Kendinden daha önemli veya eşit bir maslahatı ortadan kaldırmaması gerekmektedir.

Şimdi bu aşamada şunu söyleyebiliriz; kayınvalide ve kayınpederin ya da eşinin kardeşlerinin damadın yardımına muhtaç olduğu durumlarda, damadın imkanları ölçüsünde maddi yardımda bulunması bir maslahattır. Maslahattır; çünkü dinin temel değerleri ile çatışması bir tarafa örtüşmektedir. Hatta mesalih-i mürsele değil, mutebere sınıfındandır. Ve Ramazan Buti’nin tesbitleri içinde yer alan hiç bir maddeye de aykırı değildir.

Bu hususa bir başka açıdan yaklaşarak farklı bir açılım kazandırmak istiyorum; usul-u fıkıhçılara göre maslahat zaruri, külli ve kat’i olmalıdır. Zaruri demek, usul-u hamse adı verilen ferdi ya da içtimai olarak el ele vererek korunması gerekli olan beş temel unsurun bu maslahatla korunmus olması demektir. Onlar da herkesin bildiği gibi, din, nesil, mal, ırz ve hayattır. Külli demek, maslahatın sadece şahsa özgü değil, bütün ümmete şamil olmasıdır. Kat’i ise maslahattan elde edilecek şeyin kesin olması demektir. Şimdi damadın kayınpeder ve kayınvalidesine bahsi geçen çizgide yardımı, sahiplenmesi şahsi kanaatıma göre bu üç unsuru da içinde barındıran bir maslahattır.

Pekala bu maslahata bağlı olarak elde edilen sonuç bağlayıcı bir değere sahip midir, denilecek olursa, yine bir usul kaidesi ile bu soruya cevap bulabiliriz; “Yasaklar mefsedete, emirler ise maslahatlar üzerine kuruludur.” Burada maslahat zaruri, külli ve kat'i olduğuna göre elbette farz, vacib mesabesinde olmayan bir yükümlülük söz konusu olabilir. Yalnız bu yükümlülük hukuki değil ahlaki düzeydedir. Hukuki olabilmesi için mahkeme kararı olması gerekmektedir.

Ayrıca Arap örf ve adeti ile bizim bugün içinde yaşadığımız toplumda damad ile kayınpeder-kayınvalide münasebetleri farklı bir seyir izleyebilir. Bu farklılık erken dönem İslami hayata ve hükümlere o toplumda kabullenilen şekliyle yansımasına sebep olmuştur. Bu durum aynı zamanda fıkıh kitaplarında bahsi geçen çizgide net görüşlerin yer almamasının da bir izahıdır.

Buraya kadar damad-kayınpeder, kayınvalide diyerek ele aldığımız her şey gelin-kayınpeder, kayınvalide münasebeti için de geçerlidir. Maddi açıdan, yani gelinin madden eşinin anne babasını desteklemesi, yardımda bulunması -istisnalar hariç- olmasa bile, onlara hizmet noktasında çok yoğun tartışmaların yaşandığı bir alandır. Bir başka ifadeyle gelin-kaynana geçimsizliği. "Kadının eşinin kayınpeder ve kayınvalidesine bakma yükümlülüğü var mıdır?" ile başlayan sorular kümesini kasdediyorum daha açıkcası. Bence bu ve benzeri istikametteki sorulara da yukarıda izahını yapmaya çalıştığımız maslahat açısından bakmalı ve cevabı gerek maslahatın mutebere oluşu ve gerekse zaruri, külli ve kat’i oluşu noktalarında aramalıdır.

- Dini açıdan anne babaya bakmak zorunda olan kimdir?

Anne baba bakıma muhtaçlarsa, evladın onların bakımıyla ilgilenmesi dinimizin emridir. Bu bakımdan evlat ya bizzat kendisi bu vazifeyi ifa edecek veya bir hizmetçi tutup onların hizmetlerini gördürmesi gerekir.

Kayınpeder kadın için babası hükmündedir; bu bakımdan kendisine namahrem değildir.

İslam’ın hakkıyla yaşanmadığı yerlerde veya şahıslarda, ister istemez bazı sıkıntılar yaşanacaktır. Bu sıkıntıları da İslam ve Kur’an ilacı ve reçetesi ile tedavi etmek durumundayız.

İslam hukuku olayları değerlendirirken öncelikle farz ve haram noktasından ele alır. Yani bu işi yapmak farzdır veya değildir, haramdır veya değildir, şeklinde bir hüküm açısından konuyu açıklar.

Bu nedenle, bir şeyin farz olmaması hiçbir şey yapması gerekmez anlamına gelmemelidir. Örneğin Hanefi mezhebine göre Fatiha suresi okunmadan kılınan namaz caizdir. Ancak Fatiha okumak vaciptir. Vacibin terkiyle namaz bozulmaz, demektir. Yoksa Fatiha okusan da olur okumasan da, demek değildir. Okumak vaciptir ve bilerek terk eden sorumlu olur, ancak namazın farzları yerine getirildiği için de namaz geçerli olur.

"Eşlerin kayınpederine bakma yükümlülüğü var mıdır?" konusunda İslam alimleri şunları söylemektedirler. “Bir gelin kendi kocası ve hatta çocuğuna bile bakma zorunluluğu yoktur. Dolayısıyla bir kayınpedere bakma sorumluluğu da yoktur." İşte bu hüküm farziyet noktasından değerlendirilerek verilmiştir. Yani bir gelin kayınvalidesine bakmamakla haram işlemiş olmaz. Ancak birçok sünneti terk etmiş veya bazı mekruhlara girmiş olabilir.

Şimdi karşımıza bir gelin hanımı alarak sohbetimizi devam ettirelim:

Kayınpederiniz, beyinizin babasıdır. Siz ayrılsanız veya kocanız vefat etse dahi, akrabalığınız en azından çocuklarınız aracılığıyla devam ediyor demektir. Aile içinde şu veya bu şekilde, az veya çok, görüşmelerinizin sıklığı ve sâkinliği nisbetinde hak-hukuk mutlaka olacaktır ve zaten vardır. Bu gibi konularda hürmet ve saygı başta olmak üzere, dinî ölçüleri zorlamamak kaydıyla anlayış ve hoşgörü ortamı içinde münasebetleri sürdürürsünüz. Kendinizi dinen ve vicdanen rahat hissediyorsanız mesele yok, ancak kayınpeder olup olmaması bir tarafa, insan olarak kalbini kırma, gıybetini yapma, soğuk davranma, meşru istek ve arzularını yerine getirmeme gibi hallerde bulununca mutlaka hak geçer. Bunun için özür dileme, helâllik isteme gibi telâfi yollarını tercih etmelidir.

Demek ki bir evlat anne ve babasına bakmakla yükümlüdür.Bu vazifesini yapmadığı takdirde günaha girmiş olur. Gelin ise kayınvalide ve kayınpederini br yabancı olarak değil de anne ve babası gibi görmeli ve onlara hizmette kusur etmemelidir.

- Gelin kayınvalidesi ile aynı evde yaşamak zorunda mıdır?

Gelin kocasının ana babasıyla aynı yerde kalmaya, onlara bakmaya (hukuken) mecbur değildir. Ama (diyaneten) hizmet etmesi tavsiye edilir. Beyinin imkanı elverdiği nispette ayrı ev, yoksa ayrı oda dahi isteyip ayrı yerde kalabilir, hizmet etmeye zorlanamaz. Ancak beyinin mutluluk ve huzuru hanımın da mutluluk ve huzuru olacağından, bir hanımefendi mümkün olduğu kadarıyla beyinin ana babasına hizmette kusur etmemeye gayret gösterir, böylece ailenin mutluluğunu, huzurunu sağlamaya katkıda bulunmuş olur. Çünkü hiçbir evlad ana babasını ihmal etmez, muhtaç oldukları zaman onların hizmetine koşmaktan geri durmaz. Mutlaka ana babasına hizmet edecek, onların mutluluğuyla mutlu, mutsuzluğuyla da mutsuz olacaktır.

Hanım hukuki hakkını kullanıp da kayınvalide ve kayınpederine hizmetten uzak kalması, beyinin mutsuzluğuna sebep olup sevgi azalmasına vesile teşkil edecektir. Bir hanım da, bunu istemez elbette. Kaldı ki bugünün gelinleri yarınların da kayınvalideleridirler. Onlar bugün kayın validelerini ihmal edince yarın kendilerinin de ihmal edilmeye müstehak olacakları aşikardır.

Öyle ise hukuken olmasa da diyaneten istenen bu hizmet işlerini, gelinler ihmal etmemeli, bir gün kendilerinin de aynı şekilde hizmete, hürmete muhtaç hale geleceklerini unutmamalılar.Ayrıca bu gibi iyilikler karşılıklıdır. Bugün kendisi beyinin ana babasına hizmet eder, yarın da beyi kendisinin ana babasına hizmet eder. Hiç belli olmaz; kim kime ne zaman ne şekilde muhtaç hale gelecektir. Asıl vefa ve sadakat da böyle günlerde belli olur zaten. Kaldı ki bu hizmetler de yabancıya değil; ana baba makamına kaim olan kayınvalide ile kayınbabaya yapılmaktadır. Öz ana baba olmasa da ana baba yerine geçenlerdir bunlar.

- Anne-baba, yavrusunun yuvasını yıkan kişi olabilir mi?

Bir baba ve ana yavrusunun yuvasını bozabilir mi; aile ocağını söndürmeye yönelik tutum ve tavır içinde olabilir mi?

İlk bakışta insan buna ihtimal veremiyor, hatta hemen cevap da vermek istiyor:

– Hayır, bir baba ya da ana ne oğlunun, ne de kızının yuvasını yıkmak isteyemez, aile saadetini bozmaya yönelik telkinde bulunamaz.

Ne yazık ki beklenen bu olmasına rağmen, olan bu değildir. Kızının yuvasını, oğlunun ocağını bozacak tutum ve tavır içinde olan baba da vardır, ana da

Niçin mi böyle?

Sebepleri çok ama, ne olursa olsun bazı babalar, analar beklenmeyen yanlışa sebep olabiliyorlar. Şayet gelin kendilerine hoş görünmemişse, isteklerine uygun hareket etmemişse (ki, istenen, uyum sağlamasıdır) bu defa veryansın ediyorlar gelin aleyhine. Bir de bakıyorsunuz ki evlad, hanımı ile ana babası arasında sıkışıp kalmış, kime göre hareket edeceğini bilemez hale gelmiş. Ya ana babanın telkinine uyacak, yuvasını bozmaya yönelecek; yahut da ısrarlı şekilde gelen telkinin altında ezilmeye devam edecektir.

– Sen bu kadını bırak, sana biz daha iyisini buluruz!..

Bir defa ana babalar bilmeliler ki, evlenen oğul artık elleri altında emir eri gibi tuttukları bekar çocukları değildir, evlenmiştir. Yani artık kendi başına yaşayacak hale gelmiştir. Onun da bir ailesi, onun da bir müstakil hayatı olacaktır. Siz onu süt çocuğu gibi görmeye, hayatına müdahale etmeye devam edemezsiniz.

Çoğuğunuz bırakın yakasını, yaşasın müstakil hayatını Hanımı size hizmet eder, saygıda bulunursa takdir ve tebrike şayan bir tutumdadır. Ama bunu siz beklemeyin, o göstersin, o duysun bu saygı ve hürmeti.

Şayet dini ölçülerle zorlayacak olursanız karşınıza şu gerçekler çıkar:

* Gelin, sizinle birlikte yaşamaya mecbur değildir. Ayrı ev isteyebilir. Beyinin gücü yetmiyorsa aynı evde ayrı yaşayacağı oda bile isteyebilir. Bu odanın müstakil ev gibi özelliği de olacaktır

* Gelin, beyinin babasına, anasına hizmete etmeye, arzularına uymaya mecbur değildir. Ancak uyum göstermesi, anlayışlı davranması elbette idealdir. Bu da zorla olmaz. Öyle ise artık elinizin altında bulundurmaya alıştığınız oğlunuzu, gelininizi birazcık bırakın, hayatlarını yaşasınlar. Bir gölge gibi takip ederek kendinize isyan ettirmeyin, hürmeti kendiliklerinden duymalarını bekleyin, zorla duyurmaya çalışmayın.

Şu satırların yazılmasına sebep olan bir konuşmanın özetini arz edeyim, sizler de ibretle bakın olaya. Kızcağız bakın neleri nasıl anlatıyor:

– Hocam, babam evimize geldi, beyimle tartıştı. Ondan sonra elimden tutup beni evine götürdü. Beyime, "Sana kız filan yok, bekle, gör." dedi. İki tane oğlum, şu anda beyimin yanında, ben babamın bedduasından korktuğum için babamın evinde beklemekteyim. Ne olacak benim halim? Bir tarafta beyim, bir tarafta babam. Babamın bu tavrı doğru mu?..

Siz böyle baba gördünüz mü hiç? Damadı ile bir konuda tartışacak, kızınca da kızının elinden tutup tekrar geriye döndürecek. İki tane de torun geride anasını bekleyecek

Bir de şu ananın telkinine bakın:

– Oğlum, ben bu gelini beğenmiyorum. Hep kendi başına hareket ediyor, beni dinlemiyor. Sen bunu götür, babasının evine bırak, sana dünya güzelini bulurum ben

Bunlar kızının, oğlunun yuvasını yıkmaya yönelik yanlışlar Hem de ana babadan beklenmeyen yanlışlar.Evlatlar, böylesine haksız istekte bulunan ana babanın sözlerine uymaya mecbur değiller.Kurulmuş yuva yıkılmamalı, ama ana baba da kırılmamalı, bir münasip dille kendileri aydınlatılma ciheti tercih edilmelidir.

Ana babanın istekleri haklı olursa uyulur, olmazsa uyma mecburiyeti söz konusu olmaz. Bu konudaki bedduaları da tutmaz. Çünkü haklı değiller. Haklı olmayan beddualar etkili olmaz.

MUTLU BİR AİLEYE DÖRT MEKTUP

A. Sevgili Gelin Hanıma Mektup

1. Beyine hoşlanacağı isim ve sıfatlarla hitap et.
2. Onun sevdiği yemekleri güzel yap ki evini özlesin.
3. Beyin evden çıkarken onu uğurla; akşam döndüğünde güler yüzle karşıla.
4. En çok güzel görünmen gereken kişinin beyin olduğunu bil.
5. İffetini ve hayanı muhafaza et. En güzel elbisenin takva elbisesi olduğunu unutma; her işimizi murakabe eden Allah (c.c)'ı düşün.
6. Sevgini beyinle ve çocuklarınla paylaş. Evinin direği ol. Beyin evde olmadığı zaman gözü arkada kalmasın.
7. Beyine her fırsatta teşekkür etmeyi unutma. Gücü yetmeyeceği külfetin altına sokma, başkalarına da şikayet etme.
8. Beyinin işlerini, makam ve mevkisini bil. Sevincini ve üzüntüsünü paylaş.
9. Beyinin izni olmadan ve onun müsaade etmeyeceği yerlere gitme.
Tutumlu ol. Müsrif olma. Zor zamanlarda isyan etme.
Temiz ve tertipli ol. Beyinin elbiseleri de temiz ve ütülü olsun.
Beyinin akrabalarına ve onun sevdiklerine yedirip içirmekten kaçınma. Onlara güzel davran.
Kaynananı tecrübeli bir anne olarak sev ve say ki beyin üzülmesin.
Annenin evine gereksiz ve aşırı gitme ki evdeki işlerin aksamasın.
Çocuklarını hayırlı bir evlat olarak yetiştirmeye gayret et ki millette sizi hayırla yad etsin.

B. Sevgili Damat Beye Mektup

1. Evinden çıkarken hanımına"Allah'a ısmarladık!.."diyerek çık. Onun gönlünü hoş tut.
2. Pencerelerden yolunu gözletme, vakitlice evine gel.
3. Dışarıda yediğinden içtiğinden evine de getir.
4. Hanımının kusurlarını başkalarına anlatma, güzelliklerini an.
5. Evini harçlıksız bırakma, onları kimseye muhtaç etme.
6. İş hayatının sıkıntılarını eve yansıtma. Evde sevinç olsun.
7. Düğüne ya da gezmeye gittiğinde, mümkünse hanımını da götür.
8. Evine geldiğinde selamla ve güleryüzle gir ki, ev halkı da senin geldiğine sevinsin.
9. Evini Kur'an'sız, kitapsız, namazsız bırakma. Sabah namazına kalktığında ev halkını da kaldır ki, rahmet ve bereket gün boyu sizinle olsun.
Gayretli ol, kıskanç ol. Ancak tecessüs etme. Suizan ile hareket etme. Ayıp ve kusur araştırmakla meşgul olma.
İnsaflı ol. Hanımının gücünün yetmeyeceği işleri ondan bekleme. Gerekirse ona yardım et.
Kararlarında hanımınla da istişare etmeyi unutma.
Beklenmedik anlarda sürpriz hediyelerle gönül almasını bil.
Dünya evine girmek dünyaya dalmak olmamalı, ahiretini unutma. Din vatan ve insanlık için çalışmayı terk etme.
Şunu bil ki, az olan helal kazanç çok olan haram kazançtan hayırlıdır. Haram lokma yeme, hanımına ve çocuklarına da yedirme.

C. Değerli Kayınvalideye (Gelin Hanımın Annesine) Mektup

1. Kızını savunma, o şikayete geldiği zaman ona yüz verme. Damadının iyiliklerini başkalarına da anlat.
2. Kızının evine çok gitme ki saygınlığın artsın. Ancak torunların olduğunda yardımını da esirgeme.
3. Kızında ve torunlarında, damadının anne ve babasının hakları olduğunu unutma.
4. Hısımlarını akbalarını bil. Onların hatırını üstün tut.
5. Damadını oğlun bil. Onu da zaman zaman ara, gönlünü hoş tut.

D. Değerli Kayınvalideye (Damat Beyin Annesine) Mektup

1. Gelinini kızın gibi bil. El kızı gelip oğlumu aldı deme.
2. Gelinine annelik yap, kusur bulmak için çalışma. Çokta nasihat etme; kendini sevdir gerisi gelir.
3. Başkalarının, gelinin hakkındaki dedikodularına hemen inanma.
4. Yapabileceğin basit işleri kendin yap, gelininden bekleme. Kendi zamanınla kıyaslama.
5. Gelininden gizli oğlunla konuşma ki, gelinin senden endişe etmesin. Sana güvensin.

Özetle söylemek gerekirse:

“Sizden biri, kendisi için istediğini (Müslüman) kardeşi için de istemedikçe (gerçek anlamda) iman etmiş olamaz.”(Buhari, İman, 7)

15 Peygamberimiz (asm) eşlerine karşı nasıl davranırdı?

O’nun (s.a.s.) hanesi yeryüzünde gelmiş-geçmiş ve gelecek hanelerin, kurulacak yuvaların en mesudu, en bahtiyarı ve en bereketlisi olmuştur. O’nun hânesinde her zaman burcu burcu saâdet kokardı. Âlemde hiçbir kadın Hz. Peygamber (s.a.s.)’in, hanımlarını sevdiği gibi sevilmemiştir. Hiçbir erkek de Hz. Peygamber (s.a.s.) gibi sevilmiş değildir. Bu sevgi halesinin elbette bir sebebi vardı. Allah Rasûlü eli altında bulunanlara uyguladığı terbiye usûlüyle onların kalplerinde, sonsuz bir alâka ve bağlılık hasıl etmiştir.

Peşinen söylemek gerekir ki, onun aile reisi olarak çizdiği portre de hayranlıkla izlenecek mükemmelliktedir: Sabrın, merhametin, teennili davranışın, anlayışlılığın, inceliğin, hoşgörünün ve sorumluluğun timsalidir, o peygamber. Ve bu faziletler belki de hiç kimsede kendini bu denli güzel ifade edememiştir.

Allah katında aile reisinin değeri, eşine ve yakınlarına verdiği değerle ölçülür. Bu konuda Hz. Peygamber (s.a.s.):

“En hayırlınız, aileniz için hayırlı olandır. Bana gelince ben, aileme karşı sizden en hayırlı olanınızım.” buyurmuştur.

İlgi ve Sevgi: Bir eş ve babanın ailesine olan ilgisinin en önemli göstergesi, onlarla birlikte vakit geçirmesidir. Hz. Peygamber (s.a.s.), buna îtinî eder, ne ibâdeti, ne arkadaşlarıyla geçirdiği vakit ne de dünya meşguliyeti buna mani olmazdı. O, ailesi ile birlikte olduğunda, onlarla sohbet eder, hal ve hatırlarını sorar, şakalaşır ve eğitmeye çalışırdı.

Rivâyetler, Hz. Peygamber (s.a.s.)’in âilevî sohbeti iki istikamette oluştuğunu göstermektedir: Birincisi, âile fertlerinin her biri ile şahsen teması ve husûsî sohbeti; İkincisi, âile fertlerinin tamamının birbiriyle temas ve sohbeti.

Bu her iki sohbetin, günlük siyasi ve irşadi faaliyet ve diğer meşguliyetler içerisinde ihmale uğramaması için Rasûlullah (s.a.s.), birkaç kesin prensibe yer vermiştir:

Hanımlarıyla geçireceği gece, belli bir esasa bağlanmış, kur’a ile tesbit edilen bir sıra ile her gece birinin yanında kalmak, prensip olmuştur. Nevevi’nin açıklamasına göre kadın hayızlı halde olsa bile sohbet nöbetinde atlama yapılmamıştır.

Ayrıca her sabah mescitten çıktıktan sonra ve her ikindi vakti namaz kıldıktan sonra kadınların her birine teker teker ziyaretler yapar, alışılan muayyen bir müddet boyunca onlarla sohbet ederdi.

Bir de özellikle âilenin bir araya gelmesini sağlamak maksadıyla her akşam, bütün hanımlar, Rasûlullah (s.a.s.), o gece kimin yanında geceleyecek ise, topluca oraya gelirler, sohbet ederlerdi. Bu toplantılarda Rasûlullah (s.a.s.)’ın zevcelerine ibretli kıssalar anlattığı, hepsinin güldürücü şakalar yaptığı rivâyet edilmiştir.

Hz. Peygamber (s.a.s.), günlük sabah ve ikindi ziyaretlerine gider, selam verir, elini omuzlarına ya da başlarına koyarak öper, hal hatır sorup meseleleriyle alakadar olurdu. Ondaki bu incelik, hanımlarının ruhlarına bütün letâfeti ve nûrâniyetiyle sirâyet etmiş olacak ki, bir değil bir çok hanım birbirlerine aynı zarâfetle yaklaşmışlardır.

Meselâ, bir gün önce, savaşta babası ve bazı yakınlarını kaybeden Safiyye’nin yanında Hz. Peygamber (s.a.s.) hiç uyumamış, sabaha kadar kendisiyle sohbet edip, ilgilenmiştir. Böyle bir ilgiye de ihtiyacı vardır ve kendisinden bu ilgi esirgenmemiştir.

Hz. Peygamber (s.a.s.) hastalandığında “Keşke senin uğradığın hastalığa ben uğrasaydım, senin yerinde yatan ben olsaydım.” deyince, diğer hanımlar birbirlerine göz kırparlar. Bunu gören Rasûlullah (s.a.s.), “Safiyye bu sözünde sâdıktır.” buyurur.

İnsan fıtratında var olan eğlenme ve şakalaşma ihtiyacını bilen Rasûlullah (s.a.s.) buna da imkân tanımış ve bizzat eşleriyle şakalaşmıştır. Muhtelif seferlerde Hz. Âişe (ra) ile koşu yarışması yaptığını vâlidemiz kendisi söyler.

İlgilenme ve değer verme, kendisini, muhâtabının fikrine saygı duyma ve önerilerini dikkate almada da gösterir. Ve tabiî ki Hz. Peygamber (s.a.s.) bu konuda da örnek teşkil eder bugünün erkeklerine ve tüm insanlara. Özellikle eşinin sözüne ve düşüncesine, doğrudan hanımını ilgilendiren konularda bile müracaat etmeyen aile reisleri, Hz. Peygamber’in (s.a.s.) yaşayışı göz önüne alındığında en yakın arkadaşlarına haksızlık etmektedirler. Oysa Hz. Peygamber (s.a.s.) çok kritik anlarda eşlerinin fikrini almış ve uygulamıştır.

Hudeybiye anlaşması, Müslümanlara çok ağır gelmişti. Kabe’ye varamadan geri döneceklerdi. Anlaşmayı yazma işinden çıkınca, Rasûlullah (s.a.s.), ashâbına:

"Kalkın kurbanlarınızı kesin, sonra da tıraş olun!"

buyurdu. Ancak (müşriklerle yapılan bu antlaşmadan hiç kimse memnun değildi. Bu sebeple) kimse kalkamadı. Rasûlullah (s.a.s.), emrini üç kere tekrar etti. Yine kalkan olmayınca Ümmü Seleme'nin çadırına girdi; ona halktan mâruz kaldığı bu hali anlattı. o, kendisine:

"Ey Allah'ın Rasûlü! Bunu (yani halkın kurbanını kesip, tıraşını olmasını) istiyor musun? Öyleyse çık, ashaptan hiçbiriyle konuşma, deveni kes, berberini çağır, seni tıraş etsin!"

dedi. Hz. Peygamber (s.a.s.) kalktı, hiç kimse ile konuşmadan bunların hepsini yaptı: Devesini kesti, berberini çağırdı, tıraş oldu. Ashâb bunları görünce kalktılar kurbanlarını kestiler, birbirlerini tıraş ettiler.

Üzerinde durulması gereken çok hassas bir konu bu. Kim, kadınlara karşı bu denli iltifatkar olabilmiştir? En kritik anda hanımıyla istişare eden kaç devlet reisi vardır? Bir aile reisi olarak kaç kişi, aile hayatında hanımıyla istişareye yer vermektedir? Hz. Peygamber’in (s.a.s.) örnek olduğu her alanla ilgili bu soruları çoğaltmak mümkündür. Ve maalesef soruların çoğunda cevap olumsuz olacaktır. İşte bu nedenledir ki mükemmel olan dinimiz, bizlerin yaşayışında aynı seviyede değildir. Halbuki Efendimiz (s.a.s.) nasıl davranışlarıyla kadınlara karşı lütufkar davranıyordu; nurlu sözleriyle de hep bu şekilde davranmayı teşvik ediyordu:

“Mü’minlerin iman bakımından en kusursuzu, ahlâkı en güzel olanıdır. Ahlâkı en güzel olanınız da kadınlarına en güzel davrananınızdır.” (Ebû Dâvud, Tirmizî, Dârimî)

Hz. Peygamber (s.a.s.), âile fertlerine ilgi gösterdiğini, kıymet verdiğini ifade eden çeşitli söz ve davranışlarıyla, onları memnun etmiş ve ruhen tatmin etmeye de ehemmiyet vermiştir. Hanımlarına faziletlerini söylemesi, sevdiğini ifade etmesi, bineğine alması, aynı kabın suyu ile müştereken yıkanılması, hanımının hayvana binmesinde yardımcı olması ve dizine bastırarak bindirmesi, kendisine yapılan yemek davetine “hanım da olursa” kaydıyla icabet etmesi, bir sıkıntıyla kederlenip ağlayanın göz yaşlarını elleriyle silerek teselli etmesi gibi Rasûlullah’ın (s.a.s.) pek çok davranışı hanımlarını memnun etmeye yöneliktir. “Rasûlullah, Hatice’yi anınca artık ne onu senâ etmekten, ne de ona istiğfarda bulunmaktan usanırdı." Nitekim "O’nun gibi var mıydı? O şöyleydi, o böyleydi" diye faziletlerini sayardı.

Ahmed İbn Hanbel'in bir rivâyeti bu hususu tavzih eder. Ona göre Aleyhissalâtu vesselâm bir seferinde:

"İnsanlar beni inkâr ederken, o inandı; herkes beni tekzib ederken o tasdik etti. Herkes bana haram ederken, o malıyla benim için harcadı. Allah onun vesilesiyle bana çocuk nasib etti, diğer kadınlardan çocuğum olmadı."

buyurmuştur. Şurası muhakkak ki Rasûlullah, Hz. Hatice (ra) hakkında daha nice faziletler saymıştır: "O akıllı idi, o faziletli idi, o ferâsetli idi” gibi.

Hz. Peygamber (s.a.s.), ehlinin yakınlarına da iltifat ve alakayı ihmal etmemiş, vefat eden eşi Hz. Hatice (ra9’nin yakınlarını ve dostlarını da gözeterek eşi bulunmaz bir vefa örneği olmuştur.

İbn Abbas anlatıyor: "Rasûlullah buyurdular ki:

"Sizin en hayırlınız, ehline karşı en iyi davrananınızdır. Ben aileme en iyi olanınızım.”

Rasûlullah (s.a.s.) kadınlara iyi davranmayı emretmiş, en hayırlı kimsenin, hanımına en iyi davranan kimse olduğunu belirtmiştir. Şüphesiz "iyi davranma" izafi bir durumdur. Bu "iyilik"in içine öncelikle kadınların haklarına hakkıyla riâyet gelir: Nafaka hakkı, tahkir edilmeme, hatalarını başına kakmama gibi hadislerde belirtilen haklara riâyet. Ayrıca onların bir kısım huysuzlukları, kıskançlıkları karşısında sabretmek, terbiyelerinde iyi davranmak, geçimi iyi yapmak,.. hep kadınına karşı iyi olmanın içine girer.

Ancak kişinin "en iyi" olması için kadınına karşı iyiliğin yetmeyeceği de açıktır. Âyet ve hadislerde, bunun için başka şartlar da sayılmıştır: Takvâ, zühd, amel-i salih,.. gibi. Şu halde o şartları yerine getiren, hanımına karşı da iyi olunca iyilikte kemale yaklaşmış olur. Rasûlullah (s.a.s.)’ın zevcelerine karşı davranışları ile kadın hususundaki tavsiyeleri tahlil edilince bu "iyilik"ten kastedilen teferruat ortaya çıkarılabilir.

Rasûlullah (s.a.s.),

“Kadın eğe kemiği gibidir, doğrultmaya kalkarsan, kırarsın. Onu bırakırsan eğri olduğu halde istifade edersin.”

buyurarak sert, haşin davranışlardan uzak durmakla beraber, ilgi ve alakanın hiçbir şekilde kesilmemesi gerektiği ikazında bulunmuştur.

Kadın, erkekten daha hassas, daha ince mizaca sahiptir. Hz. Peygamber (s.a.s.) bu telâkkî ile, bazı fırsatlarda “zevcelerini camdan yapılmış şişeye” teşbih buyurmuştur.

Öyle ise hoşa gitmeyen davranışlarına karşı anlayış ve müsamaha esas olacaktır. Ashâba bir hatırlatması şöyledir:

“Kadınlarınızı nasıl köle ya da hayvan döver gibi dövüyor, sonra da akşam olunca utanmadan, beraberce yatıyorsunuz?”

Buna rağmen eşlerini dövenlere ya da dövmek isteyenlere şöyle der:

“Dövün (ancak bilin ki kadını) sadece şerlileriniz döver.”

Bilindiği üzere Hz. Peygamber (s.a.s.), seafoodplus.info (ra)’nin vefatından sonra bir çok izdivaç yapmıştır. Birbirine rakip durumdaki hanımların geçinmesi ise pek zordur. Ancak Hz. Peygamber (s.a.s.) sabrı, anlayışlılığı, kadını iyi tanımasından dolayı, onları da birbirlerine yaklaştırmış, arkadaş olmalarına zemin hazırlamış, arada bir cereyan eden kıskançlık ve (birbirlerini) çekememezliklerine bazen gülümseyip geçmiş, bazen küsmüş, bazen uyarmıştır. İşte bunlardan bazıları:

Hz. Peygamber (s.a.s.), hanımlarının yetişmesine gayret eder, hepsinin beraber olduğu akşam toplantılarında eğitici sohbetler yaparlardı. Ve Rasûlullah’ın (s.a.s.) refakatinde bilgilenen hanımlar, bilgi ve tecrübelerini diğer kadınlara [hatta Hz. Peygamber’in (s.a.s.) vefatından sonra, kadın-erkek herkese] aktarmaya hazır hale gelirlerdi. Hz. Peygamber’in (s.a.s.) ev halkı, şehir dahilinde ve haricindeki kadınları kabul eder, itikadi konularla ilgili Hz. Peygamber’in (s.a.s.) talimini onlara bildirerek, din eğitimindeki rollerini yerine getirirlerdi.

* * *

Doç. Dr. Muhittin AKGÜL’ün, “Allah Resûlü’nün (s.a.s.) Eşleriyle Münasebeti” isimli şu makalesini de okumanızı tavsiye ederiz:

Allah Resûlü, hanımlarıyla oturur konuşur; hatta bir arkadaş gibi onlarla bazı meselelerin müzakeresini bile yapardı. Peygamber’in, onların düşünce ve fikirlerine kat’iyen ihtiyacı yoktu; çünkü O, vahiy ile müeyyetti. Ancak O, ümmetine bir şeyler öğretmek istiyordu. O güne kadar olanın aksine, kadın, çok muallâ bir yere oturtulacaktı. Allah Resûlü bunun pratiğine de yine kendi hanesinden başlıyordu.

İnsanı yaratan ve ona mutlu olmanın yollarını öğreten Yüce Mevla, gerçek mutluluğun kaynağını ve onun nasıl yakalanacağını da her dönemde gönderdiği peygamberlerle göstermiştir. Arıyı kraliçesiz, karıncayı beysiz bırakmayan Cenâb-ı Hak, insanı da lider ve rehbersiz bırakmamıştır. Hayatın her alanıyla ilgili takip edilmesi ve yapılması gereken en ideal davranışları, rehber insan peygamberlerle bildirmiştir. Bütün peygamberlerin mesajlarının esaslarını özetleyen ve en son ilkeleri insanlığa getiren Allah Resûlü (s.a.s.) ise örnek olma noktasında en zirveyi temsil etmektedir. O’ndan sonra peygamber gelmeyeceğinden dolayı da, herkese örnek olmuş ve herkesin yaşayabileceği bir hayatı temsil etmiştir. Hem Allah’ın son ve seçkin bir peygamberi olması, hem de her davranışının Yüce Yaratıcı tarafından öğretilmiş olması, Resûlullah’a (s.a.s.) ayrı ve önemli bir konum kazandırmıştır. Diğer bir ifadeyle Allah Resûlü’nün bu denli eşsiz bir konumda olması, onu terbiye edenin Allah olmasındandır:

“Allah, sana Kitâb’ı ve hikmeti indirmiş ve sana bilmediğin şeyleri öğretmiştir. Allah’ın sana olan lütfu büyüktür.”(Nisa, 4/) âyetiyle,

“Beni Rabbim terbiye etti. Hem ne kadar da güzel terbiye etti!”(Münavi, Feyzü’l-Kadir, 1/) hadisi de bunu göstermektedir.

Evet, O bir üsve-i hasenedir (güzel bir örnek). O’nun (s.a.s.) bizler için örnek olduğu önemli konulardan biri de aile kurumu ve eşler arasındaki münasebetlerdir. O’nun eşlerinin birden fazla olup onların değişik kültür ve yaşta olmasının belki de önemli hikmetlerinden biri, ümmetine aile konusunda örnek olması ve eşlere nasıl davranılacağını detaylı bir şekilde göstermesidir. Günümüz insanlarının aile kurumunu tam olarak ayakta tutamaması, özellikle de O’na inananların ailevi ilişkiler noktasındaki eksikliklerinden dolayı, boşanmaların artması, ailevî kavgaların çoğalması, boşanmadan dolayı arkada kalan çocukların çeşitli sıkıntılara maruz kalması gibi olumsuzlukları da düşündüğümüzde, yeniden O Örnek İnsan’ın bu yönüne ihtiyacımız daha bir önem kazanmaktadır.

İşte bu makalede Allah’ın (c.c.) kendisini terbiye ettiği O Eşsiz Resûl’ün (s.a.s.) ailesiyle olan ilişkisi, onlara nasıl davrandığı, yardım ettiği, değer verdiği, kırmadan ve severek bütün olumsuzluklara rağmen mutlu bir hayatı nasıl yakaladığı ortaya konulacaktır.

Aile Kurumunun Önemi

O’nun insanlığa getirdiği Son Mesaj’da, temelde insanların bir ana-babadan meydana gelen bir topluluk olduğuna (Hucurât Sûresi, 49/13) vurgu yapılır. Buna göre insanların renk, ırk, cins, ülke, soy, sop bakımından farklı olmaları bir ayrıcalık değil, tam tersine bir yakınlaşma, kaynaşma ve tanışma vesilesidir.

Böyle büyük bir insanlık topluluğu içinde aile, toplumun en küçük ve en önemli parçasını teşkil etmekte; bu parçanın da en merkezini karı-koca tutmaktadır.

Son Nebi Hz. Muhammed’in (s.a.s.) getirdiği İlahi Beyan’da özellikle erkeğe hitapta bulunularak eşiyle hoşça ve güzelce geçinmesi, onda hoşlanmayacak bir yön görse bile bunu kavga ve ayrılma sebebi yapmaması, bunlara katlanmak suretiyle bilmediği başka yön ve yerlerden mükâfatların takdir edileceği (Nisa Sûresi, 4/19) vaat edilmiştir ki, böyle bir tavsiye, eşler arasındaki ahengin ne kadar önemli olduğunu göstermesi açısından oldukça manidardır.

Başta da belirtildiği gibi, ideal bir eş olma noktasında Kâinat’ın Efendisi (s.a.s.), her mü’min için tanınması ve uyulması gereken mükemmel bir modeldir. Bu ideal modelde ailesiyle ilişkilerine baktığımızda öne çıkan belli başlı ilkelerin şunlar olduğunu görmekteyiz.

Eşleriyle İstişaresi

İnsan, kurulu bir makine ya da robot değildir. Duyguları, düşünceleri, hisleri, belli konularda görüşleri olan ve bunların dikkate alınmasını, bunlara önem verilmesini isteyen bir varlıktır. Hayatı beraberce paylaşan, sıkıntıları beraberce göğüsleyen, uzun bir zaman dilimini beraberce geçirmek mecburiyetinde olan eşler için ise bu durum, daha da bir önem arz etmektedir. Dolayısıyla bir hayatı beraberce geçiren eşlerin, her zaman birbirlerinin fikirlerine müracaat etmeleri, onları dikkate almaları ve onlardan faydalanmaları kaçınılmazdır. İşlerin bir konsensüs içerisinde yürütülmesi, karar vermede zorlanıldığı yerlerde danışılması ve karşısındakine değer vermenin önemli bir işareti olan danışma mekanizmasını kullanması anlamlarına gelen istişarenin, evlilik hayatında vazgeçilmez bir yönü vardır.

Müşaverenin bir anlamı da farklı kovanlardan, çiçeklerden bal çıkarmaktır. Allah Resûlü (s.a.s.) bunu kullanmış, hem de en kritik zamanlarda ve olaylar karşısında tatbik etmiş, böylece eşlerle istişarenin yapılmasının bir Sünnet-i Nebevî olduğunu göstermiştir. Yüce Beyan müstakil bir sureye Şûrâ adını vermekle de buna dikkatleri çekmiş ve istişare yapanları övmüştür. Bu yüce beyanın beşer hayatına en ideal yansımasını, Fahr-i Âlem Efendimiz’in daha ilk vahiyle karşı karşıya kaldığındaki tavrında görüyoruz. Allah Resûlü (s.a.s.) ilk defa Cibril’le karşılaşınca, sevgili ve biricik eşi Hz. Hatice (r.a.) Validemiz’e varmış ve başından geçenleri onunla paylaşmıştı. O firaset sahibi Hz. Hatice de Resûlullah’ı (s.a.s.) teselli ederek gönül okşayıcı ve heyecan yatıştırıcı sözler söylemiştir. (bk. Buhârî, Bed’ü’l-vahy 3)

Allah Resûlü (s.a.s.) değişik zaman ve durumlarda eşleriyle istişare mekanizmasını ihmal etmemiş, böylece konunun ne denli önemli olduğunu göstermiştir. Mesela Peygamberimiz (s.a.s.), Hudeybiye gibi son derece önemli olan bir anlaşmayı yaparken şartların zahiren Müslümanların aleyhine olduğunu gören Müslümanlar, yaşadıkları şokun tesiriyle Resûlullah’ın (s.a.s.), “kurbanlarını kesip ihramdan çıkmaları” şeklindeki emrini yerine getirmede işi ağırdan almışlardı. Bu, bir peygamber için oldukça zor ve hassas bir durumdu. İşte böyle zor bir durum karşısında Allah Resûlü (s.a.s.) eşlerinden Ümm-ü Seleme Validemiz’le istişare etti. Yaptığı istişarenin de hakkını vererek kendisi kurbanını kesip ihramdan çıktı. Bunu gören ashap efendilerimiz de hemen durumu anlayıp aynı şeyi yaptılar. Böyle bir danışma, tarihin belki de şahit olmadığı bir danışmaydı.

Bugün bile devlet başkanları, kadın haklarına önem verdiklerini iddia eden ülke ve milletler, aradan bu kadar süre geçmesine rağmen hâlâ böyle bir örnek sergileyememişlerdir. Allah Resûlü’nün (s.a.s.) mümtaz eşi Hz. Aişe (r.a.) Validemiz’e atılan iftira karşısında da aynı istişare ilkesinin uygulandığını görüyoruz. Böyle bir durumda Resûlullah (s.a.s.), Hz. Aişe ile ilgili istişareyi, diğer eşi Zeyneb binti Cahş’la yapıyor. Örnek Rehber’imizin hayatı böyle olmasına rağmen, bugün “Kadına danış ama tersini yap!” şeklindeki bir anlayışın, nebevî çizgiden ne kadar uzak olduğu aşikârdır.

Eşlerine Yardım Etmesi

İnsanların tek başlarına hayatlarını devam ettirmeleri oldukça zordur. Beraberce yaşama, ancak birlikte iş yapmayla olur. Aynı yuvayı paylaşan eşler ise yardımlaşmaya en fazla muhtaç olanlardır. Bir evin işleri, eşlerin beraberce taşın altına ellerini koymalarıyla kolaylaşır, hayatları çekilir hâle gelir, zorluklar aşılır. Eşlerin konumu ne olursa olsun, bir eş, evinde eştir. İşi ve makamı evdeki bu fonksiyonuna hiçbir engel teşkil etmez, etmemelidir. “Şu konumdayım! İş yerindeki makamım bu işleri yapmaya engeldir! Toplumdaki statüm şudur!” gibi bahaneler, sadece sorumluluktan kaçma ve rahatı seçmenin yalancı kaçamaklarıdır. Hiç kimsenin konumu Kâinatın Efendisi kadar yüksek, işleri O’nun kadar yoğun ve statüsü de O’nunki kadar yüce değildir. O ki (s.a.s.), her an vahye muhataptı ve Cebrail’le sohbet ediyordu. Melekler selam duruyor, âlemin işi O’nu bekliyordu. Ama O (s.a.s.) yine de eşlerine yardımdan geri durmuyordu. Durmuyor ve ümmetine bu konudaki ideal ölçüyü gösteriyordu.

İşte Âlemlerin Efendisi’nin (s.a.s.) eşlerine yardımdaki birkaç örneği. Evinde ailesinin işleriyle kendisi ilgilenirdi. Elbisesini mübarek elleriyle kendisi dikip yamardı.

Koyunlarını kendisi sağıyor, ayakkabılarını kendisi tamir ediyordu, kendi hizmetini kendisi görüyor ve devesini de kendisi yemliyordu. Hizmetçisiyle beraber yemek yiyip hamur yoğurduğu zamanlar da olurdu. Çarşıdan aldığı malları kendisi taşır, çocuk işlerinde eşlerine yardım ederdi.

Eşlerine Değer Vermesi

İnsanî ilişkilerde karşıdakine değer verme, sevginin devam etmesine ve artmasına vesiledir. Bu değerin ifadesi bazen bir söz, bazen bir bakış ve bazen de bir muameleyle kendini gösterir. Başkasına haddinden fazla bir iltifat yersiz olduğu gibi, aradaki sevginin artmasına vesile olacak taltifi esirgemek de nankörlüktür. Dünya hayatında uzun bir süreç diyebileceğimiz bir ömrü beraberce sürdüren eşlerde ise, bu durum daha da önem kazanmaktadır. Böyle bir durumda Örnek İnsan Allah Resûlü (s.a.s.) şu muameleleri yapmıştır:

 Eşlerini sevdiğini bizzat ifade ederdi. Aynı zamanda eşlerine kendilerinde bulunan faziletlerini ihsas ettirir ve söylerdi. Hayvana binmesi için yardımcı olma gibi (Buhari, Megâzî 38) sevginin bir yansıması olarak kabul edeceğimiz nazik davranışı yaparak, aradaki sıcaklığı pekiştirirdi. Bir gün kendisini yemeğe davet etmişlerdi de O Nezaket Âbidesi (s.a.s.), böyle bir davete katılmasının şartı olarak:“Hanım da olursa!..”kaydını koymuştu. (Müslim, Eşribe ).

Eşlerinin bir sıkıntısı olduğunda onlarla ilgilenir, ağlayan birini gördüğünde teselli eder, elleriyle onun gözyaşlarını siler ve böylece ağlamasını dindirmiş olurdu. Mesela bir gün Safiyye Validemiz’in üzüldüğünü görmüştü.

Hanımlarından biri Safiyye Validemiz’in Yahudi asıllı olduğunu hatırlatmış: “Ey Yahudi kızı!” demişti. O, bu durumu Allah Resûlü’ne aktarmış ve üzüntüsünü dile getirmişti. Efendimiz de (s.a.s.) onu şöyle teselli etmişti:

“Bir daha sana böyle bir şey diyecek olurlarsa, sen de onlara şu cevabı ver: ‘Benim babam Hz. Harun, amcam Hz. Musa, kocam da gördüğünüz gibi Hz. Muhammed Mustafa’dır. Siz bana karşı neyinizle övünüyorsunuz?’(Tirmizî, Menâkıb 63; Hâkim, el-Müstedrek, 4/31)

Böyle mükemmel bir çözüm kimi sevindirmezdi ki! Zaten öyle de oldu. Safiyye Validemiz Allah Resûlü’nün (s.a.s.) huzurundan bütün üzüntülerini geride bırakmış, öyle ayrılıyordu.

Hz. Aişe'nin (r.a.) çocuğu yoktu. Bunun için künyesi de yoktu. Araplarda künyeye çok ehemmiyet verilirdi. Bunun için Hz. Aişe üzülürdü. Bir gün Hz. Peygamber’e (s.a.s.) bunu arz etmiş ve Peygamberimiz (s.a.s.) de buyurmuştu ki:

Engellilik, bireyin yaşamsal aktivitelerini kısıtlayan zorlaştıran, bazen imkansızlaştıran zihinsel, ortopedik, işitsel ve fiziksel aksaklıklardır.

Genel olarak beş ana kategoriye ayrılmaktadır.

1)- zihinsel engelliler

2)- ortopedik engelliler

3)- süreğen hastalıklar

4)- görme engelliler

5)- işitme-konuşma engelliler

Günümüz Türkiyesinde artık engellilerimiz, pozitif ayrımcılık ilkesi gereği, engelli olmayan bireylerden daha ayrıcalıklı haklara sahiptirler. Devlet nezdinde korunan hak ve hukukları, toplumu oluşturan bireyler tarafından ne kadar gozetiliyor, ve bu konuda hassasiyet ne düzeyde, bunu irdelemek icab eder.

Deyim yerindeyse, hani anne olmadan annelik duygusu nasıl hissedilemezse engelli bir bireyin gözünden bakmak için empati kurabilmek için aynı durumu yaşamak gerektiği kanaatindeyim. Bu sebepten

Tanımlamayalim,

Tanıyalım

Anlamaya çalışalım.

Önce bakış açımıza dokunuşlar yapmalı "zavallı" olarak değil,

Merhamet edilecek "özel" bireyler olarak ihtimam göstermeliyiz.

"Zavallı" olarak nitelendirilen hiçbir bireyin özgüveninden bahsedilemez artık. İster engelli ister engelsiz olsun. Yaşam becerilerini yerine getirmek için, fazlasıyla ihtiyaç vardır bu özgüvene. Düşünün ki ilk adımını atmaya yeltenen bir bebek bile muhtaçtır o güvene, cesarete. Ve en büyük engel, engellenmektir.

Zihnimizdeki ve gönlümüzdeki engelleri kaldırarak fark edelim onları. Onlara olan bakış açımizi değistirmekle mümkündür bu.

Önce empati.

Sonra sempati.

Sosyal devlet ilkesi gereği, birçok gereksinimlerini karşılamak boynumuzun borcu. Eğitim, meslek edinme, ulaşım, sağlık, güvenlik, sanatsal ve sportif etkinlikler bu gereksinimlerin bazılarıdır. Engelli haklarının ihlali karşısında elif gibi durmak vicdani, insani sorumluluktur bizler için.

Dinimizde de engelli bireyler hiçbir zaman toplumdan, çalışma hayatından soyutlanmamiştir. Hatta Hz. Peygamber, engelli sahabeleri çok önemli görevlerde görevlendirmiş, hatta savaşlara katılmalarına bile müsaade etmiştir. Mekke'de ilk iman edenlerden biri ama bir engellidir ve Hz. Peygamber, onu Medine'ye kur'an öğretmesi için göndermiştir. Bu yüce davranış onun engellileri toplumdan tecrit etmediğini, hatta Kur'an ögreticiligi gibi ulvi görevler ile onore ettiğinin ıspatıdır. Ve daha da mühimi, seafoodplus.infober Medine dışına çıktığı zaman yerine, namaz kıldırması için görme engelli olan ibn-Ümmi Mektumu vekil bırakmıştır.

Öyle bir ümmetin temsilcileriyiz ahir zamanda. Her birimiz birer merhamet meşalesi olmaya azmettik.

Ve..

Engelli evladından önce ölmekten korkan engelli anneleri

"Engelli bir çocuğa sahip olmanın tek kaygı verici yönü ondan önce bu dünyadan göçüp gitmek"

diyordu bir anne

"Engelli evladım cennetin anahtarı" diyordu başka bir anne.

"O bir lütuf" diyordu digeri

seafoodplus.infoi (Hz) koymuş noktayı

Ey Engelli evladıyla imtihan edilen anne!

Bil ki melekler seni kıskanır

Çünkü evladıyla imtihan edilen anneyi,

Cenab-ı hak, "Ben karşılıyorum " diyor.

nest...

batman iftar saati 2021 viranşehir kaç kilometre seferberlik ne demek namaz nasıl kılınır ve hangi dualar okunur özel jimer anlamlı bayram mesajı maxoak 50.000 mah powerbank cin tırnağı nedir