fatih çollak yasin suresi 4 sayfa / Fatih Çollak (Yasin Suresi) - Dailymotion Video

Fatih Çollak Yasin Suresi 4 Sayfa

fatih çollak yasin suresi 4 sayfa

Vakıa Suresi

Vakıa Suresi kaç ayettir? Vakıa Suresi ne anlatıyor? Vakıa Suresinin Arapça, Türkçe okunuşu ve meali. Vakıa Suresi’nin fazileti nedir? Vakıa Suresi ne zaman ve nerede indirilmiştir? Vakıa Suresi Arapça oku, dinle. Vakıa Suresi hakkında bilinmesi gerekenler haberimizde…

Vakıa Suresi Mekke’de nâzil olmuştur. 96 ayettir. İsmini, kıyametin isimlerinden biri olan ve “hâdise, olay” gibi mânalara gelen birinci âyetteki (vâkıa) kelimesinden alır. Mushaftaki sıralamada 56, iniş sırasına göre suredir.

Abdullah b. Mesud (r.a.) şöyle rivayet ediyor: "Ben Resûlullah'ın (s.a.s.) «Her kim her gece Vâkıa sûresini okursa ona fakirlik dokunmaz» buyurduğunu işitmiştim” der. (İbn Hanbel, Fedâilü’s-Sahâbe, II, )

Vakıa Suresi hakkında metnimizde sizler için hazırladıklarımız:

  • Vakıa Suresi Dinle (Fatih Çollak Hocaefendi)
  • Vakıa Suresi Arapça Oku
  • Vakıa Suresi Oku - Türkçe
  • Vakıa Suresi Meali
  • Vakıa Suresinin Konusu ve Nuzül Sebebi
  • Vakıa Suresinin Fazileti
  • Vakıa Suresi 10 Maddede Ne Anlatıyor?
  • Vakıa Suresi’nin Tefsiri
  • Yasin Suresi, Fetih Suresi, Amme Suresi, Ayetel Kürsi, Amenerrasulü ve Namaz Sureleri

VAKIA SURESİ DİNLE - FATİH ÇOLLAK HOCA

VAKIA SURESİ OKU - ARAPÇA

VAKIA SURESİ TÜRKÇE OKUNUŞU*

(*Türkçe okunuşlarından Kur'an-ı Kerim okumak uygun görülmemektedir. Ayetler Türkçe olarak arandıkları için aramalarda çıkmak için sitemize eklenmiştir.)

Bismillahirrahmanirrahim

  1. İżâ veka’ati-lvâki’a(tu)
  2. Leyse livak’atihâ kâżibe(tun)
  3. Ḣâfidatun râfi’a(tun)
  4. İżâ rucceti-l-ardu raccâ(n)
  5. Ve busseti-lcibâlu bessâ(n)
  6. Fekânet hebâen munbeśśâ(n)
  7. Ve kuntum ezvâcen śelâśe(ten)
  8. Fe-ashâbu-lmeymeneti mâ ashâbu-lmeymene(ti)
  9. Ve ashâbu-lmeş-emeti mâ ashâbu-lmeş-eme(ti)
  10. Ve-ssâbikûne-ssâbikûn(e)
  11. Ulâ-ike-lmukarrabûn(e)
  12. Fî cennâti-nna’îm(i)
  13. Śulletun mine-l-evvelîn(e)
  14. Ve kalîlun mine-l-âḣirîn(e)
  15. ‘Alâ sururin mevdûne(tin)
  16. Mutteki-îne ‘aleyhâ mutekâbilîn(e)
  17. Yatûfu ‘aleyhim vildânun muḣalledûn(e)
  18. Bi-ekvâbin ve ebârîka vekesin min ma’în(in)
  19. Lâ yusadde’ûne ‘anhâ velâ yunzifûn(e)
  20. Ve fâkihetin mimmâ yeteḣayyerûn(e)
  21. Ve lahmi tayrin mimmâ yeştehûn(e)
  22. Ve hûrun ‘în(un)
  23. Ke-emśâli-llului-lmeknûn(i)
  24. Cezâen bimâ kânû ya’melûn(e)
  25. Lâ yesme’ûne fîhâ laġven velâ teśîmâ(n)
  26. İllâ kîlen selâmen selâmâ(n)
  27. Ve ashâbu-lyemîni mâ ashâbu-lyemîn(i)
  28. Fî sidrin maḣdûd(in)
  29. Ve talhin mendûd(in)
  30. Ve zillin memdûd(in)
  31. Ve mâ-in meskûb(in)
  32. Ve fâkihetin keśîra(tin)
  33. Lâ maktû’atin velâ memnû’a(tin)
  34. Ve furuşin merfû’a(tin)
  35. İnnâ enşenâhunne inşâ-â(n)
  36. Fece’alnâhunne ebkârâ(n)
  37. ‘Uruben etrâbâ(n)
  38. Li-ashâbi-lyemîn(i)
  39. Śulletun mine-l-evvelîn(e)
  40. Ve śulletun mine-l-âḣirîn(e)
  41. Ve ashâbu-şşimâli mâ ashâbu-şşimâl(i)
  42. Fî semûmin ve hamîm(in)
  43. Ve zillin min yahmûm(in)
  44. Lâ bâridin velâ kerîm(in)
  45. İnnehum kânû kable żâlike mutrafîn(e)
  46. Ve kânû yusirrûne ‘alâ-lhinśi-l’azîm(i)
  47. Ve kânû yekûlûne e-iżâ mitnâ ve kunnâ turâben ve ’izâmen e-innâ lemeb’ûśûn(e)
  48. Eve âbâunâ-l-evvelûn(e)
  49. Kul inne-l-evvelîne vel-âḣirîn(e)
  50. Lemecmû’ûne ilâ mîkâti yevmin ma’lûm(in)
  51. Śumme innekum eyyuhâ-ddâllûne-lmukeżżibûn(e)
  52. Leâkilûne min şecerin min zakkûm(in)
  53. Femâli-ûne minhâ-lbutûn(e)
  54. Feşâribûne ‘aleyhi mine-lhamîm(i)
  55. Feşâribûne şurbe-lhîm(i)
  56. Hâżâ nuzuluhum yevme-ddîn(i)
  57. Nahnu ḣalaknâkum felevlâ tusaddikûn(e)
  58. Eferaeytum mâ tumnûn(e)
  59. E-entum taḣlukûnehu em nahnu-lḣâlikûn(e)
  60. Nahnu kaddernâ beynekumu-lmevte vemâ nahnu bimesbûkîn(e)
  61. ‘Alâ en nubeddile emśâlekum ve nunşi-ekum fî mâ lâ ta’lemûn(e)
  62. Ve lekad ‘alimtumu-nneş-ete-l-ûlâ felevlâ teżekkerûn(e)
  63. Eferaeytum mâ tahruśûn(e)
  64. E-entum tezra’ûnehu em nahnu-zzâri’ûn(e)
  65. Lev neşâu lece’alnâhu hutâmen fezaltum tefekkehûn(e)
  66. İnnâ lemuġramûn(e)
  67. Bel nahnu mahrûmûn(e)
  68. Eferaeytumu-lmâe-lleżî teşrabûn(e)
  69. E-entum enzeltumûhu mine-lmuzni em nahnu-lmunzilûn(e)
  70. Lev neşâu ce’alnâhu ucâcen felevlâ teşkurûn(e)
  71. Eferaeytumu-nnâra-lletî tûrûn(e)
  72. E-entum enşetum şeceratehâ em nahnu-lmunşi-ûn(e)
  73. Nahnu ce’alnâhâ teżkiraten ve metâ’an lilmukvîn(e)
  74. Fesebbih bismi rabbike-l’azîm(i)
  75. Felâ uksimu bimevâki’i-nnucûm(i)
  76. Ve-innehu lekasemun lev ta’lemûne ‘azîm(un)
  77. İnnehu lekur-ânun kerîm(un)
  78. Fî kitâbin meknûn(in)
  79. Lâ yemessuhu illâ-lmutahherûn(e)
  80. Tenzîlun min rabbi-l’âlemîn(e)
  81. Efebihâżâ-lhadîśi entum mudhinûn(e)
  82. Ve tec’alûne rizkakum ennekum tukeżżibûn(e)
  83. Felevlâ iżâ belaġati-lhulkûm(e)
  84. Ve entum hîne-iżin tenzurûn(e)
  85. Ve nahnu akrabu ileyhi minkum velâkin lâ tubsirûn(e)
  86. Felevlâ in kuntum ġayra medînîn(e)
  87. Terci’ûnehâ in kuntum sâdikîn(e)
  88. Fe-emmâ in kâne mine-lmukarrabîn(e)
  89. Feravhun ve rayhânun ve cennetu na’îm(in)
  90. Ve emmâ in kâne min ashâbi-lyemîn(i)
  91. Feselâmun leke min ashâbi-lyemîn(i)
  92. Ve emmâ in kâne mine-lmukeżżibîne-ddâllîn(e)
  93. Fenuzulun min hamîm(in)
  94. Ve tasliyetu cahîm(in)
  95. İnne hâżâ lehuve hakku-lyakîn(i)
  96. Fesebbih bismi rabbike-l’azîm(i)

VAKIA SURESİ MEALİ

Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla…

1. O kaçınılmaz ve önlenemez kıyâmet koptuğu zaman;

2. Artık onun kopmasını yalanlayabilecek hiçbir kimse kalmayacaktır.

3. O, kimini alçaltır, kimini yüceltir.

4. Yer şiddetli bir sarsılışla sarsıldığı,

5. Dağlar parçalanıp darmadağın edildiği,

6. Uçuşan toz zerreleri hâline geldiği zaman…

7. Sizler de üç zümreye ayrılırsınız:

8. O “ashâb-ı meymene” ki, ne uğurlu ne mutlu insanlardır o “as­hâb-ı meymene!”

9. O “ashâb-ı meş’eme” ki, ne uğursuz ne bedbaht kimselerdir o “as­hâb-ı meş’eme!”

Üçüncü zümre “sâbikûn”; dünyada hayırlı işlerde öne geçen­lerdir ki, onlar âhirette mükâfatda da öne geçeceklerdir.

İşte bunlar “mukarrabûn”; Allah’a en yakın kullardır.

Nimetlerle dopdolu cennetlerde olacaklardır.

Onların çoğu öncekilerden,

Birazı da sonrakilerden!

Mücevherlerle işlenip süslenmiş ve yan yana dizilmiş tahtlar üzerine kurulurlar.

Orada birbirlerine muhabbetle bakarak karşılıklı otururlar.

Etraflarında hiç yaşlanmayan gençler hizmet için âdeta per­vâne olur;

Durmadan çağıldayan pınarlardan doldurulmuş testiler, ibrik­ler ve kadehlerle…

Bu şaraptan ötürü ne başları ağrır, ne de sarhoş olurlar.

Beğendikleri türlü türlü meyvelerle…

Canlarının çektiği kuş etleriyle…

Bir de iri gözlü güzel yüzlü hûriler;

Sedeflerinde saklı inciler gibi!

Dünyada yaptıkları güzel amellere bir mükâfat olarak.

Orada ne bir boş, mânasız laf işitirler, ne de günaha sokacak bir söz.

Sadece, “Selâm size ey cennetlikler, selâm!” sözünü duyar­lar.

O “ashâb-ı yemîn” ki, ne uğurlu ne mutlu insanlardır o “ashâ­b-ı yemin!”

Onlar dikensiz, dalbastı kirazlar,

29. Dolgun salkımlı muzlar,

Uzayıp yayılmış gölgeler,

Çağlayarak akan sular,

Bol bol meyveler arasında yaşarlar.

Ki o nimetler ne eksilip tükenir, ne de onlardan esirgenir.

Kabartılmış yüksek döşekler üzerine eşleriyle birlikte yasla­nırlar.

Şüphesiz biz cennet kadınlarını yepyeni bir yaratılışla yarat­tık.

Onları dâimî bâkireler kıldık.

Eşlerine karşı sevgi dolu, âşık ve hep aynı yaşta.

Bütün bunlar, “ashâb-ı yemîn” içindir.

Onların birçoğu öncekilerdendir;

Birçoğu da sonrakilerden!

O “ashâb-ı şimal” ki, ne uğursuz ne bedbaht kimselerdir o “ashâb-ı şimâl!”

Onlar, iliklere işleyen zehirli, kavurucu bir ateş ve son derece kaynar sular içindedirler.

Kapkara bir dumanın gölgesindedirler.

Bir gölge ki, ne serinlik verir, ne bir hayrı dokunur.

Çünkü onlar, dünyadayken hiçbir ahlâkî kaygı taşımadan nimet ve sefahat içinde şımarıyorlardı.

En büyük günahı işlemekte ısrar edip duruyorlardı.

Ve şöyle diyorlardı: “Sahi biz, ölüp de toprak olduktan ve kemik yığınına dönüştükten sonra mı, yani biz o halde iken mi yeni bir yaratılışla tekrar diriltileceğiz? Bu, olacak şey değil!”

“Gelip geçmiş atalarımız da mı?”

De ki: “Hem şu ana kadar yaşayıp gitmiş olanlar, hem de siz ve sizden sonra gelecekler;”

“Hepiniz bilinen bir günün buluşma vaktinde mutlaka bir araya toplanacaksınız!”

Sonra siz ey doğru yoldan sapanlar ve gerçeği yalanla­yan­lar!

O zakkûm ağacının meyvesinden mutlaka yiyeceksiniz.

Yiyecek ve karınlarınızı onunla tıka basa dolduracaksınız.

Üzerine de o kaynar sudan içeceksiniz.

Hem de susuzluk hastalığına yakalanmış develerin suya sal­dırışı gibi saldırarak içeceksiniz.

Onlara hesap gününde verilecek ziyâfet işte budur!

Sizi yoktan yaratan biziz. Böyle iken, hâlâ yeniden diriliş ger­çeğini tasdik etmeyecek misiniz?

Rahimlere akıttığınız meniyi hiç düşünmez misiniz?

Onu mükemmel bir insan olarak siz mi yaratıyorsunuz, yoksa yaratan biz miyiz?

Aranızda ölümü şaşmaz bir plan çerçevesinde takdir eden biziz. Engel olabilecek hiçbir güç yoktur sizi öldürmemize.

Öldürüp de, yerinize benzeriniz başka nesiller getirmemize ve bilmediğiniz bir âlemde ve şekilde sizi yeni bir yaratılışla ortaya çıkarmamıza.

Aslında siz ilk yaratılışın Allah’ın kudretiyle gerçekleştiğini pekâla biliyorsunuz. O halde bunun üzerinde düşünüp ikinci yaratalışın da mümkün ve kaçınılmaz olduğunu kabullenmeniz gerekmez mi?

Toprağa ektiğiniz tohumu hiç düşünmez misiniz?

Acaba o ekinleri yeşertip büyüten siz misiniz; yoksa onu yetiştiren biz miyiz?

Dileseydik hepsini daha olgunlaşmadan kurumuş çerçöp hâline getirirdik de şaşırıp kalırdınız:

“Eyvâh, emeklerimiz boşa gitti, çok zarara uğradık.”

“Bundan da öte, biz her türlü rızıktan büsbütün mahrum kaldık!” diye feryat ederdiniz.

İçtiğiniz suyu hiç düşünmez misiniz?

Onu bulutlardan siz mi indiriyorsunuz; yoksa onu indiren biz miyiz?

Dileseydik onu içilmesi mümkün olmayan tuzlu, acı bir su yapardık. Öyleyse şükretmeniz gerekmez mi?

Yakmakta olduğunuz ateşi hiç düşünmez misiniz?

Onun ağacını siz mi yaratıp yetiştiriyorsunuz; yoksa onu ya­ratan biz miyiz?

Biz onu hem cehennem ateşi için bir hatırlatma hem de çölde yaşayanlar, yolda bulunanlar, ayrıca ona ihtiyacı olanlar için vazgeçilmez bir nimet kıldık.

Öyleyse Yüce Rabbinin ismini tesbih et; O’nun her türlü kusurdan ve ortakları olmaktan çok yüce ve uzak olduğunu söyle!

Yıldızların düştüğü yerlere ve peyderpey inen Kur’an’ın her bir bölümüne yemin ederim.

Eğer bilirseniz bu gerçekten pek büyük bir yemindir,

Şüphesiz o, çok değerli, pek şerefli bir Kur’an’dır.

Onun aslı çok iyi korunmuş bir kitaptadır.

Tertemiz olanlardan başkası ona dokunamaz.

O, Âlemlerin Rabbi tarafından parça parça indirilmektedir.

Şimdi siz bu ilâhî kelâmı mı küçümsüyorsunuz?

Allah’ın size verdiği bu büyük nimete teşekkür edecek yerde onu yalanlıyorsunuz.

Hele can boğaza gelip dayandığında,

O vakit can çekişenin yanında bulunan sizler, elinizden bir şey gelmez, sadece çâresizlik içinde seyredersiniz.

Biz ona sizden daha yakınızdır, fakat siz göremezsiniz.

Eğer siz yeniden diriltilip hesâba çekilmeyecek, ceza görmeye­cekseniz;

Lutfen çıkmakta olan o canı geri çevirin; eğer iddianızda tu­tarlı ve doğru iseniz!

Eğer ölen kişi “mukarrebûn”dan; Allah’a yaklaştırılmış has kullardan ise,

Onu bekleyen sonsuz bir rahatlık ve mutluluk, güzel ve hoş kokulu rızıklar ve nimetlerle dolu cennetlerdir.

Eğer o, “ashâb-ı yemin”den; uğurlu ve mutlu kimselerden ise,

Melekler ona: “Selâm sana, ey ashâb-ı yeminden olan kişi!” derler.

Eğer o, Kur’an’ı ve Peygamber’i yalanlayanlardan, doğru yol­dan kaymış sapıklardan ise,

Onu da bekleyen kaynar sudan bir ziyâfettir.

Peşinden de kızgın alevli cehenneme atılacaktır.

İşte bu, hakkında en küçük şüphe bulunmayan en kesin ger­çeğin tâ kendisidir.

Öyleyse, Yüce Rabbinin ismini tesbih et; O’nun her türlü kusurdan ve ortakları olmaktan çok yüce ve uzak olduğunu söyle!

VAKIA SURESİ KONUSU - NÜZUL SEBEBİ VE FAZİLETİ

Vâkıa Sûresi Konusu Nedir?

Kıyâmetin kopuşuyla beraber insanların, sâbikûn, ashâb-ı meymene ve ashâb-ı meş’eme olmak üzere üç gruba ayrılacağı ve bunların âhirette karşılaşacakları iyi ya da kötü neticeler dikkat çekici bir üslup ve tablolarla haber verilir. Allah Teâlâ’nın bunları yapabilecek kudrete sahip olduğunun açık delilleri bildirilir. Kur’an’ın belli vasıfları ve büyük bir nimet olduğu hatırlatıldıktan sonra, kaçınılmaz ölüm gerçeği akılları susturacak ve hisleri donduracak dehşetli yönleriyle dikkatlere sunulur. Başta bahsedilen üç grubun âkıbeti tekrar hülâsa edilerek sûre nihâyete erer.

Vâkıa Sûresi Nuzül Sebebi Nedir?

Mushaftaki sıralamada elli altıncı, iniş sırasına göre kırk altıncı sûredir. Tâhâ sûresinden sonra, Şuarâ sûresinden önce Mekke’de nâzil olmuştur. Sadece âyetlerinin Medine’de indiği rivayet edilmiştir; fakat bunların önceki ve sonraki âyetlerle konu ve üslûp açısından bir bütün oluşturması bu rivayetin gerçekliğinde tereddüt uyandırmaktadır (Derveze, III, ). İbn Atıyye de bu sûredeki bazı âyetlerin Medine’de veya bir sefer sırasında indiğine dair rivayetlerin sağlam olmadığını belirtir (V, ).

Vâkıa Sûresi Fazileti Nedir?

Abdullah b. Mesud (r.a.)’ı ölüm hastalığında ziyaret eden Hz. Osman:

“- Sana beytülmalden bir bağışta bulunulmasını emredeyim mi?” diye sorar. İbn Mesud buna ihtiyacı olmadığını söyler. Osman (r.a.):

“- Senden sonra hiç olmazsa kızlarına kalır” deyince İbn Mesud (r.a.):

“- Sen kızlarımı merak etme. Ben onlara her gece Vâkıa sûresini okumalarını öğrettim. Zira ben Resûlullah (s.a.s.)’in «Her kim her gece Vâkıa sûresini okursa ona fakirlik dokunmaz» buyurduğunu işitmiştim” der. (İbn Hanbel, Fedâilü’s-Sahâbe, II, )

YASİN VE VAKIA SURELERİNİ OKUMANIN FAZİLETİ - VİDEO

VAKIA SURESİ NE ANLATIYOR?

1- İnsanın Yaratılışı

“Sizi Biz yarattık. Tasdik etmeniz gerekmez mi?

Rahime attığınız o nutfeyi gördünüz mü? (Bir düşünün!)

Onu yaratıp insan hâline getiren siz misiniz, yoksa Biz miyiz?” (el-Vâkıa, )

Yok kadar bir su zerresinden, son derece girift ve bir o kadar da âhenkle işleyen sistemlerle donatılmış bir insan vücûdunun meydana gelmesi, ne muazzam bir ilâhî sanattır.

2- Ölüm ve Yeniden Dirilme

“Aranızda ölümü takdir eden Biz’iz. Ve Biz, irâdemizi gerçekleştirmekten âciz değiliz.

(Ölümü,) sizin yerinize benzerlerinizi getirelim ve sizi bilmediğiniz bir âlemde tekrar var edelim diye (takdir ettik).” (el-Vâkıa, )

Ölüm gerçeği… Kimse ölümden kaçamaz. Cenâb-ı Hak isterse inkârcıları helâk edip daha iyi bir toplum getiriverir.

“Andolsun, ilk yaratılışı bildiniz. Düşünüp ibret almanız gerekmez mi?” (el-Vâkıa, 62)

İlk yaratmayı böylesine mükemmel bir şekilde yapan Yüce Allah, insanı tekrar yaratmaya da kâdirdir. Bunun üzerinde tefekkür ederek âhirete ve “ba‘sü ba‘de’l-mevt”e, yani ölümden sonra dirilişe hazırlanmak îcâb eder.

3- Tohumlar ve Bitkiler

“Ektiğiniz o tohumu gördünüz mü? (Şimdi onu bir düşünün!)

Onu siz mi bitiriyorsunuz, yoksa bitiren Biz miyiz?

Dileseydik onu kuru bir çöp yapardık da şaşar kalırdınız.

«Doğrusu biz çok ziyandayız. Daha doğrusu büsbütün mahrumuz!..» (derdiniz).” (el-Vâkıa, )

Çevremizdeki ekinlere, ağaçlara, bitkilere ibretle bakarak Allah Teâlâ’nın yaratma sanatını ve nîmetlerini hayranlıkla seyretmeliyiz. Cenâb-ı Hak vermezse insanların gayretleri ve tedbirleri boşa gider, bir ot bile yetişmez.

Bir an için etrafımızdaki bütün yeşilliklerin kuru bir çöp hâline geldiğini düşünelim. Hayâtımız bir anda nasıl da kararıverirdi!..

4- Tatlı Su

“Ya o içtiğiniz suyu gördünüz mü? (Bir de onu düşünün!)

Onu buluttan siz mi indirdiniz, yoksa indiren Biz miyiz?

Dileseydik onu tuzlu yapardık. Şükretmeniz gerekmez mi?” (el-Vâkıa, )

Buluttan inen tatlı su, Cenâb-ı Hakk’ın büyük bir ikramıdır. O su acı bir şekilde inse, kimse onu tatlandıramazdı. Veya bir kuraklık olsa, bulutları oluşturup yağmuru indirmeye kim güç yetirebilir ki?!.

5- Ateş

“Bir de o tutuşturduğunuz ateşi gördünüz mü? (Onu da düşünün!)

Onun ağacını siz mi yarattınız, yoksa yaratan Biz miyiz?

Biz onu hem ibret (için) hem de çölden gelip geçenlerin, yolcuların ve muhtaçların istifâdesi için yarattık.” (el-Vâkıa, )

Hakîkaten düşünmek gerekir ki hayatta insanlara pek çok faydaları olan ateşi ve onun yakacağı olan ağaçları kim yaratmıştır?

Allâh’ın kudretine bakın ki yeşil ağaçtan ateş çıkarıyor!.. Bir de ateşin mâhiyetini düşünelim… Nasıl yanıyor, nasıl yakıyor?!.

Çöl yolcuları, gecenin soğuk ve karanlığında ateşe sığınırlar. Ateş, yolcular için vazgeçilmez bir ısınma, aydınlanma ve yemek pişirme vâsıtasıdır. Aslında ateşe bütün insanların ihtiyacı vardır. Ateşsiz yaşamak çok zordur.

Dolayısıyla ateş, hem ibretlik bir hâdisedir hem de toprak, su, hava gibi zarûrî bir ihtiyaçtır. Resûlullah şöyle buyurmuştur:

“Müslümanlar üç şeyde ortaktırlar: Suda, otta ve ateşte.” (Ebû Dâvûd, Büyû, 60/)

Diğer taraftan, dünya ateşine bakarak cehennemi hatırlamalı… Ne kadar ibretliktir ki altımızda mağma tabakası, müthiş bir ateş deryâsı; üstümüzde ise Güneş, muazzam bir alev topu… İki ateş arasında serin ve selâmet bir hayat şartlarını lûtfeden Rabbimize ne kadar şükretsek az!..

Bütün bu nîmetler karşısında insanın Allâh’ı çokça tesbîh etmesi îcâb eder:

“O hâlde, Yüce Rabbinin ismini tesbîh et (yücelt)!” (el-Vâkıa, 74)

– Dilimiz; zikir, Kur’ân ve tebliğle meşgul olarak tesbîh etmeli,

– Kalbimiz; duygu derinliği içinde şükredip tesbîh etmeli,

– Âzâlarımız; nâfile namazları, oruçları ve hizmetleri artırmak sûretiyle tesbîhe devam etmeli…

6- Yıldızlar veya Vahiyler

“Hayır! Yıldızların mevkîlerine yemin ederim ki, bilirseniz, gerçekten bu, büyük bir yemindir.” (el-Vâkıa, )

Azamet-i ilâhiyyenin nihâyetsizliği… Cenâb-ı Hak tefekkürümüzü sonsuzluğa yönlendiriyor…

Semâ, âdeta bahr-i bî-pâyân / haddi hudûdu olmayan bir okyanus…

Bu âyetlerde, yıldızlar görünmez olduktan sonra başlayan seher vakitlerine ve gece ibadetlerine de dikkat çekilmektedir.

Yine bu âyet-i kerîmelerde yemin edilen hususlardan bir diğeri de Peygamber Efendimiz’e nâzil olan vahiylerdir. Bunlar ya bir âyet, ya birkaç âyet veya bütün bir sûre olurdu. Her bir vahye de “Necm: Yıldız” denilmiştir.

7- Kur’ân-ı Kerîm

“Şüphesiz bu, korunmuş bir kitapta (Levh-i Mahfûz’da) bulunan değerli bir Kur’ân’dır. Ona ancak iyice temizlenenler dokunabilir.” (el-Vâkıa, )

Kur’ân-ı Kerîm’e son derece tâzim ve hürmet göstermek îcâb eder. Mushaf’a yapışık olan dış kabına ve cildine bile abdestsiz olarak dokunmak yasaktır. Abdestsiz kişi, elbisesinin yeniyle de Mushaf’ı tutamaz. Ona hürmet ve tâzîmi zedeleyecek tavırlar içinde bulunmak da büyük bir gaflettir. Zira:

“O, Âlemlerin Rabbi’nden indirilmiştir. Şimdi siz, bu ilâhî kelâmı mı küçümsüyorsunuz? Allâh’ın verdiği rızka (bu en büyük nîmete) karşı şükrünüzü, onu yalanlamak sûretiyle mi yerine getiriyorsunuz?!” (el-Vâkıa, )

Bizlere lûtfedilen en büyük nîmetlerden biri, Kur’ân-ı Kerîm’e muhâtap kılınmış olmaktır. Bu nîmetin şükrü de, onu güzelce idrâk edip muktezâsınca yaşamaktır.

8- Ölüm

“Hele can boğaza dayandığı zaman, o vakit siz bakar durursunuz.” (el-Vâkıa, )

Kişinin vâdesi dolup emr-i Hak vâkî olduktan sonra onu geri döndürmek için insanoğlunun elinden hiçbir şey gelmez.

“Biz ona sizden daha yakınız, ama göremezsiniz.

Mâdemki siz dînin emirlerine boyun eğmiyorsunuz ve cezâ görmeyeceğinizi iddiâ ediyorsunuz, haydi o zaman o (canı) geri çevirin de görelim! Şâyet iddiânızda doğru iseniz!” (el-Vâkıa, )

İşte Allâh’ın kudreti… İşte insanın acziyeti… Bütün insanlık, ister istemez ilâhî takdîre boyun eğecek ve teslim olacak… Hâl-i hayâtında emr-i ilâhîye karşı çıkıp inatla diklenen zorba ve mütekebbirler bile o an hiçbir îtiraz sesi yükseltemeyecek… İdrâki üzerindeki sayısız gaflet perdeleri kalkan insan, kâinattaki asıl hükümranlığın yalnızca Allâh’a ait olduğunu, bütün gerçekliğiyle ancak o an anlayabilecek…

9- Ölen Kişi Üç Hâlden Biri Üzeredir

(1) “Fakat (ölen kişi Allâh’a) yakın olanlardan ise, ona rahatlık, güzel rızık ve Naîm Cenneti vardır.

(2) Eğer o sağdakilerden ise, «Ey sağcılardan olan kişi, sana selâm olsun!» denir.

(3) Ancak yalanlayıcı sapıklardan ise, işte ona da kaynar sudan bir ziyafet vardır! Ve (onun sonu) cehenneme atılmaktır.” (el-Vâkıa, )

Kâfirler ve günahkâr Müslümanlar, bu kısma dâhildir.

“Şüphesiz ki bu (anlatılanlar), kesin hakîkatin ta kendisidir.” (el-Vâkıa, 95)

Cenâb-ı Hakk’a İlticâ

“Öyleyse haydi azîm olan Rabbinin ismini tenzîh ile an! (O’nu tesbîh et ve yücelt!) (el-Vâkıa, 96)

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Kâinat İnsan ve Kur’ân’da Tefekkür, Erkam Yayınları

VAKIA SURESİ TEFSİRİ

❂ O kaçınılmaz ve önlenemez kıyâmet koptuğu zaman;

اَلْوَاقِعَةُ (vâkıa), meydana gelmesi kaçınılmaz olan hâdise, olay demek olup, kıyâmetin isimlerinden biridir. Onun yakın zamanda mutlaka kopacağını belirtir. Belki kopmadan önce onu yalanlayanlar olabilir. Fakat vuku bulduktan sonra artık hiç kimsenin onu yalanlama imkânı kalmayacaktır.

Kıyâmetin iki önemli vasfı vardır: Alçaltıcı ve yükseltici olması. Buna göre:

❂ Kıyâmet kâinatın düzenini bozacak, dünyanın altını üstüne getirecek, yüksek dağları yerle bir edecek, alçak yerleri yükseltecektir. Nitekim âyetler bu mânayı teyid etmektedir.

❂ Kıyâmetin bu vasfı insanlar için de geçerlidir. Çünkü o, inkârcıları cehennemin aşağı derekelerine düşürecek, müminleri ise cennetin yukarı derecelerine yükseltecektir. Yine bu müthiş olay, dünyada büyüklenen nice insanları, toplumları alçaltacak, rezil rüsvâ edecek; horlanan veya tevazu gös­teren nicelerini de yüceltecektir.

Vakıa Suresi tefsirinin (Prof. Dr. Ömer Çelik) tamamı için tıklayınız

AYETEL KÜRSİ – AMENARRASULÜ – NAMAZ SURELERİ

İslam ve İhsan

Yasin Suresi

Amme Suresi Arapça Türkçe Okunuşu ve Meali - Nebe Suresi Oku Arapça Türkçe

Tebareke (Mülk) Suresi Arapça Türkçe Okunuşu ve Meali

Fetih Suresi Türkçe Oku, Dinle ve Fetih Suresi Meali

Kur’an Öğrenmek İstiyorum

PAYLAŞ:                

Fetih Suresi Türkçe Oku, Dinle ve Fetih Suresi Meali

Fetih Suresi kaç ayettir? Fetih Suresi ne anlatıyor? Fetih Suresi’nin fazilet ve sırları nelerdir? Fetih Suresi Türkçe, Arapça okunuşu ve anlamı… Fetih Suresi’nin getirdiği müjdeler neler? Fetih Suresi ne zaman ve nerede indirilmiştir? Fetih Suresi’nin iniş sebebi, nüzulü, yazılışı, okunuşu, anlamı ve fazileti.

Rasûlullah -sallallahu aleyhi ve sellem-: “Bu gece bana, üzerine güneşin doğduğu her şeyden daha değerli ve güzel bir sûre indirildi”buyurmuş, sonra da Fetih sûresini okumuştur. (Buhârî, Tefsir 48/1) Fetih Suresi, hicretin altıncı senesinde Rasûlullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Hudeybiye’den Medine’ye dönüşü esnâsında Mekke ile Medine arasında nâzil olmuştur. Genel taksime göre Medine’de indiği kabul edilir. 29 âyettir. İsmini, Peygamberimize büyük bir zafer olan Hudeybiye anlaşmasını müjdeleyen birinci âyetindeki فَتْحًا مُب۪ينًا (fethan mübînen) ifadesinden alır. Resmi tertîbe göre 48, iniş sırasına göre ise sûredir. Fetih Suresi ile ilgili sizler için hazırladıklarımız:

  • Fetih Suresi Arapça
  • Fetih Suresi Arapça Yazılışı
  • Fetih Suresi Türkçe Okunuşu
  • Fetih Suresi Anlamı
  • Fetih Suresi Dinle (Fatih Çollak)
  • Fetih Suresi Dinle (Kabe İmamları)
  • Fetih Suresi Neden Bahsediyor?
  • Fetih Suresi'nin Fazileti
  • Fetih Suresi İniş Sebebi
  • Fetih Suresi Tefsiri Uzun (Prof. Dr. Ömer Çelik)
  • Fetih Suresi'nin Getirdiği Müjdeler
  • Fetih Suresi Kimlere Karşı Okunur?
  • Ayetel Kürsi’nin Okunuşu, Anlamı ve Tefsiri
  • Yasin Suresi Dinle (Arapça ve Türkçe Okunuşu)

FETİH SURESİ DİNLE (FATİH ÇOLLAK HOCAEFENDİ)

FETİH SURESİ OKU (ARAPÇA)

fetihsuresi-1

fetihsuresi-2

fetihsuresi-3

fetihsuresi-4

fetihsuresi-5

FETİH SURESİ TÜRKÇE OKUNUŞU*

(*Türkçe okunuşlarından Kur'an-ı Kerim okumak uygun görülmemektedir. Ayetler Türkçe olarak arandıkları için aramalarda çıkmak için sitemize eklenmiştir.)

“Bismillâhirrahmanirrahim.

1. İnnâ fetahnâ leke fethan mubînâ(mubînen).

2. Li yagfira lekallâhu mâ tekaddeme min zenbike ve mâ teahhara ve yutimme ni’metehu aleyke ve yehdiyeke sırâtan mustekîmâ(mustekîmen).

3. Ve yansurakallâhu nasran azîzâ(azîzen).

4. Huvellezî enzeles sekînete fî kulûbil mu’minîne li yezdâdû îmânen mea îmânihim, ve lillâhi cunûdus semâvâti vel ard(ardı), ve kânallâhu alîmen hakîmâ(hakîmen).

5. Li yudhilel mu’minîne vel mu’minâti cennâtin tecrî min tahtihâl enhâru hâlidîne fîhâ ve yukeffira anhum seyyiâtihim, ve kâne zâlike indallâhi fevzen azîmâ(azîmen).

6. Ve yuazzibel munâfikîne vel munâfikâti vel muşrikîne vel muşrikâtiz zânnîne billâhi zannes sev’i aleyhim dâiratus sev’i, ve gadiballâhu aleyhim ve leanehum ve eadde lehum cehennem(cehenneme), ve sâet masîrâ(masîren).

7. Ve lillâhi cunûdus semâvâti vel ard(ardı), ve kânallâhu azîzen hakîmâ(hakîmen).

8. İnnâ erselnâke şâhiden ve mubeşşiran ve nezîrâ(nezîren).

9. Li tu’minû billâhi ve resûlihî ve tuazzirûhu ve tuvakkırûhu, ve tusebbihûhu bukraten ve asîlâ(asîlen).

İnnellezîne yubâyiûneke innemâ yubâyiûnallâh(yubâyiûnallâhe), yedullâhi fevka eydîhim, fe men nekese fe innemâ yenkusu alâ nefsihî, ve men evfâ bi mâ âhede aleyhullâhe fe se yu’tîhi ecran azîmâ(azîmen).

Se yekûlu lekel muhallefûne minel a’râbi şegaletnâ emvâlunâ ve ehlûnâ festagfir lenâ, yekûlûne bi elsinetihim mâ leyse fî kulûbihim, kul fe men yemliku lekum minallâhi şey’en in erâde bikum darran ev erâde bikum nef’â(nef’en), bel kânallâhu bi mâ ta’melûne habîrâ(habîran).

Bel zanentum en len yenkaliber resûlu vel mu’minûne ilâ ehlîhim ebeden ve zuyyine zâlike fî kulûbikum ve zanentum zannes sev’i ve kuntum kavmen bûrâ(bûran).

Ve men lem yu’min billâhi ve resûlihî fe innâ a’tednâ lil kâfirîne saîrâ(saîran).

Ve lillâhi mulkus semâvâti vel ard(ardı), yagfiru li men yeşâu ve yuazzibu men yeşâu, ve kânallahu gafûran rahîmâ(rahîmen).

Se yekûlul muhallefûne izântalaktum ilâ megânime li te’huzûhâ zerûnâ nettebi’kum, yurîdûne en yubeddilû kelâmallâh(kelâmallâhi), kul len tettebiûnâ kezâlikum kâlallâhu min kablu, fe se yekûlûne bel tahsudûnenâ, bel kânû lâ yefkahûne illâ kalîlâ(kalîlen).

Kul lil muhallefîne minel a’râbi se tud’avne ilâ kavmin ulî be’sin şedîdin tukâtilûnehum ev yuslimûn(yuslimûne), fe in tutîû yu’tikumullâhu ecran hasenâ(hasenen), ve in tetevellev kemâ tevelleytum min kablu yuazzibkum azâben elîmâ(elîmen).

Leyse alâl a’mâ haracun ve lâ alâl a’raci haracun ve lâ alâl marîdı haracun, ve men yutııllahe ve resûlehu yudhılhu cennâtin tecrî min tahtihâl enhâru, ve men yetevelle yuazzibhu azâben elîmâ(elîmen).

Lekad radiyallâhu anil mu’minîne iz yubâyiûneke tahteş şecerati fe alime mâ fî kulûbihim fe enzeles sekînete aleyhim ve esâbehum fethan karîbâ(karîben).

Ve megânime kesîraten ye’huzûnehâ, ve kânallâhu azîzen hakîmâ(hakîmen).

Vaadekumullâhu megânime kesîraten te’huzûnehâ fe accele lekum hâzihî ve keffe eydiyen nâsi ankum, ve li tekûne âyeten lil mu’minîne ve yehdiyekum sırâtan mustakîmâ(mustakîmen).

Ve uhrâ lem takdirû aleyhâ kad ehâtallâhu bihâ, ve kânallâhu alâ kulli şey’in kadîrâ(kadîran).

Ve lev kâtelekumullezîne keferû le vellevûl edbâra summe lâ yecidûne velîyyen ve lâ nasîrâ( nasîran).

Sunnetallâhilletî kad halet min kablu, ve len tecide li sunnetillâhi tebdîlâ(tebdîlen).

Ve huvellezî keffe eydiyehum ankum ve eydiyekum anhum bi batni mekkete min ba’di en azferakum aleyhim ve kânallâhu bi mâ ta’melûne basîrâ(basîran).

Humullezîne keferû ve saddûkum anil mescidil harâmi vel hedye ma’kûfen en yebluga mahıllehu, ve lev lâ ricâlun mu’minûne ve nisâun mu’minâtun lem ta’lemûhum en tetaûhum fe tusîbekum minhum maarratun bi gayri ilmin, li yudhılallâhu fî rahmetihî men yeşâu, lev tezeyyelû le azzebnâllezîne keferû minhum azâben elîmâ(elîmen).

İz cealellezîne keferû fî kulûbihimul hamiyyete hamiyyetel câhiliyyeti fe enzelallâhu sekînetehu alâ resûlihî ve alel mu’minîne ve elzemehum kelimetet takvâ ve kânû e hakka bihâ ve ehlehâ ve kânallâhu bi kulli şey’in alîmâ(alîmen).

Lekad sadakallâhu resûlehur ru’yâ bil hakkı, le tedhulunnel mescidel harâme inşâallâhu âminîne muhallikîne ruûsekum ve mukassırîne lâ tehâfûn(tehâfûne), fe alime mâ lem ta’lemû fe ceale min dûni zâlike fethan karîbâ(karîben).

Huvellezî ersele resûlehu bil hudâ ve dînil hakkı li yuzhirahu alâd dîni kullihî, ve kefâ billâhi şehîdâ(şehîden).

Muhammedun resûlullâh(resûlullâhi), vellezîne meahû eşiddâu alâl kuffâri ruhamâu beynehum terâhum rukkean succeden yebtegûne fadlen minallâhi ve rıdvânen sîmâhum fî vucûhihim min eseris sucûd(sucûdi), zâlike meseluhum fît tevrât(tevrâti), ve meseluhum fîl incîl(incîli), ke zer’in ahrace şat’ehu fe âzerehu festagleza festevâ alâ sûkıhî yu’cibuz zurrâa, li yagîza bihimul kuffâr(kuffâra), vaadallâhullezîne âmenû ve amilûs sâlihâti minhum magfiraten ve ecren azîmâ(azîmen).

FETİH SURESİ MEALİ

1. Doğrusu biz sana apaçık bir fetih ihsân ettik.

2. Böylece Allah senin geçmiş ve gelecek günahını bağışlar. Sana olan nimetini tamamlar ve seni doğru yola iletir.

3. Ve sana Allah, şanlı bir zaferle yardım eder.

4. İmanlarına iman katsınlar diye müminlerin kalplerine güven indiren O'dur. Göklerin ve yerin orduları Allah'ındır. Allah bilendir, herşeyi hikmetle yapandır.

5. Mümin erkeklerle mümin kadınları, içinde ebedi kalacakları, altlarından ırmaklar akan cennetlere koyması, onların günahlarını örtmesi içindir. İşte bu, Allah katında büyük bir kurtuluştur.

6. Ve o Allah hakkında kötü zanda bulunan münâfık erkeklere ve münâfık kadınlara, Allah'a ortak koşan erkeklere ve ortak koşan kadınlara azap etmesi içindir. Kötülük onların başlarına gelmiştir. Allah onlara gazap etmiş, lânetlemiş ve cehennemi kendilerine hazırlamıştır. Orası ne kötü bir yerdir!

7. Göklerin ve yerin orduları Allah'ındır. Allah çok güçlüdür, hüküm ve hikmet sahibidir.

8. Şüphesiz biz seni, şâhit, müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik.

9. Ki, Allah'a ve Resulüne iman edesiniz, ve bunu takviye edip, O'na saygı gösteresiniz ve sabah akşam O'nu tesbih edesiniz.

Herhalde sana bey'at edenler ancak Allah'a bey'at etmektedirler. Allah'ın eli onların ellerinin üzerindedir. Kim ahdi bozarsa ancak kendi aleyhine bozmuş olur. Kim de Allah'a verdiği ahde vefa gösterirse Allah ona büyük bir mükâfat verecektir.

yakında a'râbilerden geri kalmış olanlar sana diyecekler ki, "Mallarımız ve ailelerimiz bizi alıkoydu. Allah'tan bizim bağışlanmamızı dile." Onlar kalplerinde olmayanı dilleriyle söylerler. De ki: Allah size bir zarar gelmesini dilerse veya bir fayda elde etmenizi isterse O'na karşı kimin bir şeye gücü yetebilir? Hayır! Allah yaptıklarınızdan haberdardır.

Aslında siz Peygamber ve müminlerin, ailelerine geri dönmeyeceklerini sanmıştınız. Bu sizin gönüllerinize güzel göründü de kötü zanda bulundunuz ve helâki hak etmiş bir topluluk oldunuz.

Kim Allah'a ve Rasulüne iman etmezse şüphesiz biz, kâfirler için çılgın bir ateş hazırlamışızdır.

Göklerin ve yerin mülkü Allah'ındır. O, dilediğini bağışlar dilediğini azaplandırır. Allah çok bağışlayan çok merhamet edendir.

Siz ganimetleri almak için gittiğinizde geri kalanlar: "Bırakın biz de arkanıza düşelim." diyeceklerdir. Onlar, Allah'ın sözünü değiştirmek isterler. De ki: Siz bizimle gelemeyeceksiniz. Allah daha önce böyle buyurmuştur. Onlar size: "Bizi kıskanıyorsunuz." diyeceklerdir. Bilakis onlar, pek az anlayan kimselerdir.

A'rabilerin geri bırakılmış olanlarına de ki: Siz yakında çok kuvvetli bir kavme karşı savaşmaya çağırılacaksınız. Onlarla savaşırsınız veya müslüman olurlar. Eğer itaat ederseniz, Allah size güzel bir mükâfat verir. Ama önceden döndüğünüz gibi yine dönecek olursanız sizi acıklı bir azaba uğratır.

Köre vebal yoktur, topala da vebal yoktur, hastaya da vebal yoktur. Bununla beraber kim Allah'a ve peygamberine itâat ederse, Allah onu, altından ırmaklar akan cennetlere sokar. Kim de geri kalırsa, onu acı bir azaba uğratır.

Andolsun o ağacın altında (Hudeybiye'de) sana bey'at ederlerken Allah, müminlerden razı olmuştur. Kalplerinde olanı bilmiş onlara güven indirmiş ve onları pek yakın bir fetih ile mükâfatlandırmıştır.

Allah onları elde edecekleri birçok ganimetlerle de mükâfatlandırdı. Allah çok güçlüdür, hüküm ve hikmet sahibidir.

Allah size, elde edeceğiniz birçok ganimetler vaad etmiştir. Bunu size hemen vermiş ve insanların ellerini sizden çekmiştir ki bu, müminlere bir işaret olsun ve Allah sizi doğru yola iletsin.

Bundan başka sizin güç yetiremediğiniz, ama Allah'ın sizin için kuşattığı ganimetler de vardır. Allah herşeye kâdirdir.

Eğer kâfirler sizinle savaşsalardı arkalarına dönüp kaçarlardı. Sonra bir dost ve yardımcı da bulamazlardı.

Allah'ın öteden beri gelen kanunu budur. Allah'ın kanununda asla bir değişiklik bulamazsın.

O sizi onlara karşı muzaffer kıldıktan sonra Mekke'nin göbeğinde onların ellerini sizden, sizin ellerinizi de onlardan çekendir. Allah, yaptıklarınızı görendir.

Onlar inkâr eden ve sizin Mescid-i Haram'ı ziyaretinizi ve bekletilen kurbanların yerlerine ulaşmasını men edenlerdir. Eğer kendilerini henüz tanımadığınız mümin erkeklerle, mümin kadınları bilmeyerek ezmek suretiyle bir vebalin altında kalmanız ihtimali olmasaydı, Allah savaşı önlemezdi. Dilediklerine rahmet etmek için Allah böyle yapmıştır. Eğer onlar birbirinden ayrılmış olsalardı elbette onlardan inkâr edenleri elemli bir azaba çarptırırdık.

O zaman inkâr edenler, kalplerine taassubu, câhiliyet taassubunu yerleştirmişlerdi. Allah da elçisine ve müminlere sükûnet ve güvenini indirdi. Onları takva sözü üzerinde durdurdu. Zaten onlar buna pek layık ve ehil kimselerdi. Allah her şeyi bilendir.

Andolsun ki Allah, elçisinin rüyasını doğru çıkardı. Allah dilerse siz güven içinde başlarınızı tıraş etmiş ve saçlarınızı kısaltmış olarak, korkmadan Mescid-i Haram'a gireceksiniz. Allah sizin bilmediğinizi bilir. İşte bundan önce size yakın bir fetih verdi.

Bütün dinlerden üstün kılmak üzere, Peygamberini hidayet ve hak din ile gönderen O'dur. Şahit olarak Allah yeter.

Muhammed Allah'ın elçisidir. Onun yanında bulunanlar da kâfirlere karşı çetin, kendi aralarında merhametlidirler. Onları rükûa varırken secde ederken görürsün. Allah'tan lütuf ve rıza isterler. Yüzlerinde secdelerin izinden nişanları vardır. Bu, onların Tevrat'taki vasıflarıdır. İncil'deki vasıfları da şöyledir: Onlar filizini yarıp çıkarmış, gittikçe onu kuvvetlendirerek kalınlaşmış, gövdesi üzerine dikilmiş bir ekine benzerler ki bu, ziraatçıların da hoşuna gider. Allah böylece onları çoğaltıp kuvvetlendirmekle kâfirleri öfkelendirir. Allah inanıp iyi işler yapanlara mağfiret ve büyük bir mükâfat vaad etmiştir.

FETİH SURESİ DİNLE (FATİH ÇOLLAK HOCAEFENDİ)

FETİH SURESİ KONUSU

Fetih suresi, hicretin altıncı senesinde müşriklerle imzalanan ve İslâm’ın dünya üzerinde kabul görüp yayılmasına zemin hazırlayan büyük bir zafer olma husûsiyeti taşıyan Hudeybiye anlaşmasından bahsederek söze başlar. Hudeybiye seferine katılıp, Mekke’ye elçi olarak gönderilen Hz. Osman’ın öldürüldüğü şayiası üzerine, eğer haber doğruysa kanlarının son damlasına kadar savaşacaklarına dâir Efendimiz’e bey‘at eden Ashâb-ı Kirâm methedilir. Bu mü’minlere çok parlak istikballer, zaferler ve ganimetler va‘dedilir. Diğer taraftan mal ve evlat engeline takılıp Hudeybiye seferine katılamayan münafıkların iç âlemlerinin karışıklığı, çarpık duyguları ve bunların söz ve fiillerine akseden menfî görüntüleri birer ibret tablosu hâlinde sergilenir. Son olarak Mekke fethinin müjdesi verilir ve bunun gerçekleşme planları öğretilir. Allah’ın dîninin mutlaka gâlip geleceği bildirilirken, bu hak dini dünyaya gâlip kılacak olan ve sahâbe neslinde örneklenen kâmil mü’minlerin, örnek İslâm cemaatinin başlıca vasıfları beyân edilir.

FETİH SURESİ FAZİLETİ

Rasûlullah -sallallahu aleyhi ve sellem-: “Bu gece bana, üzerine güneşin doğduğu her şeyden daha değerli ve güzel bir sûre indirildi”buyurmuş, sonra da Fetih Sûresi’ni okumuştur. (Buhârî, Tefsir 48/1)

FETİH SURESİ TEFSİRİ

1. Rahmân Rahîm Allah’ın ismiyle… Rasûlüm! Gerçekten biz sana, ardı ardına gelecek nice fetihlerin öncüsü ve müjdecisi olacak apaçık bir fetih ihsân ettik.

Bu fetih, hicretin altıncı senesinde müşriklerle yapılan Hudeybiye anlaşmasıdır. Anlaşmanın birkaç önemli maddesi şöyleydi:

  • Anlaşmanın süresi on yıldır. Bu süre zarfında iki taraf arasında savaş durdurulacak, bir taraf diğeri aleyhinde gizli ya da açık hiçbir harekette bulunmayacaktır.
  • Müslümanlar Kâbe’yi bu yıl ziyâret edemeyecekler; bu ziyâret, bir sonraki yıl yapılacaktır. Gelecek yıl ziyârete gelenler, Mekke’de üç gün kalacak, o zaman içinde müşrikler Mekke dışına çıkacak, müslümanlarla temas kurmayacaklardır.
  • Kureyşlilerden biri, müslüman olarak da olsa, Medine’ye sığındığı takdirde iâde edilecek, ama Medine’den Mekke’ye sığınanlar iâde edilmeyecektir.
  • Diğer Arap kabileleri dilerlerse Müslümanların tarafına, dilerlerse Kureyşlilerin safına katılabileceklerdir.

Rasûlullah, Hudeybiye’nin büyük bir fetih olduğunu bildirdiğinde ashâbdan biri: “Beytullâh’ı tavaftan alıkonduk, kurbanlarımızın Harem’de kesilmesine mâni olundu. Müslüman olarak bize gelip sığınan iki kişiyi (Ebû Cendel ve Ebû Basîr’i) de Rasûlullah geri verdi. Bu nasıl fetihtir?” diyerek söylendi. Bu sözler kendisine ulaşan Rasûl-i Ekrem, bu anlaşmanın hangi yönden büyük bir fetih olduğunu şöyle izah buyurdu: “−Evet! Bu anlaşma en büyük fetihtir. Müşrikler sizin, kendi beldelerine gidip gelmenize ve işinizi görmenize râzı olmuş, gidip gelirken de emniyet ve selâmet içinde bulunmanızı istemiştir. Onlar şimdiye kadar istemedikleri, hoşlanmadıkları İslâm’ı, böylece sizlerden görecek ve öğrenecekler. Allah sizi muzaffer kılacak, gittiğiniz yerden sâlimen ve kazançlı olarak döneceksiniz. Bu ise fetihlerin en büyüğüdür.” (Halebî, İnsânu’l-‘uyûn, II, )

İmam Zührî, Hudeybiye anlaşmasının neticelerini, Allah Rasûlü’nün bu husustaki hadis-i şeriflerinden de istifade ile şu şekilde özetler: “Daha önceleri Müslümanlarla müşrikler, karşılaştıkları her yerde savaşmış ve çarpışmışlardı. Hudeybiye barışı olunca çarpışma sona erdi. İki taraf arasında güven ortamı teşekkül etti. Birbirleriyle görüşüp kaynaşma imkânı buldular. Hattâ çeşitli konularda yardımlaşmaya başladılar. Bu sırada kime İslâm’dan söz açılsa, biraz düşündükten sonra hakîkati kavrıyor ve hemen Müslüman oluyordu. Öyle ki, Hudeybiye’den Mekke fethine kadarki iki sene zarfında Müslüman olanların sayısı, Hudeybiye’ye kadar ge­çen on dokuz senelik İslâmî dâvet netîcesinde Müslüman olanların sayısından daha fazla ol­muştu.”

İbn Hişâm, buna şu sözleri ilâve eder: “Rasûlullah Hudeybiye’ye giderken bin dört yüz kişiyle yola çıkmıştı. Bundan iki yıl sonra, Mekke’nin fethinde ise yanında on bin, diğer bir rivâyete göre yolda katılan iki bin kişiyle birlikte on iki bin Müslüman bulunmaktaydı. Bu rakamlar, Zührî’nin tespitlerinin ne kadar isâbetli olduğunu göstermektedir.” (Heysemî, Mecma‘u’z-zevâid, VI, ; İbn Hişâm, es-Sîre, III, ) Gerçekten de Hudeybiye’nin ne kadar muhteşem bir zafer olduğu, daha sonra gelişen olaylarla açığa çıkmıştır. Bunları hülâsa olarak tekrar ifade etmek istersek şunlar söylenebilir:

✓ Bu anlaşmayla birlikte Arabistan’da İslâmî bir yönetimin varlığı ilk defa resmen kabul edilmiş oluyordu.

✓ Bu anlaşma sâyesinde, Mekkelilerin propagandası yüzünden Arabistan’daki kabilelerin gönlünde İslâm aleyhine yerleşmiş olan kin ve nefret duyguları biraz olsun dinmişti.

✓ Sulh ortamı, Müslüman toplumla müşrik toplum arasındaki ticârî ve kültürel alışverişi canlandırdı. Bu vesileyle Müslümanlar Arabistan’ın en uzak noktalarına dağılarak İslâm’ı yaymaya başladılar. Kısa zamanda Müslümanların sayısı öncesine nazaran süratle arttı.

✓ Rasûlullah, savaşın durdurulmasından sonra Medine’de İslâm devletini güçlendirerek, örnek bir İslâm toplumu oluşturma imkânı buldu.

✓ Bu anlaşma sâyesinde ülkenin güney sınırları emniyete alınınca, kuzey ve orta Arabistan’daki kabileler İslâm devletinin hâkimiyetine girdiler. Bu âşikâr fetihle beraber öncelikle Rasûlullah’a ve onun şahsında da tüm Müslümanlara şu büyük nimetlerin ihsân edildiği beyân buyrulur:

2. Böylece Allah senin geçmiş ve gelecek tüm günahlarını bağışlayacak, üzerindeki nimetini tamamlayacak ve seni dosdoğru bir yola eriştirecektir.

3. Şanlı, şerefli bir zaferle sana yardım edecektir.

Söz konusu edilen nimetler: Birincisi; Rasûl-i Ekrem’in geçmiş ve gelecek tüm günahlarının bağışlanması: Peygamberler, bir beşer olarak hata ve kusurdan tamâmen uzak değillerdir. Ufak tefek hatalar, ayak sürçmeleri ve içtihada dayanarak verdiği kararlarda bazan isabet edememe durumları onlar için de geçerlidir. Kur’an- Kerîm’de bunun pek çok misâli vardır. Allah Teâlâ hem bunları bağışlamış, hem de beşer olarak kendinde bulunan günah işleme potansiyelinin fiiliyata geçmesinden onu koruma altına almıştır.

İkincisi; Peygamberimiz’e olan nimetini tamamlaması: En büyük nimet olan İslâm dini barış ortamında tamamlanarak yayılma ve yerleşme imkânı buldu. Müslümanlar, kendi yurtlarında tehlike, endişe ve dış müdahaleden korunmuş bir halde tam olarak İslâm medeniyeti, ahlâkı ve İslâm kanunları ve hükümlerine uygun olarak yaşamaları için büyük bir hürriyet elde ettiler. Allah’ın dînini ve kelime-i tevhidi yükseltebilme güç ve imkânlarını artırdılar. Bundan itibaren peş peşe fetihler elde ettiler. Büyüklük taslayanlar onlara boyun eğmek ve zorbalar onlara itaat ermek mecburiyetinde kaldılar. Bununla birlikte; Cenâb-ı Hakk’ın Peygamberimiz’i kendisine sevgili yapması, onun hayatına yemin etmesi, onu son peygamber olarak göndermesiyle evvelki şeriatlerin hükümlerini ortadan kaldırması, kendini miraçta “kâbe kavseyn”e kadar yükseltmesi, yine miraçta gözünü saptırmamak ve kalbini Mevlâsından bir an ayırmamak suretiyle mâsivâya düşmekten koruması, kıyâmete kadar bütün ins ve cinne peygamber olarak göndermesi, kendine ve ümmetine ganimetleri helâl kılması, ona şefaati uzma vermesi, bütün Âdemoğulları’na seyyid yapması; teşehhüdde, ezanda, Kur’an’ın pek çok âyetinde zikrini kendi zikrine, rızâsını ve itaatini kendi rızâ ve itaatine birleştirmesi, kelime-i tevhidin iki rüknünden birini ondan ibaret göstermesi de Efendimiz’e ihsân edilip tamama erdirilen nimetler cümlesindedir.

Üçüncüsü; onu dosdoğru bir yola eriştirmesi: Zâten Allah Rasûlü ve ona inananlar doğru yol üzere bulunmaktadırlar. Allah Teâlâ onlara bu yolda azim, sebât ve kararlılık lutfedecektir. Bundan asıl maksat ise, Peygamber’e fetih ve zafer yolunu göstermiş olmasıdır. Nitekim Allah Teâlâ Hudeybiye’de bahsedilen barış anlaşmasını yaptırarak, İslâm’ın yayılmasına engel olan bütün güçleri mağlup edebilecekleri en uygun ve en güzel yolu göstermiştir.

Dördüncüsü; ona muhteşem bir zaferle yardım etmesi: Allah onlara, barış yoluyla düşmanlarını âciz bırakacak büyük bir yardımda bulunmuştur. Ayrıca Hudeybiye’ye giderken yolculukta, barış müzakereleri yaparken ve dönüşte Allah Teâlâ’nın husûsî yardımları da olmuştur. İşte bu büyük yardımlardan biri hatırlatılarak buyruluyor ki:

4. O Allah, imanlarına iman katmaları için mü’minlerin kalplerine sekînet, huzur ve itminân indirdi. Göklerin ve yerin orduları yalnızca Allah’ındır. Allah, her şeyi hakkiyle bilen, her hükmü ve işi hikmetli ve sağlam olandır.

5. Böylece Allah mü’min erkek ve mü’min kadınların günahlarını örtecek ve onları, ebediyen kalmak üzere, içinden ırmaklar akan cennetlere yerleştirecektir. Allah katında en büyük başarı ve kurtuluş işte budur.

اَلسَّك۪ينَةُ (sekînet), sükûn ve huzur demektir. Kalbin, görüp idrak et­tiği açık deliller sebebiyle huzura ermesi böylece tüm varlığıyla düşünce ve endişe sınırından kurtulup yakîn ve itminân hâline erişmesidir. Bu makamda kalpteki ilimler kesinlik ifade eder. Sahibini korku ve endişelerden sâlim kılıp huzura eriştirir. İşte Cenâb-ı Hak, umre niyetiyle yanlarına hiçbir silah almaksızın Medine’den çıkıp Mekke’ye doğru yol alan ve Hudeybiye’de başlangıçta hiç de istemedikleri durumlarla karşılaşan mü’minlerin kalbine bir ikram olarak sekînet indirmiş, onları mânen takviye etmiştir. Bu ilâhî yardım olmasaydı, belki Hudeybiye büyük bir fetih hâline gelemeyebilirdi: Meselâ Allah Rasûlü (s.a.v.), umre için Mekke-i Mükerreme’ye gitme arzusunu açıkladığında, müslümanlar korku ve endişeye kapılarak münafıklar gibi bunun apaçık ölüme gitmek demek olduğunu düşünüp sefere katılmak istemeyebilirlerdi. Hudeybiye’de kâfirler müslümanları umre yapmaktan alıkoyduğunda, Hz. Osman’ın şehîd edildiği haberi geldiğinde veya Ebû Cendel o perişan hâliyle Müslümanların gözleri önünde cânî müşriklere geri çevrildiğinde Müslümanlar tahrike kapılıp taşkınlık yapabilirlerdi.

Hele maddelerini bir türlü hazmedemedikleri anlaşmanın imzalanma sırasında bir itaatsizlik olabilirdi. Fakat Cenâb-ı Hakk’ın, gönüllerine indirdiği o sekînet, huzur ve itminân sâyesinde mü’minler her bakımdan Allah Rasûlü’nün emrine teslimiyet gösterdiler. İmtihanı kazandılar. Böylece o son derece tehlikeli sefer, en büyük bir zaferle neticelenmiş oldu. Kalplerindeki imansızlık hastalığı sebebiyle bir türlü itaat ve teslimiyet çizgisine gelemeyen münafıkların ve İslâm’a açıkça cephe almış müşriklerin durumuyla ilgili şöyle buyruluyor:

6. Diğer taraftan, Allah hakkında kötü zan besleyen münafık erkeklerle münafık kadınları ve müşrik erkeklerle müşrik kadınları da cezalandıracaktır. Müslümanlar için istedikleri kötülük çemberi, kendi başlarına geçsin! Allah onlara gazap etmiş, onları rahmetinden kovmuş ve onlar için cehennemi hazırlamıştır. Ne kötü bir dönüş yeridir orası!

7. Göklerin ve yerin orduları yalnızca Allah’ındır. Allah, kudreti dâimâ üstün gelen, her hükmü ve işi hikmetli ve sağlam olandır.

Bu sûrenin âyetinde de belirtildiği üzere Medine ve civârındaki münafıklar, çıktıkları bu seferden Peygamberimiz ve beraberindeki mü’minlerin sağ sâlim geri dönmeyeceklerini, onları müşriklerin yok edeceklerini sanıyorlardı. Müşrikler de Efendimiz’i ve mü’minleri umre yapmaktan engellemek suretiyle onları küçük düşüreceklerini zannediyorlardı. Aslında her iki gürûh da, Allah’ın Peygamber’e yardım etmeyeceğini ve hakkın bâtıl karşısında yenileceğini düşünüyorlardı. Düşündüklerinin tam tersi oldu. Allah Teâlâ, Rasûlü’nü muzaffer kıldı, o din düşmanlarını ise dünyada gazabına uğrattı, rahmetinden uzaklaştırdı; âhirette ise onlar ebediyen cehennemde kalacaklardır. İşte bu hikmet gereğince:

8. Rasûlüm! Şüphesiz biz seni bir şâhit, bir müjdeci ve bir uyarıcı olarak gönderdik.

9. Tâ ki ey insanlar, Allah’a ve Rasûlü’ne iman edesiniz, O’nun dinine ve Peygamberine yardım edesiniz, O’na ve Peygamberi’ne saygı gösteresiniz ve O’nu sabah akşam tesbih edesiniz!

Rasûlullah’a gösterilmesi gereken muhabbet ve bağlılığın bir numûnesi olarak Uhud savaşında yaşanan şu hâdise ne kadar ibretlidir: Uhud günü Medine bir haberle çalkalandı. “Rasûlullah öldürüldü!” denilince şehirde çığlıklar koptu, feryatlar arşa dayandı. Herkes yollara düşerek gelenlerden bir haber almaya çalışıyordu. Ensâr’dan Sümeyrâ Hâtun’a iki oğlu, babası, kocası ve kardeşinin şehîd olduğu haber verildiği halde, o mübârek hanım, bunlara hiç aldırmıyor, kendisini asıl kaygılandıran husûsu, yâni Allah Rasûlü’nün hâlini merâk ediyor: “–Ona bir şey oldu mu?” deyip duruyordu. Sahâbe-i kirâm cevâ­ben: “–Allah’a hamd olsun ki durumu iyidir. O, senin arzu ettiğin gibi hayattadır!” dediler. Sümeyrâ Hâtun: “–Onu görmeden gönlüm huzur bulmayacak, bana Allah’ın Rasûlü’nü gösteriniz” dedi. Gösterdiklerinde derhâl gidip elbisesinin ucundan tuttu ve: “–Anam-babam sana fedâ olsun ey Allah’ın Rasûlü! Sen sağ olduktan sonra, gayrı hiçbir şeye aldırmam!” dedi. (Vâkıdî, el-Meğâzî, I, ; Heysemî, Mecma‘u’z-zevâid, VI, )

Allah Rasûlü’ne -sallallahu aleyhi ve sellem- muhabbetin bedelini canıyla ödeyen şehîd sahâbî Sa‘d b. Rebî (r.a.)’in şu sözleri bir mü’minin yüreğine öyle işlemeli ki, Efendimiz ile Kevser havuzunun başında buluşuncaya kadar bir daha çıkmamalıdır: Rasûl-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Uhud savaşı nihâyete erdiğinde, Sa‘d b. Rebî (r.a.)’ı bulup ne durumda olduğunu öğrenmesi için ashâbından birini gönderdi. Sahâbî, Hz. Sa‘d’i ne kadar aradıysa da bulamadı, ne kadar seslendiyse de cevap alamadı. Nihâyet son bir ümitle: “–Ey Sa‘d! Beni Rasûlullah gönderdi. Allah Rasûlü, senin diriler arasında mı, yoksa şehîdler arasında mı bulunduğunu kendisine haber vermemi emretti!” diye yaralı ve şehîdlerin bulunduğu tarafa doğru seslendi. O sırada son anlarını yaşayan ve cevap verecek mecâli kalmamış olan Sa‘d (r.a.), kendisini Allah Rasûlü’nün merak ettiğini duyunca bütün gücünü toplayarak ancak cılız bir inilti hâlinde: “–Ben, artık ölüler arasındayım!” diyebildi. Belli ki artık öteleri seyrediyordu. Sahâbî, Hz. Sa‘d’in yanına koştu. Onu, vücûdu kılıç darbeleriyle delik deşik olmuş bir vaziyette buldu. Ve ondan ancak fısıltı hâlindeki kısık bir sesle, Rasûlullah’a duyduğu dâsitânî muhabbeti dile getiren şu sözleri işitti: “–Vallahi gözleriniz kımıldadığı müddetçe, Peygamberimiz (a.s.)’ı düşmanlardan korumaz da başına bir musîbet gelmesine mahal verirseniz, sizin için Allah katında ileri sürülebilecek hiçbir mâzeret yoktur!” (Muvatta, Cihâd 41; Hâkim, el-Müstedrek, III, /; İbn Hişâm, es-Sîre, III, 47) Şu gerçek asla unutulmasın ki:

Rasûlüm! Sana bey‘at edenler, gerçekte Allah’a bey‘at etmektedirler. Allah’ın eli, onların bey‘at için uzanan elleri üzerindedir. Artık kim bey‘atini bozarsa ancak kendi zararına bozmuş olur. Kim de Allah’a verdiği sözde durur, onun gereğini getirirse, hiç şüphesiz Allah ona yakın bir gelecekte büyük bir mükâfat verecektir.

Bahsedilen bey‘at, Hudeybiye’de bir ağaç altında mü’minlerin Rasûlullah ile yaptıkları bey‘ata işaret eder. Hâdise kısaca şöyle gerçekleşmiştir: Hicretin altıncı senesinde Allah Rasûlü (s.a.v.), gördüğü bir rüyâ üzerine müslümanla beraber umre yapmak için Mekke’den Medine’ye doğru yola çıkmıştı. Fakat müşrikler, müslümanları Mekke’ye sokmak istemedikleri için önlerine bir birlik çıkarmışlardı. Bu yüzden Efendimiz (s.a.v.) Hudeybiye’ye gelip orada konaklamak mecburiyetinde kaldı. Savaşmak diye bir niyeti yoktu. Bu sebeple anlaşma yapmak üzere Hz. Osman’ı Kureyş’e elçi olarak gönderdi.

Ancak Hz. Osman’ın dönüşü gecikince öldürülmüş olma ihtimali gündeme geldi. Bunun üzerine Rasûl-i Ekrem (s.a.v.), bir ağacın altına oturarak ashâbından, Osman öldürülmüş ise ölünceye kadar savaşacaklarına dâir söz aldı. Onlar da büyük bir teslimiyet ve hoşnutluk ile Efendimiz’e bey‘at edip söz verdiler. Henüz Hz. Osman’ın şehîd olup olmadığı kesin olarak bilenmediği için de, Rasûlullah (s.a.v.) bir elini Osman (r.a.) adına, diğer elini de kendi adına kullanarak birbiri üzerine koyup bey‘at yaptı. Böylece Hz. Osman’ı bu bey‘ata ortak kılmak suretiyle ona büyük bir şeref payesi vermişti. Hz. Osman sağ sâlim dönünce ve Kureyşlilerle anlaşma yapılınca savaşa gerek kalmadı. Fakat sahâbe-i kirâm böylece Allah’ın râzı olduğu mühim bir iş yapmış oldular. Nitekim âyette tekrar bu hususa yer verilecektir. Şimdi ise, bir kısım bahaneler ileri sürerek sefere katılmayan münafıkların iç dünyalarını deşifre edip orada saklanan kirli düşünceleri ortaya sermek üzere buyruluyor ki:

MALLARIMIZ VE EVLATLARIMIZ BİZİ ENGELLEDİ

Hudeybiye seferine katılmayıp geride kalan bedevîler sana gelip: “Mallarımız ve evlatlarımız bizi oyaladı, seferden alıkoydu; ne olur bizim için Allah’tan bağışlanma dile” diyecekler. Onlar, gönüllerinde olmayanı dillerinin ucuyla söylüyorlar. De ki: “Eğer Allah size bir zarar vermek veya bir fayda sağlamak istese, O’ndan size gelecek şeyi kim engelleyebilir? Doğrusu Allah bütün yaptıklarınızdan haberdardır.

Aslında siz, Peygamber’in ve mü’minlerin müşrikler tarafından öldürülüp bir daha ebediyen âilelerine geri dönmeyeceklerini sanıyordunuz. Üstelik bu kuruntu gönüllerinizde iyice allanıp pullanmış ve pek kötü bir zanna kapılmıştınız. Böylece helâki hak eden bir gürûh olup çıkmıştınız.

Kim Allah’a ve Peygamberi’ne iman etmezse, iyi bilsin ki, biz kâfirler için çılgın bir ateş hazırlamışızdır.

Göklerin ve yerin mutlak mülkiyeti ve hâkimiyeti Allah’ındır. Dilediğini bağışlar, dilediğine azap eder. Allah çok bağışlayıcıdır, engin merhamet sahibidir.

Sefere katılmayanlar, Medine civarında oturan Gifâr, Müzeyne, Cüheyne, Eşca‘, Nah‘ ve Eslem kabileleri idi. Rasûlullah (s.a.v.) umre niyetiyle sefere karar verince müşriklerin, Kâbe’yi ziyâretlerine engel olmamaları için Medine etrafındaki göçebe kabilelerin de sefere katılmalarını istedi. Fakat onlar bu seferden ganimet ummadıkları ve müşriklerin saldırıp müslümanların işini bitireceklerini sandıkları için, işleri olduğunu bahane ederek sefere katılmadılar. İşte bu âyet-i kerîmeler, mûcizevî olarak, bu kabilelerin, müslümanların sağ sâlim Medine’ye döndüklerini gördükleri zaman, Peygamberimiz (s.a.v.)’e gelip bahaneler ileri süreceklerini, kendileri için istiğfar etmesini isteyeceklerini haber vermektedir.

  • âyette geçen اَلْبُورُ (bûr) kelimesi;

❖ Bozguncu, içinde fesat olan, hiçbir hayırlı işe yaramayan, hayırsız adamlar, ❖ Mahvolan, sonu kötü, felâket yolunda giden kimseler anlamına gelir. Ganimet ümidi olmadığı için sefere katılmayan bu insanların, bir de ganimet ihtimalinin artması karşısında nasıl ağızlarının sulandığına bakın:

Siz Hayber’deki ganimetleri almaya gittiğinizde Hudeybiye seferinden geri kalanlar: “Bırakın, biz de sizin peşinizden gelelim” diyecekler. Onlar, Allah’ın hükmünü değiştirmek istiyorlar. De ki: “Siz bizimle asla gelemezsiniz; çünkü Allah daha önce hakkınızda böyle buyurdu.” Bu kez: “Aslında siz bizi kıskanıyorsunuz” diyecekler. Bilakis onlar, meselenin özünü kavrayamayan anlayışı kıt kimselerdir.

Rasûlullah (s.a.v.) hicretin altıncı senesi Hudeybiye’den döndükten sonra, yedinci senenin başlarında Hayber’in fethi için sefere çıktı. Bu sefere sadece Hudeybiye seferine iştirak eden sahâbe-i kirâm katıldı. Mazereti olmaksızın Hudeybiye’ye katılmayan kabileler ceza olarak Hayber’in fethine iştirak ettirilmedi. Hayber fethedildi ve bu fetihten müslümanlara pek çok ganimet düştü. Ganimet hırsına kapılan bedeviler, gelip Peygamberimiz (s.a.v.)’den talepte bulundularsa da, talepleri reddedildi. Çünkü Allah’ın emri bu şekilde idi ve Efendimiz (s.a.v.)’in buna aykırı davranması mümkün değildi. İşte âyet-i kerîme bu olaya işaret etmektedir. Bahsedilen bedevi kabilelere İslâm’a dönüp Peygamber’in rızasını kazanmaları için şöyle bir çıkış yolu gösterilmektedir:

Seferden geri kalan o bedevilere de ki: “Siz yakında çok kuvvetli ve savaşçı bir millete karşı savaşmaya çağrılacaksınız. Ya savaşı kazanıncaya veya ölünceye kadar onlarla savaşırsınız yahut onlar kendiliğinden teslim olup boyun eğerler. Eğer emre itaat ederseniz, Allah size güzel bir mükâfat verecektir. Yok, eğer önceden döndüğünüz gibi yine dönerseniz, sizi can yakıcı bir azapla cezalandıracaktır.”

Savaşa katılmama hususunda köre günah yoktur, topala günah yoktur, hastaya da günah yoktur. Kim Allah’a ve Rasûlü’ne itaat ederse, Allah onu altlarından ırmaklar akan cennetlere yerleştirecektir. Kim de yüz çevirirse onu da can yakıcı bir azapla cezalandıracaktır.

Bedevî kavimlerin genel özelliği, dâimâ zor ve tehlikeli durumlardan uzak durmak, olabildiği kadar menfaatlerinin peşine koşturmak idi. Onlar için en mühim şey menfaatleri idi. Bunun için her kılıfa girmeye râzı idiler. Yeter ki tehlike olmasın. Bu sebeple Cenâb-ı Hak, imandaki samimiyetlerini ölçmek için onları, ganimet ihtimali düşük ama öldürülme tehlikesi yüksek olan bir savaşa çağıracağını, burada imtihanı geçerlerse onları affedip mükâfatlandıracağını; yine önceki gibi yüz çevirdikleri takdirde ise onları can yakıcı bir azapla cezalandıracağını haber verir. Yalnız gözleri görmeyen, topal ve hastaların durumu farklıdır. Onlar için savaşa katılma mecburiyeti yoktur. Böyle bir durumda onlara herhangi bir vebal ve sorumluluk terettüp etmez. Aksine bunlar gibi özürlü ve engelli olan kişilere toplumun bakması, kol kanat germesi ve her türlü ihtiyaçlarını karşılaması gerekir. Dinimiz İslâm onlara lâzım gelen önemi vermiş ve bu hususta gerekli düzenlemeleri yapmıştır. Âyet-i kerîmede bahsedilen güçlü kavim; Hevâzin ve Sakîf kabileleri, yahut Müseylimetü’l-Kezzâb’ın kavmi olan Hanîf oğulları, yahut Rumlar veya Farslar olduğu hakkında rivâyetler vardır. Bir görüşe göre de âyet geneldir; belli bir kavim kastedilmemiştir. Allah Rasûlü (s.a.v.)’e ölümüne bey‘at eden mü’minlere gelince:

RIDVÂN BEY‘ATİ

Muhakkak ki Allah, Hudeybiye’de o ağacın altında sana bey‘at ettikleri sırada o mü’minlerden râzı oldu. Onların kalplerindeki ihlâs, temiz niyet ve içten bağlılığı gördü; bu sebeple üzerlerine sekînet, huzur ve itminân indirdi. Onları yakında gerçekleşecek bir fetihle mükâfatlandırdı.

Onlara, elde edecekleri pek çok ganimetler de nasip etti. Allah, kudreti dâimâ üstün gelen, her hükmü ve işi hikmetli ve sağlam olandır.

Allah size, elde edeceğiniz daha pek çok ganimetler va‘detti. Şimdilik size bu ganimetleri verdi ve düşman topluluklarının ellerini üzerinizden çekti ki, bütün bunlar, Allah’ın mü’minlere olan vadinin doğruluğuna bir delil olsun ve sizi her konuda dosdoğru bir yola eriştirsin.

Henüz elde edemediğiniz daha nice ganimetler ve nimetler var ki, Allah onları ilmi ve kudretiyle kuşatmış ve bunları size vereceğini takdir buyurmuştur. Allah, her şeye hakkiyle güç yetirendir.

Sûrenin âyetinde de işaret edildiği üzere Hudeybiye’de bir ağaç altında mü’minler, Rasûl-i Kibriyâ (s.a.v.)’e Allah yolunda ölünceye kadar savaşmaya söz verdiler. Efendimiz (s.a.v.)’in mübârek ellerini tutarak bey‘at ettiler. Bu bey‘ate, بَيْعَةُ الرِّضْوَانِ (Bey‘atü’r-Rıdvân) ya da “Hudeybiye Bey‘ati” denildi. Âyet-i kerîmede de haber verildiği üzere, bu bey‘at, ashâb-ı kirâmın, Cenâb-ı Hakk’ın yüce rızâsını kazanmalarına vesîle ol­du. Burada haber verilen “yakın fetih”ten maksadın, Hayber’in fethi olduğu görüşü hakimdir. Gerçekten müslümanlar kısa bir zaman sonra Hayber’i fethettiler ve orada pek çok ganimet elde ettiler. Böylece Allah, müslümanlara va‘dettiği fetihlerin ilkini bahşetmiş oldu. Bununla Hayberlilerin müttefiki olan Esed ve Gatafan kabilelerinin de müslümanlara hücumlarını önledi.

Hudeybiye anlaşması ile de Mekkelilerin taarruzu önlenmiş oldu. Böylece müslümanlar bir taraftan düşman taarruzlarından emniyete kavuşturuldukları gibi, bir taraftan da onlara fetihlerin kapıları aralanmaya başlamış oldu. Bu sebepledir ki, müslümanlara ileride kıyâmete kadar daha çok fetihler yapacakları ve ganimetler elde edecekleri müjdelenmiş; bu yüzden Hudeybiye’ye “Fetihlerin Anahtarı” ünvanı verilmiştir. Mü’minler Hudeybiye’de o ağaç altında Efendimiz (a.s.)’a öylesine sağlam bey‘at etmişlerdi ki:

Eğer o kâfirler, bey‘at sonrası Hudeybiye’de sizinle savaşsalardı, elbette arkalarını dönüp kaçacaklardı; sonra da kendilerine ne bir dost ne de bir yardımcı bulabileceklerdi.

Allah’ın öteden beri uygulanan kanunu böyledir. Allah’ın kanununda asla bir değişiklik bulamazsın!

Müşrikler, Hudeybiye’de Rasûlullah (s.a.v.)’in anlaşma teklifini reddedip savaşa girişselerdi, mağlup edileceklerdi. Allah müslümanlara yardım edecek ve onları bozguna uğratacaktı. Yine müslümanlar Hudeybiye’de iken müşriklerden veya yahudilerden Medine’ye saldırmak isteyen olsaydı, Allah onlara da muvaffakiyet vermeyecekti. Çünkü, Cenâb-ı Hakk’ın öteden beri uygulanan kanunu bu minval üzereydi: Bütün samimiyetleriyle din yoluna baş koyan mü’minler, sayı olarak az olsalar bile, kalabalık düşman ordularına gâlip gelecektir. (bk. Bakara 2/) Allah’ın Peygamberi’ne karşı gelen kâfirler rezil ve perişan olacaklardır. Nitekim Bedir savaşında bunun pek açık bir örneği yaşanmıştır. Öncelikle Hudeybiye anlaşmasını ve peşinden de Mekke’nin fethini hazırlayan sebeplerin oluşmasındaki Cenâb-ı Hakk’ın rahmet tecellilerine ve mü’minlere olan büyük lutuflarına bir perde aralamak üzere buyruluyor ki:

O Allah ki, Mekke’nin göbeğinde size o kâfirlere karşı zafer nasip ettikten sonra, onların ellerini sizden, sizin ellerinizi de onlardan çekti. Allah, bütün yaptıklarınızı çok iyi görmektedir.

Mekkeli müşrikler, inkârda direttiler ve sizi Mescid-i Haram’ı ziyâret etmekten ve bekletilmekte olan hediye kurbanlıkları da kesim yerlerine ulaşmaktan engellediler. Eğer Mekke’de kendilerini henüz tanımadığınız mü’min erkeklerle mü’min kadınlar olmasaydı; bunları bilmeden ezmeniz ve bu yüzden üzüntü ve zarara uğramanız ihtimali bulunmasaydı Allah ellerinizi birbirinizden çekmez, savaşarak şehre girmenize engel olmazdı. Ancak dilediği kimseleri rahmetine eriştirmek için Allah sizin elinizi onlardan çekmiştir. Şâyet onlar birbirlerinden iyice seçilip ayrılmış olsalardı, onların kâfir olanlarını elbette can yakıcı bir azaba uğratırdık.

Rasûlullah (s.a.v.), ashâbıyla birlikte Hudeybiye’de bulunuyorlarken, müşriklerden seksen kişilik bir grup bir sabah namazı vakti üzerlerine hücum etti. Maksatları Allah Rasûlü (s.a.v.)’i öldürmekti. Hiçbir zarar veremeden yakalandılar. Peygamberimiz (s.a.v.) onları affedip serbest bıraktı. (Müslim, Cihâd ) Kureyşlilerin sonunda barış istemelerine bu olay sebep olmuştur. Âyetlerin bir diğer iniş sebebi de şudur: Hudeybiye anlaşması gereğince Mekkeliler’den müslüman olup Medine’ye Rasûlullah (s.a.v.)’in yanına gidenler Mekkelilere iâde edilecekti. Anlaşma imzalandıktan sonra Ebû Basîr isminde biri müslüman olmuş, bir Mekkeli de Medine’ye sığınmıştı. Ancak Peygamberimiz (s.a.v.), şartnâmeye göre onu müşriklere teslîm etmek zorunda kaldı. Ebû Basîr de önce Allah Rasûlü’nün bu hareketine bir mâna veremeyerek: “–Beni puta tapıcılığa mı döndürmek istiyorsun?” sözleriyle hayretini izhâr etti. Rasûlullah (s.a.v.) sâkin bir şekilde onu tesellî buyurdu: “–Ebû Basîr! Biz ahdimizi bozamayız. Ama sen biraz sabret; Allah Teâlâ, sana ve senin gibilere elbette bir selâmet yolu gösterecektir.” Bu sözlerden sonra Ebû Basîr, sesini çıkarmayarak Peygamberimiz (s.a.v.)’in verdiği hükme boyun büktü. Umum müslümanların durumunu düşünerek müşriklere teslîm oldu.

Ancak o, Mekke’ye değil, ölüme götürülüyordu. Bunu bildiğinden, yolda bir fırsatını bulup kendisini götürenlere hücûm ederek nefsini müdâfaa etti. Yanındaki iki kişiden birini öldürdü, diğerini ise elinden kaçırdı. Ebû Basîr, öldürdüğü kişinin elbisesini, eşyâlarını ve kılıcını aldı, Allah Rasûlü’ne getirdi: “–Yâ Rasûlallah! Bunların beşte birini ayır, kendin için al!” dedi. Efen­dimiz: “–Ben bunun beşte birini aldığım zaman, onlarla yapmış olduğum anlaşmaya uymamış olurum. Fakat sen ayrı bir durumdasın. Senin davranışın da, öldürdüğün adamın eşyâsı da seni ilgilendirir” buyurdu. (Vâkıdî, el-Meğâzî, II, ) Firâsetle hareket eden Ebû Basîr, bir müddet sonra Medine’den çıktı. Deniz kıyısında Mekke ile Şam arasında Îs denilen bir yere yerleşti. Kısa bir müddet sonra orası tarafsız bir bölge olarak bir ilticâ mekânı hâline geldi. Benzeri durumda olan Ebû Cendel de zâlimlerin elinden kurtularak Ebû Basîr’e katıldı. Durumdan haberdar olan mazlum mü’minler birer ikişer oraya toplanmaya başladılar. Böylece müslümanların sayısı çok geçmeden üç yüze ulaştı. Mekkelilerin Şam ticâret yolu tehlikeye girdi. Bunun üzerine Mekkeli müşrikler, çâresiz kalarak Peygamber Efendimiz’den bu husustaki maddenin kaldırılmasını taleb ettiler. Yâni Mekke’den müslüman olup da kaçanların Medine’ye kabul olunmasını ricâ ettiler. Peygamber Efendimiz de Ebû Basîr’e mektup göndererek Medine’ye gelmelerini bildirdi. Bunu üzerine Fetih sûresinin âyetleri nâzil oldu. (bk. Buhârî, Şurût 15)

Aslında, hem mü’minlerin hem de kâfirlerin bütün yaptıklarını hakkiyle gören Cenâb-ı Hak, Mekke dâhilinde iki grup arasında bir savaşın olmasını istemiyordu. Bunun iki hikmeti vardır: Birincisi; o dönemde Mekke’de imanlarını gizleyen ve gizlemeyen erkek kadın birçok müslüman bulunmaktaydı. Onlar imkânsızlık ve güçsüzlüklerinden dolayı hicret edememişler, eziyet ve işkenceye maruz kalmışlardı. Hudeybiye’ye kadar mü’minlerin bundan haberleri yoktu. Böyle bir ortamda savaş olup müslümanlar kâfirleri kovalayarak Mekke’ye girselerdi, kâfirlerle birlikte, tanınmadıklarından dolayı bu müslümanları da öldürebilirlerdi. Gerçeğin farkına vardıklarında da bu durumdan acı ve üzüntü duyarlardı. Bu yüzden ayrıca müşrik Araplara: “Bu insanlar savaşta kendi din kardeşlerini bile öldürmekten çekinmiyorlar” deme fırsatı verilmiş olurdu. Dolayısıyla Cenâb-ı Hak, bir taraftan Mekke’deki bu çâresiz müslümanlara merhamet etmek, onları koruyup kollamak; öte yandan da Peygamberimiz (s.a.v.) ve ashâbını üzüntü ve lekelenmekten kurtarmak maksadıyla bu kritik noktada savaşa müsaade buyurmadı. İkincisi; Yüce Allah, Kureyş’in mağlup edilip Mekke’nin fethedilmesinin böyle kanlı bir savaş sonucu olmasını istemiyordu. Belki de murâd-ı ilâhî, Mekkelilerin her yandan çembere alınması yoluyla çâresiz ve güçsüz hâle getirilmeleri, hiç bir eziyete lüzûm kalmadan mağlup olmaları ve nihâyet Kureyş kabilesinin topyekun İslâm’ı kabul edip Allah’ın rahmetine nâil olmalarına zemin hazırlamak idi.

Gerçekten de Hudeybiye’den sonra geçen iki sene bu maksat için kâfi geldi. Mekke bu şekilde fethedildi. Söz arasında şunu belirtmek gerekir ki, fetihten sonra Efendimiz’in Mekke-i Mükerreme’ye girişi dünyada eşi görülmemiş en büyük tevâzû örneklerindendir. Hâdiseye şâhit olan ashâb-ı kirâm bu hâli şöyle tasvîr ederler: “Rasûlullah (s.a.v.), Mekke’yi fethe giden ordunun başında bulunuyordu. Zafer müyesser olup da devesinin üzerinde Mekke’ye girerken, başını Yüce Rabbine karşı tevâzû ile o derece eğmişti ki, sakalının uçları neredeyse devenin semerine değmekteydi. Sanki bir şükür secdesindeydi. O esnâda devamlı olarak: «Ey Allahım! Hayat, ancak âhiret hayâtıdır!» diyordu.” (bk. Buhârî, Rikãk, 1; Vâkıdî, el-Meğâzî, II, ) Müşriklerin, Peygamberimiz ve ashâbını Beytullah’ı ziyâretten engellemelerinin gerçek sebebi ise şöyle haber veriliyor:

O zaman inkâr edenler gönüllerinde o taassubu; o câhiliye taassup ve gururunu alevlendirirken, Allah da Peygamberi’nin ve mü’minlerin üzerine sekînetini, huzur ve itminân duygusunu indirdi ve onların takvâ sözüne tutunmalarını nasip etti. Zâten onlar buna pek lâyık ve ehil idiler. Allah, her şeyi hakkiyle bilendir.

Müşriklerin aslında hiç kimseyi Kâbe’yi ziyâretten men etme hakları yoktu. Bunu da çok iyi biliyorlardı. Fakat sırf câhiliye taassubu ile hareket edip, müslümanların ziyâretine izin vermediler. Eğer Allah Rasûlü (s.a.v.) bu kadar kalabalık bir grupla Mekke’de görünürse, bütün Arap yarımadasında şöhretlerinin söneceğini ve gururlarının kırılacağını düşünüyorlardı. Onların son derece kışkırtıcı bu câhiliye taasuplarına mukâbil, Cenâb-ı Hak Rasûlü’nün ve mü’minlerin kalplerine huzur ve sükûn indirdi. Onlara sabır ve vakar verdi. Böylece öfkelenip şuursuzca hareket etmediler. Bilakis takvâya sarıldılar. Aşırı davranışlardan kaçındılar. Masum insanların kanına girmekten korundular. Zâten onlar, iman ve ahlâkî kemalleri bakımından bu işe lâyık ve ehil kimselerdi. Allah’ın yardımıyla böyle kritik bir noktada bu ağır imtihanı başarmış oldular. Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in, müslümanlarla birlikte Kâbe’yi ziyâret ettiğini gördüğü rüyâya gelince:

Şüphesiz Allah, Rasûlü’nün gördüğü rüyâyı gerçekleştirerek doğru çıkaracaktır. Allah’ın izniyle siz, kiminiz başını tamâmen tıraş ettirmiş, kiminiz saçlarını kısaltmış olarak, korkmadan ve tam bir emniyet içinde Mescid-i Haram’a gireceksiniz. Allah, sizin bilmediğinizi biliyor. Onun için size Mekke’nin fethinden önce yakında gerçekleşecek bir başka fetih daha nasip etti.

Rasûl-i Ekrem (s.a.v.), Hudeybiye’ye çıkmadan önce rüyâsında kendisinin ve ashâbının başlarını tıraş ederek emniyet içerisinde Mekke’ye girdiklerini görmüş ve bunu ashâbına haber vermişti. Onlar da çok sevinmişlerdi. Nihâyet hazırlıklarını yapıp, kurbanlıklarını alarak sefere çıktılar. Fakat Hudeybiye’de alıkonulup, kurbanları orada keserek geri dönmek zorunda kaldılar. Bu durum onları gerçekten çok üzdü. Bir kısım münafıklar da ileri geri konuşmalarıyla halkın moralini bozup, onları şüpheye düşürmeye çalışıyorlardı. İşte âyet-i kerîme, Peygamber (s.a.v.)’in gördüğü rüyânın doğru olduğunu ve rüyâda gösterildiği minval üzere müslümanların Mekke’ye girip umre yapacaklarını müjdelemiştir. Daha önce müjdelenen Hayber’in fethinin gerçekleşmesinin, bunun da gerçekleşeceğine açık bir delil olduğu belirtilmiştir. Nitekim bir sene sonra Allah Rasûlü (s.a.v.), iki bin kişi kadar ashâbıyla birlikte gelip kaza umresini yapmıştır. Âyetin haber verdiği gaybî mûcize aynen tahakkuk etmiştir. Yüce Rabbimizin Peygamberimizle birlikte kıyâmete kadar tüm mü’minlere verdiği en mühim müjdelerden biri de şudur:

Rasûlü’nü bütün dinlere üstün kılmak üzere hidâyet ve hak din ile gönderen O’dur. Buna şâhit olarak Allah yeter!

Bütün bunlar Hz. Muhammed (s.a.v.)’in gerçek peygamber, ona indirilen Kur’an’ın ilâhî kitap ve onun tebliğ ettiği dinin hak din olduğunu göstermektedir. Allah Teâlâ bu dini, bütün dinler üzerine gâlip olması ve yeryüzünde tek hâkim din olması için göndermiştir. Bu gâlibiyet iki yönlüdür: Birisi ilmî bakımdan delillerin kuvvetliliğinde üstünlüktür ki âyetteki “hidâyet”le buna işaret edilmiştir. Diğeri ise, amelî bakımdan fiiliyatta üstünlük ve hâkimiyettir ki, د۪ينُ الْحَقِّ (dînu’l-hak) tabirinde de bunun gerçekleşmesine işaret vardır. Buna göre İslâm ile çarpışmak isteyen dinlerin, hepsi mutlaka mağlup olacaktır. Bunlardan birincisinin tamâmen ortaya çıktığında şüphe yoktur.

İslâm dini, ilim yönünden her dîne gâliptir. İkincisi ise tarihte bir dereceye kadar gerçekleşmiş ve bir zamanlar müslümanlar her kavme gâlip olmuş ise de bunun tamamı daha çok geleceğin gelişmelerinin bağrındadır. Peygamberin doğruluğunun ve onun getirdiği dinin gâlip geleceğinin en büyük şâhidi ise Allah Teâlâ’dır. Örnek ahlâk, yaşayış, tebliğ ve cihâdlarıyla İslâm’ı bütün dinlere üstün kılacak kutlu nesillerin hangi üstün özelliklerle bezenmiş olmaları gerektiğine gelince:

Muhammed Allah’ın Rasûlüdür. Beraberinde bulunan mü’­minler kâfirlere karşı çok sert ve tavizsiz, kendi aralarında gâyet merhametlidirler. Onları görürsün; cemaatle rükû ve secde ederek Allah’ın lutuf ve hoşnutluğunu ararlar. Secde izinden meydana gelen nişanları yüzlerindedir. Onların Tevrat’taki vasıfları budur. İncil’deki vasıfları da şöyledir: Onlar filizini yarıp çıkarmış, derken onu kuvvetlendirmiş, derken kalınlaşmış, gövdesi üzerine dikilmiş bir ekine benzerler ki bu, ziraatçilerin pek hoşuna gider. İşte Allah, her devirde böylesine güçlü ve dirençli mü’minler yetiştirerek, onlar sâyesinde, mazlumlara kan kusturan kâfirleri öfkelendirip çileden çıkarır. Allah, bunlar arasından iman edip sâlih ameller yapanlara bağışlanma ve büyük bir mükâfat va‘detmektedir.

Burada, Allah Rasûlü (s.a.v.)’in beraberinde bulunan ve Kur’an’ın beyânıyla örnek mü’min bir cemaat olan ashâb-ı kirâmın önde gelen vasıfları tablolar hâlinde beyân edilir. Birincisi; kâfirlere karşı sert ve tavizsizdirler. اَلشَّد۪يدُ (şedîd); güçlü, kuvvetli, cesur kimse anlamına gelir. اَلأشِدَّاءُ (eşiddâ) onun çoğuludur. Bununla birlikte kendi değerlerine bağlı olup onlardan asla taviz vermeyen kimse mânasına da kullanılır. Sahâbenin kâfirlere karşı sert olması, imanlarının sağlamlığı, prensiplerinin kesinliği, dürüst ve düzenli hayatları sebebiyle kâfirlerin onlara kolay kolay baş eğdirememeleri, korku vererek sindirememeleri, onları herhangi bir menfaat karşılığında satın alamamaları, kolay bir lokma hâlinde dişleri arasında öğüte­memeleridir. Onların sertliği, rahmeti, sevgisi ve öfkesi şahsi, maddî maksatlardan dolayı değil, Allah ve Rasûlü’nün rızâsı içindir. Onların şiddeti ve öfkesi, küfre ve isyânadır. Muhabbetleri de iman ve imanın gereklerini yerine getirmeye yöneliktir.

İkincisi; ashâb-ı kirâmın, mü’minler olarak kendi aralarındaki ilişkiler dostâne ve merhamet üzere kurulmuştur. Kâfirlere karşı sergiledikleri şiddet ve celadetten, öfke ve kızgınlıktan, haşinlik ve kabalıktan hiçbir eser kalmamıştır. Bu gibi vasıfların, yerlerini bütünüyle engin bir merhamete, şefkate, yumuşaklığa, sevgiye, nezâkete, anlayış ve hoş görüye terk ettiği görülür.

Üçüncüsü; onları hep rükû ve secde hâlinde görürsün. Cemaat olarak sürekli rükû ve secde hâlindeler. Ne zaman bakarsak bakalım onları hep bu hâlde görürüz. Zira rükû ve secde hâli, kulluk durumu olarak mü’minlerin ruhunda yer eden en köklü bir haldir. Yani onlar bütün vakitlerini hep kulluk şuuru içinde geçiriyorlar. Her nefeste ruhları, Allah huzurunda rukû ve secde hâlinde bulunuyor. Dış görünüm itibariyle insanlık gereği sürekli rükû ve secde hâlinde bulunma noktasında bazı kesintiler olsa da, özleri ve ruhları itibariyle asla kesinti olmamaktadır.

Dördüncüsü; onlar, dâimî olarak Allah’ın lutuf ve rızâsını ararlar. Bu tablo onların ruhlarının derinliliğini, iç dünyalarının enginlik ve zenginliğini gözler önüne sermektedir. Sürekli Allah’ın lutfunu ve rızâsını talep etmektedirler. Kalpleri ve zihinlerini hep bu düşünce meşgul etmekte ve yaptıkları her işte bu gâyeyi gözetmektedirler. Bütün hayatlarını Allah için ve O’nun rızâsını kazanmak için yaşama gayreti içindeler. Bunun ötesinde düşündükleri ve meşgul oldukları başka hedefleri bulunmamaktadır. (bk. Tevbe 9/72) Beşincisi; onların alâmeti, yüzlerindeki secde izidir. Her birinin yüzleri pırıl pırıldır, aydınlıktır. Bu sîmaları bu denli parlatan, Allah için yaptıkları secdeler, kıldıkları namazlar, ettikleri samimi kulluklardır. İbâdet hâli onların her taraflarını bürümüş, onlara derin bir huşû ve huzû, tevâ­zu, sâfiyet, berraklık, huzur ve sükûn hâli kazandırmıştır. Burada “secde izi”nden kasdedilen, secde etmeden dolayı yüzde beliren çizgiler değil, ibâdetin insan ruhunda bıraktığı derin tesirdir.

İbâdetin canlı, tatlı ve sevimli hazzı onların simalarından okunur. Onların yüzünde Allah’a huşû ile ibâdet etmenin eseri olarak faziletle dolu bir tevazu, bir nûraniyet vardır. Gurur, kibir yoktur. Burada özellikle secde lafzı seçilmiştir. Çünkü secde, insanın Allah’a yaptığı ibâdetin, huşû ve huzû hâlinin en mükemmel şeklini ifade eder. Altıncısı; onlar mükemmel yetiştirilmiş ekin gibidirler. Gövdesi sağlam, yan yatmamış, eğilmemiş, dik ve düzgün, kuvvet dolu bir ekin. İşte Rasûlullah (s.a.v.) ve ashâbı böyle hoş, mükemmel, muntazam güzel bir ekin gibi yetiştirilmiş bir ordudur. Burada Rasûlullah (s.a.v.)’in feyzi, ahlâkı, tâlim ve terbiyesi ile ümmetine hem rûhen hem de cismen verilen hayatî nizam ve neşenin bir ifadesi vardır.

Zemahşerî şöyle der: “Bu Allah Teâlâ’nın İslâm milletinin başlayışı ve gelişip büyüme şekli ile ilgili verdiği bir misâldir. Çünkü Allah Rasûlü (s.a.v.) yalnız olarak işe başladı. Sonra Allah Teâlâ onu, ekinin ilk çimi kendinden doğarak etrafını saran filizlerle katlanıp kuvvetlendiği gibi, beraberindeki mü’minlerle güçlendirdi. Buna göre ekin Peygamberimiz, ondan çıkan filizler de ashâb-ı kirâmdır. Dolayısıyla bu, Peygamberimizle beraber ashâbının temsilidir.” (Zemahşerî, el-Keşşâf, VI, 10)

Allah Teâlâ, Peygamberine başı da sonu da bağışlanma ve nimet müjdeleyen Fetih sûresiyle böyle açık, parlak ve bundan itibaren meydana gelecek nice fetihlerin anahtarı mevkiinde bir fetih bahşetmiştir. Fetih sûresinin sonu ise özellikle tâlim ve terbiyenin, düzen ve intizâmın önemine işaret etmektedir. Dolayısıyla bu terbiye ve intizâmın üzerine insanın kalp ve ruh âleminin terbiye edilip orada gerekli düzenlemelerin tamamlanması istikâmetinde Hucurât sûresi başlayacaktır.

İslam ve İhsan

Fetih Suresinin Nüzul Sebebi

Hudeybiye Antlaşması

Feth Sûresi'ni Düşman Karşısında Okumak

PAYLAŞ:                

nest...

batman iftar saati 2021 viranşehir kaç kilometre seferberlik ne demek namaz nasıl kılınır ve hangi dualar okunur özel jimer anlamlı bayram mesajı maxoak 50.000 mah powerbank cin tırnağı nedir