hilye i şerif nedir ne demek / HİLYE - TDV İslâm Ansiklopedisi

Hilye I Şerif Nedir Ne Demek

hilye i şerif nedir ne demek

Hilye Nedir? Hilye-i Şerif Ne Demek, Dinde Ne Anlama Geliyor, Edebiyatımızdaki Örnekleri Neler?

Günden güne gelişen teknolojiyle beraber tüm bilgilere ulaşımın kolaylığı da artmış oldu. Artık merak ettiğimiz en zor konular hakkındaki bilgilere bile internet ortamında rahatlıkla ulaşım sağlayabilmekteyiz. Bu biz insanlar için gerçekten çok iyi bir avantaj durumunda. İnternet kullanıcıları arasında bakıldığında da en çok merak edilen araştırma konularından biri de hilye ve Hilye-i Şerif'in ne anlama geldiği olmuştur. Yazımızda bizler hilye nedir, Hilye-i Şerif ne demek, dinde ne anlama geliyor, edebiyatta örnekleri neler gibi konular hakkında açıklamalar yaparak sizleri bilgilendirmeyi amaçladık. Yazımızı okumaya devam ederek bu bilgilere ulaşabilirsiniz.

Hilye Nedir?

Sözlük anlamıyla "süs, ziynet, kolye" gibi anlamları olan hilye mecazen de "yaratılış, suret ve güzel vasıflar" denmektedir. Kelime Osmanlı kültüründe Resul-ü Ekrem'in vasıflarını, bu vasıflardan bahseden kitap ve levhaları ifade etmek için kullanılmıştır. Tük Dil Kurumuna göre hilye kelimesi şu şekildedir: Hz. Muhammed'in dış görünüşünü ve niteliklerini tasvir eden manzum ve mensur eser.

Hilye-i Şerif Nedir?

Hilye-i Şerif Hz. Muhammed'in (SAV) fiziki halinin betimlenerek anlatıldığı halidir. Peygamber'in ağır bir hastalık geçirdiği dönemde kızının ağlayarak "senin yüzünü bir daha nasıl göreceğiz" demesi üzerine Hz. Ali'ye (ra) yazdırdığı kelimelerden oluşan kendisinin resmidir. Hilye- i Şerif, Peygamber Efendimizin fiziki ve ruhi özelliklerini tasvir etmektedir. Müslümanlar arasında Hilye-i Şerif'in önemi de bu yüzden fazladır.

Edebiyatımızdaki Hilye Örnekleri

Hâkanî Mehmed Bey, , Hilye-i Hâkanî

Hâkānî Mehmed Bey'in Hz. Peygamber'in fiziki özelliklerini anlattığı, türünün ilk ve en önemli örneği kabul edilen mesnevisi.

Süleyman Nahifî, , Hilyetü'l-Envâr

Hakani'nin Hilyesi tarzında beyit hacminde bir mesnevidir.

Bunların dışında;

Müstakîmzade Süleyman Sa‟düddin Efendi, Şerh-i Hilye-i Nebeviyye (Hilye-i Nebeviyye ve Hulefa-i Erba'a)

Mevlevi Mehmed Necib Efendi, , Hilye;

Rusçuklu Fethi Ali, , Milad-ı Muhammediyye-i Hâkanîyye Hilye-i Fethiyye-i Sultaniyye;

Tırhalalı Murad Oğlu Ali (Hızrî), , Nazmu'n-Nûr fî Silki's-Sürûr;

Mustafa Fehmi Gerçeker, Hilye-i Fahr-i Âlem gibi örnekleri sıralayabiliriz.

Hilye-i Şerif Nedir? Hilye-i Şerifin Faziletleri Nelerdir?

Hilye nedir? Hilye-i şerîf yazmanın ve ona bakmanın faziletleri nelerdir? Hilye-i şerîf nereden geliyor? İşte cevapları

Hilye, lügatte süs, ziynet, yüz ve rûh güzelliği demektir. Istılahta ise, Hazret-i Peygamber’in, beşer kelâmının imkânları nisbetinde kelimelerle çizilmiş resmidir.

Nahîfî şöyle der:

“Muhakkak ki bir kimse, hilye-i şerîf yazsa ve ona çok nazar eylese, Allâh Teâlâ o kimseyi hastalık ve sıkıntılardan ve ânî ölümden hıfzeyler. Şâyet bir yere sefer ettiğinde berâberinde götürürse, o seferinde dâimâ Hakkın muhâfazasında olur.”

Birçok İslâm müellifi, hilye-i şerîfenin sayısız fazîletleri hakkında düşüncelerini ortaya koymuşlardır. Hattâ Hazret-i Peygamber’i rüyâda görmek için de hilye-i şerîfeyi teberrüken ezberleme an’anesi, birçok İslâm ülkesinde hâlâ mevcuttur.

HZ. PEYGAMBER’İ ANLATMADA KELİMELERİN KİFÂYETSİZLİĞİ

Bununla berâber düşünmek lâzımdır ki, Habîb-i Ekrem Efendimiz’in “nûrun alâ nûr”, yâni nûr üstüne nûr diye tavsîf edilen mübârek sîmâsını sözle tasvîr ederken kelimelerin kifâyetsizliği kadar, beşerin O’nun hakîkatini müşâhede ve idrâkteki mutlak aczi de hesâba katılmalıdır. Zîrâ Cenâb-ı Hakk’ın insanoğluna lutfettiği bütün güzellikleri şahsında toplayan o eşsiz varlığı, kâmil mânâda târif edebilmek mümkün değildir. Nitekim Hâkânî’nin dediği gibi:

Gelmemiştir bilir eşyâ ânı,
Yaradılmışta O’nun akrânı…

“Bütün varlıklar O’nun hak Peygamber olduğunu bilir. Çünkü yaratılmışlar arasında O’nun benzeri hiçbir zaman vücûda gelmemiştir.”

Güzeller Güzeli Efendimiz’in kelimelerle resmini çizmeye çalışan bu tasvirler, saâdet devrine eremeyen ve hasretle yanan gönülleri bir nebze olsun teskîn ve tesellî etmektedir. Efendimiz’i anlatan değerli rivâyetleri nakleden kimseler, bize âdeta deryâdan bir katre sunmaktadırlar. Bu katredeki ummânı görmeye çalışan mü’minler, Hazret-i Peygamber’e olan muhabbetlerini artırarak O’nun üsve-i hasenesinden istifâde etmeye, şemâil ve ahlâkı ile mütehallî olmaya gayret göstermişlerdir.

Hakîkaten insanın gönlü, fıtratı îcâbı dâimâ güzelliğe doğru meyleder, onunla berâber olmak ister. Bu câzibe sebebiyle zihni dâimâ onunla meşgul olur. Gönlünde rûh ve ahlâk bakımından mahbûbuna benzeme arzusu doğar. Netîcede sevdiği şahsı örnek alarak onun hâliyle hâllenmeye başlar. Bu fıtrî temâyül sebebiyle şemâil-i şerîfin, Peygamber Efendimiz’e olan iştiyak, muhabbet ve ittibâyı artırmaya vesîle olacağı muhakkaktır.

HİND BİN EBİ HALE'NİN HZ. PEYGAMBER’İ TARİFİ

Nitekim Hazret-i Hasan, üvey dayısı Hind bin Ebî Hâle’ye Resûlullâh’ın hilyesini sorarken, içinde bulunduğu hâlet-i rûhiyeyi şu sözleriyle dile getirmiştir:

“Dayım Hind bin Ebî Hâle, Allâh Resûlü’nün hilyesini çok güzel anlatırdı. Kalbimin O’na bağlı kalması ve O’nun izinden gidebilmem için, dayımın Allâh Resûlü’nden bir şeyler anlatması benim çok hoşuma giderdi.” (Tirmizî, Şemâil, s. 10)

Gül yüzlü Efendimiz’in şemâilini dinlemeye doyamayan Hazret-i Hasan ve Hazret-i Hüseyin, O’nun mübârek cemâlini babaları Hazret-i Ali’den da birçok defâ dinlemişler ve bizlere nakletmişlerdir.

Acabâ yazılan şemâil-i şerîfeler, Hazret-i Peygamber’in hakîkatinin kaçta kaçını ifâde edebilir?!. Muhakkak ki şemâil-i şerîfeyi, herkes gönlündeki muhabbet nisbetinde ve kelimelerin mahdut muhtevâsı içinde idrâk edebilir.

HİLYE-İ ŞERİF (PEYGAMBER EFENDİMİZ’İN ŞEMÂİLİ)

Biz de bu sahadaki aczimizi îtirâf ile birlikte, bizlere kadar ulaşan rivâyetlerden gönlümüze akseden şebnemler misâli, hilye-i şerîfeyi teberrüken nakletmeyi arzu ettik. Muhtelif rivâyetlerde hulâsaten şöyle buyrulmaktadır:

Resûl-i Ekrem, uzuna yakın orta boylu idi.

Yaratılışı fevkalâde dengeli olup mütenâsip bir vücûda sâhipti.

Göğsü geniş, iki omuzlarının arası açıktı. İki kürek kemiği arasında nübüvvet mührü vardı.

Kemikleri ve eklemleri irice idi.

Teni gül gibi pembemsi beyaz, nûrânî ve parlak, ipekten yumuşaktı. Mübârek vücûdu dâimâ temiz idi ve râyihası ferahlık verirdi. Koku sürünsün veya sürünmesin teni ve teri, en güzel kokulardan daha hoş bir letâfette idi. Bir kimse O’nunla musâfaha etse, bütün gün O’nun latîf kokusu ile mütelezziz olurdu. Sanki güller, kokusunu O’ndan almıştı. Mübârek elleriyle bir çocuğun başını okşasalar, o çocuk, güzel kokusuyla diğer çocuklardan ayırt edilirdi.

Terlediği zaman teni, gül yaprakları üzerindeki şebnemleri andırırdı.

Sakalı gür idi. Uzattığı zaman, bir tutamdan fazla uzatmazdı. Vefât ettiklerinde, saçlarında ve sakallarında yirmi kadar beyaz vardı.

Kaşları hilâl gibi olup iki kaşı arası birbirinden uzakça ve açık idi.

İki kaşı arasında bir damar bulunuyordu ki, Hak için öfkelendiği zaman kabarırdı.

sakaliserif

İnci gibi dişleri olup dâimâ misvak kullanır, sık sık kullanılmasını tavsiye ederlerdi.

Kirpikleri uzun ve siyah idi. Gözleri büyükçe, siyahı tam siyah, beyazı tam beyaz idi. Sanki gözlerinde kudret eliyle ezelde çekilmiş bir sürme vardı.

Müstesnâ rûhî yapısının kemâli gibi, vücut yapısının cemâli de eşsizdi.[1]

Sîmâsı, geceleyin ayın on dördü gibi parlardı. Hazret-i Ayşe buyurur ki:

“Resûlullâh’ın yüzü o kadar nûr saçardı ki, gece karanlığında, ipliği iğneye O’nun yüzünün aydınlığında geçirirdim.”

İki kürek kemiği arasında nübüvvetine âit ilâhî bir nişan vardı. Birçok sahâbî, onu öpebilmenin aşkıyla yanardı. Vefâtı esnâsında bu mührün gayb âlemine gitmesi, irtihâlinin tasdîki oldu.[2]

Mübârek ve nûrânî vücûdu vefâtından sonra hiçbir değişikliğe uğramamıştı. Nitekim Hazret-i Ebûbekir, mahzûn, mağmûm, gözü ve gönlü yaşlı bir şekilde “Varlık Nûru”na nazar ederek:

“Hayâtın gibi vefâtın da ne güzel yâ Resûlallâh!..” demiş ve mübârek alınlarına dudaklarını değdirmiştir.

Allâh Resûlü’nün rik­kat-i kal­biy­e­si­nin de­rin­li­ği­ni îzâh et­mek müm­kün de­ğil­di.

Fu­zû­lî söz söy­le­me­yip her ke­lâ­mı hik­met ve na­sî­hat idi. Lü­ga­tin­de as­lâ dedi­ko­du ve mâ­lâ­yâ­ni yok­tu. Her­ke­sin akıl ve id­râ­ki­ne gö­re söz söy­ler­di.

Mü­lâ­yim ve mü­te­vâ­zî idi. Gül­me­sin­de kah­ka­ha gi­bi aşı­rı­lık ol­maz­dı. Dâimâ mü­te­bes­sim­di.

O’nu an­sı­zın gö­ren kim­se­yi haş­yet sa­rar­dı. O’nun­la ül­fet ve soh­bet eden kim­se, O’na cân u gö­nül­den âşık ve mu­hib olur­du.peygamberimizinmesi

De­re­ce­le­ri­ne gö­re fa­zî­let er­bâ­bı­na ih­ti­râm ey­ler­di. Ak­ra­bâ­sı­na da zi­yâ­de ik­râm eder­di. Ehl-i beytine ve ashâbına hüsn-i muâmele ettiği gibi, diğer insanlara da rıfk ve lutuf ile muâmele eder­ ve:

“Hiçbi­ri­niz ken­di nef­si için is­te­di­ği­ni, mü’min kar­de­şi için de is­te­me­dik­çe kâ­mil mü’­min ola­maz.” bu­yu­rur­du. (Bu­hâ­rî, Îman, 7; Müs­lim, Îman, )

Hiz­met­kâr­la­rı­nı pek hoş tu­tar­dı. Ken­di­si ne yer ve ne gi­yer­se, on­la­ra da onu ye­di­rir ve giy­di­rir­di. Cö­mert, ik­ram sâ­hi­bi, şef­kat­li ve mer­ha­met­li, gerektiğinde ce­sur ve îcâbında ha­lîm idi.

Ahit ve vaadin­de sâ­bit, sö­zün­de sâ­dık idi. Ah­lâk gü­zel­li­ği, akıl ve ze­kâyö­nüy­le de cüm­le in­san­lar­dan üs­tün ve her tür­lü medh ü se­nâ­ya lâ­yık idi. Sû­re­ti gü­zel, sî­re­ti mü­kem­mel, mis­li ya­ra­tıl­ma­mış bir vü­cûd-i mü­bâ­rek idi.

Re­sû­lul­lâh’ın hüz­nü dâ­imî, te­fek­kü­rü sü­rek­liy­di. Za­rû­ret ol­mak­sı­zın ko­nuş­maz­dı. Sü­kû­net hâ­li uzun sü­rer­di. Bir sö­ze baş­la­yın­ca ya­rım bı­rak­maz, onu ta­mam­la­ya­rak bi­ti­rir­di. Az söz­le çok mâ­nâ­lar ifâ­de eder­di. Söz­le­ri tâ­ne tâ­ne idi. Ne lü­zû­mun­dan faz­la ne de az idi. Ya­ra­tı­lış ola­rak yu­mu­şak huy­lu ol­ma­sı­na rağ­men gâ­yet sa­lâ­bet­li ve hey­bet­li idi.

Öf­ke­len­di­ği za­man ye­rin­den kalk­maz­dı. Hakka îti­raz edil­me­si­nin, hak­kın çiğ­nen­me­si­nin hâ­ri­cin­de öf­ke­len­mez­di. Kim­se­nin far­kı­na var­ma­dı­ğı bir hak çiğ­nen­di­ği za­man öf­ke­le­nir, hak ye­ri­ni bu­lun­ca­ya ka­dar öf­ke­si de­vâm eder­di. An­cak hak­kı tev­zî et­tik­ten son­ra sü­kû­ne­te bü­rü­nür­dü. As­lâ ken­di­si için öf­ke­len­mez­di. Şahsına mahsus durumlarda ken­di­si­ni de mü­dâ­faa et­mez, kim­sey­le mü­nâ­ka­şa­ya gi­riş­mez­di.

O, kim­se­nin hâ­ne­si­ne izin al­ma­dan gir­mez­di. Evi­ne gel­di­ği za­man da ev­de ka­la­ca­ğı müd­de­ti üçe bö­ler­di; bi­ri­ni Al­lâh’a ibâ­de­te, di­ğerini âi­le­si­ne, üçün­cü­sü­nü de şah­sı­na ayı­rır­dı. Ken­di­si­ne ayır­dı­ğı za­mâ­nı­nı, avâm-ha­vâs in­san­la­rın hep­si­ne tah­sîs eder, on­lar­dan kim­se­yi mah­rum bı­rak­maz­dı. Hep­si­nin gön­lü­nü fet­he­der­di.

hirka

Re­sû­lul­lâh’ın her hâl ve ha­re­ke­ti, zikrullâh ile idi.

Bel­li bir ye­rin­de otur­ma­nın âdet edi­nil­me­si­ni ön­le­mek için mes­cid­le­rin her ye­rin­de otur­du­ğu olur­du. Yer­le­re ve ma­kam­la­ra kudsiyyet izâ­fe edil­me­si­ni ve mec­lis­ler­de te­keb­bü­re me­dâr ola­cak bir ta­vır ta­kı­nıl­ma­sı­nı is­te­mez­­di. Bir mec­li­se gi­rin­ce, ne­re­si boş kal­mış­sa ora­ya otu­rur, her­ke­sin de böy­le yap­ma­sı­nı ar­zu eder­di.

Kim O’ndan her­han­gi bir ih­ti­yâ­cı­nı gi­der­mek için bir şey is­tese, o is­ter ehem­mi­yet­li, is­ter ehem­mi­yet­siz ol­sun, onu ye­ri­ne ge­tir­me­den hu­zur bu­la­maz, ih­ti­yâ­cı hal­let­me­si müm­kün ol­ma­dı­ğı tak­dir­de, hiç ol­maz­sa gü­zel bir söz ile mu­hâ­ta­bı­nın gön­lü­nü al­mak­tan ge­ri kal­maz­dı. O, her­ke­sin dert or­ta­ğı idi. İn­san­lar, han­gi ma­kam ve mev­kî­de olur­sa ol­sun, zen­gin-fa­kir, âlim-câ­hil, O’nun ya­nın­da in­san ol­mak hay­si­ye­tiy­le mü­sâ­vî bir mu­âme­le­ye nâ­il olur­lar­dı. Bü­tün mec­lis­le­ri ilim, hi­lim, ha­yâ, ihlâs, sa­bır, vakar, te­vek­kül ve emâ­net gi­bi fa­zî­let­le­rin câ­rî ve hâ­kim ol­du­ğu bir ma­hal­di.

Ayıp ve ku­sur­la­rı sebebiyle kim­se­yi kı­na­maz, îkâz etmek zarûreti hâsıl olunca bu­nu, kar­şı­sın­da­ki­ni rencide et­me­ye­cek şe­kil­de zarif bir îmâ ile ya­par­dı.

“Müs­lü­man kar­de­şi­nin uğ­ra­dı­ğı fe­lâ­ke­ti se­vinç­le kar­şı­la­ma! Al­lâh Te­âlâ onu rah­me­tiy­le fe­lâ­ket­ten kur­ta­rır da se­ni imtihan eder.” buyururdu. (Tir­mi­zî, Kı­yâ­met, 54)

Hiç kim­se­nin zâ­hi­re çık­ma­mış ayıp ve ku­su­ruy­la meş­gul ol­ma­dı­ğı gi­bi, bu tür hâlle­rin araş­tı­rıl­ma­sı­nı da şid­det­le meneder­ler­di. Zî­râ baş­ka­la­rı hak­kın­da zan ve te­ces­süs, ilâ­hî emir­ler­le menolun­muş­tu.

Se­vâ­bı­nı um­du­ğu mesele­ler hâ­ri­cin­de ko­nuş­maz­dı. Soh­bet mec­lis­le­ri vecd için­de idi. O ko­nu­şur­ken et­râ­fın­da­ki­ler öy­le bü­yü­le­nir ve can ku­la­ğıy­la din­ler­di ki, Hazret-i Ömer’in ifâ­de­si vec­hi­le, baş­la­rı­na bir kuş kon­muş ol­sa, uç­ma­dan sa­at­ler­ce du­ra­bi­lir­di. O’ndan as­hâ­bı­na ak­se­den edeb ve ha­yâ o de­re­ce­de idi ki, ken­di­si­ne su­âl sor­ma­yı bi­le -ço­ğu ke­re- cür’et te­lâk­kî eder ve çöl­den bir be­de­vî ge­le­rek Hazret-i Pey­gam­ber’le soh­be­te ve­sî­le ol­sa da, O’nun feyz ve rû­hâ­ni­ye­tin­den is­ti­fâ­de et­sek di­ye bek­ler­ler­di.[3]

Hattâ heybetinden çekindikleri için iki sene soru soramadan bekleyenler vardı. Mehâbetinden mübârek yüzüne bakamazlardı.

Amr bin Âs (a.s.) şöyle demiştir:

“Resûlullâh ile uzun zaman birlikte bulundum. Fakat O’nun huzûrunda duyduğum hayâ hissi ve O’na karşı beslediğim tâzîm duygusundan dolayı, başımı kaldırıp da doya doya mübârek ve nûrlu çehrelerini seyredemedim. Eğer bugün bana, «Bize Resûlullâh’ı tavsîf et, O’nu anlat.» deseler, inanın anlatamam.” (Müslim, Îman, ; Ahmed, IV, )

O’nun yüce haslet ve meziyetlerini anlatmak isteyen kimse, “Ben, bundan önce de sonra da O’nun bir benzerini aslâ görmedim!” demekten kendini alamazdı.[4]

Bir gün Hâlid bin Velid (r.a.) Arap kabîlelerinden birine uğramış ve kabîle reisi kendisine:

“–Yâ Hâlid! Bize Allâh’ın Resûlü’nü, sûret ve sîreti ile tasvîr et.” demişti. Hâlid (r.a.) ise:

“–Bu imkânsız, buna kelimeler yetişmez.” deyince, kabîle reisi:

“–O hâlde hiç olmazsa tasavvur ve idrâkin nisbetinde hulâsa et.” dedi. Bunun üzerine Hâlid (r.a.) şu muhteşem cevâbı verdi:

“–Sana şu kadarını söyleyeyim ki, gönderilen, gönderenin kadrince olur. Gönderen, Kâinâtın Hâlıkı olduğuna göre, gönderdiğinin şânını var sen hayâl ve tasavvur eyle!..” (Münâvî, V, 92; Kastalânî, Mevâhib-i Ledünniyye Tercümesi, s. )

O’ndaki güzellik, heybet, nûrâniyet ve letâfet o derecede idi ki, Allâh’ın Peygamberi olduğuna dâir, ayrıca bir mûcize, delil ve burhâna ihtiyaç yoktu.

Hâsılı, O’nun ahlâkı Kur’ân idi. Bunu Muallim Nâci ne güzel ifâde etmiştir:

Hüsn-i Kur’ân’ı görür insan olur hayrân Sana

Dest-i kudretle yazılmış hilyedir Kur’ân Sana

Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri de, Allâh Resûlü’nün ahlâk-ı hamîdesinin bütün varlıkları şevke getirdiğini şöyle ifâde eder:

“O ne güzel bir cömerttir ki, O’nun cömertlik fışkıran varlığı sâyesinde denizden inci, sert taştan yâkut ve dikenden gül çıkar. Eğer bahçede O’nun güzel ahlâkından bahsedilirse, sevinçten ağzını açıp gülmeyen, yâni açılmayan bir gonca göremezsin.” (Dîvân, s. )

Bütün güzellikler, Resûlullâh’ta toplanmıştı. Vücûdundan âdeta nûr saçılırdı. Ancak yine de Allâh Resûlü’nü bütün güzelliği ile kimse görebilmiş değildir. Nitekim İmâm Kurtubî şöyle der:

“Resûlullâh’ın hüsn-i cemâli tamâmen zâhir olmamıştır. Eğer varlığının bütün güzellikleri olanca hakîkati ile görünseydi ashâbı ona bakmaya tâkat getiremezdi.” (Ali Yardım, Peygamberimiz’in Şemâili, s. 49)

Resûlullâh’ın şâiri Hassân bin Sâbit (r.a.), O’nun hilkatteki eşsizliğini şu şekilde mısrâlara dökmektedir:

(Yâ Resûlâllah! Benim gözüm, Sen’den daha güzelini görmemiştir. Hiçbir kadın Sen’den daha güzelini doğurmamıştır. Sen, bütün ayıp ve noksanlardan berî olarak yaratıldın. Sanki Yaratan, Sen’i arzu ettiğin gibi yaratmış…)

hilyeiserif

Dipnotlar:

[1] Bkz. Hâkim, III, 10; Ahmed, I, 89, 96, , ; IV, ; İbn-i Sa’d, I, , , ; II, ; İbn-i Kesîr, el-Bidâye, VI, ; Tirmizî, Şemâil, s.

[2] Tirmizî, Şemâil, s. 15; İbn-i Sa’d, II,

[3] İbn-i Sa’d, I, , , ; Heysemî, IX,

[4] Ahmed, I,

Kaynak: Osman Nûri Topbaş, Hazret-i Muhammed Mustafâ 1, Erkam Yayınları

İslam ve İhsan

Peygamber Efendimiz’in Fiziksel Özellikleri Nelerdir?

Peygamberimizin Kelimelerle Çizilen Resmi

PAYLAŞ:                

Hz. Peygamber'in kelimelerle çizilmiş resmi: Hilye-i Şerif

Hz. Peygamber'in kelimelerle çizilmiş resmi: Hilye-i Şerif

seafoodplus.info

Sözlükte “süs, ziynet, kolye” gibi mânalara gelen hilye, mecazen “yaratılış, sûret ve güzel vasıflar” demektir. Kelime Osmanlı kültüründe Resûl-i Ekrem’in vasıflarını, bu vasıflardan bahseden kitap ve levhaları ifade etmek için kullanılmıştır.

Hilye-i Şerif'i okuduktan sonra ardından salavatı şerife okunuyor. Hilye-i Şerif'in ne anlama geldiğini, nasıl okunduğunu,  duasını, tüm detayları ile sizin için derledik

HİLYE-İ ŞERİF NEDEN ÖNEMLİ?

Hilye-i Şerif, Nebiler nebisi Hz. Muhammed'in (s.a.v) fiziki halinin tasvir edilmiş halidir. Rivayetlere göre  Peygamberin, ağır bir hastalık geçirdiği dönemde kızının ağlayarak "senin gül yüzünü bir daha nasıl göreceğiz" demesi üzerine Hz. Ali'ye (r.a) yazdırdığı kelimelerden oluşan resimdir. Rasulullah şöyle buyurmuştur:

"Ya Ali Hilyemi yaz ki, vasıflarımı görmek beni görmek gibidir"

Hilye-i Şerif müslümanlar tarafından çok önemsenir. Hz. Ali’den rivayet edilen, “Hilyemi gören beni görmüş gibidir. Beni gören insan bana muhabbetle bağlanırsa Allah ona cehennemi haram kılar; o kişi kabir azabından emin olur, mahşer günü çıplak olarak haşredilmez” meâlindeki hadis de bu rağbetin sebeplerinden birini teşkil etmiştir.

Herhangi bir dinî dayanağı tesbit edilememekle birlikte içinde hilye bulunan evin felâkete uğramayacağı ve üzerinde hilye taşıyan kişinin her türlü musibetten korunacağına inanılması da bu hususta teşvik edici bir rol oynamıştır

Hilye-i Şerif aynı zamanda; Hz. Peygamber'in fiziki özelliklerini anlatan edebî eserler ve aynı konuda hüsn-i hatla yazılmış levhalar için kullanılan terim olarakta kaynaklarda geçer.

Yaratılmışlar arasında hiçbir benzeri bulunmayan Hz. Muhammed s.a.v'in, nur üstüne nur olarak tasvir edilen simasını anlatmak için kelimeler kifayetsiz kalmıştır. Allah'ın  insanoğluna lutfettiği bütün güzellikleri şahsında toplayan o eşsiz varlığı, gerçek mânâda târif edebilmek elbette mümkün değildir.

Hâkânî'nin dediği gibi:

"Gelmemiştir bilir eşyâ ânı,
Yaradılmışta O’nun akrânı…"

“Bütün varlıklar O’nun hak Peygamber olduğunu bilir. Çünkü yaratılmışlar arasında O’nun benzeri hiçbir zaman vücûda gelmemiştir.”

Göremediğimiz ama görmeden sevdiğimiz Efendimiz s.a.v.'in  şemailini anlatan bu sözler, bizlere her zaman çölde bir su olmuştur.

Hz. Peygamber'in kelimelerle çizilmiş resmi: Hilye-i Şerif

(Yahyâ Hilmi Efendi’nin Ebû Hüreyre rivayetini esas alarak yazdığı Muharrem (Mart-Nisan ) tarihli sülüs-nesih hilye (Sakıp Sabancı Müzesi Hat Koleksiyonu, nr. )

HİLYE-İ ŞERİF (HZ. PEYGAMBER'İN ŞEMAİLİ)

Hz. Ali Resulullah'ı anlatıyor:

"Resulullah ne son derece uzun ne de son derece kısaydı. O (s.a.v) orta boyluydu. Saçları ne düz ne kıvırcık, hafif dalgalıydı. Şişman olmadığı gibi, yüzü de yusyuvarlak değildi. Yüzünün rengi kırmızıya çalan beyazdı. Gözleri siyah ve parlak, kirpikleri uzundu. Kemiklerinin eklem yerleri iri ve omuzlarının arası genişti. Avuçları ve ayakları dolgundu. Yürüdüğünde yokuştan iner gibi sert adımlarla yürür, birine döneceği zaman tüm vücuduyla döner öyle konuşurdu.

İki omzu arasında peygamberlik mührü vardı. Zira O, peygamberlerin sonuncusuydu. İnsanların en cömerti, gönlü en geniş olanı, en güzel ve düzgün konuşanıydı.  Gayet yumuşak tabiatlı ve insani ilişkilerde arkadaş canlısı idi. Ansızın onu gören kimse heybetinden ilk başta çekinir, fakat tanıdıkça onu çok severdi. Ondan bahseden bir kimse, 'Ne O'ndan önce ne de O'ndan sonra asla benzerini görmedim' demekten kendini alamazdı."

Hilye-i Şerif'in diğer bir şekli şöyledir:

Resûl-i Ekrem, uzuna yakın orta boylu idi.

Yaratılışı fevkalâde dengeli olup mütenâsip bir vücûda sâhipti.

Göğsü geniş, iki omuzlarının arası açıktı. İki kürek kemiği arasında nübüvvet mührü vardı.

Kemikleri ve eklemleri irice idi.

Teni gül gibi pembemsi beyaz, nûrânî ve parlak, ipekten yumuşaktı. Mübârek vücûdu dâimâ temiz idi ve râyihası ferahlık verirdi. Koku sürünsün veya sürünmesin teni ve teri, en güzel kokulardan daha hoş bir letâfette idi. Bir kimse O’nunla musâfaha etse, bütün gün O’nun latîf kokusu ile mütelezziz olurdu. Sanki güller, kokusunu O’ndan almıştı. Mübârek elleriyle bir çocuğun başını okşasalar, o çocuk, güzel kokusuyla diğer çocuklardan ayırt edilirdi.

Terlediği zaman teni, gül yaprakları üzerindeki şebnemleri andırırdı.

Sakalı gür idi. Uzattığı zaman, bir tutamdan fazla uzatmazdı. Vefât ettiklerinde, saçlarında ve sakallarında yirmi kadar beyaz vardı.

Kaşları hilâl gibi olup iki kaşı arası birbirinden uzakça ve açık idi.

İki kaşı arasında bir damar bulunuyordu ki, Hak için öfkelendiği zaman kabarırdı.

İnci gibi dişleri olup dâimâ misvak kullanır, sık sık kullanılmasını tavsiye ederlerdi.

Hz. Peygamber'in kelimelerle çizilmiş resmi: Hilye-i Şerif

(Mahmud Celâleddin Efendi’nin serbest formda hazırlanmış () tarihli servili hilyesi (Cengiz Çetindoğan koleksiyonu))

Kirpikleri uzun ve siyah idi. Gözleri büyükçe, siyahı tam siyah, beyazı tam beyaz idi. Sanki gözlerinde kudret eliyle ezelde çekilmiş bir sürme vardı.

Müstesnâ rûhî yapısının kemâli gibi, vücut yapısının cemâli de eşsizdi.[1]

Sîmâsı, geceleyin ayın on dördü gibi parlardı. Hazret-i Ayşe buyurur ki:

“Resûlullâh’ın yüzü o kadar nûr saçardı ki, gece karanlığında, ipliği iğneye O’nun yüzünün aydınlığında geçirirdim.”

İki kürek kemiği arasında nübüvvetine âit ilâhî bir nişan vardı. Birçok sahâbî, onu öpebilmenin aşkıyla yanardı. Vefâtı esnâsında bu mührün gayb âlemine gitmesi, irtihâlinin tasdîki oldu.

Mübârek ve nûrânî vücûdu vefâtından sonra hiçbir değişikliğe uğramamıştı. Nitekim Hazret-i Ebûbekir, mahzûn, mağmûm, gözü ve gönlü yaşlı bir şekilde “Varlık Nûru”na nazar ederek:

“Hayâtın gibi vefâtın da ne güzel yâ Resûlallâh!..” demiş ve mübârek alınlarına dudaklarını değdirmiştir.

Allâh Resûlü’nün rik­kat-i kal­biy­e­si­nin de­rin­li­ği­ni îzâh et­mek müm­kün de­ğil­di.

Fu­zû­lî söz söy­le­me­yip her ke­lâ­mı hik­met ve na­sî­hat idi. Lü­ga­tin­de as­lâ dedi­ko­du ve mâ­lâ­yâ­ni yok­tu. Her­ke­sin akıl ve id­râ­ki­ne gö­re söz söy­ler­di.

Mü­lâ­yim ve mü­te­vâ­zî idi. Gül­me­sin­de kah­ka­ha gi­bi aşı­rı­lık ol­maz­dı. Dâimâ mü­te­bes­sim­di.

O’nu an­sı­zın gö­ren kim­se­yi haş­yet sa­rar­dı. O’nun­la ül­fet ve soh­bet eden kim­se, O’na cân u gö­nül­den âşık ve mu­hib olur­du.

De­re­ce­le­ri­ne gö­re fa­zî­let er­bâ­bı­na ih­ti­râm ey­ler­di. Ak­ra­bâ­sı­na da zi­yâ­de ik­râm eder­di. Ehl-i beytine ve ashâbına hüsn-i muâmele ettiği gibi, diğer insanlara da rıfk ve lutuf ile muâmele eder­ ve:

“Hiçbi­ri­niz ken­di nef­si için is­te­di­ği­ni, mü’min kar­de­şi için de is­te­me­dik­çe kâ­mil mü’­min ola­maz.” bu­yu­rur­du. (Bu­hâ­rî)

Hiz­met­kâr­la­rı­nı pek hoş tu­tar­dı. Ken­di­si ne yer ve ne gi­yer­se, on­la­ra da onu ye­di­rir ve giy­di­rir­di. Cö­mert, ik­ram sâ­hi­bi, şef­kat­li ve mer­ha­met­li, gerektiğinde ce­sur ve îcâbında ha­lîm idi.

Ahit ve vaadin­de sâ­bit, sö­zün­de sâ­dık idi. Ah­lâk gü­zel­li­ği, akıl ve ze­kâ yö­nüy­le de cüm­le in­san­lar­dan üs­tün ve her tür­lü medh ü se­nâ­ya lâ­yık idi. Sû­re­ti gü­zel, sî­re­ti mü­kem­mel, mis­li ya­ra­tıl­ma­mış bir vü­cûd-i mü­bâ­rek idi.

Re­sû­lul­lâh’ın hüz­nü dâ­imî, te­fek­kü­rü sü­rek­liy­di. Za­rû­ret ol­mak­sı­zın ko­nuş­maz­dı. Sü­kû­net hâ­li uzun sü­rer­di. Bir sö­ze baş­la­yın­ca ya­rım bı­rak­maz, onu ta­mam­la­ya­rak bi­ti­rir­di. Az söz­le çok mâ­nâ­lar ifâ­de eder­di. Söz­le­ri tâ­ne tâ­ne idi. Ne lü­zû­mun­dan faz­la ne de az idi. Ya­ra­tı­lış ola­rak yu­mu­şak huy­lu ol­ma­sı­na rağ­men gâ­yet sa­lâ­bet­li ve hey­bet­li idi.

Öf­ke­len­di­ği za­man ye­rin­den kalk­maz­dı. Hakka îti­raz edil­me­si­nin, hak­kın çiğ­nen­me­si­nin hâ­ri­cin­de öf­ke­len­mez­di. Kim­se­nin far­kı­na var­ma­dı­ğı bir hak çiğ­nen­di­ği za­man öf­ke­le­nir, hak ye­ri­ni bu­lun­ca­ya ka­dar öf­ke­si de­vâm eder­di. An­cak hak­kı tev­zî et­tik­ten son­ra sü­kû­ne­te bü­rü­nür­dü. As­lâ ken­di­si için öf­ke­len­mez­di. Şahsına mahsus durumlarda ken­di­si­ni de mü­dâ­faa et­mez, kim­sey­le mü­nâ­ka­şa­ya gi­riş­mez­di.

O, kim­se­nin hâ­ne­si­ne izin al­ma­dan gir­mez­di. Evi­ne gel­di­ği za­man da ev­de ka­la­ca­ğı müd­de­ti üçe bö­ler­di; bi­ri­ni Al­lâh’a ibâ­de­te, di­ğerini âi­le­si­ne, üçün­cü­sü­nü de şah­sı­na ayı­rır­dı. Ken­di­si­ne ayır­dı­ğı za­mâ­nı­nı, avâm-ha­vâs in­san­la­rın hep­si­ne tah­sîs eder, on­lar­dan kim­se­yi mah­rum bı­rak­maz­dı. Hep­si­nin gön­lü­nü fet­he­der­di.

Re­sû­lul­lâh’ın her hâl ve ha­re­ke­ti, zikrullâh ile idi.

Bel­li bir ye­rin­de otur­ma­nın âdet edi­nil­me­si­ni ön­le­mek için mes­cid­le­rin her ye­rin­de otur­du­ğu olur­du. Yer­le­re ve ma­kam­la­ra kudsiyyet izâ­fe edil­me­si­ni ve mec­lis­ler­de te­keb­bü­re me­dâr ola­cak bir ta­vır ta­kı­nıl­ma­sı­nı is­te­mez­­di. Bir mec­li­se gi­rin­ce, ne­re­si boş kal­mış­sa ora­ya otu­rur, her­ke­sin de böy­le yap­ma­sı­nı ar­zu eder­di.

Kim O’ndan her­han­gi bir ih­ti­yâ­cı­nı gi­der­mek için bir şey is­tese, o is­ter ehem­mi­yet­li, is­ter ehem­mi­yet­siz ol­sun, onu ye­ri­ne ge­tir­me­den hu­zur bu­la­maz, ih­ti­yâ­cı hal­let­me­si müm­kün ol­ma­dı­ğı tak­dir­de, hiç ol­maz­sa gü­zel bir söz ile mu­hâ­ta­bı­nın gön­lü­nü al­mak­tan ge­ri kal­maz­dı. O, her­ke­sin dert or­ta­ğı idi. İn­san­lar, han­gi ma­kam ve mev­kî­de olur­sa ol­sun, zen­gin-fa­kir, âlim-câ­hil, O’nun ya­nın­da in­san ol­mak hay­si­ye­tiy­le mü­sâ­vî bir mu­âme­le­ye nâ­il olur­lar­dı. Bü­tün mec­lis­le­ri ilim, hi­lim, ha­yâ, ihlâs, sa­bır, vakar, te­vek­kül ve emâ­net gi­bi fa­zî­let­le­rin câ­rî ve hâ­kim ol­du­ğu bir ma­hal­di.

Ayıp ve ku­sur­la­rı sebebiyle kim­se­yi kı­na­maz, îkâz etmek zarûreti hâsıl olunca bu­nu, kar­şı­sın­da­ki­ni rencide et­me­ye­cek şe­kil­de zarif bir îmâ ile ya­par­dı.

“Müs­lü­man kar­de­şi­nin uğ­ra­dı­ğı fe­lâ­ke­ti se­vinç­le kar­şı­la­ma! Al­lâh Te­âlâ onu rah­me­tiy­le fe­lâ­ket­ten kur­ta­rır da se­ni imtihan eder.” buyururdu. (Tir­mi­zî)

Hiç kim­se­nin zâ­hi­re çık­ma­mış ayıp ve ku­su­ruy­la meş­gul ol­ma­dı­ğı gi­bi, bu tür hâlle­rin araş­tı­rıl­ma­sı­nı da şid­det­le meneder­ler­di. Zî­râ baş­ka­la­rı hak­kın­da zan ve te­ces­süs, ilâ­hî emir­ler­le menolun­muş­tu.

Se­vâ­bı­nı um­du­ğu mesele­ler hâ­ri­cin­de ko­nuş­maz­dı. Soh­bet mec­lis­le­ri vecd için­de idi. O ko­nu­şur­ken et­râ­fın­da­ki­ler öy­le bü­yü­le­nir ve can ku­la­ğıy­la din­ler­di ki, Hazret-i Ömer’in ifâ­de­si vec­hi­le, baş­la­rı­na bir kuş kon­muş ol­sa, uç­ma­dan sa­at­ler­ce du­ra­bi­lir­di. O’ndan as­hâ­bı­na ak­se­den edeb ve ha­yâ o de­re­ce­de idi ki, ken­di­si­ne su­âl sor­ma­yı bi­le -ço­ğu ke­re- cür’et te­lâk­kî eder ve çöl­den bir be­de­vî ge­le­rek Hazret-i Pey­gam­ber’le soh­be­te ve­sî­le ol­sa da, O’nun feyz ve rû­hâ­ni­ye­tin­den is­ti­fâ­de et­sek di­ye bek­ler­ler­di.

Hattâ heybetinden çekindikleri için iki sene soru soramadan bekleyenler vardı. Mehâbetinden mübârek yüzüne bakamazlardı.

Amr bin Âs (a.s.) şöyle demiştir:

“Resûlullâh ile uzun zaman birlikte bulundum. Fakat O’nun huzûrunda duyduğum hayâ hissi ve O’na karşı beslediğim tâzîm duygusundan dolayı, başımı kaldırıp da doya doya mübârek ve nûrlu çehrelerini seyredemedim. Eğer bugün bana, «Bize Resûlullâh’ı tavsîf et, O’nu anlat.» deseler, inanın anlatamam.” (Müslim)

VefatÖlümduaşiirayet

Google News ile Takip Et

nest...

batman iftar saati 2021 viranşehir kaç kilometre seferberlik ne demek namaz nasıl kılınır ve hangi dualar okunur özel jimer anlamlı bayram mesajı maxoak 50.000 mah powerbank cin tırnağı nedir