kırmızı saçlı kadın gerçek mi / Kırmızı Saçlı Kadın’ın eleştirel okuması

Kırmızı Saçlı Kadın Gerçek Mi

kırmızı saçlı kadın gerçek mi

“Kırmızı Saçlı Kadın” gerçeği

Yetkin yazar Orhan Pamuk’un “Kırmızı Saçlı Kadın” romanı bir solukta okunabilecek, sürükleyici ve zihinde iz bırakan bir eser. Pamuk’un bu romanda özellikle başvurduğu kısa cümleli ve sade üsluplu tarzı; eserin akıcı ve ilgi çekici olmasını sağlamış. Önceki romanlarına göre daha yalın ve duru ifadeler kullanan Pamuk; iç içe girmiş olaylar zincirini yansıtırken okuru sıkmamaya, kitaptan uzaklaştırmamaya da özen göstermiş. Nobel Edebiyat Ödülü aldıktan sonra üretkenliğini ve yetkinliğini kaybetmeyen yazar; bu romanıyla okura birikimini ve deneyimini cömertçe sunarak jest yapmış.

Aşk, kıskançlık, otorite, baba-oğul ilişkisi konularını efsaneler ve tarihsel olaylar ile ilişki kurarak anlatan Pamuk, otuz yıl öncesinin İstanbul’unda bir liselinin aşkla tanışması sonrası yaşadıklarını, okuru çoğu zaman şaşırtan tüm gerçekliğiyle yansıtmış.

Roman kahramanı Cem, İstanbul’da kendince yaşayan ancak eczacı olan ve siyasi görüşleri nedeniyle yer yer cezaevine giren babasından pek ilgi görmeyen bir delikanlıdır. Üniversiteye hazırlanmak ve geçimini sağlamak için kitapçıda ve kuyucu Mahmut Usta’nın yanında çalışan Cem’in hayatı Öngören Kasabası’nda kurulan tiyatro çadırında gördüğü Kırmızı Saçlı Kadın ile değişir. Kırmızı Saçlı Kadın’a yani Gülcihan’a âşık olan ve bir gece onunla birlikte olan Cem, çırak Ali’nin ayrılması ile Mahmut Usta’yla daha çok beraber olur ve sıkı çalışır. Akşamları birbirlerine; farkında olmadan babasını öldüren eski Yunanlı Kralı Oipidus ve Şehname’nin bilmeden oğlunu öldüren kahramanı Rüstem’in hikâyelerini anlatırlar. Mahmut Usta kuyunun içindeyken Cem’in elinden kovanın düşmesi üzerine onun öldüğünü düşünen Cem oradan uzaklaşır.Yıllar sonra Cem, Ayşe ile evlenip zengin bir müteahhit olur. Bir gün iş için Öngören’e gitmesi gerekir. Kısa bir araştırmadan sonra Cem’in Enver adında bir oğlu olduğu ortaya çıkar. Kırmızı Saçlı Kadın ile birlikteliğinden olan Enver babasını hiç sevmez. Karşılaştıkları akşam Enver kendisini başka biri olarak tanıtır ve Cem’e eskiden kazdıkları kuyuyu gösterir. Kuyunun başında Enver, Cem’e onun oğlu olduğunu söyler ve yaptıklarından dolayı babasını suçlar. Öfkeli iki kişi kavga etmeye başlar. Cem bir anda silahını çıkarır ve Enver kendini korumak isterken yanlışlıkla babasını vurup öldürür. Cezaevine gönderilen Enver ise annesinin ısrarı üzerine bu kitabı yazmaya karar verir.

Romanda okuru yüzyıllar öncesinin efsanelerine götüren, orada yaşananların günümüzde karşılıklarının var olduğunu hissettiren Pamuk, geçmişle gelecek arasında sürekli köprü kurar. Romanda anlatılanların efsanelerle, dini hikâyelerle ilişkilendirilmesi okura tarihî yolculuk yaptırmakla birlikte aslında efsanelerin, menkıbelerin gerçek hayatla izdüşümlerinin bulunduğu görüşünü güçlendirir. Firdevsi’nin Şehname’sindeki Rüstem ile Sührap’ın öyküsü, Oidipus’un öyküsü ile karşılaştırılmakta ve romanda yaşanılanlar ile ilişkisi verilmektedir. Bunun gibi İbrahim Peygamber’in oğlunu kurban etmesi, Yakup Peygamber’in oğullarının Yusuf’u kuyuya atmaları kıssaları romanda ağırlığını hissettirir.

Yazar, otuz yıl öncesinin İstanbul’u ile günümüzdeki İstanbul’u da karşılaştırır. İstanbul’un bozulan çehresini, çarpık kentleşmeyi, çevre duyarsızlığını; yöneticilere, konuya ilgisiz kalanlara gönderme yaparak yansıtır. “Otuz yıl önce bomboş bir arazi olan yokuşun üzerindeki bizim düzlük; altı yedi katlı apartmanlar, depo binaları, atölyeler, benzinciler, alt katları lokanta, kebapçı dükkânı ve süpermarketlerle dolu bir beton ormanına dönüşmüştü.” diyerek modern ve şehirli olmanın sancılarını gözler önüne serer.

Pamuk’un “araştırmacı romancı” kimliği bu romanda da kendini göstermekte. Bir kuyucunun yanında çalışan roman kahramanımız Cem’in ağzından kuyuculuğu anlatırken bu meslekle ilgili genişçe bir araştırma yaptığı hemen fark edilmekte. “Çıkrığın her iki ucunda, bir kenarı kalın bir kenarı ince birer tutacağı olan ve ipin sarıldığı bir merdanesi, onun üzerine oturduğu çapraz ahşap ayakları ve yukarıya çektiğimiz kovanın rahatça konacağı bir de sehpası vardı.” cümlesi ve sonraki başka cümleler, okuru teknik bilgilerin dünyasına götürmekte. Yazar olmak için mimarlığı bırakan Pamuk’un mimarlıkla ilgili bilgisi sapasağlam durmakta. Ayrıca İstanbul Teknik Üniversitesinin Maçka’daki Jeoloji Mühendisliği Bölümünü kazandığını anlatırken üniversite hakkında verdiği tarihî bilgiler romandaki betimlemeleri sağlam zemine oturtmakta: “Yüz on yıllık üniversite yapısı aslında Osmanlı İmparatorluğu’nun son döneminde modern askerlerin silahhane ve kışlasıydı.”

Yazarın romanlarında genel olarak fark ettiğimiz sanatlı dili bu romanında da göz çarpıyor. “Kimseyle konuşmak istemediğim konuları açıp kendi kendime sessizce sohbet ettiğim o ikinci sesi içimde yeniden, böyle işittim.” ya da “Bu incecik sesin altındaki derin ve belirsiz uğultu otuz kilometre uzaktaki İstanbul’un homurtusuydu.” cümleleri yazarın iç konuşmaları ve betimlemeleri sanatsal bir ifadeye büründürerek yansıtmasının güzel örnekleri olarak karşımızda durmakta.

Yazarın veciz sözleri roman akışı içinde yer yer okuru silkelemekte ve edebî zevkin solukları işitilmekte. “Ben beni kimse görmediği zaman en çok kendim oluyorum.” sözü, üzerinde derince düşünülmesi gereken veciz ifadelere güzel bir örnek niteliği taşımaktadır.

Pamuk’un roman sayfasına çıkrık resmi koyması da alışılagelmiş roman tarzının dışındadır. “Parçaları tam nasıl birleştireceğimizi daha kolay anlayalım diye, Mahmut Usta bir kâğıdın üzerine kurşunkalemle ayrıntılı bir çıkrık resmini beni şaşırtan bir hünerle çizmişti.” dedikten sonra romana çıkrık resminin konulması özgün bir tarz olarak değerlendirilebilir. Ancak roman türünün kendine özgü zengin ve geniş hayal gücünü daralttığı da düşünülerek eleştirilebilir.  

Hikâye anlatan, yakınlık gösteren ve arkadaş gibi davranan Mahmut Usta ile eve az uğrayan, mesafeli duran babanın karşılaştırılması da romanda öne çıkan unsur. Oğulun gözünden babaya bakış, ince göndermelerle aktarılmış.

“Pek çok erkekle birlikte olan kadın” diye bilinen Kırmızı Saçlı Kadın tiplemesinin aslında her zaman gerçeği yansıtmadığı, bunun; kendisine şuh gözlerle bakan erkeklerin algısı olduğu romanda geçen önemli ve ezber bozan bir gerçek.

Bu arada roman kahramanı, genç delikanlı Cem’in; birlikte olduğu kadın ile yıllar önce de babasının birlikte olduğunu anlaması “zorlama cinsellik kurgusu” olarak kabul edilebilir.  Ayrıca romanda geçen şu sözler de okuru şaşırtmakta: “İstanbul’da iki çeşit hikâye okur tarafından çok seviliyor, ucuz gazetelerde çok yayımlanıyordu. Birincisi; oğlu askerde, hapiste, uzaktayken babanın, genç ve güzel geliniyle yatması, olayı fark eden oğulun babayı öldürmesiydi. Çok işlenen ve sayısız çeşitlemeleri olan ikinci cins cinayet ise, cinsel açlık içindeki oğulun, bir cinnet anında zorla anasıyla yatmasıydı.” Pamuk’un ensest ilişkiyi çok yaygın ve normal olarak yansıtma çabası “Hadi canım!” dedirtmekte, kitabı ilgi çekici kılma amacına yönelik ucuz abartmalar olarak karşımızda durmaktadır.

Yazarın roman sonlarına kadar kahraman Cem’i konuşturması, ardından Cem’in ölümüyle de Kırmızı Saçlı Kadın’ı yani Gülcihan’ı konuşturması da ilginç bir tarz olarak karşımıza çıkmakta. Roman anlatıcısının roman içerisinde değişmesini öncelikle yadırgayan okur, olaylar arasındaki bağlantıyı anlatan Kırmızı Saçlı Kadın’ı dinlerken taşların yerine oturduğunu fark ederek anlatılanlara kulak kesilmekte. Dolayısıyla okur; romanı sonuna kadar sabırla okumak, ara boşlukların tamamlanmasını beklemek durumunda kalmakta. Son sayfaya geldiğinde de bir dedektif yaklaşımıyla olayı çözdüğünü, bağlantıyı kurduğunu, derin bir oh çektiğini fark etmektedir.

Doğu-Batı kültürünü efsaneler zemininde karşılaştırarak ve bir liselinin ilk aşk deneyimiyle başlayan serüvenini modernleşmenin sancıları başlığında vererek nitelikli bir roman ortaya koyan Pamuk’un Kırmızı Saçlı Kadın eseri; yer yer sert eleştirileri hak etse de üzerinde daha çok düşünülecek ve hakkında pek çok inceleme yapılacak bir roman gibi görünüyor, çünkü bu eser bunu hak ediyor.

 

İç içe geçen çemberlerden, şaşırtmacalardan oluşmuş, bütün imgelerinin toplumsal, tarihsel göndermeleri olan, bize üstünde düşünmemizi isteyen yeni olgular getiren zor, çetin, güçlü ama nefis bir roman Kırmızı Saçlı Kadın.

Bir vesileyle konuşurken, telefonda, Orhan Pamuk, yeni romanı Kırmızı Saçlı Kadın'dan söz etti ve "İki saatte okuyacaksın" dedi. İtiraf edeyim ki, hiç inanmadım. Orhan Pamuk'un romanı kısa olabilirdi ama iki saatte okunmazdı. Nihayet kitabı okuduğumda, gerçekten de kısa ama çetinin çetini bir roman olduğunu anladım. Öyle isterseniz, evet, hızla okunan, yer yer 'polisiye' bir merak unsurunun öne çıktığı, sürüklediği, dolayısıyla heyecanlı bir roman ama bunlar işin görünen yüzü. Hiç ertelemeden ve gecikmeden yazıp belirteyim: evrensel bir roman var elimizde.
I
Öncelikle konu, isterseniz içerik diyelim, bu evrensellik boyutunu yaratıyor. Baba-oğul efsanelerinin, hikayelerinin, esatirlerinin üstüne oturan bir roman bu. Bilinen bir gerçeği ben de burada belirteyim. Doğu mitolojilerinde (Rüstem'le Sührap hikayesi) babalar oğullarını öldürür. Batı mitolojilerinde de (Oedipus efsanesi) babalar oğullarını.
Ama Batı mitolojisi daha karmaşıktır. Oğul, babasını (bilmeden) öldürür ama ardından annesiyle yatar. Gerçek ortaya çıkınca kendisini cezalandırır. Gözlerini kör eder. (Nitekim, Oedipus Kolonos'ta isimli tragedyada Kral Oedipus karşımıza kör olarak yeniden çıkacaktır. Ve şaşırtıcı bir şekilde, bu defa oğullarını lanetleyecektir. Kızı Antigone ise neredeyse babasına aşıktır. Oedipus öldükten sonra mezar yerini sadece Theseus bilmektedir. Antigone ısrarla öğrenmek ve oraya gömülmek ister, gerekirse diri diri; çünkü, babasız yaşamaktansa ölmek yeğdir onun için.) Üstelik, Oedipus, efsanede, kimsenin çözemediği bir bilmeceyi çözmüştür. Yani, bilmeye cesaret etmekle yaşadığı kader arasında bir ilişki vardır. (Bu ilişkinin Freud'la kurduğu bağa aşağıda değineceğim.)
Zaloğlu Rüstem pehlivanın öyküsü ise, belirttim, bu derecede karmaşık değildir. Yenilmez Rüstem oğlunu öldürür ve bir manada kaderine yenilir. Burada ilginç olanı Rüstem'in İran'ı ve ona karşı bilmeden rakibi/düşmanı olmuş oğlu Sührap'ın Turan'ı yani Türkleri işaret etmesidir. Öyle olunca da Ortadoğu efsanesi hemen bir Doğu-Batı çatışmasına dönüşür. Ama öyküler birbirine benzer, babalar oğullarını tanımazlar. Kritik nokta budur.
Batı metafiziği bu ikilemi hayli deşmiştir. Bir çok diğer şeyin başlangıcını teşkil ettiği gibi, bu efsanenin Batı metafiziği içindeki yerini de Freud'un çözümlemelerine ve (çok eleştirildiği üzere) onun efsaneyi (biraz da işine geldiği gibi) okumasına borçluyuz.
Freud, babanın otoriteyi temsil ettiğini, oğulun onu öldürerek, 'arzu nesnesi' anneyi ele geçirmek tutkusunu dile getirir. Babanın öldürülmesi ya da öldürülmemesi, yani otoritenin aşılması veya aşılamaması, (Batılı) insanın daha sonraki hayatında davranışlarını belirleyecektir. Doğu ise oğulun öldürülmesinden, yani otoritenin devamından yanadır.
Gene ilginç olanı, Batıda devlet temelli çözümlemeler hemen hemen hiç Oedipal özgürleşimle ilişkilenmezken, Doğu'da, babanın oğlu öldürmesi hemen otorite-devlet ilişkisine atfen ele alınır. Bu da herhalde önsel (a priori) bir okumadır. Yani, Batı'nın babayı öldürdüğünün ve bireyin daha başlangıçta özgürleştiğini kabul etmektedir.
Gene dikkat çekici yanı işin, kendi deyimiyle tanrıtanımaz bir Yahudi olan Freud'un Oedipus kompleksini irdelemekle işin peşini bırakmaması, patrisit (baba katilliği) konusunu Karamazof Kardeşler ve Hamlet üstünden ele almasıdır. Ama Rusya'daki dönüşümü anlatan büyük bir romana da Turgenyev Babalar ve Oğullar adını vermiştir, anımsayalım.)
Gerçekten de bu işin yüzyılda doruk noktasını Karamazof Kardeşler oluşturur. Orada da baba öldürülür. Kimin öldürdüğü kitabın ana muammasıdır. Fakat ilginç olanı bu defa şüpheli Dimitri'nin babasıyla aynı kadına aşık olmasıdır. Tahmin edileceği üzere, bu cinayet de gene Doğu- Batı çelişkisi içinde ele alınıyordu. Babanın öldürülmesi 'Rusya'nın' öldürülmesi miydi diye gelişiyordu, tartışmalar.
II
Pamuk da bu metafiziği yeniden kurguluyor. Ama ne kurgu!.. Postmodern romanın dehası olarak kabul edilebilecek Pamuk, Kırmızı Saçlı Kadın'da (KSK), Karamazofları anımsatan ama ondan çok farklı bir plan içinde babası tarafından terk edilmiş bir çocuğun tanımadığı oğlu tarafından öldürülmesini ele alıyor. Fakat şaşırtıcı olanı, çocuğun sadece bir defa yattığı kadının daha önce babasının sevgilisi olması. Ama bu kadar değil. Kitap, medcezir yapan bir dizi 'kreşendo'dan oluşuyor. Örneğin son derecede ilginç ve çarpıcı bir Mahmut Usta tiplemesi var. O da bir başka 'baba' ve bir süre sonra o da ölüme terk ediliyor.
Bütün bunlar Orhan Pamuk'a çok geniş bir roman coğrafyası üstünde çalışma olanağını vermiş. Elbette onun Sessiz Ev'den ama özellikle Kara Kitap'tan bu yana üstünde durduğu Doğu-Batı ikilemi burada bir daha beliriyor. Ama roman, KSK, Doğu efsanelerine göndermelerini Mahmut Usta aracılığıyla yaparken doğrudan bir Şehname veya Binbir Gece Masalları gibi kuruluyor. Mahmut Usta çırağı Cem'e peş peşe, bitmez tükenmez hikayeler anlatacaktır. Cem'in 'küçük bey' olarak ustasına anlattığı tek hikaye ise, Oedipus efsanesi olacaktır ve sevilmeyecektir.
Bununla birlikte elbette kitaba adını veren Kırmızı Saçlı Kadın başlı başına bir olgu. Pamuk, evrensel düzeyde ustası olduğu ters taklalarını bu tiple de atıyor. KSK, Cem'in ilk sevgilisi. Ondan neredeyse bir kat daha yaşlı. (Psikanalizin yaşlı kadıngenç sevgili çözümlemesini anımsamamak olanaksız.)
Böylelikle de Oedipus efsanesi eşsiz bir çağcıllıkla yerli yerine oturuyor.
Kısacası, roman, bütün kitap boyunca Rüstem ve Sührap'la iz sürse dahi sonunda Oedipus'la bitecektir. Ama (bir çalım daha) Cem (bu isim bile anlamlıdır), karısıyla çocuğu olmayan Cem (bir metafor daha) gene karısıyla kurduğu şirkete Sührap adını verecektir.

III
Bunlar bize ne anlatıyor sorusunun elbette tek bir cevabı olamaz. Son kertede baba-oğul/birey-otorite etrafında gelişen bir tartışma açıyor Pamuk. Bu tartışmanın belkemiğini ise modernleşme kavramı oluşturuyor. Temel mesele ayrıca Doğu- Batı algılaması olarak da temellendirilebilir.
Bu konu bizde neredeyse hiç ele alınmamıştır. Türkiye'de Yazınsal Bilincin Oluşumu isimli kitabımda uzun uzun ele aldığım üzere, Türk romanının birey üstünden gelişmeyen, yani künstlerroman olmadığını biliyoruz. Türkçe roman toplumsal ihtiyaç ve beklentilerden doğdu. Dolayısıyla da daima bir bildungsroman yani oluşum romanı yazdık. Elbette bu kavramların sınırları esnetildi. Fakat son kertede romanı daima roman ötesi, roman dışı ile okuduk.
'Büyük Türk romanı' bu anlayışın mahsulüdür. Bir Kemal Tahir, Attila İlhan, Peyami Safa, Tarık Buğra Toplumsalı düzeltmek için yazınsalı bir söylem olarak kullanır, araçsallaştırır ve kurgular. Bu, onların önemli, çarpıcı karakterler yazmasını engellemez. Fakat, Türk romanı, artık unutulmuş Lukacs'ın tabiriyle söylersem, karakter değil tip üstüne kuruludur büyük ölçüde.
Orhan Pamuk'un romanları ise bu iki olgunun kesişim noktasında yer aldı. Neredeyse her romanında birey olan/olmuş bir tip oldu. Fakat romanlar daha ziyade kendisini arayan, hayatını kuran, kurmaya çalışan, kaderiyle yüzleşen insanların öyküleriyle yüklendi.
Bu çok önemli bir dönüm noktasıydı. Postmodern roman bizde sonradan farklı mecralara savruldu, doğal. Pamuk'un o roman anlayışına getirdikleri ise, öncelikle başat ve baskın olan formel yapının ötesinde, karakterlerinin dünyayı ve evreni konumlandırmaları ve kabullenişleriyle öne çıkıyordu.
Kara Kitap bu bakımdan bir dönüm noktasıydı. Çünkü, Sessiz Ev'de ve Beyaz Kale'de de ipuçları görünmekle birlikte asıl bu kitapta karakterler zamanlar ve mekanlar arasında metinler aracılığıyla dolaşmaya başlıyordu. Evet, onlarda da bir kendini arayış, bulma/bulamama gerilimi vardır. Fakat bu, somut tarihsel bir kanavaya oturmayan, o tarihsel/toplumsal verili planda gerçekleşen bir arayış değildi. Soyut, bireysel ve zamanı çapraz kesen bir arayıştı. O nedenle doğrudan kültürel bir uzama yayılıyordu. Bu bakımdan Huzur'un Mümtaz'ı veya Aylak Adam, Orhan Pamuk karakterlerine daha yakın duran profillerdi.
Kırmızı Saçlı Kadın'ı, bu genel çerçevenin, kendisini arayan insanın bir yeni aşaması olarak görmek gerek. Hemen belirteyim. Nitekim, roman bunu birçok yerde dile getirir. Cem, "Ben, beni kimse görmediği zaman en çok kendim oluyorum" diye düşünecektir (s. 52). Oğlu Enver de benzer bir tutum içinde, 'kendimi düşmanlarla, sağcı, solcu, dinci, modernci gibi zıtlıklarla tanımlamadan kendim olmak istediğim için insan içine çıkmadan şiir yazıyorum' diyecektir (s. ). Dolayısıyla roman, Pamuk'un belki de en gözde teması olan, Amerikalıların 'coming-of-age' dedikleri ergenlik konusunu bir kere daha kuşatacaktır.
Yalnız bu defa önemli bir fark vardır. Ergenliğin bu romanların neredeyse belkemiği olması ilginçtir. Çünkü, toplumsal bir açılımı vardır. Romancı, o ergenler aracılığıyla onların bireyleşme serüvenlerini anlatırken, aslında, bir toplumun ergenleşmesine, bireyleşmesine işaret ediyordu.
Ergenlik, kendi olma hali (ki, gerek genel olarak felsefenin, gerekse bizde bir dönemler 'bireyci' diye nitelendirilmiş Tanpınar benzeri romancıların en önemli kavramlarındandır) bu defa 'baba' figürüyle bütünleşir. Baba nedeniyle mi kendimiz olamıyoruz sorusu elbette yakıcıdır. Nitekim Pamuk da kesinlemeden kaçınarak bu vurguyu art arda sıraladığı sorularla ortaya koyacaktır KSK'da: "Kuvvetli, kararlı bir babamız olsun, bize neyi yapıp neyi yapamayacağımızı söylesin isteriz. Niye? Neyi yapıp neyi yapamayacağımıza, neyin ahlaklı ve doğru, neyin ise günah ve yanlış olduğuna karar vermek zor olduğu için mi? Yoksa suçlu ve günahkar olmadığımızı işitmeye her zaman ihtiyaç duyduğumuz için mi? Bir baba ihtiyacı her zaman mı vardır, yoksa kafamız karıştığı, dünyamız dağıldığı, ruhumuz daraldığı vakit mi isteriz babayı?" (s. ).
Bu sorular ikinci aşamada baba-oğul karşılaşmasının cereyan ettiği sahnede büyük ve trajik bir şiddetle devam eder. Sonuç önemli bir sorudur: "Acaba babama itaat etseydim mutlu biri olur muydum? Belki iyi bir oğul olurdum ama iyi bir birey olmazdım" diyen Cem'e oğul Enver bütün roman tarihimizin 'konvansiyonel' cevaplarından birini çok ters bir açıdan verecektir: "Bu birey olma merakı ve telaşı yüzünden Avrupai zenginlerimiz değil birey, kendileri bile olamadılar." (s. ). Üstelik Enver, sorunu inanç meselesine, Allah'a inanmak veya inanmamak noktasına kadar götürecek ve o düzeyde tartışacaktır.
Bu bağlam, Tanzimat romanında kaşımıza çıkan ve Jale Parla'nın dikkatle saptadığı klasik konuya bizi geri getiriyor ve dediğim gibi oradan bir adım ötesine de taşıyor: Babasızlık, babasız oğullar.
Pamuk, bu bağlamı bir yüzleşmeyle kapatıyor. Gene Karamazof'da olduğu üzere tartışma bu defa çok somut biçimde baba-bağlanma/ otorite-başkaldırı/ itaat-bireylik/ modernleşme-inanç düzlemlerine çekiliyor. Pamuk'un daha önce kendi kitaplarında (kısmen-ama zaten bu tartışmanın 'tamamlanması' olanaksızdır) yaptığı bu tartışma şimdi çok somutlaşmış ve 'güncellenmiş' olarak 'oryantal despot' ile aydınlanmış/özgürleşmiş (emancipated) birey arasında cereyan ediyor.
O kadar ki, sonunda, belirttiğim gibi, gene oğul babayı öldürecektir. Ama ilginç bir başka çalımla: Sofokles, babayı öldüren oğulu sonunda kör ederken bu defa baba gözünden giren bir kurşunla hayatından olacaktır; yaşasaydı, tek gözü kör kalacaktı, belki tam anlamıyla değil ama, bir tür Kiklop olacaktı. Zaten bunu açıklamıştır da oğul: "Sana kızdığım zamanlar aslında seni kör etmek geliyor içimden" diyecek ve nedenini açıklayacaktır: 'bir babada dayanılmayacak yan hep seni görmesi' (s. ). Bu çözümleme Batı-Doğu dikatomisine Pamuk'un getirdiği müthiş bir boyuttur.
IV
Bu büyük bir tartışma. Pamuk'un romanı bu irdelemeyi çok farklı düzlemlerde ele almaktan kaçınmıyor. Ergenlik o düzlemlerin ilkiyse bir başkası, 'hatıralar ve hafıza' meselesidir.
Pamuk'un neredeyse 'alamet-i farika'sı olan bu konu elbette KSK'da da çıkıyor karşımıza. Cem, bir tür katil olarak, katilin cinayet mahalline dönmesi ilkesine bağlı kalarak (ustası Mahmut'u kuyunun dibinde ölüme terk etmiştir ve bu duyguyla 30 yıl yaşamıştır) Öngören'e geri gelir. Ama gelişini 'ben buraya hatıralarım için geldim' (s. ) diyerek açıklayacaktır. O zaman soru şu: hatıra nedir, hatıralar nasıl oluşur?
Çok az dikkat edilmiştir ama Pamuk'un bu soruya yanıtı açıktır: temaşa ederek.
V
Orhan Pamuk'un Türk edebiyatın hafızayla olan ilişkisi malum. Kara Kitap'tan başlayarak, İstanbul'a kadar, nihayet Mevlut ve Cem'e kadar bu çizgiyi izledi Pamuk. Hafızanın yazarı olarak belirdi. Ama istençli hafızanın iradi hafızanın mı yazarıdır Pamuk sorusu önemlidir, hatta başlı başına bir muammadır. Ben cevabını Nobel Edebiyat Ödülü'nü aldığında yılında Sabancı Üniversitesi'nde düzenlediğim sempozyumda verdiğim tebliğde ele almıştım. Ve bunun Proust'taki 'istençisiz hatırlama'dan dönüştüğünü, ondan etkilenmiş Tanpınar geleneğini ters çevirdiğini ve istençli/iradi hatırlamaya geçtiğini belirtmiştim. (Orhan Pamuk Edebiyatı/ Agora Kitaplığı) Mevlut'un macerası buydu, Cem'in macerası da budur.
Sonsuz egemen bir baba ile bir ölçüde anne egemen (matriarchal) bir toplumdur Doğu toplumu. (Kemal Tahir'in bütün çelişkilerine rağmen Devlet Ana romanını anımsayalım. O arada bütün tarihimizin, Tanpınar dahil, Oedipus üstünden ve patrisit bağlamında tanımlanmasına karşılık annenin sosyo-psikolojik planda oynadığı rolün hiç dile getirilmemesi çarpıcıdır. Eğer o çizgiyi izlersek, biz, babayı öldürememiş, Oedipal kompleksini aşamamış, ketlenmiş bir toplumuz demektir.)
Pamuk, bunu da iteliyor. Sonunda, ama şöyle ama böyle, bir ilk kadın var, beraber olunmuş bir kadın ve o kadından tevellüt eden bir çocuk var. O çocuk babayı öldürecektir. Cem ise babasını öldürememiştir. Böylelikle Doğu'da kalmıştır. Ne var ki, roman, Gülcihan tarafından yazılmıştır. Yani, bir kere daha hakim bir annenin, oğlunu kurtarmak isteyen bir annenin çabasıdır roman. Gelin görün ki, roman anne tarafından yazılmış fakat öldürülen babanın dilinden anlatılan bir metindir. Yani, muhtemelen biraz 'fazla-yorum' olacaktır ama, sadece hatırlanarak yaşanan ilk sevgili/anne kendisini sevgili/oğul ile özdeşleştirmektedir. Evet, Gülcihan, Baudelaire'in dizesiyle söylersek 'hatıralar annesi'dir.
Böylece, iç içe geçen çemberlerden, şaşırtmacalardan oluşmuş, bütün imgelerinin toplumsal, tarihsel göndermeleri olan, bize üstünde düşünmemizi isteyen yeni olgular getiren zor, çetin, güçlü ama nefis bir roman Kırmızı Saçlı Kadın. Kadim bir tragedyayı çağcıllaştırıp, gi
debileceği en uç noktaya taşıyan, evrensel bir roman!

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.

SON DAKİKA

Her birini iyi edebiyatın tadını çıkararak okusam da bazılarını daha çok sevdiğim romanlarına geçtiğimiz günlerde bir yenisini ekledi Orhan Pamuk: Kırmızı Saçlı Kadın. Kitabı yayımlayacağı tarihi bir yıl kadar önce basılan Kafamda Bir Tuhaflık için yaptığı söyleşilerinde bildirmişti. Bu nedenle kimsenin “Bu kadar kısa zamanda yeni bir roman mı?” diye şaşırmasına gerek yoktu Şimdi de bir sonraki romanının tarihini veriyor bize: sonbaharı. Pamuk’un bir yazar olarak işini bu kadar planlı, programlı yürütmesi hayranlık uyandırıyor. Son romanında anlattığı kuyucu gibi, o da toprağını ustalıkla derinleştiriyor. Konuları farklı olduğu halde ortak temalarla birleştirdiği romanlarından  büyük bir yapı inşa ediyor. Başka bir ifadeyle, yazarın arkasında usta bir zenaatkar da çalışıyor. Bugüne kadar, “saf ve düşünceli romancı”yı her zaman ince bir dengede tutmayı başardı Orhan Pamuk. Metnin arkasına çelik bir konstrüksiyon gibi yığdığı bilgi ve araştırmanın, edebiyatın hassas perisini uçurmamasına özen gösterdi. Hem etkileyici anlatımıyla yoğun edebi tadlar yaşattı bize, hem de arka plandaki çalışma ve bilgi zenginliğiyle şaşırttı. İşte bu hassas denge, son romanında ikincisi lehine biraz bozulmuş gibi.  Pamuk’un  daima geride tutmaya özen gösterdiği araştırma ve düşünce yığını Kırmızı Saçlı Kadın’da epece öne geçmiş görünüyor. Kendisi de bu romanı “felsefi roman” olarak sundu okura.

Orhan Pamuk, otuz yıldır biriktirdiği malzemesini on dört ay önce kurgulamaya başladığında kısa bir roman yazmak amacıyla çıkmış yola. Kitabın ilk dikkate çarpan yönü kısalığı. Ancak Beyaz Kale’yi hatırlatarak, bu romanın Pamuk külliyatındaki  farkının kısalığında değil, anlatım biçiminde olduğunu söyleyeceğim. Hacim bir yana, cümlelerde de kısa yazmayı tercih etmiş Pamuk. Alışık olduğumuz uzun, betimleyici dili bırakmış, işlek, kısa, bildirme cümleleri kullanmış bu defa.

Romanın merkezinde, oğulların üzerindeki baba kompleksini, Doğu ve Batı kültürlerinin kadim anlatılarından yola çıkarak yorumlama düşüncesi var. Bunun yanı sıra, 12 Eylül ve öncesine ait eleştirel dokunuşlar,  İstanbul’un çarpık kentleşmesi, bir delikanlının yaşadığı ilk aşkın ve cinsel deneyimin etkileri gibi her biri başlıbaşına önemli konulara da yer verilmiş. Bu yoğunluk, kendisine durmadan “iki yüz sayfayı aşma” telkinleri yapan yazarı hayli zorlamışa benziyor. İçindeki “öteki Orhan”ın  yazma sürecinde bu duruma sık sık isyan ettiğini hayal ettim.

Romanın bakış açısı öncekilerde olduğu gibi olayları yaşayan erkek anlatıcıya göre kurulmuş. Kitap, yine ironisini ancak romanın sonunda tattıran çarpıcı bir cümleyle açılıyor: “Aslında yazar olmak istiyordum. Ama anlatacağım olaylardan sonra jeoloji mühendisi ve müteahhit oldum.” Bu sözler, elimizde tuttuğumuz romanın anlatıcısına ait olunca daha başlar başlamaz merak duygumuzu ele geçiriyor Pamuk. Bir mühendisi yazarlığa götüren süreçte hikâyeye ne taklalar attıracağını düşünerek heyecanla sürdürüyorsunuz okumayı. Ben de öyle yaptım. Ama sayfalar ilerledikçe elimde çok farklı bir Orhan Pamuk romanı tuttuğumu da anlamıştım. Pamuk, kendisini kimi okurların gözünde “zor yazar” yapan, kimi okurlarına da edebi hazlar yaşatan tarzından epeyce uzaklaşmış görünüyor bu kitapta. Romanın kısa cümleleri bir yana, olayların hızla gelişmesi ve sonuçlanması da Pamuk’un alışageldiğimiz ağır tempolu, dolambaçlı metinlerinden çok farklı.

Pamuk çapındaki bir romancı bunu elbete planlayarak yapacağından, işin içinde bir “neden” aramaya başladım ben de. Acaba bütün bunlar, hikâyenin sonunda ortaya çıkan anlatıcının gerçek kimliğiyle açıklanabilir miydi? Roman, hapisteki bir gence kendini temize çıkarması amacıyla yazdırılmıştı. Bize anlattıkları, kendisine  aktarılan bilgiden ibaretti  ve bu durum kimi zaman özetleme tekniğiyle hızla ilerleyen metnin özellikle ikinci bölümde yoğunlaşan kuru ve didaktik üslubunu da anlaşılır kılabilirdi. Ne var ki yazarla yapılan söyleşilerden, hızlı ve kısa yazmaktaki amacının sürükleyici bir roman kurgulamak olduğunu öğrendik.

Romanın merkezinde, Doğu ve Batı toplumlarında birey olma sürecinin nasıl geliştiği sorusu var. Bunun için baba-oğul arasındaki iktidar mücadelesini anlatan iki eski  metinden (Oedipus ve Şehname) hareket etmiş Orhan Pamuk. Sanki, yazmaya başlamadan önce bu ve benzeri metinlerden, efsanelerden, bilinç altına sızmış davranış modellerinden, Freud ve Jung’un teorilerinden süzüp çıkardığı bir “fikir” oluşturmuş da diyebiliriz. Daha sonra,  Kemal Tahir’in romanlarında olduğu gibi bu fikri somutlaştıracağı bir hikâye kurgulamış. Başka bir ifadeyle, romanda sık sık sözü edildiği  gibi, hayatın toplumsal bilinçaltına sızan efsaneleri taklit ederek tekrarladığı düşüncesini yansıtabileceği kişiler yaratmış. Olaylar, tekrar tekrar anlatıldığı için  zihnimize yerleşen bu fikir kalıbının içinde rahatça akıp gidiyor. Babalar ve oğullar arasındaki iktidar savaşından söz edildikçe kitabın sonunda bu tüfeğin patlayacağından öylesine emin oluyoruz ki ortaya bir “oğul” çıktığında Cem gibi biz de fazla  şaşırmıyoruz. Kısacası, romanı kurgularken yaşantıdan çok fikirlerden yola çıkmış Orhan Pamuk. Hikâyenin akışında da yaşantıdan çok fikirlere yer vermiş. Oysa, Cem’in babasından aldığı yüzme dersi gibi, teorinin neredeyse beş duyu organını harekete geçirerek yaşantıya evrildiği bölümleri daha fazla okumak isterdim.  Romanın hızına ve kısalığına en çok hayıflanma nedenim de bu oldu.

Bildiğim kadarıyla baba-oğul arasındaki iktidar ilişkisinin kültürel bilinçaltını gösteren ve bunu metinlerarası karşılaştırma yöntemiyle ele alan bir başka romancımız yok. Bireyleşme sancıları, babalık kurumu ve iktidar, ülkemizde bu kadar sorunluyken yani Pamuk’un kalemi bu kadar derinleşmeye müsait bir toprak üzerindeyken bu konuyu daha ağır tempoda ve uzun uzadıya yazmasını isterdim.

Bir söyleşisinde, Doğu’yu ve Batı’yı simgeleyen bu iki temel anlatıyı ancak bir “Türk yazar”ın bir arada işleyebileceğini ileri sürmüş Orhan Pamuk. Gerçekten de böyle bir romanı toplumsal kültürün arketipleriyle ve eski metinlerle uğraşmayı onun gibi seven bir yazar kaleme alabilirdi ancak. Romancının toplum adına aradığı bir hakikat varsa, oradadır çünkü. Edebiyatçının doğrudan doğruya gündelik siyasetle uğraşması şart değildir. Yazarlar, evrensel veya yerel temaları derinlemesine işleyerek hayatımızdaki sorunlara daha anlamlı yorumlar getirebilirler. Nitekim, sınırlandırılmış da olsa, Orhan Pamuk’un bireyleşme arzusu ile otoriteye itaat eğilimi üzerine bu kitapta söyledikleri, kültürel alt yapımızı kurcalamak isteyenlere zengin bir malzeme sunuyor. “Saf okur”u fazlaca mutlu etmese de “düşünceli okur” Kırmızı Saçlı Kadın’ın bu yönünden bolca yararlanacaktır.

Pamuk’un bir kadın karaktere bu kadar geniş ve işlevsel söz vermesi de romanı başlı başına dikkate değer kılıyor. Kitabın adını da belirleyen Gülcihan’ın, klasik tiyatrodaki koro gibi sahnenin sonunda ortaya çıkıp acı hakikati nakletmesi ve yaşananları özetlemesi, eski trajedilerin tekniğinden incelikli bir yararlanma şekli. Öyle anlaşılıyor ki, Batılı ressamlar gibi Orhan Pamuk da baba oğul arasındaki kanlı hesaplaşmayı resmetmek istememiş.

Romanda çatışma baba-oğul arasında yaşanıyor görünse de perde arkasında iktidarı elinde tutan ve olayları yönlendiren kişinin anne, yani tiyatro oyuncusu Gülcihan olduğu da söylenebilir. Babasına aşıkken (Akın) oğluyla (Cem) sevişmesi, baba-oğul  efsanesinin sonunu gayet iyi bildiği halde oğlu Enver’i planlı bir şekilde babasıyla (Cem) karşı karşıya getirmesi,  tutkuyla sevdiği oğlu hapisteyken,  gayet dişli bir şekilde miras hakkının peşine düşmesi, öte yandan sadece oğlunu “temize çıkamak” amacıyla değil, sanki kendisini de istediği gibi kurgulayabilmek için bu romanı yazdırması, erkek hikâyelerinde kadının ve annenin ne kadar güçlü bir rol oynadığına işaret ediyor.

İlk defa bu romanında okurun özdeşleşebileceği kimseye yer vermemiş Pamuk. Bir ara, sözlü kültürün soyu tükenmiş örneği gibi duran Mahmut Usta bu rolü oynayacak gibi görünse de bu ilginç kuyucunun metindeki varlığı ne yazık ki fazla sürmüyor.

Kitabın bir başka önemli teması Orhan Pamuk romanlarının vazgeçilmez unsuru haline gelen İstanbul. Özellikle son iki romanında şehirdeki çarpık yapılaşmanın izini süren Pamuk, bu sorunun arkasında Mevlüt ve akrabaları gibi (Kafamda Bir Tuhaflık) Anadolu’dan gelmiş, geçim ve eğitim sorunları olan kişiler kadar, hatta onlardan daha çok, gözlerini kazanç hırsı bürümüş, eğitimli, modern şehirlilerin olduğunu gösteriyor bize.

Sonuç olarak Kırmızı Saçlı Kadın, önemli bir konuyu ele almakla birlikte Pamuk’un romancılığında özellikle anlatım biçimi ve diliyle çok konuşulacak gibi görünüyor. Orhan Pamuk’un kendine has anlatım tarzını sergilediği, okuru zaman zaman derinlere çeken girdaplar yarattığı uzun soluklu metinlerini sevdiğim için bu yeni üslubun beni yadırgattığını söylemeliyim. Ama ne de olsa bir anlatı ustasının kalemi dolaşıyor sayfalarda. En azından, Mahmut Usta’nın çırağıyla birlikte kuyu kazdığı bölümden aldığım edebi tad avutucuydu. Üstelik, Pamuk benim alışık olduğum romanlarından farklı bir kitap yazdı diye kederlenecek de değilim. Kütüphanemde her birini ayrı ayrı sevdiğim romanları, önümde hevesle beklediğim yazacakları var… Varsın bu “kısa” ve “sürükleyici” kitaptan Pamuk’un romanlarını bitirememekten şikâyet edenler nasiplensin.

Milliyet Kitap, Şubat

Orhan Pamuk, Kırmızı Saçlı Kadın, YKY , s.

FullSizeRender

Fotoğraf: H. İnci, Mayıs

Bunu beğen:

BeğenYükleniyor

İlgili

Bu yazı Genel kategorisine tarihindehandan inci tarafından gönderildi.

Pamuk’un Kırmızı Saçlı Kadın romanının merkezinde insan ve Tanrı ilişkileri vardır. İnsan bir şeye aşırı derecede bağlanır ve inanırsa ondan kurtuluşu yoktur. Aslında hayatımızı Tanrı değil, kendimiz belirleriz.

"Vah Smerdyakov vah!"

Times Literary Supplement’in: "Bin yılın en iyi kitabı nedir?" sorusuna Pamuk'un cevabı hayret ve ilgi doğurdu. Pamuk'a göre bin yılın en iyi kitabı Karamazov Kardeşler’di. Çünkü bu romanı “babamızı öldürme isteğimizi ve kardeşimize olan kıskançlığı yaşıyormuş gibi okuyoruz”. Karamazov Kardeşler paradoksal hayat tecrübesine bir aynadır. Dostoyevski'nin hayatını adım adım gözeten varoluşsal deneyimler çok sesli romana dönüşüyor: “Bu dünyadaki yerimizi, hayatın anlamını, aşkı, kardeşliği, Tanrı'n'ın varlığı ve yokluğunu sıradan bir fikir olarak değil, heyecanla, bir sarsıcı duyum olarak” ifade eden romana. Dostoyevski Karamazov Kardeşler’in dramında tarihin ve hayatın her döneminde doyumsuz şehvetini tatmin etmenin arayışı içinde olan insanı anlamaya çalışıyordu. Roman, Tolstoy, Kafka, Camus ve Sartre’ı kendine hayran bıraktı. Freud’un "Dostoyevski ve baba katili" psikanalizi Karamazov Kardeşler’in önemini daha da artırdı.

Karamazov Kardeşler romanında baba ve oğul ilişkileri Batılı Hristiyan bakış açısına daha yakındır. Orhan Pamuk ise Kırmızı Saçlı Kadın’da Doğu-Batı bütünleşmesi temelinde “baba ve oğul olmanın sırlarını” modern hayata aktarır. Değerlerin birbirine karıştığı Sanayi Devrimi sonrasında Doğu-Batı ayrımı ortadan kalkar. Hele olaylar dünyanın merkezinde bulunan, çok kültürlü bir şehir olan İstanbul'da yaşanıyorsa.

Pamuk'un “Dostoyevski” denemesi çok duygusal bir ruh haliyle yazılmıştır. Öteki Renkler kitabının en etkili denemelerinden biri olan “Dostoyevski” saf ve düşünceli romancının kişisel ve edebi dünyasının ince sırlarını belirtir. Çünkü Pamuk da Dostoyevski gibi babasına karşı kin duyar. Ancak Dostoyevski’den farklı olarak Pamuk’un “kini” daha çok baba ilgisinin azlığından doğan ruh hali ve baba otoritesini kabul etmemektir.

Dostoyevski’den ilham alan Pamuk, adeta modern bir destan yazmıştır. Kırmızı Saçlı Kadın, Sofokles’in Kral Oidipus trajedisi ile Firdevsi'nin Şehnamesi’nin yeni ve Pamukvari sentezidir. Pamuk Kara Kitap ve Benim Adım Kırmızı romanlarından sonra yeniden sanatlararası ilişki kurar. Kar ve Masumiyet Müzesi romanlarında zayıflayan postmodern unsurların belirginliği hissedilir. Kırmızı Saçlı Kadın romanında her olay, birçok tarihi metin ve resimle iletişime girer. Roman kahramanı Cem'in Avrupa'nın çeşitli sanat müzelerine seyahati, tarih ve efsanelerin kaderimize etki gücünü hatırlatır. Unutulan veya unutulmakta olan eski metinlerin aslında hayatımızın içinde yaşaması tablolaştırılır.

Kırmızı Saçlı Kadın romanında bulunan eski metinler ve çizimler ile günümüzde yaşanan arketip, tekrarlanan efsanevi belleğin parçasıdır. Herkesin kendisini ve babasını başka düzeyde gördüğü roman, akıcı ve şiirsel tonda nakledilen yaşam ritüelidir. Kırmızı Saçlı Kadın milattan önce ve orta çağda meydana gelen bilinç ve sezgi arketipini tekrarlar. Babaların oğulları üzerinde kurduğu baskı ve otorite, oğulların babalara olan kin ve nefreti, Pamuk'un garip ve eğlenceli edebi tarzı içinde ilgi çeker. Kırmızı Saçlı Kadın romanı, Dimitri Karamazov’un babası Fyodor Pavloviç’e beslediği nefretin yeni cilde girmiş şeklidir. Pamuk, Dostoyevski’den farklı olarak babaya olan güven ve belirsizliğin sırrını çözmeye çalışır: "Babasız büyüsen dünyanın bir merkezi ve sınırı olduğunu anlamaz, her şeyi yapabileceğini sanırsın Ama bir süre sonra ne yapacağını bilmez, dünyada bir anlam, bir merkez bulmaya çalışır, sana hayır diyecek birini aramaya başlarsın." Pamuk, bu noktada Freud’u üsteler, babalı ve babasız olmanın psikanalizini verir. Babasız olmanın serbestliği ile babaya sahip olmanın sınırlılığını karşılaştırır.

Dostoyevski, oğulların karşısına ahlaksız ve acımasız babayı çıkarmakla dramatik gerilim yaratır. Hayatı mimetik estetiğin kurallarına tabi eder. Dimitri’nin nefreti ve İvan’ın kendini beğenmiş hali Pavlus’u katil etmemiş miydi? Öyleyse gerçek katil kimdir? Epilepsi hastalığının laneti ile çabalayan Pavel mi? (Çünkü Pavlus'un soyadı Karamazov değil) Yoksa gelişigüzel, zavallı nutuklar veren İvan mı? Belki ayyaş ve cimri babanın kendisidir? Peki babasını öldürüp annesiyle evlenen Oidipus’a ne demeli? Öz oğlunu öldüren Rüstem'in kaderi ise Pamuk'un sürekli dönen ritüel sarkacında yer değiştirir. Bu kez oğul katil olur.

Calvino’nun Endişesi

"Aslında yazar olmak istiyordum. Ama anlatacağım olaylardan sonra jeoloji mühendisi ve müteahhit oldum. Okurlarım hikâyemi anlatmaya başladım diye olayların sona erip geride kaldığını da sanmasınlar. Hatırladıkça olayların içine daha çok giriyorum." Kırmızı Saçlı Kadın romanı daha ilk cümlesiyle okurda ilgi uyandırır. Yazar olmak isteyip karşılığında jeoloji mühendisi olmak Bu tür başlangıç ​​rastgele değildir. Romanın giriş cümlesiyle Kuyucu Mahmut Usta ve yardımcısı Cem'in hikâyesi arasında simetrik bir uyum vardır. Pamuk, Hemingway’in Yaşlı Adam ve Deniz romanında ihtiyarın fırtınalı denizle, doğayla olan mücadelesine gönderme yapar. Aslında yazar olmanın “iğne ile kuyu kazmak gibi zor olduğuna” değinir. Pamuk'un kırk yıl boyunca Kırmızı Saçlı Kadın romanını yazmayı düşünmesi ilginç bir gerçektir.

Pamuk kırk yıl önce Cevdet Bey ve Oğulları romanını yazarken yaşadığı binanın önünde kuyu kazan iki kişiye rastlar. Bu kişilerle küçük bir röportaj yapan genç romancı yıllarca bu konu hakkında düşünür. İran ve Yunanistan seyahatlerinde notlar alır. Sigmund Freud’un Karamazov Kardeşler'i hakkında yazdığı makaleyi okur. Oidipus’un babasını öldürmesi ve Rüstem ile Sohrab’ın trajik hikayesine çeşitli romanlarında dolaylı da olsa değinir. Son olarak, romanı yazmaya yılının ocak ayında başlar.

İstanbul'un son yarım yüzyıldaki kültürel gelişim ve dönüşüm sürecini boza satıcısı Mevlüt’ün hayatı çerçevesinde tarif eden Kafamda Bir Tuhaflık romanından bir yıl sonra yayınlanan Kırmızı Saçlı Kadın edebiyat çevreleri için sürpriz oldu. Roman İstanbul yakınlarında küçük bir kasabada yaşayan ailenin hayatından bahseder. Aile reisi olan Akın 'ler Türkiyesi’nin karışık siyasi atmosferinde sol görüşü temsil eder. Eczane işleten Akın askeri darbesi sırasında tutuklanır ve o günden sonra geri dönmez.

Cem, babasız yaşamanın yollarını öğrenmeye başlar. Babası yanındayken ondan özel bir ilgi görmeyen Cem yine de babasını çok özler. Pamuk, babasız çocuğun varoluşsal durumunu, çaresizliğini en ince ayrıntılarıyla tarif eder. İstanbul'da yaşamak bir hayli zorlaşınca anne ve oğul Gebze’ye taşınırlar. Gebze’ye alışamayan Cem, yaz aylarında Beşiktaş'ta satıcı olarak çalıştığı kitapçıda kalmaya başlar. Bu dönemde çok sayıda kitap okur. Jules Verne’nin Dünyanın Merkezine Yolculuk, Edgar Allan Poe’nin hikâyeleri, çeşitli şiir kitapları Cem'in hayal dünyasını genişletir ve onda yazar olma isteğini iyice artırır.

Gebze'de Kuyucu Mahmut’la tanışan Cem'in hayatı ve kaderi değişir. Üniversiteye giriş sınavlarına hazırlanmak için paraya ihtiyacı vardır. Cem gereken parayı kazanmak için Mahmut Usta ile birlikte İstanbul Güngören’e kuyu kazmaya gider. Hikâyeyi nakleden Cem'in, (Gerçekten o mu konuşuyor? Beyaz Kale romanındaki gibi olmasın?) "Aslında yazar olmak istiyordum. Ama jeoloji mühendisi ve müteahhit oldum" cümlesi, dinlerin alın yazısı ve kader ile ilgili hükümlerine işarettir. Din ve efsanelerin “Alın yazından kurtulamazsın” hükmü, romanın konusu olur. Pamuk da: "Kırmızı Saçlı Kadın romanının püf noktası dini konulardır," der.

Romanda üç farklı zaman vardır: Birincisi Pamuk'un romanı yazmayla ilgili çabaları, ikincisi Cem'in babalı ve babasız geçen yılları, üçüncüsü anlatıcının olayları anlattığı zamandır. Umberto Eco’nun Dumas ve Joyce romanları arasında gelgitlerle anlattığı “anlatı ormanlarındaki gezi” Pamuk'un roman yazma sürecine uygun düşer. Beyaz Kale romanını hatırlayalım. XVII. yüzyıl Osmanlı döneminde Türklere esir düşen Venedikli tüccar ile bir Türk hocanın maceralarla dolu hikâyesini. Bu tuhaf hikâyeyi kimin anlattığını Pamuk'un kendisi bile bilmez. O zaman hikâyeyi kim anlatmış? Eco bu kişiyi "emprik anlatıcı" diye adlandırır. Emprik anlatıcı Dumas’nın Üç Silahşör romanına eğlence, Joyce’un Ulysses’ine ciddiyet kazandırır. Pamuk bu ikisinin ortasındadır. Kırmızı Saçlı Kadınromanına dördüncü bir zaman dilimini eklemek istiyorum. Pamuk'un romanı yazdıktan sonra çeşitli basın organlarına yaptığı açıklamalarını ve romanla ilgili görüşlerini büyük bir samimiyetle anlattığı zaman dilimini. İşte bu zamana tamamlayıcı zaman diyebiliriz. Tüm zamanların unutulmaz romancısı Italo Calvino’nun roman sanatının geleceği ile ilgili endişesi, Pamuk'un çok sesli edebi tarzında konfor ve huzura dönüşür. Calvino’nun “Roman ölmedi, şekil değiştirdi” düşüncesi, Pamuk'un kırk yıllık roman sanatında yeni ve ilginç yapı sergiler: Tarihin ve sanatın mozaiğinden doğan polifonik bir yapı.

Tarihin Unutulmayan Belleği

Babası tarafından terk edilen Cem, Mahmut Usta’nın emrivaki davranışlarını kabul etmekle etmemek arasında kalır. Babasızlık Cem’i Mahmut Usta’ya yaklaştırır. Mahmut Usta Cem’e bir baba olarak baskıcı davranmakla birlikte, ilgisini de esirgemez. Kuyu kazma işi Cem’i hayata hazırlar. Günlerce kuyu kazan usta ve çırağı hiçbir olumlu sonuç elde edemezler. Mahmut Usta her şeye rağmen sondaj çalışmasına devam eder. Ustanın sabır ve tahammülü hayret vericidir. Kültürel değişimi tarif etmeyi çok seven Pamuk Benim Adım Kırmızı ve Kafamda Bir Tuhaflık romanlarında olduğu gibi unutulmuş bir uğraşı bir ustalığı hatırlatır.

Cem ve Mahmut Usta’nın sert kayalara kazma vurarak verdikleri mücadele, gündüzleri kavurucu güneşle, geceleri ay yıldızlı gökyüzü ile iletişime girmeleri oldukça etkili peyzajlarla anlatılır. İnsanın doğayla mücadelesi ve aynı zamanda doğanın ayrılmaz bir parçası olduğu hatırlatılır. Cem kuyu kazdıkça Tanrı'ya yaklaştıklarını hisseder. Semavi dinlere göre göklerde olan Tanrı, Pamuk'un yeni ve postmodern yorumuna farklı bir biçimdedir. Cem, Tanrı’yı yerin merkezinde aramaktadır.

Güngören’de Cem'in hayatını değiştiren olay, kendisinden 17 yaş büyük kırmızı saçlı kadına âşık olmasıdır. Seyyar bir tiyatroda oyuncu olan kırmızı saçlı kadın, güzel sesi ve çekici vücudu ile Cem'in aklını başından alır. Artık Mahmut Usta’nın acı sözleri ve ağır kuyu kazma işi Cem’e zevk vermektedir, çünkü o âşıktır. Cem ve kırmızı saçlı kadının aşk macerası, Mario Vargas Llosa’nın Julia Teyze romanını, kendi yaşından iki kat büyük yaşta olan kadına âşık olmanın cazibesini hatırlatır. 

Seyyar tiyatroda dönemin çeşitli reklam çarkları parodi edilir. Tiyatronun özel gösterisi Şehname’deki Rüstem'in oğlu Sohrab’ı öldürdüğü sahnedir. Kırmızı Saçlı Kadın, Sohrab’ın annesini canlandırır. Aktrisin yanık sesi, tiyatroya kırmızı saçlı kadının vücudunu seyretmek için gelen serseri erkekleri bile hüngür hüngür ağlatır. Kırmızı saçlı kadın (Gülcihan) Cem'in ilk aşkı ve ilk cinsel deneyimi olur.

Cem'in bir kaza sonucu Mahmut Usta’yı kuyuda ölüme terk edip kaçması, oğulun babayı öldürmesi gibi yorumlanabilir. O günden sonra yazar olmaktan vazgeçen Cem, jeoloji mühendisliği okumaya başlar. Ayşe adlı bir kızla evlenir. Ayşe ile evlilikten sonra ülkenin en zengin iş adamlarından olsa da çocukları olmaz. Belki de Cem de babasını öldüren Oidipus gibi lanetlenmiştir? Cem İran'ın başkenti Tahran'a giderken, Rüstem’le Sohrab’ın hikâyesinin ayrıntılarını öğrenir. Yunanistan'da Oidipus’un kader senaryosunun yazıldığı Thebai şehrini dolaşır.

Pamuk, Mahmut Usta ve Cem'in kuyu kazmasını, seyyar tiyatrolardaki atmosferi, baba ve oğul katili olan Oidipus ile Rüstem'in hikâyesini, tarihin en güzel ve unutulmayan sayfalarında, romanda yeniden diriltir. Modern hayatımıza edebiyat, masal ve efsaneler ışık tutar. Cem’in elektronik posta adresine gelen beklenmedik mektup her şeyi altüst eder. Mektubu yazan kişi, yıllar önce hayatına giren kırmızı saçlı kadından olan oğlu Enver’dir. Enver’le görüşmeye giden Cem, tesadüf sonucu oğlu tarafından öldürülür.

Cem ve Enver Karakterlerine Psikanalitik Bakış

Cem öz babasından ilgi görmediği için Mahmut Usta’ya sığınır. Ancak Mahmud Usta’yı öldürdüğünü hatırlayıp hapse girmek korkusuyla olay yerinden kaçar. O günden sonra baba katili olma hissi, Cemi kara bir gölge gibi izler. Freud'un Karamazov Kardeşler,Kral Oidipusve Hamlethakkındaki psikanalizlerini defalarca okur. Cem'in tutuklanmaktan korkup Mahmud Usta’yı ölüme terk etmesi, babasız büyümenin verdiği güvensizlik ve korku dolu davranışların bilinçaltına baskısıdır. Freud’un Oidipus ile ilgili görüşlerini sık sık hatırlar. Özellikle Oidipus’un babasını öldürmesinin kasti bir olay olduğuna ilişkin görüşlerini. Çünkü baba otoriterliği dayanılmazdır.

Enver de baba ilgisinden yoksun, içine kapalı ve agresif büyür. İlk çocukluk döneminde onunla ilgilenmeyen Turgay’ı babası bilir. Daha sonra Turgay’dan boşanan Gülcihan oğluna şefkat ve sevgi gösterse de o, tek taraflı büyür. Babasızlık Enver’e serbestlik verdiği gibi, güvensizlik, nefret ve dik başlılık da aşılar. Yıllarca biriken kin, nefret ve agresif davranışlar istemeyerek de olsa Enver’i baba katili yapar. Enver’le ilgili bir sırrı açayım: Bir masal kadar tatlı, bir facia kadar acı olan Kırmızı Saçlı Kadın romanının “gerçek” yazarı, anlatıcısıdır. Cem'in ölümünden sonra babası ile ilgili tüm olayları Enver’e anlatan Gülcihan, bu konuda roman yazmayı uygun görür. Çünkü bu roman aynı zamanda Enver'in savunma metni olacaktır.

Kitabın kapağına dikkat ederseniz Dante Rossetti’nin Regina Cordium tablosunu görürsünüz. Ayrıca kitaptaki tablonun kesilerek yapıştırıldığı açıkça görülür. Bu, kırmızı saçlı kadının oğluna verdiği Regina Cordium nüshasıdır, kesilerek yapıştırılan nüsha. Aslında bütün bunlar oyunbaz ve ilginç romancı Orhan Pamuk'un postmodern oyunudur. Gerçek şu ki, o her zaman okuyucuyu olayların sadece bir roman olduğuna inandırmak ister, ancak bir o kadar da kitabın gerçeklerini abartır.

Biraz Da Eleştiri Yapalım

Kırmızı Saçlı Kadın romanında Yeşilçam Türk filmlerinin havası vardır. Bu atmosfer nostaljik parodi şeklinde olsaydı daha ilginç olurdu. Ancak olayların basit şekilde gerçekleşmesi ve yapay kurgulanma durumları çoktur. Mevcut Türkiye gündemine değinen olaylar (aslında olay değil, önermeler) dikkat çekmez. Fikir ve yorumlar sanatsal metin için geçerli değildir. 

Pişmanlığın Güzel Sonu

Kırmızı Saçlı Kadın romanında Oidipus’un hikâyesi, Batı’nın demokrasi ve özgürlük düşüncesini temsil etmektedir. Oidipus’un babasını öldürmesi, babanın ağalığını kabul etmek istemeyen Batı düşüncesini temsil etmektedir. Batılı bir genç kendini bildiği andan itibaren özgür ve serbesttir. Kral Oidipus şimdiki Batı insanının bilinç ve davranışının genetik takipçisidir. Rüstem ve Sohrab’ın hayatı Doğu tabularının sanatsal ifadesidir. Babaların otoriterliği ve oğulların itaatkarlığı ile “kutsal” Doğu kanunları değişmez. İşte bu nedenle Batı hikâyelerinde oğul babayı, Doğu efsanelerinde baba oğlu öldürür.

Kırmızı Saçlı Kadın romanında Ingres ve Moreau’nun Oidipus ve Sfenks eserine postmodern gönderme vardır. Her iki sanatçı Oidipus’un Sfenks ile görüşmesini resmeder. Pamuk'a göre Oidipus’un babasını öldürmesi ve annesi ile evlenmesi Batı sanatının dikkatinden kaçar. Daha doğrusu, bu hassas konuya karşı bir fobi oluşur. Sadece sinema sanatının büyük yenilikçisi Pasolini, Oidipus’un annesi İokaste ile seviştiği anı en çıplak şekliyle sahneleştirir. Bu noktada Ingres ve Moreau’nun tablosunu açıklamak istiyorum: Sofokles’in Kral Oidipus eserinde göstermek istediği esas mesele Oidipus’un acı kaderi değildir. Bu kaderi yaşamasına neden olan tanrıların yazdığı alın yazısıdır. İnsanın durmadan bilgi elde ederek tanrı seviyesine yükselmesine çalışmasının zorunluluğudur. Oidipus ve Sfenks eseri bu hassas anı ölümsüzleştirir. Oidipus Sfenks’in karmaşık sorularına cevap vererek galip gelir. Ancak tanrıların yazdığı kadere mağlup olur. 

Pamuk’un Kırmızı Saçlı Kadın romanının merkezinde insan ve Tanrı ilişkileri vardır. İnsan bir şeye aşırı derecede bağlanır ve inanırsa ondan kurtuluşu yoktur. Aslında hayatımızı Tanrı değil, kendimiz belirleriz. Pişman olmak ise en asil duygudur. Pişman olmak güzel bir sondur. Enver babasını öldürdüğü için çok pişman olur. Bu pişmanlık Kırmızı Saçlı Kadın romanı ile sonuçlanır. Yazmak ve hayal etmek. Ne güzel bir sondur. Bu arada kendini trenin altına atan Anna Karenina’yı hatırlıyorum. Karenina’nın ölümü çok güzeldir. Çünkü pişmandır. Siz de sevin, ancak pişman olmayın.

Pişman olmamak dileği ile

 

nest...

batman iftar saati 2021 viranşehir kaç kilometre seferberlik ne demek namaz nasıl kılınır ve hangi dualar okunur özel jimer anlamlı bayram mesajı maxoak 50.000 mah powerbank cin tırnağı nedir