Bölge Araplar tarafından fethedilmesinin ardından 8. yüzyılda merkezi bir siyasi idareye kavuştu. Muvahhidler döneminde () tekrar birleşen bölge ardından tekrar birleşmemek üzere parçalandı. Osmanlı idaresi, doğu Mağrip ülkeleri olan Cezayir, Tunus ve Libya üzerinde hüküm sürdü. Bu dönemde, Türk kültürü ve etnik Türkler de bölgeye yerleştiler.
yüzyıldan itibaren Mağrip ülkelerinin büyük bölümü Fransız idaresine girdiler. Batı Sahra ve Fas'ın bazı şehirleri ise İspanya tarafından ilhak edildi. Buna karşılık Libya, İtalya kontrolüne girdi.
yüzyılda Fas'taki İspanyol şehirleri Ceuta ve Mellila hariç bu bölgeler bağımsızlıklarına kavuştular. Fas, Cezayir, Tunus, Libya ve Moritanya, 'da Arap Mağrip Birliği'ni kurdular. Muammer Kaddafi tarafından bir Arap üst-devleti fikri olarak ortaya çıkan bu birlik, zamanla bir ortak pazara dönüşmeyi hedeflemektedir. Ancak üye ülkelerde ki siyasi istikrarsızlıklar, toplumsal ve iktisadi karışıklıklar bu hedefe ulaşmayı engellemektedir.[1]
İkinci Mahmut döneminde Osmanlıya ihraç edilen fesler nedeniyle zihnimize yerleşmiş ve yalnızca Türkiyede bilinen ismiyle Fas ülkesinden bahsedeceğim. Arapça’da “batıdaki yer ve akşam” manalarına gelen El-Mağrip veya uzak batı anlamındaki Mağrib el Aksa; ülkenin ilk başkenti olan Marakeşe atfen İngilizce’de Morocco ve Fransızcada Maroc olarak bilinen ülkeye gitme kararını bir anda vermiştim. Ramazan Bayramının ikinci günü ikindi vaktiydi. Asli bayramlaşmalar bitmiş, yerini düşünülerek yapılan ziyaretler almıştı. İçimde gitmekten yapılmış bir seyyah yatarken “Farklı ufuklara yelken açmalıyım; yoksa sadece yaşlanır, ancak ihtiyarlayamam.” diye bir ses yankılanıyordu. Kardeşimi de bu konuda ikna etmek uzun sürmedi. Çünkü gitmek insanın varoluşsal bir yönelimiydi. Yaklaşık birkaç saat içinde beraber araştırmaları yaptık. Fasta yaklaşık bir ay süre geçiren arkadaşımı arayıp muhakkak gidilmesi gereken yerleri sordum. O da bana:
“Kazablankaya gidin, oradan yarım saatte bir kalkan trenlerle Marakeşe geçin ama muhakkak trene binin, kuzeyden güneye doğru Fası seyrederek bir yolculuk yapın, sonrasında vaktiniz kalırsa Fes ve başkent Rabat şehirlerine de uğrayabilirsiniz.” demişti. Neredeyse dediği gibi de oldu.
Kazablankaya dört saatlik uçak yolculuğunun ardından vardık. Kazablanka, Kuzey Afrikanın en büyük ticaret kenti ve Hollywooda konu olmuş en çok bilinen şehirlerindendi. Burada zaman Türkiyeye göre iki saat gerideydi. Bu sayede gün uzamış, görülebilecek yerler artmıştı. Havaalanından meşhur 2. Hasan Camiine yalnızca taksi ile gidilebiliyordu ve bütün taksiler tek bir tarife uyguluyordu. Üç yüz Fas dirhemi yani yaklaşık iki yüz Türk lirası istiyorlardı. Bir saatten fazla süren yolculuğumuzda taksici abimizle bayramlaştık, Fas’ın siyasi, sosyal yapısını konuştuk. Hatta İngilizce dil eğitiminin ülkemizdeki yetersizliğine dair müzakerede bulunduk. Fasın ana dili Arapça, ancak ya kadar Fransız sömürgesi olması nedeniyle devlet dairelerinde, sokak tabelalarında ve birçok eğitim kurumunda Fransızca kullanılıyordu. Fakat esnaflar, taksiciler ve birçok kişi İngilizce’yi gayet iyi konuşuyordu. Fasın yönetiminin krallıkla olduğundan ve son dört kralın sırayla 1. Hasan, 5. Muhammed, 2. Hasan, 6. Muhammed isminde olduğundan bahsetti. seafoodplus.infoed oğluna mecburen Hasan ismini verecek o zaman, dedim. “Evet, mecburen.” diyerek gülümsedi. Erdoğanı sordu, “Seviyor musunuz başkanınızı?” dedi. “Tabii ki, iyi bir insan.” deyince araya girerek “Sadece iyi değil, büyük ve güçlü bir lider.” diye ekleyerek başparmak işaretiyle de beğenisini ziyadeleştirdi.
Muhabbetimiz 2. Hasan Camiine vardığımızda müthiş bir ihtişamla noktalandı. Rivayete göre, Kral 2. Hasan rüyasında okyanusa seccade serip namaz kılar ve bunu alimlere anlatınca onlar da okyanusun üzerinde bir cami yapılmasının münasip olacağını söylerler. Bu rüya üzerine, Atlantik okyanusu doldurularak inşa edilen dev şaheser çıkar ortaya. Yapımı de başlayıp 8 yıl süren, aynı anda bin kişinin namaz kılabildiği,kapasite bakımından Mescid-i Haram ve Mescid-i Aksadan sonra dünyanın en büyük camisi olan 2. Hasan Camii, metre uzunluğundaki minaresi ile dünyadaki en uzun minareli cami olarak da bilinmektedir. Camii, bayram olması nedeniyle kapalıydı ancak mimarisi dışarıdan da fevkalade bir serinlik veriyordu insana.
Atlantik okyanusunun dalgaları Camiinin duvarlarına vuruyordu. Birçok genç adam dev dalgalara aldırış etmeden direngen kulaçlarıyla, kimileri de sörf tahtalarıyla yüzüyordu. Sahil boyu yürümek, Atlantikin kıyıya çarpan dalgalarında ıslanmak güzel bir tecrübe idi. İnsanları inceledim, bilinen ile bilinmeyen arasındaki bağlantıyı kuran aklımla Türkiye ve Fas insanını karşılaştırdım istemsizce. “Coğrafya kaderdir.” diyen İbn-i Haldun geldi aklıma sonra. Akdeniz iklimine yakın insanların hal ve hareketleri de birbirine yakın oluyordu. Bir sahil olmasına rağmen tesettür konusunda Türkiyenin sahil kentlerine göre oldukça mütedeyyin kalıyordu insanlar. Kazablanka “Beyaz Şehir” manasına geliyordu. Bizdeki Çeşme, İzmir gibi her yer beyaz evlerle kaplıydı. Hatta Müspet Çeşme diyordum artık buraya. İlgimi çeken bir başka nokta ise burada bayram boyunca bütün marketler, AVMler kapalıydı. Türkiyede yalnızca birinci gün kapalı olur malumunuz. Tabii market demişken söylemeden geçmeyeyim, Türkiyede çokça olan BİM marketleri burada da neredeyse her mahalle arasında vardı. İkindi namazı vakti gelmişti. Yol üzerinde bir camiye girdim. Yaklaşık yarım saat boyunca cemaatle namaz kıldık. Öyle ki bir an secdeden hiç kalkmayacağız zannetmiştim. Burada namazlar Türkiyedeki camilere göre oldukça yavaş ve ziyadesiyle huşu içinde kılınıyordu. Maliki mezhebine bağlı bir ülke olan Fas, dünya Müslümanlarını tanımak açısından güzel bir zenginlik abidesiydi. “Seyahat taassubu kırar.” sözünün manası damıtılmıştı yüreğime. Akşam olduğunda şehir içi küçük taksilerden birini çevirip yaklaşık 30 dirhem yani 20 TLye konaklayacağımız yere vardık. Burada taksimetre uygulaması yoktu. Taksiciyle bir fiyatta anlaşıp ona göre biniyordunuz eğer ikna kabiliyetiniz iyiyse.
Şehir merkezine vardığımızda Fasın meşhur lezzetlerinden Kuskus ve Tajini akşam yemeğimizdi. Kuskus, irmik taneli pilav üzerine tavuklu sebzeli kapama şeklinde, Tajini ise çömlekte köfteli sulu yemekti. En önemli özellikleri bol baharatlı olmalarıydı. Bizim damak tadımıza pek uygun olduğunu söyleyemem ancak gayet doyurucu yemeklerdi. Yerli insanlar özellikle kuskusu büyük bir iştahla yiyorlardı. Alım gücünü anlatmak adına da şu örneği vermek isterim, bizde 2 TL olan bir çikolata Fasta 6 dirhem yani 4 TL idi. Birçok ürünle de mukayese yaptığım zaman pek de ucuz bir ülke sayılmazdı. Paramız daha değerli olsa da alım gücü Türkiye ile birçok kalemde aynı, hatta bizim için daha pahalı bir ülke bile diyebiliriz. Sözü gelmişken, mukayeseli seyahat anlayışını, gittiğimiz yerlerden ziyade ülkemizi doğru tanımak ve ileriye taşımak amacıyla bütün seyyahlara tavsiye ediyorum.
Ertesi sabah Marakeşe yolculuğumuz tren ile devam etti. Yol boyu yer yer çöl esintileri, yer yer Fasın meşhur kalın sütun minarelerini temaşa ederek güneye doğru ilerledik. Marakeşe sınırı olan Batı Sahranın çöl iklimi buraya sirayet etmişti. Marakeş Kırmızı Şehir demekti. Bütün evler ve yapılar ismiyle müsemma kiremit kırmızısı idi. Şimdiki Kral seafoodplus.infoed, Madina denilen eski şehir ile Gueliz denen modern, yeni şehrin sınırında, surlarla korunan bir malikanede oturuyordu. Marakeşte binaların yüksekliği sınırlandırılmış vaziyetteydi. Kutubiye Camii‘nin minaresi şehrin en yüksek noktasıydı. Marakeş’in merkezinde bulunan cami, yüzyılda Berberi Kral Yakup El Mansur tarafından yaptırılmış. El Mansur aynı zamanda Cordoba’daki Kurtuba Camii’ni de yaptıran isimmiş. Camii’nin dikkatimi çeken en önemli unsurlardan biri mimarisiydi. El işlemesi ve oyma mimarisiyle ön planda olan Kutubiye Camii namaz saatleri dışında ziyarete kapalıydı. Sonrasında kentin kalbi ve en sıra dışı yeri olan Jemaal Fena Meydanına geldiğimizde sanki yy.da Orta Çağın içine düşmüştük. Egzotik, sıra dışı bir yerdi burası. Bir rivayete göre buraya Fenalıklar Meydanı denmesinin sebebi, yüzyılda suçluların bu meydanda cezalandırılmasıymış. Mesela hırsızların eli burada kesiliyormuş. Faniler Meydanı olarak da bilinmesinin sebebi, burada özellikle akşam vakti mahşeri kalabalık olmasından dolayı kıyamet sahnesini anımsatması imiş. İsmi her nereden gelirse gelsin, bu meydan yılan oynatıcıları, maymun dansları, sokak yemekleri, seyyar satıcıları, falcıları ve büyücüleriyle oldukça mistik ve farklı bir yer olarak hafızama kazındı.
Meydanda yılan oynatıcılarını seyrederken fotoğraf çekmiştim, bir adam birden yanıma yılanla beraber gelerek hayvanı boynuma koyup fotoğraf çekinmemi istedi. Kabul etmeyince “O zaman çektiğin fotoğrafın parasını ver.” kabilinden İngilizce birkaç kelam etti. Ben de fotoğraf için para vermeyeceğimi söyleyince kısa süreli bir itişme yaşandı ve olay uzamasın diye bir dirhem çıkardım, yetmez diye itiraz ederek beş dirhem aldı benden. Tabii sonradan öğrendim ki Marakeşte fotoğraf çekmek de ücrete mukabilmiş.
Meydandan ayrılıp araçların bile giremeyeceği dar sokaklar aracılığıyla şehrin arka mahallelerine yürüyünce Kudüs sokakları canlanıverdi gözümün önünde. Esnaflarla konuşarak ufuk açıcı bir ilmi siyaset dersi aldım. Türkiyeden geldiğimizi duyunca çoğu Polat Alemdar ve Erdoğan diyorlardı. Sanatın ve medyanın şöhret ve meşruiyet bakımından ne kadar etkili argümanlar olduğunu bir kez daha fark etmiş oldum.
Tabii ki oralara özgü bir şeyler almalıyım dedim kendi kendime, hatırayı canlı tutacak. Gitmeden önce arkadaşım Esnaf bir şey için fiyat biçtiğinde yarısını söyleyin. diye tavsiyede bulunmuştu. Dediği gibi de oldu. Meşhur Fas takkesinden Marakeş tişörtüne kadar her şeyi yarı fiyatına aldım. Turistlerin ve seyyahların Fasta en çok geldiği yer Marakeş olduğu için fiyatlandırma da ona göre yapılmış. Gitme niyeti olan seyyah arkadaşlarımız bu tavsiyelere kulak kabartmalıdır.
Velhasıl, bu hatıraları Türkiyeye taşımak maksadıyla bu seyahat defterini Marakeşte kapatmış olduk. Bir sonraki gün Marakeş havaalanından İstanbula doğru yola koyulduk ve seyahati noktaladık. Bütün bu güzel hatıraları ve malumatları heybemize yükleyerek yaklaşık üç günlük bir seferi nihayete erdirdik. Bu yazıya bir gezi yazısı veya anı diyebilirsiniz. Ben “Fas üzerine bir muhabbet yazısı” diyeceğim. Mekan ve imkan kelimeleri aynı kökten gelir. Hikmet nazarıyla baktığınız her yeni mekan sizde bir imkan doğurur. Yeni projeler, sıra dışı yaklaşımlar ve ufuklar sizin peşinizi bırakmaz. Unutmayalım ki gezmek ve okumak sanılanın aksine birbirinin zıddı değil, mütemmim cüzüdür.
Şamil ÇELİK