nefeslerini kesiyordu deyiminin anlamı / N Harfi ile Başlayan Deyimler ve Anlamları | seafoodplus.info

Nefeslerini Kesiyordu Deyiminin Anlamı

nefeslerini kesiyordu deyiminin anlamı

Hemen begini atin ben yapıştırdım ️️

Online casino gratis guthaben ohne einzahlung

Kızın Âvâze-i Şikâyeti” ve hemen ardından “İstanbul'da Bir Frenk” OKSAL, Sedat: “Roman San'atı ve Hüseyin Rahmi”, Tanin: 10 Nisan sayfa

Bento4d login alternatif

Aslında basit bir sivilceden ağır yaralanmaya kadar neredeyse bütün yaralanmalarda iyileşme süreci şöyledir– İyileşmenin %90’lık kısmı haftada tamamlanır.– %95’lik kısım için 8 ay geçmesi gerekir.

Yağma Hasan`ın böreği : Hakkı olanın da olmayanın da kolayca yararlandığı, kimsenin korumadığı, her yanından sömürülen kaynak

Hemen begini atin ben yapıştırdım ️️

Aydın Kurtoğlu - Öptüm şarkı sözleri-Samimiyeti kaybettik, bu aşkta ikimize de yer kalmadı-Hep gururdan vazgeçtik ama mutlu son diye birşey olmadı-Ne kara kaşına gözüne ne de yılanı deliğinden çıkaran sözüne-Kendime söz verdim kanmayacağım bile bile-Bu sefer dönüş olmayacak-Bil ki yanınada kalmayacak-Yetmedi

Damarına Basmak; Bir kişinin en hassas olduğu konulara değinmek. 

Benteng slot link alternatif

yazan: Y BİLEN — kendine has estetik kuralları olan bir san'at dalı olup tek başına İslâm yapıştırılıp dört tarafından tezhip edilerek veya ebru kâğıdı yapıştırılarak.

Benteng link alternatif

Nato kafa nato mermer : “Söz anlamaz, söz dinlemez taş gibi kafa” anlamında kullanılır.

Prediction aviator and crash

Tarım Bakanı sayın seafoodplus.info Eker’in Diyarbakır Hipodromu’nun açılış töreninin ardından yaptığı basın toplantısındaki konuşmasının en çarpıcı bölümü buydu seafoodplus.info, atçılığın sorunları ve geleceği ile ilgili değerlendirmelerini yazının sonuna bırakıp, bu çok önemli yaklaşımın satır aralarına girmek istiyorum önce..Çok haklı sayın Bakan.. Bu görüşe yüzde yüz ve yürekten katılıyorum.. Neyle beslendiğiniz gerçekten de çok önemlidir.. Abur cubur yediğimizde mide ve bağırsaklar nasıl isyan ederse, beynimizi beslerken de kıvrımlarını neyle doldurduğumuzun çok ciddi kıymeti harbiyesi vardır.. Tercih meselesi Aldığı besine göre, ya isyan eder beynimiz ve saçmalar, ya da iyilik ve güzellikler üstüne dünyalar kurar.. Mesele bu muhteşem organın içini doğru gıdalarla doldurabilmektir.. Bu kolay bir iş değildir.. Bilgi ister, emek ister, sabır ve özveri ister.. Oysa tercihiniz kelleyi kan, kin ve nefretle doldurmaksa, bu çok kolay bir iştir.. Bir kağıt parçasını avcunuzda buruşturup çöpe atmak kadar kolay bir iş.. Tercih sizin.. Kolayı da seçebilirsiniz, zoru da.. Kolay olan pek zahmet de gerektirmez.. Ama beyni doğru beslemek ciddi bir çaba ister.. Sağlıklı akla ise ancak bu iki yoldan zor olanı seçerek ulaşseafoodplus.info akıl sağlığınız yerinde değilse ne olur?..  Şu olur, insanlara zarar verirsiniz.. Bilerek ya da bilmeyerek, ne farkeder, üzersiniz onları.. Kıyarsınız onlara, yaralarsınız, öldürürsünüz hatta.. Çünkü bir değeri yoktur sizin için insanoğlunun.. Oysa doğrusu bu mudur?.. Elbette değildir.. İnsan çok önemli bir varlıktır.. Hatta en önemli varlıktır.. Onun önemi, tanrının büyüklüğünün görünen yüzü olmasından gelmektedir..“Öyleyse akıllı olalım, doğru ve temiz beslenelim” diyor sayın Bakan.. Daha doğrusu ben öyle anlıyorum!..

Deyimler genellikle kendi anlamından uzak kalıplaşmış söz öbekleridir. Kendine özgü birden çok anlamı bulunan deyimler cümleyi daha anlamlı ve zengin göstermek amaçlı kullanılır İlk öğretimde Türkçe ders konularında sıklıkla karşımıza çıkar. Türkçe’de oldukça fazla deyim bulunur.

Casino gratis guthaben ohne einzahlung

© Prof. Dr. Bengi Semerci – Tüm hakları saklıdır.

Bento4d link alternatif

2K Beğeni,Beyza ️Serkan ️Masal (@beyzaserkanmasal) adlı kişiden TikTok videosu: "Hemen ben gebeyim diyor ya 🤦‍♂️#seninicin #karıkoca #evlilikhali #iyilik". orijinal ses - Beyza ️Serkan ️Masal.

Ben begini hemen ️️ atin yapıştırdım

Oturduğu dalı kesmek; Kendi için de faydalı olacak şeyleri yok etmek 

Bendera link alternatif

Ön Söz. Ömer Seyfettin, ANT adlı hikâyesinde “Ben Gönen'de doğdum.” diyerek, tek bir cümlesiyle Yeşil Gönen'imizi edebi çevrelere tanıtan usta bir yazardır sayfa

Link alternatif bento4d

Pabucu dama atılmak : Kendisinden üstün birinin çıkmasıyla gözden düşmek, değer ve itibarını kaybetmek.”Yeni bir elektrikçi aldılar, desene Murat`ın pabucu dama atıldı. Pabucunu ters giydirmek : Güç bir duruma düşürerek telâşlandırmak, bu telâşla kaçmasına sebep olmak.”El oğlu bu, adama pabucunu ters giydirir, tetikte olmalı insan. Pabuç bırakmamak : Yılmamak, korkmayıp yapacağından vazgeçmemek.”Ben öyle olur olmaz insanlara pabuç bırakmam. Pabuç pahalı : Girişilen işin tehlikeli olduğunu anlatmak için kullanılır.”Baktı ki pabuç pahalı, hemen geri döndü. Paçaları sıvamak : Bir işi yapmak için hazırlanmak.”Bir an önce paçaları sıvayıp işe başlamak istiyordu. Paçası düşük : Giyimine, kılık kıyafetine pek dikkat etmeyen, sünepe Paçayı kaptırmak : 1. Yakalanmak, ele geçmek. 2. Giriştiği işten vazgeçmek istediği hâlde kendini kurtaramamak. 3. Dilediği gibi davranamamak.”Paçayı kaptırdık bir kere, yakamızı kurtaramıyoruz. Paçavrasını çıkarmak : Çok hırpalamak, sağlam yerini koymamak, işe yaramaz bir duruma getirmek.”Beş kişiydiler, adamın paçavrasını çıkardılar. Paçayı kurtarmak : Bir ilişkiden veya önce girişip sonra pişman olduğu bir işten yakasını sıyırmak.”Çok şükür şu belâlı işten paçayı kurtardık. Paha biçilmez : Çok pahalı, kıymeti ölçülemeyecek kadar yüksek.”Paha biçilemez tablolar sergilenmişti. Pahalıya mal olmak : Kolay elde edilememek; para, özveri ve emek gerektirmek; zarara ve sıkıntıya yol açmak.”Bu ev size pahalıya mal olsa gerek. Palas pandıras : Acele olarak, hazırlanmaya zaman bulamadan.”Palas pandıras evden çıkmak zorunda kaldık. Palavra atmak : Abartarak söylemek, yalan söylemek, olmayacak şeylerden söz etmek Paldır küldür : 1. Büyük bir gürültü ile. 2. Ansızın ve kurallara uymaksızın.”Paldır küldür merdivenlerden inmeye başladılar. Pamuk ipliği ile bağlamak : Etkisi az sürecek, köksüz, geçici bir çözüm yolu bulmak Paniğe kapılmak : Çok korkmak, telâşa sürüklenmek.”Çocuklar paniğe kapılacaklar diye endişeleniyorum. Papara yemek : Çok azarlanmak.”Çabuk olun, annemden papara yemek istemiyorum. Para babası : Çok zengin, parası bol olan Para canlısı : Parayı çok seven, paraya düşkün Para çekmek : 1. Banka veya benzeri bir yere yatırılmış parayı geri almak. 2. Bir kimseden çeşitli yollarla para sızdırmak Para dökmek : Bir şey için çok para harcamak.”Düğün için az para dökmedi. Para etmemek : 1. İşe yaramamak, etkili olmamak. 2. Değeri pahasına satılamamak.”Bu malların para edeceğini sanmıyorum. Parasını sokağa atmak : Değeri olmayan bir işe ya da mala para vermek Para kesmek : 1. Çok para kazanmak. 2. Devletin çok para basması.”Bizim büfe âdeta para kesiyor. Para sızdırmak : Kandırarak, zorlayarak birinden para almak.”Kabadayılar esnaftan az para sızdırmadılar. Para tutmak : 1. Parasını idareli harcayıp kalanını biriktirmek. 2. Satın alınan şeyin karşılığını para olarak hesaplamak.”Aldığımız eşyaların hepsi kaç para tuttu dersiniz? Paraya çevirmek : Bir malı verip yerine para almak.”Gidin, şu dolapları paraya çevirin de gelin. Paraya kıymak : Gereken yerde para harcamaktan kaçınmamak Paraya para dememek : 1. Çok para kazanmak. 2. Bol para harcamak. 3. Elde olan parayı az bulmak Para yapmak : Para kazanıp biriktirmek.”Gurbete para yapmaya gitti. Para yedirmek : İşini yaptırmak için birilerine kanunsuz, hak etmedikleri parayı vermek; rüşvet vermek.”O binayı yaptırmak için belediyeye az para yedirmediler. Para yemek : 1. Çok para harcamak. 2. Rüşvet yemek, görevini kötüye kullanıp bir iş yapmak için birinden para almak.”İnsanlar artık açıktan para yiyorlar. Parmağı ağzında kalmak : Çok şaşırmak, hayrete düşmek Parmağına dolamak : Bir konuyu her fırsatta, her yerde ele alıp konuşmak, o konu ile uğraşmak Parmağında oynatmak : Birine her istediğini yaptırmak, onu kukla gibi kullanmak.”Beni parmağında oynatamayacaksın alçak herif. Parmağını bile oynatmamak : Hiç tepki göstermemek, kayıtsız kalmak.”Beni dövdüler ama o parmağını bile oynatmadı. Parmak basmak : 1. Bir nokta üzerine dikkati ya da ilgiyi çekmek. 2. İmza yerine parmağını mürekkebe batırarak bir yere bastırmak Parmak hesabı : 1. Parmakları kullanmak suretiyle yapılan hesap. 2. Hece vezni.”Bizim bakkal hâlâ parmak hesabı yapıyor. Parmak ısırmak : Büyük şaşkınlık duymak, hayrete düşmek.”Yaptığım tatlıyı görünce parmaklarını ısıracaklar. Parmak kadar (çocuk) : Yaşça çok küçük, pek küçük (çocuk).”Parmak kadar çocukla iş yapılır mı? Parmak kaldırmak : 1. Olumlu oy vermek için el kaldırmak. 2. Bir toplulukta söz istemek için işaret parmağını kaldırıp diğerlerini yumarak el kaldırmak.”Parmak kaldırarak söz istemeyi öğrenin artık! Parmakla gösterilmek : 1. Bir şey az bulunmak. 2. Seçkin, ünlü olmak.”O, çevresinde parmakla gösterilen bir adamdı. Parmaklarını yemek : Bir yemeğin çok lezzetli olduğunu anlatmak için kullanılır.”Böreği değil, parmaklarımızı yedik âdeta. Parsayı başkası toplamak : Verilen emek karşılığını, emek veren değil, bir başkası almak.”Biz durmadan çalışalım parsayı da başkası toplasın olmaz öyle şey! Partiyi kaybetmek : 1. Biriyle çekiştiği bir konuda yenilmek. 2. Elde etmeye çalıştığı bir kazancı bir başkasına kaptırmak Pasaportunu vermek : Kovmak, işten atmak.”Patron üç işçinin pasaportunu eline verdi. Pas geçmek : Üzerinde durmamak, caymak, vazgeçmek, aldırış etmemek Patırtı çıkarmak : Kavga, kargaşa, gürültü çıkarmak.”Patırtı çıkarmadan oturun, babanız uyuyor. Patlak vermek : Gizlenen ya da hoş karşılanmayan bir durum aniden ortaya çıkmak.”Kim der di ki savaş bu sabah patlak verecek. Pay biçmek : Bir fikir elde edebilmek için, durumu bir şey ile kıyaslamak Payını almak : 1. Azarlanmak. 2. Kendine düşen kazanç miktarını almak Paye vermek : Adam yerine koymak, değer vermek Payidar olmak : Kalmak, yok olmamak, yaşamak.”Milletimiz ilelebet payidar olacaktır. Perdesi yırtık : Ar damarı çatlamış, utanmaz, arlanmaz.”Perdesi yırtılmış adamın, baksana neler söylüyordu! Pergelleri açmak : Uzun adımlarla yürümeye başlamak.”Pek vaktimiz yok, pergelleri açın da geç kalmayalım. Pay çıkarmak : Bir olay ya da davranıştan tecrübe kazanmak, hisse kapmak, tutulacak yolu belirlemek Pes demek : Mağlubiyeti kabul etmek, başkasının üstünlüğüne boyun eğmek.”Yenileceğini anlayınca sırtı yere gelmeden pes dedi. Pestil gibi olmak : Çok yorulmuş olmak; kımıldayamayacak kadar bitkin, güçsüz düşmek Pestilini çıkarmak : 1. Çok dövmek. 2. Çok çalıştırıp adamakıllı yormak. 3. İyice ezmek.”Kazma sallamaktan pestilimiz çıktı. Peşini bırakmamak : Bir şeyi izlemekten vazgeçmemek.”Adamın peşini bırakmayın sakın! Peşkeş çekmek : Kendisinin veya bir başkasının malını bir çıkar uğruna birisine uygunsuz olarak vermek.”Yurdu düşmanlara peşkeş çekiyorlar. Peyda olmak : Ortaya çıkmak, belirmek, oluşmak.”Köşede bir adam peyda oldu. Pılıyı pırtıyı toplamak : Hemen bütün eşyalarını toplayarak bir yere gitmek üzere hazırlık yapmak.”Pılıyı pırtıyı toplamış bekliyordu. Pire için yorgan yakmak : Önemsiz bir şey için kızıp daha büyük zarara yol açacak davranış içine girmek Pireyi deve yapmak : Küçük, basit bir olayı büyütüp mesele yapmak, aşırı abartmak Pisi pisine : Boş yere, boşuna.”Pisi pisine vurdular çocukcağızı. Pis pis düşünmek : Karamsar, derin ve üzüntülü bir düşünceye dalmak.”Pis pis düşünmeyi bırak da bir yol arayalım. Pis pis gülmek : Birinin düştüğü kötü duruma öç alır gibi, arsız arsız gülmek Pişkinliğe vurmak : Çıkarı için kötü bir davranışa veya söze aldırmamak Pişmiş aşa su katmak : Yoluna girmiş, bitmek üzere olan bir işi bozmak ya da aksatmak.”Pişmiş aşa su katabilir, onu buraya sokmayın. Pişmiş kelle gibi sırıtmak : Anlamsız, çirkin, yersiz, dişlerini göstererek gülmek.”Pişmiş kelle gibi gülmeyi bırak da işine bak. Posasını çıkarmak : 1. Birini çok dövmek. 2. Bir kişi veya şeyi sonuna kadar sömürmek.”Ülkenin posasını çıkardılar, biz hâlâ seyrediyoruz. Posta koymak : Birini korkutmak, gözdağı vermek, tehdit etmek.”Bana posta koyacak adam daha anasından doğmadı. Postayı kesmek : İlişkiyi kesmek, gidip gelişi sona erdirmek Post elden gitmek : 1. Öldürülmek. 2. Bulunduğu yüksek makamdan ayrılmak zorunda kalmak.”Post elden gidince kahretti adam. Post kavgası : Bir makamı, işi ya da iktidarı ele geçirme çekişmesi.”Seçimler yaklaştı, post kavgası da başladı. Postu kurtarmak : Can tehlikesini atlatmak, öldürülme tehlikesi olan yerden kaçıp kurtulmak.”Postu kurtardık çok şükür. Postu sermek : Kısa bir süre için gittiği yerde, saygısızca ve sorumsuzca uzun süre kalmak Pot kırmak : Gaf yapmak, farkında olmayarak karşısındakini kıracak, incitecek söz söylemek.”Dikkatli ol, bir pot kırma sakın. Pösteki saymak : İçinden çıkılması zor ve anlamsız bir işle uğraşmak.”Ne mi yapıyorlar? Pösteki sayıp duruyorlar. Prangaya vurmak : Zincire vurmak, ayağına pranga bağlamak.”Prangaya vurulu olarak yıllarca kaldı o hapishanede. Puan almak : 1. Spor karşılaşmalarında sayı kazanmak. 2. Bir test imtihanında herhangi bir puan elde etmek.”Şu sorulardan hiç puan alamayacağımı sanıyordum. Puan tutturmak : Gereken sayıda puan kazanmak.”Bu sene puan tutturup da üniversiteye girecek miyim bilmiyorum! Punduna getirmek : Bir şeyi yapmak için uygun şartları elde etmek, fırsat kollamak.”Punduna getirir getirmez patlattı yumruğunu. Pupa yelken : 1. Alabildiğince, hiçbir şeye bağımlı olmadan. 2. Yelkenler, arkadan esen rüzgârla şişmiş olarak, tam yolla.”Pupa yelken açıldık denize. Pusu kurmak : Birine saldırmak için, bir yere gizlenip beklemek.”Düşmanlarımızın pusu kurduğundan tam zamanında haberdar olmuştuk. Pusulayı şaşırmak : 1. Ne yapacağını bilemez duruma düşmek. 2. Doğru tutum ve davranıştan ayrılmak.”İyice pusulayı şaşırmadan uyarmalıyız onu. Pusuya düşmek : Pusu kuran kimsenin saldırı alanı içine girmek.”Eyvah, pusuya düşürdüler bizi! Put gibi : Kımıltısız, sessiz, anlamsız bir bakışla Put kesilmek : Sessiz, kımıltısız bir durumda kalmak.”Onun bağırmasıyla herkes bir anda put kesildi! Püf noktası : Bir işin en ince, en önemli yeri Püsküllü belâ : Kendisinden kurtulunması bir türlü mümkün olmayan, büyük sıkıntı, zarar veren kimse veya şey.”Başıma püsküllü belâ kesildi bu çocuk.

Ocağı kör kalmak : Soyunu sürdürecek çocuğu bulanmamak, soyu tükenmiş olmak Ocağına düşmek : Birine yardım etmesi için yalvarmak, koruması için sığınmak.”Ocağına düştüm ağam, beni bu işten ancak sen kurtarırsın! Ocağına incir dikmek : Birinin evini barkını dağıtmak, düzenini alt üst etmek, yuvasını yıkıp toparlanamaz hâle getirmek.”Bende senin ocağına incir dikmezsem dedi ama dediğine pişman oldu. Ocağını söndürmek : Ailenin dağılmasına sebep olmak, çoluk çocuğunu yok etmek.”Ocağımı söndürdü katiller! Oğul balı : 1. Evlât, evlâdın ana babaya yansıyan geliri. 2. Oğul arılarının yaptığı bal Oğul vermek : Oğul arılarının bir bölüğü kovandan ayrılıp başka bir kovana gitmek, yeni bir oğul arısı topluluğu meydana getirmek Okkalı kahve : Bol kahve ile yapılmış ve büyük fincana konmuş kahve.”Bir okkalı kahve daha çek usta! Okka çekmek : Hacminden daha fazla ağır gelmek Okkanın altına girmek : Haksız yere eziyet çekmek, zarar ve ceza görmek.”Uyanık ol da okkanın altına gireyim deme, tamam mı? Ok yaydan çıkmak : Geri dönülemeyecek bir iş yapmak, söz söylemek ya da bir harekette bulunmak.”Ok yaydan çıktı bir kere, çaresiz dövüşeceğiz. Ola ki… : Belki olur ya, olabilir ki…”Ola ki bir daha karşılaşırız. Olan biten : Olup geçenler, olanların hepsi, meydana gelenler.”Olan bitenden hiç haberim olmadı. Oldu bittiye getirmek : Emrivaki yapmak, geri dönülmesi güç ve imkânsız bir durum oluşturmak.”Oldu bittiye getirerek tarlayı satın aldılar. Oldum bittim (veya oldum olası) : Başından beri, öteden beri, ilk zamandan beri, kendimi bildiğimden beri.”Oldum bittim kızarım bu adamlara. Oldu olacak kırıldı nacak : “Olanlar oldu, iş işten geçti, olanlar geri dönülemeyecek bir durum aldı, bunu kabul etmek gerek” anlamında kullanılır Olmayacak duaya amin demek : Sonuç vermeyecek bir işle uğraşmak ya da buna destek vermek Olur olmaz : 1. Meydana gelmesinden hemen sonra. 2. Rast gele, sıradan. 3. Gerekli gereksiz, yerli yersiz, önemli önemsiz durumu gözetilmeden yapılan (iş) ya da söylenen (söz) Oluruna bırakmak : Bir işin yapılabildiği, olabildiği kadarıyla yetinmek, müdahale etmeden bekleyip sonucuna ne olursa olsun razı olmak.”Artık oluruna bıraktık işi. Omuz omuza : 1. Birbirine destek vererek, dayanışarak. 2. Yan yana, çok sıkışık.”Omuz omuza vererek bu zorluğun altından kalkmamız mümkün. Omuz silkmek : Aldırmamak, önem vermemek, benimsememek.”Sana bunu alacağım dedim ama o, omuz silkti. On parmağında on kara : İnsanlara leke sürmeyi, kara çalmayı, iftira atmayı huy edinmiş (kimse) On parmağında on marifet : Çok hünerli, becerikli, ustalığı çok, elinden her iş gelir Onuruna dokunmak : Onurunu, haysiyetini incitmek.”Dikkatli ol, birinin onuruna dokunacak iş yapma. Oralarda (oralı) olmamak : Anlamamış, sezmemiş gibi davranmak.”O sözler ona söyleniyordu ama hiç oralı olmadı. Ortada kalmak : 1. Yersiz yurtsuz kalmak, barınacak yer bulamamak. 2. İki şey arasında kalmak. 3. (Bir şeyi) kimse üzerine almamak.”Belediye evlerini yıkınca çoluk çocuk öylece ortada kaldılar. Ortadan kalkmak : 1. Görünmez, bulunmaz olmak. 2. Yok olmak.”Sis ortadan kalktı. Ortadan kaybolmak : Nereye gittiği bilinmemek, sezdirmeden gitmek, görünmez hâle gelmek.”Ali ortadan kayboldu. Orta hâlli : Ne zengin ne yoksul, ne iyi ne kötü, ne çirkin ne güzel.”Onlar orta hâlli bir ailedirler. Ortalığı birbirine katmak : Kargaşa çıkarmak, herkesi birbirine düşürmek.”Şimdi gelip ortalığı birbirine katacak diye korkuyorum. Ortalık düzelmek : Tedirginlik kalmamak, toplum içindeki karışıklık yok olmak.”Çok şükür ortalık düzeldi. Ortalık karışmak : Kargaşa çıkmak, toplumda düzensizlik baş göstermek.”Ortalık yine karıştı, insanlar birbirine girdi. Orta malı : 1. Herkesin yararlandığı (şey). 2. Her isteyenle ilişkide bulunan.”Benim bisikletim orta malı mı ki herkes binmeye çalışıyor. Ortaya dökmek : 1. Gizli olan ne varsa açıklamak. 2. Çıkarıp göstermek.”Bütün sırlarını ortaya dökmek için harekete geçti. O tarakta bezi olmamak : Bir şeyle, bir işle ilişiği bulunmamak, o şeyle ilgilenmemek.”O tarakta bezi olacağını hiç sanmam. Ot yoldurmak : Çok güçlük çıkarmak, zor bir iş gördürmek, çok uğraştırmak Oya koymak : Bir işin sonucunu belirlemek üzere oy verilmesini istemek, oylama yoluyla bir topluluğun görüşünü almak.”Bu görüşü oya koymayı teklif ediyorum, kabul edenler el kaldırsınlar. Oy birliği : Bir toplantıya katılan, bir meseleyi konuşan kimselerin aynı düşüncede olup aynı yönde oy kullanmaları.”Sınıf başkanını oy birliği ile seçtik. Oyuna gelmek : Aldatılmak, tuzağa düşürülmek.”Onların oyununa gelmemeye çalış, dikkatli ol. Oyunbozanlık etmek : Mızıkçılık etmek, birlikte yapılması gereken işten tek taraflı vazgeçmek.”Oyunbozanlık etme de gel birlikte eğlenelim. Oyun etmek : Aldatmak, kurnazlıkla birini tuzağa düşürmek.”Bana kötü bir oyun ettiler. Öbür (öteki) dünya : Ahiret, insanların öldükten sonra gidecekleri ve ebedî olarak kalacakları âlem.”Öteki dünyada inşallah yüzümüz güler. Öç almak : Yapılan bir kötülüğün acısını aynı derecede bir kötülük yaparak çıkarmak.”Öç alma fikrinden vazgeçirmeliyiz onu. Ödü patlamak : Ani bir olay sebebiyle çok korkmak.”Fareden ödüm kopar. Öküzün altında buzağı aramak : Kimi sebepler, bahaneler uydurarak suç ve suçlu bulma çabasında olmak Öküz öldü, ortaklık bozuldu : Aradaki yakınlık dayanağı kalktı, yakınlık da kalmadı Ölçüyü kaçırmak : Uygun derecenin üstüne çıkmak, aşırı gitmek,”Sofraya her oturuşunda ölçüyü kaçırırdı. Ölme eşeğim ölme (yaza yonca bitecek) : Umutsuz bir bekleyişi anlatmak için kullanılır Ölmek var, dönmek yok : “Neye mal olursa olsun, iş sonuna kadar götürülecektir, yapılmasından kaçınılmayacaktır” anlamında kullanılır.”Özgürlük yolunda ölmek var, dönmek yok bize. Ölü fiyatına : Yok pahasına, değerinden çok ucuza, az bir para ile.”Arsaları ölü fiyatına satmak zorunda kaldık. Ölü mevsim : İşin veya alışverişin az olduğu, durgun geçtiği zaman dilimi.”Bizim iş en ölü mevsimini yaşıyor. Ölüm Allah`ın emri : 1. Herkes ölecek, ölüm mukadderdir. 2. Kesin karar verme durumunda kullanılır Ölümü göze almak : Yaptığı iş uğruna ölmekten korkmamak, yürekli davranmak.”Allah yolunda ölümü göze aldı yiğitler. Ölümüne susamak : Yapmakta olduğu tehlikeli işte ölümü kendi üzerine çekecek davranışta bulunmak.”Ölümüne mi susadın, çekil şu arabanın önünden! Ölüp ölüp dirilmek : 1. Çok ağır bir hastalıktan kurtulmak. 2. Ard arda gelen sıkıntılı, acı veren durumlara düşmek Ölür müsün, öldürür müsün? : “Öyle ters bir iş yaptı ki ona mı ceza vermeliyim kendime mi?” anlamında kullanılır Ömrü billah : Hiçbir zaman, ya da şimdiye kadar.”Ömrü billah yalan söylememiştir o. Ömrüne bereket : “Var ol, sağ ol, ömrün uzun olsun” anlamında kullanılır Ömrü vefa etmemek : Bir şeye kavuşamadan, bir sonuca ulaşamadan ölmek.”Okulunu bitirip doktor olacaktı ama ömrü vefa etmedi. Ömür adam : Beğenilen, çok hoşa giden, değişik düşünceleri olan adam Ömür çürütmek : Uzun süre bir şey için emek vermiş olmak, ya da boşuna zaman harcamış olmak.”Bu ev için bir ömür çürüttüm ben. Ömür sürmek : İyi ve rahat yaşamış olmak.”Uzun bir ömür sürdü dedem. Ömür törpüsü : İnsanı yıpratan, yoran, sıkıntıya sokan, uzun ve yorucu iş Ön ayak olmak : Bir işin yapılmasında ilk başlayan olup herkesi arkasından sürüklemek.”Haydi ön ayak olda koşsunlar biraz. Öne düşmek : 1. Önderlik ya da kılavuzluk etmek. 2. En önde yürümek Önüne gelen : Olur olmaz kimse, herkes, karşısına çıkan.”Önüne gelene sordu ama bulamadı. Öpüp başına koymak : Bir şeyi minnetle karşılamak, seve seve kabul etmek.”Adam sana iş verecekmiş, daha ne istiyorsun, öpüp başına koy. Örtbas etmek : Kötü bir durumu gizlemek, yayılmasını önlemek.”Dairede yapılan yolsuzlukları örtbas edeceklerini sandılar. Örümcek kafalı : Geri düşünceli, yenilikleri kolay kabul etmeyen (kimse) Öteden beri : Oldukça uzun zamandan beri, eskiden beri.”Öteden beri sevmem ben onu. Ötesi çıkmaz sokak : “Takip edilen yol yanlıştır, bu yolla bir yere gidilemez, sonuç alınamaz, bir yere kadar gidilir ama daha fazla gidilemez” anlamında kullanılır Özenip bezenmek : Çok özen gösterip titizlikle, ayrıntılarına varıncaya değin ele almak Özrü kabahatinden büyük : Bir kabahat için özür dilerken daha büyük bir kabahat işleyen kimse için söylenir Özür dilemek : 1. Yaptığı bir yanlıştan ötürü affedilmesini istemek. 2. Özrünü ileri sürerek yapılması kendinden istenen işi yapmamak, bundan bağışlanmasını istemek.”Özür dilerim, ben o kovayı taşıyamayacağım. Özü sözü bir : Düşünceleri, söyledikleri ve yaptıkları bir olan, ne düşünüyorsa onu söyleyen, içi dışı bir olan kimse.”Özü sözü bir olan insanlara rastlamak gittikçe zorlaşıyor.

Hemen begini ️️ yapıştırdım ben atin

Zahmet çekmek : Sıkıntı, güçlük, yorgunluk ve eziyetlere katlanmak.”Senin adam olman için az zahmet çekmedim ben. Zahmete sokmak : Birine sıkıntı, güçlük ve yorgunluk vermek; masraf ettirmek.”Adamcağızı durup dururken zahmete sokmuşsunuz. Zaman kazanmak : Birini oyalayarak ihtiyacı olduğu zamanı mümkün olduğunca uzatmaya çalışmak Zaman kollamak : 1. Uygun bir fırsat beklemek. 2. Bir işin sırasını beklemek.”Zamanını kolla öyle gir işe, zamansız girip de rezil olma. Zaman öldürmek : Kimi şeylerle uğraşarak belli bir zamanın geçmesini sağlamak, boş şeylerle vakit geçirmek.”Burda beklemekle zaman öldürüyoruz beyler. Zaman vermek : Bir iş için belli bir süre ayırmak.”Bana biraz zaman verirseniz gidip onu çağırabilirim. Zaman zaman : Belli olmayan zamanlarda, ara sıra.”Zaman zaman o da aramıza katılırdı. Zamane çocuğu : Eski nesile göre hayli yadırganacak davranışlarda bulunup sözler sarf eden kimse.”Zamane çocuğu ne olacak. Zar tutmak : Tavla oyununda istediği sayıyı getirmek için, atmadan önce, zarlara parmaklar arasında belli bir biçim verip öyle atmak Zart zurt etmek : Bağırıp çağırarak, yükseklerden atıp tutarak çıkışmak; kendini büyük göstererek kaba kuvvet gösterisinde bulunmak Zar zor : 1. Güçlükle, zorla. 2. “Ucu ucuna, kıt kanaat, istenilen ölçüye ancak yaklaşabildi.” anlamında kullanılır.”Zar zor getirdik adamı. Zehir etmek : Bir şeyin tadını kaçırmak, iyiyken kötü duruma sokmak.”Yediğim şu yemeği zehir ettiniz bana. Zehir zemberek : İnsanın içine işleyen, onurunu zedeleyen çok acı söz Zembereği boşanmak : 1. Saatin zembereği kurulmaz duruma gelmek. 2. Kendini tutamayarak uzun uzun gülmek Zemheri zürafası (gibi) : Kışın ince elbise giyip gezenler için söylenir Zemin hazırlamak : Bir işin gerçekleştirilmesi için uygun ortam hazırlamak, meydana getirmek Zemzemle yıkanmış olmak : Biri, ötekine göre çok daha iyi nitelikte olmak Zerre kadar : Hiç denecek kadar az.”Onu zerre kadar sevmiyorum. Zevahiri kurtarmak : Bir işi gereği gibi değil de üstünkörü yapmak ve böylece söz gelmesini önlemek, görünüşü kurtarmak.”Bu girişimimizle zevahiri kurtardık, daha ne istiyorsun? Zeval bulmak : Son bulmak, bozulup yok olmak, çökmek Zeval vermemek : Zarar ziyan vermemek, korumak.”Allah kimseye zeval vermesin. Zevkten dört köşe olmak : Çok mutlu olduğu anlaşılmak, çok sevinip keyiflenmek ve aşırı zevk duymak.”Takımı galip gelince zevkten dört köşe oldu. Zevkine varmak : Bir şeyin tadını alabilmek, çıkarmak ve duymak; inceliklerini görebilmek.”O sabah, manzaranın zevkine vardık. Zevkini çıkarmak : Bir şeyin tadından, güzelliğinden olabildiğince yararlanabilmek.”Gelin şu gezinin zevkini çıkaralım. Zeytinyağı gibi üste çıkmak : Bir konuda haksız olduğunu kabullenmeyerek kurnazlıkla kendini haklı ya da suçsuz çıkarmaya çalışmak Zıddına gitmek : Karşısındakini sinirlendirmek, sinirini bozmak; bir şeyin tersine hareket etmek.”Niçin devamlı benim zıddıma gidiyorsun. Zılgıt yemek : Azarlanmak, paylanmak.”Senin yüzünden öğretmenden zılgıt yedik. Zınk diye durmak : Birdenbire, aniden durmak.”Önümdeki adam zınk diye durunca ne yapacağımı şaşırdım. Zırnık (bile) vermemek : Az da olsa, en ufak bir şey de olsa vermemek.”Ona bu mirastan zırnık bile koklatmayacağım. Zıvanadan çıkmak : 1. Çok sinirlenip öfkelenmek, taşkınca hareketlerde bulunmak. 2. Delirmek, aklını oynatmak.”Biraz daha konuşup da beni zıvanadan çıkarmayın! Zihin açıklığı : İyi, sağlıklı düşünebilme gücü.”Sana Allah`tan zihin açıklığı dilerim. Zifiri karanlık : Çok karanlık.”Zifiri karanlıkta yola çıktık. Zihni bulanmak (karışmak) : Sağlıklı düşünemez olmak, olaylar arasındaki bağlantıyı kaybetmek, ne yapacağını şaşırmak.”Bir anda zihnim bulandı, saçmalamaktan korkup konuşmayı yarıda kestim. Zihnini bulandırmak : 1. Kuşkulandırmak. 2. Düşünemez hâle getirmek Zihnini çelmek : 1. Bir kimseyi yanıltmak. 2. Kandırıp baştan çıkarmak Zihnini kurcalamak : Aklına takılan bir şeyi anlamaya, kavramaya çalışmak.”Akşamki mesele zihnimi kurcalayıp duruyor. Zihnini oynatmak : Çıldırmak, aklını yitirip delirmek.”Sen zihnini mi oynattın? Zil takıp oynamak : Çok sevinmek Zimmetine geçirmek : 1. Kendine mal etmek. 2. Bir hesabı birinin borcuna eklemek.”Devletin onca malını zimmetine geçirmiş. Zincire vurmak : Prangaya vurmak (mahkûmu).”Bütün esirleri zincire vurup zindana atmışlardı. Zindan kesilmek : 1. Çok karanlık duruma gelmek. 2. Yaşanılan yer çok sıkıntı verici, yaşanılamayacak derecede kötü hâle gelmek Ziyafet çekmek : Konukları yemek vererek ağırlamak.”Düğünümde bir ziyafet bile çekemedim. Ziyan etmek : Yersiz, boş yere harcamak.”O kadar ekmeği ziyan etmeye utanmıyor musun? Ziyanı yok : “Önemli değil, önemi yok!” anlamında kullanılır Ziyaret etmek : Birini görmeye, biriyle görüşmeye, bir yeri görmeye gitmek.”Hastaları ziyaret etmek görevlerimiz arasındadır. Zokayı yutmak : Aldatılıp zarara sokulmak Zora binmek : İş güçleşmek, ancak zor kullanarak halledilecek hâle gelmek.”Bir yolunu bulun, sakın işi zora bindirmeyin. Zora gelmemek : Sıkıntıya ve baskıya katlanamamak, güçlüğe sabredememek.”Zora gelemem ben, lütfen ısrar etmeyin! Zorun ne? : “Ne istiyorsun, amacın ne?” anlamında kullanılır Zoru olmak : Kendisini zorlayan bir sıkıntısı, derdi olmak.”Adamın bir zoru olduğu yüzünden belliydi. Zurnanın zırt dediği yer : Yapılmakta olan işin en hassas, en önemli, en can alıcı noktası Züğürt tesellisi : Kötü bir işte en önemli şeyi kaybettiği zaman bazı önemsiz, iyi olmayan bir yan bularak sevinmek ve kendini avutma Zülfüyâre dokunmak : İşle ilgili olanı, hatırlı ve güçlü kimseyi veya yüksek bir makamı kimi söz ve davranışlarla gücendirmek, darılmasına yol açmak.”Hayır geri duramam, zülfüyâre dokunsa da söyleyeceğim.

endişe içeren bir cümle. tehlikeli ve kanıt kalması istenmeyen gıybetlerde kızların birbirine söylediği tembih cümlesidir. gıybetin dibi bende ama hemen sil ki geride kanit kalmasıseafoodplus.infogi karistiranin ben oldugumu bilemesinler ve gelismeleri benimle paylasmaya devam seafoodplus.info seni gelismelersen haberdar ederim ama sen

Lütfen AdSense'te başarıyı yakalamanıza yardımcı olacak kişiselleştirilmiş ve hesabınızla ilgili bilgiler bulabileceğiniz AdSense Sayfanız'ı ziyaret edin.

  Cadı kazanı : Fesadın ve dedikodunun çok olduğu, herkesin birbirine düştüğü, türlü düşmanlıkların kaynaştığı, hile ve düzenlerin kurulduğu yer.”Mahalle bir anda cadı kazanı gibi kaynamaya başladı.” Caka satmak : Çalım satmak, gösteriş yapmak.”Caka satmayı bırak da işine bak.” Cambul cumbul : Pek sulu, suyu bol (yemek için).”Yemek cambul cumbuldu ama lezzetli olmuştu.” Cana can katmak : İnsanda yaşama sevincini artırmak; insana neşe, heves ve iç gücü vermek.”Ah o cana can katan yaylaya bir daha çıkabilsem.” Can alacak yer (nokta) : Bir şeyin en önemli yeri, en temelli noktası.”Meselenin can alıcı noktasına bir türlü ulaşamadık.” Cana minnet (bilmek) : İhtiyacı olduğu hâlde arayıp da bulamadığı şeylerden saymak.”Yalnızca su mu? Canıma minnet, çabuk ver.” Can atmak : Herhangi bir şeye sahip olmayı, ya da herhangi bir şeye erişmeyi çok istemek.”Top oynamaya can atıyordu.” Can borcunu ödemek : Ölmek.”Beni korkutamazsın, bir can borcum var, onu da öder kurtulurum.” Cana yakın : Sevimli, sokulgan, insana pek sıcak davranan.”Ne cana yakın bir insanmış meğer.” Can baş üstüne : İstenilen, arzu edilen şeyin büyük bir memnunlukla yapılacağını anlatır.”Can baş üstüne efendim, kasabaya varınca onu hemen göreceğim.” Can çekişmek : Ölmek üzere bulunmak.”Yanına vardığımızda hayvan can çekişiyordu.” Can damarı : Bir şeyin en önemli noktası, en mühim unsuru; bir şeyin yaşaması için en önemli araç.”Babam evin can damarıdır.” Can damarına basmak : Bir işin en önemli noktası üzerinde durmak, ya da bir şeyin en duyarlı noktasını açığa çıkarmak.”Adamın en sonunda can damarına bastılar, zararı da kendileri gördüler.” Can dayanmamak : Bir acı, üzüntü, sıkıntı ve istek karşısında direnme gücü kalmamak; dayanıklılığı yitirmek.”Yıllarca uğraşıp didinip yaptığı ev bir anda kül oldu, buna can mı dayanırdı?” Can düşmanı : Öldürmeyi bile düşünen, aşırı kin ve düşmanlık besleyen, dost olmayan.”Can düşmanları etrafında cirit atıyorlardı.” Can evi : 1. Yürek. 2. En duyarlı bölge.”Onları can evlerinden vurmaya yemin etti.” Can evinden vurmak : En etkileyici, en can alıcı yönden saldırmak; bir daha yaşama imkânı kalmayacak şekilde vurmak.”Onları can evinden vurmalıyız ki bir daha bellerini doğrultamasınlar.” Can havli ile : Ölüm korkusundan kaynaklanan güçlü bir tepkiyle (bir eylem yapmak).”Silâh sesini duyunca can havli ile yerinden fırladı.” Canı burnuna gelmek : Bir şey yaparken çok zorluk çekmek, bunalmak.”Kömürü taşıdım ama canım da burnuma geldi.” Canı (gönlü) çekmek : Bir şeyi istemek, istek duymak, çok arzulamak.”Şimdi o yeşil eriklerden olsa da yesek, öyle de canım çekti ki.” Canı çıkmak : 1. Ölmek. 2. Çok yorulmak. 3. Çok yıpranmak.”Onu razı edinceye kadar canım çıktı.” Canı gitmek : Önem ve değer verdiği, beğendiği bir şeye zarar gelecek diye çok korkmak, kaygılanmak.”Araba çizilecek diye canı gidiyor.” Canına değmek : 1. Çok hoşlanmak, yararına yapılan işten ötürü çok sevinmek. 2. Ruhu şad olmak.”Büyükannenin canına değsin, ikramın bizi oldukça sevindirdi” Canına kıymak : 1. İntihar etmek, kendini öldürmek. 2. Acımadan öldürmek. 3. Kendini yoracak, yıpratacak kadar iş görmek.”Komşunun kızı canına kıymış.” Canına okumak : 1. Bir kimseye büyük bir zarar vermek, kötülük etmek. 2. İyi bir şeyi kötü hâle getirmek, heder etmek, harcamak.”Yeni aldığım oyuncağın canına okudu bir günde.” Canına tak demek : Sabrı kalmamak, bir sıkıntıya dayanamaz duruma gelmek.”Canıma tak dedi artık, ya yaptıklarına son verirsin ya da burayı terkedersin!” Canına yandığım (yandığımın) : Kimi zaman sevgi ve hayranlık, kimi zaman da kızgınlık ve öfke gibi duyguları anlatmak için kullanılır.”Canına yandığımın adamı, bizi saatlerce bekletti bu soğukta.” Canına yetmek : Bezmek, bıkmak, bir zorluğa dayanamayacak duruma gelmek.”Canıma yetti artık bu işi yapmayacağım.” Canından bezmek : Çektiği sıkıntılar yüzünden içinde olduğu hayatı artık istemeyecek bir duruma gelmek.”Ne yapayım böyle hayatı, beni canımdan bezdirdi!” Canını almak : Öldürmek.”Allah canını alsın da kurtulalım senden!” Canını bağışlamak : Öldürebileceği bir kişiyi öldürmekten vazgeçmek.”Ona kıyamadı ve canını bağışladı.” Canını dişine takmak : Büyük sıkıntıları, tehlikeleri göze alarak bir işi başarmaya çalışmak.”Canını dişine takıp koca kayayı parçalamaya devam etti.” Canını sokakta bulmak : Sağlığını koruması, kendini yıpratmaması ve tedbir alması gerektiğini anlatmak için kullanılır.”Biraz soluk almama izin ver. Ben canımı sokakta bulmadım.” Canının içine sokacağı gelmek : Birine karşı büyük ölçüde sevgi duymak, birinden çok hoşlanmak.”Öyle ki o yavrucağı canımın içine sokacağım geliyor!” Canını vermek : 1. Hiçbir şey esirgememek. 2. Bir şey uğrunda en değerli varlığını feda etmeye, hatta ölmeye hazır olmak. 3. Bir şeye aşırı ölçüde düşkün olmak.”Vatan uğruna kim can vermez ki?” Canını yakmak : 1. Fizikî acı vermek. 2. Bir kimseyi zarara ya da sıkıntıya sokmak; üzmek, kaygılandırmak.”Lütfen canını yakma çocuğun.” Canı tatlı : Acıya, üzüntüye ve sıkıntıya katlanmayan.”Öyle de canı tatlı ki ne zaman bir şey taşınacak olsa bir bahane bulup ortadan kayboluyor.” Canı tez : Sabırsız, beklemeye tahammülü olmayan, ivecen.”Bekle de gör, ne canı tez adamsın sen öyle!” Canı yanmak : 1. Fizikî bir acı duymak. 2. Bir işte zarar görmek, manevî bir üzüntü duymak.”Canını yakmadan ver o elindekini bana!” Can kalmamak : Gücü, kuvveti kesilmek; bitkin bir duruma düşmek.”Daha fazla yürüyemeyeceğim, can kalmadı bende, siz gidedurun.” Can kaygısına düşmek : Her şeyi bırakıp, içine düştüğü tehlikeden varlığını kurtarma ve koruma çabasında olmak.”Ortalık birbirine girip silâhlar patlamaya başlayınca can kaygısına düştü zavallı kadın.” Can kulağıyla dinlemek : Kendini vererek, büyük bir dikkatle dinlemek.”Babasının söylediklerini can kulağıyla dinlemeye başladı.” Canla başla : Seve seve, her türlü zorluğa göğüs gererek, var gücüyle, hiçbir fedakârlıktan kaçınmayarak.”Hepsi canla başla çalıştı.” Canlı cenaze : Çok zayıf, güçsüz, zayıflıktan kemikleri çıkmış kimse.”Adam canlı cenaze gibiydi.” Canlı yayın : Kişilerin ses ve davranışlarını o anda ve doğrudan doğruya veren radyo ve televizyon yayını.”Parti temsilcileri bu akşam televizyonda canlı yayında tartışacaklar.” Can pazarı : Herkesin kendi canının kaygusuna düştüğü ve kendi canını kurtarmaya çalıştığı tehlikeli bir durum, yer.”Ortalık toz dumandı; haykırışlar, inlemeler ortalığı çınlatıyordu; insanlar can pazarının tam ortasındaydılar.” Can sağlığı : Esenlik, kişinin sağlıklı olması.”Ne demeli canım kardeşim, inan bundan ötesi can sağlığı.” Can sıkıntısı : Yapılacak iş ve bir şeyle oyalanma imkânı bulamamaktan duyulan tedirginlik, içine düşülen bunalım.”Bütün gün evde oturuyor, can sıkıntısından ne yapacağımı bilemiyordum.” Can vermek : 1. Ölmek. 2. Ruha güç vermek, yaşar duruma getirmek. 3. Bir şeyi çok ister olmak.”Adam bir kurşunda can verdi.” Can yakmak : 1. Üzmek, acı vermek. 2. Zulmetmek, eziyet etmek. 3. Bir kimseyi büyük zarar ve ziyana sokmak.”Şu hareketlerinle canımı yakıyorsun.” Can yoldaşı : Yalnızlıktan kurtulmak için birlikte yaşanılan kimse.”Her insanın bir can yoldaşına ihtiyacı vardır.” Cart curt etmek : Göz dağı vermek ya da övünmek amacıyla abartılı konuşmak.”Karşımda cart curt edip durma.” Cart kaba kâğıt : Yüksekten atan, yapamayacağı şeyleri yapar gibi konuşan, çalım satan kimselere karşı söylenen küçümseme ünlemi. Cebi delik : Parasız, cebinde para tutmasını bilmeyen.”Daha ne kadar cebi delik dolaşacaksın.” Cebini doldurmak : Karşılaştığı fırsatları değerlendirerek bol para kazanmak.”Cebini doldurmaktan başka bir düşüncesi yok adamın.” Cehennem azabı : 1. Çok büyük sıkıntı, eziyet. 2. İman etmeyenlerin, kâfirlerin, günahkârların cehennemde çekecekleri ceza.”Allah bizi cehennem azabından korusun.” Cehennem olmak : Defolup gitmek.”Çabuk cehennem ol yanımdan.” Cemaziyülevvelini bilmek : Bir kimsenin herkesçe bilinmeyen, geçmişteki kötü bir yönünü veya kötü durumunu bilmek.”Sakın güvenme ona, ben onun cemaziyülevvelini bilirim.” Cendereye sokmak : Çok sıkıştırmak, manevî baskı altına almak.”Adamı cendereye almayı iyi beceriyorsun.” Cevabı yapıştırmak : Karşısındakinin, beklemediği, ters, güç duruma düşürücü bir cevap vermek.”Öyle bir cevap yapıştırdı ki hasmı donakaldı.” Ciğeri beş para etmemek : Değersiz, kendisine güvenilmez, korkak, aşağılık (bir kimse olmak).”Bırak, ondan söz etme bana, ciğeri beş para etmez adamlarla işim yok.” Ciğerimin köşesi : 1. Çok sevdiğim. 2. Sevgili evlâdım.”O, hâlâ benim ciğerimin köşesidir.” Ciğerini okumak : Karşısındakinin gizli düşüncelerini bilmek, aklından geçenleri anlamak.”Bizimi düşünüyormuş? Ben onun ciğerini okurum; o kendinden başkasını düşünmez.” Ciğerini sökmek : Bir kimseyi büyük ölçüde zarar ve ziyana uğratmak.”Söyle ona, beni oraya getirtmesin, gelirsem ciğerini sökerim onun.” Cin çarpmışa dönmek : Neye uğradığını anlayamayacak kadar kötü duruma düşmek.”Bir tokatta cin çarpmışa döndürdü adamı.” Cin fikirli : Zeki, çok kurnaz, her zaman kendi çıkarını kollayan, çok anlayışlı.”Endişelenmeyin; o cin fikirli, o işin de üstesinden gelecektir.” Cinler cirit (top) oynamak : Bir yerin ıssız, ürküntü verir olduğunu anlatmak için kullanılır. Cinleri başına toplamak : Öfkelenmek, kızmak, çok sinirlenmek.”Zorla cinleri başıma topladınız.” Curcunaya çevirmek (veya döndürmek) : Bir yeri kargaşa, şamata, gürültü patırtı ile doldurup kimsenin ne dediğini anlamayacak hâle getirmek.”Çocuklar bir dakikada ortalığı curcunaya çevirdiler.” Cümbür cemaat : Topluca, hep birden.”Halamlara cümbür cemaat gitmeye karar verdik.” Cümle kapısı : Konak, saray gibi büyük binaların ana giriş kapısı.”Devletin ileri gelenleri konağın cümle kapısı önünde toplandılar.” Cüret etmek : Ataklık etmek, yüreklilikle davranmak.”O, hemen herkesin yanında söz söylemeye cüret eden bir yapıya sahipti.” Cürmü meşhut hâlinde yakalamak : Bir kimseyi suçu işlerken şahitlerle birlikte yakalamak. Çaba göstermek : Bir işi başarmak için uğraşmak, kuvvet harcamak.”Çaba göstermeden amacına ulaşamazsın.” Çabalama kaptan ben gidemem : “Zorlamanın hiç faydası yok, ben bu işi yapacak güçte değilim; boşuna uğraşıyorsun, yapamam, gitmem,” anlamında kullanılır. Çağ açmak : Yeni bir gidişin, tutumun öncüsü olmak; evrensel bir gidişe yol açmak.”İstanbul` un fethiyle yeni bir çağ açıldı.” Çakar almaz : İşe yarar gibi görünse de aslında yararsız, bozuk olan.”Çakar almaz bir tabancayla bizi korkutacağını sanmıştı.” Çakı gibi : Canlı ve atik, çevik.”Çakı gibi delikanlı olmuş.” Çalımından geçilmemek : Çok kibirli, kurumlu olmak; büyüklük taslamak, gösteriş yapmak.”Adamın çalımından geçilmiyor, ona laf anlatmak çok zor.” Çalım satmak (caka satmak) : Büyüklük taslamak, kurularak davranmak. Çalıp çırpmak Çam devirmek : Farkında olmadan karşısındakini kıracak ya da kötü bir sonuca yol açacak söz söylemek, davranışta bulunmak.”Onun da çam devirmede üstüne yok hani.” Çam yarması : İri gövdeli insan. Çanak tutmak (açmak) : 1. Söz ve davranışlarıyla kavgaya, kargaşaya yol açmak. 2. Dilenmek.”Onun bu işe çanak tutmasına fırsat vermeyeceğim.” Çanak yalayıcı : Dalkavuk, çıkarı için dalkavukluk eden.”Çanak yalayıcılar gün geçtikçe artıyor.” Çan çan etmek : Gerekli gereksiz sürekli konuşmak, yüksek sesle devamlı gevezelik etmek.”Başımda ne çan çan edip duruyorsun, kes artık şu sesini.” Çanına ot tıkamak : Bir daha sesini çıkaramayacak, kötülük edemeyecek bir duruma sokmak.”Elbet sizin de çanınıza ot tıkayacağım gün gelecek.” Çantada (torbada) keklik : “Ele geçirilmesi o kadar kesin ki elde edilmiş sayılır” anlamında kullanılır.”Beni çantada keklik sanıyor ama yanılıyor.” Çaptan düşmek : Önceleri iyi olan durumu sonradan bozulmuş olmak; çalışma gücü, verimi tükenmiş olmak.”Adamın bir ayda çaptan düşeceğini sandılar.” Çar çur etmek : Gereksiz, lüzumsuz yere harcayıp tüketmek.”Paranı sakın çarçur edeyim deme.” Çarıklı erkânıharp : Daha ziyade öğrenimi olmayan ama kafası çalışan, kurnaz ve uyanık köylüler için şaka yollu kullanılır. Çark etmek : Dönmek, geri dönmek.”Birkaç adım sonra çark ediniz.” Çarkına okumak : Bozmak, çalışamaz hâle getirmek, zarar vermek; birine büyük kötülük yapmak.”Eline alır almaz saatin çarkına okudu.” Çarşamba pazarı : Her şeyi açıkta olan, karmakarışık yer.”Etrafı çarşamba pazarı gibi yapmış çocuklar.” Çarçaf gibi : Dalgasız, dümdüz ve durgun.”Deniz çarşaf gibiydi.” Çat kapı : Aniden, beklenmedik bir anda.”Oturuyorduk, çat kapı çıkageldiler.” Çat pat : 1. Ara sıra. 2. Yarım yamalak, biraz. 3. Vakitli vakitsiz, uygunsuz zamanlarda.”Çat pat okuması var diye mektubu ona uzattılar.” Çayı görmeden paçaları sıvamak : Ham hayaller kurmak; henüz zamanı gelmediği hâlde yapılacak bir iş, meydana gelebilecek bir olay için hazırlıklara girişmek.”Durun bakalım hele, çayı görmeden paçaları sıvamayın, bir haber ulaşsın önce.” Çehre züğürdü : Çirkin, suratsız, yüzü yakışıksız.”Oğlanı çehre züğürdü bir kızla evlenmek zorunda bıraktılar.” Çekeceği olmak : Çok acı çekeceği, sıkıntıya gireceği bir iş ya da durumla karşılaşacağı sezilir olmak.”Öyle anlaşılıyor ki bu çavuştan çekeceğimiz var.” Çekidüzen vermek : Karışıklığı, dağınıklığı, başıbozukluğu gidermek.”Kendine bir çeki düzen vermelisin artık.” Çekip çevirmek : Yönetmek, düzene sokmak, hâle yola koymak, çalışmasını sağlamak.”Tek başıma bu işi çekip çeviremem ki!” Çekip gitmek : Savuşmak, bırakıp gitmek, kimseye danışmadan ayrılmak.”Aradığını bulamayınca çekip gitti.” Çekirdekten yetişme : Bir işi küçük yaştan, çıraklıktan başlayarak öğrenme ve o işte ustalaşma.”Ali, çekirdekten yetişmiş bir marangozdu.” Çekişe çekişe pazarlık (etmek) : Bir malı ucuza almak, ya da pahalıya satmak için titizce uzun süre yapılan pazarlık.”Babam çok istediği atı alabilmek için, atın sahibiyle çekişe çekişe pazarlık etmeye başladı.” Çelme takmak : 1. Ayağını bacağına geçirerek yıkmaya çalışmak. 2. Bir işin gelişmesini engellemek veya bir kimsenin iyi yürüyen işini bozmak.”Sakin sakin giden arkadaşını çelmek takarak yere düşürdü.” Çene çalmak : Gevezelik ederek, çok konuşarak vakit geçirmek.”Komşu kadınları çene çalmaya bayılırlar.” Çenesi düşük : Geveze, çok konuşan, gereksiz şeyler söyleyen.”Senin kadar çenesi düşük bir adam daha görmedim.” Çenesi kuvvetli : Söylemekten yorulmayan, söylediği sözlerle kendisini dinletmesini bilen.”İyi hatip, acaba çenesi kuvvetli hatip midir?” Çene yarıştırmak : Karşılıklı gevezelik etmek, boş konuşmak.”Sizinle çene yarıştırılmaz doğrusu.” Çetele tutmak : Hesap tutmak amacı ile bir yere çizgiler çekmek.”Ahmet amca, veresiye verdiği mallar için çetele tutmaktan usanmıştı.” Çetin ceviz : 1. Kırılması zor, kabuğu sert ceviz cinsi. 2. Yola getirilmesi, yenilmesi zor rakip; başarılması güç iş.”Şimdi anlıyordu rakibinin ne deneli çetin ceviz olduğunu.” Çevir kaz (ı) yanmasın : Karşısındakini kıracak bir söz söylediğini fark edip de çevirmeye kalkışanlara şaka yollu söylenir. Çıban başı : 1. Çıbanın patlamak üzere olan tepe noktası. 2. Kötü sonuçların, uygunsuzlukların ana sebebi.”Bu işte çıban başı mı olmak istersin?” Çıfıt çarşısı : Türlü kötülüklerin, hile ve düzenlerin karmakarışık bir durumda bulunduğu yer.”Daireyi çıfıt çarşısına çevirenler tek tek bulunmalıdır.” Çığır açmak : Bir alanda yeni bir yol açmak; yeni bir tutum, izlenecek yöntem bulmak.”Bilim adamları kanserle mücadelede çığır açmak için kolları sıvadılar.” Çığırından çıkmak : Yoldan sapmak, doğru ve uygun gidişten ayrılmak, artık düzelemez hâle gelmek.”İşler çığırından çıkmadan önlem almalıyız.” Çıkar yol : Çare, en tutarlı çözüm yolu.”Sınıf geçebilmek için tek çıkar yol ders çalışmaktır.” Çıkış yapmak : Bir tartışma esnasında etkili söz ve sert davranışlarla düşüncelerini belirtmek.”Ani bir çıkış yaparak herkesi şaşırttı.” Çıkmaza girmek : Çözümlenemeyecek, içinden çıkılamayacak bir duruma düşmek.”İşler, hiç ummadıkları bir anda çıkmaza girdi.” Çıngar çıkarmak : Gürültü patırtı, karışıklık ve kavga çıkarmak.”Çıngar çıkarmadan oturtun şu kadını.” Çıt çıkarmamak : Çok sessiz olmak, hiç ses çıkarmamak, gürültü yapmamak.”Çocuklar korkudan çıt çıkarmıyorlardı.” Çiçeği burnunda : Çok taze, yeni koparılmış.”Çiçeği burnunda bir haber getirmek için yarışa girdi muhabirler.” Çifte kumrular : Birbirini çok seven ve birbirinden ayrılmayan kimseler.”İşte çifte kumrular geliyorlar.” Çiğlik etmek : İnsana yakışmayan; olgunluğa, yaşa uygun düşmeyen yersiz ve kaba davranışlarda bulunmak.”Bir çiğlik edip de toplantıyı berbat edecek diye ödüm kopuyor.” Çiğ süt etmiş olmak : Soysuz ve namussuz olmak.”Bu yürek yakıcı işi yapmak için çiğ süt emmiş olmak gerek.” Çiğ yemedim ki karnım ağrısın : “Herhangi bir suç işlemedim ki korku duyayım, işi eksik yapmadım ki olumsuz sonuçtan kaygılanayım” anlamında kullanılır. Çile çekmek : Üzüntü, eziyet, acı ve sıkıntı içinde yaşamak.”Annen seni büyütünceye kadar ne çileler çekti biliyor musun?” Çile çıkarmak : 1. Sıkıntılı bir işin veya durumun sona ermesini beklemek. 2. Tasavvufta bir müridin belli bir eğitim safhasından geçmesi.”Çile çıkarmayan mürit olgunlaşamaz.” Çileden çıkmak : 1. Çok öfkelenmek, olan bitenler karşısında dayanıklılığı kalmayıp taşkınlık göstermek. 2. Çile süresini bitirmek.”Ben çileden çıkmadan çabuk terk edin burayı.” Çil yavrusu gibi dağılmak : Toplu hâlde bulunan insanların her biri, herhangi bir sebeple bir yana dağılmak.”Silâh sesini duyunca çil yavrusu gibi dağılmaya başladılar.” Çirkefe taş atmak : Edepsiz, geçimsiz, kaba saba kimsenin tepkisine yol açacak davranışlarda bulunmak.”Şu çirkefe taş atıp da başını belâya sokmadan gir içeri!” Çivi kesmek : Çok üşümek, donmak.”Çocuklar soğuktan çivi kesmişlerdi.” Çizmeden yukarı çıkmak : Bilmediği, aklının kesmediği, yetkisinin dışında bir işe kalkışmak; haddini bilmemek.”Kes artık, çizmeden yukarı çıkmaya başladın.” Çocuk oyuncağı : Önem verilecek değerde olmayan, kolay iş.”Dereyi geçmek mi? Çocuk oyuncağı benim için.” Çocuk oyuncağı hâline getirmek : Bir işi sık sık değiştirip verilmesi gereken önemde ele almamak, küçümsenir duruma getirip değerinden düşürmek.”Ne biçim adamlarsınız siz, bu güzel işi çocuk oyuncağı hâline getirdiniz!” Çoğu gitti azı kaldı : İşin en güç, en önemli, en büyük kısmı bitti, kalanı önemsizdir.”Ha gayret çocuklar, çoğu gitti azı kaldı.” Çok görmek : 1. Esirgemek, bir kimseyi o şeye değer bulmamak. 2. Bir kimsenin yaptığını, davranışını yadırgamak.”Gel, çok görme bana bu işi.” Çoluk çocuk elinde kalmak : Genç, tecrübesiz, çocuk denecek kişilerin yönetimi altında yaşar durumda olmak.”Ülke çoluk çocuk elinde mi kalacak? Allah korusun!” Çoluk çocuğa karışmak : Evlenip, çocukları dünyaya gelip, onlarla uğraşır olmak.”Vay canına! Daha dünkü çocuktu, bugün çoluk çocuğa karışmış! Zaman ne çabuk da geçiyor.” Çorap söküğü gibi gitmek : Başlayan bir işin birbirine bağlı diğer bölümlerinin kolaylıkla halledilmesi.”Hele bir başla sen, bak nasıl çorap söküğü gibi gidecek iş.” Çorbada tuzu bulunmak : Yapılan bir iş ya da hizmette az da olsa çabası, emeği bulunmak.”Haydi durmayın, çorbada sizin de tuzunuz bulunsun!” Çömlek hesabı : Güvenilmez, yanlış hesap.”Senin yaptığın çömlek hesabı, bir muhasebeciye havale et işi.” Çuval gibi Çürüğe çıkmak : 1. İşe yaramaz olduğu, sağlam olmadığı anlaşılarak bir yana atılmak. 2. Sağlığı el vermediği için askerlik görevine alınmamak.”Çürüğe çıkmak için can atanlar da yok değil bugün.” Çürük tahtaya basmak : Tedbirsiz hareket edip, kötü sonuçlanacak bir işe girişmek.”Allah kimseyi çürük tahtaya bastırmasın.”

Atin hemen begini ️️ ben yapıştırdım

Balı benleri yok etmek için şöyle kullanabilirsiniz: Cildinizi yıkayın ve benli bölgenin üzerine biraz bal sürün. Ardından yara bandı ile kapatın ve saat bekleyin. Bu işleme her gün devam edin. C VİTAMİNİ VE ZERDEÇAL C vitamini cildinizde istemediğiniz benlerinizden kurtulmanızı sağlar.

KEŞFET Kitaplar Yazarlar Okurlar İncelemeler Alıntılar İletiler Dergiler Cevirmenler Kitap Türleri Hedefler. Kitap Android Uygulaması. ÜCRETSİZ - Google Play'den alın. milyon+ indirme. Kitap iOS Uygulaması. ÜCRETSİZ - Apple Store'dan alın. bin+ indirme.

About Press Copyright Contact us Creators Advertise Developers Terms Privacy Policy & Safety How YouTube works Test new features Press Copyright Contact us Creators

Ağzında bakla ıslanmamak; Duyduğu bir lafı başkasından saklayamamak, boşboğazlık 

Yayımlanmış 18 Kasım NEYE İNANALIM?Bugün gündemdeki konulara kısa kısa değinelim istedim. Kendi gündemimize, yaşamımıza, size, bana, konuşanlara, soranlara, soramayanlara hepimize biraz bakalım. Bakalım ki belki bazı […]

Begini ️️ ben yapıştırdım hemen atin

Süreler böyle uzun olsa da hasta ilk iki haftadan sonraki değişimi zor fark eder iki aydan sonraki değişimi anlaması mümkün değildir çünkü yukardaki verilen sürelier dokunun mikroskopik incelenmesiyle ortaya konmuş sürelerdir.

Ameliyatla benin alınması biraz daha farklı bir durumdur, alan cerrah kenarlarda bene ait hücreler bıraktıysa tekrar ortaya çıkabilir ancak bu önemsenmeyecek kadar seyrek görülen bir durumdur ve tekrar tedavi gerektirir.

Can kansans play online casino for real money

Ecel aman verirse : Ölmezsem, ömür yeterse.”Ecel aman verirse torunumu da görürüm.” Ecel teri dökmek : Çok korkmak, heyecan içinde bulunup terlemek, korku ve bunalım içinde olmak.”Köprüden geçerken ecel terleri döktüler.” Eceli gelmek : Ölmek, sonu gelmek, yok oluş vakti gelmek.”Herkesin eceli gelecek ve bu dünyadan göçecek.” Eceline susamak : Ölümüne yol açacak kadar tehlikeli işlere girişmek.”Bırak o silâhı elinden, eceline mi susadın sen?” Eciş bücüş : Çarpuk çurpuk, eğri büğrü, düzgün yanı olmayan, çirkin bir biçim almış bulunan.”Eciş bücüş bir yazıyla karşılaşınca şaşırdı.” Edebiyat yapmak : Bir işe yaramayan, konuyu açıklamaya yetmeyen, gerçeği yansıtmayan süslü, parlak ve gereksiz sözler söylemek.”Edebiyat yapmaya amma da meraklı bir insanmış.” Efkâr dağıtmak : Sıkıntıyı gidermek, üzüntüyü yok etmeye çalışmak.”Sahile efkâr dağıtmak için inmiş olmalı.” Eğri (gözle) bakmak : Kötü düşünce besleyerek bakmak.”O, hiç kimseye eğri gözle bakmazdı.” Ekmeğinden etmek : İşinden çıkarmak veya atmak.”Adamı durup dururken ekmeğinden ettiler.” Ekmeğine yağ sürmek : Birinin yararına göre eylemde bulunmak, istemese de birinin işine yarayacak biçimde hareket etmek.”O işi bana vermemekle yabancıların ekmeğine yağ sürdün sen.” Ekmeğini kazanmak : Geçimini temin edecek, ihtiyaçlarını karşılayacak parayı kazanmak.”Kaygılanma, ekmeğini kazanmasını bilir o.” Ekmeğini taştan çıkarmak : En zor işleri bile yapıp geçimini sağlayacak beceriklikte olmak, her türlü işi yapmak.”Ekmeğini taştan çıkaran insanların arasına katılmakta gecikmedi.” Ekmek elden su gölden : Kendisi kazanmayıp başkalarının kazancı ile geçinen kimselerin durumunu anlatmak için kullanılır. Ekmek kapısı : Çalışıp para kazanılan, geçim sağlayan iş yeri.”O dükkân benim ekmek kapım, asla satmam, satamam onu!” Ekmek parası : Kazanç, geçinmek için kazanılan para.”Ekmek parası kolay kolay kazanılmıyor.” Eksik gedik : Ufak tefek ihtiyaçlar.”İkramiye ile eksiği gediği kapadılar.” Ekşi yüz : Somurtkan, asık yüz.”Onun ekşi yüz göstermeye hakkı yoktu.” El açmak : 1. Dilenmek. 2. Başkasının yardımını almak için yalvarmak.”İhtiyarlayıp da el açacağı hiç aklına gelmemişti.” El altından : Kimsenin haberi olmadan, gizlice.”Parayı el altından verdi.” El atmak : 1. Bir işe girişmek. 2. Birisinin işine karışmak.”Üstüne vazife olmayan işe el atma sakın!..” El ayak çekilmek : Ortalıkta kimse kalmamak, ıssızlaşıp sessizleşmek.”Bu iş ancak el ayak çekildikten sonra yapılır.” El basmak : Yemin etmek, kutsal bir şey üzerine el koyarak ant içmek.”Kur`ân`a el basarım ki bu işi ben yapmadım.” El çabukluğu : 1. Bir işi çok çabuk yapabilme ustalığı. 2. Hilesini kimseye sezdirmeyecek biçimde yapabilme.”Adamın cebinden el çabukluğu ile cüzdanı çekiverdi.” Elde avuçta bir şey kalmamak : Parasını, malını, tüm varlığını harcayıp bitirmiş olmak.”Elde avuçta bir şey kalmayınca ne yapacağını şaşırdı.” Elde etmek : 1. Bir şeye sahip olmak. 2. Bir kimseyi kendi yanına çekmek.”Onun gibi dürüstleri elde edemezsin, boşuna uğraşma.” Elde kalmak : 1. Bir malın satılmayıp geride kalan kısmı. 2. Harcanandan arta kalmış olmak.”Şu kasadaki üzümler elde kaldı.” Elden ayaktan düşmek (veya kesilmek) : Yaşlılık, hastalık sebebiyle iş yapamaz, yürüyemez, kendi işini göremez duruma gelmek.”Allah kimseyi elden ayaktan düşürmesin.” Elden çıkmak : Malı olmaktan çıkmak.”O arsa elden çıktığı için üzüldüm.” Elden düşme : Az kullanılmış.”Elden düşme bir araba aldı.” Elden ele dolaşmak : Pek çok kişi tarafından kullanılmak, bir çok sahip eline geçmek.”Elden ele dolaşan atı nihayet geri almayı başardı.” Elden geçirmek : Eksiklikleri düzeltmek, onarmak; denetlemek için pek çok şeyi ele alıp yoklamak, gözden geçirmek.”Yaptığın işi bir daha elden geçir.” Elden gitmek : Bir şeyi yitirmek, ondan yoksun kalmak.”Bütün mal mülk bir hiç uğruna elden gitti.” Ele almak : 1. Bir şey üzerinde çalışmaya başlamış olmak. 2. İncelemek, araştırmak veya tenkit etmek.”Konuyu yeni baştan bir daha ele alalım.” Ele avuca sığmamak : 1. Şımarık davranmak. 2. Söz dinlememek, kural tanımamak, zapt edilememek.”Sen ne ele avuca sığmaz bir çocukmuşsun meğer.” Ele geçirmek : Sahip olmak, kaçan bir kimseyi yakalamak.”Şu toprak parçasını da ele geçirdik mi işimiz tamam demektir.” El elde baş başta : 1. Masrafla para birbirine denk geldi. 2. Yapılan işin sonunda ne kâr ne de zarar edildi.”Alışverişten el elde baş başta döndü.” Elekten geçirmek : Titizlikle seçmek; iyiyi kötüyü, doğruyu yanlışı birbirinden ayırmak.”Şu dosyayı bir daha elekten geçirin.” El ele vermek : Güçleri birleştirip işbirliği yapmak, yardımlaşmak.”Bu yolu ancak el ele verirsek yapabiliriz.” El emeği : 1. Elle yapılan işe harcanan emek. 2. Elle yapılan çalışmanın karşılığı.”El emeğinin karşılığı değildir bu para.” Ele vermek : Bulunduğu yeri haber vererek suçluyu yakalatmak.”Katili ele vermeyi kafasına koyarak sokağa çıktı.” Eli açık : Cömert, çok para harcayan, sakınmadan para verebilen.”Eli açık olan insanları severim.” Eli ağır : 1. Oldukça yavaş iş yapan. 2. Vurunca çok acıtan.”Eli o kadar ağırmış ki enseme gülle düştü sandım.” Eli altında olmak : 1. İstediği anda ele alıp kullanabileceği bir yerde bulunmak. 2. Buyruğunda olmak.”İyi bir usta, araç ve gereçlerinin elinin altında olmasını ister.” Eli ayağı buz kesilmek : 1. Korku, heyecan ve üzüntüden ne yapacağını bilemez duruma gelmek, donup kalmak. 2. Çok üşümek.”Haydi elimiz ayağımız buz kesmeden girelim içeri.” Eli ayağı tutmak : İş yapabilecek güçte olmak, bedenî gücü var olmak.”Çok şükür şimdilik elimiz ayağımız tutuyor.” Eli bayraklı : Kavgacı, şirret, edepsiz.”Onun eli bayraklı bir kadın olduğunu daha yeni anladınız.” Eli bol : Cömert, esirgemeyen, çok para ve eşyası olan.”Duyduğumuza göre Hasan Çavuş eli bol bir insanmış.” Eli boş dönmek : Umduğunu alamadan geri dönmek.”Eli boş döneceği hiç aklıma gelmezdi.” Eli böğründe kalmak : Çaresiz kalmak, bir şey yapamaz duruma gelmek, başarısızlığa uğramak.”Tek hayvanın öldüğünü görünce eli böğründe kaldı.” Eli cebine gitmemek (veya varmamak) : Cimri olmak, para harcamaya kıyamamak.”Ondan da yardım istediler, ancak eli cebine bir türlü gitmedi, arkasını dönüp uzaklaştı.” Eli çabuk : Süratli iş gören.”Eli çabuk adamlara ihtiyacımız var.” Eli darda : Geçimi için para sıkıntısı çeken.”Eli darda insanlara yardım etmek insanlık borcudur.” Eli değmemek : Bir işi yapmaya zaman bulamamak.”Odanı temizlemeye elim değmiyor.” Elifi görse mertek sanır : Cahil, okuması yazması yoktur.”Ona mı akıl danışıyorsun, elifi görse mertek sanır o. ” Eli hafif : İncitmeden, can yakmadan iş gören.”İğneyi Hatice hemşireye vurdurun eli hafiftir onun.” Eli kalem tutmak : 1. Yazı yazmayı bilmek. 2. Düşüncelerini derli toplu güzel bir ifade ile yazabilmek.”Elin kalem tutmaz mı senin?” Elinden iş çıkmamak : Çabuk iş yapamamak.”Bırakın onu, elinden iş çıkmaz birine ihtiyacımız yok.” Elinden tutmak : 1. Destek olmak, ilerlemesi için yardımda bulunmak. 2. Yürümesine, kalkmasına, inmesine, çıkmasına yardım etmek.”Hayatım boyunca elimden tutan olmadı.” Eline düşmek : 1. Birine muhtaç olmak. 2. Yakalanmak. 3. Düşmanın ya da kendisine hıncı bulunan birinin hâkimiyetinde kalmak.”Düşmanın eline düşmemek için bir yol bulmalıyız.” Eline su dökemez : Sözü edilen kişi, değerce ondan çok geride.”Sen hamur açmakta Fatma`nın eline su dökemezsin.” Elini çabuk tutmak : Hızlı davranmak, acele etmek.”Elimizi çabuk tutup şu kömürü yağmura yakalanmadan taşıyalım.” Elini kana bulamak : Birini öldürmek veya yaralamak.”Zavallı çocuk, boş yere elini kana buladı.” Elini kolunu sallaya sallaya gelmek : Bir işten sonuç almaksızın dönmek, gelirken hiçbir armağan getirmemek. Elini kolunu sallaya sallaya gezmek : Pervasızca, çekinmeden, kimseden korkmadan dolaşmak.”Bunca ağır suç işlemesine rağmen elini kolunu sallaya sallaya gezmesi şaşılacak şey doğrusu.” Elinin hamuruyla erkek işine karışmak : Anlamadığı, bilmediği, beceremediği işleri yapmaya kalkışmak (kadınlar için). Elini sıcak sudan soğuk suya sokmamak : Çok nazlı olmak, evde hiçbir iş yapmamak, zor işlerden kaçınmak.”Ne kadınmış o da, elini sıcak sudan soğuk suya soktuğunu görmedim daha!” Eli sıkı : Kolay para harcamayan, cimri, çok tutumlu.”Bu kadar eli sıkı bir adam olmak zorunda değilsin.” Eli uzun : Hırsız, fırsat buldukça bir şeyler aşırmaktan geri kalmayan. Eli varmamak : Bir işi yapmaya gönlü razı olmamak.”Bulaşıkları yıkamaya bir türlü elim varmıyor.” Eli yatmak : Bir işe eli alışkın olmak, bir işi yapabilecek el becerisi bulunmak. Eliyle koymuş gibi bulmak : Aradığı şeyi söylenen yerde çok kolay bulmak.”Onca şeyin arasında küçücük düğmeyi eliyle koymuş gibi buluverdi.” El kadar : Küçük, küçücük.”El kadar çocuk işime karışamaz benim.” El kaldırmak : 1. Kendisinden büyüğe vurmak için elini kaldırmak. 2. Bir şey söylemek istediğini, oy verdiğini elini kaldırarak belirtmek.”Sen ne cüretle babana el kaldırırsın!” El kapısı : 1. Bir kızın gelin gittiği ev. 2. Yabancıların memleketi, evi, yurdu.”Yıllarca el kapılarında çalıştım durdum.” El koymak : 1. Bir meselenin yetkili organlarca incelenmeye başlaması. 2. Buyruğu altına almak, hükümetçe uygun görülen mal, arazi ve kuruluşa hâkim olmak.”Hükümetin el koyduğu arazi burdan başlıyor.” Elle tutulur gözle görülür : Çok açık, gizli bir tarafı yok.”Şu zamana kadar elle tutulur gözle görülür bir iş yaptın mı sen?” El oğlu : 1. Yabancı. 2. Damat.”El oğluna güvenme sakın!” El sürmemek : 1. Dokunmamak, hiç değmemek. 2. Yapımına başlamamak.”İşe el sürmeye vakit bulamadım daha.” El uzatmak : 1. Birine yardım etmek. 2. Dokunmaya, almaya çalışmak.”O bizim bir yakınımız, ona elimizi uzatmalıyız hemen.” El üstünde tutulmak : Çok değer verilip sevilmek, kendisine büyük ölçüde saygı gösterilmek.”Dedem ailemizde el üstünde tutulurdu.” El yordamıyla : Tahminlerine, sezgilerine dayanıp elle yoklayarak.”El yordamıyla kibrit kutusunu buldum.” Emeği geçmek : Bir şeyin yapılmasında kendisinin de katkısı bulunmak.”Şu caminin yapımında kimlerin emeği geçmedi ki.” Emek vermek Emir kulu : Kendisine emredilen işi yapmak zorunda olan kimse.”Emir kulu olmak o kadar da kolay değil.” Eninde sonunda : Nihayet, en sonunda.”Eninde sonunda onu bulacağım.” Enine boyuna : 1. Her yönü ile, eksiksiz, bütün ihtimalleri göz önünde tutarak. 2. İri yarı, gösterişli (adam).”Şu meseleyi enine boyuna bir kez daha düşünelim.” Ensesi kalın : Parası çok, varlıklı, sözü geçer, ödeme gücü yüksek (kimse).”Neden şu ensesi kalın adamlardan yardım istemiyorsunuz.” Ensesinde boza pişirmek : Sıkıştırıp tedirgin etmek, eziyet etmek.”İşlerin yavaş gittiğini gören patron işçilerin ensesinde boza pişirmeye başladı.” Ensesine yapışmak : Yakalamak.”Bir hamlede ensesine yapıştı çocuğun.” Ense yapmak : Yemek, içmek ve keyfine bakmak, hiç iş yapmamak.”Ense yapmayı bırak da biraz işle ilgilen.” Er geç : Ne zaman olsa, mutlaka.”Er geç onu bulacağım.” Esamisi okunmamak : Adı anılmamak, değer verilmemek.”Onun buralarda hiç esamisi okunmaz.” Es geçmek : Dikkate almamak, sözleri arasında o konuya dokunmamak.”Borç meselesini es geçmesine fırsat vermeyin.” Esip savurmak : Bağırıp çağırmak, öfke ile atıp tutmak.”Davet edilmediğini öğrenince esip savurmaya başladı.” Eski çamlar bardak oldu : Devir değişti, eski durumların, tutumların bir önemi kalmadı. Eski defterleri karıştırmak : Eski olayları, işleri bir çıkar umuduyla tekrar ele almak, yeniden gündeme getirmek.”Eski defterleri karıştırmayı bırak artık”. Eski hamam eski tas : Hiçbir şey değişmemiş, eski durumda kalmış.”Köy aynı, insanlar aynı, eski hamam eski tas.” Eski kafalı : Yeniliğe açık olmayan, yaşayış ve düşünce itibariyle eskiye bağlı.”Eski kafalı insanlar gittikçe azalıyor mu ne?” Eski kurt Eski toprak : Yaşlılığına rağmen dinçliğini, dayanıklılığını hâlâ sürdüren, gücünü kaybetmemiş kimse.”Sen eski topraksın, bizim gibi birkaç genci daha cebinden çıkartırsın.” Eşeğini sağlam kazığa bağlamak : İşini güvenli kılacak önlemler almak.”Ne demişler Eşek kadar : Büyük, iri; aşırı derecede gelişmiş.”Eşek kadar oldu ama hiç söz dinlemiyor.” Eşek sudan gelinceye kadar dövmek : Adamakıllı, çok ve iyi dövmek.”Eğer aklını başına toplamazsan seni eşek sudan gelinceye kadar döveceğim, anladın mı?” Eşek şakası : Ağır, hoşa gitmeyen, incitici, kaba şaka.”Ben eşek şakasından hiç hoşlanmam.” Eşiğine yüz sürmek : Bir isteğinin yerine getirilmesi için bir kimseye yalvarmak, önünde eğilmek.”İnsanların eşiğine yüz sürülmemesi gerekir.” Eşiğini aşındırmak : Bir işi yaptırmak, gördürmek için bir yere çok gidip gelmek.”Şu köy yolu için hükümet eşiğini aşındırıp durduk.” Eşref saat : 1. İş görecek kimsenin uysal davranacağı, aksilik çıkarmayacağı zaman. 2. Bir işin olumlu yola girmesi için en uygun zaman.”İzin alabilmek için müdür beyin eşref saatini kollamaya başladı.” Eteği ayağına dolaşmak : Telâş, korku ve heyecandan yürüyüşünü ve yapacağı işi şaşırmak. Eteğine yapışmak : 1. Bir kimsenin manevî desteğini istemek. 2. Varlıklı, sözü geçer bir kimseden yardım ve himaye istemek.”Korkudan annesinin eteğine yapıştı.” Etekleri tutuşmak : Çok telâşlanmak, heyecanlanmak.”Babasını parkta göremeyince etekleri tutuşmaya başladı, yoksa gelmeyecek miydi?” Etekleri zil çalmak : Çok sevinmek, işler yolunda olmak.”Yazılı sınavı umduğundan iyi geçen Halit`in etekleri zil çalıyordu.” Etek öpmek : Yaltaklanmak, dalkavukluk etmek; birine yaranmak için katına çıkıp o kimsenin eteğini öpme davranışı içinde olmak.”Bu makama etek öpe öpe çıktı soysuz herif.” Eti ne butu ne? : 1. İmkânları, parası az. 2. Çelimsiz, zayıf, küçük.”Ona baskı yapma, zavallının eti ne butu ne?” Eti senin kemiği benim : Çocuk velilerinin öğretmene ya da ustaya çocuğun eğitiminde kendine tam yetki verdiğini anlatmak için söylenir. Et kafalı : Akılsız, anlayışı az, kavrayışı kıt olan. Etliye sütlüye karışmamak : Kendini alâkadar etmeyen meselelerden, toplumu derinden etkileyen olaylardan uzak durmak, kaçınmak ve hiçbiriyle ilgilenmemek.”Kendine sahip çık, sakın etliye sütlüye karışayım deme oğlum.” Etrafında dört dönmek : İstediğini elde etmek amacıyla bir kimsenin, bir şeyin yanından ayrılmamak, ona aşırı ilgi göstermek.”Çocuklar Nasreddin Hoca`nın etrafında dört dönmeye başladılar.” Et tırnak olmak : Sıkı bir ilişkiye girmek, birbirinden kopmamak. Ettiğini bulmak : Yaptığı bir kötülüğün cezasını görmek. Ev açmak : Ayrı bir eve çıkmak, yerleşmek.”Evlendikleri günün ertesinde ev açmaya karar verdiler.” Evde kalmak : Yaşı ilerleyen kızın evlenememesi.”Evde kalmak korkusu zavallı kızı yiyip bitiriyordu.” Evdeki hesap çarşıya uymamak : Önceden tasarlanan, düşünülen bir iş umulduğu gibi gitmemek, başka bir yönde gelişmek.”O kadar uğraştık ama evdeki hesap çarşıya uymadı, bu paraya istediğimiz gibi bir ev bulamadık.” Evlât acısı gibi içine çökmek : Kaybettiği bir şey için çok üzülmek.”Bahçeye diktiği güllerinin dipten sökülüp atılması evlât acısı gibi içine çökmüştü.” Eyere de gelir semere de : Her işe uyar, her işe yarar, ince işler için de kaba işler için de kullanılabilir. Eyüp sabrı : Peygamberlerden Hz. Eyyub` un başına gelen hastalığa sabredip, bundan dolayı şikâyet etmemesi; güçlük ve üzüntülere, hastalığa karşı sabretmesinden hareketle, en ağır ve sürekli üzüntülerden bile yakınmayanın büyük ve uzun sabrını anlatmak için kullanılır. Eyvallah demek : 1. Razı olmak, kabul etmek. 2. Ayrılırken “Allah`a ısmarladık” anlamında kullanılır. Eyvallah etmemek : Minnet altına girip boyun eğmemek.”Aç kaldı, susuz kaldı ama kimseye eyvallah etmedi.” Ezbere iş görmek : İncelemeden, özenmeden, gerekli olan bilgiyi almadan, gelişi güzel iş yapmak.”Ben sana ezbere iş görme demedim mi?” Ezilip büzülmek Faka basmak : Tuzağa düşmek, aldatılmak.”Beni nasıl faka bastırdılar anlayamadım bir türlü!” Fareler cirit oynamak : Bir yer ıssız olmak, kimseler bulunmamak.”Koca köyde fareler cirit atıyordu.” Farkına varmak : Gözüne çarpmak, orada bulunduğunu anlamak, fark etmek.”O kalabalıkta senin farkına varacaklarını sanmıyorum.” Felce uğramak : 1. Bir işin tamamen bozulması, durup ilerleyemez olması. 2. Hastalık sebebiyle organlarının bir kısmı çalışamaz duruma gelmek, kötürüm olmak.”Yaptığımız işin felce uğramasından korkuyorum.” Feleğin çemberinden geçmek : Hayatta çok günler görmüş, acı tatlı olaylar yaşayıp tecrübe kazanmış, olgunlaşmış.”O ihtiyar mı? Feleğin çemberinden geçmiş biridir o.” Fellik fellik aramak : Telâşla, hemen her köşeye bakarak heyecanla aramak.”Bütün her yeri fellik fellik aradım ama bıçağı bulamadım.” Felsefe yapmak : Olayların sebep ve sonuçları üzerine kendince birtakım soyut düşünceler ileri sürmek. Fena etmek : Kötü duruma düşürmek, işini bozmak, zor durumda bırakmak, dövmek.”Biraz daha konuşursan seni fena edeceğim.” Fener alayı : Bayram gecelerinde kalabalık halk topluluklarının, ellerinde fener veya meşalelerle şehri dolaşarak yaptıkları gösteri. Feragat sahibi : Gönlü tok, özveri gösterebilen, fedakârlık yapabilen. Fermanlı deli : Deli olduğu herkesçe bilinen, zır deli.”Halk bu ülkeyi fermanlı delilerin eline bırakmayacaktır.” Ferman dinlememek : Kural, yasa, söz dinlememek; hiçbir yerden buyruk almamak.”Âşığın gönlü ferman dinlemez oldu.” Fesat kumkuması : Tamamiyle kötülük düşünen, insanları birbirine düşürecek işler yapan, ortalığı karıştıran. Fırıldak çevirmek Fırsat düşkünü : Çıkar sağlamak, kötülük yapmak için fırsat kollayan kimse.”Fırsat düşkünü insanlardan nefret ederim.” Fikir almak : Birinin düşüncesinden yararlanmak.”Fikir alınacak insanlar konularında ehil kişiler olmalı.” Fikir vermek : 1. Bir konuda düşüncesini bildirmek. 2. Bir konuda yol gösterici bilgi edinmek.”Nasıl yapmalıyım? Bana biraz fikir versenize.” Fikir yürütmek : Bir konu üzerinde kendi düşüncesini söylemek, tahminlerde bulunmak.”Bu konuda fikir yürütmek işime gelmiyor.” Fincancı katırlarını ürkütmek : Zararı dokunacak bir kimsenin hoşuna gitmeyen bir davranışta bulunmak.”Kaymakamla konuşurken dikkatli ol, fincancı katırlarını ürkütme sakın!” Fink atmak : Hiçbir şeye aldırmadan gönlünce gezip eğlenmek, şurada burada oynayıp zıplamak. Fiskos etmek : Birilerinin bulunduğu bir yerde birkaç kişi gizlice ve alçak sesle konuşmak.”Utanmıyor musunuz bu kadar kişi içinde fiskos etmeye?” Fitil olmak : 1. Çok içip sarhoş olmak. 2. Aşırı ölçüde kızmak.”Fitil oluyorum şu adamın hareketlerine!” Fitne sokmak : İnsanları birbirine düşürecek, aralarını bozacak davranışta bulunmak, sözler sarf etmek. Fiyat biçmek : Bir şeyin değerini belirlemek, para karşılığını tespit etmek.”Bu malın fiyatını biçmek o kadar kolay değil.” Fiyatı dondurmak : Fiyatın yükselmesini önlemek, fiyatların olduğu gibi kalmasını sağlamak.”Belediye et fiyatlarını dondurmaya yanaşmıyor.” Fiyat kırmak : Fiyatı birilerinin verdiğinden az vermek, fiyatı düşürmek.”Müteahhitlerden ikisi anlaşarak ihalede fiyat kırma yoluna gittiler.” Fol yok yumurta yok : Ortada (bir konu ile ilgili) hiçbir belirti olmadığı hâlde varmış gibi bir kuşkuya düşmek.”Henüz ortada fol yok yumurta yok, sen adama para ödemeye kalkışıyorsun.” Fora etmek : Açmak, çözmek.”Bütün yelkenleri fora ettik.” Formül bulmak : Bir çözüm, işi çözümleyecek çıkar yol bulmak.”Sabahtan beri bir formül bulmaya çalışıyorum, sense yatıyorsun!” Forsu kalmamak : Sözü geçmez olmak; bir konuda saygınlığı, gücü kalmamak.”Adamları arasında da forsu kalmayacak onun.” Foyası meydana çıkmak : Yalanı, dolanı, hilesi, kötü niteliği, kusuru ortaya çıkmak.”Yakında onun da diğerleri gibi foyası meydana çıkacak.” Fukara babası : Yoksulları koruyup gözeten, onlara yardım elini uzatan, elden geldiğince yardım etmeyi seven kimse. Funda demir etmek Fütur getirmemek : Bezginlik getirmemek, umutsuzluğa düşmemek.”Sakın fütur getirme, göreceksin başaracağız.

Uzun boylu : İncelikleri detaylıca,  iyice  düşünmektir. 

Aynı telefon için iki ayrı bankadan fatura ödemesi alıp,her fatura iki kez ödenmesine rağmen sesini çıkarmayan… seafoodplus.info…

Ben aldırma işleminden sonra tercihen ilk gün su değmemeli yani duş alınmamalıdır, sonraki gün duş alınmasında tıbben sakınca yoktur. Abdest almak gibi zorunlu uygulamalar dine uygun şekilde yapılabilir ancak küçük bir risk artışına razı olunarak yıkanabilir de, çok ciddi bir sorun yaşanması beklenmez. Duş aldıktan sonra açık kalmasında sakınca yoktur, içiniz rahat değilse basit yara bandıyla kapatabilirsiniz. Sonraki günlerde dilediğiniz kadar sık banyo yapabilirsiniz, sık banyo yapmanın hiçbir sakıncası yoktur.

Maaşa geçmek : Aylığa geçmek, çalıştığı yerden ücret almaya başlamak.”Maaşa geçtiği günün ertesinde onu işten çıkardılar. Madalyanın ters (öteki) yüzü : Olumlu bir olay, iş ya da durumun düşünülmesi, hesaba katılması gereken olumsuz yönü Madik atmak : Hile, düzen ve oyunla aldatmak; dolap çevirmek.”Ona kolay kolay kimse madik atamaz. Mahalle karısı : Kaba, terbiyesiz, görgüsüz, kavgacı kadın Mahalleyi ayağa kaldırmak : Bağırıp çağırarak, gürültü kopararak konu komşuyu rahatsız etmek, telâşlandırmak.”Bağırıp durma öyle, mahalleyi ayağa kaldıracaksın. Mahkemelik olmak : Kavga veya anlaşmazlık sonucu mahkemeye düşmek.”Bu gidişle mahkemelik olacağız galiba. Mahşer midillisi : Kısa boylu, fitneci kimse Mahşer gibi : Çok kalabalık.”Meydan mahşer gibiydi. Makaraları koyvermek : Kendini tutamayıp kahkahayla gülmeye başlamak, uzun uzun gülmek.”Yüzükoyun çamura düşen arkadaşını görünce makaraları koy verdi. Makas almak : Birinin yanağını orta parmakla gösterme parmağı arasında sıkmak Mal bulmuş mağribi gibi : Büyük bir zenginliğe kavuşmuşcasına büyük sevinç ve coşku ile Mal etmek : 1. Bir malı hakkı olmadığı hâlde kendisininmiş gibi göstermek veya saymak. 2. Bir mala, bir değer karşılığında sahip olmak.”O tarlayı kendisine mal etmesine göz yummayacağım. Malın gözü : 1. Aşağılık ve düzenci kimse. 2. İffetsiz. 3. İyi mal Mânâ çıkarmak : Yanlış bir yargıya varmak, bir söz ya da hareketten kendine göre bir anlam çıkarmak.”Öyle alıngandı ki her sözümden bir mânâ çıkarıyordu. Mânâ vermek : Kendine göre bir yargıya varmak, yorumlamak.”Senin bu davranışına bir mânâ veremiyorum. Maneviyatı bozulmak : Moral gücü sarsılmak, kendine güveni yitirmek, kendini güçsüz ve dirençsiz hissetmek.”Düşmanlar, toplumumuzun önce maneviyatını bozdular. Mantar gibi yerden bitmek : Birdenbire ya da kendiliğinden ortaya çıkmak.”Adamlar mantar gibi yerden bitmişlerdi, bir anda etrafımızı sarıverdiler. Maraza çıkarmak : Anlaşmazlığa yol açacak işler yapmak, kavgaya yol açseafoodplus.infoal atmak Mart içeri pire dışarı : Birbirinden hoşlanmayan iki kişiden biri gelince ötekinin dışarı çıkışını anlatmak için kullanılır Masal okumak : İnandırıcı olmayan, oyalayıcı ve avutucu sözler söylemek.”Bana masal okuma, olayın gerçek yüzünü anlat. Maskara olmak : Gülünç hâllere düşmek, alay konusu olmak.”Kim düşmanının maskarası olmak ister? Maskesi düşmek : Gerçek yüzü, kimliği, niteliği ortaya çıkmak.”Nihayet maskesi düştü, herkes onun ne mal olduğunu anlayacak. Masrafa girmek : Çok para harcamak.”Evi yaptılar ama çok da masrafa girdiler. Masrafı çekmek : Bir iş için gereken parayı ödemek, gideri karşılamak.”Yarınki gezide bütün masrafları Ahmet çekecekmiş. Maşallahı var : Bir şey ya da kimsenin iyi durumda olduğunu anlatmak için kullanılır.”Adamın maşallahı var, hiçbir yoksulu geri çevirmedi. Maşası olmak : Sakıncalı bir işte, biri tarafından araç olarak kullanılmak.”İşverense işveren, onun maşası olamam ben! Mat etmek : 1. Satranç oyununda yenmek. 2. Bir tartışmada, karşı tarafı söz söyleyemeyecek duruma getirmek.”İleri sürdüğü kanıtlar ile karşısındakileri kısa zamanda mat etti. Matrak geçmek : Alay etmek, karşısındakiyle eğlenmek, dalga geçmek.”İnsanlarla matrak geçmeye bayılıyorsun. Maval okumak : Tutarlı, inandırıcı olmayan, yalan sözler söylemek.”Kes sesini, maval okumandan bıktım artık! Mayası bozuk : Karaktersiz, kötü yaradılışlı, aşağılık (kişi).”Şu mayası bozuk adamın çenesini kapayın, sesini duymak istemiyorum. Maymun iştahlı : Kararsız, hevesi çabuk geçen; bugün şunu yarın ötekini beğenen.”Maymun iştahlılığı yüzünden başına olmadık işler geldi. Mekik dokumak : İki yer arasında durmadan gidip gelmek.”Mağaza ile ev arasında tam elli beş yıl mekik dokumuştu rahmetli. Mendil açmak : seafoodplus.info etmek Merhabası olmak : Birisiyle selâmlaşacak kadar tanışıklığı, yakınlığı bulunmak Merhabayı kesmek : Biriyle ilgiyi kesmek, arkadaşlığa son vermek.”Onunla merhabayı keseli epey zaman olmuştu. Mesele çıkarmak : Üzüntü verecek, içinden zor çıkılacak, bir anlaşmazlığa sebep olacak bir durum oluşturmak.”Haydi, bir mesele çıkarmadan çekip gidin buradan. Mesken tutmak : Yerleşmek.”Yarim İstanbul’u mesken mi tuttun! Meteliğe kurşun atmak : Parasız pulsuz kalmak, hiç parası olmamak.”Dün meteliğe kurşun atıyordu, ya bugün… Metelik vermemek : Değer vermemek, umursamamak, aldırış etmemek.”Onun gibilere metelik vermem mi diyorsun? Mevki sahibi olmak : Yüksek bir görevde, bir işte önemli bir aşamada bulunmak.”Mevki sahibi olmak için yıllarca çalışıp durdu. Meydana çıkmak : 1. Görünmek. 2. Belli olmak. 3. Yetişmek, büyümek, olmak.”Korkak herif meydana çık da yüzünü görelim. Meydana gelmek : 1. Olmak, oluşmak, vücut bulmak. 2. Ortaya çıkmak.”Olay akşam üzeri meydana geldi diyorlar. Meydanı boş bulmak : Kendisine mâni olacak kimse bulunmadığı için aşırı davranışlarda bulunmak, bir şeyden çekinmemek.”Meydanı boş bulan eşkıyalar ortalığı kasıp kavurmaya başlamışlardı. Meydan okumak : Kavga ya da yarışmaya çağırmak, korkmadığını ve çekinmediğini açıkça bildirmek.”Bir an meydan okumayı içinden geçirdi, sonra bundan vazgeçti. Meydan vermemek : Olumsuz bir olay ya da durumun gerçekleşmesine imkân ve zaman vermemek, engel olmak.”Onların kavga etmesine sakın meydan vermeyin çocuklar. Mezhebi geniş : Namus konusunda gerekli olan titizliği göstermeyen, kadın-erkek ilişkilerinde dini kaidelere aldırış etmeyen, iffetsizliğe meydan veren, geniş davranan Mezar kaçkını : Çok zayıf, bitkin, güçsüz düşmüş kişi Mırın kırın etmek : Bir isteği yerine getirmemek için çeşitli bahaneler ileri sürüp nazlanmak.”Mırın kırın etmeyi bırak da yak şu sobayı. Mızıkçılık etmek : Bir oyunu ya da birlikte yapılan bir işi çeşitli bahaneler ileri sürerek bozmaya çalışmak, razı seafoodplus.info bulandırmak Midesi bulanmak : 1. Kusacak gibi olmak. 2. İğrenmek, tiksinmek. 3. Kuşkulanmak.”Yaptığınız iş, mide bulandırıcı bir işti! Mideye oturmak : Yenilen bir şeyin sindirim zorluğu vermesi Mihenk (taşı) : Birinin değerini, ahlâkını anlamaya yarayan ölçüt Mim koymak : 1. (Bir şey) unutulmaması için işaret koymak. 2. Önemli bularak üstünde durmak, dikkate almak, önemli şeyler arasında saymak.”Bu ata sözüne bir mim koy, dedi öğretmenim. Minnet etmek : Boyun eğmek, yalvarmak.”Ona buna minnet etmeden yaşamak istediğimi biliyorsun değil mi? Moda olmak : Yaygın duruma gelmek, gözde olmak, beğenilir ve arzu edilir olduğu için yapılır olmak.”Saçları kısa kestirmek bu yıl moda oldu. Modası geçmek : Yaygın olmaktan çıkmak, önemini yitirmek.”Bu elbisenin modası geçti artık. Mola vermek : Bir süre ara vermek; uzun süren yolculuğun, çalışmanın, yürüyüşün yorucu etkisini atmak için bir süre dinlenmek.”Yarım saat sonra mola verecekler, onlara mola yerinde yetişebiliriz. Muhallebi çocuğu : Nazlı, el bebek gül bebek büyütülmüş, dayanıksız, narin kimse.”Senin gibi muhallebi çocuklarıyla iş yapamam ben. Mukabelede bulunmak : Karşılık vermek Mumla aramak : Çok istek ve özlemle aramak.”O anneyi siz mumla arayacak ama bir daha bulamayacaksınız. Mum (gibi) olmak : 1. Yaramazlığı, hırçınlığı, uyumsuzluğu bırakıp yola gelmek. 2. Razı olmak.”Askerde onun da mum gibi olacağına eminim. Muradına ermek : Dileği gerçekleşmek, çok istediği şeye kavuşmak.”İnşallah muradına erersin kızım. Mümkün mertebe : Olabildiğince, yapabildiği kadar.”Zararınızı mümkün mertebe karşılama yoluna gideceğimizden emin olun lütfen. Mürekkebi kurumadan : Bir şeyin yazılmasından çok kısa bir süre sonra Mürekkebi kurumadan bozmak : Bir kararı, sözleşmeyi, anlaşmayı yazılmasından kısa bir süre sonra bozmak Mürekkep yalamış : Az çok öğrenim görmüş, okuyup yazmış, belli bir kültüre sahip olmuş kimse.”Maval okumayı bırakın, biz de mürekkep yalamışlardan sayılırız. Mürüvvetini görmek (anne, baba için) : 1. Özellikle evlâdının evlendiğini, çoluk çocuk sahibi olduğunu görmek. 2. Çocuklarının sevinçli günlerini görerek mutluluk duymak.”Acaba çocuklarımın mürüvvetini görecek miyim? Müslüman adam : Hak yemeyen, doğruluktan ayrılmayan, İslâm’ın emirlerine uyan kimse.”Müslüman adam, başı daima dik olan adamdır. Na (nah) kafa : “Akılsız, düşüncesiz, kavrayışsız” anlamında alay yollu söylenir.”Anlaması mümkün değil, na kafa! Nabza göre şerbet vermek : Birinin hoşuna gidecek, eğilimlerine cevap verecek biçimde davranmak.”Nabza göre şerbet vermeyi iyi biliyorsun. Nabzını yoklamak : Eğilimini, niyetini, düşüncelerini, arzularını anlamaya çalışmak.”İşçilerin nabzını yoklayın da zam konusunu öyle düşünelim. Nalıncı keseri gibi kendine yontmak : Hemen her işte kendi çıkarını düşünerek hareket etmek Nam almak : Tanınmak, ünü her yerde duyulmak Namus belâsı : Namusunu, şerefini, itibarını korumak için katlanılan sıkıntılı durum, kabullenilen zarar ziyan.”Namus belâsına az kaldı canından oluyordu delikanlı. Nane molla : 1. Dirençsiz, güçsüz kimse. 2. Çok sık hastalanan, sağlıksız kimse. 3. Üşengeç, bir iş yapmaktan kaçınan.”Ne nane molla bir adamsın, kalk da biraz çalış. Nara atmak : Yüksek bir sesle haykırmak, kabadayıca bağırmak.”Birahaneden çıkan sarhoşlar edepsizce nara atmaya başladılar. Nato kafa nato mermer : “Söz anlamaz, söz dinlemez taş gibi kafa” anlamında kullanılır Naza çekmek : Kendini ağır satmak, bir isteği yerine getirmekte yapmacıklı davranışlarla isteksiz gibi davranmak.”Kendini naza çekmeye bayılır bizim kız. Nazı geçmek : İstediklerini yaptıracak kadar hatırı sayılır olmak.”Babası, kasabada oldukça nazı geçen bir insandı. Ne akar ne kokar : Kimseye ne faydası ne de zararı dokunan pısırık, çekingen kimseler için kullanılıseafoodplus.info çare Ne çıkar : 1. Ne zararı var? 2. Bir sonuç vermez. 3. Ne fayda, ne zarar umulur.”Biraz sert konuşmuşsam, ne çıkar bundan? Neden sonra : Bir süre geçince, her şey olup bittikten sonra, çok zaman sonra.”Neden sonra babam da geldi. Ne de olsa : Ne denli eksiği, kusuru olursa olsun; böyle olmakla birlikte Ne dese beğenirsin? : “Nasıl, beklenmeyen bir söz söyledi biliyor musun?” anlamında kullanılır Ne fayda : Artık neye yarar Nefes aldırmamak : Dinlenmesine fırsat vermemek, sıkıştırmak, rahat bırakmamak.”Nefes aldırmadı bize, sabaha kadar çalıştırdı. Nefesi kesilmek (tıkanmak) : Güç soluk alacak duruma gelmek veya soluğu büsbütün durmak.”Bir yumrukta nefesini kesti adamın. Nefes nefese gelmek : Koşarak, sık sık soluyarak, heyecanlı ve yorulmuş bir şekilde (gelmek).”Kapıdan içeri nefes nefese girdi. Nefes tüketmek : Bir şeyi anlatmaktan çok yorulmak.”Boşuna nefes tüketiyorsun, baksana anlamıyor. Nefsine yedirememek : Kendine yakıştıramamak, o şeyi yapmayı kendisi için onur kırıcı, ağır bulmak.”İki yüzlülüğü bir türlü nefsine yediremiyordu. Nefsini körletmek : Birtakım yollarla iştah duygusunu dindirmek.”Nefsini körletmeden iyi bir kul olamazsın. Ne güne duruyor? : “Şimdi yapmazsa, ne zaman yapacak” anlamında kullanılır.”Gitsin istesin kızı, daha ne güne duruyor? Nefsini yenmek : Arzularının, ihtiraslarının önüne geçseafoodplus.info günlere kaldık! Ne hâli varsa görsün! : Uyarılara, öğütlere kulak asmayan insanlar için “ne yaparsa yapsın, beni ilgilendirmiyor” anlamında kullanılır Ne idiği belirsiz : Ne olduğu, niteliği, soyu sopu, nereli olduğu bilinmeyen.”Ne idiği belirsiz bir yığın insan hükümette yer almış. Ne mal olduğunu anlamak : Asıl niteliğini, işe yaramaz oluşunu, kötü niyet beslediğini anlamak.”Onun ne mal olduğunu şimdi anlarız. Ne mene : Ne türlü, nasıl, ne çeşit? Ne od var ne ocak : Aşırı yoksulluğu, geçim darlığını anlatmak için kullanılır Ne oldum delisi olmak : Beklemediği bir duruma yükselip şımarmak, ölçüsüz hareketler yapmak.”Dikkat et, ne oldum delisi olan insanlar gibi olma. Ne olur : “Yalvarırım, rica ederim, lütfen” anlamında kullanılır.”Ne olur beni de götürün köye! Ne olur ne olmaz : Her ihtimale karşı, ne olacağı belli değil.”Şemsiyeni al, ne olur ne olmaz, yağmura yakalanabilirsin. Ne pahasına olursa olsun : Her türlü sıkıntı ve tehlikeyi göze alarak, ne kadar büyük fedakârlık isterse istesin.”Ne pahasına olursa olsun ben bu işi bitireceğim. Nerede akşam orada sabah : “Gece kalacağı bir yeri yok, neresi rast gelirse orada kalıp yatar” anlamında kullanılır Nereden nereye : 1. Uzak, dolaylı bir ilişki ile. 2. Şaşılacak şey, olacak gibi değil!”Nereden nereye, kim derdi ki biz karşılaşacağız! Ne şiş yansın ne kebap : “İki taraf da korunsun, gücendirilmesin, ikisinin de zarar görmeyeceği bir yol bulunsun” anlamında kullanılır Ne tadı var ne tuzu : Hoşa gidecek, zevk alınacak, beğenilecek bir şey değil.”Ne tadı var ne tuzu yaptığım işin. Nevri dönmek : Çok öfkelenmek, sinirlenip kızmak ve bu sebeple rengi değişmek.”Saygısızca konuşmaya başlayınca nevri döndü, öfkeyle elini kaldırdı. Ne yardan geçer ne serden : İstediği şey fedakârlığı gerektirdiği hâlde, fedakârlığa yanaşmayan ama istediğinden de vazgeçmeyen kimseler için kullanılır Ne yer ne yedirir : Kimsenin yararlanmasını istemez, kendi de yararlanmaz Neye uğradığını bilememek : Beklenmedik bir durumla karşılaşıp hiçbir şey yapamamak, şaşırıp kalmak.”Ocak birden alev alınca neye uğradığını bilemedi. Niyet etmek : Bir şeyi yapmayı zihninde tasarlamak, düşünmek.”Ona hediye almaya niyet etmişti. Niyeti bozuk : Kötü bir davranışta bulunması beklenen, kötülük düşündüğü sezilen.”Niyeti bozuk bunların, sakın ilişmeyin. Noktası noktasına : Tastamam, eksiksiz, tamamen, birbiriyle tıpatıp aynı.”Noktası noktasına hatırlıyorum o kavgayı. Not düşmek : Yazılı metnin bulunduğu sayfanın bir köşesine, konuyla ilgili birkaç cümle yazmak Notunu vermek : Kıymetini tespit etmek, ne nitelikte bir kişi olduğu konusunda kanıya varmak.”Hâlâ notunu veremedin mi o adamın? Nuh der peygamber demez : Son derece inatçıdır, düşüncelerini bir türlü değiştirmez, söylediklerinde ve inançlarında direnir Nuh Nebi’den kalma : Çok eski modası geçmiş, köhnemiş (eşya, bina).”Nuh Nebi’den kalma bir koltukta oturuyordu. Numara yapmak : Bir hareketi yalandan yapmak, bir şeyi gerçekmiş gibi söyleyerek karşısındakini aldatmak.”Ona öyle bir numara yapacağım ki şaşkına dönecek. Nur topu : Gürbüz, sağlıklı, çok güzel ve temiz çocuklar için söylenir Nutku tutulmak : Korkudan, üzüntüden, heyecandan konuşamaz olmak.”Katili karşısında görünce nutku tutuldu.

Yapıştırdım ben atin ️️ begini hemen

Hastaları koruyormuş gibi yapıp, aslında onların sağlığa ulaşım haklarını engellemek. Çünkü bu tasarıya göre amel… seafoodplus.info…

Kartu domino togel

Beni tanıyorsunuz.. SABIRLI’yım ben.. Aydoğan San’ın özenle ve büyük emeklerle yetiştirdiği şampiyon İngiliz!..     

Hemen begini ben yapıştırdım ️️ atin

Dış kapının dış mandalı; Çok yakın olmadığı halde konuya dahil olana denir. 

Aynı zamanda çenesinde ben olan kişiler değişikliği ve hareket halinde olmayı da çok severler. 9. Boyun: Buradaki benler kişinin ruh ve psikolojini simgeliyor. Boyunda bulunan benler hayal kırıklıklarının habercisi.

️️ begini hemen atin yapıştırdım ben

Şamar oğlanı : Gelen giden herkesin sinirini ondan çıkardığı kişi 

Space lilly casino online

Baba adam : Ağır başlı, iyi yürekli, olgun, hoşgörülü, yaşlıca adam.”Ne baba adammış meğer, ailesinden değil, komşularından bile kimseyi ihmal etmedi.” Babası tutmak (veya babaları üstünde olmak) : Çok fazla öfkelenmek, kızgınlığı her hâliyle belli olmak.”İş meselesini konuşamadım, çünkü babaları üstündeydi odasına girdiğimde.” Babana rahmet : “Yaptığın iş, söylediğin söz çok yerinde; Allah senden razı olsun” anlamında hoşnutluk, memnunluk bildirmek için kullanılır. Baba ocağı (evi veya yurdu) : Dededen, babadan kalma ev; toprak, yurt.”Borçları yüzünden baba evini satmak zorunda kaldı.” Babasının hayrına (mı?) : Hiçbir çıkar gözetmeksizin.”Babasının hayrına mı yaptı sanıyorsun senin işini?” Bağ bozmak (bağbozumu) Bağrına basmak : 1. Kucaklamak, kolları ile sararak göğsüne yaslamak. 2. Birini gözetip kayırmak, koruyup yetiştirmek.”Amcası, yeğenini bağrına basmakta geçikmedi.” Bağrına taş basmak : Uğradığı zarara, felakate sesini çıkarmadan katlanmak.”Evi yıkılan Hasan bağrına taş basmaktan başka bir yol bulamadı.” Bağrını delmek : İçine işlemek, pek dokunmak, dertli olmasına yol açmak.”Yurdundan kovulması, şairin bağrını deldi.” Bağrı yanık : Çok acı çekmiş; dert, sıkıntı, darlık, kahır görmüş; yaslı.”Nice bağrı yanık insanlar yaşamış bu topraklarda.” Bahse girmek : Görüşünde veya iddiasında haklı çıkacak tarafa bir şey verilmesini kabul eden sözlü anlaşma yapmak.”Erken kalkmak konusunda onunla bahse girdik.” Bahtı kara : Mutsuz, dertten kurtulamayan, işleri hep ters giden.”Allahım, şu bahtı kara kuluna yardım et de düzlüğe çıksın!” Baklayı ağzından çıkarmak : Sabrı tükenip o zamana kadar sakladığı şeyleri söylemek.”Yeter artık, çıkar ağzından şu baklayı!” Bal alacak çiçeği bilmek : Çıkar sağlanacak yeri veya şeyi bulmak, bu konuda nasıl hareket edileceğini bilmek.”Onun bal alacak çiçeği bilmede üstüne yoktur.” Baldırı çıplak : İşsiz güçsüz, serseri, başı boş, ayak takımından.”Sokaklar baldırı çıplaklardan geçilmiyor.” Bal dök (de) yala Balgam atmak : Bir iş ya da konu üzerinde kuşku uyandıracak söz söylemek.”Lütfen sus, ortaya bir balgam atıp da insanı huzursuz etme.” Bal gibi : 1. Çok tatlı. 2. Çok iyi, adamakıllı, pekâlâ.”Bal gibi iş, daha ne duruyorsun?” Balık etinde : Ne şişman, ne zayıf; biçimli, kilosu yerinde olan. Balık istifi : Çok sıkışık bir durumda.”Otobüs, balık istifi gibi yerleşmiş insanları zor taşıyordu.” Balık kavağa çıkınca : Gerçekleşmesi mümkün olmayacak işleri anlatmak için kullanılır.”O kız, o çocukla ancak balık kavağa çıkınca evlenir.” Balon uçurmak : İlgililerin ne diyeceklerini anlamak veya insanların telâşlanmalarını sağlamak amacıyla aslı olmayan bir haber yaymak.”Askerliğin kısalmasıyla ilgili bir balon uçurdu, buna sonra kendisi de inanmaya başladı.” Balta olmak : Musallat olmak, asılmak, direnerek bir şey istemek, istediğini yaptırmak için sürekli ısrar etmek.”İnsanın başına balta olan kişileri sevmek mümkün değil.” Baltayı taşa vurmak : Bilmeyerek karşısındakini kıracak söz söylemek, pot kırmak.”Baltayı taşa vurunca öyle utandı ki sormayın gitsin.” Bam teline basmak : Bir kimseyi, duyarlılık gösterdiği konuda kızdıracak söz söylemek, öfkelendirecek bir şey yapmak.”Bir insanı delirtmek mi istiyorsun? Onun bam teline basacaksın.” Bana mısın dememek : Aldırış etmemek, ona hiçbir şey etkili olmamak.”Sırtına o kadar yük vurdular, adam yine de bana mısın demedi.” Barut fıçısı : Her an karışıklık, kavga ve savaşın çıkacağı yer.”Nereden çıktığı belli olmayan bir ses, meydanı bir anda barut fıçısına döndürdü.” Barut kesilmek : Çok öfkelenmek, kızmak, sinirlenmek.”Elektriği bağlanmayan adam barut kesilmiş, etrafa bağırıp duruyordu.” Basıp gitmek : Aklına koyduğu şeyi yapmak amacıyla, o an bulunduğu yerden kimseye danışmadan ayrılmak.”Öyle her aklına estiğinde basıp gidemezsin buradan.” Basireti bağlanmak : Gerçeği göremez, iyi düşünüp kavrayamaz bir duruma düşmek.”Öylece kalakaldım, ne yapacağımı bilemiyorum, basiretim bağlandı âdeta.” Baskın çıkmak : Üstünlüğünü göstermek, karşısındakini geçmek.”Koşuda değil, ancak güreşte baskın çıkarım ona.” Bastığı yeri bilmemek : 1. Çok fazla sevinmek. 2. Dengesiz hareketlerde bulunmak, durumunu kontrol edememek, şaşkınlıktan nerede olduğunu bilememek.”Eşinin ölümünden sonra bastığı yeri bilmez bir adam oldu.” Baston (kazık) yutmuş gibi : Dimdik duran, yürüyen kimsenin durumu.”Baston yutmuş gibi ortalıkta dolaşıp da asabımı bozma!” Başa baş (gelmek) : Birbirine denk, eşit olmak; birlikte olmak.”Takımlar başa baş bir mücadele verdiler.” Başa çıkarmak : 1. Bir işi bitirmek, sona erdirmek, başarmak. 2. Bir kişiye aşırı ölçüde ilgi gösterip çok şımartmak.”Ona biraz daha yüz verirsen başına çıkacak, söylediğini yapmayacak.” Başa çıkmak : Gücünün üstünlüğünü kanıtlamak, bir şeye gücü yetmek.”Onunla başa çıkabilirim, merak etme sen.” Başa geçmek : 1. En üstün yeri almak. 2. Herhangi bir konu önemce ilk sırayı almak.”Ülkede ekonomik yolsuzluklar başa geçti.” Başa gelmek : Kötü bir duruma uğramak.”Kim demiş başa gelen çekilir diye?” Başa güreşmek : 1. Yağlı güreşte başpehlivanlık için güreşmek. 2. En üstün sonucu almak için mücadele etmek, yarışmada birinciliği almak için uğraşmak.”Takımımız öteden beri başa güreşir.” Baş ağrısı : Varlığı tedirginlik verici şey, rahatsız edici kimse.”Sen ne baş ağrısı bir adammışsın meğer!” Baş ağrıtmak : Yerli yersiz konuşarak, gereksiz sözler söyleyerek, çok konuşarak birisini rahatsız etmek.”Baş ağrıtmakta üstüne yoktur senin.” Başa (başına) kakmak : Yapılan iyiliği yüzüne vurarak birisini üzmek, incitmek.”Üç kuruş verdi, üç gün geçmeden başına kaktı.” Baş alamamak : Çok uğraştıran bir konudan kurtulup da vakit ve fırsat bulamamak.”Şu çocuklarla uğraşmaktan baş alamıyorum ki sana geleyim.” Baş aşağı gitmek : Sürekli kötüleşmek, zarar görmek.”Baş aşağı giden işlerinin önünü alamadı bir türlü.” Baş başa kalmak : Biriyle yalnız kalmak, iki kişi bir arada yalnız kalmak.”Misafirler gittikten sonra baş başa kaldılar.” Baş başa (kafa kafaya) vermek : Birbirinin düşüncesinden yararlanmak üzere birkaç kişi toplanıp bir konuyu görüşmek, bir konuda dertleşmek.”Bu sorunu ancak baş başa vermekle çözebiliriz.” Baş belâsı : Sürekli rahatsız eden, yük olan, bir kimseye musallat olup sıkıntı veren ve uzaklaştırılamayan kişi ya da şey.”Şu baş belâsı adamı uzaklaştırırsanız sevindirirsiniz beni.” Baş çekmek : Ön ayak olmak, öncülük etmek.”Hayatı boyunca baş çeken bir adam olarak yaşadı.” Baş edememek : Gücü yetmemek, başarı kazanamamak, bir işi başarmakta zorluk çekmek.”Şu uysal insanlarla baş edemezsen kiminle edeceksin!” Baş eğmek : Direnmekte vazgeçip güçlünün buyruğuna girmek, teslim olmak.”Türk milletine baş eğdiremezsin.” Baş göstermek : Ortaya çıkmak, belirmek, vuku bulmak.”Milletimiz baş gösteren bu yeni fikri kısa zamanda benimseyecektir.” Baş göz etmek : Evlendirmek.”Şu kızı da bir baş göz edersem gözüm arkada kalmayacak.” Başı ağrımak : Bir işten dolayı sorumlu duruma düşmek, kaygu çekmek.”Sana güveniyorum, başımı ağrıtmayacağına eminim, haydi güle güle git.” Başı altından çıkmak : Kötü bir şey, kötü bir durum, birinin gizli düzeni ve tertibiyle meydana gelmek.”Böyle şeyler bilirim ki senin başının altından çıkar, şimdi bana doğruyu söyle, kim kırdı vazoyu.” Başı bağlı olmak : 1. Evli ya da nişanlı olmak. 2. Serbest, özgür olmayan, bir yere bağımlı olan.”Nihayet oğlanın da başını bağladık.” Başı boş bırakmak : Bir kimsenin üzerindeki denetimi ve gözetimi kaldırmak, kendi bildiğine bırakmak.”Çocuk dediğin başı boş bırakılmaya gelmez.” Başı darda kalmak (başı dara düşmek) : Çok sıkıntılı, çaresiz bir durumda olmak; parasızlıktan dolayı güç bir durumda kalmak.”Başı darda kalan insanlara yardım etmek insanlık borcudur.” Başı derde girmek : Can sıkıcı, üzücü, istemediği bir duruma düşmek.”Şu kendini bilmez adamla başım derde girsin istemiyorum.” Başı dik gezmek : Utanılacak bir durumu olmadan, onurlu şekilde toplumda yer almak.”Başı dik gezen insanları sevmemek elde değil.” Başı dönmek : 1. Bir şey karşısında şaşırmak. 2. Sıkıntı meydana getiren bir durum karşısında bunalmak. 3. Dengesini yitirmek, gözleri kararmak; çevresi kararıyor, dönüyor, kayıyor duygusu içinde sarsılmak.”Çabuk durdur arabayı, başım dönmeye başladı.” Başı göğe ermek : Beklenmeyen, umulmayan bir mutluluğa, sevince ulaşmak.”Üç kuruş zam yapıldı diye maaşına, başı göğe erdi sanıyor; bilmiyor ki enflasyon bir ay sonra alacak o zammı elinden.” Başı kalabalık (olmak) : Bir iş dolayısıyla yanında çok fazla kişi olmak.”Kusura bakma, başım kalabalıktı bugün, seni arayamadım.” Başına belâyı satın almak : Sıkıntı, üzüntü ve tedirginlik verici olduğunu sonradan anladığı bir işe kendi isteği ile girmiş bulunmak.”Nereden girdim bu inşaat işine, durup dururken başıma belâyı satın aldım.” Başına bir hâl gelmek : Büyük, içinden çıkılması zor güçlüklerle karşılaşmak; kötü duruma düşmek.”Gece gitme, başına bir hâl gelir diye korkuyorum.” Başına buyruk : Dilediğini izin almaksızın yapan, istediği gibi davranan.”Sizin çocuk da amma başına buyruk bir çocuk olmuş.” Başına çalmak : Bir şeyi sert, öfkeli ve kızgın bir davranış içinde vermek.”Al da başına çal bu sapı kırık küreği.” Başına çorap örmek : Bir kimseye, haberi olmadan, kötü duruma sokucu davranışta bulunmak, alt etmek için gizlice plân kurmak.”Onun başına bir çorap örecekler diye korkuyorum.” Başına çökmek : 1. İştahla sofraya oturmak. 2. Bir işi çabuk bitirmek üzere oturup ele almak. 3. Birini altına alıp dövmek.”Birkaç kişi utanmadan zavallı adamın başına çöktüler.” Başına devlet kuşu konmak : Ummadığı, beklemediği bir nimete ya da varlığa kavuşmak.”Nasıl aldı bu köşkü? Başına devlet kuşu mu kondu dersin?” Başına dolamak : İçinden çıkılması zor bir işi birine musallat etmek.”Bu işi benim başıma dolayanlar, dilerim hiçbir zaman onmazlar!” Başına iş açmak : Uğraştırıcı ve üzücü bir işin çıkmasına yol açmak.”Bırak o bıçağı elinden, hiç yoktan başına iş açacaksın.” Başında kavak yeli esmek : 1. Sorumluluk duygusundan uzak, zevk ve eğlence peşinde koşmak (genç için). 2. Gerçekleşmeyecek şeyler düşünerek vakit geçirmek.”Bu çocuk da büyümedi bir türlü, hâlâ başında kavak yelleri esiyor.” Başından atmak : 1. Gereksiz görülen bir bağlılığa, bir ilişkiye son vermemek; bir istekte bulunan kişiyi yanından uzaklaştırmak. 2. Yapılması zor bir işi yapmaktan kendini kurtarmak ya da o işi bir başkasına yüklemek.”Kısa zamanda o işi başından atmasını becerdi.” Başından aşağı kaynar sular dökülmek : Çok kötü, üzücü, sıkıntı verici ya da utandırıcı bir olay karşısında vücudunu ter basmak, ürpermek.”Babasını karşısında görünce başından aşağı kaynar sular döküldü.” Başından büyük işlere girişmek (veya kalkışmak) : Gücünün üstünde olan işleri yapmaya kalkışmak.”Çekil lütfen, başından büyük işlere kalkışıp da kendini rezil etme bari.” Başından korkmak : Hayatından kaygı duymak, cezalandırılmaktan korkmak.”Düşman topraklarına girince başından korkmaya başladı.” Başını ağrıtmak : 1. Gereksiz sözlerle birini bunaltmak. 2. Bir iş için birini uğraştırmak, sıkmak.”Yeter artık, bu iş için başımı ağrıtıp durma.” Başını alıp gitmek : Nereye gideceğini bildirmeden, izin almadan gitmek.”İçine düştüğü sıkıntıdan kurtulamayan adam başını alıp gitti.” Başını bağlamak : Evlendirmek.”Askerliği biten Ali`nin başını bağlamayı düşünen annesi kolları hemen sıvadı.” Başını belâya sokmak : Bir kimseyi, zarar göreceği, kötü sonuçlarla karşılaşacağı bir işe sokmak.”Oğlanın da başını belâya sokacaklar diye ödüm kopuyor.” Başını bir yere bağlamak : Bir işe yerleştirmek, işsizlikten kurtarmak.”Çok geçmeden oğlunun da başını bir yere bağlamayı becerdi.” Başını boş bırakmak : Denetimsiz, yalnız ve serbest bırakmak.”Bu çocuğun başını boş bırakma, yoksa başı belâya girecek.” Başını derde sokmak : Sıkıcı, yorucu, üzücü bir işe girmek veya getirilmek.”Tanımadığı adamlarla işe girişince başını derde soktu.” Başını dinlemek : Sessiz, sakin bir ortama çekilmek; kalabalıktan ve gürültüden uzaklaşmak.”Emekli olur olmaz başımı dinleyecek bir köşe arayacağım” Başını ezmek : Birini hareket edemez, kötülük yapamaz ya da başını kaldırıp bir işi göremez duruma getirmek.”Zalimlerin başını ezecek adamlara bugün ne kadar ihtiyaç var!” Başını kaşımaya (kaşıyacak) vakti olmamak : Çok meşgul olmak, başka bir işi yapmaya hiç vakti olmamak.”Bana yükleme o işi, çünkü başımı kaşıyacak vaktim yok.” Başının çaresine bakmak : Kimsenin yardımı olmadan kendi işini kendi yapmak, kendini zor durumdan kurtarmak.”Benden sana fayda yok, başının çaresine baksan iyi olacak.” Başının derdine düşmek : Başka bir şeyle ilgilenemeyecek kadar sıkıntılı, üzücü ve tehlikeli bir duruma çare bulmaya çalışmak.”Adamın bize aldıracağı yok, baksana başının derdine düşmüş.” Başının etini yemek : Sürekli olarak, bıktırıncaya kadar, ısrarla birinden bir şey istemek; bu sebeple onu rahatsız edip üzmek.”Tamam kızım, alacağız o oyuncağı, yeter başımın etini yediğin!” Başını taştan taşa vurmak : Fırsatı kaçırdığı için çok pişman olmak, çaresiz kalarak kahırlanmak.”Zamanında eve gidip hasta çocuğu doktora götürmediği için başını taştan taşa vuruyordu.” Başını vermek : Bir ideal uğrunda kendini feda etmek, canını vermek.”Yiğitler başını vermesiydi bu ülke düşmanlardan kurtulur muydu?” Başını yemek : Bir kimsenin büyük zarar görmesine ya da ölmesine yol açmak.”Ruhsuz herifler adamın başını yemek için yarışa giriştiler.” Başı sıkışmak (sıkılmak) : Herhangi bir güçlük karşısında kalmak, bunalmak.”Onun görevi, başı sıkışan insanlara yardım etmektir.” Başı tutmak : 1. Önde olmak. 2. Gürültüden, üzüntüden ve çok konuşmadan başı ağrımak.”Kesin artık şu dedikoduyu, yoksa başım tutacak!” Baş koymak : Bir şey uğruna ölümü göze almak.”Çekil önümden ben bu yola baş koydum.” Baş köşe : Saygı duyulan, önder sayılan büyüklerin oturması için ayrılan yer.”Baş köşeye oturmak onun her zaman hakkıdır.” Baş sallamak : 1. Anlasa da anlamasa da karşısındakinin her sözünü uygun bulur görünmek.”Her şeye baş sallayan insanlardan hiç hoşlanmam.” Baş tacı etmek : Değer vermek, çok üstün tutmak, çok sevmek.”Babalarını baş tacı ettiler, toz kondurmuyorlar adama.” Baştan aşağı : Tamamiyle, hepsi, bütünüyle.”Evi baştan aşağı boyadılar.” Baştan kara gitmek : Sonunu düşünmeyerek, hatta sonucun kötü olduğunu bildiği hâlde hesapsız, batarcasına bir yol tutmak; felâkete doğru gitmek.”Bu baştan kara gittiğin hayata artık bir son vermelisin.” Baştan savma : Üstün körü, özen gösterilmeden, gelişi güzel.”Yaptığın işin tamamen baştan savma olduğu ne kadar açık.” Baş üstünde yeri var : “Sevgi, ilgi ve saygı ile karşılanıp ağırlanır.” anlamında kullanılır.”Durmasın gelsin, baş üstünde yeri var.” Baş vermek : 1. İnandığı bir şey uğrunda ölmek, canını vermek. 2. Belirmek, kimi bitkilerin başak tutmaya başlaması.”Ektiğimiz buğdaylar baş vermeye başladı.” Baş vurmak : 1. Müracaat etmek, bir işin yapılmasını bir kimse veya kuruluştan istemek. 2. Bilgi edinmek üzere bir kaynağa bakmak, bir kimseye danışmak.”Vakit geçirmeden ansiklopediye bakalım da öğrenelim.” Baş yemek : 1. Sofrada en önemli yemek. 2. Birinin ölümüne sebep olmak. 3. Birinin herhangi bir işte güç durumda kalmasına yol açmak.”Adamın başını sebepsiz yere yediler, şimdi çoluk çocuk aç kalacak.” Battı balık yan gider : “İşlerin kötü gittiğine, düzelmeyeceğine, bu konuda da umut kalmadığına göre artık istenildiği gibi davranılabilir, ne olursa olsun” anlamında kullanılır.”Aldırma, üzülme artık, battı balık yan gider.” Bayrak açmak : 1. Bir dava yolunda toplanmaya çağırmak. 2. Gönüllü asker toplamaya girişmek.”Düşmana karşı yurdun dört bir yanında bayrak açan yurtseverler sonunda amaçlarına ulaştılar.” Bayram etmek : Çok sevinmek.”Oyuncakları görünce çocuklar bayram etti.” Belâ aramak : Kavga çıkararak, önüne gelene çatarak ya da başka sebeplerle kendisi için tehlikeli bir durum oluşmasına yol açmak.”Bırak sövmeyi, belâ mı arıyorsun başına?” Belâsını bulmak : Kendi yol açtığı tehlikeli bir durumun içine düşmek, hak ettiği cezayı görmek.”Adam nihayet belâsını buldu.” Belâyı satın almak : Kendi davranışları yüzünden tehlikeyi üstüne çekmek.”Köylülerle biraz daha uğraşırsak belâyı satın alacağız, haydi gidelim buradan.” Bel bağlamak : Güvenmek, birisinin kendisine yardım edeceğine inanmak, inanıp arkasından gitmek.”İnsanoğluna bel bağlanılmaz.” Beli bükülmek : 1. Yaşlılık yüzünden güçsüz kalmak, bir iş yapamaz duruma gelmek. 2. Üzüntü ve kederden ruhsal bir çöküntüye düşmek.”İflas eden şu genç adamın bir yılda beli büküldü.” Belini doğrultmak : Kötüye giden durumunu yeniden düzeltmek, güçlenmek, kaybettiği itibarını ve ekonomik gücünü yeniden kazanmak.”Adam kısa zamanda belini doğrulttu.” Belini kırmak : 1. Birini bir şey yapamaz duruma getirmek. 2. Bir işin en güç tarafını yapmak.”Tarlanın ortasından şu tümseği de kaldırdık mı işin belini kırmış sayılırız, artık gerisi kolay olacaktır.” Bel vermek : (Dik şeylerin) dışarıya doğru, (yatay şeylerin de) aşağıya doğru kamburlaşmak.”Yeni ördüğümüz duvar bel verdi.” Ben hancı, sen yolcu (oldukça) : “Özel ilişkilerimiz sürüp gittikçe senin bana işin düşer” ya da “Nasıl olsa yine karşılaşacağız” anlamında kullanılır.”Demek şu küçük paketi götürmüyorsun, öyle olsun, ben hancı sen yolcu, bugünün yarını da vardır.” Benlik dâvası : Önde görünmek, her şeyde söz sahibi olmak, her şeyi kendi düşüncesine uydurmak, hep dediğini yaptırmak çabası ve tutkusu.”Benlik dâvası güden insanlar bir yere varamazlar.” Benzi atmak : Bir sebepten ötürü ansızın yüzünün rengi sararmak, solmak.”Askerleri karşısında görünce benzi attı.” Bereket versin : 1. “Allah size bol kazanç versin” anlamında iyi dilek sözü. 2. Çok şükür ki iyi ki (hoşnutluk anlatır).”Bereket versin ki ona bir şey olmamış.” Beş aşağı beş yukarı : Çok az fark olarak, kararlaştırılmak istenen sayıdan, ölçüden bir miktar az veya çok olarak.”Beş aşağı beş yukarı bir kg. çeker bu tavuk.” Bet (i) bereket (i) kalmamak : Bolluğun, verimliliğin kalmaması, sona ermesi.”Yanımıza geldiği günden beri evin beti bereketi kalmadı.” Betine gitmek : Ayıp saymak, kötü karşılamak, kendisine yedirememek.”Senin yaptığın iş adamın çok betine gitti.” Beyin yıkamak : Bir insanı, kendine özgü düşünce ve dünya görüşüne yabancılaştırmak, başka yönlerde düşünür ve davranır duruma getirmek.”Batılılar ülke insanımızın beynini yıkamaya devam ediyorlar.” Beylik söz : Etkisi kalmamış, herkesin kullanageldiği söz.”Bırak artık şu beylik sözleri, kimseyi etkileyemiyorsun.” Beyni bulanmak : 1. Sersemlemek, sağlıklı düşünemez olmak. 2. Kötü bir şey olacağını sezinleyip huzuru kaçmak.”Adamların suratlarını hiç beğenmedim, beynim bulandı, haydi gidelim buradan.” Beyninden vurulmuşa dönmek : Umulmadık, beklenmedik bir olay karşısında şaşkınlığa düşmek, düşünce yeteneğini yitirir gibi olmak.”Adamı karşısında görünce beyninden vurulmuşa döndü.” Beynine girmek : 1. Akla uygun gelmek. 2. Bir kimseyi türlü yollara baş vurarak bir şey yapmaya inandırmak, kandırmak. 3. Ezberlemek, aklında tutmak.”Ne kadar okursam okuyayım beynime girmiyor.” Bıçak kemiğe dayanmak : Çekilen sıkıntı artık katlanamayacak bir hâl almak.”Bıçak kemiğe dayandı, artık bu yerde duramam.” Bıyığı terlemek : Bıyığı yeni yeni çıkmaya başlamak.”Bıyığı terlemiş gençlerin eline bakamam gayri.” Bıyık altından gülmek : Birinin içine düştüğü duruma belli etmeden gülmek, sevindiğini belli etmeyerek onunla eğlenmek, içinden onunla alay etmek.”Ayşe`nin kırdığı pot karşısında bıyık altından gülmeye başladı.” Bildiğini okumak : Kim ne derse desin, istediği gibi davranmak.”Bildiğini okumaya devam edersen, sonunda zarar görmen muhakkak olacak.” Bile bile lâdes : Bile bile aldınmış görünme, öyle gerektiği için kötü bir durumu kabullenme.”Ağaçları kesmesine bile bile lâdes dedim.” Bin dereden su getirmek : Birini kandırmak için dil dökmek, birçok sebep ileri sürmek, aldatıcı sözler sarf etmek.”O evi almamam için bin dereden su getirdiler.” Bindiği dalı kesmek : Kendisi için gerekli ve yararlı olan şeyi kendi eliyle yok etmek.”Geçimini sağladığın o tarlayı sakın satma, yoksa bindiğin dalı kesmiş olursun.” Bir atımlık barutu olmak (veya kalmak) : 1. Bir konuda yapacağı çok az şeyi olmak. 2. Dayanacak pek az gücü kalmak.”Bir atımlık barutu kalmış, hâlâ ben yaparım o işi diyor.” Bir ayağı çukurda olmak : Çok yaşlanmış olmak, yaşayacak çok az zamanı kalmış olmak.”Dedemin bir ayağı çukurda, onu üzmeyin artık.” Bir ayak önce (evvel) : Çok çabuk, bir an önce, ivedi olarak.”Bu iş, bir ayak önce yapılacak bir iştir.” Bir baltaya sap olmak : Belirli bir sanat ya da iş sahibi olmak.”Şu yaşa geldin ama bir baltaya sap olamadın gitti.” Bir bardak suda fırtına koparmak : Çok basit, küçük, önemsiz bir şeyi büyütüp içinden zor çıkılır bir olay hâline getirmek.”Bir bardak suda fırtına koparmayı bırak artık, mendilini yaktıysa evi de yakmadı ya!” Birbirine düşmek : Aralarında anlaşmazlık çıkıp birbirlerine kötü bakmaya başlamak.”Çocukların kavgası yüzünden birbirlerine düştüler.” Birbirine girmek : 1. Aralarında çıkan anlaşmazlık kavgaya dönüşmek, çarpışmak, saldırmak. 2. Bir kaza sonucu araçların birbirine çarpması.”Su yüzünden sokak sakinleri birbirine girdi.” Bir çuval inciri berbat etmek : İyi olan, yolunda giden bir durumu yanlış davranışlarla bozmak, olumsuz bir gidişe sokmak.”Eline çekici alır almaz çiviye vurdu, çivi tahtayı yarıp geçti, bir çuval inciri berbat ettiğini o zaman anladı.” Bir dalda durmamak : Sık sık düşünce, iş ya da tutum değiştirmek.”Bir dalda dursaydı başına bu iş gelmeyecekti.” Bir damla : 1. Çok az, pek az (sıvı şeyler için söylenir). 2. Çok küçük (çocuklar için söylenir).”Bir damla su kaldı, ne yapacağız su gelmezse.” Bir dediği iki olmamak : Her istediği hemen yapılmak, yerine getirilmek.”O, bir dediği iki olsun istemiyordu.” Bir deri bir kemik kalmak : Çok zayıflamak, kilo kaybına uğramak.”Zavallı çocuk, bu illete yakalanalı beri bir deri bir kemik kaldı.” Bir dikili ağacı olmamak : Malı, mülkü veya evi olmamak.”Şu dünyada bir dikili ağacımız olmayacak bu gidişle.” Bire bin katmak : Olduğundan çok göstermek, abartmak.”Bire bin katarak anlatmaya bayılır.” Bire bir gelmek : Etkisini hemen ve kesin olarak göstermek.”Verdiğin ilaç diş ağrıma bire bir geldi.” Bir eli yağda, bir eli balda (olmak) : Bolluk, varlık, rahat ve huzur içinde olmak.”Bir eli yağda, bir eli balda, daha ne istiyor ki?” Bir elle verdiğini öbür elle almak : Bir kimseye yaptığı iyiliği, yararı, başka bir yola baş vurarak sağladığı çıkarla ödetmek.”Bir eliyle verip öbür eliyle aldığını çok zaman sonra anladım.” Bir gömlek aşağı : Bir derece daha düşük.”Sizin ürettiğiniz fındık, bizimkinden bir gömlek daha aşağıdadır.” Bir hâl olmak : 1. Bir şeyi çok yapa yapa usanmak, yorulmak, fenalık gelmek, bezmek. 2. Daha önce görülmeyen davranışlar içinde olmak, huyu değişmek. 3. Kazaya uğramış olmak.”Gecikti, başına bir hâl mi geldi acaba?” Bir hoşluğu olmak : Rahatsız, neşesiz olmak.”O şiddetli kazayı görünce bir hoş oldum.” Bir kalemde : Birden ve toptan, bir işlem ile.”Bir kalemde öde de kapat şu hesabı.” Bir kapıya çıkmak : Aynı sonuca varmak, aynı neticeyi vermek.”Ha sen söylemişsin ha ben, bir kapıya çıkmaz mı?” Bir kaşık suda boğmak : Bir kişiye çok fazla kızmak, elinden gelse öldürecek ölçüde sinirlenmek.”Şu yalancı herifi her söz söyleyişinde bir kaşık suda boğasım geliyor!” Bir kıyamettir gitmek (kopmak) : Çok fazla gürültü, patırtı, telâş olmak.”Alevler bacayı sarınca bir kıyamettir koptu sokakta.” Bir Köroğlu bir Ayvaz : Bir karı kocanın çocuğunun olmaması yahut yakınlarının yanlarında bulunmaması.”Bir Köroğlu bir Ayvaz olmasak bu maaşın bize yeteceği yok.” Bir kulağından girip öbür kulağından çıkmak : Söylenen söze önem vermemek, kulak asmamak, umursamamak.”Söylediğim söz bir kulağından girip öbür kulağından çıkarsa anlamazsın elbet!” Bir pula satmak : Bir kimseyi bir çıkar uğruna harcamak.”Parayı görünce adam bizi bir pula satıverdi.” Bir sözünü iki etmemek : Birinin her istediğini hemen yerine getirmek.”Ah benim tatlı çocuğum, bir sözümü iki etmez, hemen yapıverir.” Bir şeye benzememek : İşe yarar durumda olmamak, istenilen biçimde bulunmamak.”Bu kadar emekten sonra bari bir şeye benzemiş olsaydı şu kapı.” Bir taşla iki kuş vurmak : Bir davranışla iki veya birden çok yararlı sonuç elde etmek, bir girişimle iki iş yapmak.”Anladım amacını, bir taşla iki kuş vurmak.” Bir tutmak : Eşit görmek, eşit saymak, farklı muamelede bulunmamak.”Öğretmen, sınıftaki öğrencilerin hepsini bir tutmalıdır.” Bir yastığa baş koymak : Evli bulunmak, acı ve tatlı günlerde birbirini desteklemiş olmak.”Biz kırk yıl bir yastığa baş koyduk, nasıl unuturum onu?” Bir yastıkta kocamak : Karı ve koca birlikte uzun bir ömür sürmek.”Bir yastıkta kocarsınız inşaallah.” Bir yaşına daha girmek : Şaşılacak bir durumla, yeni bir şeyle karşılaşmak.”Aman yarabbim, onu o kılıkta görünce bir yaşıma daha girdim.” Bit yeniği : Kuşkulu bir nokta, işin gizli kalmış, kötü ve aksak yönü.”Bir bit yeniği var gibime geliyor bu işte, haydi hayırlısı.” Bize de mi lolo! : “Senin ne mal olduğunu biliyoruz, bize yutturamazsın ya; seni yeterince tanıyoruz, herkesi aldatabilirsin ama bizi asla” anlamında kullanılır. Boğaz boğaza gelmek : Zorlu bir kavgaya tutuşmak, ya da kavga edecek hâle gelmek.”Senin o dilin yüzünden adamla boğaz boğaza geldik.” Boğaz derdi : 1. Yemek pişirme, hazırlama sıkıntıları. 2. Geçim için uğraşma, kazanç sağlama kaygısı.”Boğaz derdi, bence dertlerin en büyüğüdür.” Boğaz kavgası : Yaşamak için, geçinebilmek için yapılan didinme, uğraş.”Hemen bütün insanlar boğaz kavgasının içinde kaybolmuş durumdalar.” Boğazı kurumak : Çok susamak, çok konuşmaktan ve bağırmaktan ötürü sesi çıkmaz olmak.”Boğazım kurudu, bir şeyler içelim de öyle gidelim.” Boğazına dizilmek : Bir üzüntüden dolayı iştahı kesilmek, isteksiz ve zorla yemek.”Annemin o hasta hâli gözümün önüne geldikçe lokmalar boğazıma diziliyor.” Boğuntuya getirmek : Birini bunaltıp şaşırtma yolu ile kendisinden bir iş veya mal karşılığı olarak çok miktarda para çekmek. Bohçasını koltuğuna vermek : İşine son vermek, kovmak, başından defetmek.”Hiç sebepsiz yere bohçasını koltuğuna verip fabrikadan uzaklaştırdılar onu.” Bol keseden : Ölçüsüz, çok fazla, bol bol.”Bol keseden atıp tutmaya bayılır bizim çocuk.” Borç harç : Borç alarak ya da benzer yollara başvurarak (bir şeyi sağlamak).”Borç harç nihayet yaptırdık evin çatısını.” Borusunu çalmak : Çıkar sağladığı kimsenin davasını gütmek.”O, yıllardan beri Tophane kabadayılarının borusunu çalar.” Borusu ötmek : Sözü geçer olmak, dinlenilir olmak.”Bizim sokakta Hasan amcanın borusu öter.” Bostan korkuluğu : 1. Kuşları ve diğer yabani hayvanları ürkütmek için tarlalara dikilen kukla, insan benzeri nesne. 2. Kendisinden beklenileni yapmayan, ya da kendisinden çekinilmeyen, göstermelik kimse.”Müdür tam bir bostan korkuluğu, memurlar ne iş yapıyor ne güç.” Boşa çıkmak : Umulan gerçekleşmemek, sonuç vermemek, elde edilememek.”Bütün emeklerimiz boşa çıktı desenize.” Boş atıp dolu tutmak : Umutsuz olarak girişilen bir iş, iyi sonuç vermek; doğruluğuna inanmadan söylediği söz gerçek çıkmak.”Hayatımızın boş atıp dolu tutmak diye bir ilkesi olamaz.” Boş bulunmak : 1. Dalgın ve dikkatsiz bulunmak. 2. Söylenmemesi gereken, sakıncalı bir sözü, işin sonunu düşünmeden söyleyivermek.”Boş bulunup da sakın söz verme, biliyorsun onlara gitmemiz mümkün değil.” Boş gezenin boş kalfası : İşsiz güçsüz, aylak, boş gezip dolaşan kimse.”Adam boş gezenin boş kalfası, bir de işsizlikten yakınıyor.” Boş vermek : Önem vermemek, aldırmamak, ilgisiz davranmak.”Boş ver, bu hayat böyle gelmiş, böyle gider.” Boy atmak : Boyu uzamak, gelişmek, boylanmak.”Çok çabuk boy attı sizin çocuk; maşallah, delikanlı gibi olmuş.” Boy göstermek : 1. Görünmek, belirmek. 2. Gösteriş yapmak.”Onun gelip gitmesinin ardından olaylar boy gösterdi.” Boy ölçüşmek : Yarışmak, değer yarışına girmek.”Benimle boy ölçüşecek adam daha anasından doğmadı.” Boynu bükük : Yardım bekleyen; acınacak, kimsesiz, güçsüz, öksüz durumda olan.”Nerede bir boynu bükük görsem içim yanar.” Boynu eğri : Herhangi bir nedenle, kendisini bir kimsenin dediklerini yapmaya borçlu sayan.”O adamdan borç para aldığı için boynu eğri, bu yüzden yaptığı kötülüklere ses çıkaramıyor.” Boynu kıldan ince olmak : Adaletli yargı karşısında verilecek her cezaya razı olmak.”Gerçek adaletin karşısında boynum kıldan incedir.” Boynunun borcu : Yapılması gerekli olan ödev.”Seni sevindirmek boynumun borcu oldu artık.” Boynunu vurmak : Başını keserek öldürmek.”Boynunun vurulmasına ramak kala hakkındaki hükmün kaldırıldığını öğrendi ve yer gök onun oldu sanki” Boyunduruk altına girmek : Başkasının egemenliği altına girmek, tutsak olmak, emir ve baskı altında yaşamak.”Türk milleti için boyunduruk altına girmek, ölüm demektir.” Boyunun ölçüsünü almak : 1. İddia üzerine giriştiği bir işi başaramayıp yetersizliğini anlamak. 2. Biri tarafından haddi bildirilmek. 3. Beklediği yakınlığı görememek.”Boynunun ölçüsünü aldı, böyle bir işe bir daha giremez.” Bozuk çalmak : Bir şey yüzünden canı sıkılmış, yüzü asılmış olmak, sinirli davranışlarda bulunmak.”Biraz hasta oldu diye sağa sola bozuk çalıp duruyor.” Bozuk düzen : 1. Düzensiz, düzeni bozuk olan. 2. Toplumun yönetiminde uygulanan yanlış kurallar dizgesi.”Bu bozuk düzenden hangi görüş ve anlayış biçimi kurtaracak milleti, onu öğrenmeye çalışıyorum.” Bozum etmek : Bir kimseyi bekmediği bir davranış karşısında bırakarak utandırmak, mahçup etmek.”Adamı bozum etmeye bayılır bu ihtiyar, ona karşı dikkatli ol.” Bozum olmak : Bir sözü ya da davranışı iyi karşılanmadığı için utanmak, utanacak duruma düşmek.”Onun düşüncesinin hiç de doğru olmadığını söylediğim zaman amma da bozum oldu kadın.” Bozuntuya vermemek : Hataya düştüğünü anladığında veya hoşlanmadığı bir durumla karşılaştığında farketmemiş gibi davranmak, oralı olmamak.”Hiç bozuntuya vermeden misafirlere hoş geldin demeye devam etti.” Bulanık suda balık avlamak : Karışık durumlardan yararlanarak kendi çıkarını sağlamak.”Bulanık suda balık avlamayı kural hâline getirmiş.” Buldukça bunamak : Bulduğundan daha çoğunu isteyip şükretmemek, daha iyisini istemek.”Buldukça bunuyorsun, milletin aç sefil gezdiğini görmez misin sen?” Buluttan nem kapmak : Çok alıngan olmak, en küçük şeylerden bile alınmak.”Seninle konuşmak imkânsız, buluttan nem kapıyorsun çünkü.” Bunda bir iş var : “Bir olayın şimdilik bilinmeyen bir yönünün bulunması, anlaşılamayan bir sebebin aranması” durumunu anlatmak için kullanılır.”Polis, bunda bir iş var diyerek olayın üzerine tekrar gitti.” Bundan iyisi can sağlığı Bu ne perhiz, bu ne lâhana turşusu : Bir ilke benimsediği hâlde, benimsediği bu ilkenin tersine davranışlarda bulunanlar için söylenir. Burnu bile kanamamak : Tehlikeli bir durumdan yara bere almadan kurtulmak.”On takla atan arabadan, burnu bile kanamadan çıktı, şaşılacak şey doğrusu.” Burnu büyümek : Kibirlenmek, böbürlenmek, büyüklenmek.”Adam milletvekili seçilir seçilmez bizimle konuşmaz oldu, burnu büyüdü birden.” Burnu havada (olmak) : Kendini çok beğenmiş, kibirli (olmak).”Burnu havada gezenlerden hiç hoşlanmam.” Burnu Kaf dağında (olmak) : Çok fazla kibirli, herkese yukarıdan bakar (olmak).”İyi ki bir araba aldı, burnu Kaf dağında bir adam olup çıktı.” Burnundan (fitil fitil) gelmek : Hoş bir durum, elde ettiği güzel bir şey, sonra gelen üzüntüler üzerine kendisine zehir olmak.”Yediğimiz yemeği burnumuzdan getirmek mi istiyorsun? Sus artık!” Burnundan düşen bin parça (olmak) : Suratı çok asık (olmak).”Ne olmuş bir cam kırılmışsa, iki gündür burnundan düşen bin parça.” Burnundan kıl aldırmamak : Oldukça huysuz olmak, kendisine hiç söz söyletmemek, kendisinin eleştirilmesine fırsat tanımamak, en küçük yergiye tahammül göstermemek.”Amma da burnundan kıl aldırmaz bir adammışsın; söylesene, nasıl konuşacağız seninle?” Burnundan solumak : İşi başından aşkın olduğu için gözü hiçbir şey görmemek, çok öfkelenmiş olmak.”Adam burnundan soluyor, sakın üstüne gitme, yoksa konuştuğuna pişman olursun.” Burnunu çekmek : 1. Nefesini kullanarak sümüğünü burnunun yukarısına, geri çekmek. 2. Yoksun kalmak, umduğunu bulamamak, istediğini elde edememek, gayesine ulaşamamak.”Müdürün yanına alınmayınca burnunu çekip gitti.” Burnunun dikine gitmek : Kendisine verilen öğütlere kulak asmayıp kendi bildiği gibi davranmak, istediğini yapmak.”Burnunun dikine gidersen, işte böyle eline yüzüne bulaştırırsın işi.” Burnunun direği sızlamak : 1. Çok acı duymak (maddî). 2. Çok üzülmek.”Soğuktan burnumun direği sızladı.” Burnunun ucunu görmemek : 1. İleriyi görememek, meydana geleceği açık olanı görememek. 2. Çok sarhoş olmak. 3. Çok dikkatsiz ve dalgın olmak.”Sen ki burnunun ucunu göremeyen bir adamsın, seninle nasıl iş yapabilirim ben.” Burnunu sokmak : Üzerine vazife olmadığı, gerekmediği hâlde her işe karışmak.”Sen de her işe burnunu sokmaktan geri durmazsın!” Burnu sürtülmek : Ilımlı bir yol seçip gururundan vazgeçmek, sıkıntı çektikten sonra daha önce beğenmediği bir durumu kabul etmek.”Onun da burnunun sürtülmesine az kaldı, kısa zamanda dikbaşlılığı bırakacak.” Burun buruna gelmek : 1. Ansızın karşılaşmak, karşı karşıya gelmek. 2. Birbirine çok yaklaşmak, birine çok sokulmak.”Kapıdan çıkar çıkmaz öğretmenimle burun buruna geldim.” Burun kıvırmak : Önem ve değer vermemek, küçümsemek, beğenmemek.”Önüne konan yemeklere burun kıvırıp sofradan kalktı.” Buyur etmek : Misafiri karşılayarak içeri almak, “buyurun” diyerek saygı ile yer göstermek ya da sofraya çağırmak.”Misafirleri büyük bir şevkle buyur etti.” Buyurun cenaze namazına : Hiç beklemedik kötü bir durum karşısında şaka yollu üzüntü belirtmek için “ne yazık ki” anlamında kullanılır.”Şunun yaptığına bakın, buyurun cenaze namazına!” Buz kesilmek : 1. Çok üşümek, donmak. 2. Buz gibi soğumak, buz durumuna gelmek. 3. Endişe, korku ve üzüntü veren bir durum karşısında donakalmak.”Öldürdüğünü sandığı adamı karşısında görünce buz kesildi.” Buzlar çözülmek : 1. Buzların erimeye ve kırılmaya, su hâline gelmeye başlaması. 2. Kişiler arasındaki dargınlığın, soğukluğun, kırgınlığın ve gerginliğin ortadan kalkmaya başlaması.”İki kardeşin arasındaki buzlar çözülmeye başlayınca aileye neşe geldi.” Buz tutmak : Üstünde buz meydana gelmek, buzla kaplanmak.”Göl buz tuttu.” Buz üstüne yazı yazmak : 1. Birine etkisi olmayan sözler söylemek. 2. Etkisi ve süresi çok kısa olan bir iş yapmak.”Evet çocuklar, beni buz üstüne yazı yazan bir adam konumuna getirmeyin!” Büyük oynamak : 1. Büyük bir tehlikeyi göze alarak bir işe girişmek. 2. Çok fazla para koyarak kumar oynamak.”Büyük oynadım, ya kaybedeceğim, ya da kazanacağım.” Büyük (söz) söylemek : Başkasının düştüğü kötü duruma düşmeyeceğini söyleyerek övünmek.”Ne demiş atalarımız, büyük lokma ye, büyük söz söyleme.” Büyük sözüme tövbe! : Bir konuda kesin konuşulduğunda ya da bir başkasının düştüğü kötü dur ama düşmeme iddiasında bulunulduğunda Cenab-ı Allah`tan böyle bir duruma düşürmemesini dileme.”Ne ettim de o sözü söyledim, büyük sözüme tövbe!” Büyüklük göstermek : Elinde her imkân varken kötülük yapmamak, affetmek, iyi davranmak.”İstese büyüklük göstermeyip onu buraya bir daha sokmazdı, erkek adammış.” Büyümüş de küçülmüş : Davranışları, konuşması yaşının üstünde olan, büyükler gibi hareketler yapan çocuk.”Aman yarabbim, şunun söylediği sözlere bakın hele, büyümüş de küçülmüş sanki!”

Hemen begini atin ben yapıştırdım ️️

  • Amatic (Book of Aztec, Lovely Lady, Book of Fortune);
  • Yggdrasil (MultiFly!, HippoPop, Cazino Cosmos);
  • NetEnt (Space Wars, Dead or Alive 2 Feature Buy, Divine Fortune);
  • Play’n Go (Book of Dead, Legacy of Dead, Rich Wilde and the Tome of Madness);
  • Thunderkick (Midas Golden Touch, Big Fin Bay, Beat the Beast: Griffin’s Gold);
  • Microgaming (The Finer Reels of Life, Immortal Romance, Book of Oz);
  • Red Tiger (Gonzo’s Quest Megaways, What the Fox MegaWays, Wild Hot Chilli Reels);
  • Spinomenal (Majestic King, Book of Guardians, 4 Horsemen);
  • Boongo (Sun of Egypt 2, Book of Sun: Multichance, Hit the Gold!).

Hemen begini atin ben yapıştırdım ️️

Nefesi Kesilmek Deyiminin Anlamı

Bu yazımızda sizlere Nefesi Kesilmek deyiminin anlamını açıklıyor ve örnek cümle içinde kullanımını gösteriyoruz.

➡Anlamı ve Cümleiçinde kullanımı ise şu şekilde;

➡Nefesi Kesilmekdeyiminin anlamı:Güç soluk alacak duruma gelmek veya soluğu büsbütün durmak.

➡Nefesi Kesilmekdeyiminin örnek cümle içinde kullanımları:

»Bir yumrukta nefesini kesti adamın.

➡Deyim Nedir :Duygu, düşünce ve durumları birkaç kelimeyle ifade eden kalıplaşmış özlü sözlere deyim denir

Deyimler, hem yazılarımıza hem de konuşmalarımıza derinlik katar

DEYİMLERİN ÖZELLİKLERİ

»En az iki sözcükten oluşur.

»Deyimler ilk anlamının dışında kullanılır.

»Kalıplaşmış sözlerdir. Herhangi bir değişikliğe uğramazlar.

»Kısa ve özlü sözlerdir.

»Genellikle mecaz anlam taşırlar

»Bir durumu yada olayı az sözle etkili bir biçimde belirtir.

»Atalarımızdan kalma sözlerdir.

Tüm Deyimlerin Anlamı ve Cümle İçinde Kullanımları İçin Tıklayınız

Bu Deyimle İlgili Yorumlarınızı ve Cümlelerinizi Aşağıdan Hemen Yazabilirsiniz.

Nefesi Kesilmek ne demek Nedir, ne demek, anlamı,manası,cümle içinde kullanımı, türkçe, sözlük, hakkında detaylı bilgi,deyimin anlamı,deyimin açıklaması,deyimin manası, eş anlamlısı, türkçe sözlük,Türk Dil Kurumu (TDK) sözlüğü, tdk en güncel deyimler

Nefesi Kesilmek deyimi nedir, Nefesi Kesilmek deyiminin anlamı, Nefesi Kesilmek deyiminin manası, Nefesi Kesilmek deyiminin örnekli ve açıklamalı anlamı

nest...

batman iftar saati 2021 viranşehir kaç kilometre seferberlik ne demek namaz nasıl kılınır ve hangi dualar okunur özel jimer anlamlı bayram mesajı maxoak 50.000 mah powerbank cin tırnağı nedir