peygamberimizin yalan ile ilgili hikayeleri / Yalan ve hırsızlık hikayesi

Peygamberimizin Yalan Ile Ilgili Hikayeleri

peygamberimizin yalan ile ilgili hikayeleri

Sual: Yalan söylemenin dinimizdeki yeri nedir?
CEVAP
Yalan söylemek büyük günahtır. Bir âyet-i kerime meali şöyledir:
(Yalan söyleyenler, iftira edenler, ancak Allahü teâlânın âyetlerine inanmayanlardır. İşte onlar, yalancıların ta kendileridir.) [Nahl ]

Yalan, günahların en çirkini, ayıpların en fenası, kalbleri karartan bütün kötülüklerin başıdır. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:
(Yalan, nifak kapılarından biridir.) [İbni Adiy]

(Mümin, her hataya düşebilir, ama hainlik yapamaz ve yalan söyleyemez.) [Bezzar]

(Doğru olun, doğruluk iyiliğe, iyilik ise, Cennete çeker. Yalandan sakının, yalan fücura, fücur ise Cehenneme götürür.) [Buhari]

(Sözle çıkarılan fitne, kılıçla çıkarılan fitne gibidir. Yalan söylemek, iftira etmek ile çıkarılan fitne, kılıçla çıkarılan fitneden de kötüdür.) [İbni Mace]

(Pazarcıların çoğu facirdir! Çok yemin ederek günaha girerler ve yalan söyleyerek alışveriş yaparlar.) [Hakim]

(Aldatan Cehennemdedir.) [Taberani]

(Yalan yere yemin büyük günahtır.) [Buharî]

(Danışana, yalan söyleyen kimse, ona hıyanet etmiş olur.) [İbni Cerir]

(En büyük günah, yalan yere yemin etmektir.) [Buharî]

Peygamber efendimiz, yalan söyleyenin ağzının bir taraftan kulağına kadar demir çengelle yırtılacağını, diğer tarafa geçildiğinde, önceki yırtılan tarafın iyi olacağını, sonra iyi olan tarafın tekrar yırtılarak bu şekilde Kıyamete kadar, kabrinde azabın devam edeceğini bildirmiştir. (Buharî)

Bir genç, Peygamber efendimize, üç büyük günaha yakalandığını bildirdi. Bunlardan biri yalandı. Peygamber efendimiz, (Yalanı benim için terk et!) buyurdu. Genç, peki diyerek gitti. Bir günahı işleyeceği zaman, (Eğer bu günahı yaparsam, Resulullah sorduğunda, evet dersem suçum meydana çıkar. Hayır dersem, yalan söylemiş, verdiğim sözü tutmamış olurum) diye düşündü. Diğer iki günahı da bıraktı. (Şir'a)

Büyükler buyuruyor ki:
Oğlum, yalandan sakın, o serçe eti gibi tatlıdır. Ondan az kimse kurtulur. (Lokman Hakim)

Allah indinde en büyük hata, yalan konuşmaktır. (Hazret-i Ali)

Yalancı ile cimri Cehenneme girer, ama hangisi daha derine atılır, bilmem. (Şabi)

Doğru ile yalan, biri diğerini çıkarıncaya kadar kalbde boğuşur. (Malik bin Dinar)

İçi dışına, sözü işine uymamak, nifaktandır. Nifakın temeli ise yalandır. (Hasan-ı Basrî)

Eshab-ı kiram indinde yalandan daha kötü bir şey yoktu, çünkü onlar, yalanla imanın bir arada bulunamayacağını bilirlerdi. (Hazret-i Âişe)

Sual: Birini üzmemek, kalbini kırmamak için mesela, başka şehirde oturan annem sağlığımı sorduğunda, hasta olsam bile "çok iyiyim" diyorum. Hasta olduğumu söylersem üzülüp vesvese yapıyor. İyiyim dersem caiz midir?
CEVAP
Caizdir, günah değildir.

Sual: Biri yiyecek bir şey ikram edip de sorarsa (veya sormadan), hiç beğenmediğimiz halde "çok güzeldi, ellerinize sağlık" demek caiz mi?
CEVAP
Caizdir.

Sual: Aynı konuşma o kişinin gıyabında geçerse, mesela, ev sahibinden ayrıldıktan sonra biri "yemek nasıldı, beğendin mi diye" sorarsa, beğenmesek de "evet, güzeldi" demek caiz mi?
CEVAP
Caizdir.

Sual: Fransa’da yüksek tahsil yapıyorum. Özellikle namazımı kılabilmek için bazen okulda yalan söylemek zorunda kalıyorum. Bu yalan caiz mi?
CEVAP
Fransa gibi İslamiyet ile idare edilmeyen yerlerde, kendimize zararı gelecekse idarecilere yalan söylemek caiz olur. Namaz kıldın ve okula geç kaldın, nerede idin denince, doğru söylersek bir zarar gelme durumu varsa yalan söyleyebiliriz, bu dinimizin emridir. Hatta mecbur kalınca küfrü gerektirici söz bile söylenir, önemli olan kendimize zarar gelmemelidir.

Müşrikler, Hazret-i Ammar’a, babasına ve annesine [Sümeyye Hatuna] işkence edip, sıcak kum içine gömerler ve üzerinde et pişecek kadar sıcak taşları gövdelerine dizerlerdi. Sonra "Lat ve Uzza putu, Muhammed’in dininden iyi de" derlerdi. Demeyince de işkenceyi artırırlardı. Bir keresinde Resul-i Ekrem, (Sabredin ey Yaser ehli! Size vaat edilen yer Cennettir) buyurdu. Yaserlerin müşriklerden gördüğü işkence, dillere destan olmuştur. İşkenceye uğramadığı günleri yoktu. Bir gün Hazret-i Sümeyye’yi iki devenin arkasına bağlamışlar işkence ediyorlardı. Nihayet Ebu Cehlin kamçılarına dayanamayıp şehit oldu. Hazret-i Yaser’i de şiddetli işkence ile öldürdüler. İslam’da ilk şehit olan bunlardır. Hazret-i Ammar, kâfirlerin zorlamaları üzerine dediklerini diliyle söyledi. Resul-i Ekrem efendimize, Ammar kâfir oldu dediler. Buyurdu ki:
(Hayır o kâfir olmaz. Baştan ayağa kadar iman ile doludur.) [İbni Mace]

(Allahü teâlâ imanı Ammar’ın tepeden tırnağa bütün vücuduna sindirtmiştir. İman onun et ve kanına karışmıştır. O hak neredeyse orada yer alır. Onun vücudundan herhangi bir şey yemesi Cehenneme yakışmaz.) [İbni Asakir]

(Ammar bin Yaser, iki durumla karşılaştığında mutlaka en doğru olanını tercih eder.) [İbni Mace]

Hazret-i Ammarı serbest bıraktılar. Resulullah efendimiz, mübarek eliyle gözünün yaşını silip teselli buyurdu. Bu hadise üzerine, Nahl suresinin (Allah’a küfredenlere şiddetli azap vardır. Ancak kalbine iman yerleşmiş olduğu halde [küfre] zorlanıp, sadece diliyle söyleyenler müstesna) mealindeki âyeti nazil oldu. Resulullah efendimiz de Hazret-i Ammar’a (Müşrikler eziyet ederse, yine böyle söyle) buyurdu.

Sual: Tariz ve kinayeli konuşmada mahzur var mıdır?
CEVAP
Tariz ve kinayeli ifade kullanmakta mahzur yoktur. Tariz, delalet yolu ile, bir sözü bir manayı karşısındakine anlatmaktır. Mesela karşıdaki kimse cimri ise, ona (Sen cimrisin) demeyip (cimrilik çirkin bir şeydir) demek böyledir.

Kinaye, maksadı, kapalı bir şekilde dolaylı olarak anlatmaktır. Mesela, (Falancanın kapısı herkese açıktır) denince bu kimsenin misafirperver olduğu anlaşılır. Peygamber efendimiz ihtiyar bir kadına, (ihtiyar kadın Cennete girmez) buyurunca kadın üzüldü. Bunun üzerine, (Sen o gün ihtiyar olmazsın) buyurdu. Yani Cennetteki bütün kadınların genç olacağını bildirdi.

İnsanın yalan söylemek zorunda olduğu zaman tariz ve kinaye yollu ifade kullanmasında mahzur yoktur. Mesela bir kimseyi evden arasalar, o kimsenin de acil işi olduğu için gitmek istemese, oğluna, (Ekseriya babam falanca kütüphaneye gider) demesini söylese, günah olmaz. Yahut babası bahçede ise, (Babam evde yok) demesinde mahzur yoktur. Fakat sebepsiz böyle yapması uygun olmaz. Mesela, elindeki güzel bir kalemi görüp, (Bu kalemi sana falanca âlim mi verdi?) diye soranlara, o âlim kalemi vermediği halde, (Allah o âlimden razı olsun) demek uygun olmaz. Çünkü böyle demekle kalemi âlimin verdiğine işaret edilmektedir.

Sual: "Yüzünü gören Cennetlik" veya "Yüzünü gören hacı oluyor" deniyor. Böyle söylemekte mahzur var mıdır?
CEVAP
Her ikisini de söylemek caiz olmaz. Çünkü bunları söylemek yalan olur. Bir kimseyi görmekle hacı veya Cennetlik olunmaz. Peygamber aleyhisselamı bile gören kimsenin imanı yok ise Cennetlik olamaz. Şaka olarak veya mecaz olarak da böyle şeyleri söylememelidir!

Sual: Ticaretle uğraşıyorum. Bazen yemin ediyor, yalan söylüyorum. Ne yapmamı tavsiye edersiniz?
CEVAP
Her müslüman, kendisine yapılmasını istemediği bir şeyi, kâfirlere de yapmamalıdır!

Satılan malı, aşırı övmemelidir! Çünkü, hem yalan söylemiş, hem aldatmış, hem de zulmetmiş olur. Hatta, doğru olarak da, müşterinin bildiği şeyi söylememelidir! Çünkü, bu da faydasız söz olur. Kıyamette her sözden sual olunacaktır.

Yemin ile satmaya gelince, yalan yere yemin etmek haramdır. Yani büyük günahtır. Doğru yemin ederse, az bir şey için Allahü teâlânın ismini söylemek saygısızlık olur. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:
(Alışveriş yaparken, vallahi böyledir, billahi öyle değildir diye yemin eden kimseye ve “bugün git, yarın gel” diyerek sözünde durmayan sanatkâra yazıklar olsun!) [Deylemi]

(Malını yemin ederek beğendirmeye çalışan kimseye kıyamette merhamet edilmez.) [İ. Gazali]

Sual: Yalan yere yemin ederek başkasının hakkını almak günah değil midir?
CEVAP
Yalan yere yapılan yemine, yemin-i gamus denir. Günaha, Cehenneme sokucu yemin demektir. Peygamber efendimize, (Yemin-i gamus)un ne olduğu sorulunca, (Yalan yere yemin ederek müslümanın malını almaktır) buyurdu. (Buhari)

Yalan yere yemin ederek birinin malını almak, büyük günahlardandır. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:
(Bir müslümanın malını, haksız olarak almak için yalan yere yemin eden, Hak teâlânın gazabına uğrar.) [Buhari]

(Birinin malını almak için yalan yere yemin eden, Allahü teâlânın huzuruna cüzzamlı bir facir olarak çıkar.) [İbni Mace]
[Facir; fitneci, fesatçı, günahkâr kimsedir.]

(Yalan yere yemin etmek, evleri harap eder.) [Beyheki]

(Yalan yere yemin eden, Cehenneme gidecektir.) [Hakim]

(Yalan yere yemin, malın yok olmasına sebep olur.) [Bezzar]

(Yalan yere yemin ederek, bir müslümanın malını alana, Cennet haram, Cehennem vacip olur.) [Hakim]

Yalan yere yemin ederek, başkasının malını alan kimse, pişman olursa aldığı malı sahibine, sahibi ölmüşse, vârislerine vermelidir! Vârisleri de yoksa, fakirlere vermelidir! Malını aldığı kimselerle helalleşmeli, onlara dua etmelidir.

Yalanın caiz olduğu yerler
Sual:
Yalan hangi hallerde caizdir?
CEVAP
Yalan söylemek haramdır, çok büyük günahtır. Ölmemek için leş yemek caiz olduğu gibi, ölümden kurtulmak için yalan söylemek de caizdir. (Hadika)

Hazret-i Sevban
buyurdu ki:(Her yalan günahtır. Ancak bir Müslümana faydası dokunan veya bir Müslümanın zararını kaldıran yalan bundan hariçtir.)

Yalanın caiz olduğu yerlerden bazıları şunlardır:

1- Savaşta: Hazret-i Ali otururken düşmanın biri, aniden karşısına kılıçla çıkıp, (Şimdi seni benim elimden kim kurtarabilir?) der. Hazret-i Ali de, parmağı ile adamın arkasını gösterip (Peki dövüşelim; fakat iki kişiyle mi?) der. Düşman, arkamdaki kim diye bakınca, Hazret-i Ali, kılıcını çekip, düşmanını zararsız hâle getirir. Düşman, oturan insana yaptığı kendi hilesini görmeden (Bana hile yaptın?) der. Hazret-i Ali de, (Ama asıl sen beni gafil avlayacaktın ya) der ve şu hadis-i şerifi bildirir:
(Harb hiledir.) [İbni Sünni, İbni Lal]

2- İki Müslümanı barıştırmak için:
Üç günden sonra dargın durmak günahtır. Dargın olan iki Müslümanı barıştırmak için aralarını bulucu yalan söylemek caizdir. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:
(İki kişinin arasını bulmak, nafile namaz, oruç ve sadakadan daha faziletlidir.) [Tirmizi]

(İki kişinin arasını düzeltmek ve hayırlı iş için söylenen söz, yalan sayılmaz.) [Müslim]

(İki Müslümanı barıştırmak için, birbirlerine iyi söz getirmek yalan sayılmaz.) [İbni Lal]

Peygamber efendimiz gülümsediği zaman, Hazret-i Ömer sebebini sual edince, buyurdu ki:
(Ümmetimden iki kişi, Allahü teâlânın huzuruna çıktı. Biri dedi ki:
-Ya Rabbi, bu adamdan hakkımı al!
Allahü teâlâ buyurur:
- Bu adamın hakkını ver!
-Ya Rabbi, bir iyiliğim kalmadı ki nasıl vereyim?

Allahü teâlâ hak sahibine buyurur:
- Bu adamın iyiliği kalmadı. Ne yapacaksın?
- Günahlarımı alsın!

Bu arada Peygamber efendimiz ağlayarak (O gün öyle dehşetli bir gündür ki, o gün başkalarının günahlarını yüklenmek şöyle dursun insan kendi günahının yükünü çekemez.)
Allahü teâlâ, hak sahibine buyurur:
- Başını kaldırıp Cennetin şu muhteşem köşklerine bak!

Hak sahibi baktıktan sonra der ki:
- Evet görüyorum. Bu muhteşem köşkler, hangi şehit, hangi sıddık veya hangi peygamberindir?
- İşte o gördüğün göz kamaştırıcı köşkler, bedellerini ödeyenler içindir.

-Ya Rabbi bunların bedellerini kim ödeyebilir?
- Sen ödeyebilirsin.

- Nasıl ödeyebilirim, neyim var ki?
- Hakkını bu kardeşine bağışlamakla bu köşke sahip olursun.
- Bağışladım ya Rabbi.

Allahü teâlâ buyurur ki:
- Haydi kardeşinin elinden tutup Cennete girin!
Peygamber efendimiz devamla buyurdu ki:
(Allah’tan korkun ve aralarınızı düzeltmeye çalışın! Zira Allahü teâlâ, kıyamet gününde sizin aralarınızı düzeltir.) [Harâiti]

3- İki Müslümanın aralarının açılmasını önlemek için:
Araları bozulmak üzere olan iki Müslümanın aralarının açılmasını önlemek için yalan söylemek caiz olur. İyiliğe vesile olan yalan, fitneye sebep olan doğrudan makbuldür.

4- Eşi ile iyi geçinmek için:
Eşler birbirini idare etmek için yalan söyleyebilir. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:
(Eşini idare etmek için yalan söylemek caizdir.) [İbni Lal]

(Eşler birbirini idare etmek için yalan söylerse günah olmaz.) [Müslim]

İbni Erkam hazretleri, Hazret-i Ömer’e, (Eşim beni sevmiyor. Sevmediğini de yüzüme karşı söyledi. Böyle bir eş ile yaşamak istemem) dedi. Hazret-i Ömer, kadına (Niçin kocanızın yüzüne karşı öyle söylediniz) buyurdu. (Yalan söylememek için. Yoksa burada yalana izin var mıdır?) dedi. Hazret-i Ömer, (Elbette burada yalan söylemeye izin vardır. Bir kadın, kocasını sevmese de, onu üzmemek için, yalan söylerse günah olmaz) buyurdu.

5- Zalimden, bir Müslümanın bulunduğu yeri gizlemek için.

6- Müslümanın malını zalimlerden korumak için.

7- Müslümanı memnun etmek için:

Bir arkadaş beğenip bir kravat alsa veya bir elbise diktirse, bu bizim hoşumuza gitmese de, bu elbise size çok yakışmış demek caiz olan yalana girer. Bir Müslümanı sevindirmek için bir bahane aramalıdır. Bir hadis-i şerif meali şöyledir:
(Farzdan sonra Allahü teâlânın en çok sevdiği iş, bir mümini sevindirmektir.) [Taberani]

Genel olarak kadınlar, süse düşkündür, giyimlerine dikkat ederler. Aldığı bir elbise için, (Bu elbise, sana ne kadar da güzel yakışmış?) demek, yalan olmaz. Çünkü dinimiz, hanımla iyi geçinmek için yalan söylemeyi caiz görmüştür. Hele haklı bir takdiri esirgemek ahmaklıktır.

8- Müslümanın günahını, sırrını ve aybını gizlemek için:
Müslüman gencin biri, iftiraya uğrar. Sonunda idama mahkum olur. İnfaz saatini beklerken, kendisine iftira edenlere, bu arada hükümdara ağzına gelen sözleri sarf eder, sövüp sayar. Bu acı acı bağırmalar, bir müddet devam eder. Hükümdar, saraydan bu feryatları duyar. Fakat ara uzak olduğu için ne söylediğini anlayamaz.

İki vezirinin yanına giden hükümdar, bu gencin neler söylediğini sorar. Birinci vezir, “Hükümdarım bu genç, (Allah, affedenleri aziz eder) hadis-i şerifini söylüyor, "Affedenlerin yeri Cennet" diyor. Sizden af talebinde bulunuyordu” der. Bu söz, hükümdarın hoşuna gider. (Bu genci affettim, serbest bırakın) der. İkinci vezir, hemen atılır: “Haşmetli hükümdarımız, bu veziriniz, zat-ı âlinize karşı, yalan söylüyor. Genç, af istemiyor, size sövüp sayıyordu” der. Hükümdar der ki: (Bre vezir, sen yersiz doğru söylemekle, iki kişinin ölümüne sebep olmak istiyorsun. Şu vezirin yalanı ise bir canı kurtarmıştır. Unutma ki, iş bitiren yalan, fitneye sebep olan doğrudan iyidir.)

Hükümdar, yersiz doğru söyleyen veziri azleder, yerinde yalan söyleyerek bir suçsuzu idamdan kurtaran veziri de kendisine sadrazam yapar.

9 - Fakire ikram için:
Biz satıcı olsak, fakir biri de gelip beğendiği bir malı almak istese, fakat pahalı gelse, biz o malı on liraya almışsak, fakire, biz bu malı beşe aldık, bir lira kâr ile size altıya satabiliriz desek bu caizdir, günah olmaz.

10 - Haklı iken, karşısındakine sen haklısın demek:
Eşin biri diğerine sen haklısın derse geçim olur. İkisi de ben haklıyım derse geçim olmaz. İkisi de sen haklısın derse, o zaman o evde ilahi aşk başlar. Hadis-i şerifde buyuruldu ki:
(Allah rızası için affedeni, Allahü teâlâ yükseltir.) [Müslim]

Daha bunun gibi şeylerde yalan söylemek caizdir. Mesela içki içen veya başka bir günah işleyen kimseye sen günah mı işliyorsun diye sorduklarında, kötü örnek olmamak için, hayır günah işlemedim diyebilir. Bir hadis-i şerif meali şöyledir:
(Kötü şeyler yapan, bunları gizlemeye çalışsın!) [Hakim]

Büyükler yalan söylemek gerekince, sözün manasını değiştirerek, doğru söylemeyi tercih etmişlerdir. Mesela Muaz ibni Cebel hazretleri, vazifesinden dönünce, hanımı (Bu kadar çalıştın, zekat topladın, bize ne getirdin?) dedi. O da, (Beni gözeten vardı, bir şey getiremedim) dedi. O, gözetenden Allahü teâlâyı kastetti. Hanımı ise, Hazret-i Ömer’in onu kontrol eden birini gönderdiğini sandı. Hanımı, Hazret-i Ömer’in evine gidip, kızarak, (Muaz, Resulullahın ve Ebu Bekr-i Sıddık’ın yanında emin idi. Siz niçin onun peşine adam takıyorsunuz?) dedi. Hazret-i Ömer, Hazret-i Muaz’dan işin aslını öğrenince, hanımına bir miktar hediye gönderdi.

Kuyruklu yalan uyduranlar
Sual: Yalanın caiz olduğu yerler var. Adam, bunu ruhsat bilerek, ne kuyruklu yalanlar savuruyor. Ana babasına ve diğer büyüklere karşı akıl almaz yalanlar uyduruyor. Bazen de yalanı meydana çıkınca şaka yaptım diyor. Yalan dinimizde büyük günah değil midir?
CEVAP
Yalan Kur’an-ı kerimde de, hadis-i şeriflerde de büyük günah olarak bildirilmektedir. Bir âyet-i kerime meali şöyledir:
(Allah’ın âyetlerine inanmayanlar, ancak yalan uydurur.) [Nahl ]

Görüldüğü gibi yalan söylemek imana zıttır. Dört hadis-i şerif meali şöyledir:
(Yalan, imana aykırıdır.) [Beyheki]

(Yalan, münafıklık alametidir.) [Buhari]

(Şu üç şeyden biri bulunan kimse, namaz kılsa da, oruç tutsa da münafıktır: Yalan söylemek, sözünde durmamak, emanete hıyanetlik.) [Buhari, Ebu Davud]

(Müminde her huy olabilir. Ama, hain olmaz ve yalan söylemez.) [İbni Ebi Şeybe, Bezzar]

Yalanın zararları ile ilgili birkaç hadis-i şerif meali de şöyledir:
(Yalan, Cehennem kapılarından bir kapıdır.) [Hatib]

(Yalandan sakının! Çünkü yalan günaha, günah da Cehenneme sürükler.) [Buhari]

(Yalan rızkı azaltır.) [İsfehani, Ebuşşeyh]

(Müslüman müslümanın kardeşidir. Ona hıyanet ve yalan söylemez.) [Tirmizi]

Güldürmek için, şakadan da olsa yalan söylemek de caiz değildir. Bir hadis-i şerif meali:
(İnsanları güldürmek için yalan söyleyenlere, yazıklar olsun!) [Ebu Davud]

Hazret-i Abdullah bin Âmiranlatır:
Ben küçükken, Resul-i Ekrem evimize gelmişti. Oynamaya giderken, annem bana, (Abdullah gel, sana bir şey vereceğim) dedi. Resul-i Ekrem, (Ona ne vereceksin?) buyurdu. Annem de (Hurma vereceğim) dedi. Bunun üzerine Peygamber efendimiz buyurdu ki:
(Eğer bir şey vermeyip aldatmak için söyleseydin, yalan günahı yazılırdı.) [Şir'a]

Yalan olmaz
Sual: Bir şeyi 15 liraya alan kimse, 10 lira ile 5 lira verdiğini düşünerek, 10 lira verdim dese, yalan söylemiş olur mu?
CEVAP
Hayır, yalan söylemiş olmaz; çünkü 10 lira verdiği yalan değildir. Diğer verdiği 5 lirayı söylememiş oluyor, yalan olmuyor. Yine bunun gibi, 15 hurma yemiş olan birine kaç hurma yedin diye sorsalar, o da 10 tane hurma yedim dese, yalan söylemiş olmaz; sadece yediği 5 taneyi söylememiş olur. (F. Hindiyye)

Bunun gibi, biz satıcı olsak, bir fakir de gelip beğendiği bir malı almak istese; fakat pahalı gelse, biz o malı 10 liraya aldığımız halde, (Bu mala 5 lira verdik, size 6 liraya satabiliriz) desek caiz olur, günah olmaz.

Yine bunun gibi sebeplerle, kölenin efendisine, babanın oğluna veya oğlunun babasına yaptığı şahitlikler geçerli olmaz. Mesela baba, bir kimseye 10 sopa vursa, o kimse de babaya 5 sopa vursa, oğluna yemin ettirseler, o da, (Vallahi bu adamın babama 5 sopa vurduğunu gördüm) dese doğru söylemiş olur, yalan olmaz. Söylediği doğru; fakat gizledikleri de vardır. Başka şeyleri gizlemesi, ayrı bir konudur. Babasının vurduğu sopa, büyük ve kalın olabilir. Adamın sopası ince olabilir. Bunlar sorulmazsa, şahit söylemezse yalan olmaz.

Sualde de böyle bir incelik var. Bir 5 lira, bir de 10 lira vermiştir. Birini söylemeyip, verdiği 10 lirayı söylemesi yalan değildir.

Yalan yere yemin edilmez
Sual:
Dinimizde, (Zaruretler haramları mubah kılar) kuralı olduğu hâlde, S. Ebediyye’de, (Zaruret olsa da, yalan yere yemin etmek caiz olmaz. Tariz, yani iki manalı kelime söyleyip yemin edilir) deniyor. Zaruretler haramları niye mubah kılmıyor?
CEVAP
Tariz söyleyerek bu işten kurtulma imkânı varken yalan yere yemin etmek caiz olmaz. Tariz yani iki manaya gelen kelimeyle söylemek caiz olur. Mesela, bir kimsenin babasını eşkıyalar götürmeye gelseler, babası bahçede veya komşuda ise, (Vallahi babam evde yok. O, genelde falanca kütüphaneye gider) derse, yalan söylememiş olur. Böylece eşkıyalardan kurtulmuş olur.

Güzel yalan, çirkin doğru
Sual: Helal olan yalanla, haram olan doğru nedir? Güzel yalana ve çirkin doğruya bir örnek verir misiniz?
CEVAP
Yalan söylemek haramdır, ama savaşta düşmana karşı helâl, hatta yerine göre farz olur. Müminleri zarardan kurtarmak için, dini korumak, İslamiyet’in bir emrini yerine getirmek için olursa sevabdır. Fitneye sebep olan doğru ise günahtır. (Fitne çıkaran doğru söz, günahtır) ve (Fitneye mani olan yalan, fitneye sebep olan doğrudan iyidir) denmiştir.

Yalan söylemek
Sual:
Patron, sekreterine, (Kim ararsa arasın, patron burada yok dersin, yoksa işine son veririm) diye talimat verse, sekreterin yalan söylemesinin günahı patrona mı ait olur? Değilse ne yapmak gerekir?
CEVAP
Yalan söylemek zorunda olan kimse, tariz ve kinaye yollu ifade kullanmalıdır. Tariz, iki manaya gelen söz demektir. Böyle zor durumlarda, telefonda patronu soranlara, masanın üstüne elini koyup, (Patron burada yok) demeli, patron masanın üstünde olmadığı için yalan söylememiş olur. Patronun da emrini yerine getirmiş olur. Mecbur kalmadıkça böyle işlerde çalışmamalıdır.

Tevazu için yalan söylenmez
Sual:
Bazıları, (Büyük zatlar tevazu göstermek için yalan söyleyebilirler. Mesela, “Benim günahım çoktur” demeleri böyledir. Aslında “Siz çok günahkârsınız” demek isterler) diyorlar. Bu, yanlış değil mi?
CEVAP
Elbette yanlıştır. Büyük zatlar, şaka veya tevazu için de olsa, asla yalan söylemezler. Mevlana Halid-i Bağdadi hazretleri bir beytinde, (Günahlarım çok, dağ gibi, yüzüm kara, katran gibi) diyor. Elbette doğru söylüyor. Ama onların günah dedikleri işleri bizim iyi işlerimizden de kıymetlidir. İmam-ı Rabbanî hazretleri de buyuruyor ki:
İbadetlerini, iyiliklerini kusurlu, bozuk görmeye kavuşan bir kimse, öyle bir hâle gelir ki, sağ omzundaki, iyilikleri yazan meleğin hiçbir şey yazmadığını sanır. Çünkü yazacağı bir iyilik yaptığını görememektedir. Sol omzundaki, kötülükleri yazan meleğin durmadan yazdığını sanır. Çünkü yaptıklarının hepsinin çirkin ve kötü olduğunu görmektedir. Bu hâle kavuşan ârife, herkesin anlayamayacağı ve anlatamayacağı iyilikler ihsan olunur. (2/53)

“Sözünün eri olan mürid şöyledir ki, sol omzundaki melek, yirmi sene içinde, yazacak bir şey bulamaz” buyuruluyor. Bu kusurları çok, pek muhtaç olan [İmam-ı Rabbanî hazretleri] kendimi iyi anlıyorum ki, sağ omzumdaki melek, yirmi seneden beri, yazacak bir iyilik bulamamıştır.Allahü teâlâ biliyor ki, bu sözü gösteriş olarak söylemiyorum. Yine iyi anlıyorum ki, Frenk kâfiri, kendimden kat kat daha iyidir. Hatalarla, kusurlarla çevrilmişim ve günahlarımın altında ezilmişim. Yaptığım ibadetleri, iyilikleri, sol omzumdaki melek yazsa, yeridir. Sol omzumdaki melek, hep yazmaktadır. Sağ omzumdaki ise işsiz, boş durmaktadır. Sağdaki amel defterim bomboştur. Yabancılar, buna ister inansın, ister inanmasınlar. Eğer, bunun içyüzünü anlamış olsalar, inanırlar. (1/)

Şimdi kim, imam-ı Rabbanî hazretleri yalan söylüyor diyebilir ki? (Sağ omzumdaki melek sevab yazmıyor) ifadesi için, yemin de ediyor: (Allahü teâlâ biliyor ki, bu sözü gösteriş olarak söylemiyorum) diyor. Hâşâ, yalan olsaydı, Allah'ı şahit göstermek çok tehlikeli olurdu. Bir hadis-i şerif:
(Yalan yere yemin etmek en büyük günahtır.) [Buharî]

Demek ki, (Büyük zatlar, tevazu için yalan söyler) demek çok çirkindir.

Sual: Küs olan iki Müslümanı barıştırmak, aralarını bulmak için, yalan söylenebilir mi?
Cevap: Yalan söylemek haramdır, günahtır. Yalnız, harpte düşmana ve iki Müslümanı barıştırmak, aralarını bulmak ve zalimden mazlumu kurtarmak için caiz olur.

Yalan yere yemin etmek
Sual: Yalan söylemenin ve yalan yere yemin etmenin günahı, çok mu büyüktür?
Cevap:
Bir gün Resûlullah efendimiz, yanındakilere hitaben;
(Tüccarın, pazarcıların çoğu facirdir!) buyurur. Onlar da sebebini sorunca; (Alışverişleri helal olmaz. Çünkü, çok yemin ederek günaha girerler ve yalan söylerler) buyururlar. Hadîs-i şeriflerde buyuruldu ki:
(Yalan yere yemin ederek, birinin malını alan kimse, kıyamet günü, Allahü teâlâyı gadablı görecektir.)

(İman sahibi, her kabahati yapabilir. Fakat, hıyanet yapamaz ve yalan söyleyemez.)

Peygamber efendimiz yalan söylemeye izin konusunda;
(Yalan üç yerde caiz olur: Harpte ve her zaman, din düşmanlarının zararından korunmak veya Müslümanları korumak için. İkincisi, iki Müslümanı barıştırmak için, birinden diğerine iyi laf getirmek. Üçüncüsü, zevcelerini idare etmek için) buyurmuşlardır.

Zalimden, bir Müslümanın bulunduğu yeri, malını, günahını saklamak, iki Müslümanın arasının açılmasını önlemek, malını korumak, Müslümanın sırrının meydana çıkmaması ve bunlar gibi haramları önlemek için, yalan söylemek caiz olur. Ölmemek için leş yemeye benzer.

Müslüman yalan söylemez

ŞENOL KANTÜRK / TOLGA TEKİN

Rivayete göre, sahabelerden Ebu'd-Derda, Peygamber Efendimiz Hz.

Muhammed'in (s.a.v.) yanına gelir ve şöyle sorar "Ey Allah'ın Resulü! Müslüman içki içebilir mi? Hz. Peygamber (sav) "İçebilir (yanılabilir, günaha girmiş olabilir)" der. "Müslüman hırsızlık yapabilir mi?" diye sorar.

Peygamberimiz (s.a.v.); "Yapabilir" der. "Müslüman zina yapabilir mi?" diye sorar. Efendimiz "Evet yapabilir" buyurur. Bunun üzerine adam sorar "Peki, yalan söyler mi?" der. İşte o anda sırtını dayamış olan Allah Resulu Hz. Muhammed (s.a.v.) Peygamber doğrulur ve hiddetle şu cevabı verir; "Müslüman yalan söylemez.

Yalanı ancak iman etmeyen kimse uydurur" Yalan söylemeyi zina kadar, içki kadar, hırsızlık kadar ağır sayıyor peygamberimiz. Zira yalan, "doğruluk üzerine kurulan" Peygamberlik müessesesinin bütün ilkeleriyle çatışır. Onun için "asla" der. Doğruluk mutlaka kazandırır.

Çünkü doğrunun sahibi ve ortağı Allah'tır.

EMEK HIRSIZLARI

Yalan ve sahtekarlık üzerine dünya kuranların geleceği olamaz.

Bazen kazanıyor görünseler de neticede mutlaka hüsrana uğrarlar.

Emek hırsızlığı yapanların, başkalarının alın terini sömürenlerin yıkıldıklarını ve yıkılacaklarını görürsünüz. İşte hadis-i şerifte yalanın hırsızlık veya zinadan daha kötü gösterilmesi, onların genel formatlarına göre değil, hususi karakterlerine göredir. Bunun manası şudur: Gerçek manada iman büyük günahlar ile bir arada olabilir, fakat yalan ile bir arada olmaz. İşte hadiste, yalanın -bizatihi- hırsızlıktan daha büyük olduğunun vurgulanmasından ziyade, onun küfrün temelini teşkil eden karakterine işaret edilmiştir.

Doğruluk imanın ayrılmaz simgesi olduğu gibi, yalan da küfrün temel esasıdır. Kur'an'ın Allah'ın sözü olduğuna iman eden kimse tam doğru bir hakikati yakaladığı gibi, Kur'an'ın Allah'ın sözü olduğunu inkar eden kimse de hakikatte yalancılığın zirvesine tırmanmış olur.

EN ÖNEMLİ UNVAN

Nitekim, saadet asrında yalan, küfrün simgesi haline gelen Müseyleme-i Kezzab'ın en büyük bir nişanesi olduğu gibi, doğruluk da Ebubekr-i Sıddık'ın en büyük unvanı olmuştur. Bu iki simge şahsiyet, doğruluk ile yalanın arasını yer ile gök kadar birbirinden ayrı olduğunu hayatlarıyla ilan etmişlerdi. İşte söz konusu ettiğimiz hadisin manasını bir de Asr-ı saadet penceresinden bakmakta fayda vardır.

BÜYÜK GÜNAHLAR

Yalan ile zina ve hırsızlık gibi diğer büyük günahlar arasında -iman açısından büyüğü küçülten, küçüğü büyüten- şöyle bir fark vardır.

Hırsızlık ve zina gibi günahları işleyenler genellikle kendi heva ve hevesine uyarak, nefsin zevkine mahkum olarak, hayvani duygularının esiri haline gelerek, kalpteki imanın iletişim hattını geçici olarak servis dışı bırakarak bu günahları işlerler. Bu ise, doğrudan imana zıt bir tutumdan kaynaklanmıyor. Bu açıdan imanla birlikte bu günahlar işlenebilir. Sadece o anda imanın devre dışı kalması söz konusudur.

"Zina eden kimse zina ederken mümin değildir. İçki içen kimse içki içerken mümin değildir" (Buhari, Mezalim 30; Müslim, İman ) manasına gelen hadisi şerifte imanın o andaki devre dışı bırakılmış konumuna işaret edilmiştir.

İMANA YAKIŞMIYOR

Halbuki, yalan söylemekte, nefsin kuvvetli içgüdüsünü tatmin eden, ona lezzet veren, hayvani hislerine zevk aşılayan bir şey söz konusu değildir. Bu sebeple, imanı olan bir kimsenin yalan söylemesi imanına yakışmayan bir davranıştır.

Hadiste yalanın bu yakışıksız karakterine işaret edilmiştir.

Unutmamak gerekir ki, insanların karakterini şekillendiren ahlaki değerlerdir, bu da doğruluk, güvenirlilik gibi soyut kavramlardır.

"Ben ancak güzel ahlakı tamamlamak üzere gönderildim." (bk. Muvatta, Husnü'l Halk, 8; Müsned, 2/) manasına gelen hadiste de bu hakikat vurgulanmıştır.

GÖNÜL ERENLERİ

Karaca Ömer Sultan Türbesi

Karaca Ömer türbesi Uşak'ın Karacaömer köyünde yer almaktadır. Köyün isim kaynağı olarak yerleşimin mezarlık kısmı içersinde bulunan Karaca Ömer türbesinde meftun ulu zat gösterilmektedir.

Ama köyün isim kaynağı olarak gösterilen bu ulu zat; dini kimliğinin yanı sıra, köye yerleşen Cemaat-i Karaca Ömerli yörük boyunun önderiydi. Karaca Ömer Baba; yöredeki Omurca köyü ve Umur baba dağı isimlendirmeleriyle doğrudan bağlantılı olmalıdır. Keza Ömer isimlendirmesi Selçuklu Türklerinin ağız yapısına Umur olarak girmiştir.

Anadolu'nun ilk dönem iskanında gördüğümüz Horasan erenleri hem bir savaşçı(Alp-Eren), hem de bir derviş ve aşiret lideri olarak organize edip "sınır boyu cihadında" görevlendirilmişlerdir

KÖKENİ NEDİR?

Karaca Ömer köyü kadınları gelinlik kıyafetleri içersinde XVI. yüzyılda Kütahya Sancağı'nda Yörük toplulukları içersinde Karaca Ömerli cemaati;

, ve tarihinde yapılan tahrir kayıtlarında Akkeçili ve Kayı taifeleri içersinde kaydedilmiştir. Ama bu iki aşiretten değildirler. Cemaat- i Karaca Ömerli; daha önce ki tarihlerde Dulkadirli Bayadı veya diğer ismiyle Şam Bayadı Türkmenleri içersinde kayda geçip Bayad boyuna bağlı olarak kayda geçmiştir. Bayatlar, bilindiği üzere, tarihimizde manevi şahsiyetler yetiştirmiş bir boydur. Oğuzlar'ın devlet ve din adamı Dede-Korkut Bayatlar'dan olduğu gibi, ünlü şair Fuzuli de bu boya mensup idi.

BİR AYET

"Rabbimiz, bizi hidayete erdirdikten sonra kalplerimizi kaydırma ve katından bize bir rahmet bağışla. Şüphesiz, bağışı en çok olan sensin sen." (Ali İmran 8)

BİR HADİS

Kim yalan konuşmayı ve yalan-dolanla iş yapmayı terketmezse, Allah o kimsenin yemesini, içmesini bırakmasına kıymet vermez." (Buhari, Savm 8, Edeb 51)

BİR ESMA

​ET-TEVVAB: "Tevbeleri kabul edip, günahları bağışlayan."

Peygamber Efendimiz&#;in ticaret ve ticaret ahlakıyla ilgili hadisleri nelerdir?

Değerli kardeşimiz,

İslam dini belli bir kâr oranı getirmemiştir. Kârı belirleyen piyasa şartlarıdır. Bir mal piyasada ne kadar ise üç aşağı beş yukarı bir fiyata satılabilir. Müşteriyi aldatacak kadar fahiş bir fiyatla malı satmak ise caiz değildir.

Rasûlullâh -sallAllahu aleyhi ve sellem- buğday satan bir adama rastladı. Satıcıya:

"Nasıl satıyorsun?" diye sordu.

Adam da kendince anlattı. O esnada Rasûlullâh sallAllahu aleyhi ve selleme:

"Elini onun (buğdayın) içine daldır!” diye vahy (işaret) edildi.

Allah Rasûlü -sallâllâhü aleyhi ve sellem- de elini daldırdı ve buğdayın ıslak olduğunu gördü. Bunun üzerine,

“İnsanların görmesi için ıslak olanı üst tarafına koysaydın ya! Aldatan bizden değildir.”(Müslim, İman, ) buyurdu.

Hadîs-i şerîfte ifade edildiği üzere İslâm iktisâdî sistemi, ticâretin temelini doğruluk ve dürüstlükle ferd ve cemiyete hizmet anlayışı üzerine kurmuştur.

Malın, üreticiden tüketiciye intikâli demek olan ve sermâye kadar gayreti de gerektiren üstelik kâra kadar zarâra da dönüşmek ihtimâli bulunan ticârî faâliyet, malın, fâidesini artırdığı cihetle helâl kılınmış, hattâ teşvîk edilmiştir. Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem-’in mübârek lisânından “Kazancın onda dokuzunun ticârette olduğu”(Münâvî, Feyzü'l-kadir, 3/)husûsunun ifâde edilmiş bulunması düşünülürse, bu teşvîkin derecesi daha kolay anlaşılabilir.

Diğer taraftan İslâm inancının dayandığı beş temel amelî esâsın hac ve zekât gibi en ehemmiyetli iki tanesi, zengin olan mü’mine mahsustur ki, bunlar da aynı zamanda meşrû yoldan zengin olmanın teşviki mâhiyetindedir. Hadîs-i şerîfte ifade buyurulan “Veren el alan elden üstündür.” (Müslim, Zekât, ) şeklinde verici olmaya yönlendiren hüküm de, bu istikamette değerlendirilebilir.

Bununla beraber mal ve serveti elde etmenin en önemli vasıtası olan ticarette,

“Her ümmetin bir fitnesi vardır. Benim ümmetimin fitnesi maldır.” (Tirmîzî, Zühd, 19)

hadîs-i şerîfi akıldan çıkarılmamalıdır.

Zîrâ ticâretteki para kazanma ihtirâsı, nefsin zebûnu olduğu korkunç handikaplardan biridir. Muhteris kimse, bir testiye benzer; karnı dolsa da ağzı kapanmaz. Halbuki bir testiye deryâlar boşaltmaya kalksan, istiâbından fazla ne alabilir? Yine muhteris, bir ocak, soba veya mangal gibidir ki, ona odun ve kömür gibi yakacaklar yığıldıkça, işbâ hâline gelip sönmez; bilakis alev ve harâreti artar. Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem-, muhteris insanı şöyle ifade buyurur:

“Âdemoğlunun iki dere dolusu malı olsa bir üçüncüsünü ister. Âdemoğlunun içini / karnını topraktan başka bir şey dolduramaz.”(Buhârî, Rikâk, 10; Müslim, Zekât, )

Bu düşkünlüğü dolayısıyla insanoğlunun ticarette yaptığı hile ve düzenbazlıkların haddi hesabı yoktur. Bu yüzden nice kavimler batmıştır. Yine de bu dünyâ akıllanmayan nice gaflet yolcularıyla doludur. Sınırsız zenginlikleri dolayısıyla infak, zekat ve muhtelif hayr u hasenat ile fakir, garip, kimsesiz, dul, yetim ve muhtaçları gözetecekleri yerde onların haklarını bir vampir iştahıyla gaspedenler tarih boyu hiç eksik olmamıştır

Dînin mevzûu rûhtur. Bedense, rûha yüktür. Dîn, bedene seâdet ve rahatlık getirmek dâvâsında değildir. Bilâkis rûhu bedene hâkim kılmak dâvâsındadır. Ticaret, bir merhaleden sonra hırslarımıza gem vurmak olmalı ki, haddi aşıp dünyâ ve âhıret bedbahtı olmayalım Tüccar vurguncu, kontrol organları hırsız ve rüşvetçilerle dolu bir cemiyet bünyesinde huzur aramak bir hayal olur

Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Kerîm’de kıyâmete kadar gelecek ümmetlere ibret olması için Şuayb -aleyhisselâm-’ın kavmi olan Medyen ve Eyke halklarının helâkinin, ticaret ahlâklarının son derecede bozulmuş olması sebebiyle olduğunu bildirmektedir. Onun için ticârette sahtekârlık yapılıp harâm yenmesi, zayıfların ezilmesi, bir kavmin helâkine sebeb olacak kadar ağır bir cürümdür. Allah Rasûlü -sallâllâhü aleyhi ve sellem- buyurur:

“Altın ve gümüş paranın, kibir ve gurur taşıyan elbisenin kulu olan helak olsun!.. Çıkar düşkünü(muhteris)kişiye(dilediği) verilirse memnun olur, verilmez ise razı olmaz (ilâhî taksim ve takdire isyan eder).”(Buhârî, Rikak,10; Cihad, 70; İbn Mâce, Zühd, 8.)

Hazret-i Ömer -radıyAllahü anh-, bir kimse methedildiği zaman, methedene, üç şeyi yâni:
“Hiç sen onunla; komşuluk, yolculuk veya ticâret yaptın mı?” diye sordu.
Muhâtabı üçünü de yapmadığını söyleyince:
“Zannedersem, sen onun câmîde Kur’ân okurken başını salladığını gördün!” dedi.
Adamın da:
“Evet, yâ Ömer! Benim gördüğüm öyle idi.” ifâdesi üzerine Ömer -radıyAllahü anh-:
“O zaman medihte bulunma! Zîrâ ihlâs, kulun boynunda değildir.” buyurdu. (bk. Haraitiî, Mekarimu'l-ahlak, 1/)

Burada Hazret-i Ömer -radıyAllahü anh-’in verdiği ölçü, zâhire aldanmamak, kişinin fiiline ve beşerî münâsebetlerine göre kanâat sâhibi olmak îcâb ettiğidir. Menfaatinden imtihân verip geçer not almamış olanın tezkiyesinin tehlikesine işârettir.

Görüldüğü gibi ticâret, ferdin iç dünyâsını dışarıya yansıtır. Yâni ferdin iç âlemi nasılsa ticareti de öyledir. Onun için Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem-, bir hadîs-i şerîfinde:

“Allah, sizin namazlarınıza, oruçlarınıza değil, para münâsebetlerinize bakar.” buyurmuştur. (bk. Kenzul-Ummal, h. no: , )

Burada, kişilerin muamelat dediğimiz toplum hayatıyla ilgili uygulamalarına göre değerlendirilmesi gerektiğine dikkat çekilmektedir. Bu durum namaz gibi ibadetlerin önemsiz olduğu anlamına gelmez. Ancak toplum hayatında alışveriş, güven, itimat gibi konularda esas olan şeyler, kişinin o konulardaki tutum ve davranışlarıdır.

İslâm’a göre; alıcı ve satıcı, bir mal alırken onu kasden yermemeli, satarken de değerinden üstün gösterecek ifâdeler kullanmamalıdır. Muhâtabın zaafından istifâde ederek fiyatlarda teâmülün (fiyat standardının) üzerine çıkmamalıdır. Gabn-i fâhiş’e (kandırmaya) girmemeli, karaborsa, fâizcilik, tartı ve ölçüde hîle yapmamalı, yemîn etmekten kaçınmalı, toplumun zarârına olan harâm malları alıp satmamalıdır.

Ticâretin kâidelerini Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem- ne güzel koymuştur:

“Alışverişte vukû bulan lüzumsuz sözler ve yemînler olur; işe şeytan ve günâh karışır. Ticâretinizi sadaka ile karıştırınız(temizleyiniz)!”(Ebu Davud, Büyû 1; Tirmizi, Büyû 4; Nesai, Eyman 7)

“Tüccârlar kıyâmet günü fâcirler olacaklardır. Ancak dürüst ve doğrulukta bulunanlar müstesnâ”(Tirmizî, Büyû , 4; İbn Mace, Ticârât, 3)

Malının değerini bilmeyen bir satıcıya malının değerini bildirmek îcâb eder. Onun bilgisizlik, tecrübesizlik ve saflığından istifâdeye kalkışmak, gabindir (kandırmadır). Gönlünde Allah korkusu ve O’nun rızasını kazanma gâyesi olanlar, bu hususta son derecede titiz ve hassas olurlar.

İmâm-ı A’zam Hazretleri, kendisine satın alması için ipekli bir elbiselik getiren kadına malının fiyatını sormuştu. Kadın:

“Yüz dirhemdir, yâ İmâm!” deyince itiraz etti:
“Hayır, bu daha fazla eder” buyurdu.
Kadın şaşkınlıkla yüz dirhem artırdı. İmâm-ı A’zam yine kabul etmedi. Kadın yüz dirhem daha artırdı, sonra yüz dirhem daha İmâm-ı A’zam:
“Hayır, bu dört yüz dirhemden de fazla eder.” deyince kadıncağız:
“Yâ İmâm! Siz benimle alay mı ediyorsunuz?” demekten kendini alamadı.

Bunun üzerine İmâm, kadının, malın gerçek fiyatını öğrenmesi için işten anlayan birini çağırttı. Gelen kişi, elbiseliğin fiyatını beş yüz dirhem olarak belirledi ve İmâm-ı A’zam onu bu fiyattan satın aldı.

Zîrâ o biliyordu ki, doğruluktan ayrılmak, malların ayıp ve kusurlarını saklamak, bilhassa ölçü ve tartıya dikkat etmemek, insanı çok hazîn neticelere dûçâr eder.

Osmanlı toplumu da bu ahlâk içinde yoğrulmuş ve böylece cemiyet huzur ve seâdetini ehl-i küfrü dahî hayran bırakacak bir derecede temin etmiştir. Fatih’in İstanbul’u fethinden sonra iki papazın Osmanlı esnafını tedkik için dolaşırken yaşadıkları şu hâdise bu hâli ne güzel aksettirir.

Papazlar, sabâhın erken sâatinde bir bakkala giderek bir şeyler almak istediler. Bakkal onlara:

“Ben siftah yaptım. Siftah yapmayan komşumdan alın!”dedi.
Bunun üzerine diğer bakkala gittiler. O da aynı şekilde:
“Ben siftah yaptım. Siftah yapmayan komşumdan alın!” dedi.
Böylece papazlar diğer dükkana gittiler. Aldıkları cevap hep aynı oldu. Nihayet ilk bakkaldan alışveriş yaptılar.

Ecdâdımız işte böylesine diğergâm ve fedâkâr kılıcı bir ahlâk zemininde yetişmişlerdi. İslâm ahlâkından ibaret olan bu zeminde hep birbirini düşünmek vardır. Hele hîlekârlık, bir Müslüman için ağır bir cürümdür. Bir Müslüman yalan söyleyemez, aldatamaz. Aldanmak ise, bir ahmaklık alâmetidir. O da bir Müslümana yakışmaz. İnsanlığa rehber peygamberler “sıdk” doğruluk ve “fetânet” akıllılık ile muttasıftırlar. Onların izinden giden bir müslüman da, akıllı ve uyanık olmağa mecbûrdur. Cenâb-ı Hak, aldatanlara karşı aldanmamak hususunda îkâz sadedinde şöyle buyurmuştur:

“Allah’ın geçiminize dayanak olarak hayatın esası kıldığı mallarınızı aklı ermezlere vermeyin”(Nisâ, 4/5) 

Aldatanlara gelince, onlar şu hadîs-i şerîfte anlatılanlara muhataptırlar. Rasûlullah -sallAllahu aleyhi ve sellem-’in:

“Üç kişi vardır ki, kıyâmet günü Allah onlarla konuşmayacak, onlara bakmayacak ve onları temize çıkarmayacaktır. Onlar için acı bir azap da vardır.”

ifadelerini üç defa tekrarladığını işiten Ebû Zerr -radıyAllahü anh-:

“Adları batsın, umduklarına ermesinler ve hüsrâna uğrasınlar, kimlerdir onlar yâ Rasûlallah!” diye sordu. 

Rasûlullah -sallAllahu aleyhi ve sellem-:

“Elbisesini(kibir ve gururundan dolayı kurula kurula) sürüyen, verdiğini başa kakan ve yalan yeminle malını pazarlayan!” buyurdu. (Müslim, İman, )

Diğer taraftan İslâm iktisâd nizâmında iddihâr, yâni karaborsacılık yapmak için malı depolayıp pahâlanmasını beklemek de mezmûmdur. Toplumun maddî istismârıdır. Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem-, iddihâr yapanlara bedduâ eder. Buyurmuşlardır ki:

“Malı piyasaya süren kazanmış, pahalıya satmak için bekleten ise, Allah’ın lânetine uğramıştır.” (İbn Mace, Ticârât, 6)

İslâm, ticâret ile ilgili kâidelerini, asıl onun kazanılma ve sarf edilme faâliyetlerinde gösterir. Kur’ân-ı Kerîm, iki tarafın kalb hoşnutluğu ile cereyan etmesi gereken ticârî faâliyetin dışındaki muâmeleleri, harâm saymakta ve “Aralarınızda bâtıl yoluyla mallarınızı yemeyin!..” buyurmaktadır.

Âyet-i kerîme şöyledir:

“Ey îmân edenler! Karşılıklı rızâya dayanan ticâret olması hâli müstesnâ, mallarınızı, bâtıl (haksız ve harâm yollar)ile aranızda (alıp vererek) yemeyin! Ve kendinizi öldürmeyin! Allah size karşı pek merhametlidir.” (Nisâ. 4/29)

“Nefislerinizi öldürmeyiniz!” ifâdesi, mühim ince bir mana ihtivâ eder. Burada, rûhî hayâtı mahvedip cehennem ehli olmaktan sakındıran bir îkâz vardır. Diğer taraftan kavga ve cinâyetlerin bir kısmının da, haksız yere mal yeme ve kazanma ihtirâsına dayandığı hakîkatine dikkat çekilir. Bu tehlikelerden korunmak ise, İslâm’ın tâyin ettiği ticâret kâideleri içinde kalmakla olur. Bilhassa faizden kaçınmak, bu hususta en önemli mes’eledir.

Fâiz, risk ve gayret dâhil olmadığı için sermayenin kullanılışındaki bir istismâr tezâhürüdür. Sadece zenginin daha çok güçlenmesine, muhtâcın da daha çok ezilmesine vesîle olur. Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem-’in fâiz hakkında çok korkutucu hadîs-i şerîfleri vardır. Vedâ Hutbesi’nde Allah Rasûlü -sallâllâhü aleyhi ve sellem-:

“Fâizin her çeşidi ayaklarımın altındadır!”(Darimî, Menâsik 34)

buyurarak, her türlü fâizi harâm kılmıştır. Âyet-i kerîmeler de bu husûsdaki ilâhî tehdîdi şöyle ifâde etmektedirler:

“Fâiz yiyenler,(kabirlerinden)şeytan çarpmış (kimselerin cinnet nöbetinden kalktığı) gibi kalkarlar. Bu hâl, onların: 'Alım-satım, tıpkı fâiz gibidir!' demeleri yüzündendir. Halbuki Allah, alım-satımı helâl, fâizi harâm kılmıştır. Bundan sonra kime Rabbinden bir öğüt gelir de fâizden vazgeçerse, geçmişte olan kendisinindir ve artık onun işi Allah’a kalmıştır. Kim tekrâr fâize dönerse, işte onlar cehennemliktir, orada devamlı kalırlar.”

(Fâizi harâm kılan) Allah, fâiz (karışan mal)ı tüketir (onun bereketini giderir), sadakaları (verilmiş malları) ise bereketlendirir. (Onlar vesîlesiyle müstakbel belâyı def eder.) Allah, küfürde ve günâhda ısrâr eden hiç kimseyi sevmez!..” (Bakara, 2/)

Bilhassa fâiz sebebiyle kahr-ı ilâhînin tecellî edeceğini bildiren şu âyetteki tehdîd çok müthiştir:

“Ey îmân edenler! AIlâh’dan korkun! Eğer gerçekten inanıyorsanız, mevcûd fâiz alacaklarınızı terkedin!”

“Şayet (fâiz hakkında söylenenleri)yapmazsanız, Allah ve Rasûlü tarafından (fâizcilere karşı) açılan harbden haberiniz olsun! Eğer tövbe edip vazgeçerseniz, sermayeniz sizindir; ne haksızlık etmiş ne de haksızlığa uğramış olursunuz”(Bakara, 2/)

Kim kâinâtın Hâlık’ı ve kâinatın kendisi şerefine yaratılmış olan Allah Rasûlü -sallâllâhü aleyhi ve sellem- ile harb eder de gâlib çıkabilir?

Eğer bir mü’min fâizle iştigâl ederse, ya malını veya îmânını kaybeder. Fâsıkın ise, böyle yanlış yollara gittiğinde müstehak olduğu cezâya istihkâk kesbetsin diye malı ziyâdeleşir. Yâni o yol ona kârlı kılınır. Çünkü Cenâb-ı Hakk, ihmâl etmez, imhâl eder (mühlet verir). Böyleleri, mâruz kalacakları cezâ ânına kadar bir mühlete nâil olmuş olurlar. Âyetteki ilâhî tehdîde çok dikkat etmek îcâb eder. Aksi hâlde durum çok vahimdir. Câbir radıyAllahu anh diyor ki:

“Rasûlullah -sallAllahu aleyhi ve sellem- fâiz yiyene, yedirene, kâtibine ve şahitlerine lanet etti ve: 'Onlar müsâvidirler' buyurdu.”(Müslim, Müsâkât, )

Ebû Hanîfe’nin hâli ne güzeldir. O büyük imâm, fâize benzer bir durum olmasın diye alacaklısının ağacının gölgesinden dahî istifâde etmemiştir. 

Fâiz yasağının elbette birçok sebep ve hikmetleri vardır. Bunların başında işsizliği artırması, sun’î fiyat artışına yol açması, yardımlaşma, dayanışma, sevgi, merhamet ve şefkat gibi insânî ve ahlâkî vasıfları zayıflatması, bencilliği körükleyip para ve nüfuz kazanma hırsını kamçılaması gibi hususlar gelir.

Bu sebepler muvacehesinde faizi yasaklayan İslâm, buna mukâbil karz-ı hasen denilen imkân nisbetinde Allah için borç vermeyi teşvik etmiş ve darda olan bir kimseye verilen borcu sadakadan daha efdal saymıştır.

Bütün bu ahvâle rağmen namuslu iş yapan, doğru, dürüst ve güvenilir esnaf ve tüccar, sayı bakımından her zaman azınlıkta kalmaktadır. Belki de bunun için Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem-, dürüst tâcirlere büyük mükâfat bildirir. Hadîs-i şerîfte buyurulur:

“Doğru tâcir, kıyâmet günü Arş’ın gölgesindedir.”(İbn Mâce, Ticârât 1)

“Doğru sözlü, dürüst ve güvenilir tâcir, nebîler, sıddîklar ve şehitlerle beraberdir.”(Tirmizî, Büyû, 4)

Ebû Hanîfe Hazretleri, ticaretle geçinen hayli servet sahibi zengin bir kimse idi. Ancak ilimle meşgul olduğundan ticârî işlerini vekili vasıtasıyla yürütür, kendisi de yapılan ticaretin helâl dairesi içinde olup olmadığını kontrol ederdi. Bu hususta o derece hassastı ki, bir defasında ortağı Hafs bin Abdurrahman’ı kumaş satmaya göndermiş ve ona:

“Ey Hafs! Malda şu şu özürler var. Onun için bunu müşteriye söyle ve şu kadar ucuza sat!” demişti.

Hafs da malı İmâm’ın belirttiği fiyata satmış, ancak ondaki özrü müşteriye söylemeyi unutmuştu. Durumu öğrenen Ebû Hanîfe Hazretleri, Hafs’a:

“Kumaşı alan müşteriyi tanıyor musun?” diye sordu.

Hafs’ın, müşteriyi tanımadığını belirtmesi üzerine İmâm, malın tamamını sadaka olarak dağıttı. Zîrâ o, her hâliyle Rasûlullâh -sallâllâhü aleyhi ve sellem-’in, Hazret-i Amr’a buyurduğu:

“Ey Amr, sâlih kişi için sâlih mal ne güzeldir!” (Ahmed b. Hanbel, IV/, )

hakîkatini yaşamakta ve helâl ile harâm hususunda takvâ ölçüleriyle hareket etmekteydi. Çünkü helâl ve harama dikkat, bizlere emanet edilen malın temizliği ve âhırette hesâbının verilebilmesi açısından en zarûrî bir mecburiyettir.

Helâl lokma için ticarete haram karıştırmama hususunun ehemmiyet ve bereketini merhum pederim Mûsâ Efendi şu hâdise ile anlatırdı:

“Müslüman olmuş ermeni bir komşumuz vardı. Bir gün kendisine hidâyete eriş sebebini sorduğumda şunları söyledi:

"Acıbadem'de tarla komşum Rebî Molla'nın ticaretteki güzel ahlâkı vesilesiyle Müslüman oldum. Molla Rebî, süt satarak geçimini temin eden bir zâttı. Bir akşam vakti bize geldi ve:

"Buyurun, bu süt sizin!" dedi. Şaşırdım:

"Nasıl olur? Ben sizden süt istemedim ki!" dedim. O hassas, zarif insan:

"Ben farkında olmadan hayvanlarımdan birinin sizin bahçeye girip otladığını gördüm. Onun için bu süt sizindir. Ayrıca o hayvanın tahavvülat devresi (yediği otların vücudundan tamamen izalesi) bitene kadar sütünü size getireceğim” dedi. Ben:

“Lâfı mı olur komşu? Yediği ot değil mi? Helâl olsun!..” dediysem de Molla Rebî:

“Yok yok öyle olmaz! Onun sütü sizin hakkınız!..” deyip hayvanın tahavvülat devresi bitene kadar sütünü bize getirdi.

İşte o mübârek insanın bu davranışı beni ziyâdesiyle etkiledi. Neticede gözümdeki gaflet perdelerini kaldırdı ve hidâyet güneşi içime doğdu. Kendi kendime:

“Böyle yüce ahlâklı bir insanın dîni, muhakkak ki en yüce bir dîndir. Böylesine zarîf, hak-şinâs, mükemmel ve tertemiz insanlar yetiştiren dînin doğruluğundan şüphe edilemez!” dedim ve kelime-i şehâdet getirip Müslüman oldum.”

Bu güzelliklerin yanında hadîs-i şerîfte buyurulan:

“İnsanlara öyle bir zaman gelir ki, kişi malı helâlden mi, haramdan mı aldığına hiç aldırmaz.” (Buhârî, Büyû, 7, 23)

şeklindeki gafletlerin de yaşanması, ne kadar hazîn durumlardır.

Oysa dînin koyduğu kâidelerin ihlâlinden doğan cezâlar, ferdî olduğu ve çoğu âhirete âid bulunduğu halde harâm mal edinmekten doğan belâ onun kazanılmasında bir dahli olmayan gelecek nesillere de şâmildir. Üstelik insanlardan bunun acısı, âhirete kalmayıp mutlaka çıkar. Halk, bu nükteyi sezerek onu:

"Dedesi koruk yemiş, torununun dişi kamaşmış!"

şeklinde darb-ı mesel hâline getirmiştir. Haram servetten miras alanların ekseriyâ doğru yolda yürüyemediği bir gerçektir. Çünkü parada bir sır vardır; o, geldiği yoldan gider. Geldiği yol harâm olan bir mirasçıyı o mal, arkasına takarak kötü yollara sürükler. Böyle bir mal yılana benzer. Yılan nasıl çıktığı delikten girerse, malın sarf mahalli de kazancın vasfına bağlıdır.

Îmân ve takvâ istikametinde kullanılmayan bir malın fıska ve küfre müncer olacağı âyet-i kerîmede Mûsâ -aleyhisselâm-’ın dilinden ne güzel ifade buyurulur:

“Mûsâ: 'Rabbimiz! Doğrusu sen Firavun'a ve erkânına ziynetler ve dünyâ hayatında mallar verdin. Rabbimiz! Senin yolundan şaşırmaları için mi? Rabbimiz! Mallarını yok et, kalblerini sık; çünkü onlar can yakıcı azâbı görmedikçe inanmazlar' dedi.”(Yûnus, 10/88)

Ne gariptir ki, kimileri, dürüst ticaret yapınca kazancın hâsıl olamayacağı yönünde temâyüller göstermektedir. Bunlar, bir gaflet lakırdısı, hakîkat körlüğü ve ilâhî taksimat programını inkârdır. Bu hataya düşenlere göre malını defalarca Allah ve Rasûlü yolunda sıfırlayan ve hiçbir zaman dürüst ticaretten ayrılmayan Hazret-i Ebûbekir -radıyAllahü anh-’ın ashabın en fakirleri arasında yer alması gerekirdi. Ancak tarihen de sabittir ki, o devamlı sahâbenin en zenginlerinden olmuştur. Kaç defa Allah ve Rasûlü  için her şeyini infâk etmesine rağmen nice ilâhî bereketlere nâiliyetle tekrar servet ve mal sahibi olmuştur.

Bu itibarla bizler, malı meşrû yollardan kazanmakla mükellefiz ve meşrû yerlere sarfetmeye de mecbûruz. Ârif bir tüccâr, dünyâ ticâretini devâm ettirirken daha büyük olan âhiret kazancını ihmâl etmeyecek, ebedî seâdeti düşünüp ilâhî yoldan ayrılmayacaktır. Aşağıdaki âyet-i kerîme, böylelerinin kalbî hayâtını ne güzel aksettirir:

(Öyle hakiki er kişiler vardır ki) onlar, ne ticâret ne de alışverişin, kendilerini zikrullahdan, namaz kılmaktan ve zekât vermekten alıkoyamadığı kimselerdir. Onlar, kalblerin ve gözlerin allak bullak olduğu bir günden korkarlar.” (Nûr, 24/37)

Bu şekilde ticâret ehli olanlar, bir başka âyet-i kerîmede buyurulan“ticâreten len- tebûr” (aslâ zarara uğramayan bir kazanç) sırrını yaşayanlar, yâni gerçek ticâretten nasîb alanlardır. Nitekim gerçek ticâreti, Allah Teâlâ şöyle ifâde buyurur:

“Allah’ın kitâbını okuyanlar, namazı kılanlar ve kendilerine verdiğimiz rızıktan (Allah için) gizli ve âşikâr sarfedenler, aslâ zarâra uğramayacak bir kazanç(ticârten len-tebûr)umabilirler.”

“Çünkü Allah, onların mükâfatlarını tam öder ve lutfundan onlara fazlasını verir. Şüphesiz o, çok bağışlayan, şükrün karşılığını bol bol verendir.”(Fâtır, 35/)

Cenâb-ı Hak, bizleri bu âyet-i kerîmelerin sırrı içinde yaşatsın! Gönül gözü ile ilahi kitabı okuyabilmeyi, mi’râca yükseltecek bir huşû ile yapılabilen secdeleri, helâlinden kazanıp isrâf etmeden harcamayı ve verdiği nîmetleri yolunda infâk etmeyi nasîb buyursun!

Yâ Rabbî! Ticaret ehli kardeşlerimizi, hadîs-i şerîfte buyurulan“elinden dilinden mü’minlerin istifade ettiği” kullarından eyleyip, vatan ve milletimiz için hayırlı kimseler eyle!.. Her iki cihanda da rahmet ve berekete vesile olacak amel-i sâlihlere müyesser kıl! Âmîn!..

Selam ve dua ile
Sorularla İslamiyet

nest...

batman iftar saati 2021 viranşehir kaç kilometre seferberlik ne demek namaz nasıl kılınır ve hangi dualar okunur özel jimer anlamlı bayram mesajı maxoak 50.000 mah powerbank cin tırnağı nedir