risale i nur evlilik vecizeleri / Evlilikte mutluluk - YENİ ASYA

Risale I Nur Evlilik Vecizeleri

risale i nur evlilik vecizeleri

Said Nursi’nin Sözleri İlham Olamaz mı?

SORU: Sayın Bayındır; size önceki tarihlerde de bir kısım mesajlar göndererek bazı konuları paylaşmıştım. Risale-i Nur Külliyatı&#;nda geçen bazı ifadeleri sakıncalı bulduğunuzu, özellikle &#;&#;nurların doğrudan doğruya Kur&#;an ı Kerim&#;in feyzinden tereşşuh ettiği&#;&#; ifadelerini eleştirdiğinizi ve bu meyandaki ifadelerin itikada aykırı olduğu ve diğer eleştirilerinizi ifade ediyorsunuz.

Kur&#;ân-ı Kerim’de de açıkça ifade edilen ve ayetlerde ifadesini bulan İLHAM kavramını ve insanların bir kısım ilhamlara mazhar olabileceğini kabul ediyor musunuz? Bu meyanda; Said Nursi&#;nin beyanatını ilham olarak değerlendirmek kabul-ü mümkün değil midir? Cevabınız için şimdiden teşekkür ederim.

Avukat Mesut AKGÜN Erzurum

CEVAP: Muhterem Avukat Mesut AKGÜN,

İlham, insanın içine bir şey atmaktır. Genellikle Allah’ın, kulunun kalbine bir şey do­ğur­ması[1] anlamında kullanılır. Bu kelime Kur­‘an&#;da yalnız bir yerde geçer. Allahu Teâlâ şöyle buyurur:

فَأَلْهَمَهَا فُجُورَهَا وَتَقْوَاهَا . قَدْ أَفْلَحَ مَن زَكَّاهَا . وَقَدْ خَابَ مَن دَسَّاهَا.

“(Nefse) isyankâr­lı­ğını ve takvâsını ilham ede­nin hakkı için, onu arındıran gerçekten um­du­ğuna kavuşmuş, kirle­tip karartan da her şeyini kaybetmiş olur.” (Şems 91/)

İsyankarlık, kişinin Allah’a, in­sanlara veya kendine karşı yanlış davranışıdır. İsyankâr, hem isyandan önce hem sonra bir huzursuzluk du­yar. Buna iç sıkıntısı veya vic­dan azabı denir.

Yusuf aley­hisselamı Züleyha&#;dan uzaklaştı­ran bürhan, Allah’ın “(Nefse) isyankârlığını il­ham et­mesi&#; olmalıdır. Yusuf sure­sinin âyetinde şöyle buyrulur:

وَلَقَدْ هَمَّتْ بِهِ وَهَمَّ بِهَا لَوْلا أَن رَّأَى بُرْهَانَ رَبِّهِ .

“Kadın ona tam meyletti. Eğer Rabbinin bürha­nını gör­me­seydi o da kadına meylede­cekti&#;”

Merhameti sonsuz Rabbimiz günah işleye­cek olan kulunu &#;isyana giri­yorsun&#; diye uyarır. O, önce irkilir, sonra ya vazgeçer ya da bilerek günaha dalar. İşte bu, Al­lah Teâlâ’nın “(Nefse) is­yankârlığını il­ham et­me­si&#;dir. Artık “suçu bilerek işlemedim”, diyemeyeceği için bu ilham, Allah’ın huzurunda kişinin aleyhine bir bürhan, bir kesin delil olur.

İsyandan sonraki iç sıkıntısı da Allah’ın ilhamıdır. O, bu yolla kişiyi tev­beye teşvik eder. Bu uyarı, Müslüman olmayan insanlara da yapılır. Bu sebeple kâfirlerin kafaları ile kalpleri arasında sürekli bir çatışma bulunur. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

لاَ يَزَالُ بُنْيَانُهُمُ الَّذِي بَنَوْاْ رِيبَةً فِي قُلُوبِهِمْ إِلاَّ أَن تَقَطَّعَ قُلُوبُهُمْ وَاللّهُ عَلِيمٌ حَكِيمٌ.

“Kurdukları bina, kalpleri parçalanıncaya ka­dar, içlerinde bir kuşku olarak kalmaya devam eder. ” (Tevbe 9/)

Bu kuşku, Allah&#;ın merhametindendir. Belki girdikleri yanlış yoldan dönerler.

Mensup olunan cemaat veya tarikatın yanlışları da insanın içini kemirir durur. Çünkü Allah, onlara da ilham eder. Ancak o yanlışlar, tarikat veya cemaatin çimentosu olduğu için terkedemezler. Tek çare, o cemaat veya tarikatı terketmektir.

Takvâ ise nefsi korumaktır. Kişi, Allah’a, in­san­lara ve kendine karşı fe­nalık yapmazsa dün­yada töhmetten, ahirette de cehen­nemden korunur. Tak­vaya götü­ren davranışların neşe­si insanın içine dolar. Bu da Allah’ın ilhamıdır. Takvâya uy­gun davrananlarda görü­len iç hu­zuru ve kararlılık bu ilha­mla olu­şur.

Vabısa b. Mabed di­yor ki, Muhammed sallal­lahu aleyhi ve selleme git­tim buyurdu ki; “İyi­likten ve günahtan sormak için mi geldin? “

Evet, dedim.

Parmaklarını bir araya getirerek göğsüne vurdu ve üç kere şöyle dedi: “Nefsine danış, kalbine danış Va­bısa! İyilik, nefsin yatış­tığı, kalbin yatıştığı şeydir. Günah da içe dokunan ve göğüste te­reddüt do­ğuran şeydir. İsterse in­san­lar sana fetva vermiş, yaptığını uygun bul­muş ol­sunlar.[2]”

Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyur­muştur: “Seni işkillendiren şeyi bı­rak, işkillendirmeyene geç. Çünkü doğru­luk iç hu­zuru verir, yalan da şüphe ve te­reddüt doğu­rur[3].”

Herkeste, iyi insan olma özentisi vardır. Kafirler de böyledir. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

“Zaman zaman kâ­firler, keşke müs­lüman olsaydık” derler. (Hicr 15/2)

İçe doğan her şey ilham değildir, şeytan ves­vesesi de olabilir. Çünkü şeytan &#;İnsanlara ves­vese veren, onların içini karıştıran&#;[4] bir varlıktır. Şeytan, Allah’ın elçilerini dahi yanlış davranış­lara sürüklemeye çalışmıştır. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

“(Ey Muhammed!) Senden önce gön­derdi­ğimiz tek bir nebi ve elçi yoktur ki, bir şeyi ar­zuladığında şeytan onun arzu­suna ves­vese karış­tır­mış olmasın. Al­lah şey­tanın ka­rıştırdığını giderir, sonra Allah kendi âyetlerini pekiştirir. Allah bilir, doğru karar verir.” (Hacc 22/52)

İlham ile vesveseyi ayırabilmek için içimize gelen şeyi Allah’ın emir ve yasakları yönünden denet­lemek gerekir.

Vahiy, ‘birine bir şeyi herhangi bir şekilde bildirmek’ demektir. Gizli, açık, işaretle, yazıyla veya elçi gönderme yoluyla olabilir[5]. İlham da bu kapsamdadır. Zekeriya aleyhisselam, oğul müjdesi alınca kavminin karşısına çıkmış ve “&#; onlara şöyle vahyetmişti «Günün başında ve sonunda tesbihte bulununuz» (Meryem 19/11)

Zekeriye aleyhisselamın kavmine vahyi, onlara bir konuda yaptığı tenbih anlamındaydı.

Şeytanlar da vahiyde bulunurlar. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

“Tıpkı bunlar gibi her nebiye insan ve cin şeytanlarından, düşmanlar oluşturmuşuzdur. Aldatmak için biri diğerine yaldızlı sözler vahyeder&#;” (En’am 6/)

“&#; Şeytanlar dostlarına, sizinle mücadele etmelerini vahyederler. Onlara boyun eğerseniz tam müşrik olursunuz.” (En’am 6/)

Konumuz açısından şu âyet de önemlidir:

“Allah’ın bir insanla konuşması sadece vahiy yoluyla veya perde arkasından ya da bir elçi göndererek kendi izniyle dilediğini vahyettirmesi şeklinde olabilir.” (Şûrâ 42/51)

Kur’an’da arıya (Nahl 16/68), Musa aleyhisselamın annesine ve Meryem’e yapılan vahiylerden bahsedilir. Sahih rüya da perde arkasından yapılan vahiy yani verilen bilgidir. Bunun şifresini herkes çözemediği için tabirine ihtiyaç duyulur.

Bu tür vahiyler her insana; rüya, ilham veya başka şekillerde olabilir. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

“Musa&#;nın annesine şunu vahyettik: &#;Çocuğu emzir, bir şey olacağından korktuğunda onu denize bırak ama korkma ve üzülme. Biz onu yine sana döndüreceğiz ve resullerden biri yapacağız&#;. (Kasas 28/7)

Bu tür vahiyler kesin bilgi ifade etmez. Bunu şu ayetlerden anlarız:

“Musa&#;nın annesinin gönlü bomboş kalmıştı. İçi rahat olsun diye kalbini pekiştirmiş olmasaydık olanı biteni nerdeyse açığa vuracaktı. Ablasına, &#;Onu izle&#; demişti. O da uzaktan gözetlemişti. Onlar fark edemiyorlardı. (Kasas 28/)

Musa’nın annesi, yapılan telkinin doğruluğunu ancak çocuk kendisine döndükten sonra anlamıştı. Bunu da şu ayetler göstermektedir:

“Önceden, oradaki sütannelerini ona yasaklamıştık. Ablası dedi ki: &#;Sizin için onun bakımını üstlenecek bir aileyi gösterebilir miyim? Onlar ona iyi bakarlar.&#;

Böylece onu, annesine geri verdik ki, gözü aydın olsun da üzülmesin. Bir de bilsin ki, Allah&#;ın verdiği söz gerçektir ama çokları bunu bilmezler.” (Kasas 28/)

Bunlar, resullere gelen bilgi çeşidinden değildir. Resul, birinin sözünü diğerine ulaştıran kişidir. Allah’ın resulleri, Allah’ın sözlerini insanlara ulaştırırlar. Allah’ın resullerine Kur’ân’da hem resul, hem nebi denir. Nebi denmesi, vahiy aldıkları için, resul de o vahyi tebliği ettikleri içindir. Onların vahiy alış şekilleri farklıdır, daha vahyi alırken onun Allah’tan geldiği konusunda kesin bilgiye ulaşırlar. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

“Allah bütün gaybı bilir, kendi gaybını kimseye açmaz. Dile­diği elçi bunun dışın­dadır. Onun da önüne ve arkasına gözcüler diker. Bunu yapar ki o (elçi), (gelen meleklerin) Allah’ın gönderdiklerini tastamam ulaştırdıklarını bilsin, onların yanında olanı kavrasın ve her şeyi bir bir hafızasına yerleştirsin. “ (Cin 72/)

Ayetteki “kendi gaybını” ifadesi, Nebilere bildirilenin özel gayb bilgisi olduğunu gösterir. Bu bilgiyi, ancak Allah’ın Nebileri alabilirler. Bunlar, insanlara ulaştırılmak için yapılan vahiylerdir. Vahiy ve ilhamın diğer şekillerinde böyle bir şey yoktur. Bu sebep onlar, sadece ilgili kişiyle alakalıdır. Bir başkası için önemli değildir.

Ama hurafeciler, insanlara olan vahiy ve ilham sınırını aşarak kendilerini Allah’ın nebileri gibi göstermeye çalışır “Nebilere olan bize de olur, biz de vahiy alırız” diyerek yoldan çıkarlar. Allah Teâlâ bunlar için şöyle buyurur:

“Allah&#;a karşı yalan uydurandan, ya da kendine vahiy gelmediği halde vahiy aldığını söyleyenden yahut Allah&#;ın indirdiği gibisini ben de indireceğim&#; diyenden daha zalimi kim olabilir? …” (En’âm 6/93)

Muhammed aleyhisselam ile nebîlik bitmiştir. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

مَّا كَانَ مُحَمَّدٌ أَبَا أَحَدٍ مِّن رِّجَالِكُمْ وَلَكِن رَّسُولَ اللَّهِ وَخَاتَمَ النَّبِيِّينَ وَكَانَ اللَّهُ بِكُلِّ شَيْءٍ عَلِيمًا

Muhammed içinizden bir erkeğin babası değildir, ama Allah&#;ın resulü ve nebilerin sonuncusudur. Allah her şeyi bilir.&#; (Ahzâb 33/40)

Nebîlik bitmiştir ama resullük yani inen ayetleri tebliğ görevi devam etmektedir. Bu, her müslümanın görevidir. İçine bir şey katmadan Allah’ın sözünü Allah’ın kullarına ulaştırmamız gerekir. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

فَهَلْ عَلَى الرُّسُلِ إِلاَّ الْبَلاغُ الْمُبِينُ.

“Elçilere düşen apaçık tebliğden başka nedir?” (Nahl 16/35)

Muhterem Avukat Mesut AKGÜN Bey,

Yanlış inançlar, bulaşıcı hastalılar gibidir, çok çabuk yayılırlar. Nitekim Musa aleyhisselam, 40 günlüğüne Tur’a gidince İsrail oğulları, Harun aleyhisselama rağmen buzağı heykeli yapıp tapmışlardı. Çünkü “&#;buzağı tutkusu onların içlerine işlemişti&#;” (Bakara 2/93)

Memfis’te Apis adı verilen boğaya tapılırdı. Firavun ve hanedanının inancı buydu. Memfis, Kahire’nin 35 km. güneyinde, Nil üzerinde yer alan eski Mısır kentidir. Bu inanç daha sonra Mısır’ın diğer bölgelerine yayılmıştı. Apis bir tane olur ve ölen Apis’in başka bir boğanın bedeninde yeniden dünyaya geldiğine inanılırdı. Yeni boğayı rahipler otlaklarda arar, belirgin özellikleriyle diğerlerinden ayırır, bulurlardı.[6] Tevrat’ta konu ile ilgili şu ifadeler vardır:

Mısır’da bildirin, Migdol’da duyurun, Nof’ta,[7] Tahpanhes’te duyurun: Yerini al, hazırlan, çünkü çevrendekileri yiyip bitiriyor kılıç!

İlahın Apis neden kaçtı? Boğan neden ayakta kalamadı? Çünkü Rab onu yere serdi.” (Yeremya 46/14)

Bakara suresine adını veren olay budur. Bu surenin 67’den 71’e kadar olan ayetleri, İsrailoğullarının boğayı kesmemek için nasıl direndiklerini gösterir. Kesmek istemedikleri sığırın özellikleri şu şekilde anlatılır:

“Dedi ki:”O bir boğadır” diyor. “Ne koşulup toprağı sürmüş, ne de ekin sulamıştır. Sapasağlam! Hiç alacası da yok”. “Tamam! Şimdi doğru bilgiyi getirdin, dediler”. Nihayet onu kestiler. Neredeyse yapmayacaklardı.” (Bakara 2/71)

بَقَرَةٌ (bakara), بَقَر=bakar’ın tekilidir, sığır demektir. Erkeğine (ثور=sevr) denir.[8] Âyetteki (تُثِيرُ الأَرْضَ=tusîru’l-arda) ifadesi bu sığırın erkek olduğunu gösterir. Çünkü (ثور=sevr) ile (تُثِيرُ=tusîru) aynı köktendir. (وَلاَ تَسْقِي الْحَرْثَ =velâ tesqi’l-hars) ikinci kanıttır. Yani öyle bir sığır ki; “Ne koşulup toprağı sürmüş, ne de ekin sulamıştır.” Bunları yapacak kabiliyette ama yapmamıştır. Bu bir boğadan başkası olamaz. Fiillerin müennes olması بَقَرَةٌ nın müennes-i lafzî olmasından dolayıdır.

Bakara’nın âyetleri Apis özelliğinde bir boğanın kesilmesini emretmektedir. Böylece o batıl inanç ortadan kalkacaktı.

En büyük hata, Kur’ân’ın geçmiş resullerle ilgili anlattıklarından ibret almamaktır. Başlarından geçen onca olaya rağmen Musa aleyhisselamın ashabı şirkten kurtulamamıştı. Duygularını öne alan hiç kimse ondan kurtulamaz. Bunun tek yolu, din adına anlatılan her şey için delil aramak ve sonuna kadar aklı kullanmaktır.

Müslümanlar arasında bir bulaşıcı hastalık gibi yayılan yanlış inançlar, daha çok Zerdüştlerin ve Hintlilerin bazı inançlardır. Zerdüşt rahipler Allah’ın kendilerine hülûl ettiğine inanır, kendi sözlerini Allah’ın sözü sanırlar. Bu hastalığa tutulmuş olanlardan Mevlânâ Celaleddin Rûmî bakın, kendi sözleri için neler söylüyor:

“Bu mesnevi kitabıdır. O, ulaşma ve kesin bilme sırlarını açıklamada dinin asıllarının, asıllarının asıllarıdır. O, Allah’ın en büyük fıkhıdır. Allah&#;ın aydınlık yoludur ve Allah&#;ın en açık delilidir&#;[9]”

Dinin asılları Kur’an’da, onun da asılları Levh-i mahfuz’da, onun asılları Allah Teâlâ’dadır. Kendine Allah’ın hülûl ettiğini düşündüğü için yazdığı şiirlere “O, Allah’ın en büyük fıkhıdır. Allah&#;ın aydınlık yoludur ve Allah&#;ın en açık delili” diyebilmektedir.

Sema eden bir Mevlevi, sağ elini yukarı, sol elini aşağıya dönük tutar ve Haktan alıp halka verdiğini düşünür. Ona bu yetkiyi kim vermiştir? Tarikat şeyhleri de kendilerini hep bu konumda görürler. Onların bir trafo gibi tanımlanmaları da bundandır.

Bütün bunlar, insanların Allah’tan önce başka varlıklara kul olmaları sonucunu doğurur.

İşte bu bir şirk hastalığıdır. Asıl görev, insanlara ilgili âyetleri tebliğ ederek şirkle mücadeleyi sürekli hale getirmektir. Yalnız Allah’a güvenip dayanandan başkası böyle bir işe soyunamaz.

Mesut AKGÜN Bey, benimle ilgili şu ifadelerinize katılmam mümkün değildir:

“… özellikle &#;&#;nurların doğrudan doğruya Kur&#;an ı Kerim&#;in feyzinden tereşşuh ettiği&#;&#; ifadelerini eleştirdiğinizi ve bu meyandaki ifadelerin itikada aykırı olduğunu… ifade ediyorsunuz.”

Tereşşüh, sızma ve damlama demektir. &#;&#;nurların doğrudan doğruya Kur&#;ân-ı Kerim&#;in feyzinden süzülüp damladığı&#;&#; şeklindeki bir sözü tevil mümkündür. Ama bir insan tutar, kendi sözünü, Kur’an’ın Arş’taki yerinden alınmış gösterirse bunun tevili yoktur. Bu şahsı bütün dünya kutsallaştırsa da bize düşen, onun hurafeleriyle mücadeledir.

Said Nursi ile ilgili sözlerimizden bir kısmı şöyledir:

“…Said Nursî şöyle der: “Kur’ân’ın gizli gerçekleri Risale-i Nur ile birlikte bize iniyor!! …Nebi devrinde Kur’ân’ın vahiy suretiyle inmesi gibi, her asırda, Kur’ân’ın arştaki yerinden ve manevi mucizesinden feyiz ve ilham yoluyla onun gizli gerçekleri ve gerçeklerinin kesin delilleri iniyor[10].”

Yani Risale-i Nur, Kur’ân’ın indiği yerden Kur’ân’ın inmesi gibi vahiy suretiyle inerek onun gizli kalmış gerçeklerini ve o gerçeklerin kesin delillerini Said Nursî’ye getirmiş oluyor. Nurculara göre o, ilim elde etmek için bir zorluğa ve ders alma sıkıntısına ihtiyaç duymadan kendi kendine nurlanmış ve alim olmuştur[11].

Bu sözler, bir Nebi iddiası taşımaktadır. Said Nursî’nin, Kur’ân’da açıklanmamış gerçeklerin kendine indirildiğini söylemesi ise kendi kitabının Kur’ân’dan önemli olduğu iddiasından başka bir anlam taşımaz.

Allah Teâlâ şöyle demiştir:

“Ey Elçi! Rabbinden sana indirilen her şeyi tebliğ et, eğer bunu yapmazsan onun elçili­ğini yapmamış olursun.” (Maide 5/67)

Said Nursî’nin iddia ettiği şeyler Nebimize bildirilseydi onları açıklamak zorunda olurdu. O iddia ettiği şeyler, sadece kendine bildirilmiş olmalıdır.

Risale-i Nur’un, Kur’ân’ın alındığı yerden alındığı iddiası, birkaç kez tekrarlanır. Onlardan biri şudur:

“Risale-i Nurlar, ne Doğu’nun kültüründen ve ilimlerinden, ne de Batı’nın felsefe ve bilimlerinden alınmış ve iktibas edilmiş bir nurdur. O, gökten inmiş Kur’ân’ın, Doğunun da Batı’nın da üstünde olan Arş’taki yerinden alınmıştır[12].”

Said Nursî, daha ileri giderek şunları söyler:

“Risale-i Nur denilen otuzüç aded Söz, otuzüç aded Mektub, otuzbir aded Lem’alar, bu zamanda, Kur’ân’daki âyetlerin âyetleridir. Yani onun gerçeklerinin göstergeleridir. Onun hak ve hakikat olduğunun kesin delilidir. Kur’ân âyetlerinde yer alan inançla ilgili gerçeklerin gayet kuvvetli belgeleridir[13].”

Demek ki, Kur’ân nasıl Tevrat ve İncili tasdik eden bir kitapsa, Said Nursî’nin bu iddiasına göre Risale-i Nur da Kur’ân’ı tasdik eden bir kitaptır. Bu sebeple Risale-i Nur’un âyetleri, Kur’ân âyetlerinin delili olmuştur.

Said Nursî, tek kalmamak için  Ali (sa) da Sekine adında bir kitap indiğini, geçmiş ve gelecek bütün ilim ve sırların o kitapta olduğunu ve orada Risale-i Nurlara işaret edildiğini de iddia eder[14] ve özetle şöyle der:

“Hazret-i Cebrail, Sekine adıyla bir sayfada yazılı İsm-i Âzam’ı, Nebimizin yanında  Ali’nin (r.a.) kucağına düşürdü.  Ali diyor ki: “Ben Cebrail’in şahsını yalnız gök kuşağı şeklinde gördüm. Sesini işittim, sayfayı aldım, bu isimleri içinde buldum”. İsm-i Âzam’dan bahsederek bazı olayları anlattıktan sonra diyor ki:

“Dünyanın başından kıyamete kadar ilimler ve önemli sırlar bize, tanıklık derecesinde açıldı. Kim ne isterse sorsun, sözümüzden şüpheye düşenler zelil olurlar[15].”

Öyle bir sahife ki, içinde dünyanın başından kıyamete kadar olan ilimler ve önemli sırlar yer alıyor. Bu bir sahife değil, çok büyük bir kitap olur. Cebrail’in Ali (sa)&#; ya böyle bir kitap verdiğini kabul etmek, onu Nebi saymaktır. O kitapta var olduğu söylenen ilim ve sırları Nebimizin bilmediği kesin olduğu için Ali (sa) ondan üstün bir konuma getirilmiş olur.

Bu tür iddialar için Allah Teâlâ şöyle buyurur:

“Vay o kimselere ki, kendi elleriyle kitap yazarlar, sonra “bu Allah katındandır” derler. Hedefleri, onun karşılığında bir şeyler almaktır[16]. Vay o ellerinin yazdığından dolayı onlara! Vay o kazandıklarından dolayı onlara!.” (Bakara 2/79)

Said Nursî, Risale-i Nurların kutsal sayılması için akla gelen her şeyi söylemiştir. Diyor ki; “Sözler”[17] şüphesiz Kur’ân’ın nurlu parıltılarıdır. Açıklanmaya muhtaç yerleri eksik olmamakla birlikte tümüyle kusursuz ve eksiksizdir[18].” “Risale-i Nur bu asırda, bu tarihte bir “urvet-ül vüska”dır. Yani çok sağlam, kopmaz bir zincir ve bir “hablullah” yani Allah’ın ipidir. Ona elini atan, yapışan kurtulur[19].

“Urvet-ül vüska” ve “hablullah” Kur’ân’a ait özelliklerdir[20]. Said Nursi kitaplarına şu özellikleri de ekler:

“Risale-i Nur; hem şeriat, hem dua, hem hikmet, hem ibadet, hem emir ve davet, hem zikir, hem fikir, hem hakikat, hem tasavvuf, hem mantık, hem kelâm bilgisi, hem ilahiyat bilgisi, hem sanata özendirme, hem belâgat, hem de vahdaniyeti ispat kitabıdır. O, karşıtlarını etkisiz hale getirir ve susturur[21].”

Risale-i nurlarda çok tekrar vardır. Said Nursî bunun Kur’ân’da da olduğunu belirterek şöyle der:

“Kur’ân’daki tekrarın bir çok hikmeti Risale-in-Nurda da vardır. Şöyle ki, her vakit bütün Kur’ân okunamayacağından her sure Kur’ân hükmüne geçmiş, haşir, tevhid ve Mûsa aleyhisselamın hikayesi gibi konular tekrar edilmiştir. Aynı şekilde imanın ince hakikatleri ve kuvvetli deliller, benim haberim olmadan, bir çok risalede de tekrar edilmiştir. Neden bunlar tekrar yazdırıldı diye hayret ederdim. Sonra kesin olarak anladım ki; bu zamanda Risale-i Nura herkes muhtaç olduğu halde herkes tamamını okuyamaz. Ama ihtiyaç duyduğu şeyleri küçük bir Risaleden okuyabilir[22].” [23].

Sayın Avukat Mesut AKGÜN Bey,

Bana sorduğunuz soru şuydu:

“Said Nursi&#;nin beyanatını ilham olarak değerlendirmek kabulü mümkün değil midir?“

Şimdi varın bu sorunun cevabını siz kendi vicdanınızda verin.

İki cihan saadeti dileği ile vesselam.

seafoodplus.info

Prof. Dr. Abdulaziz Bayındır

&#;&#;&#;&#;&#;&#;&#;&#;&#;&#;&#;&#;&#;&#;&#;&#;&#;&#;&#;&#;&#;&#;&#;&#;&#;&#;&#;

[1] Fahrüddin er-Razî, et-Tefsîr&#;ül-Kebîr, Matbaa-i Amire, seafoodplus.info, s.

[2] Sünen-i Dârimî, Büyû&#;, 2.

[3] Tirmizî, Kı­yame,

[4] Nas suresi /5.

[5] Ebu’l-Hasen Ahmed b. Faris b. Zekeriya, Mu’cemu mekâyîs fî’l-luğa, Beyrut, æÍí maddesi.

[6] Büyük Larousse Sözlük ve Ansiklopedisi, c. II, s.

[7] Nof, Memfis’in diğer adıdır. Bu husus, Tevrat’ın dipnotlarında ve ekindeki haritada yer almaktadır. (Kutsal Kitap, Yeni Çeviri, İstanbul, )

[8] Ragıb el-İsfehanî, Müfredât, Beyrut-Dımaşk / ÈŞÑ mad.

[9] Mevlânâ Celaleddin Rûmî, Mesnevî, Hazırlayan Adnan Karaismailoğlu, Yenişafak Yayınları, Ankara , c. I, s.

[10] Şualar, Birinci Şua, Yirmidördüncü Ayet ve Ayetler, Üçüncü Nokta, c. I, s. İfadeler sadeleştirilmiştir. Aslı şöyledir: “Kur’an’ın gizli hakikatleri Risale-i Nur ile birlikte bize iniyor!! Tenzil’ül-Kitab cümlesinin sarih bir manası asrı saadette vahiy suretiyle Kitab-ı Mübîn&#;in nüzulü olduğu gibi, manayı işarîsiyle de, her asırda o Kitabı Mübin&#;in mertebe-i arşiyesinden ve mu&#;cize-i maneviyesinden feyz ve ilham tarîkıyla onun gizli hakikatları ve hakikatlarının bürhanları iniyor, nüzul ediyor&#;”

[11] Şualar, Birinci Şua, c. I, s. İfadeler sadeleştirilmiştir. Aslı şöyledir: Resaili’n- Nur müellifi dahi ateşsiz yanar, tahsil için külfet ve ders meşakkatine muhtaç olmadan kendi kendine nurlanır, âlim olur.”

[12] Şualar, Birinci Şua, c. I, s. İfadeler sadeleştirilmiştir. Aslı şöyledir: “Resailin Nur dahi ne şarkın malûmatından, ulûmundan ve ne de garbın felsefe ve fünunundan gelmiş bir mal ve onlardan iktibas edilmiş bir nur değildir. Belki semavî olan Kur&#;an&#;ın, şark ve garbın fevkindeki yüksek mertebe-i arşîsinden iktibas edilmiştir.”

[13] Şualar, Birinci Şua, Yirmiikinci Ayet ve Ayetler, c. I, s. İfadeler sadeleştirilmiştir. Aslı şöyledir: “Resail’in-Nur denilen otuzüç aded Söz ve otuzüç aded Mektub ve otuzbir aded Lem&#;alar, bu zamanda, Kitabı Mübin&#;deki âyetlerin âyetleridir. Yani, hakaikının alâmetleridir ve hak ve hakikat olduğunun bürhanlarıdır. Ve o âyetlerdeki hakaiki imaniyenin gayet kuvvetli hüccetleridir”.

[14] Sikke-i Tasdik-i Gaybî, Onsekizinci Lem’a, c. II, s. Orada geçen ifade aynen şöyledir: “Risale-i Nur şakirtlerine ve naşirlerine karşı Hazreti Ali&#;nin (r.a.) irşadkârane ve teveccühkârane bakması ve işaret etmesidir”.

[15] Sikke-i Tasdik-i Gaybî, Onsekizinci Lem’a, c. II, s. ; Metnin aslı şöyledir: “Hazreti Cebrail&#;in, Âlâ Nebiyyina (a.s.m.) huzuru Nebevide getirip  Ali&#;ye Sekine namıyla bir sayfada yazılı İsmi Âzam,  Ali&#;nin (r.a.) kucağına düşmüş.  Ali diyor: &#;Ben Cebrail&#;in şahsını yalnız alâim’üs-sema suretinde gördüm. Sesini işittim, sayfayı aldım, bu isimleri içinde buldum&#; diyerek bu Ismi Âzamdan bahs ile bazı hadisatı zikirden sonra tahdis-i nimet suretinde diyor ki: &#;Evveli dünyadan kıyamete kadar ulum-u esrar-ı mühimme bize meşhud derecesinde inkişaf etmiş, kim ne isterse sorsun, sözümüze şüphe edenler zelil olur.&#;

[16] Karşılığında Ahireti verdikleri için aldıkları ne olursa olsun, azdır. “&#; Bu hayatın sağladığı fayda Ahiret yanında pek az olur.” (Tevbe 9/38)

[17] Sözler, Risale-i Nurlar’ın bir bölümünü oluşturur.

[18] Barla Lâhikası, Yirmi Yedinci Mektub ve Zeyilleri, c. II, İfadeler sadeleştirilmiştir. Aslı şöyledir: “Mübarek Sözler şübhesiz Kitabı Mübin&#;in nurlu lemeâtıdır. İçinde izaha muhtaç yerler eksik olmamakla beraber küll halinde kusursuz ve noksansızdır”.

[19] Said Nursî, Şualar, On Birinci Şua, Onbirinci Meselenin haşiyesinin bir lahikasıdır, a.g.e, c. I, s.

[20] Bkz., Bakara 2/; Ali İmrân 3/

[21] Emirdağ Lahikası I, c. II, s. Yazı sadeleştirilerek özetlenmiştir. Aslı şöyledir: “Risale-i Nur Şems-i Kur&#;an-ı Mu&#;cizül Beyan&#;ın elvan-ı seb&#;as-ı, Risale-i Nur&#;un menşur-u hakikatında tam tecelli ettiğinden, hem bir kitab-ı şeriat, hem bir kitab-ı dua, hem bir kitab-ı hikmet, hem bir kitab-ı ubudiyet, hem bir kitab-ı emr-ü davet, hem bir kitab-ı zikir, hem bir kitab-ı fikir, hem bir kitab-ı hakikat, hem bir kitab-ı tasavvuf, hem bir kitab-ı mantık, hem bir kitab-ı İlmi Kelâm, hem bir kitab-ı İlmi İlahiyat, hem bir kitabı teşviki san&#;at, hem bir kitabı belâgat, hem bir kitabı isbat-ı vahdaniyet; muarızlarına bir kitab-ı ilzam ve iskâttır”.

[22] Kastamonu Lahikası, Yirmi Yedinci Mektup, c. II, s. ; Sikke-i Tasdik-i Gaybî, Sözler Yayınevi İstanbul , s. Yazı sadeleştirilerek özetlenmiştir. Aslı şöyledir: “Ondokuzuncu Söz&#;ün âhirinde Kur&#;andaki tekrarın ekser hikmetleri Risale’in-Nurda dahi cereyan eder. Bilhassa ikinci hikmeti tamtamına vardır. O hikmet şudur ki: Herkes Kur&#;ana muhtaçtır, fakat herkes her vakit bütün Kur&#;anı okumaya muktedir olamaz, fakat bir sureye galiben muktedir olur. Onun için en mühim makasıd-ı Kur&#;aniye, ekser uzun surelerde dercedilerek herbir sure bir Kur&#;an hükmüne geçmiş. Demek hiç kimseyi mahrum etmemek için, Haşir ve Tevhid ve Kıssa-i Mûsa (A.S.) gibi bâzı maksadlar tekrar edilmiş. Aynen bu ehemmiyetli hikmet içindir ki, bâzı def&#;a haberim olmadan, ihtiyarım ve rızam olmadığı halde, ince hakaik-ı îmaniye ve kuvvetli hüccetler, müteaddit risalelerde tekrar edilmiş. Ben çok hayret ediyordum: Neden bunlar bana unutturulmuş, tekrar yazdırılmış? Sonra kat&#;î bir surette bildim ki: Herkes bu zamanda Risale-i Nura muhtaçtır, fakat umumunu elde edemez; etse de tam okuyamaz; fakat küçük bir Risale-’in-Nur hükmüne geçmiş bir risale-i câmiayı elde edebilir ve ekser vakitlerde muhtaç olduğu mes&#;eleleri ondan okuyabilir. Ve gıda gibi, her zaman ihtiyaç tekerrür ettiği gibi o da mütalâasını tekrar eder.”

[23] Bkz. Abdulaziz BAYINDIR, Kur’ân Işığında Aracılık ve Şirk, İstanbul , s.

İzdivac ve Refika-i Hayat Meselesi-1

İzdivac meselesi, günümüz insanının çokça medar-ı bahs ettiği ve bütün himmet ve gayretiyle ona çalıştığı mesailin başında gelmektedir. Şimdiye kadar bu mevzuu ele alan eserlerin büyük bir kısmı, yanlızca evliliği teşvik eden ehadis-i nebeviyeyi nazara vermişlerdir.

İZDİVAC VE REFİKA-İ HAYAT MESELESİ

BÖLÜM-1

İZDİVAC  MESELESİ

İzdivac meselesi, günümüz insanının çokça medar-ı bahs ettiği ve bütün himmet ve gayretiyle ona çalıştığı mesailin başında gelmektedir. Şimdiye kadar bu mevzuu ele alan eserlerin büyük bir kısmı, yanlızca evliliği teşvik eden ehadis-i nebeviyeyi nazara vermişlerdir. Hâlbuki evliliği teşvik eden hadis-i şerifler olduğu gibi bekârlığı teşvik eden birçok hadis-i şerifler de mevcuttur. Bu mes’ele hayat-ı ebediyeyi doğrudan alakadar eden gayet ehemmiyetli bir mes’ele olduğundan bu mevzunun dakik bir tetkikatla ele alınması icab etmektedir. Çünki insanlar kendilerini zincirlerle dünyaya bağlayacak olan böyle bir müesseseye girmezden evvel dikkat etmeleri gereken ilmi kıstasları bilmezlerse sehvetmeleri kaviyyen muhtemeldir.

Hadis kitablarının Kitab-ün Nikâh bölümlerinde nikâhın şer’i ahkâmını anlatan birçok hadis-i şerif mevcuttur. Şimdiye kadar izdivaç ile alakalı yazılan ekser eserlerde bu bölümden alıntı yapan müellifler, evlenme şartlarına haiz olan kişilerin evlenmelerini, bu şartlara sahib olmayanların ise oruç tutmalarını tavsiye ve teşvik eden hadisleri nazara vermişlerdir.

Fakat bununla beraber, hadis kitaplarında bulunduğu halde pek nazara verilmeyen, fitnenin hâkim olduğu bir toplumda evlilikle ilgili ihtiyat ve tedbiri ihtar eden, hatta bekârlığı teşvik eden ehadis-i nebeviye de mevcuttur.

Bu derlememizde evvela nikâhın fıkhi hususiyetleri, akabinde ise, içinde bulunduğumuz ahirzamana bakan hadisler nazara verilerek, izdivacın bu zamandaki hükmü anlatılacaktır.

Fıkıh kitablarındaki nikâh bölümü tedkik edilirse Nikâhın Sıfat-ı Şeriyyesinin eşhasa göre farklılık arzettiği görülecektir. Bu husustaki mezheblerin görüşleri şöyle özetlenebilir;

Şafiî fukahasının bu husustaki akvali şöyledir:

(1) : Nikâh, teehhüle fıtraten mail, mehr ve nafakayı vermeğe kadir kimseler için müstahabdır. Mehr ve nafakayı itaya kadir olmayan kimseler içinse nikâhı terk,müstahabdır. Bunlar, temayüllerini kesr için oruca müvazib olmalıdırlar.

(2) : Nikâh, kadınlara karşı iştiyaktan berî, mehr ve nafaka itasına gayri kadir kimseler için mekruhtur. Mehr ve nafakayı itaya kadir, fakat teehhüle gayri muhtaç kimseler için nikâh, mekruh değildir. Şu kadar var ki, bunların nafile ibadetlerle iştigalleri efdaldir.

(3) : Nikâh, mehr ve nafakayı itaaya kadir, fakat kendisinde innet veya daimî bir hastalık bulunan kimse için de mekruhtur.

(4) : Nikâh, nafakaya muhtaç, bir takım tacirlerin iktihamından hâif olan kadınlar için mendubdur.

(5) : Nikâh, bir takım fâcir eşhasın iktihamından, tasallutundan kur­tulmaları evlenmelerine vabeste olan kadınlar için vacibdir.

(6) : Nikâh, teehhüle teb&#;an muhtaç ve zevciyet haklarını ifaya kadir bulunmayan kadınlar için haramdır.

Hanefi fukahasının bu husustaki akvali şöyledir:

(1) : Nikâh, tevekan halinde &#; şiddetli arzu takdirinde farzdır. Yani: alacağı kadının mehr ve nafakasını temine kadir, evlenmedikçe nefsini gayri meşru mukarenetlerden men edemeyecek derecede ni­saya mail olan bir erkek için nikâh, bir farizedir. Böyle bir müslim ni­kâhı terk ederse günahkâr olur.

(2) : Nikâh, itidal halinde sünneti müekkededir. Yani: zevciyet hukukunu ifaya kadir olduğu halde nisaya karşı nefsinde o derece bir iştiyak hissetmeyen bir erkek için nikâh, bir müekket sünnettir. Diğer bir kavle nazaran bu halde nikâh, adeta cihat ve cenaze namazı gibi bir farzı kı&#;fayedir.

(3) : Nikâh, &#; bazı ulemanın beyanına göre &#; nisaya karşı meyili ve rağbeti şiddetli olmamakla beraber mehr ve nafakayı verebil­mesi ve zevciyet hukukuna riayet etmesi müteyakken olan bir erkek için, mahzasünneti nebeviyyeye imtisal niyetinemukarin olunca birsünet-i müekkekedir,mücerredkazay-ı şehvet emeliyle olunca da mubah­tır.

(4) : Nikâh, zevciyet hukukunu ihlâl, meselâ: alacağı kadına zulüm edeceğinden korkulan bir erkek için kerahat-i tahrimiyye ile mekruhtur. Bu hukuku ihlâl edeceği müteyakken olan bir erkek için de haramdır.

Maliki fukahasının bu husustaki akvali şöyledir:

(1) : Nikâh, teehhüle iştihası galib, mehr ve nafakaya kadir olan kimse için mendubdur.

(2) : Nikâh, teehüle ihtiyaç gören, teehhül etmediği takdirde innete duçar olmasından korkan kimse için vacibdir.

(3) : Nikâh, tehhüle muhtaç olmıyan ve mehr ve nafaka gibi verilmesi vacib hakları ifa edemeyeceğinden korkan bir kimse içi mekruhtur.

(4) : Nikâh, alacağı kadına tekarrüb veya nafaka ita edememek gibi bir sebeple zarar vereceği yakinen bilinen bir kimse için haramdır.

Hanbelî fukahasının bu husustaki akvali şöyledir:

(1) : Nikâh, nisaya karşı iştihası olmakla beraber, kendisini gayri meşru mukarenetlerden muhafaza edebilen, böyle bir mukarreneten kor­kusu bulunmayan kimseler için mesnundur. Velev ki nafaka veremeyecek kadar fakir olsunlar. Bunların nikâh ile iştigalleri, vakitlerini nafile ibadetlere hasretmeden efdaldir.

(2) : Nikâh, şehvetten mahrum, meselâ innîn veya marîz veya ihtiyar olan kimseler için mubahtır. Fakat böyle kimselerin nafile iba­detlerle iştigalleri efdaldir.

(3) : Nikâh, teehhül etmedikleri takdirde zinaya maruz kalmala­rından korkan erkekler ile kadınlar için vacibdir. Bu halde nikâh, vacib olan vazife-i hac’den mukaddemdir.

(Me’haz: Ömer Nasuhi Bilmen &#; Hukuk-u İslâmiye ve Istılahat-ı Fıkhiyye Kamusu)

Yukarıda zikredilen malumattan anlaşılacağı üzere, şahsi fazilet için harama girmeden bekârlığın tercih edilmesinde hiçbir beis yoktur. Hatta bekâr kalmak daha efdaldir.

Madem bir kişinin şahsi fazilet için evlenmeyip bekâr kalması, evlenmesinden daha efdaldir; O halde bu ahirzaman fitnesinde din-i İslam’a hizmet etmek için bekâr kalmak evvelkine göre çok daha büyük bir fazilettir denilebilir.

Ve keza göz ardı edilmemesi gereken diğer bir husus da bu zamanda evliliğin büyük tehlikeleri beraberinde getirecek olmasıdır. Bu tehlikelerin en büyüğü, evliliğin kişinin dini hayatını ve hizmetini tevakkufa hatta sukuta uğratma seafoodplus.info şartlarının ağırlaşması,derd-i maişetin ziyadeleşmesi, israfın umumileşmesi gibi bir çok etkenler kişiyi evlilik hayatında oldukça ağır yükler altına sokmakta ve dünyaya daha bir dört elle sarılmaya mecbur bırakmaktadıseafoodplus.info hale giriftar olanların hizmetle olan bağları yavaş yavaş gevşer, nurlardan aldıkları eski feyizleri alamaz hale gelerekzamanla hizmetten uzaklaşır hatta tümden seafoodplus.info ise telafisi mümkün olmayan bir sukuttur.

Merhum Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır TEĞABUN Suresinin 14 ve Ayetlerini izah ederken mevzuumuzla alakalı olarak şunları söyler;

(TEĞABUN 14)- Ey o bütün iman edenler! haberiniz olsun ki çiftleriniz ve evladlarınızdansize düşman vardır, onun için onlarınmahzurlarından sakının, bununla beraber afveder kusurlarına bakmaz, örterseniz şüphe yok ki Allah Gafurdur Rahimdir.

(TEĞABUN 15)- Her halde mallarınız ve evlâdlarınız bir fitnedir, Allah ise büyük ecir, onun yanındadır.

Elmalılı Muhammed Hamdi yazır’ın izahı;

… Tirmizi, Hâkim, İbnü Cerir ve daha ba’zıları İbnü Abbas&#;tan şöyle rivayet etmişlerdir ki: Bu âyet … ehl-i Mekkeden bir takımları hakkında nazil olmuştu kimüslüman olmuşlar ve -Medine&#;ye- Peygamber (s.a.v)&#;in Hazretlerine gitmek istemişlerdi. Zevceleri ve evladları da onları bırakmak istememişlerdi, Sonra kalkıp Resulullah&#;a geldiklerinde nasın dinde fıkıh ve intibah kesbetmiş olduklarını görünce zevcelerine ve çocuklarına ukubet etmeyi kurdular. Bunun üzerine Allah Teâlâ bu âyeti indirdi. Diğer bir rivayette: Bir adam hicret etmek ister, karısı ve çocuğu mâni’ olurdu, o da &#;Eğer Allah Teâlâ sizinle beni Daru&#;l-hicre’de cem’ederse vallahi şöyle şöyle yapacağım diye yemin ederdi. Bu âyet nazil oldu. Ata ibn-i. ebi Rabahdan rivayet olunduğuna göre: Avf ibn-i Mâlik Eşcei Peygamberin maiyyetindde gazaya gitmek istemişti. Ehl-u evladı toplanıp alıkoymaya uğraşdılar ve biz senin ayrılığına dayanamayız diye sızlandılar. O da rikkate gelip gazaya gitmemiş, sonra da nedamet etmişti, bu ayet nazil oldu, demekki sebeb-i nuzul müteaddiddir. Bunların cem’inde münafat yoktur. Âyetin sıyak ve mazmunu bunlara ve emsaline mutabık olduğu gibi daha çok şumulludur.

…meâlin hasılı şu olur: ey o bütün iyman eden ve aile üzerinde kavvam olması iktizâ eyleyen erkekler, sizlerin erkekliğiniz, aklınız, iymanınız ve mucebince salâh fikriniz size muzaf olan âilenize düşmanlık etmeğe müsaade etmemek iycab ederse dezevceleriniz ve evlâdınız içindenakıl veya dinde noksanlıkları hasebiyle sizlere düşman olan, başınıza gaile çıkarmak isteyen ba&#;zıları da bulunabileceği muhakkaktır. }فَاحْذَرُوهُمْ  { O halde o düşmanlardan hazer ediniz &#; onlara dikkat edip mahzurlarından sakınınız &#; şerlerinden, gailelerinden emin olup da kendinizi onlara kaptırmayınız. Bundan dolayı zevceyi intihab ederken dış güzelliğine, malına, şununa bununa kapılıvermeyip her şeyden evvel dinini, edebini, iffetini, ahlâkını aramalı. Netekim bir hadis-i nebevide de

اِياَّكُمْ وَخَضْرَا ءَ الدَّمَنِ}= çöplükte biten yeşillikten sakınınız{buyurulmuştur. Sonrada aile hukukuna riayet ve onların dinî terbiyelerine dikkat ve onlar yüzünden gelmesi melhuz olan dünyevî ve uhrevî zararlardan sakınmalı, gelişi güzel bırakıvermeyip teyakkuz ve intibah üzere bulunmalı, sevgi ve alâka sevdasıyla şımartmamalıdır. Bununla beraber sakınacağız diye tazyik edip de sıkmamalı, her kusurlarına aldırmamalıdır. {وَاِنْ تَعْفُوا}ve eğer afvederseniz &#; yani afvetmek hakkınız olup sizin tarafınızdan afvı kabil bulunan suçlarını afvederseniz ki bunlar size karşı vaki olup gayrın hakkı taallûk etmeyen dünya umuruna müteallik veya dine dair olup da tevbe ettikleri suçlardır. Afveder {وَتَصْفَحُوا}ve safh ile muamele eder, yüzlerine vurmaz, başlarına kakmaz {وَتَغْفِرُوا}ve ayıplarını eksikliklerini örter. Semahat gösterirseniz {فَاِنَّ اللّٰهَ غَفُورٌرَحيمٌ}şübhe yok ki Allah da Gafur Rahîmdir. &#; O da sizin günahlarınızı rahmetiyle mağfiret buyurur.

{ اِنَّمَا اَمْوَالُكُمْ وَاَوْلاَدُكُمْ فِتْنَةٌ}her halde mallarınız ve evlâdlarınız bir fitnedir&#; sizi meftun edip bir takım zahmetlere ve günahlara sokmağa sebeb olan ve bir takım hayırlardan, tâatlardan alıkoyan bir ibtilâ ve mihnettir.

{ وَاللّٰهُ عِنْدَهُ اَجْرٌ عَظيمٌ}halbuki Allah, büyük ecir onun yanındadır. &#; Binaenaleyh Allah mahabbetini, Allah’ın zikr-ü tâatını mal ve evlâd mahabbetine dahi tercih etmeli, mal ve evlâd kaygılariyle uğraşırkenAllah için ibadet ve tââtı haleldar etmemelidir.

Bu meseleyle alakalı olarak nazar-ı dikkati çeken diğer bir husus da, evliliğe yapılan teşviklerin toplum yapısına göre tebeddül etmesidir. Yani İslamî bir toplum içerisinde yaşayan insanlar ile fitnenin hâkim olduğu toplumda yaşayanlar arasında, evlilik sünnetine iktida da azim farklılıklar bulunmaktadır. Bu azim farkların daha iyi anlaşılabilmesi adına mes’eleyle alakalı birkaç hadis-i şerifi aynen naklediyoruz;

&#;İki yüz yılından sonra en iyiniz, hafif-ül haz, yâni hanımı ve çocuğu olmayan kimsedir.&#; (Râmuz: )

“Ümmetim üzerine sene geçtikten sonra bekârlık, uzlet ve dağların başına çıkıp ibadetle meşgul olmak helâl olur.” (Ruh-ul Beyan)

İkiyüz yılından sonra sizin hayırlınız her “hafif-i haz”dır. Denildi ki: “Yani Resulallah hafif-il haz nedir?” Buyurdu ki: Ailesi ve çocuğu olmayandır.” (Rumuz-ul Ehadis ci:1, sh – Keşf-ul Hafa hadis no: )

“İnsanlar üzerine bir zaman gelir ki, o zamanki halkın efdali “hafif-ül haz” olanıdır. Denildi ki: “Ya Resulallah hafif-ül haz nedir?” Buyurdu ki: Çoluk çocuğu az olanlardır.” (R.E. ci: 2, sh: )

“Öyle bir zaman gelecek ki; maişet o zamanda ancak günah işlemekle elde edilebilir. İşte o zaman bekârlık helâl olur.” (Büceyrimi)

“Aile efradının azlığı, iki zenginlikten biridir” (Hadis Goncaları hadis – Keşf-ül Hafâ hadis)

Hem AhmedZiyaeddin Gümüşhanevi (R.H) hazretleriLevami-ul Ukul Şerhi’ndemevzumuzla alakalı olarak şu izahı yapar;

Deylemî’den (R.A.) mervi bir hadis şöyledir: &#;.

Yani: “Allah bir kulunu severse o kulu, Zât-ı Uluhiyetine (dinine) hizmet için seçer, (dünyevî iştihalardan) imsak ettirir. O kulu, kadın ve evladile meşgul ettirmez.” Bu durum, bilhassa hicretin senesinden sonra içindir. Çünkü “ senesinden sonra en hayırlınız, zevce ve veledi olmamaklayükü hafif olanınızdır” mealinde de hadis vardır. Bu hadis ile “İzdivaç ediniz, çoğalınız. Ben kıyamette sizin çokluğunuzla iftihar edeceğim” mealindeki hadis arasında zıddiyet yoktur.” (Levami-ul Ukul Şerhi, ci: 1, sh: )

Aynı manayı te’yid eden Keşf-ül Hafâ&#;da kayıtlı iki hadis şöyledir;

&#;Allah bir kulu sevdiğinde, onu dünyadan korur.&#;

&#;Allah bir kulu sevdiğinde, ona dünya işlerini kapar, âhiret işlerini ise açar.&#;

Bediüzzaman Hazretlerinin, Bu hadis-i şerifleri açıklar mahiyette olan izahları Külliyat-ı Nur’un müteaddit yerlerinde mevcuttur. Numune olarak Lem’alar ve Mektubat’ta geçen şu iki yeri nazar-ı dikkate arzediyoruz.

&#;Hizmet-i Kur&#;aniyede bulunana, ya dünya ona küsmeli veya o dünyaya küsmeli.Tâ ihlâs ile, ciddiyyet ile Hizmet-i Kur&#;aniyede bulunsun.&#; Lem’alar 42 p2

&#;Cenab-ı hak bir abdini severse,dünyayı ona küstürür; çirkin gösterir&#; Mektubat p son

Tahir-ül Mevlevi’nin bekârlığı öven bir manzumesi şöyledir;  

“Evlenen bahre düşer, evlad olursa gark olur

Sen kenar-ı bahri tut, evlenme sultanlık budur.

Tut ki kazara evlendin, sabredip artık otur

Bir beladır başında, sus söylenme insanlık budur.”

Ebu Süleyman Dârâni hazretlerinin bekârlıkla ilgili şu nasihati gayet dikkat çekicidir. Şöyle ki;

“Bir kimse evlenirse, dünyaya döner.Evlenen hiçbir hak yolcusunu, ilk halinde kalır bulamadım. Kendini Peygamber (A.S.M.) Efendimizle kıyas edemiyeceğini de bilmelisin. Böyle bir hataya düşersen, yolunu kaybedersin. Peygamber (A.S.M.) Efendimiz hakkında ()

مَا زَاغَ الْبَصَرُ وَمَا طَغٰىbuyurulur. Bu sebeble onu ne dünya, ne de içindekiler meşgul eder. Onu Allah’dan gafil kılacak hiçbir sebeb yoktur. Amma sen böyle değilsin. Şehevî hislere kapılacağın zamanoruç tut,aç kal,susuz kal,pek de uyuma,ayık ol.” (Mürşid-ül Emin, İmam-ı Gazalî ci: 2, Rahmet Yayınları- İst.)

Bediüzzaman Hazretlerinin mutlak varislerinden biri olan ve Üstad’ımızın kendisi hakkında “manevi evladım” dediği Mustafa Sungur Ağabey, Üstad Hazretlerinin şöyle söylediğini nakleder;

&#;Bu zamanda evlenmek,kadının hususi dünyasına hizmetkâr olmaktır.&#;

İmam-ı Gazali hazretleri de Kimyay-ı Saadet&#;inde evlenmenin zararlarını şöyle sıralamıştır;

Evlenmenin Zararları Üçtür:

Birinci Zarar: Helâl kazanmaktan âciz olabilir, bilhassa bu zamanda ve bu sebeble çoluk çocuğu yüzünden harama ve şübheli şeylere düşebilir. Bu ise, kendinin ve onların din yönünden helâkine sebeb olur ve hiçbir fazilet (evlenmek sünneti bile) bu noksanlığı karşılayamaz. Hadiste: “kulu teraziye getirdiklerinde, her biri dağlar büyüklüğünde amelleri olur. Sonra çoluk çocuğunun nafakasını nereden kazandın?” diye sorulur. Bu hususta o kimse hesaba çekilince bütün iyi işleri yok olur. Münadiler çağırıp derler ki; “Bu öyle bir kimsedir ki, çoluk çocuğu, bütün iyiliklerini yediler, kendisi böylece bu yüzden muahaze edildi.” (Firdevsi)

Eserde: “kıyamet gününde kişiye ilk önce çoluk çocukları davacı olacaklardır. Bunlar Allah’ın huzurunda dava edip derler ki; “Ya Rabbi, bizim hakkımızı ondan al. Bize haram yedirdi. Oysa biz haram olduğunu bilmiyorduk. Bize öğretilmesi lazım olan şeyleri öğretmedi. Onun için biz böyle cahil kaldık.”

O halde mirastan helal bir serveti olmayan yahut helal kazancı olmayan kimsenin evlenmesi caiz olmaz.Ancak zina yapması ihtimali olursa evlenebilir.

İkinci Zarar: Çoluk çocuğunun hakkını ödemek, ancak güzel ahlakla, onların cefa ve sıkıntılarına dayanmakla ve geçimlerini sağlamakla mümkün olur. Buna da herkes dayanamaz. O halde, onları incitip hatırlarını kırabilir ve bu yüzden günaha girebilir yahut onları nafakasız bırakıp zayi edebilir. Hadiste: “çoluk çocuğundan kaçıp kaybolan kimse, efendisinden kaçan köle gibidir. Onların yanına dönünceye kadar onun namaz ve orucu asla kabul olmaz.”(ihya 2. Cilt sahife) hülasa herkesin bir nefsi vardır. Kendi nefsinin uhdesinden gelemeyen, en iyisi bir başkasını uhdesine almamalıdır.

Bişr-i Hafi’ye : “niçin evlenmiyorsun” diye sordular. Bişr: “Erkeklerin kadınlar üzerinde hakları olduğu gibi kadınların da erkekler üzerinde hakları vardır.” (2/)ayetinden korkuyorum dedi.

İbrahim edhem: “ben niçin evleneyim?.. Benim kadına ihtiyacım yoktur, o halde kadını kendim ile neden rahatsız edeyim” derdi.

Üçüncü Zarar: Kalb çoluk çocuğun nafaka işiyle meşgul olur, kendini buna verir ve Allah’ın zikrinden, ahreti hatırlamaktan, (hizmetin işlerinden, derslere katılmaktan) ve ahiret azığını hazırlatmaktan mahrum kalır. Seni Allah’ın zikir ve fikrinden alıkoyan her şey, senin helakine sebeb olur. Bu sebebden Allah buyurur ki: “Ey iman edenler! Mallarınız ve çocuklarınız sizi Allah’ın zikrinden alıkoymasın.” (63/9)

O halde, peygamberimiz gibi çoluk-çocuk meşgalesi kendisini Allah’ın zikrinden alıkoymayacak kadar güçlü, kuvvetli olan kimseye evlenme zarar etmez. Evlendiği takdirde zikir ve fikir üzere olamayacağını bilen kimse için evlenmemesi daha iyidir…

Evet, görüldüğü gibi evlilikte, evlenen insanların pek hesaba katmadıkları büyük zararlar da mevcuttur. Ayrıca evlenen insanlar, eşleri ve çocukları sebebiyle de hesaba çekilecektir. İmanla kabre girmenin gayet müşkil olduğu bu ahirzaman fitnesinde zaruret olmadan kişinin bir başkasının da mes’uliyetini uhdesine alması kâr-ı akıl değildir.

Bunların yanı sıra evliliğin insanlara yüklediği birçok mesuliyet ve hukuklar mevcuttur. Bu mes’uliyetlerin ifası gayet müşkil olmakla beraber bu zamanda adeta imkânsız hale gelmiştir. Bu hukuklar yerine getirilmediği takdirde kişi ind-i ilahide mes’ul olur ve ahirette bunların hesabı ondan sorulur. Bu manaları te’yid eden birkaç rivayet şöyledir;

&#;Kıyamet gününde kişinin yakasına ilk yapışan âilesi ve çocuklarıdır. Onlar, kişiyi Cenab-ı Hakk’ın mahkeme-i kübrasının huzurunda durudururlar ve derler ki: &#;Ey Rabbimiz, bizim hakkımızı bu adamdan al ! O bizim bilmediklerimizi bize öğretmedi. Bilmediğimiz halde bize haram yedirdi. Bunun üzerine kişiden, onların intikamı alınır.&#;

Mevzu ile alakalı başka bir hadis-i şerif ise şöyledir;

&#;Ümmetimin başına bir zaman gelecek ki, (kişinin)helâki; karısının, çocuklarının, anasının ve babasının elinden olacak. Çünkü bunlar onu, fakirlikle ayıplarlar. O da gücü yetmeyecek şeyleri helâl yoldan te&#;min edemeyince meşru&#; olmayan kazanç yollarına tevessül eder. Bu yüzden helâk olur.&#; (Beyhaki, Zühd, )

Seleften şöyle bir rivayet nakledilir;

&#;Allah-ü Teâla bir kuluna şerri irade ettiği zamandünyada onu parçalayanları kendisine musallat kılar,yâni, çoluk çocuğunu musallat eder&#;

Ebu Said şöyle der;

&#;Allah Resulü (A.S.M.) buyurdular: &#;Hiç bir kimse dünyada, ihmal ettiği çoluk çocuğunun cehaletinden daha büyük bir günah ileAllah&#;ın huzuruna varamaz.&#;

Evlilikle alakalı böyle muhtelif rivayetlerin bulunması, evlilik şartlarının kişiden kişiye değişmesiyle alakadardır. Nikâhı teşvik eden hadisler Şer’i ahkâmın uygulandığı toplumlarda gerekli şartları haiz ve oluşacak olan hukuku ifa edebilecek insanlar içindir. Bekârlığı teşvik eden hadisler ise fitnenin hâkim olduğu toplumlarda, hususen bu ahirzaman fitnesinde evlendiği takdirde dini hayatını aksatacak insanlara bakar.

Evlilik, kişinin dünya ve ahiret hayatını doğrudan etkileyecek bir müessesedir. Böyle bir müesseseye girmeden evvel bir Müslüman, bulunduğu durumu en ince teferruatına kadar düşünmeli ve tabir yerindeyse ince eleyip sık dokumalıdır. Zira böyle ehemmiyetli bir meselede yanlış tercih yapan birinin zararı pek büyük olur.

Yukarıda da arzettiğimiz vecihle evlilikle ilgili hükümlerkişiden kişiye, asırdan asıra, toplumdan topluma farklılık arzetmektedir. Yaşadığımız asrın ahirzaman olduğu hakikatinden yola çıkarak hak ve batılın birbirine karıştığı şu fitne asrındaki bozuk cemiyetin tesirinden mahfuz kalmak, ancak müstesna şahsiyetlere müyesser olur. İnsanların, içinde yaşadıkları bu fitneleri kabih görememesinin en büyük sebebi İslami bir cemiyeti görüp kendilerini onlarla kıyaslayamamalarındandır. Binaenaleyh evlendiği takdirde fitneye girmeyeceğini düşünmek pek büyük bir hatadır.

Bu zamandaki İzdivac meselesinde daha isabetli bir kararın alınabilmesi için asrımızın imamı olan Bediüzzaman Said Nursi Hazretlerinin (R.A), görüşleri dikkatle mütalaa edilmelidir. Zira Bediüzzaman Hazretleri bu konuyu çok farklı boyutlarıyla ele alarak mes’elenin hakikatine nüfuz etmiştir. Ve istikametten hiçbir zaman ayrılmayan yaşantısıyla, insanların kendisine iktida etmesi gereken bir numune-i imtisal olmuştur.

Bediüzzaman Hazretleri meselemizle alakalı olarak sorulan bir sual münasebetiyle şunları söyler;

(Başka hariç memlekette mühim yerlerde ceridelerle sorulan &#;Neden sünnet-i seniyeye muhalif olarak mücerred kaldın?&#; sualine bir cevabdır.)

Evvelâ: Mektubunuzu gayet hasta olan Üstadımıza okuduk. Üstadımız ise; &#;Ben şiddetli hasta olmasa idim, bu çok kıymetdar ve müdakkik ve mübarek kardeşlerime tafsilâtlı bir cevab yazacaktım. Fakat bu şiddetli vaziyetim müsaade etmediğinden gayet kısa, birkaç noktayı o mübarek ve samimî kardeşlerime ve hizmet-i Kur&#;aniyede arkadaşlarıma yazarsınız.&#; dedi.

Birincisi: Kırk seneden beri gayet dehşetli bir zındıka hücumu karşısında, her şeyini feda edecekhakikî fedakârlar lâzım geldiği bir zamanda, Kur&#;an-ı Hakîm&#;in hakikatına, değil dünya saadetimi, belki lüzum olsa âhiret saadetimi dahi feda etmeye karar verdim.Değil bir sünnet olan muvakkatdünya zevcelerini almak, belki bu dünyada on huri de bana verilse idi, bırakmaya mecburdum ki;ihlas-ı hakikî ile hakikat-ı Kur&#;aniyeye hizmet edebileyim. Çünki bu dehşetli dinsizlik komiteleri, öyle dehşetli hücumları ve desiseleri yapıyorlardı ki, bunlara karşı gelmek için a&#;zamî fedakârlık yapmak ve harekât-ı diniyesini rıza-i İlahî&#;den başka hiç bir şeye âlet yapmamak lâzım geliyordu.

Bîçare bir kısım âlimler ve ehl-i takva insanlar, çoluk-çocuğunun maişet derdi içinbid&#;alara fetva verdiler veya tarafdar göründüler. Hususan din derslerini kaldırıp Ezan-ı Muhammedî&#;yi kaldırmak gibi dehşetli hücumlara karşı, a&#;zamî fedakârlık ve a&#;zamî sebat ve metanet ve herşeyden istiğna etmek lüzumu karşısında, ben bir sünnet-i seniye olan evlenmek âdetini terkettim ki;tâ çok haramlara girmeyeyim ve çok vâcibleri ve farzları yapabileyim.Bir sünnet yüzünden yüz günaha girilmez. Çünki o kırk sene zarfında birtek sünneti yerine getiren bazı hocalar, on kebaire ve haramlara girmeye, bir kısım sünnet ve farzları bırakmaya kendilerini mecbur bildiler.

Saniyen: Âyet-i kerimedeفَانْكِحُوا مَا طَابَ لَكُمْve hadîs-i şerifteki

تَنَاكَحُوا تَكَاثَرُواgibi emirler emr-i daimî ve vücubî değildirler. Belki istihbabî ve sünnet emirleridir. Hem şartlara bağlıdır.Hem de herkes için her vakit değildir.

Hem deلاَ رُهْبَانِيَّةَ فِى اْلاِسْلاَمِ&#;Ruhbaniyet İslâmiyette yoktur.&#; manası, ruhbanîler gibi tecerrüd merduddur, hakikatsızdır, haramdır demek değildir.

Belki خَيْرُ النَّاسِ مَنْ يَنْفَعُ النَّاسَhadîsinin sırrı ile hayat-ı içtimaiyeye hizmet etmek için, içtimaî bir âdet-i İslâmiyeye terviçtir. Yoksa selef-i sâlihînden binlerle ehl-i hakikat inzivaya, mağaralara muvakkaten girmişler.Dünyanın fâni müzeyyenatından istiğna ve tecerrüd etmişler; tâ ki, hayat-ı ebediyelerine tam hizmet etsinler.

Madem şahsî ve hususî kemalât-ı bâkiyesi için dünyayı terkedenler, selef-i sâlihînden çok var.

Elbette hususî değil, küllî ve umumî olarak

çok bîçarelerin saadet-i bâkiyeleriiçin

ve dalalete düşmemeleri

ve imanlarını takviye edip kurtarmalarıiçin

ve hakikat-ı Kur&#;aniye ve imaniyeye tam hizmet etmek

ve hariçten gelen, dâhilde çıkan dinsizlere karşı dayanmakiçin,

zâil ve fâni dünyasını terketmek,

elbette sünnet-i seniyeye muhalefet değil;

belki hakikat-ı sünnete mutabakattır.

Ve Sıddık-ı Ekber&#;in &#;Cehennem&#;de vücudum büyüsün, tâ ehl-i imana yer bulunmasın.&#; diye fedakârlıkta a&#;zamî sadakatın bir zerresini kazanmak fikriyle, bîçare Said bütün ömründe tecerrüdü, istiğnayı ihtiyar etmiş.

Salisen: Risale-i Nur&#;un talebelerine &#;Başkaları evleniyorlar, siz tezevvüçten vazgeçiniz&#; denilmemiş, denilmez. Fakat talebeler birkaç tabakadır. Bir tabakanın hakikî ihlâsı kaybetmemek ve hakikî fedakârlık ve a&#;zamî bir sadakat taşımak için, dünya ihtiyaçlarına mümkün olduğu kadar ömrünün muvakkat bir kısmındabağlanmaması bu zamanda lâzım geliyor.

Eğer hizmet-i Kur&#;aniye ve imaniyede yardımcı bir hanım bulsa alır.Hizmetine zarar vermez. Lillahilhamd bu neviden çok Nur talebeleri var, zevceleri onlardan geri kalmıyorlar. Belki kadınlardaki şefkatten gelen ücretsiz fıtrî kahramanlık ve hakikî ihlas cihetiyle zevcinden daha ileri gidebilir. Nur talebelerinin yetişmiş kısımlarından ekserisi evlenmişler, bu sünneti yerine getirmişlerdir. Risale-i Nur onlara der ki: Haneniz bir küçük Medrese-i Nuriye, bir mekteb-i irfan olsun ki;bu sünnet tam yerine gelsin. Sünnet-i seniyenin meyvesi olan çocuklar âhirette size şefaatçı olsunlar. Dünyada da iman dersini alıp size hakikî evlâd olsunlar. Yoksa bu otuz senede kısmen olduğu gibi, o çocuklara yalnız terbiye-i medeniye verilse, bir cihette o çocuklar dünyada faidesiz ve âhirette davacı olarak&#;Ne için imanımı kurtarmadınız?&#; diyeceklerinden peder ve vâlidelerini mahzun etmek, sünnet-i seniyenin hikmetine münafî olur.

Hanımlar Rehberi 25 p1

Meselenin tam anlaşılması adına Bediüzzaman Hazretlerinin verdiği cevabın tahlilini yapmak gerekmektedir. Şöyle ki;

Evvela; Mezkûr cevapta dikkati çeken ilk husus, evliliğin şer’i hükmüdür. Zira Bediüzzaman Hazretleri evliliğe teşvik eden hükümler için “emr-i daimî ve vücubî değildirler” diyerek bu sünnetin şartlarla mukayyed olduğunu belirtmiştir.

Saniyen;bir sünnet-i seniye olan evlenmek âdetini terkettim ki;tâ çok haramlara girmeyeyim ve çok vâcibleri ve farzları yapabileyim.Bir sünnet yüzünden yüz günaha girilmez.” diyerekevliliğin birçok vacib ve farzları yapmaya engel olan vechini ve evlilik vasıtasıyla maruz kalınabilecek haramları nazara vermiştir. Bununla beraber cümle içerisinde “evlenmek sünneti” yerine “evlenmek âdeti” tabirinin kullanılması daayrıca manidardır. 

Salisen; selef-i salihinden birçok kişinin şahsî ve hususî kemalât-ı bâkiyesi için dünyayı terk ettiklerini belirten Bediüzzaman Hazretleri, bundan hareketle şahsi fazilet için değil ümmet-i Muhammed’in (A.S.M) imanına hizmet edebilmek için dünyayı terk etmenin sünnete muhalif olmadığını bilakis hakikat-ı sünnete mutabık olduğunu kaydeder.

Rabian; Bediüzzaman Hazretleri, Nur talebelerine izdivaçtan vazgeçiniz denilmez, diyor. Fakat talebeler içinde bir tabakanın bu zamanda hiç olmazsa ömrünün muvakkat bir kısmında dünya ihtiyaçlarına bağlanmaması gerektiğini ders veriyor.

Hamisen; Son olarak Bediüzzaman Hazretleri “Eğer hizmet-i Kur&#;aniye ve imaniyede yardımcı bir hanım bulsa alır.Hizmetine zarar vermez.” diyerek evlenmeye kat’i niyet eden talebelerine bazı şartlar dâhilinde izin veriyor.

Ayrıca Bediüzzaman Hazretleri’nin verdiği evlilik izninin keyfiyetini anlamamız açısından Emirdağ Lahikasında münderic şu mektub nazar-ı dikkate alınmalıdır. Mektub şöyledir;

Salahaddin hususî, kendine ait bir mes&#;eleyi soruyor. Dünya, hayat-ı içtimaiyeye bağlanmak istiyor. Madem o haslar içindedir,kat&#;iyyenRisale-i Nur&#;un hizmetine zararı varsa, girmeyecek.Eğer bilse ki; o refika-i hayatını bazı has kardeşlerimiz gibi Risale-i Nur&#;un hizmetinde yardımcı olarak çalıştırsa, o hayata girebilir. Çünki hasların hayatı, Risale-i Nur&#;a aittir ve şahs-ı manevîsini temsil eden şakirdlerinin tensibiyle kayıd altına girebilir.Peder ve vâlidesinin re&#;yleri de varsa, inşâallah zararı olmaz.Emirdağ Lahikası I / 80 p4

Mezkûr mektub evlenmek isteyen tüm Nur Talebelerine rehber olacak bir mahiyette olduğundan manası üzerinde iyice durmak gerekmektedir. Şöyle ki;

1- Bediüzzaman Hazretleri, Has talebelerden biri olarak kabul ettiği Salahaddin ağabeye “Risale-i Nur’un hizmetine zararı varsa girmeyecek” diyerek, hizmet-i nuriyeye zararı olacak bir evliliğe rızası olmadığını kesin bir dille ifade etmiştir.

2-Şayet birinci şart tahakkuk ederse, yani haslardan olan o talebe evlense dahi hizmette bir şeyler aksamayacak veya hizmet zarar görmeyecekse, o zaman ikinci bir tedbir olarak “alacağı hanımı, has kardeşlerimiz gibi hizmet için çalıştırabilme…” şartı getirilmiştir.

3- Has talebelerin hayatı kendilerine ait olmayıp Risale-i Nur’a ait olduğundan haslar, o hayatı sadece kendi istekleri istikametinde kullanamazlar. Bu sebeble Hizmet-i Nuriyede şahs-ı maneviyi temsil eden (ki Üstad hayattayken o temsili kendisi yapıyordu) has talebelerin şahsı manevisinin İZNİNİalmak şartı getirilerek KAYIT altına girebilir deniyor. Bu şart dahi evlenme hadisesinin kişiyi dünyaya bağlayacağının bir emaresi olarak ifade edilmektedir.

4-Son olarak eğer o has talebeninpeder ve validesinin de bu evliliğe izni varsa o zaman inşaallah zararı olmaz diye ümid edilmektedir.

Kısmen yapılan bu izahların yanında asıl mühim olan diğer bir husus da acaba bu evlilik sonrası Bediüzzaman Hazretlerinin Salahaddin ağabeyle alakalı bir beyanının olup olmadığıdır. Yani Salahaddin ağabey, Bediüzzaman Hazretlerinin nezaketle olmaz dediği ve bazı şartlar dâhilinde zarar etmeye bileceği ümidini, bir izin olarak anlayıp bu izni kullandıktan sonra zarar edip etmediğinin tesbiti cihetinden mühimdir. İşte bu hususu açıklar mahiyette gayr-i münteşir bir mektubunda Bediüzzaman Hazretleri diyor ki;

“Bu mektub kimin bilemedim. Ziya aynen Zübeyir gibi hayatını Nurlara, îmân hizmetine fadâkârâne verecek bir mâhiyette bilirim,dünya ile hususan kadınlarla evlenmek, alâkadar olup bağlanmaz zannederim.Selâhaddin Nurun bir kahramânı ikentezevvücü onu dünyâya esir eyledi

nest...

batman iftar saati 2021 viranşehir kaç kilometre seferberlik ne demek namaz nasıl kılınır ve hangi dualar okunur özel jimer anlamlı bayram mesajı maxoak 50.000 mah powerbank cin tırnağı nedir